Bursa Mevlevihanesi Şeyhleri

  1. Cünuni Ahmed Dede  2. Zihnî Salih Dede: Ahmed Dede’den sonra postnişin olan ve bu görevi 43 sene müdetle sürdüren Zihnî Salih Dede, mürşidinin yeğenidir. Sakıb Dede’nin ifadesine bakılırsa Cünûnî, daha sağlığında görevi Salih Dede’ye devretmişti: “…nazarkerde ve veliahtları olan Salih Dede hazretlerini hidmet-i …

Emir Sultan Dergahı Postnişinleri

  Necmüddîn Kübrâ’ya (ö. 618/1221) nispet edilen Kübreviyye tarikatının Anadolu özellikle de Bursa’da bilinen ilk temsilcisi Buharalı Emîr Sultan’dır (ö. 833/1429). Dergâhını Bursa’da kuran Emîr Sultan, yetiştirip icâzet verdiği halîfelerini Osmanlı topraklarının birçok yerine göndermiş; sağlığında mürîdleri Balıkesir, Edincik, Gelibolu, Edremit ve Tuzla’nın yanı sıra …

Molla Arap

Molla Ayas

Bursa – Yıldırım’daki Molla Arap cami’nin hemen karşısındaki Molla Arap kur’an kursu bahçesinde.

Asıl adı Muhittin Mehmet olmasına rağmen, Mehmet Molla ve Arap Molla lakabıyla meşhur olmuştur. Kendisine Arap Vazi de denirdi. Arap diyarından geldiği düşünülerek kendisine bu lakap takılmıştır. Molla Arap hazretlerinin dede Hamza, Ailesi ile Türkistan’dan Antakya’ya göç etmiş ve muhtemelen Molla Arap 1460 yıllarda burada dünyaya gelmiştir.

Çocukluğunda Antakya’da , babası Ömer Efendi ile amcalarından ders alan Molla Arap, daha sonra Hasankeyf , Diyarbakır ve Tebriz’de tahsilini devam ettirdi. Tebriz dönüşünde Halep’de verdiği vaaz, ders ve fetvaları ile ünü her tarafa yayıldı. Ardında Kudüs ve Mekke’de bir müddet tahsil gördü, bu arada Hac görevini yerine getirdi. Daha sonra Kahire’ye geçerek devrin meşhur bilgini Celaleddin es- Suyuti’den ders aldı. Burada yazdığı en- Nihaye adlı eserini okuyan , vaaz ve sohbetlerine katılan Memlük Sultanı Kağıtbay’ın takdirini kazandı.Sultan’ın ölümüne kadar Mısır’da kaldı. Molla Arap, 1497 yılında Mısır’dan ve Bursa’ya yerleşti.

Etkili vaazları ile Bursalıların sevgi ve beğenisini kazandı. Ardından İstanbul’a giderek vaazlarına orada da devam etti. II. Beyazıd’ın takdirini aldı. Beyazıd, Mora seferine giderken Molla Arap’ı da beraberinde götürdü. Modon Kalesi’nin fethinde kaleye ilk giren gaziler arasında Molla Arap bulunuyordu.

İstanbul’a dönüşünde bir müddet vaazlarına devam eden Molla Arap, ailesi ile birlikte tekrar Halep’e gitti ve orada hadis ve tefsir dersleri okuttu. Vaazlarını sürdürdü. Şah İsmail aleyhtarlığı, onun Osmanlı ülkesine dönmesine sebep oldu. Yavuz Sultan selim2in Şark seferine ikna etti ve Yavuz Sultan Selim ile İran seferine katıldı. Daha sonra Rumeli’ye geçen Molla Arap Üsküp’te bir mescit, Saraybosna’da bir camii ve medrese yaptırdı, 10 yıl boyunca burada tefsir okuttu.

1526 yılında Kanuni Sultan Süleyman’la birlikte Macaristan seferine katıldı. Sefer dönüşünde Bursa’ya yerleşti 9 kubbeli olarak Molla Arap camii2nin inşasını başlattı fakat tamamlayamadan 18 ağustos 1531 de vefat etti. Caminin haziresine defnedildi. O hazireden günümüze yalnızca Molla Arap mezarı kaldı. Mahalle de ” Mollaarap Mahallesi” adını aldı. Molla Arap, seyahate meraklı biri idi. Herkese kendini sevdirir , vaktini ders ve nasihatle geçirirdi. Sevimli bir simaya, tatlı bir ifadeye sahipti. Tefsir, hadis gibi dini ilimler yanında kimya ilminde de engin bir bilgiye sahipti. Kimya ile ilgili kitabı da vardır. Geçimini ticaretle sağlardı. Bir çok öğrenci yetiştirdi ve hayır müesseseleri kurdu.

Hüsameddin Bursevi (k.s.)

Hüsameddin Bursevi 4

Bursa – Yıldırım’daki Hüsameddin Tekke camiinde.

Hüsameddin Bursevi, Hacı Halil efendi’nin oğludur. Doğum tarihi bilinmemektedir. Medrese ilmini tamaladıktan sonra Ahizade Abdülhalim Efendi’ye intisap ederek bazı medreselerde müderrislik yaptı. Daha sonra tasavvuf yoluna meyletti, Semerkandi şeyhlerinden balıkesirli Alaeddin Efendi’nin oğluMehmed Çelebi Efendi’den tasavvuf terbiyesini tamamlayıp icazetname aldı ve irşadla görevlendirildi. Uludağ eteklerinde Temenna ismi ile meşhur Temenyerinde bir zaviye bina ederek , uzun yıllar ilim erbabına hizmette bulundu. Zaviye’nin önünde olan mescidi camiye çevirdi. Sonra zamanlarda uzlete çekilip ibadet ve taatle meşgul iken 1632 senesinde vefat etti. Şimdi ki Hüsameddin Tekke camiinin arkasındaki türbe-i şerifinde defnedildi.

Türbede şeyhin büyük bir sandukası ve sağında üç ve ayak ucunda beş olmak üzere 9 sanduka vardır. Hepsi kitabesizdir. Şeyhin vefatında Sultan Ahmed zaviyeyi yeniden inşa ettirdi ve yanındaki mescidi değiştirerek camiye çevirdi. Oğlu Abdürrahim Efendi kendisinden sonra şeyh oldu. Diğer oğlu Mustafa efendi , müderris ve 1625 de Halep Mollası olmuş 1626 da yılı sonlarında vefat emiştir. Karısı Hacı Hüdaverdi kızı, Raziye Hatun’dur. Damadı Muhyiddin efendi yerine şeyh olup oda 1673 de vefat etmiş ve Hüsameddin Efendi’nin yanına defnedilmiştir. Caminin batı tarafında şeyhin sekizinci halifesi Ali Buhari gömülüdür. Hüsameddin efendi’nin şeyhi Alaeddinzade Mehmed Efendi tekkeye vakıflar yapmış yüz seneye yakın ömür sürmüş ve 1569 vefat ederek oraya gömülmüştür.

Bursevi hazretleri eski tabirle velud olan sufi yazarlardandır. Tasavvuf başta olmak üzere değişik dallarda eserler vermiştir. en büyük eeri Mühimmatü’l Mü’minin‘dir. Eserlerinde en dikkat çekici husus menakıb kitaplarının çokluğudur. Altı tane menakıb kitabı vardır . Bunlardan biri Semerkandi Piri Ali Semerkandi hazretlerine diğer Ebu İshak Kazeruni’ye diğerleri ise Abdal Murad, baba Sultan, Emir Sultan ve Üftade hazretleri ile ilgilidir. Eserlerinin hiç biri ne yazık ki basılmamıştır.

