Baba Yusuf Sivrihisari

istanbul – eyüp sultan hazretlerinin kabrinin giriş kapısının arkasında İstanbul fethine katılmış, Hacı Bayram Veli Halifelerinden ve çok yaşayanlardan mes’ud bir şeyh idi. Aslen Karahisarlı’dır. Şeriata uyan, Hak yolunu bilen, daima müslümanlara vaaz, nasihat eden, konuşmaları çok te’sirli bir Hak dostudur. Sultan Bayezid merhum, Bayezid …

Yakup Afvi Efendi

İstanbul – Üsküdar – Karacaahmet kabristanında. İnadiyeden Karacaahmet sultan dergahına giderken .

Atpazari Şeyh Osman Efendi’nin Halifesi ve damadı.

Odabaşı Şeyhi lakabıyla tanınmış olan Amasyalı Fenayi Mustafa Efendi’nin oğlu, Atpazari Şeyh Osman Efendi’nin damadıdır. İnabet ve hilafeti kaimpederi Osman Efendi’dendir. Babasının inabet ve hilafeti Şeyh Selami Ali Efendi’dendir. Vefatına, ‘Şeyh rahil (Şeyh göçtü)- 1149’ tarih vaki olmuştur.

Celvetiye Tarikatı’nın fazilet sahibi bir Şeyhi olan Yakup Gafuri Efendi, ilmi tahsilini babasıyla zamanın kemal sahibi alimlerinden ikmal ettikten sonra Üsküdar’da Atpazarı yakınında yaptırdığı Celvetiye Dergahı’nda ilim ve irfanı neşretmekte olan Şeyh Osman Efendi’ye intisab etmiştir. Bir çok eserleri ve divance teşkil edecek kadar arifane ilahileri vardır.

Kabri, İnadiye’den Karacaahmet Türbesi’ne giderken, sağ tarafta, Yuksekkaldırım adlı yerde, annesinin yanındadır. şahidesi şudur;

Celveti Mahmud Efendi’ye halife idi bu
Lezzet-i dünyaya kat’a eylemezdi arzu
Giceler kaim, günü savm üzre geçdi nice yıl
Hak budur kim rah-ı takvada iderdi cüst ü cu
Mürg-i ruhu Cennet-i firdevs içinde ola şad
Sebz-i bağ-ı gulşen-i Adn ide daim su-be-su
Bir elif kamet gidub fevtinde tarihin didi
Kutb-i Hak Yakub Efendi bezm itdi Hakk’a Hu
Sene 1149 fi Ramazan 15

17 Ocak 1737 tarihinde vefat etmiş olan Yakup Efendi’nin oğlu Ahmet Efendi, Selami Ali Efendi Tekkesi’nin Şeyhi idi. 1196 (1782) tarihinde vefat ederek, babasının yanına gömülmüştür.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”] Kaynak ; Üsküdar Meşhurarı , Yayına hazırlayan Azmi Bilgin , Üsküdar Belediyesi Yayınları
[/toggle]

Seyyid Haşim Baba

İstanbul – Üsküdar – Karacaahmet kabristanında – Karacaahmet sultan dergahından inadiye ‘ye giderken .

Celvetiye tarikatının Hâşimiyye kolunun kurucusu.

Üsküdar’da doğdu (1718). Bazı kaynaklarda adı Mehmed Hâşim olarak verilse de doğrusu Mustafa Hâşim’dir. Babası, daha sonra Bandırma- lızâde (Bandırmalı) Tekkesi diye bilinen Üsküdar İnadiye’deki evini tekke yaparak irşad faaliyetlerinde bulunan Celvetiyye şeyhlerinden Yusuf Nizâmeddin Efendi’dir. Kendisi de babasının yerine daha sonra şeyh olmuştur. Ancak daha sonraki yıllarda Hâşim Baba’nın Celvetî şeyhleri tarafından dışlanması sebebiyle mensupları kendisine Haşimiyye adlı bir tarikat nispet etmişlerdir. Bu tarikatın silsilesi Celvetiyye’nin kurucusu Aziz Mahmud Hüdayi’den (ö. 1628) iki ayrı yolla gelmektedir. Celvetîlikle Bektaşîliğin birleştirilmesinden meydana gelen bu kolun fazla yayılmadığı belirtilmektedir.

Haşim Baba’nın, Celveti şeyhliğinin yanında Melamiliğe de meylettiği ve bazı Melamilerce kutup olarak nitelendirildiği söylense de bu doğru değildir. O aynı zamanda Kahire’de Baba Kaygusuz Tekkesi’nde Kasrü’l-Ayn şeyhi Hasan Baba’dan (ö. 1756) el alarak Bektaşi de olmuştur. Hatta bir ara Kırşehir’deki Hacı Bektaş Tekkesi’ne gitmiş ve orada da dört yıl kadar dede-babalık yapmıştır. Ayrı bir erkânnâme yazarak Bektaşîlik âyinini tadile çalıştığı ve bu suretle Bektaşîlik’ten bir kol ayırmak istediği de ileri sürülmüştür. Sefînetü’l-evliyâ müellifi Hüseyin Vassâf, Hâşim Baba’nın önce babasının yerine şeyh, sonra Bektaşi, daha sonra Melâmetle neşvedâr olup son olarak babasının mesleğini takip ettiğini bildirmektedir.

Vefat ettiği zaman cenaze namazı kılınmak için Hüdâyî Âsitanesi’ne götürülmüşse de pîr makamı şeyhi Büyük Ruşen Efendi (ö. 1794), dergâhın hiçbir kapısını açtırmamış, cenazeyi içeriye kabul etmemiştir. Bunun üzerine cenaze namazı, dergahın alt tarafındaki türbe önünde yolda bulunan musalla üzerinde kılınmış, Bandırmalızâde Tekkesi’nin türbesine defnedilmiştir. Burası bir süre Haşimiyye’nin âsitanesi olarak faailiyet göstermiş, bugün tekkenin yıkılmasından sonra kabri yol genişletilmesi sırasında kaldırılarak yerine parmaklıklı bir kabir yapılmış yeni harflerle “Üsküdarlı Haşim Baba” levhası asılmıştır.

Hâşim Baba’nın müretteb bir divanı, gelecekte vuku bulacak olayları değişik metodlarla öğrettiğine inanılan cefr (cifr) ilmiyle ilgili Ankā-yı Meşrık ve kaynaklarda Vâridât veya Makālât adlarıyla geçen mensur bir eseri daha vardır. Besmele’nin esrarı, leyle-i Kadr, ilâhî aşk, Melâmîlik meşrebi, sûfîlik yolu, rüya, Hz. Mûsâ’nın âsâsı, hazarât-ı hams, havâss-ı hamse-i bâtıniyye ve havâss-ı hamse-i zâhiriyye, Ehl-i beyt sevgisi, çeşitli âyet ve hadislerin tasavvufî izahları bu mensur eserin başlıca konularıdır.

Divanında yaklaşık iki yüzün üzerinde şiir bulunmaktadır. Özellikle Ehl-i beyt sevgisi başta olmak üzere, on iki İmam, tarîkat silsilesi, kutsal günler ve devr nazariyesi gibi konuların dile getirildiği kasideleri önemli bir yekûn tutar.

