Ana Sayfa>Yollar(Sayfa 36)

Hikmeti Mehmed Efendi (k.s.)

Bursa’da Ulucami ye çok yakında bulunan İsmail Hakkı Bursevi Dergahı camisinde İsmail Hakkı Bursevi hz’nin hemen yanında

Tekirdağ’da doğdu babası Hacı Ahmed Efendi , annesi Emine Hanımdır. Daha çocuk yaşta İsmail Hakkı Bursevi hz’nin yanında bulunmuş dualarına mazhar olmuştur. İsmail Hakkı bursevi hz’nin himmetleriyle Bursa’ya yerleşmiş seyr u sülukunu tamamlayıp icazet almıştır. Bursevi hz’nin oğlu Şeyh Bahaeddin Efendi’nin 1726’da vefatından sonra Tekkeye Şeyh olmuştur. Bir kez hacca giden Hikmeti Mehmed Efendi 8 Şubat 1752’de Tekke mescidi mahallesinde vefat etmiş ve Tekkenin haziresine İsmail Hakkı hz‘nin hemen yakınına defnedilmiştir.

Kabir taşında Şunlar yazılıdır ;

Salikan-ı Celvetiyye mürşid-i şeyhu’ş-şuyuh
A’ni kim Şeyh Hikmeti kabrinde rahatlar bula
Düşdi bir tarih Aziza Tab’ıma fevti içün
Cay-gah-ı Hikmeti Mevla kusur-ı adn ola
sene 1165 h.

İsmail Hakkı Bursevi Dergahı Haziresi

XVII. yüzyılda İsmail Hakkı Bursevi tarafından dergah olarak inşa edilmiştir. Buraya Hikmeti Tekkesi ve Cami-i Muhammedi de denilmektedir. 1843’de tarihinde diğer dergahlarla birlikte burası da tamir edilmiştir. 1900 yılında II. Abdulhamit Han zamanının ileri gelenlerinden Hacı Ali Paşa öncülüğünde yeniden onarılmıştır. 1925 ‘de tekkelerin kapanmasından sonra kur’an kursu olarak hizmet vermeye devam etmiştir.

Hazire’de kabri bulunanlar ;

1- İsmail Hakkı Bursevi (k.s.)
2- Aişe Hatun – İsmail Hakkı Bursevi hz’nin eşi
3- Şeyh Mehmed Hikmet Efendi (1753) – Tekke Şeyhi
4- Hikmeti Şeyh Mehmed Emin Efendi (1832) – Tekke Şeyhi
5- Hikmeti Şeyh Hacı İsmail Efendi (1896)
6- Şeyh Mehmed Efendi (1896) – Hikmeti Şeyh Hacı İsmail efendinin oğlu
7- Şerife Hanım (1896) – Hikmeti Şeyh Hacı İsmail efendinin eşi
8- Mehmed Şah Haki Dayesi (1726)
9- Hacı Mehmet Efendi
10- Cüveyriye Hayriye HAnım efendi (1846)
11- Şeyh Bahaeddin Efendi İbn Emin Efendi (1818) – Tekke Şeyhi
12- Şeyh Mehmed Bahaeddin bin Şeyh İsmail Efendi – Tekke Şeyhi
13- Eğercizade Hacı Hakkı Efendi
14- Seyyid Ahmed Hamid Efendi
15- Fevziye Hanım
16- Selime Hanım
17- Havlucu Hacı Nafiz Efendi
18- Hadimi Hasan Efendi
19- Seyyid Hafız Nasuh Efendi
20- Tutizade Hacı Mehmed Efendi
21- Hanife Hanım
22- Edirneli Havlucu efendi

Kaynak ;
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Hasan Basri Öcalan – Bedri Mermutlu , Bursa Hazireleri , Bursa Kültür A.Ş. yayınları

Abdal Musa Baba

Bursa ‘da Zeyniler caminin üst tarafında yer alan Musa Baba camiinin avlusunda

Aslen Azerbeycan’ın Hoy şehrindendir. Piri de Yatağan Baba adında meşhur bir velidir. Ahmed Yesevi hz’nin halifelerinden Anadoluya gelen Horosan erenlerindendir.

Kaynaklarda ölüm ve doğum tarihi ile ilgili bir kayıt yoktur. Geyikli Babayla aynı zamanda yaşamıştır. Bursa’nın fethinden önce bursaya gelen kırk abdaldan biri olduğu rivayet edilir. Bursa’nın fethi esnasında Sultan Orhan’a maddi ve manevi yardımlarda bulunmuş, savaşlara katılmış, can-ı gönülden mücadele edip ,fetihden sonra da Emir Sultan semtinin üst taraflarında bağlık bahçelik yüksekce bir tepeye dergahını açmış ve burada vefat etmiştir.

Musa Baba camii ve haziresi

Musa Baba caminin kıble tarafında Abdal musa hz’nin türbesi vardır. Batı tarafında ise Şeyhülislam Abdülkadir efendinin aile mezarlığı bulunmaktadır. Ayrıca yazısız olan üç kabir taşı daha vardır.

Hazirede olanlar ;
1- Abdal Musa Baba
2- Şeyhülislam Abdülkadir Efendi
3- Hamza Dede ( Emir Sultan Halifesi 1601)

4- Kadrizade Seyyid Zeynelabidin. – Maraş kadısı 1634

Bir çok Anadolu velisinde olduğu gibi, Abdal Musa‘nın da yaşadığı ve tekkesini kurduğu yöre hakkında farklı görüşler ve belirsizlikler vardır. Bursa’da olduğu gibi Antalya’nın elmalı yöresinde Abdal Musa isminde bir Tekke vardır. Yeniçeri ocağının kaldırılmasına kadar Bektaşi tekkesi olarak faaliyet gösteren tekke daha sonra nakşilerin eline geçmiştir.

Kaynak ;
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları

Hasan Basri Öcalan – Bedri Mermutlu , Bursa Hazireleri , Bursa Kültür A.Ş. yayınları

 

Akbıyık Sultan (k.s.)

Bursa – Nalbantoğlu Mahallesinde Akbıyık caddesi üzerinde . İpekçioğlu sokağının tam karşısındadır.

Akbıyık Sultan Tekke ve Haziresi

Şimdiki türbesinin olduğu yerde dergahı ve mescidi vardır. Dergah bir müddet Bektaşilerin eline geçmiş, daha sonra terk edilerek ev olarak kullanılmıştır . Günümüzde ise Dergah Yok olmuş , türbe ve hazire ise kalmıştır. haziresinde ;
Mehmed Ağa Bin Ahmed
Hacı Hüseyin Kazım Efendi ( Akbaba ailesinde – müderris)
Hafız ahmed efendi
Seyyid Hacı Hafız İmadeddin Efendi ( Akbaba ailesinde – müderris)
Mehmed Emin Efendi
Edhem Efendi ( Kadı – Rufai )
ve on dort tanede isimsiz kabir taşı bulunmaktadır.[/toggle]

Akbıyık Sultan ; Meczub velilerden olup , II. Murat Ve Fatih Sultan Mehmet Han döneminde yaşamıştır. Asıl adı Abdullah , Muhyiddin veya Ahmed Şemseddin’dir. Babasının adı ; Hacıoğlu’dur. Doğum tarihi bilinmemektedir. Hacı Bayram Veli hz’nin sohbetlerine katıldı. Onun feyz ve bereketiyle kemale erdi. Onun huzurunda tevbe ve inabetle , mücahede ve riyazat edip kalblere şifa olan sözleri ile ileri derecelere ulaştı.

Akbıyık Sultan bir taraftan hocasının sohbeti ile bereketlenirken diğer taraftan İkinci Murâd Han’ın haçlılar ve diğer din düşmanlarına karşı giriştiği cihâd hareketine de katıldı. Giriştiği seferlerde, Hacı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin diğer talebeleri ile birlikte büyük kahramanlıklar gösterdi. Böylece Osmanlıların Rumeli’deki yayılmasında önemli hizmetler gördü.

Bu gazâlarda gösterdiği başarılardan birinin sonunda İkinci Murâd Han tarafından Yenişehir köylerinden bir tanesi kendisine temlik edildi (1437). Bu parayı ticarette kullanan Akbıyık Sultan kısa zamanda malının hesâbını yapamayacak kadar zenginleşti. Mal, mülk meşgûliyeti az zaman içinde, hocasının sohbetinden daha az istifâde etmesine yolaçtı. Bu sebeple birgün hocası Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, dünyâya ve onun geçici lezzetlerine bağlanmanın mahzurlarından bahsederek Akbıyık Sultan’a;

“Evlâdım bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı bâki kalan işlerle meşgul ol.”