Hüsameddin Bursevi hazretlerinin Eserleri
1- Menakıb-ı Hazreti Üftade
2- Divan-ı İlahiyat
3- Şerh-i Hadis-i Erbain
4- Menakıb-ı Şeyh Ali Semerkandi
5- Mir’atü’l Kainat
6- Dürerü’l Ehadis
7- Müntehabatü Tervihü’l Ervah
8- Müntehabatü Nüzhati’t Tasavvuf
9- Menakıb-ı Baba Sultan
10-Adaletname
11-Fezailü’s Süluk
12-Miftahü’l Muallakat
13-Zübdetü’l Menakıb ve Güzidetü’l Metalib
14-Fezailül Cihad
15-Mühimmatü’l Mü’minin fi Umuri’d Dünya ve Din
16-Menakıb-ı Adbal Murad
17-Menakıb-ı Şeyh Ebu İshak
18-Esrarül Arifin ve Seyrüt talibin
19-Mecmua Fin Nevadir.
20-Menakıb-ı emir Sultan ve Hulefaihi
[/toggle]

Hüsameddin Bursevi hazretlerinin Silsilesi ;
Müridi Muhammed B. Hızır’a verdiği icazetnameden tarikat silsilesini tespit etmek mümkündür.
1- Hz. Peygamber (s.a.v.)
2- Hz. Ali (r.a.)
3- Hz. Hasan Basri (k.v.)
4- Hz. Habib Acemi (k.s.)
5- Hz. Davud Tai (k.s.)
6- Hz. Maruf Kerhi (k.s.)
7- Hz. Seri Sakati (k.s.)
8- Hz. Cüneyd Bağdadi (k.s.)
9- Hz. Ebu Ali Ruzbari (k.s.)
10-Hz. said b. Selam Mağribi (k.s.)
11-Hz. Ebu Kasım Gürgani (k.s.)
12-Hz. Ebu Bekr Nessac (k.s.)
13-Hz. Ahmed Gazali (k.s.)
14-Hz. Abdulkahir Suhreverdi (k.s.)
15-Hz. Ammar b. Yasir (k.s.)
16-Hz. Ahmed b. Ömer (k.s.)
17-Hz. Şerefüddin Müeyyed (k.s.)
18-Hz. Ahmed b. Mahmud (k.s.)
19-Hz. Seyyid Fahreddin (k.s.)
20-Hz. Seyyid Yahya (k.s.)
21-Hz. Seyyid Ali Semerkandi (k.s.)
22-Hz. Seyyid Zeynül Abidin (k.s.)
23-Hz. Seyyid Bedrüddin Efendi (k.s.)
24-Hz. İsa Çelebi Efendi (k.s.)
25-Hz. Hayrüddin Efendi (k.s.)
26-Hz. Alaüddin Efendi (k.s.)
27-Hz. Mehmed Çelebi Efendi (k.s.)
28-Hz. Hüsameddin Bursevi (k.s.)

Bursevi, Mühimmat adlı eserinde; kendsinin emir Sultan ile Ahmed Rifai’ye ulaşan iki ayrı silsilesini daha verir.

Emir Sultan’a Bağlanan Silsile
İvaz Efendi
Hasan Efendi
Ali Çelebi Dede
Lütfullah Dede
Emir Sultan
Ahmed Rifai’ye bağlanan Silsile
Ali Mısri – Seyyid Muhammed Çelebi – Seyyid Süleyman
Seyyid Süleyman – Seyyid Yahya – Seyyid Yusuf
Seyyid Ali – Ebu’s Sita – Seyyid Zeyneddin
Seyyid Osman – İbrahim Azeb – Abdurrahim – Ahmed Rıfai

Temenye Dergahı
Bursa Şer’iyye Sicilllerindeki belgelerden anlaşıldığına göre Temenye dergahı ; Sultan Ahmed (1603-1617) tarafından Hüsameddin Bursevi hazretleri adına yaptırılmış ve Bursa’da çeşitli mahallerden 49 neferin cizyeleri dergaha gelir olarak bağlanmıştır. 1623 ‘de dersaadet’e bizzat başvuran Hüsameddin Efendi , Anadolu cizyesinden yıllık toplam 7200 akçenin dergah için toplanması konusunda berat çıkartmıştır.
Hüsameddin Bursevi tarafından düzenlenen vakfiyeden anlaşıldığına göre dergah; tevhidhane , üst katta bir oda , bir kütüphane, bir sofa, bir mutfak, bir banyo, bazı odalar , alt katta bir fırın , bazı binalar, ahır ve bahçeden ibarettir. Kütüphaneye bazı kitaplar vakfedilmiş ve bunun için de ayrıca bir vakfiye düzenlenmiştir.
Temenyeri’ndeki Hüsameddin Bursevi dergahı günümüze kadar ulaşan nadir dergahlardandır. Kurucu Şeyhten sonra hizmet veren Postnişinler şunlardır ;
Muhyiddin Efendi (1673) ( Hüsameddin Bursevi hazretlerinin damadıdır ve 40 yıl dergahın şeyhliğini yapmıştır. şeyhinin yanına defnedilmiştir.)
Abdürrahim Efendi ( Şeyh Muhyiddin Efendi’nin oğludur ve dergahın haziresine defnedilmiştir.)
Muhammed Efendi
Ömer Efendi
Abdülkadir Efendi
Abdülaziz Efendi (1764)
Mustafa Efendi (1806)
İbrahim efendi (1817)
Mehmed İzzeddin Efendi (1841)
İzzeddin Efendi (1904)
Ahmed Bahaeddin Efendi (1914)

 

Kaynaklar

Tarihi Bursa Mezar taşları I – Bursa Hazireleri , Hasan Basri Öcalan , Bursa Kültür a.ş. , 2011
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Mehmed Şemseddin , Bursa dergahları ( Yadigar-ı Şemsi) , Uludağ Yayınları
Mustafa Kara , Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler , Bursa Kültür A. Ş. yayınları
Gazzizade Seyyid Abdüllatif Efendi , Hulasatül Vefeyat , Bursa Kültür a.ş. yayınları
Hasan Basri Öcalan , Bursa’da Tasavvuf Kültürü , Gaye Kitabevi , 2000

Eskici Mehmed Dede

Eskici Mehmed Dede 1

Bursa – Osmangazi’de 1. nazım sokak’da.

Anadolu velîlerinden. On altıncı yüzyılın sonunda ve on yedinci yüzyılın başında yaşamıştır.Eskici Mehmed dede kabir taşı Pamuklu bez ticâretiyle meşgûl olduğu için Eskici Mehmed Dede diye meşhûr oldu. Aslen Amasyalı olup, 1619 (H.1028) senesinde Bursa’da vefât etti. Kabri, Abdülmü’min Efendi Câmii bahçesindedir.

İlk tahsîlini memleketi olan Amasya’da gördükten sonra, Bursa’ya gelen Mehmed Efendi, ilk zamanlar pamuklu dokuma ticâretiyle meşgûl oldu. Kıdvetü’l-ârifîn Abdülmü’min Efendinin sohbetlerinde bulunmaya başladı. Ona talebe olup ondan ilim ve feyz aldı. Abdülmü’min Efendinin torunu ile evlendi. Onun yaptırdığı câminin civârında yerleşti. Velî zâtların sohbetlerinde bulundu ve tasavvuf yolunda ilerledi. Bir ara pamuklu dokuma ticâretini bırakıp, insanlardan uzaklaşarak uzlete kendi köşesine çekildi. İbâdet ve Allahü teâlânın ismini zikirle meşgûl oldu. Mânevî derecelere kavuştu. Daha sonra; “Çalışan, Allahü teâlânın sevgilisidir.” sözü gereğince, âilesinin nafakasını temin etmek için pamuklu dokuma ticâretine tekrar başladı. Bursa Bezzazcıları arasında önemli bir yeri olmasına rağmen hiçbir zaman dünyâ malına gönül vermedi. Kazandıklarını, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için ihtiyaç sâhiplerine sadaka verirdi.

Ömrünün sonlarına doğru pamuklu dokuma ticâretini tamâmen bırakıp, nefsinin istediklerini yapmamak, istemediklerini yapmak sûretiyleAllahü teâlânın rızâsını kazanmaya çalıştı.Hoş sohbeti ve güzel ahlâkıyla insanların gönüllerini almaya gayret etti. Birçok halleri ve kerâmetleri görüldü.

Zamânın Bursa kâdısı Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin kâdılığı ve dünyânın debdebesini bırakıp Üftâde hazretlerine talebe olmasına Eskici Mehmed Dede vesîle olmuştur.

Bursa kâdısı Aziz Mahmûd Hüdâyî bir gece rüyâsındaCehennem’i gördü. Cehennem’in şiddetli ateşinde tanıdığı bâzı kimseler de vardı. Bu korkunç rüyânın verdiği dehşet ve üzüntü içinde bulunduğu günlerde bir hanım bir dâvâ getirdi. Dâvâcı kadın, kocasından ayrılmak istediğini bildirdi. Kadının ayrılmak istediği kocası Muhammed Üftâde hazretlerini seven fakir bir kimseydi. Bu fakir kimse her sene hacca gitmek ister fakat gidecek parası olmadığı için de bir türlü arzûsuna kavuşamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı. Evdeki hanımı yüzü gülmeyen kocasının bu hâline oldukça üzülürdü.

Yine bir sene hac mevsiminde parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir, bir gün üzüntüsünden ne yapacağını şaşırdı ve hanımına; “Eğer bu sene de hacca gidemezsem seni üç talakla boşadım.” dedi. Günler geçti. Hac için hazırlananlar yola çıktı. Kurban bayramı yaklaştı. Fakir kimseyi bir düşünce aldı. Hem hacca gidememenin üzüntüsü, hem de hanımının üç talakla boş olacağı için çâresizlik içinde kıvranmaya başladı. Bir yerlerden borç para bulup, hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı ve çâresiz kaldığı bu günlerde büyük velî Muhammed Üftâde hazretlerine gidip durumunu arzetti. Üftâde hazretleri onu dinledikten sonra; “Bizim Eskici Mehmed Dede’ye git, selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur.” buyurdu.

Fakir sevinerek Üftâde hazretlerinin huzûrundan ayrılıp Mehmed Dede’nin dükkanına koştu. Mehmed Dede’ye, hocasının selâmını söyleyip, derdini anlattı. Mehmed Dede; “Ey Fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma!” dedi. Fakir gözlerini açtığında, kendini Mehmed Dede ile birlikte Mekke-i mükerremede buldu. Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, kerâmet olarak fakiri bir anda Hicâz’a götürdü. O gün arefe idi. Hacılar Arafat’a çıkmışlar, vakfeye duruyorlardı. Fakir de Eskici Mehmed Dede ile birlikte ihrâm giyip Arafat’a çıkarak vakfeye durdular. Ertesi günü Kâbe-i muazzamayı tavâf ettiler. Hac ibâdetini tamamlayıp, ziyâret edilecek yerleri ziyâret ettikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Onlar Eskici Mehmed Dede’yi ve fakiri görünce sevindiler. Fakir bâzı hediyeler alıp, bir kısmını da getirmeleri için emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Yine Eskici Mehmed Dedenin kerâmetiyle Mekke-i mükerremeden Bursa’ya geldiler. Fakir, getirdiği bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; “Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun.” dedi. Fakir, “Hanım ben hacca gittim geldim. İşte bu getirdiklerimi de Mekke’den aldım.” dediyse de kadın; “Bir de yalan söylüyorsun. Üç beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye verip, senden ayrılacağım.” dedi. Kâdı Aziz Mahmûd Hüdâyî’ye giderek durumu anlattı ve; “Nikâhımızın fesh edilmesini istiyorum. Çünkü nikahsız olarak yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu sebeple haram işlemek istemiyorum.” dedi.

Kâdı Aziz Mahmûd Hüdâyî, kadının kocasını çağırtarak ifâdesini dinledi. Fakir; hacca gittiğini, Kâbe-i muazzamayı tavâf edip, ziyâret yerlerini gezdiğini, Bursalı hacılarla görüştüğünü, hattâ getirmeleri için bâzı eşyâlarını onlara emânet bıraktığını söyledi. Bu sebeple talak yâni boşanmanın vâki olmadığını söyledi ve Eskici Mehmed Dede’yi şâhit gösterdi. Eskici Mehmed Dede birlikte hacca gidip geldiklerini söyledi ve; “Şeytan, Allahü teâlânın düşmanı olduğu halde bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabûl edilir de bir velînin bir anda Kâbe-i muazzamaya gitmesi niçin kabûl edilmez.” dedi. Kâdı Aziz Mahmûd Hüdâyî anlatılanları hayretle dinledikten sonra, mahkemeyi hacıların geleceği zamâna tehir etti. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar döndü. Mahkeme gününde şâhid olarak fakirin hac vazîfesini yaptığını hattâ verdiği emânetleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şâhitlerin verdiği ifâdeler üzerine dâvâcı hanımın nikâhı fesh etme isteğini reddetti. Böylece boşanma olmadı.

Bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamayan Aziz Mahmûd Hüdâyî, EskiciMehmed Dede’ye gitti ve; “Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için geldim.” dedi. Eskici Memed Dede ona; “Sizin nasîbiniz bizde değil. Şeyh Muhammed Üftâde hazretlerindedir. Onun huzûruna giderek mürâcaatınızı bildirin.”dedi. Kâdı Mahmûd Hüdâyî, Üftâde hazretlerine gidip ona talebe oldu. Üftâde hazretlerinin isteği üzerine sırmalı kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer sattı. Kâdılığı bırakıp, Muhammed Üftâde hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde olgunlaştı. Bursalıların kınamalarına rağmen bu yola devâm etti. Dünyânın debdebesini bırakıp gönül sultanlığına yükseldi. Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin bu yola kavuşmasına vesîle olan Eskici Mehmed Dede’dir.

Eskici Mehmed Dede’nin halleri ve kerâmetleri insanlar arasında dilden dile anlatılır oldu. Devletin merkezi olan İstanbul’daki vezirlerle öteki devlet adamları, askerler ve ulemâ onun yüksek hallerini ve menkıbelerini dinleyip, onu görmedikleri halde, sevenlerinden oldular. Duâsını almak için pek kıymetli hediyeler, ihsânlar ve kitaplar gönderdiler. Fakat o, dünyâya ve dünyâdakilere gönül vermediği için kendine gönderilen hediyeleri ihtiyaç sâhiplerine ihsân etti. İbâdet ve tâat ederek Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmaları için çalıştı. Günleri ve geceleri böyle geçerken, 1619 (H.1028) senesinde Bursa’da vefât etti. Abdülmü’min Efendi Câmii hazîresinde defnedildi. Vefâtına Hâşimî Efendi;

Gitdi Eskici Dede köhne cihândan virdi cân (1028) mısraını târih düşürmüştür. Kabri, Eskici Mehmed Efendi aşevinin hemen yanındadır. Sevenleri kabrini ziyâret edip, rûhuna Fâtiha okumaktadırlar.

Eskici Mehmed Efendi Haziresi ;
Hazire’de Eskici Mehmed Efendi ile üç kişiye ait kabir taşları vardır. ;

 Eskici Mehmed Efendinin Kabir Taşı
Hüve’l Baki
Hazret-i Üftade Müridlerinden                                 
Hüdayi Mahmud Efendi’yi irşad
eden Eskici merhum Mehmed Dede
ruhiyçün fatiha sene 988
1- Seyyid Mehmed Emin Efendi – Eskici Mehmed Efendi dede türbedarı
2- Seyyid Zeynelabidin Bey
3- Abdi Bin Recep

 

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

BİZE PİLAV GÖNDER

Tüccardan Akkaşzâde Seyyid Abdurrahmân Efendi anlatır: “Bir zaman ticâret için bir mikdâr pirinç satın alıp, Bursa’da Yeni Han’daki bir anbara koydum. Bir müddet sonra gidip kontrol ettim. Fakat ne göreyim pirincin tamamı böceklenmiş. Pirinci bu halde görür görmez çok üzüldüm. Handan üzgün bir halde çıkarken Eskici Mehmed Dede’yi kapı önünde oturur gördüm. Eskici Mehmed Dede bana yönelerek; “Emir Molla bizden tarafa bak. Bize pilav gönder.” dedi. Ben ona; “Çuval gönder ne kadar pirinç istersen göndereyim.” dedim. Biraz sonra gönderdiği çuvalı alıp pirinç koymak üzere anbara girdiğimde, gördüm ki, pirinçte böcekten eser kalmamıştı. Bu hâli görünce içim açıldı. Gam ve üzüntüm gitti. Çuvalı doldurup Eskici Mehmed Dede’ye gönderdim. Bu hâlin Eskici Mehmed Dede’nin kerâmeti olduğuna şâhid oldum.”

Geyikli Baba (k.s.)

Bursa’nın Gürsu İlçesi Babasultan Köyünde

Bursa’nın fethine katılan, Orhan Gâzî devri Osmanlı evliyâsından. İran’da Hoy şehrinde doğdu. Şeyh Ebü’l-Vefâ’nın yolundan feyz aldı.
Baba İlyâs Horasânî’den ilim öğrendi. Keşiş dağı ormanlarındaki dergâhında kalıp, geyiklerle haşır-neşir olduğu için Geyikli Baba adı verildi. Gideceği yerlere bir geyiğe binmiş olarak giderdi Sultan Orhan Gâzî zamanında kerâmetleriyle meşhûr oldu. Geyik sırtında Bursa’nın fethine katıldı. Bursa’yı kuşatan ordunun önünde, elinde altmış okkalık bir kılıçla küffâra karşı harb etti. Orhan Gazi zamanında Uludağ’ın doğu eteklerinde, İnegöl yakınlarında vefât edip, oraya defnedildi. Orhan Gazi tarafından kabri üzerine türbe yaptırıldı. Sonradan yine Orhan Gazi tarafından türbe yanına bir câmi ve dergâh ilâve edildi Sevenleri, çevresinde bir köy meydana getirdiler. Kurdukları bu köye Baba Sultan köyü adını verdiler. Geyikli Baba külliyesi, 1369 (m. 1950)’den sonra yeniden restore edilip, ta’mir edildi.

Geyikli Baba, Keşiş dağındaki dergâhında kendi hâlinde yaşar, gelenlere dinini öğretir, şehre inmezdi. Orhan Gazi, Bursa’yı fethettikten sonra, Bursa’nın fethinde yardıma gelen evliyânın gönlünü almak, onların bereketli duâlarına kavuşmak için bir imâret yaptırdı. Onları Bursa’ya da’vet etti. Orhan Bey’e yakınları Geyikli Baba’dan da bahsettiler. “İnegöl civarındaki, Keşiş dağında birçok derviş yerleşmiş, içlerinden bir derviş onlardan ayrılır, ormana gider, geyiklerle arkadaşlık eder. Sizin dostlarınızdan Turgut Alp, onun da dostudur. Sık sık onun ziyâretine gider, beraber sohbet ederler” dediler.

Orhan Gazi de haber gönderip, onun kim ve neci olduğunu öğrenmek istedi. Bursa’ya da’vet etti. “Eğer gelmezse, ben varıp elini öpeyim” dedi. Geyikli Baba’yı arayıp buldular. Sultânın sözünü arzettiler. “Baba ilyâs mürîdiyim, Seyyid Ebü’l-Vefâ Bağdâdî tarîkatındanım” diye cevap verdi. Bursa’ya da’vet ettiler, rızâ göstermedi. “Sakın Orhan da gelmesin. Dervişler gönül ehli olurlar, gözetirler.

Öyle bir vakitte varırlar ki, vardıkları zamanda ettikleri duânın kabûl olmasını arzu ederler” buyurdu. “Bari Orhan Gâzî’ye duâ et!” dediklerinde; “Biz onu hatırımızdan çıkarmıyoruz. Her zaman devletine duâ ile meşgûlüz. Onun İslâmiyete hizmeti sebebiyle, sevgi ve muhabbeti kalbimizde taht kurmuştur” diye haber gönderdi.

Aradan zaman geçti. Geyikli Baba, dergâhının yanından bir ağaç dalı keserek omuzuna alıp yola revân oldu. Doğru Bursa hisarına vardı. Pâdişâh sarayına girip, avlu kapısının iç tarafına, getirdiği dalı dikmeye başladı. Sultan Orhan Gâzî’ye haber verdiler. “Bir derviş gelmiş, saray avlusuna ağaç diker” dediler. Sultan çıkıp hâli gördü. Bu dervişin Geyikli Baba olduğunu bildi. Ağacı dikince doğrulup, Orhan Gâzî’ye: “Bu hatıramız burada kaldığı müddetçe, dervişlerin duâsı senin ve neslinin üzerinedir. Senin neslin ve devletin bu ağaç gibi kök salacak, dalları çok uzaklara ulaşacak. Evlâtların dîn-i İslama çok hizmet edecekler” deyip; “Kökü sâbit, dalları ise göktedir” meâlindeki, İbrâhim sûresi 24. âyet-i kerîmesini okudu. Az sonra da geldiği gibi gitti. Diktiği ağaç ulu bir çınar oldu. O ağacın bugün bile mevcût olduğu, Bursa’da Üftâde’ye giden Kavaklı caddedeki çınar ağacı olduğu söylenmektedir.

Bir zaman sonra Orhan Gazi, Geyikli Baba’ya iâde-i ziyârette bulundu. Ona; “İnegöl ve çevresi senin tasarrufunda olsun” dedi. “Mülk ve mal cenâb-ı Haktandır, ehline verir, biz O’nun ehli değiliz. Mal, mülk ve sebeplere meyletmek, emîr ve sultanlara gerektir. Bizim gibi fukara kısmına, Allah adamlarına “yakışmaz” diye cevap verdi. Pâdişâh ısrar edince, kendisine hibe edilen yerlere bedel olarak, dergâhının çevresinden az bir miktarını dervişlere odunluk olarak kabûl edip, Sultanın gönlünü aldı. Orhan Gâzî de kabûl etti, râzı olup, çok duâlar aldı.

Taşköprüzâde merhum, “Şakâyık-ı Nu’mâniyye”sinde, Osmanlının gülbahçesinde yetişen, Nu’mân’ın (İmâm-ı a’zamın) bülbüllerini anlatırken, Geyikli Baba’dan da bahs eder ve kabrini ziyâretle şereflendiğini söyler. “Kabrini ziyâret ettim. Kabrin yakınında bir mezar daha gördüm. Türbedârdan bu mezarın kime âit olduğunu sordum. Germiyanoğullarından saltanat sahibi bir kimse iken saltanatı terk edip, Geyikli Baba’nın hizmetine giren ulu bir kimsenin mezarı oluduğunu söyledi” demekte ve zamanında Geyikli Baba’ya gösterilen i’tibârı ifâde etmektedir.

1) Âşık Paşazâde târihi (İstanbul: 1332) sh. 1962)
2) Şakâyık tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 31
3) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3943
4) Nefehât-ül-üns sh. 690

Fotoğraflarını bizimle paylaşan www.seyyahcelebi.com.tr sayfasından Allah razı olsun.

Davud Kayseri (k.s.)

Bursa – İznik de Eşrefoğlu Rumi camii yakınındaki Ahiveyn sultan sokağında.

Vahdet-i Vücud tasavvuf geleneğinin en önemli düşünürlerindendir. (Kayseri.1261? – İznik, 11 Mart 1350). Kay­nak eserlerde Davud el-Kayseri‘nin haya­tıyla ilgili çok az bilgi vardır. Davud el­ Kayserı’nin tam ismi Davud bin Mahmud bin Muhammed’dir. Kaynaklarda “el­ Kayseri” künyesine ilaveten bazen “er-Rumı’, “es-Savi’ “el-Karamani’ ve “el-Ha­nefi'” künyeleriyle de anılmıştır. Lakabı, “Şerefuddin ve’l-millet“dir (dinin vemille­ tin şerefi). Bazı kaynaklar onun Kara­man’da doğduğunu söylüyorlarsa da bu doğru değildir; “el-Karamani’ künyesiyle anılması, onun gençlik yıllarında Kayse­ri’nin bir ara Karamanoğlu Beyliği sınırla­rına dahil edilmesinden olabilir. Ceddi­nin, belki Muhammed adlı dedesi, meşhur Sava Şehri’nden göç ederek Kayseri’ye yerleşmiştir. Bunun için bazen “es-Savi’ künyesiyle anıldı.

İlk eğitimini Kayseri’de aldı; o zamanlar Kayseri’de hocalık yap­mış olan ve 1273 yılında Konya’ya kadı olarak atanan Kadı Siraceddin el-Urmevi (öl. 1283) bazı kaynaklarda el-Kayseri’nin hocası gösterilmiştir. Yüksek ilim tahsili için Davud el-Kayseri‘nin Mısır’a gittiği ve orada üç-dört yıl kalarak iyi bir tahsil gör­düğü belirtilmektedir. Fakat hangi medre­sede ve kimlerden ders aldığı bilinmediği gibi, gidiş ve dönüş tarihleri hakkında da hiçbir bilgi yoktur. Büyük ihtimalle el-Ez­her’de öğrencilik yaptı. Anadolu’ya dön­dükten sonra, bazı kaynaklar Davud el­ Kayseri’nin Konya ve Bursa’ya gittiğini daha sonra da İran’a seyahat ettiğini be­lirtmektedir. Nitekim o, bu seyahati esna­ sında ünlü mutasavvıf Abdurrezzak el-Keşani (öl. 1329) ile görüşmüştür. Davud el­ Kayseri, ondan kendisini tasavvufa yön­lendiren hocası olarak bahsetmektedir. Bazı kaynaklar Sadreddin Konevi’yi (öl. 1274), el-Kayserinin tasavvuftaki hocası olarak gösterse de bu doğru değildir.

Davud el-Kayseri’nin ilmi şan ve şöhreti etrafa yayılınca, Orhan Gazi kendisini iz­nik’e davet ederek bazı rivayetlere göre kendisine önce kadılık teklif etti; ancak el-Kayseri bunu kabul etmeyince onu Osmanlıların ilk medresesi olan İznik Medresesine 1336 yılında günlük otuz akçeyle yönetici ve müderris olarak tayin etti. Osmanlıların ilk müderrisi olma sıfa­tıyla el-Kayseri vefatına kadar yaklaşık on beş sene medresede görev yaptı.

Kaynakların çoğunluğu, Davud el-Kay­seri’nin 11 Mart 1350 tarihinde İznik’te vefat ettiğini kaydetmektedir.

Davud el-Kayseri, elimizdeki eserlerinden de anlaşıldığı gibi, dini ve felsefi ilimler alanında XIV. yüzyılda yetişen en önemli alimlerden birisidir. Osmanlı’nın ilim ge­leneğini oluşturmuştur. Mensup olduğu vahdet-i Vücud düşüncesinin Osmanlı kültüründe tanınmasına ve yayılmasına büyük katkıda bulundu. İbn Arabi’nin Fu­süsu’l-Hikem adlı eserine yazdığı şerhi, söz konusu eser üzerine yazılan bütün şerhler arasında en çok rağbet göreni ol­du. Vahdet-i Vucüd anlayışını, sahip oldu­ğu mantık, matematik ve felsefi bilgisiyle sistematik bir şekilde en iyi yorumlayan ve kendi şahsi fikirleriyle zenginleştiren bir düşünürdür. Bu nedenle, özellikle el-Kay­seri’nin şerhi İslam dünyasının her tara­fında günümüze kadar en çok okunan eserdir; bu eser, İbn Arabiyi anlamanın anahtarı olarak kabul edilmiştir.

Davud el-Kayseri, sadece bir yorumcu değil; aynı zamanda tasavvufta ve felsefe­ de kendine has özgün fikirleri olan bir düşünürdü. Arapçayı ve Farsçayı çok iyi bilmekteydi. P. Nwyia’nın ifadesiyle ya­bancı olmasına rağmen Arapçayı en iyi kullanabilen bir yazardı.

Davud el-Kayseri‘nin Türk olduğu konu­sunda şüphe yoktur. Her ne kadar H.Cor­bin bir yazısında Davud el-Kayseri’nin İranlı olduğunu söylemişse de, daha son­ra yazdığı bir başka yazısında bunu dü­zeltmiştir. Davud el-Kayseri kelami mez­hep konusunda Maturidi ve fıkhi mezhep konusunda Hanefidir; böyle olduğu için “el-Hanefi’ künyesiyle anılmıştır.

Davud el-Kayseri‘nin varlık düşüncesi, vahdet-i Vücud düşüncesidir. Genelde Meşşailerin varlık anlayışını eleştirmiştir. İbn Sina’nın varlığı zorunlu mümkün ve mümteni olarak üç sınıfa ayırmasını ger­çekçi bulmayarak, bu ayrımın sadece iti­bari, yani zihinsel olduğunu söylemiştir. Davud el-Kayseri’nin varlık bilime kazan­dırdığı en önemli kavram “el-Hikmetü’l­ Mütealiyye (Aşkın hikmet)”dir. Bu kav­ramı daha sonra Fethullah Şirvani ve Molla Sadra da kullandı. Davud el-Kay­seri’nin zaman konusunda Eflatuncu ve Aristocu anlayışı reddederek zamanı, varlığın müddeti (müddetü’l-vücud) olarak Türk-İslam düşüncesine kazandır­dığı ikinci önemli kavramdır.

Davud el­ Kayseri‘nin bilimsel katkıları bunlarla da sınırlı değildir. Tabiat felsefesi alanındaki diğer önemli katkısı, “beyaz atom” (ez­ zerretü’l-beyza) kavramıyla, maddenin aslının enerji olduğu şeklindeki görüşü­dür. Fizik dünyadaki değişim, bir enerji değişimidir. Böylece el-Kayseri, Os­wald’ın fikirleriyle oluşan meşhur enerji­tizm akımının bir öncüsü gibidir.

Davud el-Kayseri, başta kendinden sonra­ki Türk düşünürleri olmak üzere İranlı ve Arap düşünürlere etki etti. Davud el-Kay­seri‘den etkilenen Türk düşünürleri ara­ sında, Şeyh Bedreddin, Molla Penan, Bali Efendi ve İsmail Hakkı Bursevi gibi kimse­ler vardır. Davud el-Kayseri’den en çok et­kilenen İranlı düşünürler arasında Haydar Amoli, Lahici (öl.1506), Molla Sadra Şıra­zi (öl. 1640), Sebzevan (1797-1872) ve hat­ta İmam Humeyni (1902-1989) gibi isim­leri sayabiliriz. Davud el-Kayseri etkisi ta­şıyan Arap düşünürleri arasında ise, Ab­dülgani Nablusi (öl. 1731) ve Emir Abdülkadir (1806-1883) gibi kimseler vardır.

Kaynakların ve kütüphane kataloglarının Davud el-Kayseri’ye atfettikleri eserlerin toplamı hayli fazladır. Bunun nedeni baş­kalarına ait bazı eserlerin yanlışlıkla ona atfedilmesi ve kendisine ait eserlerin bazı bölümlerini ayn risaleler halinde istinsah edilerek eserlere farklı isimler verilmesi veya bazı eserlerinin farklı isimlerle çoğaltılmasıdır.

Davud el-Kayseri’nin elimizdeki bütün eserleri Arapçadır. Eserlerinin bir kısmı şerh mahiyetinde olup bir kısmı da öz­gün telif eserlerdir. Eserleri kronolojileri­ ne göre sıralandığında:
Keşful-Hicab an Kelami Rabbi’l-Erbab: Allah’ın kelam sıfatı ve bu konuyla ilgili bazı meselelere dair bir risaledir. Bilinen sahih eserleri arasında Davud el-Kayse­ri‘nin kaleme aldığı ilk eser olarak görül­mektedir. Yazılış tarihi 1331 yılı veya daha önceki bir tarih olabilir.

Matla’u Hasusi’l-Kelam fi’ Ma’ani Fususi’l-Hikem: İbn Arabı’nin meşhur eseri Fusus üzerine bir şerhtir. Eser iki ana kı­sımdan oluşmaktadır. Birinci kısım ‘Gi­riş’tir ve “el-Mukaddim” adıyla meşhur­dur. Giriş’te Davud el-Kayseri vahdet-i Vücud anlayışını kendi özgün fikirleriyle sistematik bir biçimde anlatmaktadır. Gi­riş on iki bölümden oluşmaktadır. İkinci ana kısım Fusus metninin şerhidir. Da­vud el-Kayseri‘nin bu şerhi, en geç 1331 yılında yazıp bitirdiği anlaşılmaktadır.

Tahkiku Ma’i’l-Hayat ve Keşfi Esrari’z­ Zulumat: Eserin konusu, ilmin hayat su­yu olduğu ve hakiki ilimden içebilenlerin ölümsüz olduğudur. Bu bağlamda Hızır meselesi ele alınmaktadır. Eserin telif ta­rihi sefer ayının ortasındaki bir cuma gü­nü H 732 (M 1332)’dir.

Şerhu’l-Kasideti’l-Ta’iyye: Davud el-Kay­seri’nin meşhur sufi şair İbnü’l-Fariz’ın Kaside’t-Ta’iyye olarak bilinen Nazmu’s­ Sulük adlı eseri üzerine yazdığı bir şerh­tir. Eser iki ana kısımdan oluşur. Birinci kısım, Giriş’tir; bu kısımda Davud el­ Kayseri tasavvuf ilmine dair kendi özgün fikirlerini ortaya koymuştur. İkinci kısım Taiyye’nin şerhidir. Eserin yazıldığı tari­hi tam olarak bilemiyoruz; ancak Fusus şerhinden sonra yazıldığı bilinmektedir.

Şerhu’l-Kasideti’t-Mimiyye: İbnü’l-Fa­rız’ın “Hamriyye” veya “Nazmu’d-Durr” olarak da bilinen Mimiyye Kasidesi’nin şerhidir. Bu şerh de iki kısımdan oluş­maktadır. Giriş kısımda ilahı sevgi konu­ su ele alınmıştır; Davud el-Kayseri bu ko­nuyu kendi görüşleriyle anlatmaktadır. İkinci kısım ise, Mimiyye’nin şerhidir. Bu eserin de yazıldığı tarih tam olarak bilin­miyor; ancak bu da Fusus şerhinden son­ra yazılmıştır.

Şerhu Besmele bi’s-Sureti’n-Neviyyeti’l­ İnsaniyyeti’I-Kamile: Abdurrezzak el-Ke­şani’nin Te’vilatu’l Kur’ani’l-Kerim adlı eserinin giriş kısmında yapmış olduğu Besmele te’vili üzerine bir şerhtir. Yazıl­dığı tarih hakkında hiçbir bilgi yoktur.

Nihayetü’l-Beyan fi Dirayeti’z-Zaman: Zaman’ın mahiyetiyle ilgili olan bu eser, Davud el-Kaysennin en değerli eseıidir. Yazıldığı tarih konusunda bilgi yoktur.

Esasü’l-Vahdaniyye ve Mebneu’l-Ferda­niyye: Birlik ve çokluk konusuyla ilgili olan bu eserinin de yazıldığı tarih belli değildir. Ancak Fusüs şerhinden sonra yazıldığı söylenebilir.

Bunlardan başka Davud el-Kayseri’ye at­fedilen yedi eser daha vardır; ancak bun­lara bugüne kadar rastlanmadığı için, kendisine ait olup olmadıklan konusun­ da kesin kanaate ulaşılamamıştır.

Kaynak : Kayseri Ansiklopedisi

Eşrefoğlu Rumi (k.s.)

 

Bursa – İznik’de Eşrefoğlu Rumi camiinde

Anadolu’da yaşayan büyük velilerden , şair. İsmi Abdullah olup , babasınınki Eşref’tir. Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası , Mısır’dan İznik’e göç etti. Eşrefoğu Rumi İznik’te doğdu. Doğum tarihi belli değildir. 1484 (H.889) ‘da İznik’te vefat etti. Türbesi İznik’tedir. Eşrefzade-i Rumi diye de bilinir. Babasının terbiyesi altında büyüyen Eşrefoğlu Rumi , önce İznik’te bulunan medreselerde çeşitli alimlerden ders aldı. Zamanın zahiri ilimlerinde üstün başarılar elde etti. Sonra Bursa’ya giderek Padişah Çelebi Mehmed’in medresesine girdi. Burada tefsir , hadis ve fıkıh ilimleri üzerinde söz sahibi olan alimler derecesine yükseldi. Buradan mezun olunca , Bursa’da müderrislik yapan hocası büyük alim Alaeddin Ali hazretlerinin yardımcısı oldu. Çelebi Mehmed Han medresesinde bir müddet ders veren Eşrefoğlu Rumi bir sabah vakti medrese civarında dolaşırken , zamanın velilerinden olan Ebdal Mehmed’e rastladı. Kalbinden ; “ Tasavvuf yolundan bana nasib var ise alametler görünsün. ” diye geçirerek ona yaklaştı. Ebdal Mehmed kendisine bakarak ; “ Ey medreseli ! Bize köfteli çorba getir.” Dedi. Bu söz üzerine çarşıya gidip , köfteli çorba aradı. Fakat bulamadı ve eli boş dönmemek için köftesiz çorba aldı. Ebdal Mehmed’e gelirken yolda birkaç parça ekmek alarak yuvarlak köfte haline getirip , çorbanın içine attı. Ebdal Mehmed çorbayı karıştırıp köfte bulamayınca Eşrefzade’ye ; “ Hani bunun köftesi ? ” diye sordu. Daha sonra çorbayı iyice karıştırdı ve Eşrefoğlu’na uzatarak ; “ Ye bunu! ” dedi. Eşrefoğlu büyük bir teslimiyet ile tereddüd etmeden çorbayı yedi. Çorbanın içine atılan ekmek parçaları köfteye dönmüştü. Bunun üzerine o zat ; “ Ya sen olmayıp da kim olsa gerek. ” şeklinde bir söz söyleyip oradan uzaklaştı. Eşrefoğlu bu sözlerden bir mana çıkaramamasına rağmen , tasavvuf yoluna girmesi hususunda bir işaret olduğuna inandı.

Nefsini terbiye etmek , kalp aynasını cilalamak için kendi kendine uğraşmaya başladı. Bu yolda bir hoca bulmanın şart olduğunu düşünerek , kitaplarını dağıttı ve Bursa’da bulunan Emir Sultan’ın huzuruna gitti. Talebesi olup , hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirdi. Emir Sultan , Abdullah’ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını görünce , onu evliyanın büyüğü Ankara’daki Hacı Bayram-ı Veli’ye gönderdi. Sonra Ankara’ya gidip , yeni hocasına teslim oldu.

Hacı Bayram-ı Veli hazretleri , Abdullah’daki kabiliyeti keşfederek ona nefsini terbiye edecek vazifeler verdi. Yaşı kırkın üzerinde ve büyük bir alim olduğu halde , hocasının emirlerine “ Başüstüne ” diyerek sarıldı. Kendisine verilen hela temizleme vazifesini , bütün gayretiyle yapmaya başladı. Nefsinin isteklerini terk edip , istemediklerini yapmak için büyük çaba sarfetti. Bu şekilde riyazet ve mücahedeye devam etti. Hocası Hacı Bayram-ı Veli’ye on bir sene hizmet etmekle şereflendi. Bu kadar zaman zarfında hocasının ; “ Üstadın huzurunda lüzumsuz konuşmak edebe aykırıdır.” Sözü üzerine , yanında bir kelime bile konuşmadı. Sadece sorulan suallere kısa ve öz olarak cevap verir , edebe , ziyade dikkat ederdi. Eşrefoğlu Abdullah , on bir sene içinde pek çok imtihandan geçti. Yaptığı güç işlerden hiç şikayette bulunmadı. Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti ve hürmeti üzerine , Hacı Bayram-ı Veli kızı Hayrünnisa’yı ona nikah ederek zevceliğe verdi. Bir müddet daha hizmete devam eden Eşrefoğlu Abdullah , hocasından izin alarak Allahü tealanın emir ve yasaklarını bildirmek üzere İznik’e gitti. Orada kendi iç alemiyle baş başa kaldı. Hocasından ayrılığı onu yaktı , hasretine fazla dayanamadı ve tekrar Ankara’ya döndü. Hacı Bayram-ı Veli , damadını , tasavvuf yolunda derecelerinin ilerlemesi için tekrar İznik’e gönderdi. Orada kırk gün nefsini terbiye etmesi için halvete girmesini , sonra Ankara’ya gelmesini emretti.

İznik’e gidip geldikten sonra , hocasının ; “ Hama şehrinde Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyin Hamevi’nin huzuruna gidip , Kadiri yolunu öğreniniz.” buyurdu. Bu emri yerine getirmek üzere hazırlığa başladı. Hanımını ve biricik kızı Züleyha’yı bir merkebe bindirerek , Hacı Bayram-ı Veli ile vedalaştı. Günlerce zahmetli ve yorucu yolculuktan sonra , Hama’ya yeni hocasının huzuruna vardı.

O gün hacdan dönen Hüseyin Hamevi , ilahi bir ilham ile Eşrefzade’nin gelmekte olduğunu anlayarak , talebelerine ; “ Bugün Anadolu’dan bir er geliyor. Gidip karşılayınız.” buyurdu. Karşılamaya çıkan talebeler , zahmetli ve zorlu yolculuktan dolayı elbiseleri eskimiş olduğu için Eşrefoğlu Rumi yanlarından geçtiği halde , hocalarının söylediği zatın o olduğunu anlayamadılar. Dergahın kapısına varan Eşrefzade Rumi , Hüseyin Hamevi tarafından itibarla içeri alındı. Hanımı ve çocuğu ise Hüseyin Hamevi’nin hanımı tarafından kendilerine ayrılan odaya götürüldü. Hüseyin Hamevi bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üzere kırk gün halvet için bir hücreye koydu. Eşrefoğlu Abdullah , sıkı ve riyazet ve mücahedeye tabi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevi , Abdullah’a ziyade teveccühlerde bulundu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek götürdü. Eşrefoğlu’nu hareketsiz görünce , öldü zannedip , telaşlandı ve durumu hocasına bildirdi. Fakat kırk gün dolmadığı için Hüseyin Hamevi bu duruma aldırış etmedi. Abdullah , kırkıncı gün hücreden çıkartıldığında , büyük bir vecd hali içinde kendinden geçmiş , gözleri kapalı ve hareketsiz bir halde görüldü. Kendisini melekle alemini seyretmenin lezzetinden ayırdıklarında ; “ Sultanım bize kıydınız.” diyerek gözlerini açtı. Bu kırk günlük imtihanı başarıyla veren Abdullah , tasavvufta pek yüce mertebelere çıkmış olarak icazetname aldı. Hüseyin Hamevi’nin halifesi olarak Anadolu’da Kadiri yolunu yaymak üzere vazifelendirildi.

“ Halk senin zahirine de bakar. Onun için kıyafetini biraz düzeltmen lazımdır. Şu hırkayı ve pabuçları al , giy. ” buyurunca , Eşrefoğlu hırkayı giydi , pabuçları da başına geçirerek ; “ Hocamın verdiği pabuç ayağıma değil , başıma olsa gerektir. ” dedi. Hocasının emri üzere yola çıkmak üzere hazırlık yaptığı sırada , Hüseyin Hamevi’nin eski talebeleri aralarında ; “ Biz bu kadar zamandan beri hocamızın hizmetindeyiz. Bize himmet verilmedi. Bu Rumi denilen ve Anadolu’dan gelen kimseye kırk günde hem himmet , hem de icazet verildi. Bu nasıl iştir ? ” diye konuşuyorlardı. Hüseyin Hamevi , Allahü tealanın izniyle bu duruma vakıf oldu. Talebelerini toplayıp bir konuşma sırasında ; “ Ya Rumi ! Bu kadar misafirimiz oldun. Sana bir ziyafet veremedik. Bir ziyafette bulunalım. İnşaallah ondan sonra gidersin. ” dedi. Yemeler hazırlanıp talebeleri ile yeşillik bir yere gittiler. Hüseyin Hamevi , suyu bulunmayan bir yerde oturulmasını emretti. Talebeleri ; “ Sultanım , burada su yoktur, namaz zamanı abdest almak icab ettiğinde sıkıntı çekeriz. ” demelerine rağmen Hüseyin Hamevi oturulmasını istedi. Talebeler hocalarının emri üzerine oturdular. Namaz vakti girince abdest almak icab etti. Hüseyin Hamevi , Eşrefoğlu hariç bütün talebelerine su aramalarını söyledi. Talebelerin ; “ Sultanım burada su yoktur. ” demelerine rağmen ; “ Hele siz bir arayın belki vardır. ” buyurdu. Talebeler aramalarına rağmen bulamadılar. Bunun üzerine Hüseyin Hamevi ; “ Rumi ! Gerçi sen misafirsin. Misafire hizmet ettirmek doğru değildir. Bir de sen ara. Belki su bulursun. ” deyince , Eşrefoğlu ; “ Emriniz başım üstüne. ” diyerek hemen aramaya başladı. Bir ağacın yanına gidip , teyemmüm etti ve secdeye varıp Allahü tealaya şöyle yalvardı : “ Ya Rabbi ! Hocam su istiyor. Lütfet , su ihsan eyle. ” Daha sonra başını secdeden kaldırdı. Secde ettiği yerden bir pınarın kaynadığını gördü. Hemen tası doldurup hocasına götürdü. Hüseyin Hamevi talebelerine dönerek ; “ Su olmadığını iddia ediyordunuz. Bakın Rumi nasıl bulmuş ! ” dedi. Talebeler hemen suyun bulunduğu yere gittiler. Suyun daha yeni çıkıp akmaya başladığını görünce , hocalarının Eşrefoğlu’na himmet etmesinin sebebini anladılar.
Hüseyin Hamevi , Abdullah’ı Anadolu’ya uğurladıktan bir müddet sonra , arkasından baktı ve ; “Abdullah-ı Rumi koca bir deniz imiş. Bizde bulunan her şeyi çekip sinesine aldı.” buyurdu. Çocukları ile birlikte Ankara’ya giden Abdullah-ı Rumi , kayınpederi Hacı Bayram-ı Veli’nin yanında bir müddet daha kaldıktan sonra İznik’e gitti.

İznik’te önceleri münzevi , yalnız bir hayat yaşayan Eşrefoğlu , şan ve şöhretten hiç hoşlanmazdı. Kimsenin dikkatini çekmeden fakirane bir hayat yaşadı ve insanlardan uzak kalmaya çalıştı. İznik’e Hama’dan bir zatın gelmesi durum değişti. O zat herkese Eşrefoğlu’nun menkıbelerini anlatmaya başlayınca , İznik halkı kendisine hürmet ve itibar göstermeye başladı. Bundan rahatsız olan Eşrefoğlu Rumi dağlara çekildi , tekrar uzlet hayatına başladı. Dağlarda dolaşırken bir köylü onu gördü ve suçlu sanarak yakaladı. Gayesi onu teslim alıp mükafat almaktı. Fakat onun şöhretini duyan köylünün annesi , kendisini tanıyınca mesele anlaşıldı , köylü ve annesi de Eşrefoğlu’na talebe oldu. Bunun üzerine İznik’e dönen Eşrefoğlu asıl vazifesi olan insanlara doğru yolu anlatmaya başladı. İlk talebesi olan ve kendisini yakalayan köylü onun için Pınarbaşı denilen yerde bir dergah yaptırdı. Eşrefoğlu Rumi , burada talebelerine ders vermeye , Kadiri yolunu yaymak için çalışmalara başladı. Talebelerinin nefsini terbiye etmek için , riyazet ve mücahedeler yaptırmaya , gurur , kibir , ucb gibi kalp hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi.

Bir gece Eşrefoğlu Rumi , dergahında ibadet ediyordu. Bu sırada bir ışık peyda oldu. O ışıktan şöyle bir hitap duyuldu : “ Ey kul ! Dile benden ne dilersen. Bütün haram olan şeyleri sana helal kıldım.” Eşrefoğlu bir anda Allahü tealanın izni ile sesin sahibi olan şeytanı yakaladı. Avucunun içinde sıkmaya başladı. O anda şeytan ; “ Ya şeyh ! Ne yapıyorsun ? Allah bana kıyamete kadar mühlet vermiştir. Sen ise beni öldürmek istiyorsun.” deyince Eşrefoğlu ; “ Ey mel’un ! Sen benim talebelerimin ve dostlarımın imanlarına kasdetmeyeceğine dair söz verirsen salarım.” dedi. Şeytan da ; “ Onların imanlarına kasdetmeyeceğime söz veriyorum.” dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rumi ; “ Ey mel’un ! Allahü Teala ile olan ahdine vefa etmedin. Benimle olan ahdine mi vefa edeceksin. Bildiğin şeyden geri kalma.” dedi ve saldı. Talebeleri ; “ Onun şeytan olduğunu nereden anladınız ?” diye sorunca ; “ Bütün haramları sana helal kıldım , deyince anladım. Çünkü Allahü tealanın haram ettiği şeyler zata mahsus değildir. Kıyamete kadar bakidir.” buyurdu.

Abdüllatif Kudsi (k.s.)

Bursa – Emirsultan camii’nin çok yakınında bulunan Zeyniler camiinin bir arka sokağında yer alan Eskiden zeyniler dergahının bulunduğu yerde.

Sühreverdi Tarikatının Zeyniyye kolunu Türkiye’ye getiren ve gönülleri feth eden bir veli. H. 786/1384 de Kudüs’de doğdu. İbn Ganim ve İbn Benane diye meşhur bir ailenin çocuğudur. Önce Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Sonra medrese okudu. Babasından ve zamanın alimlerinden sarf, nahiv, fıkıh, feraiz, meani ve beyan ilimlerini tahsil etti. Bu yıllarda zeka ve kabiliyetiyle hocalrının dikkatini çekti. Daha sonra tasavvufa ilgi duydu ve devrin meşhur sufilerinden şeyh Abdülaziz’e intisab etti. Ondan icazet aldı, irşadla görevlendirildi.

Horasandan gelip, hacca giderken Kudüs’e uğrayan Zeyniyye tarikatının kurucusu Zeynüddin-i Hafi’yi evinde misafir ederek sohbetlerinden faydalandı. Onunla birlikte Hacca gitmeyi çok arzu etti. Ancak annesi rahatsız olduğu için mürşidi izin vermeyince hacca gidemedi. Zeynüddin-i Hafi hazretleri hac dönüşünde Kudüs’e uğrayıp Abdüllatif’i yanına aldı ve birlikte Horasan’a gittiler. Abdüllatif, Horasan’da Hafi’nin yanında yeniden seyrü sülüke başladı. Halvete girdi. Daha sonra mürşidinin tavsiyesi üzerine Cam şehrine gidip Ahmed Namık-ı Cami hazretlerinin türbesinde ”erbain”e girerek riyazet ve mücahedesine devam etti. Bu sırada şeyhiyle düzenli olarak mektublaştı. Müridinin iç dünyasındaki değişiklikleri bu mektuplarla takip eden Zeynüddin-i Hafi hazretleri, Abdüllatif’e icazetname gönderdi. İnasanlara hak yolu tanıtması için irşadla vazifelendirdi.

Abdüllatif Kudsi buradan tekrar Kudüs’e döndü. Oradan Şam’a geçti. Bir müddet Şam’da kaldıktan sonra 1447 de Konya’ya giderek, orada medfun bulunan Mevlana hz’i , Sadreddin-i Konevi ve Şems hz’nin kabirlerini ziyaret etti. Onlarla alem-i manada görüştü ve halleriyle hallendi. Burada kaldığı sürece Sadreddin-i Konevi zaviyesinde irşad görevini sürdürdü. 1448’de Şaban ayında Bursa’ya geldi. Zeyniyye tarikatının Bursa’da yayılmasını sağladı. Taceddin İbrahim Karamani, Şeyh Vefa hz’i ve tarihçi Aşıkpaşazade gibi alim ve fazıl kişileri yetiştirdi.
Abdüllatif Kudsi, müridlerinden İranlı Hoca Bahşayiş tarafından 1449 tarihinde yaptırılan Zeyniyye Dergahında irşad görevini sürdürürken H. 856/1452 de vefat etti. Kendisine ait dergahın içine defnedildi. Daha sonra kabri üzerine türbe inşa edildi. Abdüllatif Kudsi’den sonra gelen Taceddin İbrahim karamani , Kastamonulu Hacı Halife İbn Vefa , Bolulu Mehmed efendi ve Hz. Ebu Bekir neslinde geldiği bilinen Çankırılı Safiyuddin efendi. Bu ilk dört halifenin hepsi türbede medfundur. Beşinci Halife Çankırılı safiyuddin Efendi türbe dışında zaviye haziresindedir.

Türbe kare planlı ve tek kubbelidir. Dışa çıkıntılı bir kemerin oluşturduğu eyvan şeklinde bir girişi bulunmaktadır. Duvarları pencereye kadar moloz taşla örülmüştür. Pencereler ve giriş kapısı mermer söveli ve sivri kemerlidir. İki sıralı kirpi saçak altında çeşitli motifler yer almaktadır. Oldukça yüksek olan kasnak iki sıra tuğta, bir sıra kesme taş, aralarda da dikey tuğla ile örülmüştür. Türbede altı adet lahit bulunmaktadır. Abdüllatif Kudsi’nin halifeleri İbrahim Taceddin Efendi, Abdullah Efendi , Bolu’lu Mehmed Efendi türbede gömülüdür. Türbenin kubbe tutmadığı, bunun A. Kudsı Efendi’nin kerameti olduğu hakkında rivayetler olduğu bilinmektedir. 20, yüzyıl başlarında, türbe kubbesiz otup etrafı demir parmaklıkla çevrili idi.

[toggle title=”Zeyniyye Kabristanı” load=”hide”]Zeyniler kabristanı her ne kadar bir dergah kabristanı olarak kabul edilirsede o boyutu aşmış genel bir mezarlık halini almıştır. Sadece Zeyniyye tarikatı mensublarının değil yüzyıllar boyunca Bursa’nın Zeyniler Kabristanıbilginlerine ev sahipliği yapmıştır. Bilinen ilk mezar 1432 tarihli Abdullatif kudsi’nin mezarıdır. Molla Hüsrev ,Muslihiddin Tavil, Muhaşşi Hasan Çelebi, Müftü Ahmed Paşa, Şair Sun’i ve N,iyazi gibi isimlerin kabirlerinin yer aldığı bu mezarlıkta 70 civarında kabir vardır. Yadigar-ı Şemsi müelllifi 1400 kadar önemli ismin medfun olduğuna dair rivayet etmiş ve bir çok mezar taşının kaybolduğunu kayıt düşmüştür. Molla Hüsrev Medresesi Zeyniler Tekkesinin yakınında idi. XV. yüzyıl ortalarında Mehmed Bin Feramuz tarafından yapılmıştır. XX. yüzyıla kadar Medresenin faal olduğu bilinmektedir. Medresenin haziresi zamanla kaybolmuştur. Yalnızca Molla Hüsrev hz’nin kabri kalmıştır.

Kaynak ;
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Hasan Basri Öcalan – Bedri Mermutlu , Bursa Hazireleri , Bursa Kültür A.Ş. yayınları

Molla Hayali (k.s.)

Bursa – Emirsultan camii’nin çok yakınında bulunan Zayniler camiinin Kabristana bakan köşesinde

Asıl adı Ahmed bin Musa Rumi olup lakabı da Şemseddin’dir. İzniklidir, şiirlerinde ” Hayali” mahlasını kullandığı için Molla Hayali diye meşhur olmuştur. Hanefi Mezhebi’nin alim ve velilerinden olup Fatih Sultan Mehmed Han devrinde yaşayan Molla Hayali henüz otuz üç yaşında vefat etmiştir. İlk tahsilini kadı olan babasından aldıktan sonra Bursa Sultaniyesi denilen Yeşil Medrese’de Müderris Hızır Bey’den icazet aldı, ona muid oldu ve Hızır Bey’in kızı ile evlendi. Akli ilimlerdekianlayışının yüksekliğinden dolayı en ince meseleleri hemen kavrar ve akranları arasında parmak ile gösterilirdi. Müderris olunca Filibe Medresesi’ne tayin edildi.

İznik Medresesi müderrisi’nin vefatı ettiği ve yerine kendisinin tayin edildiği haberi gelince hacca niyetlendiğinden Fatih’in ve Vezir Mahmud Paşa’nın tüm ısrarlarına rağmen teklifi kabul etmeyerek hacca gitmiştir. Zeyniyye Tarikatı müntesibi olan Molla Hayali, hocası Şeyh Abdürrahim Merzifoni vasıtasıyla tasavvuf yolunda ilerledi, hocasıda ona Edirne Yenicami’de ” Kelime-i Tevhid ” okuma vazifesini verdi.

Molla Hayali çok kitap okur, az yemek yerdi. Hep ilim ve ibadetle meşgul olup bir an bu halden ayrılmazdı. Son derece zayıf olduğundan baş ve işaret parmağı ile pazusunu kavrardı. Şu beyit onun halini ifade eder ;
Gece Gündüz ibadetten kalmazdı geri
Günde bir öğündü saydıysan yediği

Molla Hayali talebe yetiştirmek ve eser yazmak ile meşgul olduğu sırada vefat etti. Şairler onun vefatına ” Sözü dilde, hayali gözde kaldı ” mısrai ile tarih düştüler.

Molla Hayali hz’nin kabir taşında şunlar yazmaktadır ;

Hüve’l-Hallaku’l-Baki
Garik-i rahmeti Rabbi
I-müteali Mevlana
Fadıl Şemseddin
Ahmed el-Hayali
Lillahi’l-Fatiha
sene 875

Kaynak ;
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Hasan Basri Öcalan – Bedri Mermutlu , Bursa Hazireleri , Bursa Kültür A.Ş. yayınları