Hâşim Baba’nın, Niyazi-i Mısrî’nin Devriyye-i Arşiyye’sine zeyil olarak yazdığı Devriyye-i Ferşiyye’si de bu türün önemli eserlerinden biri sidir. Kaside ve makalelerinden bazıları müstakil olarak bazı kütüphanelerde bulunmaktadır.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak ; Üsküdar Meşhurarı , Yayına hazırlayan Azmi Bilgin , Üsküdar Belediyesi Yayınları
[/toggle]

Selami Ali Efendi

İstanbul – Üsküdar – Kısıklı’da Büyük Çamlıca caddesinden İBB tesislerine çıkarken solda yer alan Selami Türbe sokaktaki kabristanda

Celveti şeyhlerinden olan Selami Ali Efendi, Menteşe’nin Kozyaka köyünde doğmuştur. Doğum tarihi belli değildir. Babasının adı İlyas’dır.

Selami Ali Efendi, kadı olup tahsilini tamamladıktan sonra, önce Kırkakça Medresesine müderris olmuş ardında İstanköy adasına müftü oldu. Burada manevî ilimlere ve tasavvufa olan meyli sebebiyle müftülük ve kadılık gibi resmi vazifeleri bırakarak Celvetî büyüklerinde Zakirzade Abdullah Efendi‘ye (v. 1068/ 1658) intisab etti. Seyr ü sülükunu tamamladıktan sonra Bursa’ya irşad vazifesiyle gönderildi. Orada bir zaviye yaptırıp insanlara din-i İslamı anlatmak, öğretmek ve yaşatmakla meşgûl oldu. 1679 (H.1090) senesinde Divitçizâde Şeyh Mehmed Efendinin vefatıyla boşalan İstanbul Üsküdar’daki Şeyh Aziz Mahmûd Dergâhının şeyhliğine getirildi.

Selami Ali Efendi ; sözünü esirgemeyen , meczub tabiatı ile karşısındaki etkileyen , nazar sahibi bir idi. Vahdet-i vücud neşvesini önere çıkaran mutasavvıflardandı. Bu sebeple diğer zühdi tasavvufu benimseyen Celvetilerce tenkid edilmiştir.

Hüseyin Vassaf Bey’in tesbitine göre, Hüdayî Tekkesi’ndeki görevinin üçüncü senesinde bazı garazkar insanların dedikoduları ve Vani Mehmet Efendi’nin arzusu doğrultusunda, Selamî Efendi’nin meşihati IV. Mehmet (1648-1687) tarafından kaldırmış, fakat 1683 Viyana bozgunundan sonra, Vani Mehmet Efendi’nin Bursa’nın Kestel köyüne sürülmesi üzerine 1684-5 tarihinde bir hatt-ı hümayun ile tekrar meşihate getirilmiştir. Hüseyin Vassaf Bey bu hadiseyi şu cümleleriyle anlatır: “Hazret-i Selamî hakkında isnadatın müfteriyatdan ibaret olduğu tahakkuk edince, def’e şane olarak 1095/1685’de Asitane-i Hz. Pîr’de şeyh oldu. Bu sırada Üsküdar’da Baglarbaşı’nda kain ve Selamsız denilmekle meşhur mahallede bir tekye ile mescidi şerife ve Bülbülderesi ile Acıbadem’de birer cami-i latif ve Bulgurlu (1101/ 1690) ve Kısıklı’ya birer zaviye inşa edip vazifeliler tertib eyledi.

Selami Efendi , varlıklı bir mutasavvıftır. Sağlığın bu servetinin tamamını hayır işlerinde kullanmış. Bursa’da namazgah’da bir zaviye; Üsküdar Bağlarbaşında bir tekke ve bir cami, Bülbülderesi’nde ve Kısıklı’da birer tekke -cami inşa etmiş , diğer taraftan Bağlarbaşı – Fıstıkağacı arasında adına kurulan Selami Ali mahallesini, bu cami ve dergahların hizmetleri için vakfetmiştir. Hüseyin Vassaf , şeyhin ayrıca ” inşa ve tamiren ihya eylediği çeşmelerin adedi kırka yakındır. Halen nam-ı alilerine nisbetle mahalle ve tekye ve cami ve çeşmeleri vardır.” denmektedir.

Selami Ali Efendi, Celvetiliğin dört büyük şubesinden birisi olan ve kendi adıyla anılan Selamiyye kolunun da Pîridir. Niksarlı Mehmet Efendi ile Bilecikli osman efendi önemli halifelerindendir.

Selamiyye’nin, ana kol Celvetiyye’den temel farkı zikir icra şekliyle alakalı olduğu gibi, mensuplarının başlarına giydikleri taclarının onyedi dilimli olmasıdır. Zira, Selami Ali Efendi, Celvetiyye’nin on üç terkli tacını yeni bir yorum getirerek on yedi terke çıkarmıştır. Üsküdar’daki Türbe-i şerifinin haziresinde dergahın şeyhlerinden Mustafa Şerafeddin Efendi’nin on yedi terkli mezar taşını görmek mümkündür.

Selamî Ali Efendi, Safer 1103/1691 tarihinde vefat etmiş ve Kısıklı’da yaptırdığı tekkenin haziresinde sırlanmıştır. Selami Ali Efendi’nin türbesi, Belediye tarafından 1957 senesinde tamir ettirilmiştir. Burada bulunan dergah 1912-1917 yıllarında yıkılmış, daha sonraları da ortadan kalkmıştır. Dergahın içindeki evler 1960′ yıllarda VakıOar idaresi tarafından satılmıştır.İbrahim Has Efendi’nin Tezkire-i Has isimli eserinde Selami Ali Efendi’nin dostlarından Seyyid Abdulkadir Efendi’den naklen şeyhin vefatıyla ilgili şu bilgileri verir; Şeyh Efendi vefat etmeden önce merkez asitanede bulunuyordu ki, ”Biz burda vefat etsek halk bizi omuzlarında götürmeye zahmet çekerler. Varalım merkadmızın yanında vefat edelim” deyip Kısıklı’ya, bugünkü türbesinin bulunduğu tekke ve türbeye gelmiştir. Burada keşkek yaptırıp gelene gidene üç gün yemek yedirmiş, her gelenin eline iki para vermiştir. Bu adet bilahere İstanbul ve Üsküdar’da meşhur olmuştur. Üç gün tamalandıktan sonra şeyh abdest almak istediğini bildirmiş, abdestini tazeledikten sonra tekrar oturduğu çadıra götürülmüş, dervişlerin hatm-i tevhide başlamalarından yarım saat sonra vefat etmiştir.

Şeyh Selami Ali Efendi’nin kabri’nin bulunduğu hazire’de şeyh Efendi’den başka ; Tekke’nin Şeyhlerinden ;
Niksarlı Şeyh el Hac Mehmed Efendi ( Etrafı demir parmaklıkla çevrili 17 terkli şahidesi var )
Şeyh Mustafa Şerafeddin Efendi ‘nin de kabirleri bulunmaktadır.

Selamî Efendi’nin ihvanı içinde yetişen halifelerden bazıları şunlardır ;

Fenayî Ali Efendi (v. 1158/1745)

Niksarî Mehmed Efendi (v. 1159/1746)

1065/1655 yılında Niksar’da doğmuştur. Bursa’ya gelerek Selami Ali Efendi’den hilafet almış ve İnegöl kasabasında irşad vazifesinde bulunmuştur. Selamî Ali Efendi’nin 1090/1679 yılında İstanbu’a tayini ile kendi yerine bıraktığı İbrahim Efendi, Niksarî Mehmed Efendi ile becayiş ile İnegöl’e gönderilmiş. Niksarî Mehmed Efendi de Bursa Selamî Ali Efendi Tekkesine vekaleten tayin edilmiştir. 1143/1730 yılında Üsküdar’a gelerek Kısıklı Selami Ali Efendi zaviyesinde ikamet etmek üzere iken izzet Paşa tarafından bu tekke genişletirerek yeniden yaptırılmış, selamlık kısmı da eklenmiştir. Buradaki postnişînliği üzerine Bursa Selami Ali Tekkesi şeyhliğini oğlu el-Hac Mustafa Efendi’ye bırakmıştır.