Hocasının bu sözleri üzerine Akbıyık Sultan;

“Hocam! Peygamber efendimiz; “Dünyâ, âhiretin tarlasıdır.” buyuruyor. Bu sebeple dünyâ malı ile de meşgul olmak gerekmez mi?”

Hacı Bayram-ı Velî hazretleri uzun bir sükûttan sonra;

“Evlâdım! Mâdem ki dünyâyı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terket. Bu dergâhta dünyâ ile meşgul olanların işi yoktur.” buyurdu.

Akbıyık Sultan bu sözler üzerine kapıdan dışarı çıkarken tam eşik üzerinde başından sarığını düşürdü. Bunu hocasının bir kerâmeti bilip günü gelince sebebi meydana çıkar, düşüncesiyle alıp başına giymedi.

Akbıyık Sultan’ın bundan sonra topladığı altın ve gümüş para sayılamayacak ölçüde arttı. Ancak gönlünü hiç bir zaman para ve pula kaptırmadı. Eline geçen para da hiç bir zaman kendisinde kalmadı. Fakir, fukarâ, kimsesiz, öksüz, yetim, dul, borçlu ve gariplerin sığınağı oldu. Bursa’da büyük bir imâret yaptırarak gelen geçen yoksullara ikramlarda bulundu. Misâfirleri ağırladı. O dağıttıkça parası artıyor, parası arttıkça o da dağıtmaya devâm ediyordu. Bu arada Alâeddîn Ali el-Arabî hazretlerinin derslerine devam ederek ilimde ilerlemeye de gayret sarfediyordu.

Ve nihâyet… Hocasının kerâmeti tahakkuk etti. Sarığının eşik üzerinde düşmesinin esrârı aydınlandı. Yine şeyhi ve üstâdı Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin eşiğine yüz sürdü. Mübârek sohbetlerine tekrar kabûl olunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Hocasının sekiz halîfesinden biri olma şerefine kavuştu.

Akbıyık Sultan , İstanbul’un Fethi sırasında Fatih Sultan Mehmet Han’ın yanında bulunmuş devamlı askeri teşcî’ edip coşturuyor, duâ ve sözleri ile onları gayrete getiriyordu. İstanbul’un fethi Molla Gürani , Molla Fenari , Akşemseddin ve Akbıyık Sultan gibi gönül erlerinin himmeti ile gerçekleşmiştir.

Fâtih Sultan Mehmed Han fetihten sonra İstanbul’da yaptırdığı câmilere bu gâzi şeyhlerin isimlerini verdi. Akbıyık Sultan adına da Ayasofya’nın alt tarafında yer alan Cankurtaran civârında bir câmi yaptırdı.

Akbıyık Sultan ömrünün son yıllarını Bursa’da talebe yetiştirmek, zikir taat ve ibadetle meşgul olmak ve yine fukaraya yardımda bulunmakla geçirdi. Bazı yazma mecmualarda rastlanan , ”Şems-i Huda” mahlaslı tasavvufi şiirlerin ona ait olduğu tahmin edilmektedir.

860 / 1456 senesinde aşk-ı ilahi ile beka alemine göçtüğünde Ulu cami’nin üst tarafında Sarrafiye Medresesi karşı hizasında mukim olduğu yerdeki mescid haziresine defnedildi. Arkasında pek çok hayır müesseseleri ve binlerce talebe bıraktı.

İstanbul’da bir, Bursa’da iki mahalle, dergah ve cami Akbıyık Sultan adıyla anılmaktadır.

Kaynak ;
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları
Mustafa Kara , Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler , Bursa Kültür A. Ş. yayınları
Hasan Basri Öcalan – Bedri Mermutlu , Bursa Hazireleri , Bursa Kültür A.Ş. yayınları

Alaeddin Ali Fenari (k.s.)

Bursa ‘da Aydede semtinin altında yer alan Molla Fenari caminin bahçesinde , dedesi Molla fenari hz’nin yanındadır. Ancak kabir taşı ne yazıkki hazirede yoktur.

Osmanlı devleti’nde yetişen büyük alim ve velilerdendir. Osmanlı’nın İlke Şeyhülislamı Molla Feneri hz’nin torunudur.Adı , Ali b. Yusuf Bali b. Şemseddin Muhammed Fenaridir. Gençliğinde tahsil için İran’da meşhur olan Herat’a gitti. Sonra Semerkand ve Buhara’ya döndü. İlmin her dalında ihtisas yapma imkanı buldu.Sonra memleketini çok özledi ve Fâtih Sultan Mehmed Hanın ilk zamanlarında Anadolu’ya geldi.

Diğer taraftan büyük âlim Molla Gürânî hazretleri, Fâtih Sultan Mehmed Hana her zaman Molla Fenârî‘nin çocuklarının korunmasını belirtir ve onlardan birisinin yüce dîvân üyesi olacağını söylerdi.

Alâeddîn Ali Anadolu’ya ayak basınca, durumunu Pâdişâh’a bildirdi. Âlimleri çok seven Fâtih Sultan Mehmed Han, Hocasının da sözlerini hatırlayarak onu Bursa’daki Manastır Medresesine müderris tâyin etti. Sonra da, Sultan İkinci Murâd Medresesinde vazîfelendirdi. Ardından Bursa kâdısı, en sonra da kâdıasker yaptı. On yıl bu yüksek mevkide kalarak, ilmin ve âlimlerin şerefini korudu. Pekçok âlim, onun yüksek himmetiyle, lâyık oldukları şerefli hizmetlerin zirvesine ulaştı. Bir süre sonra kâdıaskerlik vazîfesinden ayrıldı ve emekli oldu.

Sultan İkinci Bâyezîd Han pâdişâh olunca, Rumeli kâdıaskerliğine getirildi. Sekiz yıl bu vazîfede kaldı. Sonra bu vazîfeden ayrılıp, Bursa’ya döndü. Burada günlerini ders okutmak ve ibâdet etmekle geçirip, Cumâ ve Salı günlerinin dışında her gün ders verir, gayretle çalışırdı. Senenin üç mevsiminde, Keşîş Dağı eteğinde, halenKadı Yaylası denilen yerde bir ev yaptırıp, orada oturmağı âdet edinmişti. Derslerini de burada okuturdu. Ancak kışın şiddetli zamânında şehire inerdi. Dâimâ ilimle meşgûl olurdu. Yatakta yatmazdı. Uyku bastırınca duvara dayanır, önünde kitap dururdu. Uyanınca kitaba bakardı. Bu kadar çok ilim sâhibi olmasına rağmen, fazla kitap yazamadı. Çünkü vakitlerinin çoğunu, kâdılık ve ders okutmakla geçirdi. Sâdece nahivde Kâfiye Şerhi’ni ve bir de, matematikte Tecnîs’in bir kısmının şerhi olan bir risâleyi yazdı. Matematik ilminin her dalında mâhir idi. Kelâm, usûl, fıkıh, belâgat ilimlerinde pek derin bir âlim idi. Akıllı, edebli ve vakûr idi.

Alâeddîn Ali, tasavvuf ilmiyle uğraşmaktan da büyük haz duyardı. Aklî ve naklî ilimlerde yüksek derecelere eriştikten sonra, tasavvufta mürşid-i kâmil derecesine yükselmiş olan Şeyh Hacı Halîfe’nin huzûruna gidip, ona talebe oldu. Bu zât, Zeyniyye yolunun büyüklerinden idi. Vefâtına kadar onun yanından ayrılmadı, böylece yüksek mârifetlere kavuştu.

Alaeddin Ali Efendi ; 903/1497 yılında Bursa’da vefat etti ve Dedesi Molla Fenari’nin yanına defnedildi.
Kaynak ;
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları

 

Molla Fenari (k.s.)

Bursa ‘da Aydede semtinin altında yer alan Molla Fenari caminin bahçesindedir. Üftade Tekkesi ve Üçkuzular caminin hemen yakınındadır . Bursa çarşıda Üftade hz’nin türbesinin arkasından dolmuşlar Üçkuzular camiine gidiyor.