1153/1740 senesinde Hüdayi asitanesi postnişini Edirneli Yusuf Efendi’nin vefatıyla Niksari Mehmed Efendi buraya tayin olunmuş ve altı sene şeyhlikten sonra da vefat ederek Kısıklıdaki Selami Ali Tekkesi haziresine defnedilmiştir.

Fenayî Mustafa Efendi (v. 1115/ 1704)

Rumeli’nde Şumnu kasabasında doğmuştur. İstanbu’a gelip Dergah-ı alî yeniçerileri odalarında yirminci bölükte karakullukçuluktan aşçılığa, vekil hare ve odabaşılığa kadar yükselmiştir. Beşiktaşlı Şeyh Yahya Efendi evladından Emetullah Hanımla evlenmiştir. Uzun zaman Yahya Efendi türbesi civarında oturmuştur. Ümmî olduğu halde, Şeyh Yahya Efendi’den aldığı rühanî feyz ile o asırda Celvetiyye’den Şeyh Selamî Efendi’ye intisap ederek kendisinden hilafet almıştır. Yahya Efendi türbesi civarında yaptırdığı zaviyede irşadla meşgul olmuştur. “Odabaşı Şeyhi” namıyla şöhret bulan Fenayî, 1115/ 1704 senesinde göçmüştür. “Şîr-i Huda” tamlamasıyla vefatına tarih düşürülmüştür. Fenayî mahlasıyla yazdığı şiirleri bir divanda toplanmıştır. Hz. Peygamber’e yazdığı na’tlarıyla meşhurdur.

Bilecikli Osman Efendi (v. 1140/ 1727)

Osman Efendi, Selamî Efendi’nin halîfelerindendir. Çavuşderesi’nde Hayreddin Çavuş Mahallesi’nde Eski Semerciler’deki Atpazarı Celvetî Tekkesinde postnişînlik yapmıştır. 1130/1717’de Mehmed Sabürî Efendinin vefatı üzerine Hüdayî Asitanesi’ne on dördüncü postnişîn olarak tayin edilmiştir. Şeyh-i dergah” (1140/1727) tamlamasıyla vefatına tarih düşülmüştür. Mezarı Hz. Hüdaî Asitanesi civarındaki Açık Türbe’de Mehmed Saburî Efendi’nin yanındadır. Meşîhatı kendisinden sonra halifesi ve damadı Yakup Efendi üstlenmiştir.

Bosnalı Mehmed Fevzî Efendi (v. 1084/1674)

Bosna’da doğmuştur. Gençliğinde îstanbul’a gelip Üsküdar’a yerleşmiştir. Eli kalem tutan, manzum ve mensur eserler yazan mürettep bir dîvan bırakan Fevzî, bazı vezîrlere dîvan efendisi olmuştur. Ömrünün sonlarına doğru cezbeye düşüp makam ve mansıbını terkederek Üsküdar’da Şeyh Selamî Efendi’ye intisap etmiştir. Hizmet ve sülükunu tamamladıktan sonra 1084/1674 senesinde vefat etmiştir.

Kaynaklar ; Üsküdarlı Selami Ali Efendi , Mustafa Tatcı -M. Cemal Öztürk , Kaknüs yayınları

Fenai Ali Efendi

Fenai Ali Efendi Türbesi ; İstanbul – Üsküdar’da Valide-i Atik mahallesindeki Fenai Ali Efendi camii avlusunda

Celvetiyye – Fenaiyye’nin Piri Kütahyalı Şeyh Seyyid Fenai Ali Efendi, Üsküdar’da kendi adıyla anılan üç tekkenin banisi olan Şeyh Selami Ali Efendi’nin (1592-1692) halifesidir. Ali fenai Efendi, adaşı Selami Ali Efendi’den irşad icazeti alarak Manisa’ya hicret etmişti. Burada bir cami ve tekke yaptırmış ve bir de kuyu kazdırmıştır. ” Şeyh Kuyusu” adıyla meşhur olmuştu. Şeyhi ve mürşidi Selami Ali Efendi 1104(1692) yılında ölünce İstanbul’a ve Selami dergahına Şeyh olmuştur. Bir süre sonra bu tekkeyi irşad arkadaşına devretmiş, 1713’te Üsküdar’da Pazarbaşı mahalesine gelerek kendi adını taşıyan bir dergah yaptırarak 32 yıl irşad vazifesi yaptıktan sonra 1158 (1745) yılında vefat etmiş ve caminin önündeki türbesine gömülmüştür.

Ölümünden sonra halifesi Abdullah Rıfkı Efendi (v.1770) , Rıfkı Efendi’nin oğlu Mehmet Nazif Efendi (v.1792) ve Hattat Mehmet Şakir (v.1810) Postnişin olmuş ardından Celvetiyye’nin Haşimiyye Şubesinin merkezi Bandırmalızade Tekkesi’nin postnişini Şeyh Mehmet Efendi (v.1845) meşihatı devralmıştır. Tekke’nin son şeyhi ise Mehmet Şakir Efendi (v.1845)’dir. Tekke’nin ayin günü Çarşamba idi.

Fenai Ali Efendi 1123 (1711) yılında Baltacı Mehmet Paşa’nın ikinci sadrazamlığı zamanında Rusya’ya karşı açılan savaşa muhtemelen ” Ordu Şeyhi” sıfatı ile katılmıştır. Beraberinde getirdiği sancağın, türbesinde başucunda dikildiği, kendisinin taşıdığı bayrağın da sandukasının üstüne örtüldüğü bilinmektedir.

Halvetiyye – Celvetiyye tarikatının Fenaiyye kolunun asitanesi ve pirevi olan bu tekke ilk kuruluşunda cami-tevhidhane ile bir kaç derviş hücrelerini barındırmaktadır. Bugün ise tekkeden günümüze ulaşabilen bölümler cami-tevhidhane – Ufak bir hazire ve Fenai Ali Efendi’nin Türbesidir.

Yakın bir tarihte çevre halkı tarafından yapılan ve hiç bir mimari özelliği olmayan cümle kapısından avluya girilir. Girişin Hemen solunda cami ve minare, sağında Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın eşi Şemi Nur Hanım ile gelini Vicdan Hanım’ın türbe karaterindeki mezarları, karşısında da baninin türbesi ve kuyusu mevcuttur. Şemi Nur ve Vicdan Hanım’ın beyaz mermerden çok ince bir işçilikle yontulmuş olan lahitleri ve şahideleri devirlerinin karmaşık üslubunu en iyi şekilde gözler önüne sermesi bakımından önemlidir. Türbe ile boybeyi sokağı arasındaki kesimde uzanan hazirede tek tük kabirler arasında ; Şirket-i Hayriyye’nin müdürü Hüseyin Haki Efendi (v1893-95) , Kamil Paşa’nın katibi hususiyeliğinden yetişen Şirket-i Hayriyye’nin müdürü Hafız Mehmet Vehbi ( v.1907) , Sait Halim Paşa’nın refikası Nazlı Hanım, Şeyh Mehmed Şakir Efendi (v1880) , Şeyh Mehmed Galip Efendi (v.1845) , Şakir Efendi’nin validesi Şerife Ümmü Gülsüm (v1877), Fatma Naile Hanım (v1874) , Şeyh Mustafa Haşim (v.1878) , Mustafa Haşim’in halilesi Aişe Sıddıka Hanım (v1894) mezarları mevcuttur.

1996 yılında vakıflardan izin alınarak İmam Hacı Süleyman Bilir ve Cemaatin katkılarıyla cami ve türbe tadilat ettrilmiştir.

İbrahim Tennuri

İbrahim Tennuri Hazretlerinin Türbesi ; Kayseri – Cumhuriyet mahallesindeki Şeyh Tennuri camii yanında

İbrahim Tennuri hazretleri Sivas’ta doğdu. Amasya’da aile çevresinde başladığı tahsilini Konya’da Sarı Yakub’un yanında tamamladı. Daha sonra Kayseri’ye giderek orada Hundi Hatun medresesine müderris oldu. Bir müddet sonra tasavvufa meyletti, müderrisliği bıraktı. Medreseyi bırakmasına sebep olarak gösterilen şöyle bir olay vardır:
İbrahim Efendi , Şafii mezhebinden idi. Bir ara farketti ki, başında bulunduğu medresenin vakfiyesinde müderris ve bütün buradan faydalananların Hanefi mezhebinden olmaları şartı yazılıydı. Hanefilik de Şafiilik de hak mezheplerden olmakla beraber, o devirde her halde günün politikaları gereği, medresenin kurucusu, mensuplarının Hanefi olma şartını koymuştu. bu medresenin müderrisliğinden ayrıldı.

“Efendim! Hanefî mezhebine girseniz de müderrisliği bırakmasanız!” diyenlere; “Bir müderrislik için mezheb değiştirilmez.” cevâbını vermiştir. Müderrisliği bırakan İbrahim Efendi iç alemine yöneldi. Sonunda muhabbetullah onda o derece baskın hale geldi ki; ne zaman bir yerde Kur’an dinlese veya bir güzel ses işitse gönlünde bir ateş peyda olurdu. İçinde sanki bir şey çatlamış gibi ses gelip kendinden geçerdi. O sıralarda çok meşhur bir merkez olan Erdebil’e gitmek istedi. O esnada Akşemseddin’in namını duydu. Bir merkebe binip Beypazarı’na geldi. Meğer Akşemseddin Göynük’e gitmişti. Onun gelmesini bekledi. Akşemseddin gelince halk çevresini sardı, ondan bedensel hastalıkları için çareler sordular; Akşemseddin aynı zamanda hekimdi. Akşemseddin hazretleri kendisine müracaat edenlerin dertlerini dinledikten sonra her birine ilaç vererek tavsiyelerde bulunmuştur.
İbrahim Tennuri Hazretleri sonrasını şöyle anlatır;
-“Herkes dağılıp, biz başbaşa kalınca, şeyh bana:
-“Şaşılacak şey! Her gelen beden hastalıklarından şikayet eder; içlerinde bir tane de “gönlüm hasta” diyen yok, “aşk davasını isteyen yok” diye şikayette bulunarak bana baktı ve “senin hastalığın nedir?” diye sordu. Ben de:
-“Kayseri’de Müderris idim. İçimde bir ateş peydah oldu. Bu gizli derde derman aramağa geldim” dedim. Şeyh Hz.leri:
-“Ehlen ve sehlen! Hoş geldin, safa geldin, fakat bize ne armağan getirdin?” diye sordu. Ben de dünyevî armağan sanıp, elimin boşluğundan pek çok utandım ve utanç teri ile boğuldum.
-” Ey Sultanım! Ben, gönlü ve yüzü kara bir kimseyim, hiç bir armağanım yoktur” dedim. Akşemseddin hazretleri utandığımın farkına vararak:
-”Armağan dediğim, dünya armağanı değildir, senin bize armağanın doğru rüyadır” buyurdu. Ben de:
-‘‘O büyük armağandan elim boş olduğunu, yüce huzura arzolacak bir rüya göremediğimi söyledim.” Bunun üzerine halvet buyurdu. Şeyhin bu sohbet sofrası aç gözümü doyurdu, ilk gecede dört yüz rüya gördüm. Unutkanlığımın fazlalığından bazan namazda okuyacağım ayet hatırıma gelmezken, sabah ezanı okunduğunda elime kalem defter alıp, bu rüyaları bir bir yazarak baştan sona hatırımda tuttum. Hafızamın bunları unutmamasını da, Hz. Pir’in feyzinden bildim. Her akşam iftar için Şeyh Hz.leri bir çanak bulamacı, bir ekmek ve bir testi suyu, hizmetçileri île gönderirdi.
Halvetteki diğer arkadaşlarım yemek ve içmekten pek çok sakındıklarından kendimde hayvanî hislerin fazlalığını düşünerek, ertesi günlerde gördüğüm halleri göremedim. Şeyh Hz.leri durumu anlayıp azarladı
– ”Kendi kendine iş yapmak Salik’in işi değildir. Bu çeşit hareketler, nefsin iyi gösterdiği kötü şeylerdendir. Kendi isteğine göre iş yapan Salik’in yüzüne vuslat kapısı kapalıdır. Tabibin seni gözetmez mi? Senin meşrebin bunu; onların meşrebi onu gerektirir” buyurdu. O gün, her günkü gönderdikleri yemeğin iki katını gönderip, geçmişi telafi etti.
Böylece halvete ve geceleri ihyaya devam ettim. Halvette Şeyh Hamza-i Sami; Şeyh Abdurrahim-i Mısri ve Şeyh Muslihiddin ibni Attar ile birlikte idim. Şeyh onlara riyazatla emretmişti, fakat bana riyazat vermedi. “Senin meşrebine riyazat lazım değildir‘ buyurdu.
Nihayet seksen yedinci gece ki “Beraet Gecesi” idi. Gönlüm bir sahan yağlı pilavı, tenha bir yerde, yalnız başıma yemek arzuladı. Her ne kadar nefsin bu arzusunu unutmağa çalıştım ise de mümkün olmadı. O anda şeyhin hizmetçisi gelip, Şeyh Efendimin beni çağırdığını söyledi.
Huzuru şeriflerine vardığımda, elime bir sahan yağlı pilav verip ; ”Şemseddin burada yoktur, (yok farzet); utanma, istediğin kadar ye!” dedi. Pilavdan hiç bir tane koymadan yedim ve o gece halvetten çıkmama izin verdi. Böylece, Hacı Bayram Veli’nin Halifesi ve Fatih Sultan Mehmet Han’ın Hocası olan İstanbul’un manevî fatihi AkŞemseddin Hz.lerinden icazet ve hilafet alarak yine Kayseri’ye döndüm; ve halkı irşada başladım.
İbrahim Tennürî hazretleri hocası Akşemseddin hazretlerinden icâzet aldıktan sonra, onun izni ile, Kayseri’ye yerleşerek bir tekke kurdu. Talebeler yetiştirmeye ve halka İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmeye başladı. Rivâyet edilir ki, şeyhde zaman zaman tasavvuf yolunda bulunanlarda görülen ve kabz denilen sıkıntı hâli vâki olurdu. Bir defâsında bu hâl uzun sürüp gideremeyince, şeyhi Akşemseddîn‘le görüşmek üzere yola çıktı. Rüyâsında Akşemseddîn hazretleri ona emredip; “Sıcak bir tandır (tennûr) üzerine oturup terlemen gerekir.” dedi. Ertesi gün İbrahim Tennuri, sıcak bir tandır üzerine oturup, tepeden tırnağa terledikten sonra, kabz hâli, “Bast” hâli denilen tasavvuftaki rahatlama ve sevinçli olma hâline döndü ve sıkıntıdan kurtuldu. Akşemseddîn hazretleriyle karşılaşınca, rüyâsını anlattı. Şeyh Akşemseddîn bunu hoş karşılayıp, kabz hâli olunca böyle yapmasını tavsiye etti. Bundan sonra İbrahim Tennurî, yetiştirdiği talebeler kabz hâline girdiklerinde, sıcak tandır üzerine oturtur, çok su içirmekle onu iyice terletirdi. Bu usûlle bast hâline döndürüp irşâd ederdi. Bu yüzden Tennûrî diye meşhûr oldu.
Bayramiye Tarikatı’nın Halîfesi olan bu büyük zat, vefatına kadar kendisine intisap edenleri bu usulle irşada devam etmiş ve nihayet 887 H./1482 M. yılının güz mevsiminde bir Perşembe gecesi Kayseri’de vefat etmişlerdir. Mezarı; Emir Sultan -Şimdi Cumhuriyet- Mahallesi’nde Tennurî’nin kendisi tarafindan yaptırılan Şeyh Camîsi’nin batı bitişiğindedir.