Molla Fenari 751/1350 senesinde safer ayında Horasan’ın Maveraünnehir bölgesinde , Fenar kasabasında doğdu. Babasının adı Hamza idi.Bu köyde doğması veya babasının fenercilik sanatıyla meşgûliyetinden dolayı “Fenârî” nisbetiyle meşhur oldu. Molla Fenari ismi ile meşhur oldu. İlk tahsilini babasından aldı. Ve yine babası Hamza ve Şeyh Hamid-i Veli ‘den tasavvuf dersleri aldı. Yirmi yaşına geldiğinde ilim tahsilini arttırmak amacıyla Mısır’a gitti. Burada ünlü Alim Şeyh Ekmeleddin hz ve bir çok alimden Şeriat ilimleri , kozmoğrafya , matematik ve diğer bir çok ilimi tahsil etti. İlim tahsilini tammaladıktan sonra Anadoluya dönerek Bursa’ya yerleşti.

Bursa’ya geldikten sonra 770 senesinde Manastır medresesine müderris, 771 yılında da Bursa’ya Kadı oldu. Molla Fenari aynı zamanda Osmanlı Mülkünde Müftü idi ve bu üç görevi birlikte yürüttü. Bu ilmi hlak arasında şöhret buldu ve ; her cuma Camii şerife giderken havas ve avam bütün halk, evi ile cami arasında izdiham eder ve onu selamlarlardı.

Molla Fenari bir ara Sultan ile aralarında çıkan bir münazaradan sonra Sultana gücenerek , Bursa’daki hizmetlerini tamamen bırakıp Karaman’a gitti. Karaman Beyi ona çok iltifat ve ihsânlarda bulundu. Ders okutması için ricâda bulundu. Orada da ders verip talebe yetiştirdi. Burada, Yâkub-i Asfâr ve Yâkûb-i Esved gibi zâtlar ondan istifâde edip, ilimde yüksek dereceye ulaştılar. Molla Fenârî, bu iki talebesiyle dâimâ iftihâr ederdi. Karaman Beyinin kızı Gül Hâtun ile evlenerek, iki oğlu, iki kızı oldu. SonraOsmanlı Sultânının dâveti üzerine tekrar Bursa’ya geldi. Eski hizmetlerine devâm etti. İki oğlu da, kendisi gibi âlim olarak yetişti. Onlar da Bursa’da kâdılık yapmışlardır.

822 yılında, ilk defâ Hicaz’a gidip hac yaptı. Hacdan dönerken, Mısır Sultânı Melik Müeyyid, Mısır’da kalarak ders vermesini ricâ etti. Bir müddet kalıp, ders okuttu. Birçok ulemâ ve evliyâ ile sohbet etmiş ve çeşitli meseleleri muhâsebe ve müzâkere etmişlerdir. Bu yolculuğu esnâsında Kudüs-i şerîfi de ziyâret etmişti. Çelebi Sultan Mehmed Hân dâvet edince, Bursa’ya geldi. Bu haccında Medîne-i münevverede iken, orada vefât eden büyük velî Şâh-ı Nakşibend’in halîfesi Muhammed Pârisâ’nın cenâze namazında bulundu.

Tasavvufa karşı derin bir ilgisi ve alakası vardı. Özelikle Somuncu Baba’dan çok feyz almıştır. Büyük bir velî ve yüksek âlimlerden olan Somuncu Baba, önceleri Bursa’da yaptırdığı fırında pişirdiği ekmekleri satarak geçinirdi. O sırada Molla Fenârî de Bursa’da kadılık yapıyordu.Somuncu Baba’nın ilimdeki ve velîlikteki üstünlüğünü bilenlerdendi. Sultan Yıldırım Bâyezîd, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmiyi inşâ ettirmeye başlamıştı. İnşâat sırasında, câmide çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba karşılamıştı. Câminin inşâsı bittiğinde, açılış günü Cumâ hutbesini okumak üzere Pâdişâhın dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan hazretlerine vazife verilmişti. O gün orada, Molla Fenârî ile berâber büyük bir âlim topluluğu da vardı. Tam Cumâ vakti gelince, Emîr Sultan hazretleri; “Sultânım, zamânımızın büyüğü burada bulunurken, bizim hutbe okumamız edebe uygun değildir. Bu câmii şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık zât, şu kimsedir!” diyerek Somuncu Baba’yı işâret etti. Şöhretten son derece sakınan bu büyük velî, Pâdişâhın emri üzerine mimbere doğru yürüdü. Emîr Sultân’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im! Niçin böyle yapıp, benim hâlimi ele verdiniz?” dedi. Emîr Sultan da: “Sizden daha üstün bir kimse göremediğim için böyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret içinde kalmıştı. Somuncu Baba’nın okuyacağı hutbeyi merakla beklemeye başladılar. Mimbere çıkan Somuncu Baba, öyle güzel bir hutbe îrâd buyurdu ki, o zamana kadar cemâat böyle bir hutbeyi hiç kimseden dinlememişti. Hutbede; “Ulemâdan bâzısının, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı bulunmaktadır. Onun için, bugünkü hutbemizde bu sûrenin tefsîrini yapalım.” buyurdu. Fâtiha sûresinin yedi türlü tefsîrini yaptı. Bu konuda nice hikmetli sözler beyân eyledi. Herkes hayret içinde kaldı. Bursa’da onun büyüklüğünü anlamayan kalmamıştı. Başta kâdı Molla Fenârî; “Somuncu Baba, önce bizim bu sûrenin tefsîrindeki müşkilimizi halletti. O, bunun büyük bir kerâmetiydi. Çünkü, Fâtiha’nın birinci tefsîrini bütün cemâat anlamıştı. İkinci tefsîrini, cemâatin bir kısmı anladı. Üçüncüsünü anlayanlar çok azdı. Dördüncü ve sonraki tefsîrlerini, içimizde anlıyan yok gibiydi.” demekten kendini alamamıştı.

Namazdan sonra hemen evine giden Somuncu Baba’yı ilk ziyâret eden Molla Fenârî oldu. Bu ziyâret sırasında ona; “Efendim, bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat anlıyamadığım bâzı yerleri vardı.Bu hutbeniz ile, anlıyamadığım yerleri açıklamış oldunuz. Medresede, hizmetlerimizin karşılığında kazandığımız beş bin akçe paramız vardır. Helâl olmasında hiç şüpheniz olmasın. Kabûl buyurursanız, bunu size hediye etmek ve ayrıca sizin talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum.” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh edip duâ eyledi. Molla Fenârî, çok feyz ve mârifetlere kavuştu. Yazdığı tefsîrlerinde bu ince mârifetleri beyân eyledi. Bir cild büyüklüğündeki Fâtiha Tefsîri, bu ince bilgilerle doludur.

Bu hâdiseden sonra büyüklüğü herkes tarafından anlaşılan Somuncu Baba; “Sırrımız ifşâ oldu. Herkes bizi tanıdı.” diyerek Bursa’dan ayrılmak istedi. Bir sabah erkenden, Gaves PaşaMedresesinden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı.Somuncu Baba’nın Bursa’yı terk etmekte olduğunu haber alan Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip, Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricâlarda bulundu. Fakat, kabûl ettiremedi. Sonunda Bursalılara duâ etmesini taleb etti. Bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli ve bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti. Birbirine vedâ ederek ayrıldılar. “Duâ Çınarı” denilen bu ağaç, Bursa’nın Ankara yolu çıkışındadır.

XV. yüzyılın ilk yarısında Bursa’ya gelerek tarikatını neşreden Abdullatif Kudsi, allame Molla Fenari ile görüşürüp onu tarikatına almıştır. Molla Fenari daha sonra Zeyniyye tarikatının Osmanlı’da yayılmasında birinci derecede rol oynamıştır.

Molla Fenârî, İpekçilikten çok iyi anladığından, kendisine yetecek kadar parayı sağlamak için bu işle uğraşır ve yiyeceği, giyeceği için lâzım olan parayı kendi emeği ile kazanırdı. Süslü elbiselerle dolaşmaktan hiç hoşlanmazdı. Gâyet mütevâzî giyinir, başında bir dolama ile dolaşırdı. Böyle giyinmesinin sebebini soranlara; “Elimin kazancı, daha fazlasına yetmiyor.” cevâbını verirdi.