İbrahim Tennuri Hazretlerinin Silsile-i Şerifi

1- Hz. Muhammed ( s.a.v.)
2- Hz. Ali ( r.a.)
3- Hasan Basri
4- Habib-i acemi
5- Davud Tai
6- Maruf-u Kerhi
7- Seriyy Sakati
8- Cüneyd Bağdadi
9- Mimşad Dineveri
10- Ahmed Dineveri
11- Muhammed Bekri
12- Vecihüddin El Kazi
13- Ebu Necib sühreverdi
14- Rukneddin Mahmud Secasi
15- Kutbüddin Ebheri
16- Şihabuddin Tebrizi
17- Cemalüddin Tebrizi
18- İbrahim Zahid Geylani
19- Sefiyüddin Erdebili
20- Sadruddin Erdebili
21- Hoca Alaüddin Ali Erdebeli
22- Somuncu Baba
23- Hacı Bayram Veli
24- Akşemseddin
25- Şeyh İbrahim Tennuri

İbrahim Tennuri Hazretlerinin Eserleri
1- Gülzar veya Gülzar-ı Manevi ( Bu eser, 5140 beyitlik bir mesnevîdir. Eserde fıkıhla tasavvuf mezcedilerek anlatılmıştır. Fıkıh kitaplarındaki tertip üzere tertip edilmiştir. Meselelerin fıkhi yönü anlatıldıktan sonra tasavvufi yönüne geçilmiştir. Bu şekilde tertiplenen ilk eser diyebiliriz. Eseri 15 Safer 857 H./25 Şubat 1453 M. tarihinde tamamlıyarak Fatih Sultan Mehmed Han’a ithaf ve takdim etmiş, padişahın birçok ihsan ve iltifatlarına nail olmuştur. İbrahim Tennuri Hz.lerinin bu eseri hazırlarken Aşık Paşa İle Mevlana Celaleddîn-i Rumî‘nin tesirinde kaldığı tahmin edilmektedir.
2- Gülşen-i Niyaz veya Divan-ı İbrahim Tennuri (Gülzar-ı Manevî baştan sona bir mesnevî tarzında yazılmış olduğu halde Gülşen-i Niyaz’da bu üslup terkedilerek Münacat, Mîraciyye, Na’t, Hikaye, Destan, Kaside, Gazel, Tercî-i bend ve Rubailer gibi nazım şekilleri olmak üzere dîvan edebiyatının hemen hemen bütün türlerinden örnekler verilmiştir. 2500 beyit civarında olan bu dîvan Ali Rıza Karabulut tarafından latin harflerine çevrilerek 1983 yılında Kayseri Müze Müdürlüğü tarafından bastırılmıştır.

Şeyh İbrahim Tennuri Hazretlerinin halifeleri
1- Muhammed Hamdullah İbn Şeyh Akşemseddin ( Ak Şemseddin hazretlerinin en küçük oğlu
2- Şeyh Muhyiddin Yavsi
3- Şeyh Kasım ( İbrahim Tennuri hazretlerinin oğludur . Babasının vefatından sonra halife olmuş ve Küdus’de vefat etmiştir.)
4- Şeyh Lutfullah ( İbrahim Tennuri hazrtelerinin oğludur. Ağabeyinden sonra postnişin olmuş ve 1508 yılında Kayseri’de vefat etmiştir. Kabri şerifi Babasının hemen yanındadır.)
5- Şeyh Ali Sultan ( İbrahim Tennuri hazretlerinin oğludur. Ağabeyinden sonra halife olmuş ve 1515 de Kayseri’de vefat etmiştir. Kabri şerifi babasının heme yanındadır.)


Şeyh İbrahim Tennûrî Türbesi

Altıgen plânlı ve tek katlı olup, üzeri içten kubbe, dıştan altıgen külahla örtülüdür. Kayseri’de örnekleri çok görülen klâsik Selçuklu kümbetleri benzeridir. Kümbetin alt kısmında 3, üst bölümünde 4 pencere bulunmaktadır. Kuzeye bakan kapısı bugün pencere haline getirilmiş olup etrafı kitabeyi de içine alacak şekilde çerçevelenmiştir. Kapı üzerinde bulunan kitabenin soluna sekizgen, sağına altıgen yıldız oyulmuş olup, bu oyuklar içine yerleştirildiği anlaşılan çini veya renkli taşlar dökülerek yerleri boş kalmıştır. Türbe genel olarak tezyinâtsız ve sade olup külah saçağı altında bir kaval silme dolaşmaktadır.

Selçuklu tipi türbelerden Osmanlı tipi türbelere geçişin ilk örneklerinden olan İbrahim Tennûrî Türbesi’nin etrafı önceleri mezarlık iken sonradan kaldırılarak, yeri cami ve türbeye bahçe olarak bırakılmıştır. Türbede üç sanduka bulunmaktadır. Bunlardan birincisi; Şeyh İbrahim Tennûrî Hz.lerinin, ikincisi; oğlu ve halifesi Şeyh Lütfûllah, üçüncüsünün de; yine onun oğlu ve halifesi Ali Sultanın olduğu söylenmekte ve Kuyûd-ı Umûmî mevcut Kayseri’deki yatırlar listesi de bunu doğrulamaktadır.

Türbenin iç duvarlarındaki tek satırlık bir yazı kuşağında Besmele’den sonra; “Elâ inne evliyaallahi lâ havfün aleyhim.. .Ahsenehû ülâikellezine hedâhümullah ve ülâike hüm ülü’lel-bâb.” âyetleri yazılıdır. Türbenin, İbrahim Tennûrî Hz.lerinin halifesi, İskilipli Şeyh Yavsî’nin Sultan Bâyezid’e tavsiyesi üzerine yaptırıldığı rivayet ediliyor. Çünkü Sultan Bâyezid Şeyh Yavsî’nin mürî-di olmuştur. Böyle olunca İbrahim Tennûrî Hz.leri Sultan Bâyezid’in hocası olmaktadır. İbrahim Tennûrî’nin vefatı H.887 olduğuna göre; türbe ölümünden iki yıl sonra yapılmıştır.

Kaynak
Seyyid Burhaneddin hz’leri ve Kayseri İlim tarihindeki Meşhur Mutasavvıflar ; Ali Rıza Karabulut ;Seyyid Burhaneddin Vakfı Yayınları, 1994
Kayseri’nin Manevi Mimarları ; Muhsin İlyas Subaşı ; Türkiye Diyanet Vakfı ; 1995
Gönül dünyamızı Aydınlatanlar ; Mehmet Demirci ; Vefa Yayınları

Şeyh Mustafa Efendi – Seyit Serçeoğlu Türbesi

Şeyh Mustafa Efendi Türbesi ; Kastamonu – Merkez’de Kırkçeşme caddesi üzerindeki Şeyh Ahmed Hicabi ye gelmeden sağ tarafta

Şeyh Mustafa Efendi ; Üsküdar’da medfun Şeyh Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin halifelerinden olup Kastamonu’ya irşad için gönderildiği vakıf kayıtlarından anlaşılmaktadır.  Babasının adı Resul ve Seyyiddir. Hicri 1000 ciavarında Türbenin kuzey bitişiğindeki camiiyi yaptırarak burasını Celveti tarikatı dergahı haline getirir.

Bir müddet sonra İstanbul’a giderek padişah IV. Mehmet ile görüşüp 1650 tarihli fermanla cami ve tekkeye El yakut Köyü ve civarında on kısım arazinin vakfedilmesini sağlar. Daha sonra bu vakfa bazı ilaveler yapılır.

Vakfa mütevelli olan Seyyid Şeyh Mustafa Efendi caminin civarına medrese kütüphane ve imaret gibi üniteler ekleyerek burada bir külliye vücuda getirir. Çok musluklu güzel bir şadırvanın etrafında kurulmuş olan külliyede her gün fukaraya çorba ikram edilir. Bu uygulamanın tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar devam ettiği buradan bizzat istifade etmiş olan yaşlılar tarafından ifade edilmektedir. İmarette ekmek pişirilen fırının da yakın zamanlara kadar mevcut olduğu bilinmektedir.

Şeyh Mustafa Efendi’nin 1650 yılından sonra vefat ettiği tahmin edilmekle beraber tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kendisinden sonra tekkede yine kendi neslinden olmak üzere 1795 yılına kadar Seyyid Şeyh Mehmet Efendi, aynı tarihli beratla Mehmet Emin Efendi, 1813 tarihli beratla Ahmet Halifenin oğulları Mehmet ve Mustafa Efendiler ve 1868 tarihli beratla da Numan Efendi’nin şeyh oldukları görülür. Ayrıca 1868 tarihli beratın tetkikinden, külliyede muhtelif unvanlarla 14-15 kişilik bir personelin görev yaptığı anlaşılmaktadır.
Bir çok keramet ve manevi tasarrufları ile bilinen Seyyid Şeyh Mustafa Efendinin türbesi halk tarafından hürmet ve saygı ile ziyaret edilmektedir. Şeyh Mustafa (Resülzade) Efendi ile ilgili anlatılan Menkıbeye göre yörenin bilinen evliyalarından olan Ahmet Hicabî Efendi çocukluğunda peygamber soyundan gelen Seyyid Şeyh Mustafa Efendi’nin türbesinin etrafında oynarken kimi zaman ortadan kaybolurmuş. Büyüdüğünde ona oyun oynarken ortadan neden kaybolduğu, nereye gittiği sorulduğunda Ahmed Hicabi, Şeyh Mustafa’nın türbesinin bulunduğu yerin türbe olduğunu bilmediğini, orada oynarken o evde (ev zannetmekteymiş) oturanların onu çağırıp sevip okşadıklarını, sohbet ettiklerini ve sonra dışarı gönderdiklerini söyler.

Bugün de alkolik olan kişiler bu alışkanlıklarından kurtulmak için türbeye gelip dua etmektedirler. Kimi zaman da alkolik olan kişilerin aileleri bu kişileri sarhoşken buraya getirmekte ve ayılıncaya kadar beklemektedirler. Böylece alkol bağımlılarının bu alışkanlığından kurtulacağına inanılmaktadır.

Kırkçeşme Mahallesi’nde Selçuk Sokak ile Kırkçeşme Caddesinin kesiştiği köşede yer alan ve dıştan dışa 10.91X9.25 m. boyutlarında olan türbe içerisinde 15 sanduka bulunmaktadır. Ahşap olan çatısı ve kargir duvarlarının büyük bir bölümü bakımsızlık sebebiyle zaman içersinde yıkılmış olduğundan kuzey bitişiğindeki Selçuk Camii ile beraber 1944 yılında harap olduğu gerekçesiyle şahsa satılır. Bu Kıymetli mekan zaman içerisinde harap olduğu vaziyette ayakta durmaya çalışırken 2005 yılında Vakıflar Kastamonu Bölge müdürlüğü tarafından restore dilmiştir.Allah onlardan razı olsun.

Hacı Bayram Veli

Hacı Bayram Veli Hazretlerinin Türbesi ; Ankara – Hacı bayram Veli camii yanındadır.

Bayramîlik yolunun kurucusu , büyük arif ve veli Hacı Bayram-ı Velî, 1352 yılında Ankara’nın Solfasol köyünde doğdu. Asıl adı Numan, babasının adı Koyunluca Ahmed’dir. ‘Bayram‘ ismini, Somuncu Baba’ya intisabı bir kurban bayramı gününe rastgeldiği için şeyhi kendisine vermiştir.

Hacı Bayram Veli, dinî ilimlerde tahsilini tamamladıktan sonra. Kara Medrese diye bilinen Melike Hatun Medresesi’nde müderris oldu. Burada talim ve tedrisle meşgulken, Kayseri’de tasavvuf yolunu neşreden Hamidüddin Aksarayî’nin (Somuncu Baba) davetine uyarak tasavvuf yoluna intisap etti ve müderrisliği bıraktı. Rivayete göre Somuncu Baba, müridi Şeyh Suca Karamanî’ye: “Ankara’da Kara Medrese’de Numan adlı bir kimse vardır. Var onu davet eyle, yanıma gelsin” diye gönderir. Şeyh Suca Ankara’ya varır. Hacı Bayram’ı medresesinde ders verirken bulur. Şeyhinin davetini iletir. Hacı Bayram bir teslimiyetle “Davete icabet lazımdır” diyerek medresesini bırakıp Kayseri’ve varır. Genellikle müridler mürşidlerini arar ve bulmak için büyük zahmetler çekerken. HacıBayram Veli’nin bir mazhariyeti de, mürşidinin onu bulup davet etmesidir.

Somuncu Baba’nın nezaretinde seyr ü sülükünü tamamlayan ve velayet basamaklarında ilerleyen Hacı Bayram, mürşidinden, o nereye giderse onun yanında beraber gelmek istediğini söylemiş, o da bunu kabul etmiştir. Bundan dolayı mürşidi Bursa’ya gittiğinde Hacı Bayram da yanında gitmiş, Bursa’dan ayrıldıktan sonra onunla beraber hacca gitti. Hac vazîfelerini yaptıktan sonra Aksaray’a geldiler. Orada hocasının 1412 (H. 815) senesinde; “Halîfem, vekîlim sensin.” emri üzerine, bu ağır vazîfeyi üzerine aldı. Aynı sene hocası vefât edince, defn işleriyle meşgûl olup, cenâze namazını kıldırdı. Aksaray’da vazîfesini bitirdikten sonra Ankara’ya döndü. Ankara’da dînin emir ve yasaklarını insanlara anlatmaya, onlara doğru yolu göstermeye, yetiştirmeye başladı. Her gün pekçok kimse huzûruna gelir, hasta kalplerine şifâ bularak giderlerdi. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya, akın akın gelmeye başladılar. Kısa zamanda ismi her tarafta duyuldu.

O dönemde Ankara ve genel olarak Osmanlı devleti siyasî, sosyal, ahlakî ve dinî bir kargaşalık yaşıyor; Timur istilası, Yıldırım Han’ın oğullarının taht kavgası, Şeyh Bedreddin olayı, sosyal çözülme ve bunun neticesi olarak sefahat ve ahlakî bozukluklar, devleti ciddi biçimde tehdit ediyordu. Böyle bir dönemde müderrisliği bırakıp tasavvuf yoluyla halkı irşada başlayan Hacı Bayram, Anadolu’nun ortasında bir sevgi ve kardeşlik mektebi kurdu, toplumun tekrar birleşmesinde büyük bir manevî rolü oldu. Halved ve Nakşbendî öğretilerini birleştiren yeni bir tasavvuf ekolü talim etmeye ve Anadolu’nun manevî ıslahını gerçekleştirmeye girişti. Onun tasavvuf ekolü, kendisinden sonra Bayramîlik diye anılacaktır.