Molla Fenari’nin vefatında kütüphanesinde on bin cilt kitabının olduğu görülmüş olup , tefsir , fıkıh , usul-i fıkıh , mantık ve daha başka ilimlerde 100 den fazla eser yazmıştır. Başlıcaları şunlardır: 1) Ayn-ül-A’yân: Fâtiha sûresinin tefsîridir. 2) Füsûl-ül-Bedâyi’ fî Usûl-iş-Şerâyi’, 3) Îsâgûcî Şerhi: Mantık ilmine dâir, bir günde yazdığı çok kıymetli şerhtir. Îsâgûcî’ye yaptığı bu şerhi, mantık ilmini çok güzel açıklamaktadır. Buna, bir gün sabahleyin başlamış, güneş batarken bitirmiştir. Bu mantık kitabı, medreselerde uzun zaman ders kitabı olarak okutulmuştur. 1886 (H.1304) yılında İstanbul’da basılmıştır. 4) Enmûzecü’l-Ulûm: Yüze yakın ilme âit meseleyi ihtivâ eden ansiklopedik bir eserdir. Bu eser, oğlu Muhammed Şâh tarafından şerh olunmuştur. 5) Ferâiz-i Sirâciyye Şerhi, 6) Şerh-i Mevâkıb üzerine Ta’likât, 7) Esâs-üt-Tasrîf, 8) Esmâ’il-Fünûn, 9) Es’ile, 10) Risâletü Ricâl-il-Gayb, 11) Risâletün fî Menâkıb-iş-Şeyh Behâüddîn-i Nakşibendî, 12) Şerhu Usûl-il-Pezdevî, 13) Şerhu Telhîs-il-câmi’ el-Kebîr: Fıkıh ilmine dâirdir. 14) Şerhu Telhîs-il-Miftâh: Me’ânî ilmine dâirdir. 15) Şerh-ur-Risâlet-il-Esîriyye fil-Mîzân, 16) Şerhu Fevâid-il-Gıyâsiyye: Me’ânî ve beyân ilimlerine dâirdir. 17) Şerhu Mukatta’ât. 18) Şerh-ul-Mevâkıb: Kelâm ilmine dâir bir eserdir. 19) Hâşiyetün alâ Şerh-ış-Şemsiyye: Seyyîd Şerîf Cürcânî’nin eserine yaptığı kıymetli bir hâşiyedir. 20) Hâşiyetün alâ Dav’ıl-Miftâh, 21) Şerh-ul-Misbâh: Nahiv ilmine dâirdir. 22) Hâşiyetün alâ Şerhây-is-Seyyid ves-Sa’d lil-Miftâh, 23) Uveysât-ül-Efkâr fî İhtiyâri ülil-Ebsâr: Aklî ilimlere dâir yazdığı bir eser olup, fen ilimlerinde zor problemlerin çözüm şekillerine karşı îtirâzları inceler. 24) Misbâh-ul-Uns, Beyn-el-Ma’kûl vel-Meşhûd fî Şerh-i Miftâh-i Gayb-il-Cem’i vel-Vücûd: Sadruddîn-i Konevî’nin Miftâh-ul-Gayb adındaki eserinin şerhidir. 25) Mukaddimet-üs-Salât.

Molla Fenari 1431 / 834 yılında Recep ayında vefat etti. Kabri şerifi ;Bursa ‘da Aydede semtinin altında yer alan Molla Fenari caminin bahçesindedir. Üftade Tekkesi ve Üçkuzular caminin hemen yakınındadır

Kaynaklar ; Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2

Şeyh Muhammed Zafir Efendi (k.s.)

İstanbul -Beşiktaş’da Barbaros caddesi üzerinde bulunan ertuğrul tekkesi camii’nin hemen önünde

Bursa – Emir Sultan Kabristanında

Şeyh Zafir Efendinin doğum tarihi 1828 olup doğum yeri Trablusgarb’ın Mısrata beldesidir. Babası Muhammed Hasan Zafîr el-Medenidir. Annesi ise Kamer Hanımdır. Zafir Efendi ilk bilgileri babasından aldı. Gençliği doğum yeri Mısrata’da geçti. Yirmi yaşlarında doğum yerinden ayrılarak Tunus ve Cezayir’den sonra Mısır’a geçti. Oradan da Medine’ye gitti. Burada eğitimini tamamladı, birçok ilim meclislerinde bulundu, bilgin ve bilge kişilerin sohbetlerine katıldı ve tekrar memleketi Trablusgarb’a döndü.

Kendi babasından Şazeli tarikatının medeni kolunun halifeliğini aldı. Şeyh uzun bir süre burada yaşadı. Daha önceleri İstanbul’a gelen kardeşi Hamza Zafir’in çağrısı üzerine 1870 yılında o da kardeşinin bu davetine uyarak İstanbul’a geldi. Unkapanı yakınlarında kendisine tahsis edilen bir yerde sohbetlere başlamıştır. Bu arada evlenmiş, bir ara memleketine gitmiş ve ayrıca bir süre de Medine’de inzivaya çekilmiştir.

Şazeliye tarikatı 

Ebu’l Hasan Takiyüddin Ali bin Abdullahü’ş-Şazeli ( doğumu miladi 1197 Şazile-Tunus, vefatı 1238 Humaysıra- Mısır ) tarafından kurulmuştur. Şeyh Zafîr Efendi de birçok kolları olan bu tarikatın medeni koluna bağlıdır. Tarikatın diğer tarikatlar gibi katı kuralları yoktur. Geçmişte Kuzey Afrika’nın büyük bölümünde etkili olmuş olan tarikatın bugün Avrupa ve özellikle Fransa’da etkileri görülmektedir. Genelde ilkeleri üç başlık altında toplanabilir. Bunlar: a- Allah’tan korkmak, ona teslim olmak ve ona sığınmak b- Tüm davranışlarımız ve sözlerimizde Peygamberimizin sünnetine uymak, c- iyi ve kötü durumlarda insanlardan bir şeyler istememek, beklememek.

Sultan II. Abdülhamit 1876 tarihinde tahta çıktığı zaman, ülkesinde bulunan Şeyh Zafir Efendi tekrar İstanbul’a davet edilmiştir. Bu gelişlerinde şimdiki dergahı yapılana kadar Yıldız Camii’nde sohbetlerde ve irşat faaliyetlerinde bulunmuştur. 1887 yılında Ertuğrul tekkesi onun adına yaptırılmıştır. Bu yapıya cami, tevhidhane, misafirhane ve selamlık gibi gerekli bölümler de eklenmiş ve bu Şazeli tarikatının Osmanlı coğrafyasında ilk tekkesi olmuştur.

Şeyh Zafır Efendi, Sultan II. Abdülhamit’in iltifat ve ihsanlarına nail olmuştur. Sultan’ın da onun bağlıları arasında olduğu bilinmektedir.

Şeyh Efendi, 1903’ün Eylül ayına denk gelen 1321 Recep ayının ilk cuma gecesi, Regaib kandilinde vefat etmişlerdir.

Şeyh bilgin ve olgun, erdemli ve bilge bir kişiydi. Sarayda başta sultan olmak üzere, herkesin saygı ve sevgisini kazanmış saygın biriydi. Sarayla ve devletin ileri gelenleri ile arada bir mesafe bırakır, konuşma ve davranışlarına özen gösterirdi. Hiçbir zaman ince hesaplar içinde olmamış ve sultanın itibarını hiçbir biçimde kullanmamıştır.

Eserleri:

1-Envarü’l Kudsiye.., Bu, şeyhin önemli bir eseridir ve Arapça yazılmıştır. Onun sağlığında üç baskı yapmış olan kitapta tarikat bilgileri ve ileri gelenleri ile zikrin faziletleri, tasavvuf terimleri, Şazeli tarikatı ve Medeniye kolu gibi konularda bilgiler vermiş ve sonunda da Sultan Abdülhamit Han hakkında bir dua eklenmiştir.

2-Nürü’s-Satı ve’l Burhinü’l-Katı…, Bu kitap tarikat bağlılarına verilmesi gereken bilgileri, zikir konularını ve tarikat karşıtlarına verilen yanıtları içermektedir.

3-Vazifetü’z- Zafîriye, Bunda tarikat konuşanda yapılması gereken görevlerden söz edilmektedir.

4-Akrabü’l Vesail…, Tarikatlarla ilgili başkaları tarafından kaleme alınmış yazılardan oluşmaktadır.

CAMİİ ve TÜRBESİ

Camii:

Cami, Sultan II. Abdülhamit tarafından İtalyan bir mimara yaptırılmıştır. Aslında bir külliye olan camiden bugün arta kalan yalnızca bir türbe, çeşme ve camidir. Cami-tevhidhane ve selamlığı içinde barındıran asıl bina Şeyh Zafir adına; harem ve misafirhane binalarıyla birlikte ancak 1885 yılında tamamlanmıştır. Cami fevkani ve tahtani bir yapıdır. Şeyhin 1903 yılında vefat etmesi üzerine, 1906 senesinde de bir türbe, bir kitaplık ve ayrıca bir de çeşme yapılmıştır. Caminin inşasının denetiminde Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa görevlendirilmiştir. Cami bizzat sultanın kendi parası ile yapılmış ve hatta o günkü para ile 821479 kuruş harcandığı kayıtlara geçmiştir.

Cami-tevhidhane ile selamlık birimlerini ve hünkar dairesini barındıran ana bina iki katlı ve ahşap iskeletli bir binadır. Duvarlarının iç tarafları bağdadî sıva ile, dış cepheleri de ahşap kaplama ile örtülmüştür. Çatısı kiremit kaplıdır. Kuzey yönünde kargir bir bodrum üzerinde oturtulmuştur. Bina, ortada kare planlı cami-tevhidhane bölümü, güney kısımda hünkar dairesi ile kuzeyde de selamlık bölümü olmak üzere üç ana bölümden oluşmaktadır.

Binanın altı girişi vardır. Güneyde hünkar dairesine giriş kapısının üzerinde Ahmet Muhtar Efendi tarafından yazılmış ve 1887 tarihli ta’lik kitabe yer almaktadır. Hem hünkar dairesinde ve hem selamlık bölümünde merdivenli sofalar ve abdestlikler yer almaktadır. Bu bölümler her iki katta da vardır. Hünkar kapısının yanındaki giriş, hünkar dairesi sofası ile bağlantılı olan bir koridorla cami-tevhidhane bölümüne geçişi sağlamaktadır. Doğu cephesinde yer alan girişlerden biri selamlığın zemin kat sofasına açılır. Bir diğeri de son cemaat yeri olarak düşünüldüğünü sandığımız iki bölümlü küçük yere açılır. Burada hem cami harimine giriş hem üst kat kadınlar mahfeline çıkış vardır.

Cami haremi sekizgen planlı, üstü ahşap iskeletli ve bağdadi sıvalı olup çatı altında gizlenen sekiz dilimli küçük bir kubbeyle örtülmüştür. Üst katta sütunlar arasında bulunan kafeslerin bizzat Sultan II. Abdülhamit tarafından yapıldığı söylenmektedir. Duvarları köşebentlerle, tavan ahşap kaplama üzerine gerilen muşambaların yüzeylerine işlenmiş nakışlarla süslüdür. Özellikle hünkar dairesinin duvar ve tavan göbeğinde yaldızlanmış kartonpiyerler dikkat çekicidir. Bunların İtalyan mimar Raimondo d’Aranco’un kendi gibi gayri müslim nakkaşları tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Cami, dış görünüşü itibariyle ahşap bir konağı anımsatır.

Mihrap ahşap olup nişinin içi yanlara tutturulmuş perdeler, ortada zincire asılı kandil ve tepede ay-yıldız ve onlardan çıkan ışınlarla bezenmiştir. Alınlığındaki ayetin yazım tarihi 1887’dir.

Minber ahşaptır ve mihraba bitişik oiup korkuluğu kabartma rozetlerle süslenmiştir. Köşk kısmı ise yuvarlak kemerlidir. Biraz yapiya ters düşmüştür. Vaaz kürsüsü ahşap ve zarif olup adeta bir saray mobilyasını andırmaktadır.

Minare caminin kuzeybatı köşesindedir. Güdük ve soğan başlı, alemli bir minaredir. Ve her an yıkılma tehlikesiyle karşı karşıdır.

Ayrıca türbe, kütüphane ve çeşmesi konumları ve tasarımlarıyla çok değişik bir görüntüye sahiptirler. Mimari geleneğimize uymayan yapılar topluluğudur.

Avlusunun dört girişi bulunmaktadır.

Not: Hem cami-tevhidhane olarak hem meşrutaları ve bunların, işlevsel özelliği olarak yapı uzun zaman gerek devlet ricali ve yabancı konukların ve gerekse de aydınların ve halkın hizmetinde olmuş bir yapılar topluluğundan günümüze kalabilmiş birkaç biriminden biridir.

Türbesi:

Şeyh Zafîr türbesi kesme taştan yapılmış ve kendine özgü bir yapıdır. Örneğinin ilk ve son temsilcisidir. Dar ve uzun pencereleri üzerindeki yarım daire mermer yağmur saçakları ile de dikkatleri çekmistir. Batı tarzında ve eklektik bir yapıdır. Mimarı, bir kez baş mimarlığa da getirilmiş olan İtalyan mimar Raimondo d’Aronco’dır. Türbede ayrıca kardeşleri Hazma ve Beşir Zafir’in kabirleri, türbe dışında ise eşi Deblec Hanımın kabri bulunmaktadır. Diğer eşi Tir-i Nigah Hanım da Maçka mezarlığındadır.

Ondan bir dize:

Belagat ehli nazmile ider dil ehlini teshir

Bu sırrı anlamayanlar anı esma bilir derler

 

Neccarzade Muhammed Rızauddin Efendi (k.s.)

İstanbul – Beşiktaş’da Sinan Paşa camii bitişiğindeki türbesinde

Anadolu’nun manevi zenginliği olan velilerdendir. Adı Muhammed Rızauddin , babasının adı İbrahim’dir. 1090 (miladi 1679) yılında Şebinkarahisar’da doğdu. 1159 yılında (m 1746) İstanbul’da vefat etti.

Neccârzâde doğmadan önce babası İbrâhim Efendiye rüyâsında bir zât; “Allahü teâlâ sana sâlih bir evlâd verecek. Bu evlâdın âlim ve ârif bir zât olacak. Çok evliyâ ve sâlih müslüman yetiştirecektir. Doğduğu zaman ismini Mustafa koyunuz ve iyi yetişmesi için çok gayret ediniz.” demişti. Bunun üzerine o doğunca babası ismini Mustafa koydu. Yetişmesinde büyük bir dikkat ve titizlik gösterdi.

Babası İbrâhim Efendi, Neccârzâde doğduktan bir müddet sonra İstanbul’a yerleşerek saray topçuları arasına girdi. Fen ilimlerine vâkıf olan bu zât, seferler sırasında bilgisiyle hizmette bulunduğu gibi, köprülerin kurulmasına da nezâret etmiştir. Bu sebeple kendisine marangoz mânâsında, Neccâr, oğluna da Neccârzâde lakabı verilmiştir.

Neccârzâde Mustafa Efendinin yetişmesine babası çok önem verdi. Ömrünün son günlerinde ona şöyle nasîhat ve vasiyet etti: “Aman evlâdım ilim öğren. Annen seni işe verirse kabûl etme. Zîrâ sen büyük hizmetler için yaratıldın. İlimde ve mârifette yüksek mertebelere çıkacaksın. Bu hususta çok gayretli ve dikkatli ol!” Babası vefât edince, annesi onu bir işe vermek istedi. Fakat o, babasının vasiyetine uyarak ilim tahsîline başladı. Zamânın âlimlerinden ilim öğrenip, kısa zamanda yetişti. On yedi yaşında Beşiktaş’taki Sinân Paşa Câmii yanındaki medresede ders vermeye başladı. Bu müderrisliği sırasında, Üsküdar’da Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerinin dergâhında insanları irşâd ve terbiye ile meşgûl olan Yâkûb Efendinin babası Odabaşı Şeyhi diye tanınan Şeyh Fenâî Efendinin derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Kısa zamanda ilerledi. Bu hocasından Celvetiyye yolunun âdâbını öğrendi ve icâzet aldı. Bu esnâda Mustafa Efendi kendisinden önce bu yola girmiş olanları geçip, akranlarının vasfını bile duymadığı derecelere kavuştu.

Fenâî Efendi bir neşeli vakitlerinde Mustafa Efendinin kıymetini bildirmek için ona hitâben; “Gözümün nûru Mustafa Efendi! İnşâallah, siz öyle bir rehber olursunuz da, inci, cevher olan hikmetli sözleriniz büyük küçük herkesin kulağına küpe olur.” buyurdu. Zaman zaman, Mustafa Efendide yüksek hallerin meydana geleceği müjdesini tekrar ederdi.

Neccârzâde Mustafa Efendi, daha sonra Beşiktaş Mevlevîhâne Şeyhi Memiş Efendinin sohbetlerine devâm etti. Ondan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sinin ince ve derin mânâlarını öğrendi. Neccârzâde Mustafa Efendi, hep ilimle meşgûl olup, dünyâya ve dünyâ malına gönül vermedi. Kanâat ve tevekkül yolunu tuttu. Çok güzel hattı vardı ve geçimini kitap yazmakla sağlardı. Bunun yanında kalbi Allahü teâlâ ile meşgûl olup, zâhirini, dışını dînin emir ve yasaklarına uymakla süslemişti. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesinden kıl payı ayrılmaz, farz, vâcib ve nâfileleri yerine getirmekte çok gayretliydi. Sinan Paşa Câmiinde imâmlık, müezzinlik yaptı ve vâz etti. Bu hizmetlerinden sonra o sıralarda Rusya üzerine açılan sefere katılıp Moskoflara karşı cihâd etti. Bu cihâdda zafer kazanıp dönerken Edirne’de Arabzâde Hacı Muhammed İlmî Efendinin sohbetlerinde bulundu. Ondan Müceddidiyye yolundan icâzet aldı. Ötedenberi bu yolda yetişmek ve bu yolun feyzlerine kavuşmak için cân atıyordu. Hocasından mutlak icâzet alıp, irşâda me’zun oldu. Böylece tasavvufda asıl üstünlük ve olgunluklara kavuştu. İlâhî sırlara ve mârifetlere mazhâr oldu.

Müceddidiyye yolundaki hocası Muhammed Hacı İlmî Efendi, Ebû Abdullah Muhammed Semerkandî’nin talebesi idi. Bu zât Ahmed-i Yekdest Cüryânî’nin talebesi idi. Ahmed Yekdest Cüryânî ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek evlâdı Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm Fârûkî’nin önde gelen talebesindendi.

Arabzâde İlmî Efendi, Neccârzâde’ye tasavvufda Müceddidiyye yolundan icâzet verirken, tevâzû göstererek lâyık olmadığını söyleyince; “Evlâdım bunu biz tâyin etmedik, bu yolun büyüklerinin işâreti ile senin buna liyâkatin bildirildi. Emr edilene uy” dedi. Neccârzâde Edirne’de bir sene kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. Beşiktaş’da Sinân Paşa Câmii yanında bir arsa satın alıp burada bir mescid yaptırdı. Burada Müceddidiyye yolunun yüksek mârifetlerini yaydı. İnsanlara rehberlik etti. İlim, irfân ve Hak âşıklarına Allahü teâlânın dînini öğretti. İslâm ahlâkının yayılmasına, insanların refah ve saâdete kavuşmasına hizmet etti. Sadrâzam Hekimbaşı Nûh Efendinin oğlu Ali Paşanın Altı-mermerde Cerrah Paşa Hastahânesi karşısındaki câmi 1734’de yapılınca, buranın ilk vâizi oldu. Ahmed Yekdest Cüryânî’nin talebesinden Eğrikapı’da Karamânî mescidi imâmı Tatar Ahmed Efendi ile sohbetleri meşhûrdur.

Neccârzâde 1740 (H.1153) senesinde hacca gitti. Bu sırada Tuhfet-ül-İrşâd adlı dîvânında toplanan güzel şiirlerini yazdı. Peygamber efendimiz için yazdığı na’t-ı şerîf ve medh ü senâ için yazdığı şiirler birer şâheserdir. Hac farizasını yerine getirdikten sonra Cumâ kaptanın gemisiyle yanında bâzı dostları ve talebeleri ile birlikte Hicâz’dan İstanbul’a dönmek üzere yola çıktı. Yolculukları sırasında Mısır’a uğradılar. Mısır vâlisi Hekimoğlu Ali Paşa Neccârzâde’yi hürmetle karşılayıp, bir dâire tahsîs etti. Sonra sarayına dâvet edip çok ikrâmda bulundu. Sohbetini dinleyip duâsını aldı. Bu sohbeti sırasında söylediği bir şiir şöyledir:

“Yâ Rab tarîk-i vuslata emn ü emân ver!
Hasretkeş-i zemân-ı visâlim zemân ver!
Râh-ı Rızâ’da merd-i garîb etme bendeni
Çâbük-süvâr-ı şevki bana hem-inân ver.”

İstanbul’a döndükten sonra yine Beşiktaş’da ikâmet edip, vefâtına kadar nasîhatlarına ve sohbetlerine devâm etti. Tuhfet-ül-İrşâd adlı dîvânı meşhûrdur. Ebû Abdullah Semerkandî’nin Muhtasar-ül-Vilâye kitabını Fârisî’den Türkçe’ye tercüme etmiştir. Tövbe ile ilgili Arabî bir kitab da yazmıştır.

TÖVBE ETMEK

Neccarzâde buyurdu ki: “Bütün müslümanların günahlarına tövbe etmesi lâzım ve zarûrîdir. Ölünceye kadar dâimâ tövbe ve istiğfâr etmek lâzımdır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde müminlerin tövbe etmesini emr buyuruyor. İstiğfârdan murâd tövbedir. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm hadîs-i şerîfde buyurdu ki:

“Allahü teâlâya tövbe ediniz. Ben her gün yüz defâ tövbe ediyorum.” Mahlûkâtın efendisi hiç günâhı olmadığı, mâsûm ve pâk olduğu hâlde böyle yaparsa biz her hâlükârda tövbe ve istiğfâra muhtâcız. Sonra kul hayâtı boyunca günâh ve kusûrdan, gafletten ve yüksek makamlardan mahrûm kalma hâllerinden kurtulamaz. Tövbe ile ilgili diğer bir incelik de şudur ki: Bütün günâhları terkedip hakîkî tövbe etmedikçe noksan yapılan tövbe kemâle ermek için kâfî gelmez. Çünkü günâhlar sebebiyle kalbde hâsıl olan karartılar ve lekeler, Allah yolunda ilerlemeye mâni olurlar. Bütün günâhlara tövbe etmek lâzımdır.”

1) Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s.365
2) Menkıbe-i Evliyâiyye fî Ahvâl-i Ridâiyye (Ahmed Nüzhet Efendi, Esad Efendi Kütüphânesi, No:1752, vr.4b
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.446
4) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.12, s.265
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.309

Kaynak ; Türkiye Gazetesi , İstanbul evliyaları

Neccarzade Muhammed Sıddik Efendi (k.s.)

İstanbul – Beşiktaş’da Sinan Paşa camii bitişiğindeki türbesinde

Anadolu yetişen büyük velilerden 1131 (m 1719) yılında İstanbul’da doğdu. Büyük veli Neccarzade Mustafa Efendi’nin oğludur. Küçük yaşta ilim tahsiline başlamış ; ilim ve tasavvuf yolunu babasından ve Mustafa Fenciye Efendiden öğrendi. Nakşibendiyye ve Halidiyye yolundan hilafet aldı ve Babasının vefatından sonra Rumeli hisarındaki dergahda irşad faaliyetine başladı.

Bir ara Aziz Mahmud Hudai dergahına tayin edildi. Tâyin edildiğinde Aziz Mahmûd Hüdâî’nin türbesine girip bir müddet içerde kaldı. Biraz sonra dışarıya çıkınca; “Hazret-i Hüdâî efendimiz bize bir salkım üzüm verdi. Bizim bu dergâhda şeyhlik müddetimiz on bir ay olsa gerektir, fazla değildir.” buyurdu. On bir ay burada vazîfe yaptıktan sonra tekrar kendi dergahına geri döndü.

Talebelerinden birisi şöyle anlatır: “Dört oğlum tâûn hastalığından arka arkaya vefât etmişti. Hem oğullarımın vefât acıları hem de ben ve hanımım yaşlı olduğumuz için artık çocuğumuz olmayacağını da düşünerek üzgün ve perişan bir haldeydik. Gerçi Şeyh Muhammed Sıddık Efendinin tesellileri ile biraz rahatlıyordum. Fakat yaşlılığımız sebebiyle artık çocuğumuz olmayacağı hatırıma geldikçe bir hayli üzülüyordum. Şeyh Muhammed Sıddık Efendi benim bu hâlimi anlayıp bir gün yine huzûrunda mahzûn mahzûn dururken; “Sen evlâd acısıyla ve bundan sonra daha çocuğun olmayacağını düşünerek kendini perişan ediyorsun. İnşâallah Allahü teâlâ sana çocuk verir.” buyurdu. Gerçekten bir müddet sonra hanımım yaşlı olmasına rağmen hocamın duâsı ile bir çocuğumuz oldu.

Talebelerinden birinin çocuğu üç yaşına gelmesine rağmen henüz yürümüyordu. Bu duruma babası çok üzülüyordu. Bir gün bu çocuğunu hocası Muhammed Sıddık’ın huzûruna getirdi ve durumunu arz etti. Muhammed Sıddık hemen çocuğun elinden tutup, besmele çekerek yürütmeye başladı. Çocuk, Allahü teâlânın izniyle yürür oldu.

Sevenlerinden birisi çok hastalanmıştı. Durumunu arz etmek ve duâ istemek için Muhammed Sıddık Efendiye bir haberci gönderdi. Biraz sonra gönderdiği haberci içeri girerek; “Muhammed Sıddık Efendi hâlinizi sormak için birini göndermiş.” dedi. O zât bu duruma çok şaşırdı. Gelen kişi; “Hoca Efendi size selâm söyledi. Hastalığınızın zamânının tamam olduğunu bildirmemi emretti.” dedi. O zât Allahü teâlânın izniyle o gün iyileşti.

Bir gün Eyüp’teki Kaşgarî Mescidinden biri gelip, hocaları Îsâ Efendinin şifâ bulması için duâ istedikte; “Selâmet-i hâtimesi için Fâtiha okuyalım.” buyurdu. Îsâ Efendinin o saatte vefât ettiği anlaşıldı.

Sevenlerinden biri ziyâret etmek maksadıyla huzûruna gelmişti. Mustafa Sıddık Efendi o zâtı görünce; “Arkadaşın falan zât üç güne kadar makam sâhibi olacak. Git kendisine müjdele.” buyurdu. O da gidip durumu müjdeledi. Üç gün sonra Allahü teâlânın izniyle dediği gibi oldu.

Muhammed Sıddık Efendinin şiirlerinin toplandığı bir Dîvân’ı ve Esfâr-ı Erbaa isimli bir eseri vardır.

kaynak ; Türkiye gazetesi , İstanbul evliyaları 2

Hace Muhammed Baba Semmasi (k.s.)

Özbekistan – Buhara ‘ya 32 km uzaklıkta bulunan Ramiten’e bağlı Decha bölgesinde

Muhammed Baba Semmasi hazretleri, Hace Ali Ramiteni hazretlerinin yetiştirdiği büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin on üçüncüsüdür. Buhara’ya bağlı Semmas köyünde doğdu.

Tasavvuf ilmini büyük âlim Ali Ramiteni hazretlerinden öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek dereceye ulaştı. Hocası, kendisinden sonra yerine, Muhammed Baba Semmasi’yi vekil bıraktı. Diğer talebelerine de, ona tâbi olmalarını vasiyet etti.

Hocasının vefatından sonra onun yerine geçen Muhammed Baba Semmasi, çok talebe yetiştirdi ve içlerinden bir kısmını tasavvufta yüksek makamlara kavuşturdu.

Bu talebelerinin başında, kendisinden sonra yerine geçen ve ilim deryasında sedef olan Seyyid Emir Gilal hazretleri gelmektedir. Bir talebesi de, Behaeddin-i Buhari hazretleridir. Henüz o doğmadan önce, hocası Muhammed Baba Semmasi onun doğduğu yerden geçerken; “Bu yerden büyük bir zatın kokusu geliyor. Pek yakında burası, Kasr-ı ârifân [arifler sarayı] olur” buyurdu.

Bir gün yine oradan geçiyordu. “Şimdi o güzel koku daha çok geliyor. Ümit ederim ki, o büyük zat dünyaya gelmiştir” buyurdu. Böyle buyurduğu zaman, Behaeddin-i Buhari hazretleri doğalı üç gün olmuştu. Dedesi, çocuğun göğsünün üzerine hediye koyup, Muhammed Baba Semmasi’ye getirince; “Bu bizim oğlumuzdur. Biz bunu kabul eyledik” buyurup, talebelerine de; “Kokusunu aldığım işte bu çocuktur. Zamanının rehberi ve bir tanesi olacaktır” buyurdu. Sonra halifesi Emir Gilal hazretlerine, bu çocuğun iyi yetiştirilmesini tembih etti.

Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
“Evlenmek istediğim zaman, dedem beni Muhammed Baba Semmasi hazretlerine gönderdi. Ona gideceğim günün gecesi, içimde gözyaşı ve dua isteği kabardı. Onun mescidine gidip iki rekat namaz kıldım ve Allahü teâlâya şöyle dua ettim: “Ya rabbi, bana, belalarına tahammül için kuvvet ver!”
Sabahleyin hocamın huzuruna varınca; “Bir daha dua ederken, “Ya Rabbi, senin rızan nerede ise, bu kulunu orada bulundur!” diye dua et! Eğer Allah, dostuna bela gönderirse, yine inayeti ile o belaya sabır ve tahammülü de ihsan eder. Fakat, Allahtan ne geleceğini bilmeden, bela ister gibi dua etmek doğru değildir” buyurdu. Bir gece önceki hâlimi keşfetmekteki kerametini anladım ve ona tam bağlandım.”

Yetiştirdiği, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmalarına vesile olduğu yüzlerce veliden dördünü kendisine halife seçmiştir. Bunlardan birincisi Hâce Sufi Suhâri, ikincisi kendi oğlu Hâce Muhammed Semmasi, üçüncüsü Mevlana Danişmend Ali, dördüncüsü ise Seyyid Emir Gilal hazretleridir.

Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
Hocam Muhammed Baba Semmasi ile yemek yiyorduk. Yemek bitince, bana bir ekmek uzatıp; “Al, bunu sakla, belki lazım olur” buyurdu. Yemek yediğimiz halde, bana bu ekmeği vermesinin hikmetini düşünmeye başlamıştım. Ben düşünürken, “Faydasız düşüncelerden kalbi muhafaza etmek gerekir” buyurdu. Sonra yolculuğa çıktık ve bir tanıdığımın evinde misafir olduk. Misafir olduğumuz evin sahibinin sıkıntılı bir halde olduğu görülüyordu. Hocam ona; niçin üzgün olduğunu sordu. O da; “Bir kâse sütüm var, fakat, sütün yanında yemek için ekmeğim yok. Ona üzülüyorum” dedi. Hocam bana dönüp; “Acaba bu ekmek ne olacak düşünüp duruyordun. Ekmeği sahibine ver” buyurdu.

Hace Abdulhalık Goncdüvani (k.s.)

Özbekistan – Buhara’nın 50 km Kuzeyinde Yer alan Gijduvan kasabasındaki İlçe merkezinde yer alan büyük Park’ın içerisindedir.

Evliyânın önderlerinden, İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. Babası Abdülcemîl Malatyalı idi. İmâm-ı Mâlik hazretlerinin neslinden olup âlim ve ârif idi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüksekti. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi. Bir gün Hızır aleyhisselâm kendisine: “Ey Abdülcemîl! Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak. İsmini Abdülhâlık koyarsın.” buyurdular. Abdülcemîl bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Buhârâ’ya göçtü ve Goncdüvân kasabasına yerleşti. Çok geçmeden Hızır aleyhisselâmın buyurduğu gibi bir erkek evlâda sâhib oldu. İsmini Abdülhâlık koydu. Abdülhâlık çocukluğunu burada geçirdi.

Beş yaşına geldiğinde ilim öğrenmesi için Buhârâ’ya gönderildi. Büyük âlim Hâce Sadreddîn hazretlerinden Kur’ân-ı kerîm ve tefsîrini öğrenmeye başladı. Bir gün okuma esnâsında; “Rabbinize tazarrû’ ederek (boyun büküp yalvararak) ve gizli duâ ediniz!” (A’râf sûresi: 55) meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince Abdülhâlık hocasına: “Efendim! Bu “gizli”den murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve duâ, âşikâr, sesli bir şekilde dil ile olursa riyâdan korkulur. Araya riyâ girerse, lâyık olduğu şekilde zikredilmemiş olur. Şâyet kalb ile zikretsem; “Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır.”hâdis-i şerîfi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu müşkülümü halletmenizi istirhâm ederim, efendim!”diye arz etti.

Hocası, büyük âlim Sadreddîn hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun kendisinin bile anlayamadığı böyle bir suâl sormasına hayran kaldı ve cevap olarak: “Evlâdım! Bu mesele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allahü teâlâ nasîb ederse, sana bu ilimleri öğretebilecek bir üstâda kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu müşkülün halledilmiş olur.” buyurdu. Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) bu işâret üzerine, meselelerini halledecek o büyük zâtı beklemeye başladı.

Bir gün Hızır aleyhisselâm yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretme, anma yollarını öğretti ve mânevî evlâtlığa kabûl edip; “Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!” diye târif etti. Abdülhâlık hazretleri de, târif üzere, bu mübârek kelime-i tevhîdi sessiz sessiz kalben söylemeğe başladı. Bunu, kendisi için ders kabûl etti. Bu hâl mânevî makamlarda yükselmesine sebeb oldu.

Bu sıralarda Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri Buhârâ’ya geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Bu hususta kendileri şöyle anlatırlar: On iki yaşında idim. Hızır aleyhisselâm bana Yûsuf-ı Hemedânî hazretlerinden ilim öğrenmemi tavsiye buyurdular. Bu sırada onun Buhârâ’ya geldiğini işiterek derhâl yanına gittim. Ondan pekçok istifâdelere kavuştum. Böylece Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstâdı Yûsuf-i Hemedânî, zikir tâlim hocası da Hızır aleyhisselâm oldu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri hâlini insanlardan gizli tutardı. Nefsinin isteklerine uymayıp, istemediği şeyleri yapmakta kendisini pek ağır imtihanlara tâbi tutar fakat hiç kimseye bir şey sezdirmezdi. Hele onun Hızır aleyhisselâm ile ulaştığı mânâda ilim tahsîline hiç kimse vâkıf olmazdı.

Abdülhâlık Goncdüvânî gerek Hızır aleyhisselâm ve gerekse büyük İslâm âlimlerinin tahsil ve terbiyesi altında zamânının bir tânesi oldu. İnsanlar dünyânın dört bir yanından kâfileler hâlinde ondan istifâde etmek için gelmeye başladılar.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri beş vakit namazını Kâbe-i muazzamada kılar, tekrar Buhârâ’ya dönerdi. Bir Aşûre günü talebelerine derste velîlik hâllerini anlatıyordu. Müslüman kıyâfetinde olan bir genç içeri girip, talebelerin arasına oturdu. Bir müddet sohbetini dinledikten sonra söz isteyerek: Efendim! Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Mü’minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allah’ın nûru ile bakar.” buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir? diye sordu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri gence heybetle nazar ettikten sonra; “Öyleyse belindeki zünnârı, hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı olan parmak kalınlığındaki yuvarlak ipi kes de îmâna gel.” dedi.

Hocanın bu sözleri oradakiler üzerinde şok etkisi yaptı. Genç, telaşla; “Hâşâ! Yemîn ederim bende böyle bir şey yok.” diye söylendi.

O zaman Abdülhâlık hazretleri talebelerinden birine gencin hırkasını çıkarmasını işâret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde düğüm düğüm zünnâr bağlı olduğu görüldü. Bu hâdise karşısında genç, çok mahcûb oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine muhabbet, sevgi duymaya başladı. Böylece evliyânın, Allahü teâlânın nûruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık talebelerinden oldu.

Büyük mürşid bundan sonra etrafındakilere dönerek: “Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnârımızı keselim. Îmân edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnârı kesti, biz de kalbe âid zünnârı keselim. O da, kibr ve gururdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa kavuşalım.” buyurdu.

Talebeleri bir anda hazret-i Hâce’nin gönül yaralarına sunulan şifâ şerbetini içtiler, tövbelerini yenilediler. Böylece kalblerinin Allahü teâlâdan başka bir şeye bağlılıkları kalmadı.

Bir gün huzûruna gelen bir kimse; “Eğer Allahü teâlâ beni Cennet ile Cehennem arasında muhayyer kılsa, ben Cehennemi seçerim. Zîrâ bütün ömrümde nefsimin arzusu üzerine amel etmedim. O halde Cennet nefsin murâdıdır. Cehennem ise, Allahü teâlânın murâdıdır.” dedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri bu sözü red ederek: Kulun seçme hakkı yoktur. Her nereye git derlerse oraya gideriz. Nerede kalın derlerse orada kalırız. Kulluk budur. Senin dediğin kulluk değildir. buyurdu. O kimse bu sefer; “Efendim! Tasavvuf yolunda bulunan kimseye şeytan yaklaşabilir mi?” diye sordu.

“Tasavvuf yoluna yeni gelmiş bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, bir şeye öfkelendiği zaman şeytan ona yaklaşabilir. Şâyet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise, o kimsede öfkelenmek yerine, gayret hâsıl olur. Her ne zaman gayret etse, şeytan ondan kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki, Hakk’a yönelsin. Allahü teâlânın Kitâbına ve Resûlünün sünnetine sarılsın. Bu iki nûr arasında tasavvuf yolunda yürüsün.” buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, Allahü teâlânın indinde duâsı makbûl kimselerden idi. İnsanlar ve cinler duâsına kavuşmak için, uzak yerlerden gelirlerdi.

Bir gün Abdülhâlık Goncdüvânî’nin huzûruna uzak yerden bir misâfir, biraz sonra da yanlarına, güzel sûretli, temiz giyimli bir genç geldi. Abdülhâlık hazretlerinden duâ isteyip hemen ayrıldı. Misâfir; “Efendim! Bu gelen genç kimdi acaba? Gelmesi ile gitmesi bir oldu.” dedi. O da; “Bizi ziyârete gelip duâ isteyen bir melek idi.” buyurdu. Misâfir hayret etti ve; “Efendim! Son nefeste îmân selâmeti ile gidebilmemiz için bize de duâ buyurur musunuz?” diye niyâzda bulundu. Bunun üzerine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri:

“Her kim farzları eda ettikten sonra duâ ederse, duâsı kabûl olur. Sen, farz olan ibâdeti yaptıktan sonra duâ ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için duânın kabûl olmasına vesîle olur.” buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin âhiret âlemine göç etmesi yaklaşmıştı. Kendisine bağlı talebelerinin terbiyesini Ahmed Sıddık, Evliyâ Kebir, Şeyh Süleymân Germinî ve Ârif-i Rivegerî adlarındaki dört büyük halîfesine bıraktı. Onlara nasîhatlerde bulundu. 1180 (H.575) yılında Goncdüvân’da vefât etti. Goncdüvânî hazretleri bugün Nakşibendiliğin prensipleri diye bilinen on bir temel düstûru da ortaya koydu. Bu prensiplerin esası “kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi oradan çıkarıp atmak ve onu dâimâ Allahü teâlâ ile meşgûl hâle getirmek”tir. Vefâtından sonra da kerâmetleri görülmüştür.

Şöyle ki: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin vefât etmesinin üzerinden 332 sene geçmişti. 1512 (H.918) yılında Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîler yüz bin kişilik tâlimli asker ile Ceyhun Nehrini geçerek Mâverâünnehr vilâyetlerine hücûm ettiler. Çok kan döküp büyük tahrîbât yaptılar. Oradan Buhârâ’ya yöneldiler. Pekçok kaleyi zaptettiler. Girdikleri yerlerde Ehl-i sünnet âlimlerinin kabirlerini ve türbelerini yıkıp hakâret yapıyorlardı. Nihâyet Goncdüvân kalesini de abluka altına aldılar. Niyetleri burada bulunan ve Ehl-i sünnet müslümanlarının ziyâretgâhı olan Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin kabirlerini yakmak idi. Ancak şehre karşı hücuma geçtikleri sırada kaleden çıkan beş bin Özbek askerinin etrafında bulunup kendilerine saldıran beyaz atlı beyaz elbiseli ve yeşil sarıklı askerleri gördüler. Başlarında heybetli ve nûrânî, mübârek bir zât elinde iki ağızlı kılıç ile Safevîleri işâret edip hücûma geçtiklerinde ekin tarlasına giren orakçılar gibi düşmanları biçmeye başladılar. Ehl-i sünnet düşmanları kısa sürede bozguna uğrayıp geri dönmemek üzere kaçtılar.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin daha vefâtından evvel söylediği:

Dosta mübârekim ve düşmana musîbetim
Cenkte demir gibi ve sulhta mum gibiyim

Nûr çeşmesinin başı Goncdüvân, menzilimizdir
Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum

şeklindeki sözleri de onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerâmetiydi.

Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Özbekistan Evliyaları