Hacı Bayram-ı Veli’ye , Anadolu’nun her yanından ona mürid olmak üzere gelenler arasında Esrefoğlu Rumî, Akbıyık, Göynüklü Uzun Selahaddin, Yazıcızade Mehmed ve kardeşi Ahmed Bîcan, Germiyanlı Şeyhî, Molla Zeyrek, Akşemseddin, Dede Ömer Sikkinî de vardı. Halifeleri arasinda Akşemseddin’den başka Bayramî-Melamîliğin pîri olan Dede Ömer Sikkinî ile Celvetîliğin Bayramiyye’ye bağlanmasını sağlayan, Hz. Üftade’nin şeyhi Hızır Dede de vardır. Böylelikle Hacı Bayram, Osmanlı maneviyat tarihinde merkezî bir konumda bulunmuş oluyordu.

Hacı Bayram Velî, Ankara’da inşa ettiği zaviyesinde ömrünün sonuna kadar bir yandan her zümredenHacı Bayram Veli doğduğu ev müridlerini terbiye ile meşgul olurken, diğer taraftan da müridlerine örnek olmak için gerekli miktarda dünya işleriyle meşgul oluyor, beraber üretip beraber paylaşmanın en güzel örneklerini vererek küçük ölçekli bir fazilet toplumu modeli ortaya koyuyordu. Yaşlılığına rağmen, zaviyesindeki dervişleri île kendi aile fertleri için burçak ekiyor, hasat zamanı gelince imece usulüyle dervişleriyle birlikte hasatı topluyordu. Müridlerine kimseye yük olmayıp ellerinin emeğiyle geçinmelerini öğütlemiş ve kendisi de bütün hayatı boyunca bu hususta örnek olmuştur.

Hacı Bayram-ı Velî, bu şekilde hem talebelerini yetiştiriyor, hem de belli saatlerde câmide insanlara vâz ve nasîhat ediyordu. Herkes Hacı Bayram-ı Velî’nin vâazlarına koşuyor, bâzı kerâmetlerini görünce, ona daha çok bağlanıyorlardı. Bu şekilde Hacı Bayram’ın etrafında pekçok kimsenin toplandığını gören bâzı hasetçiler, Pâdişâh İkinci Murâd Hana; “Sultânım! Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. Aleyhinizde bâzı sözler söyleyip saltanatınıza kasdedermiş. Bir isyân çıkarmasından korkarız!” diyerek iftirâlarda bulundular. Bunun üzerine sultan, durumun tetkik edilmesi için iki kişi vazifelendirip; “O kimseyi hemen gidip huzûrumuza getirin. Emrimize baş kaldırıp isyân ederse, zincire vurarak getirin!” emrini verdi.

Vazifeli çavuşlar, ellerinde pâdişâhın fermânı olduğu hâlde, Edirne’den kalkıp süratle Ankara’ya gittiler. Şehre yaklaştıklarında önlerine, yaşlı, nûr yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı. Selâmlaştıktan sonra ihtiyâr zât; “Evlâtlarım! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?” diye sorunca, onlar da; “Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, etrâfına adamlar toplayıp, Pâdişâhımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp pâdişâhın huzuruna götüreceğiz.” dediler. Çavuşların bu sözünü bekleyen ihtiyâr zât; “O aradığınız Hacı Bayram bu fakîrdir.” diyerek, kendisini gösterdi. Çavuşlar bir fermâna baktılar, bir de Hacı Bayram-ı Velî’ye. Aradıkları isyâncı bu olamazdı. Bu nûr yüzlü, hoş sözlü zât, hiç isyân edecek birine benzemiyordu. Hacı Bayram-ı Velî’ye tekrar tekrar dikkatle baktıktan sonra, birbirlerine; “Gidelim, Sultanımıza gidelim. Bu zâtın mâsûm olduğunu, söylenilenlerin yanlış olduğunu bildirelim.” dediler.

Hacı Bayram; “Evlatlar! Sizin geleceğinizi biliyorduk. Onun için yola çıkıp sizi bekledik. Pâdişâhımızın fermânı başımız üzerindedir. Haydi durmayınız, elimi zincirle bğlayınız ve bir an önce buradan gidelim.” buyurdu. Bu sözlere iyice hayret eden çavuşlar; “Sizi yanlış anlatmışlar efendim. Size karşı edepsizlik etmeye hayâ ederiz. Hele zincire vurmak hiç aklımızdan geçmez. Mâdem ki emrediyorsunuz, buyurunuz gidelim.” dediler.

Hacı Bayram ile yanındaki genç talebesi Akşemseddîn, çavuşlarla birliket Edirne’ye doğru yola koyuldular. Hacı Bayram-ı Velî, yol boyunca çavuşlarla sohbetler etti, onlar nasîhatlerde bulundu. Günler sonra  Edirne’ye geldiler. Sarayda Sultan İkinci Murâd Han, söylentilere göre devletin selâmetine kasdeden ve tahtına göz diken bir eşkıyâ beklerken, karşısında; nûr yüzlü, kâmil bir velî gördü. Hayretini saklamayarak, onu baş köşeye oturttu. Utancından bu büyük velînin yüzüne bakamadan; “Yolculuğunuz zahmetli oldu herhalde.” dedi. Hacı Bayram-ı Velî ise tebessümle; “İyi bir vesîle oldu. Birçok yerde ve buralarda epeyce mâneviyât âşıkları gördük ve tanıştık.” diyerek, pâdişâhı rahatlattı. Sohbete başladılar. Sultan Murâd, şehzâdeliğinden beri ilme pek meraklıydı ve büyük bir âlim olarak yetişmişti. Hacı Bayram-ı Velî konuştukça, ilminin yüksekliğini daha iyi anladı. Tâ Ankara’dan buraya kadar getirttiğine çok üzüldü, tanışmakla şereflendiği için de çok sevindi. Tasavvuftaki bâzı müşkillerini Hacı Bayram-ı Velî’ye sordu. Aldığı cevaplardan ziyâdesiyle memnun oldu. Pekçok ihsânda bulunup, hediyeler verdi. Fakat Hacı Bayram-ı Velî; “Sultânım! Bizim dünyâ malında gözümüz yoktur. Siz onları, ihtiyâcı olanlara veriniz.” diyerek nâzikçe reddetti. Pâdişhâh ısrar edince de; “Mutlaka ihsânda bulunmak istiyorsanız, talebelerimizin, devlete vereceği vergilerden muaf tutulmasını arzu ederiz.” dedi. Pâdişâh da memnuniyetle kabûl etti. Hacı Bayram-ı Velî’yi günlerce sarayda misâfir etti, izzet ve ikrâmda bulundu.

Başbaşa sohbet ettiği günlerden birinde; konu İstanbul’un fethine gelmişti. Murâd Han Gâzi; “Allahü teâlânın izniyle, evliyânın himmet ve bereketleriyle İstanbul’u almak istiyorum. Rahmetli dedem Yıldırım Bâyezîd Han bu işe girişti. Fakat bir netice elde edemedi. Devlet-i âl-i Osman’ın toraklarının ortasında bir Bizans Devletinin olmasına hiç gönlüm râzı değil. Sevgili Peygamberimizin de fethini müjdelediği bu İstanbul bize lâzım. Bunu almak için de himmetinizi, yardımınızı bekliyorum.” dedi. Murâd Han bu sözleri söylerken, Hacı Bayram-ı Velî derin bir tefekküre dalmış, onu dinliyordu. Sultanın sözü bittikten bir süre sonra şöyle konuştu: “Sultânım! Bu şehrin alınışını görmek ne size, ne de bize nasîb olacak. İstanbul’u almak, şu beşikte yatan Muhammed’e (Fâtih Sultan Mehmed Han) ve onun hocası, bizim Köse Akşemseddîn’e nasîb olsa gerektir.” müjdesini verdi. Sonra geleceğin Fâtih’ini kucağına aldı. Onun gözlerine bakarak, uzun uzun teveccühlerde bulundu. Sultan Murâd Han, bu müjdeye çok sevindi. Oğlu şehzâde Muhammed’e ve Akşemseddîn’e artık başka bir nazar ile bakmaya başladı.

Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne’de bulunduğu müddet içinde, câmilerde vâaz verip, halka nasîhatlerde bulundu. Edirneliler de onu çok sevdiler. Onun hangi câmide nasîhat edeceğini öğrenip, oraya akın akın giderlerdi. Pâdişâh da onun Edirne’de kalmasını istiyordu. Fakat Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya talebelerinin başına dönüp, onları yetiştirmeye devâm etmek istediğini bildirdi.

Pâdişâha nasîhatlerde bulunduktan ve onunla vedâlaştıktan sonra yola koyuldu. Önce Gelibolu’ya geldi. Orada Yazıcızâde Ahmed Bîcân ve Muhammed Bîcân kardeşlerle görüştü. Bir müddet onları yetiştirmek için orada kaldı. Onların Bayramiyye yoluna girerek, tasavvufta ilerlemelerine sebeb oldu. Muhammed Efendi, yazdığı Muhammediyye’yi hocası Hacı Bayram-ı Velî’ye takdim ettiğinde; “Ey Muhammed! Bu kitabı yazacağına, kalbinin nûrlanması için çalışsan, nefsini terbiye etmek için uğraşıp onu yola getirseydin daha iyi olmaz mıydı?” buyurduğunda, Muhammed Bîcân bir “Âhh!” çekti ki, o anda kitabın açık olan sahifeleri “Âhh” ateşinden kararıp simsiyah oldu. Hacı Bayram-ı Velî, kısa zamanda bu iki kardeşe icâzet, diploma vererek, insanları hak yola dâvet ve bu yolda ilerletmekle görevlendirdi.

Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya Sultan Murâd Hanın verdiği fermânla geldi. Fermanda, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgûl olmaları için, onların vergi ve askerlikten muâf tutulduğu bildiriliyordu. Bunu duyan pekçok kişi, vergi ve askerlikten kurtulmak için Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söylemeye başladı. Bunlar o kadar çoğaldı ki, Ankara’nın mâlî ve askerî düzeni bozuldu. Sonunda Sultan, Hacı Bayram-ı Velî’den talebelerinin bir listesini istemek zorunda kaldı.

Hacı Bayram-ı Velî de, Ankara’nın Kanlıgöl mevkiinde bir çadır kurdu ve; “Bize intisâb edenler, talebe olanlar burada toplansın.” diye ilân etti. Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söyleyen herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hacı Bayram-ı Velî; “Dervişlerim, müridlerim! Bana intisâb eden talebelerimi bugün burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını bana feda eden, çadıra girsin.” buyurdu. Bütün talebeleri bir korku aldı. Bir uğultu yükseldi. Vergiden kaçmaki çin talebe görünenler; “Bu ne biçim mürşit; bu nasıl müritlik.” diye söylenip duruyorlardı. Hacı Bayram-ı Velî de, eline keskin bir bıçak ile çadırın kapısında beklemeye başladı. Bu sırada topluluktan, bir erkek ile bir kadın kalabalığı yararak doğruca çadırın içine girdiler. Arkalarından Hacı Bayram-ı Velî de girdi. Daha önceden çadıra koyduğu koyunu içeride hemen kesti. Kırmızı bir kan, çadırdan dışarı çıktı. Kanı gören herkes hemen kaçtı. Meydanda kimse kalmadı. Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram-ı Velî; “Anladık ki, bu kadar talebemiz varmış. Bunlardan başka herkes, vergi vermek ve asrelik yapmak sûretiyle, devlete olan borcunu ödemelidir.” buyurdu.

Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak için uğraştı. Talebelerine ve sohbete gelen herkese, Allahü teâlânın emirlerini bildirip, yasaklarından kaçınmanın şart olduğunu anlattı. Hayâtı, hep verâ ve takvâ üzere, haramlardan şiddetle kaçıp, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını terk etmekle geçti.

Onun vefâtından sonra “Bayramiyye yolu”nu, talebelerinden Akşemseddîn ve Bıçakçı Ömer Efendi devâm ettirdiler.

Türbelerin kapatılma kararı çıktıktan sonra, her yere olduğu gibi Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin türbesine de kilit vurulmuştu. Fakat sabahleyin türbenin önünden geçenler kilidi kırılmış, kapıyı da ardına kadar açık gördüler. Olayın birkaç defâ tekerrür etmesi üzerine ilgililerden biri; “Böyle şey olmaz, bu kapıyı elbette bir açan var.” demiş. Sonra bunun için iki polis vazifelendirmiş ve; “Sabaha kadar bekleyin, gözetleyin. Şu kapıyı kim açıyorsa, hemen yakalayın.” iye de emir vermişti.

Polisler aldıkları bu emir gereğince, hazret-i Şeyh’in türbesi önünde sabah ezânı okununcaya kadar beklemişler. Sabah vakti âniden kilidin çıkardığı “Çat” sesi ile irkilmişler. İşte o zaman açılan kapıdan Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tebessüm ederek kendilerine baktığını görmüşler. Türbeyi bekleyen polislerden biri şaşkınlıktan düşüp bayılırken, diğerinin dili tutulmuş. Bu olaydan sonra bir daha hiç kimse kapıda nöbet tutmaya cesâret edememiştir.

Kaynak
Ankara Erenleri I – II , Abdülkerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir Yayınları
Tarık Velioğlu , Osmanlı’nın Manevi Sultanları , Ufuk Yayınları
Türkiye Gazetesi , Orta Anadolu Evliyaları , cilt 1
Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012
İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun

Şeyh Mustafa Efendi (k.s.)

İzmir – Konak ‘da Şeyh camii yanındaki türbesinde

İzmir’de yetişen Celveti büyüklerinden. Tahsili ve ailesi ile ilgili fazla bir bilgi yoktur. Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinden hilafet almış ve İzmir’e gelmiştir. Izmir’de Tilkilik-Dönertaş’da Yazıcı Mahallesi 961 numaralı sokakta bulunan Şeyh Mustafa Camii onun tarafından yaptırılmıştır. İlk zamanlarda Tezveren Dede Camii dedenilen bu caminin yanında türbesi bulunmaktadır. Cami 1645 yılında külliye olarak yapılmış, medrese, tekke faaliyeti de görmüştür.

Cami 1939’larda askeriye namina depo olarak kullanılmış, nübet tutan askerler yatırın gece dolaştığını bunu ayak seslerinden ve boşalan ibriklerden anladıklarını söylemişlerdir. Bir ara türbeyi yıkmak isteyen kimsenin eli ayağı felç olmuştur. Çocuğu olmayan ve dileği bulunanlar sıkça ziyaret etmektedir.

Kaynak
Abdulhalim Durma , İzmir Evliyaları ,
http://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun