Emir Ahmed Buhari

İstanbul – Fatih

Hayatı

Buharada tahminen 1443 yılında doğan Emir Ahmed Buhari hazretleri, Peygamber Efendimizin soyandan gelmesi sebebiyle Emir ve Seyyid sıfatlarıyla anıldığı gibi Buharalı oluşu nedeniyle Buhari nisbesiyle de tanınmaktadır, ilköğrenimini babası Muhammed’in yanında tamamladıktan sonra ilim tahsilinde ilerlemek amacıyla başta Semerkant olmak üzere bölgenin tanınmış ilim merkezlerine seyahatlerde bulundu. Nakşibendiyye silsilesinin on ikinci sırasında yer alan Mahmud Encirfağnevînin neslinden oluşu dikkate alındığında tasavvuf kültürüne aşina bir aileden geldiği görülmektedir.

Tasavvufa Yönelişi

Gençlik döneminde tasavvufa ilgisi artınca Semerkanta giderek dönemin meşhur Nakşi şeyhi Ubeydullah Ahrar’a (ö. 1490) intisap etti. Bir taraftan tasavvufi terbiyesini tamamlıyor, diğer taraftan farklı coğrafyalardan dergaha gelen derviş ve şeyhlerle tanışma imkanı buluyordu. O dönemde Anadoludan Semerkanta gelerek şeyhine bağlanan Molla Abdullah İlahî ile tanıştı. Emir Buharî, şeyhinin kendisine, gerek peygamberimizin soyundan gelmesi gerekse Encîrfağnevî’nin torunu olması hasebiyle göstermiş olduğu ikram ve saygıdan mahcup oluyor ve manevi terbiyesinde bunu bir perde olarak görüyordu. Bir gün dayanamayarak sebebini sorduğunda şeyhi “Size nasıl teveccüh ve ikramda bulunmayalım ki, sizi her gördüğümde iki ulu şahsın yüceliğini müşahede etmekteyim. Birincisi Hz. Peygamberin neslinden oluşunuz, diğeri ise Hace Mahmud’un dedeniz oluşudur” diye cevap verdi.

Anadolu’ya Gelişi

Molla Abdullah ilahi bir yıl sonra tasavvufi terbiyesini tamamlayıp hilafet aldığında Emir Ahmed, hem ilmî yeterliliğinden hem de manevi yapısından etkilendiği bu zatla birlikte Anadolu ya gitmek için şeyhinden izin istedi. Ubeydullah Ahrar’ın izin vermesi üzerine bütün malını ailesine bırakarak Abdullah İlahî ile birlikte Kütahyaya gitti. Şeyh İlahi, memleketi olan Simava yerleşince ona intisap etti ve yanında seyr ü sülükunu tamamlamaya çalıştı. Emir Ahmed Buharî, Nakşibendi tarikatına bağlılığını şu sözlerle dile getirmiştir:

Tarîk-i Hakk’ın alası tarîk-i Nakşibendîdir
Tarîk-i Nakşibendînin reisi Mir Efendi’dir
Müsellem cümle illerde onun yolu ve halidir
Kalan tesiri dillerde onun nush u pendidir
Şu denli zahir ü batın olubdur Hocanın nakdi
Görenler bir nazar onu diyeler kim o kendidir
Aceb ahü-yı vahşidir gönül kimseye sayd olmaz
Şikar eden hemen onu senin cezbin kemendidir
Demidir şimdiden geri nazar kılsan Buhari’ye
Ki ol biçare olgandan tapunun derdmendidir

Hac Yolculuğu

Emir Ahmed, Hac mevsimi yaklaştığında şeyhinden Hicaz bölgesine gitmek için izin istedi. Şeyhi kendisine on akçe yol harçlığı verdi ve ahırda bulunan bineklerden istediğini almasını söyledi. Akşam namazını şeyhiyle kıldıktan sonra dervişlerin sofrasından bir ekmek alarak koynuna koydu. Beraberinde bir Mushaf, bir Mesnevî ve şeyhinin verdikleriyle yola çıktı. Yolcuğu esnasında Mushafı çaldırmış, Mesnevîyi de bir kişinin ısrarı üzerine 200 akçeye hediye etmişti. Kudüse uğrayarak burada bir müddet kalan Emir Ahmed, ikamet amacıyla Mescid-i Aksanın yanındaki odalardan birine yerleşti. Bu süre zarfında vakıf imkanlarından faydalanmayı kabul etmedi ve kimseden sadaka almadan geçimini kitap istinsahı ile sağlamayı tercih etti. Maddi imkanlarının tükendiği bir sırada Cenab-ı Hakkın kendisine nasıl yardım ettiğini şu sözlerle anlatmaktadır:

“Kudüs’te bulunduğum zamanlarda mescidin imamı bizi sevdiği için Kudüs medreselerinden bir oda verdi, orada kaldım. “Medrese görevlisi bize iki ekmek getirir ve odanın tayini olduğunu söylerdi. Ben vakıf ekmeği yemeyi kabul etmedim ve ihtiyacının olmadığını söyledim. Bunun üzerine “Al da başkasına ver, çünkü zengindir diye seni bu odadan atarlar” deyince ekmeleri alıp yine ona verirdim. Daha sonra hatırımdan, yazı yazma gibi bir işim olsa da ondan günde bir akçe alıp geçimimi temin etsem düşüncesi geçti. Bu esnada bir Arap odadan içeri girerek her kağıdına bir akçe karşılığında bir kitabı yazmamı istedi, kabul ettim. Kalem, divit ve kağıt getirdi. Orada olduğum müddetçe günde bir kâğıt yazıp aldığım bir akçeyi nafaka edinerek kimseden sadaka almadan zenginler gibi geçindim.

Kudüs’teki ikametinin ardından Mekkeye giden Emir Ahmed, burada kaldığı dönemde çetin bir riyazet ve mücahede yolunu benimsedi. Mekke’de iken her gün yedi kere tavaf ve yedi kere say yapmaya kendi kendine söz verdi. Böylece haftada kırk dokuz tavaf ve bir o kadar say etmiş oldu. Geceleri Harem-i şerife karşı gah ayakta durduğunu gah oturarak ibadet ettiğini ve bir an bile yatıp uyumadığını söyler.

Simav’a Dönüş

Bir yıl sonra Abdullah İlahi hacca giden tüccarlarla haber göndererek Emir Buhari’yi Simav’a çağırdı. Şeyhinin davetini alır almaz Anadolu ya döndü ve uzun bir müddet Simav da kaldı. Bu dönemde tekkedeki işlerin yanı sıra imamlık görevini de üstlenen Emir Buharî, o günlerde yaşadıklarını şöyle dile getirmektedir:

“Hz. Şeyh ile Simav’da olduğumuz zamanlar beş vakit namazda bize imamlık görevini vermişlerdi. Şeyhin bir merkep ve katırı vardı. Güneş doğduktan sonra her gün onları sürüp öğle vaktine değin dağdan odun getirirdim. Öğle namazını kıldıktan sonra sürülecek varsa çift sürer, orak vaktinde orak biçerdim. Diğer zamanlarda da sırtımda çalı-çırpı götürür, şeyhin bağ ve bahçesinin duvarına bend ederdim. İkindi namazını kıldıktan sonra ise hazretin huzuruna varırdım. Geceleri uyumadığımdan odun kesmek için dağa gittiğim zaman kuşluk vaktinde davarları otlamaları için bir müddet salıverir ve o sırada bir ağaca yaslanır uyurdum”

Yaklaşık altı yıl boyunca bu görevini canla başla sürdürmüş ve şeyhinin ifadesiyle, bu süre zarfında geceleri hiç uyumayarak yatsı namazı için aldığı abdest ile sabah namazını kıldırmıştır. Bu sırada Fatih Sultan Mehmet, Abdullah İlahi’nin adını duymuş ve onu İstanbul’a davet etmişti. Ancak İstanbul’a gitmekte tereddüt gösteren Şeyh ilahi, müridi Ahmed Buharî’nin Anadolu’daki diğer şeyhleri ziyaret etme isteğini öğrenince, İstanbul’dan gelen davetleri göz önünde bulundurarak gitmesine izin verdi. Ayrıca ondan İstanbul’un dini ve tasavvufi durumunu kendisine bildirmesini de istedi.

İstanbul Yolunda

İstanbula ulaşan Emir Ahmed, ilk olarak daha önce adını duymuş olduğu Zeyniyye meşayıhından Şeyh Vefanın (ö. 1491) tekkesine misafir oldu:

“İstanbul’a gittim, gurbet eli. Ne ben kimseyi tanıyorum ne de kimse beni. Şeyh Vefa hazretlerinin makamını sordum ve camilerine vardım. Bir köşede ikindi namazının sünnetini kıldım.

Şeyh Vefa, mihrap içindeki kapıyı açarak geldi ve imamlık yaptı. Namazdan sonra dervişlerle meşgul oldu. Ben de bir yere oturup uzaktan şeyhe bakıyordum. Başımı kaldırıp şeyhin tarafına her baktığımda şeyh de başlarını kaldırıp bana bakardı. Evrad tamam olunca musafaha yapmak niyetiyle yerimden kalktım. Şeyh de yerlerinden kalkıp bana doğru geldi ve beni bağrına bastı. Bir müddet hiç konuşmadan sessizce oturdum. Dervişlere, “Kendileri misafirimizdir, ona iyi bakınız” deyip gitti. Üç gün orada kaldıktan sonra şeyhten izin alıp ayrıldım.” İstanbul’daki ziyaretlerinin sonucunda şeyhine, şehirdeki sosyal karmaşayı ima eden bir mektup yazarak,

Burada gönlü rahat olan o kimsedir ki
Yarin eteğine yapışmış ve bir köşeye çekilmiştir

anlamındaki şiiriyle Simav’da kalmasını tavsiye etti. Sonrasında Abdullah ilahînin İstanbul’a gelmesi üzerine Emir Buharî, şeyhi ile birlikte irşad görevini sürdürdü. Ancak İstanbul’un karmaşasından sıkılan Şeyh İlahî, Vardar Yenicesine giderken yerine Emir Buhar’yi halife olarak bıraktı.

Kurduğu Tekkeler

Bir Nakşi şeyhi olarak önceleri Fatih Camii civarındaki evinde müritlerinin tasavvufi terbiyesi ile ilgilenen Emir Buharî, zamanla burasi yeterli olmayınca Sultan II. Bayezid’in desteği ile aynı semtte bir mescid ve tekke inşa etti. Bunu 1512 de Ayvansaray da kurulan ikinci bir tekke izledi. Bu açıdan bakıldığında Emir Ahmed Buharî, Nakşibendiliğin İstanbul da yayılmasını sağlayan sufî olarak tasavvuf tarihi kayıtlarına girmiştir.

Vefatı

Temmuz 1516 yılında, yetmiş üç yaşında, kuşluk vaktinden evvel vefat eden Emir Buharînin cenaze namazı, Zenbilli Ali Efendi tarafından kalabalık bir cemaat eşliğinde kıldırıldı ve Fatih’teki tekkesinin bahçesine defnolundu. Vefatından önce bütün müritleri ve sevenleriyle helalleşerek veda eden Emir Buharî, onları zühd ve takva üzere yaşamaları ve istikametten ayrılmamaları konusunda uyardı. Halifelerinden Mahmud, şeyhinin vefatı ile ilgili şu olayı kaydetmektedir:

“Efendi hazretleri vefat edince mübarek bedenlerini bir çadır içinde yıkamıştık. Bir derviş su döküyordu, bir derviş de mendille devamlı benim terimi siliyordu. Hayadan tere boğulmuştum. O esnada yaşayan bir kişi gibi üç defa gözlerini açıp baktılar. Kabre indirip toprağa koyduğum zaman hemen kendileri kıbleden yana sağ taraflarına döndüler. Olaya şahid olan hafızlar gayr-ı ihtiyari salavat getirmeye başladılar.”

Yine Mahmud Çelebi anlatıyor:

“Mübarek mezarlarının yanında bir defne ağacı vardı, ağacın kesilmemesini, mana aleminde dört defa vasiyet etmişlerdi. Bu vasiyete bakıp galiba kabrinin üzeri örtülmesin demek istiyor diye düşündüm. Zamanla dostlar, kabrinin üzerini örtmek ve türbe yapmak istediklerinde ağacın kesilmesi gerekti. Bana danıştılar, zahiren izin vermedim ama ben gittikten sonra bildiginiz gibi yapın dedim. Gittikten sonra o ağacı kesmişler, etrafını duvar yapıp üzerini örtmüşler. Mübarek kabirleri rıhtım üzerinde ve taştan idi. Defne ağacı yeniden çıkıp büyümüştü. Taptaze ve yemyeşil uzayıp gidiyordu”

Emir Ahmed Buharînin diğer tarikat şeyhleri tarafından da sevildiği ve itibar gördüğü anlaşılmaktadır. Nitekim o dönemde yaygın tarikatlardan biri olan Halvetiyye’nin önemli şeyhlerinden ve aynı zamanda ulemadan olan Kasım Çelebi (ö. 1518), şeyhin vefat ettiği gece ay tutulanca “Hay Emir Buharî hazretleri vefat etti” diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir.

Emir Buharînin vefatına binaen, müritlerinden Bursa Kaplıca Medresesi müderrisi Hızır Bey Çelebi, aşağıdaki manzumeyi söylemiştir:

Müşkil imiş firkati şeyhin be-gayet ah şeyh
Kande gitti bilmezin ol mazharullah şeyh
Bu firak ve hasrete, bu hicre ve bu hakte
Gönlüme dedim ki de tarih, dedi vah şeyh

Halifelerinden Lamiî Çelebi de Emir Buharînin vefatı üzerine bir manzume söylemiş ve bu manzumenin tarih içeren şu son beyti, aynı zamanda türbenin de kitabesi olarak hakkedilmiştir:

Can dimağın çünkü bu sevda buharı kapladı
Dil dedi tarih Ey Seyyid Buhahî ah vah

HALİFELERİ

Nakşibendîlik, Emir Ahmed Buharî’nin sohbet ve irşat halkasında yetişen birçok halifesi sayesinde başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde yayılma imkanı bulmuştur. Halifeleri arasında özellikle Mahmud Çelebi, Hekim Çelebi, Piri Halife Hamidi ve Lamiî Çelebi ön plana çıkmıştır.

1. Mahmut Celebi

Aslen Amasyalı olan Mahmut Çelebi, zahirî ilimleri tamamlamasının ardından tasavvufa yöneldi ve bir müddet Abdullah ilahînin sohbetlerinden istifade ettiyse de şeyhinin vefatının ardından Emir Buharîye intisap ederek tasavvufî terbiyesini onun yanında tamamladı. Aynı zamanda şeyhin kızı Fatma Hanımla evlenerek damadı oldu. Emir Ahmed Buharî’nin vefatından sonra da baş halife olarak Fatih’teki tekkede yerine geçti ve burada yaklaşık on altı yıl irşad vazifesini sürdürdü.

Öte yandan Edirnekapıda yaptırdığı tekkenin de meşihatini üstlendi. Tekkesinde Mesnevi okuttuğu ve anlaşılmayan yerlerin tasavvufi izahlarını yaptığı nakledilir.

Mahmud Çelebi, 1532 yılındaki vefatı üzerine Şeyhülislam İbn Kemal tarafından Fatih Camii’nde kıldırılan cenaze namazının ardından Edirnekapı’daki dergaha defnolunmuştur. Ulema çevresinden yetiştirdiği alimler arasında Gelibolulu Muslihuddin Mustafa Sururî ve Bursada kurduğu tekke ile Nakşîliği yaymaya çalışan Müşemmilzade Mehmet Efendi bulunmaktadır.

2. Hekim Çelebi

Emir Ahmed Buhari’nin yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden biri de Hekim Çelebi diye bilinen Şeyh Mehmet b. Seyyid Ahmed’tir. Bir süre medrese tahsili gördükten sonra tasavvufa olan meyli sebebiyle Emir Ahmed Buharî’ye intisap ederek onun gözetiminde seyr ü sülükunu tamamladı, İzmitli olan Şeyh Mehmet Efendiye tıp ilmindeki maharetinden dolayı “Hekim Çelebi”, hikmet ilmine vukufiyeti sebebiyle de “Hakim Çelebi” denildiği belirtilir.

Şeyhinin vefatından sonra ilk zamanlarda tekke kurmayarak bazen İstanbul, bazen de Bursa da zahidane bir şekilde hayatını sürdürdü ve bu dönem zarfında birkaç defa hacca gitti. Müritlerinden Damat Rüstem Paşanın ısrarı üzerine Koska semtinde kendi adına kurulan tekkede 1567 yılındaki vefatına kadar irşat görevine devam etti.

3. Piri Halife Hamidi

Emir Ahmed Buharînin Nakşibendîliği yaymak için Anadolu’ya gönderdiği halifelerindendir. Şeyhinden hilafet aldıktan sonra Ispartaya yerleşerek vaktinin çoğunu halkı irşat etmek için harcadı. Keramet sahibi zat olarak tanınan Pîrî Halife’nin akıl hastalarını da tedavi ettiği bilinmektedir. Halkın yanı sıra devlet adamlarının da uğrak yeri olan tekkesi, bölgede şöhret buldu. Damat Rüstem Paşa Kanunînin gazabına uğradığında Isparta’ya giderek şeyhin himmetine sığınmış ve kendisine akıl vermesini istemiştir.

Piri Halife, halkın istifadesi için yaptırdığı çeşmelerden başka evine yakın bir yerde bir mescitle bir de mektep inşa etmiştir.

4. Lamiî Celebi

16. yüzyılın önemli mutasavvıf ve güçlü ediplerindendir. Bursalı olan Lamii Çelebinin asıl adı Mahmud’dur. Babasi II. Bayezid’in defterdarlarından Osman Çelebi, dedesi Nakkaşlığın Anadolu’da yayılmasında emeği geçen ve Yeşil Türbenin nakışlarını yapan Nakkaş Ali b. Ilyas Alidir.

Gençliğinde zahirî ilimleri tamamlayan Lamiî Çelebi, Emir Ahmed Buharînin gözetiminde tasavvufî terbiyesini tamamladı, icazet aldıktan sonra da Bursa’ya gelerek dedesinin bina ettiği Nakkaş Ali zaviyesine yerleşti. Adı geçen tekkede irşad faaliyetlerini sürdürürken ayrıca Gülşeni şeyhi İlhamî Efendi vasıtasıyla Gülşeniyye Tarikatı’na intisap ettiği kaydedilmektedir.

Nazım ve nesir olarak telif ve tercüme ettiği sayısı otuza ulaşan eserleri sayesinde başta tasavvuf muhitleri olmak üzere ilmiye ve sanat ortamında da haklı ve kalıcı bir yer edinen Lamii Çelebi ye asıl şöhret kazandıran, hiç şüphe yok ki Caminin Nefehatul-üns isimli eserini Türkçeye tercüme etmesidir. Bu sebeple Anadolu’nun Camîsi (Camî-i Rum) lakabıyla meşhur oldu. 938/1531 yılında vefat etmiş ve hizmet ettiği tekkenin hazîresine defnedilmiştir.

Kaynak ; İstanbulda Buharalı Bir Derviş – Emir Ahmed Buhari , Prof. Dr. Abdurrezzak Tek , Diyanet İşleri Bakanlığı

Abdulehad Nuri Sivasi

İstanbul – Eyüp – Nişanca’daki Sivasi dergahında.

Abdulehad Nuri Sivasi Hazretleri Halveti şeyhlerindendir. Fazl ü irfan ile tanınmış bir velidir. Sivas’ta doğdu, İlk tahsilini orada yaptığı sırada hocası, mürşidi ve dayısı Şeyh Abdülmecid Sivasî ile İstanbul’a geldi, tahsilini burada ikmal etti. Zahiri ve ledün ilimlerinden icazet aldıktan sonra Midilli’ye giderek bir müddet orada irşad ile meşgul oldu. 1624’de tekrar İstanbul’a döndü, Mehmed Ağa dergahına şeyh tayin edildi. Fazl ü irfanı dillere destan oldu. Fatih, Beyazıd, Ayasofya camileri vaizliğine tayin edildi. İrşad, vaaz ve eser te’lifi ile meşgul iken 1651 senesinde 48 yaşında Hak’kın rahmetine kavuştu. Kabri Eyüp Nişanca caddesindeki Sivasi Dergahında Abdülmecid Sivasi hazretlerinin kabrinin yanındadır

Eserleri: Riyazü’l-Ezkar, İnkazu’l-TaIibîn, Mır’atü’l-Vücüd, Mirtatü’ş-Şühüd, gibi 28 tanedir.

Bir gazelinde:

Enfüs ü afakı rü’yetle kemale arif ol
Marifettir çünkü mahlukatı peydadan garaz.

Nuri ya! Hiç gayri matlub kalmadı aşıklara
Hak cemalidir hemîn cennat-ı ukbadan garaz.

buyurur.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
İstanbul Evliyaları ve Fetih şehidleri ; Şevket Gürel
[/toggle]

 

Şeyh Abdulmecit Sivasi

İstanbul – Eyüp – Nişanca’daki Sivasi dergahında.

Halveti şeyhlerinin önde gelenlerinden olan Abdülmecid Sivasi Hazretleri, keşif ve kerameti zahir evliyadandır. Künyeleri «Ebu’l Hayr», lakabları ise ”Mecduddi” olup ”Sivasi Efendi” adıyla tanmmışlardır. Babaları Şeyh Muharrem Efendidir. Mahlası ”Şeyhi”dir.

1563 yılında Zile’de doğmuş, küçük yaşta Kur’an okumaya başlayarak yedi yaşında iken hafızlığını tamamlamıştır. Arabçayı babasından tahsil etti. Sonra amcası Şemseddin Sivasî’den fıkıh, hadîs, tefsir gibi yüksek ilimleri öğrendi. Otuz yaşına kadar bu ilimlerle uğraştıktan sonra tevhid ilmi ile de meşgul olmaya başlamış ve tasavvuf ilimlerde de parmakla gösterilmiştir. Şemseddin Sivasi Hazretlerinin icazetiyle Arabî, Farisî, Türkî güzel eserler yazmıştır. Bir kelimeyi tedkik ve tahkik eylediği zaman lügat erbabı parmak ısırırlardı. Bütün eserlerinin elliye ulaştığı rivayet olunur.

Şeyh Receb Efendi: «Amcazadem Abdülmecid Efendi, zat, sıfat, ilim, fazl, hal, zevk, keşf, keramet, şeriat, tarikat, marifet ve hakikat itibariyle hepimizin üstündedir» demiştir.

Zahiri ilimlerde mükemmel, batıni ilimlerde de yükseldikten sonra şeyhinin izniyle Merzifon’a giderek bir süre dervişlerin terbiyesiyle ve 1597 yılında Şemseddin Sivasi’nin vefatı üzerine Sivas’a gelerek şeyhinin dergahında irşad vazifesine başlamıştır.

III. Sultan Mehmed Han’ın daveti üzerine İstanbul’a giderek Ayasofya Cami-i şerifinde halkı aydınlatmak için vaaz ve nasihatlarda bulunmuş, hadîs, tefsir okutmuştur. Bir müddet Şehzade Camiin de vaaz verdikten sonra Sultanahmed Camii’nin yapımının tamamlanması üzerine 1617 yılında adı geçen caminin cuma vaizliğine tayin olunmuştur. Aynı zamanda Sultanahmed Camii’nin temel şeyhi olmuştur.

Sultan Ahmed, Aziz Mahmud Hüdaî Hazretlerine bir hediye göndermiş, o yüce zat bu hediyeyi kabul buyurmamış, aynı hediyeyi Abdülmecid Sivasî Hazretlerine göndermiş.’ o kabul” etmiştir. “Şeyh Sivası Hazretlerine sormuş: «Sana gönderdiğim hediyeyi Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerine gönderdim kabul etmediler»’ deyince Sivasî şu cevabı sermiş: «Padişahım Aziz Mahmud Hüdaî bir Anka’dır, iaşe tenezzül etmez

Sultan Ahmed Aziz Mahmud Hüdaî ile karşılaşınca: «Senin kabul etmediğin hediyemi Abdülmecid Sivasî kabul etti» demiş. Aziz Mahmud Hazretleri de: «Padişahım o bir denizdir. Denize düşen bir damla çirkef denizi kirletmez» diye çok nazik bir edeb dersi vermişlerdir. Güzellik elbise ile değil, hakikî güzellik ilim ve edebdir.

Hazret-i Şeyh 1639 yılında 72 yaşında olduğu halde vefat ederek Eyüp, Nişanca Mahallesinde Sultan Murad tarafından kendisine verilmiş olan dergaha defnedilmiştir. Ölümüne, Nuri Efendi tarafından şu beyit tarih düşürülmüştür:

Gam etmiş aklı çak, tarihini dedi bu hak,
Bin kırk dokuzda aldı pak, Sivasi uçmakda mekan.

Ömrünün büyük bir kısmını büyük şehirlerde vaaz ve nasihatla geçiren Abdulmecid Sivasi Hazretlerinden kaynaklar, faziletli ve bilgili bir kişi olarak söz etmektedirler. Halveti tarikatının önde gelenlerinden olan bu yüce veli değerli bir çok halife yetiştirmiştir. Devrinde gördüğü haksızlıklara kalemiyle, vaazlarıyla cevap vermis, doğru söylemekten hiç bir zaman çekinmemiştir.

Abdülmecid Sivasî Hazretleri:”Kendinden büyüğüne hizmet, küçüğüne şefkat, düşmanına hilm ve af, dostuna nasihat, fakire ihsan , cahiller mescidinde sükut, alimler yanında edebe riayet akıllı olan için kafi nasihattr. İhsan, ikram kötü dili keser, ikbal sarholuğu, şarab sarhoşluğundan fenadır. Gece gündüz gibi iki yüzlü olma” buyurmuşlardır.

Abdülmecid Sivasi Hazretlerinin 20 kadar eseri bulunmaktadır. Bunlardan ”Mevlid-i Nebî, Menakıb-ı Çihar-ı yar-ı Güzin, Menakıb-ı İmam-ı A’zam… başlıcalarındandır.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
İstanbul Evliyaları ve Fetih şehidleri ; Şevket Gürel
[/toggle]

Taptuk Emre

Ankara – Nallıhan – Emrem Sultan köyü.

Anadolu’nun manevi mimarlarından ve Yunus Emre’nin şeyhidir. Türbesi, Nallıhan ilçesine bağlı  Ermemsultan Köyündedir. Hayatı ve kimliği hakkında tarihi kaynaklarda bilgi olmayıp, menkıbevi şahsiyeti yazılı ve sözlü kültürümüzde kabül görmüştür. Tabduk Emre, Cengiz istilası üzerine Buhara tarafından Anadolu’ya gelmiş Sinan Efendi, yahut Sinan Ata adlı Orta Asyalı bir Türk şeyhi tarafından irşad edildiği hakkındaki görüş Anadolu dervişleri arasında kabül görmüştür.

Menkıbevi hayatında ismi Emre’dir. Sakarya ırmağı kenarında bir köye yerleşmiş bir “Anadolu (Rum) eri”, ermişidir. Günümüzdeki Ermemsultan köyü olarak bilinen köyde kurduğu dergahta irşad faaliyetlerini sürdürmüştür. Hacı Bektaş-ı Veli de Horasan bölgesinden Anadolu’ya gelmiş ve irşada başlamıştır. Sakarya boylarında bulunan erenler Hünkar’ın gelişi duymuşlar ve ziyaret etmek için bir araya gelmişler, Emre’nin de kendileriyle gelmesi için davet etmişler. Bunun üzerine Emre gelemiyeceğini söyler. Erenler sebebini sorunca, Emre şu cevabı verir:
“Erenlere Dost divanında nasib verildiğinde, Hacı Bektaş Hünkar adlı bir kimseyi görmedik, işitmedik.” Erenler topluluğu Hünkar’ı ziyarete varınca, Emre’nin bu sözünü Hacı Bektaş-ı Veli’ye söylerler. Hünkar müridi Sarı ismail’i, Emre’ye gönderir ve dergahına davet eder. Davete ica­bet eden Emre’ye Hünkar şu suali sorar:
“Dost meclisinde erenlere nasib veren erin nişanı nasıldı?” Bu suale Emre şu cevabı verir:
“Yeşil perde ardından biri çıkıp, cümle erenlere nasip dağıttı. Avuç içinde güzel, nurani, yeşil bir ben vardı.” Hacı Bektaş sorar: “O eli görsen tanırmısın?” Emre: “Evet” cevabını verir.
Bunun üzerine Hünkar elini açıp, avucunu gösterir. Hacı Bektaş’ın avucundaki yeşil beni gören Emre:
“Tapduk, Hünkarım, Tabduk.” diye üç defa tekrar eder. Hemen ayağa kalkar ve kapının eşiğine yüz sürer. Özür diler ve tacını Hünkar’ın önüne koyar. Hacı Bektaş Emre’nin özrünü kabul eder, tacını giydirir, dua eder. Bu olaydan sonra “Tabduk Emre” olarak anılır. Hünkar’la sohbet edip, Sakarya kıyılarında bulunan derğahına geri döner.

Hacı Bektaşi Veli’nin irşad gücü ve kerametleri Anadolu’da duyulur. Her taraftan mürid olmak için dergahına akınlar başlar ve muhipleri çoğalır. Halk arasında ve menkıbelerde Yunus Emre’nin, Tabduk Emre ile tanışması şöyle anlatılır:
Yunus isminde, çiftçilikle geçinen, çok fakir bir adam vardır. Bir sene kıtlık olur. Daha da fakirleşen Yunus, bir çok kerametle­rini duyduğu Hacı Bektaş-ı, Veli’den yardım almak için ziyaretine gider. Hacı Bektaş-ı Veli’ye dağdan topladığı bir miktar alıçı (yabani elma) hediye götürür. Suluca Karahöyük’te (Hacıbektaş kazası) bulunan dergaha gelir ve Pirin ayağına yüz sürer, hediye­sini verir ve müşkilini şöyle anlatır:
“Ben fakir bir kimseyim, bu yıl ekinimden ürün alamadım, siz­ den bir miktar buğday almaya geldim.” Hacı Bektaş “kabül” der ve birkaç gün misafir kalmasını söyler. Yunus ise köyüne dönmek için acele eder. Dervişler Pir’e Yunus’un acelesini anlatırlar. O da:
“Sorun bakalım ne ister, buğday mı, yoksa erenler himmeti mi?”
Dervişler Yunus’a şeyhin arzusunu ilettiler. Yunus ise düşünmeden “buğday isterim” der. Bu cevabı öğrenen Hünkar:
“Getirdiği her alıç adedince himmet edelim, kendisine söyle­yin.” Yunus bu söze şu cevabı verir:
“Nefes (himmet) karın doyurmaz, evladı iyalim var, bana buğday gerek.” Bu sözü Hünkar’a arz ederler. Hünkar’da:
“Her ahçının çekirdeği karşılığında on nefes verelim.” Yunus isteğinde ısrarlı olup, cevabını tekrarlar:
“Nefes (himmet) istemiyorum. Çocuklarım var, evladı iyalim var, bana buğday gerek.” Bu sözü üzerine Hünkar istediği kadar buğday verilmesini emreder. Buğdayı Yunus’un öküzüne yük­ lerler ve uğurlarlar. Yunus köyün çıkışına varınca ayıkır. Kendi kendine şöyle söyleşir: “Hünkar bana himmet (nefes) vermek istedi. Ben ise buğday istedim. Halbuki buğday yenince biter, nefes ise öyle değil. Hünkar’ın himmetini reddederek ona karşı edep hatası da yaptım” der ve geri dergaha döner. Hünkar’ın dervişlerine yaptığı hatayı anlatır ve:
“Hünkar’a arzedinde buğdayı geri alsın, bana himmet (nefes) ver­sin” der. Durumu Hünkar’a arzederler, Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli:
“Biz Yunus’un anahtarını Tabduk Emre’ye verdik. Gitsin nasi­ bini ondan alsın” cevabını verir. Yunus Emre büyük bir nedamet­ le dergahtan ayrılır. Tabduk Emre’nin dergahına gelir, başından geçenleri şeyhe anlatır. Tabduk Emre de:
“Safa geldin, halin bizce malumdur. Hizmet et, emek ver, nasibini al” der. Yunus Emre, Tabduk Emre’nin dergahında kırk yıl hizmet eder.

Yunus şiirlerinde Tabduk Emre’yi onaltı yerde zikreder.
Taptuk ‘un tapusunda kul olduk kapusuna
Yunus miskin çiğidi bişdi elhamdülillah

Doğum tarihi tam olarak bilinmemekle beraber, kendisinin Selçuklu Devletinin son zamanları ile Ertuğrul ve Osman Gazi dönemlerinde yaşamış olduğu sanılmaktadır. Yunus Emre ekseri görüşe göre 1320’li yıllarda vefat etttiğine göre,  şeyhi Tabduk Emre’nin de 1200’lü yıllarda  yaşadığı tahmin edilebilir. Menkıbelerde Tapduk Emre ile Hacı Bektaş Veli aynı tarihlerde yaşadığı gösterilir. Tabduk Emre nin irşad metodu ile ilgili bilgileri ve tasavvufi terbiye esaslarını en büyük eseri olan Yunus Emre’de görmekteyiz. Hanefi mezhebi esaslarına ve sunni akidelere bağlı, Horasan melametiliğini benimsemiş olduğu, Yunus Emre’nin şiirlerindeki dile getirdiği tasavvufi düşünceden anlaşılmaktadır.

Türbe-i Şerifi
Türbe, Emremsulan Köyü girişinin sağında hafif meyilli bir arazi içerisinde bulunan mezarlık içerisinde yer alır. Köyün mezarlık sahası olarak belirlenen özel mülkiyetteki ve koruma altındaki bir arazidedir. Kare planlı ve kubbelidir. Duvarları içerden 6 x 6 metre boyutunda ve 1.6 metre kalınlığındadır. Sarıyar Barajı‟nın yapımı sırasında 1954-1958 yıllarında Etibank tarafından türbe olarak onarılırken kubbeyi korumak ve akıntıyı önlemek amacıyla kubbenin üzerine kiremit kaplı şemsiye külah şeklinde, dışa taşkın saçaklı bir çatı yapılmıştır. Türbeye doğu yönünden, oldukça sade ve basık kemerli alçak bir kapıdan girilir. Orijinal ahşap kapı kanatları türbeden çıkarılmıştır ve köydeki yeni camide saklanmaktadır. Basık kemerli, kapı girişinin üstünde devşirme bir antik mermer üstüne oyulmuş dört satırlık kitabesi mevcuttur.
Güney duvarında 1.5 metre yüksekliğinde 67 cm genişliğindeki dikdörtgen pencere tek açıklıktır. Taşıyıcı duvarlar moloz taştan inşa edilmiş olup, kubbe ve pandantifler ise tuğla örgüdür. Kare planlı türbede ayrı bir mezar odası bulunmadığından cenazeler doğrudan ziyaret (mescit) kısmına gömülmüştür. İçeride altı sanduka yer almaktadır. Ortada 3.7 metre uzunluğunda ve 72 cm genişliğinde Tapduk Emre‟nin sandukası vardır. Tabduk Emre‟nin eşi ve dört çocuğuna ait olduğu sanılan beş sanduka daha bulunur. Türbenin 20 metre batısında ise Tabduk Emre‟nin hatiplerinin türbesi vardır.

Hacı Bayram Veli

Hacı Bayram Veli Hazretlerinin Türbesi ; Ankara – Hacı bayram Veli camii yanındadır.

Bayramîlik yolunun kurucusu , büyük arif ve veli Hacı Bayram-ı Velî, 1352 yılında Ankara’nın Solfasol köyünde doğdu. Asıl adı Numan, babasının adı Koyunluca Ahmed’dir. ‘Bayram‘ ismini, Somuncu Baba’ya intisabı bir kurban bayramı gününe rastgeldiği için şeyhi kendisine vermiştir.

Hacı Bayram Veli, dinî ilimlerde tahsilini tamamladıktan sonra. Kara Medrese diye bilinen Melike Hatun Medresesi’nde müderris oldu. Burada talim ve tedrisle meşgulken, Kayseri’de tasavvuf yolunu neşreden Hamidüddin Aksarayî’nin (Somuncu Baba) davetine uyarak tasavvuf yoluna intisap etti ve müderrisliği bıraktı. Rivayete göre Somuncu Baba, müridi Şeyh Suca Karamanî’ye: “Ankara’da Kara Medrese’de Numan adlı bir kimse vardır. Var onu davet eyle, yanıma gelsin” diye gönderir. Şeyh Suca Ankara’ya varır. Hacı Bayram’ı medresesinde ders verirken bulur. Şeyhinin davetini iletir. Hacı Bayram bir teslimiyetle “Davete icabet lazımdır” diyerek medresesini bırakıp Kayseri’ve varır. Genellikle müridler mürşidlerini arar ve bulmak için büyük zahmetler çekerken. HacıBayram Veli’nin bir mazhariyeti de, mürşidinin onu bulup davet etmesidir.

Somuncu Baba’nın nezaretinde seyr ü sülükünü tamamlayan ve velayet basamaklarında ilerleyen Hacı Bayram, mürşidinden, o nereye giderse onun yanında beraber gelmek istediğini söylemiş, o da bunu kabul etmiştir. Bundan dolayı mürşidi Bursa’ya gittiğinde Hacı Bayram da yanında gitmiş, Bursa’dan ayrıldıktan sonra onunla beraber hacca gitti. Hac vazîfelerini yaptıktan sonra Aksaray’a geldiler. Orada hocasının 1412 (H. 815) senesinde; “Halîfem, vekîlim sensin.” emri üzerine, bu ağır vazîfeyi üzerine aldı. Aynı sene hocası vefât edince, defn işleriyle meşgûl olup, cenâze namazını kıldırdı. Aksaray’da vazîfesini bitirdikten sonra Ankara’ya döndü. Ankara’da dînin emir ve yasaklarını insanlara anlatmaya, onlara doğru yolu göstermeye, yetiştirmeye başladı. Her gün pekçok kimse huzûruna gelir, hasta kalplerine şifâ bularak giderlerdi. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya, akın akın gelmeye başladılar. Kısa zamanda ismi her tarafta duyuldu.

O dönemde Ankara ve genel olarak Osmanlı devleti siyasî, sosyal, ahlakî ve dinî bir kargaşalık yaşıyor; Timur istilası, Yıldırım Han’ın oğullarının taht kavgası, Şeyh Bedreddin olayı, sosyal çözülme ve bunun neticesi olarak sefahat ve ahlakî bozukluklar, devleti ciddi biçimde tehdit ediyordu. Böyle bir dönemde müderrisliği bırakıp tasavvuf yoluyla halkı irşada başlayan Hacı Bayram, Anadolu’nun ortasında bir sevgi ve kardeşlik mektebi kurdu, toplumun tekrar birleşmesinde büyük bir manevî rolü oldu. Halved ve Nakşbendî öğretilerini birleştiren yeni bir tasavvuf ekolü talim etmeye ve Anadolu’nun manevî ıslahını gerçekleştirmeye girişti. Onun tasavvuf ekolü, kendisinden sonra Bayramîlik diye anılacaktır.

Hacı Bayram-ı Veli’ye , Anadolu’nun her yanından ona mürid olmak üzere gelenler arasında Esrefoğlu Rumî, Akbıyık, Göynüklü Uzun Selahaddin, Yazıcızade Mehmed ve kardeşi Ahmed Bîcan, Germiyanlı Şeyhî, Molla Zeyrek, Akşemseddin, Dede Ömer Sikkinî de vardı. Halifeleri arasinda Akşemseddin’den başka Bayramî-Melamîliğin pîri olan Dede Ömer Sikkinî ile Celvetîliğin Bayramiyye’ye bağlanmasını sağlayan, Hz. Üftade’nin şeyhi Hızır Dede de vardır. Böylelikle Hacı Bayram, Osmanlı maneviyat tarihinde merkezî bir konumda bulunmuş oluyordu.

Hacı Bayram Velî, Ankara’da inşa ettiği zaviyesinde ömrünün sonuna kadar bir yandan her zümredenHacı Bayram Veli doğduğu ev müridlerini terbiye ile meşgul olurken, diğer taraftan da müridlerine örnek olmak için gerekli miktarda dünya işleriyle meşgul oluyor, beraber üretip beraber paylaşmanın en güzel örneklerini vererek küçük ölçekli bir fazilet toplumu modeli ortaya koyuyordu. Yaşlılığına rağmen, zaviyesindeki dervişleri île kendi aile fertleri için burçak ekiyor, hasat zamanı gelince imece usulüyle dervişleriyle birlikte hasatı topluyordu. Müridlerine kimseye yük olmayıp ellerinin emeğiyle geçinmelerini öğütlemiş ve kendisi de bütün hayatı boyunca bu hususta örnek olmuştur.

Hacı Bayram-ı Velî, bu şekilde hem talebelerini yetiştiriyor, hem de belli saatlerde câmide insanlara vâz ve nasîhat ediyordu. Herkes Hacı Bayram-ı Velî’nin vâazlarına koşuyor, bâzı kerâmetlerini görünce, ona daha çok bağlanıyorlardı. Bu şekilde Hacı Bayram’ın etrafında pekçok kimsenin toplandığını gören bâzı hasetçiler, Pâdişâh İkinci Murâd Hana; “Sultânım! Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. Aleyhinizde bâzı sözler söyleyip saltanatınıza kasdedermiş. Bir isyân çıkarmasından korkarız!” diyerek iftirâlarda bulundular. Bunun üzerine sultan, durumun tetkik edilmesi için iki kişi vazifelendirip; “O kimseyi hemen gidip huzûrumuza getirin. Emrimize baş kaldırıp isyân ederse, zincire vurarak getirin!” emrini verdi.

Vazifeli çavuşlar, ellerinde pâdişâhın fermânı olduğu hâlde, Edirne’den kalkıp süratle Ankara’ya gittiler. Şehre yaklaştıklarında önlerine, yaşlı, nûr yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı. Selâmlaştıktan sonra ihtiyâr zât; “Evlâtlarım! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?” diye sorunca, onlar da; “Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, etrâfına adamlar toplayıp, Pâdişâhımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp pâdişâhın huzuruna götüreceğiz.” dediler. Çavuşların bu sözünü bekleyen ihtiyâr zât; “O aradığınız Hacı Bayram bu fakîrdir.” diyerek, kendisini gösterdi. Çavuşlar bir fermâna baktılar, bir de Hacı Bayram-ı Velî’ye. Aradıkları isyâncı bu olamazdı. Bu nûr yüzlü, hoş sözlü zât, hiç isyân edecek birine benzemiyordu. Hacı Bayram-ı Velî’ye tekrar tekrar dikkatle baktıktan sonra, birbirlerine; “Gidelim, Sultanımıza gidelim. Bu zâtın mâsûm olduğunu, söylenilenlerin yanlış olduğunu bildirelim.” dediler.

Hacı Bayram; “Evlatlar! Sizin geleceğinizi biliyorduk. Onun için yola çıkıp sizi bekledik. Pâdişâhımızın fermânı başımız üzerindedir. Haydi durmayınız, elimi zincirle bğlayınız ve bir an önce buradan gidelim.” buyurdu. Bu sözlere iyice hayret eden çavuşlar; “Sizi yanlış anlatmışlar efendim. Size karşı edepsizlik etmeye hayâ ederiz. Hele zincire vurmak hiç aklımızdan geçmez. Mâdem ki emrediyorsunuz, buyurunuz gidelim.” dediler.

Hacı Bayram ile yanındaki genç talebesi Akşemseddîn, çavuşlarla birliket Edirne’ye doğru yola koyuldular. Hacı Bayram-ı Velî, yol boyunca çavuşlarla sohbetler etti, onlar nasîhatlerde bulundu. Günler sonra  Edirne’ye geldiler. Sarayda Sultan İkinci Murâd Han, söylentilere göre devletin selâmetine kasdeden ve tahtına göz diken bir eşkıyâ beklerken, karşısında; nûr yüzlü, kâmil bir velî gördü. Hayretini saklamayarak, onu baş köşeye oturttu. Utancından bu büyük velînin yüzüne bakamadan; “Yolculuğunuz zahmetli oldu herhalde.” dedi. Hacı Bayram-ı Velî ise tebessümle; “İyi bir vesîle oldu. Birçok yerde ve buralarda epeyce mâneviyât âşıkları gördük ve tanıştık.” diyerek, pâdişâhı rahatlattı. Sohbete başladılar. Sultan Murâd, şehzâdeliğinden beri ilme pek meraklıydı ve büyük bir âlim olarak yetişmişti. Hacı Bayram-ı Velî konuştukça, ilminin yüksekliğini daha iyi anladı. Tâ Ankara’dan buraya kadar getirttiğine çok üzüldü, tanışmakla şereflendiği için de çok sevindi. Tasavvuftaki bâzı müşkillerini Hacı Bayram-ı Velî’ye sordu. Aldığı cevaplardan ziyâdesiyle memnun oldu. Pekçok ihsânda bulunup, hediyeler verdi. Fakat Hacı Bayram-ı Velî; “Sultânım! Bizim dünyâ malında gözümüz yoktur. Siz onları, ihtiyâcı olanlara veriniz.” diyerek nâzikçe reddetti. Pâdişhâh ısrar edince de; “Mutlaka ihsânda bulunmak istiyorsanız, talebelerimizin, devlete vereceği vergilerden muaf tutulmasını arzu ederiz.” dedi. Pâdişâh da memnuniyetle kabûl etti. Hacı Bayram-ı Velî’yi günlerce sarayda misâfir etti, izzet ve ikrâmda bulundu.

Başbaşa sohbet ettiği günlerden birinde; konu İstanbul’un fethine gelmişti. Murâd Han Gâzi; “Allahü teâlânın izniyle, evliyânın himmet ve bereketleriyle İstanbul’u almak istiyorum. Rahmetli dedem Yıldırım Bâyezîd Han bu işe girişti. Fakat bir netice elde edemedi. Devlet-i âl-i Osman’ın toraklarının ortasında bir Bizans Devletinin olmasına hiç gönlüm râzı değil. Sevgili Peygamberimizin de fethini müjdelediği bu İstanbul bize lâzım. Bunu almak için de himmetinizi, yardımınızı bekliyorum.” dedi. Murâd Han bu sözleri söylerken, Hacı Bayram-ı Velî derin bir tefekküre dalmış, onu dinliyordu. Sultanın sözü bittikten bir süre sonra şöyle konuştu: “Sultânım! Bu şehrin alınışını görmek ne size, ne de bize nasîb olacak. İstanbul’u almak, şu beşikte yatan Muhammed’e (Fâtih Sultan Mehmed Han) ve onun hocası, bizim Köse Akşemseddîn’e nasîb olsa gerektir.” müjdesini verdi. Sonra geleceğin Fâtih’ini kucağına aldı. Onun gözlerine bakarak, uzun uzun teveccühlerde bulundu. Sultan Murâd Han, bu müjdeye çok sevindi. Oğlu şehzâde Muhammed’e ve Akşemseddîn’e artık başka bir nazar ile bakmaya başladı.

Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne’de bulunduğu müddet içinde, câmilerde vâaz verip, halka nasîhatlerde bulundu. Edirneliler de onu çok sevdiler. Onun hangi câmide nasîhat edeceğini öğrenip, oraya akın akın giderlerdi. Pâdişâh da onun Edirne’de kalmasını istiyordu. Fakat Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya talebelerinin başına dönüp, onları yetiştirmeye devâm etmek istediğini bildirdi.

Pâdişâha nasîhatlerde bulunduktan ve onunla vedâlaştıktan sonra yola koyuldu. Önce Gelibolu’ya geldi. Orada Yazıcızâde Ahmed Bîcân ve Muhammed Bîcân kardeşlerle görüştü. Bir müddet onları yetiştirmek için orada kaldı. Onların Bayramiyye yoluna girerek, tasavvufta ilerlemelerine sebeb oldu. Muhammed Efendi, yazdığı Muhammediyye’yi hocası Hacı Bayram-ı Velî’ye takdim ettiğinde; “Ey Muhammed! Bu kitabı yazacağına, kalbinin nûrlanması için çalışsan, nefsini terbiye etmek için uğraşıp onu yola getirseydin daha iyi olmaz mıydı?” buyurduğunda, Muhammed Bîcân bir “Âhh!” çekti ki, o anda kitabın açık olan sahifeleri “Âhh” ateşinden kararıp simsiyah oldu. Hacı Bayram-ı Velî, kısa zamanda bu iki kardeşe icâzet, diploma vererek, insanları hak yola dâvet ve bu yolda ilerletmekle görevlendirdi.

Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya Sultan Murâd Hanın verdiği fermânla geldi. Fermanda, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgûl olmaları için, onların vergi ve askerlikten muâf tutulduğu bildiriliyordu. Bunu duyan pekçok kişi, vergi ve askerlikten kurtulmak için Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söylemeye başladı. Bunlar o kadar çoğaldı ki, Ankara’nın mâlî ve askerî düzeni bozuldu. Sonunda Sultan, Hacı Bayram-ı Velî’den talebelerinin bir listesini istemek zorunda kaldı.

Hacı Bayram-ı Velî de, Ankara’nın Kanlıgöl mevkiinde bir çadır kurdu ve; “Bize intisâb edenler, talebe olanlar burada toplansın.” diye ilân etti. Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söyleyen herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hacı Bayram-ı Velî; “Dervişlerim, müridlerim! Bana intisâb eden talebelerimi bugün burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını bana feda eden, çadıra girsin.” buyurdu. Bütün talebeleri bir korku aldı. Bir uğultu yükseldi. Vergiden kaçmaki çin talebe görünenler; “Bu ne biçim mürşit; bu nasıl müritlik.” diye söylenip duruyorlardı. Hacı Bayram-ı Velî de, eline keskin bir bıçak ile çadırın kapısında beklemeye başladı. Bu sırada topluluktan, bir erkek ile bir kadın kalabalığı yararak doğruca çadırın içine girdiler. Arkalarından Hacı Bayram-ı Velî de girdi. Daha önceden çadıra koyduğu koyunu içeride hemen kesti. Kırmızı bir kan, çadırdan dışarı çıktı. Kanı gören herkes hemen kaçtı. Meydanda kimse kalmadı. Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram-ı Velî; “Anladık ki, bu kadar talebemiz varmış. Bunlardan başka herkes, vergi vermek ve asrelik yapmak sûretiyle, devlete olan borcunu ödemelidir.” buyurdu.

Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak için uğraştı. Talebelerine ve sohbete gelen herkese, Allahü teâlânın emirlerini bildirip, yasaklarından kaçınmanın şart olduğunu anlattı. Hayâtı, hep verâ ve takvâ üzere, haramlardan şiddetle kaçıp, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını terk etmekle geçti.

Onun vefâtından sonra “Bayramiyye yolu”nu, talebelerinden Akşemseddîn ve Bıçakçı Ömer Efendi devâm ettirdiler.

Türbelerin kapatılma kararı çıktıktan sonra, her yere olduğu gibi Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin türbesine de kilit vurulmuştu. Fakat sabahleyin türbenin önünden geçenler kilidi kırılmış, kapıyı da ardına kadar açık gördüler. Olayın birkaç defâ tekerrür etmesi üzerine ilgililerden biri; “Böyle şey olmaz, bu kapıyı elbette bir açan var.” demiş. Sonra bunun için iki polis vazifelendirmiş ve; “Sabaha kadar bekleyin, gözetleyin. Şu kapıyı kim açıyorsa, hemen yakalayın.” iye de emir vermişti.

Polisler aldıkları bu emir gereğince, hazret-i Şeyh’in türbesi önünde sabah ezânı okununcaya kadar beklemişler. Sabah vakti âniden kilidin çıkardığı “Çat” sesi ile irkilmişler. İşte o zaman açılan kapıdan Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tebessüm ederek kendilerine baktığını görmüşler. Türbeyi bekleyen polislerden biri şaşkınlıktan düşüp bayılırken, diğerinin dili tutulmuş. Bu olaydan sonra bir daha hiç kimse kapıda nöbet tutmaya cesâret edememiştir.

Kaynak
Ankara Erenleri I – II , Abdülkerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir Yayınları
Tarık Velioğlu , Osmanlı’nın Manevi Sultanları , Ufuk Yayınları
Türkiye Gazetesi , Orta Anadolu Evliyaları , cilt 1
Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012
İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun

Taceddin Veli (k.s.)

Taceddin Veli hazretlerinin Türbesi ; Ankara -Ankara – Hamamönü semtindeki , Şeyh Taceddin camii yanında

Şeyh Taceddin hazretleri, on yedinci yüzyılın başlarında Ankara’da yaşamış ünlü mutasavvıflardandır. Bursa’dan Ankara’ya göç ettiği ve burada dergah kurup , Bayramiye- Celvetiye yolununun irşadı ile meşgul olduğu bilinmektedir. Hayatı hakkında fazla bir malumat yoktur. Babas adına Taceddin Camii’ni ilk yaptıran oğlu Şeyh Mustafa Efendi’dir.

Osmanlı döneminde Ankara şehir merkezinde iki mahallede oturanlar vergiden muaf sayılırlardı. Birincisi Hacı Bayram-ı Veli mahallesi, ikincisi ise Taceddin-i Velî (Tekke Ahmed) Mahallesi sakinleri. Bu iki gönül sultanının “yüzü suyu hürmetine“, bu mahalle sakinleri özel istisnalara sahiptiler.

1522-1925 yılları arasinda Taceddin-i Velî hazretlerinin türbesinin ve dergahının bulunduğu mahalleye “Tekke Ahmed” mahallesi denilmiştir. Günümüzde bu mahalleye Sümer ismi verilmiştir. Hamamönü semtinde bulunan Taceddin Camii’nin bitişiğindeki türbesinin giriş kapışı üzerinde, yaldızlı bir tuğra ve kitabe vardır. Tuğra ikinci Abdülhamid Han-a’aittir. Kitabede şu
Tac-dare tac-daran hazret-i Sultan Hamid
Yaptı bu Dergah-ı Taceddini tahsine seza
Söyledi Cahid kulu lafzen tamam tarihi
Bin üçyüz ondokuzda oldu bu cami bina
Hulusi

Sultanlar sultanı hazreti Sultan Hamid bu Taceddin Dergahı’nı kale gibi sağlam yaptı, Cahid tarihini 1319 (1901) olarak söyledi.

Bu kitabeden caminin, türbenin ve dergah’ın İkinci Abdülhamid Han tarafından 1901 yılında yeniden inşa edildiğini öğreniyoruz. Hacı Bayram-ı Velî’nin halifelerinden birisi de Akbıyık Meczub Sultan olarak tanınan, Akbıyık Ahmed Şemseddin Efendi’dir. Şeyhin halifesi ise Hızır Dede’dir. Bursa’da ikamet eden Hızır Dede “Bayramî”liğin bir kolu olan “Celvetiye” şubesini kurmuş ve yerine Üftade (Muhammed Muhyiddin) hazretlerini irşada yetkili kılmıştır.

Bu kol Aziz Mahmud Hüdai ile devam etmiştir. Celvetiyye kaynaklarında Taceddin-i Veli’nin ismine ve Ankara Celveti dergahına ait bir bilgiye rastlamadık. Üftade hazretleri 1580 yılında Bursa’da vefat ettiğine göre, Şeyh Taceddin-i Veli onun veya Aziz Mahmud Hüdai’nin halifelerindendir.

Şeyh Taceddin-i Veli hazretlerinin Ankara Hamamönü semtinde bulunan türbesinde, oğlu Taceddin Mustafa Efendi’nin kabri de vardır. Taceddin Dergahı’nın son şeyhi Mustafa Taceddin Efendi’dir. 1937 yilinda vefat etmiştir.

Taceddin Velî Dergahı’nın. Türkiye tarihinde önemli bir yeri vardır. Bu yapı Cumhuriyet’in ilk yıllarında birçok olaylara tanıklık etmiştir. Milli şairimiz merhum Mehmed Akif Ersoy, Ankara’da kaldığı müddet zarfında burada ikamet etmiş, İstiklal Marşı’nı bu kutsal mekanda yazmıştır. Mehmed Akif Ersoy, 25 Aralık 1920’de Burdur Milletvekili olarak Ankara’da, Türkiye Büyük Millet Meclisi çalışmalarına katılır ve dergah evinde kalır. Meclis çalışmaları yanında da bu mekanda özel sohbetlerde bulunur. Mehmet Akif şu mısraları ile bu manevî mekanda zuhur eden ilahî hazzı anlatır:
Şafaklar ferş-i rahın, fecr-i sadıklar çerağındır;
Hilalim, göklerin kalbinde yer tutmuş, otağındır;
Ezanlar nevbetindir: inletir eb ‘adı haşyetten;
Cihanındır alemler, kubbeler, inmiş meşiyyetten;
Cemaatler kölendir. Kabe’ler haclen. Gel ey Leyla
Gel ey candan yakın canan ki gaiplerdedsin, hala!’


Kaynaklar ;

Ankara Erenleri , Abdükerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir Belediyesi yayınları
Manevi Mimarlarıyla Ankara , Abdülkerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir belediyesi yayınları
n

Sultan’ul Ulema Bahaeddin Veled (k.s.)

Konya – Hazreti Mevlana Türbesinde – Hazreti Mevlananın hemen yanında

Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled hazretleri, Mevlana Celaled­din-i Rumi’nin babasıdır. 545 veya 546 Hicri yılında Belh şehri’nde doğmuştur. Babasının adı Hüseyin, dedesininki ise Ahmet Hatibi’dir. Kendisi ulema bir aileye mensuptur. Babasından ve zamanın büyüklerinden ilim tahsil etmiş ve Belh’te büyük bir şöhrete sahip olmuştur. Belh halkının ve Harizmşah’ın çekememeleri üzerine bunlara kızarak 614/ 1217 yılı civarında Belh’ten ayrılmıştır. Seyahatı sırasında oğlu Celaleddin ile birlikte Nişabur’da meşhur İran Şairleri’nden Feridüddin-i Attar ile buluşmuş, Attar, Celaleddan’e ‘‘Esrar­ name” isimli eserini hediye etmiştir.

Sultanü’l-Ulema, yoluna devamla Bağdat’a uğramış orada halife ile görüştükten sonra Hicaz’a giderek Hac farizasını yerine getirmiştir. Hac dönüşü Şam yolu ile Anadolu ‘ya geçerek Malatya üzerinden, Erzincan’a gelmiş ve Erzincan Akşehir’inde dört yıl kaldıktan sonra Larende (Karaman)’ye gitmiş, yedi sene kadar burada kaldıktan sonra 626/1229 yılında Sultan Alaeddin’in isteği üzerine Konya’ya gelmiş ve orada 628/1231 yılında vefat etmiştir.

Belh Şehri hükümdarı Alaeddin Muhammed Harizm­ şah’la araları açılan Bahaeddin Veled, Belh’ten çıktıktan sonra Bağdat’a vardığında Selçuk Sultanı Alaeddin Keykubat tarafından Bağdat’a gönderilen kimselerle tanışmıştır. Bunlar Konya’ya döndüklerinde Sultanü’l-Ulema’nın büyüklüğünden bahsediyorlardı. Bu sebeble Alaeddin Keykubat, Sultanü’l-Ulema’nın Konya’ya gelmesi için yolunu bekliyordu. Alaeddin Keykubat, Sultanü’l-Ulema’nın vefatında yedi gün yas tutmuş sarayından dışarıya çıkmamıştır.

Sultanü’l-Ulema lakabı ile anılmasının sebebi: Seyyid Burhaneddin Tirmizi Hz.lerinden rivayet edilmiştir ki:
Bahaeddin Veled’i çekemeyenlerden üçyüz alim ve müftü, Belh Şehri’nde bir gece rüyalarında Kainatın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’i görmüşler. Peygamber (s.a.v.) yeşil bir çadıra oturmuş, Bahaeddin Veled de O’nun huzurunda idi. Peygamber (s.a.v.), Bahaeddin Veled ‘e iltifatlarda bulunuyor, kucaklıyor ve orada bulununlara: ”O’na Sultanü’l-Ulema lakabını verdim” diyordu. Bu rüyayı gören cemaat uyanınca her biri ayrı ayrı Bahaeddin Veled’e doğru yöneldi. Yolda birbirleriyle karşılaşanlar, dün geceki rüyadan bahsediyorlar, hayret ve şaşkınlık içinde kalıyorlardı. Sultanü’l-Ulema uzaktan bu topluluğu görünce: ”Peygamber (s.a.v.) dervişlerin halini bildirmeden sizde gerçek bilgi hasıl olmadır” dedi. O cemaat, Sultanü’l Ulema’dan özür dileyerek O’na karşı olmaktan vazgeçip müridi oldular. Bu rüyadan sonra, verdiği fetvalar altına, isminin yerine bunu Sultanü’l-Ulema yazdı” diye imza ederdi.

Yine Seyyid Burhaneddin Tirmizi Hz.lerinden nakledilmiştir. ki: “Şeyhim Bahaeddin Veled, ulu arkadaşlar arasında her zaman: ”Benim Hüdavendigar’ım (Mevlana Celaleddin) ulu bir nesildendir. Asil bir padişahdır. O’nun velayeti de asaletinden geliyor. Çünkü O’nun büyük annesi Şemsü’Il Eimme Serahsi’nin kızıdır” derdi. Şemsü’l-Eimme’nin Şerif olduğunu söylerler. Anne tarafından da nesebi, Müminlerin Emiri Aliyyü’l-Murtaza’ya ulaşır. Benim annem de Belh Hükümdarı Harizmşah ‘ı kızıdır. Dedem Ahmed Hatibi’nin annesi ise Belh Hükümdarı İbrahim Edhem’in kızıdır. Bu nesebi bildirmekten maksad, O’nun gözüken nesebini övmektir. Ta ki şecereciler (soy kütüğü yazanlar) ve bilgisiz münazara edenlere, onların büyük baba ve dedelerinin böyle bir dünya ve ahiret padişahları neslinden ve temiz unsurdan süzülüp gelmiş oldukları malum olsun. Peygamber (s.a.v.)’in: ‘‘ırk dessastır” sözü mucibince onların temiz olan bu ırkına itibar etsinler ve O’nu layık olduğu derecede yüceltsinler. Mevlana Celaleddin Mesnevi de:

”Ulu padişahlardan süzülüp gelen bu neseb, O’nun görünen nesebi olmuştur. O hazretin özü, hakikatte nesebden uzak ve pakdır. O, balıktan ta Simak Yıldızı’na kadar kimsenin cinsinden değildir. Adem’e kadar ulaşan O’nun bütün geçmişleri aşk meclisinin ve savaşının en büyükleri idiler”demiştir.

Sultanü’l-Ulema’nın üç cüz üzerine tertip edilmiş ” el-Maarifü’l-Veledi fi Esrari’l-Ehadi” isimli Farsça, tasavvufla ilgili bir eseri İran Maarif Vekaleti tarafından bastırılmıştır. Ayrıca ‘‘el­ Esrarü’r-Ruhiyye” ve “Meşrıku’ş Şemseyn fi’t-Tasavvufi ve’l Ahlak” isimli iki eseri daha vardır.

Kaynak ; Kayseri İlmiye Tarihinde Meşhur Mutasavvıflar , Ali Rıza Karabulut , Seyyid Burhaneddin Vakfı

Abdurrahim Mısri (k.s.)

Abdurrahim Mısri 1

Afyon Merkez’de Mısri camii içerisindeki Türbesinde

Afyonkarahisar’ın köklü ve zengin bir ailesine mensup olan Abdürrahim Karahisari, alim ve fazıl bir zat olan itibarlı Mevlana Alaeddin Mısri’nin oğludur. Babası bazı kaynaklara göre Mısır’da tahsil yaptığı, bazı kaynaklara göre ise, 13. asır başlarında Mısır’dan Anadolu’ya göç eden bir Türk ailesine mensup olduğu için Mısri lakabıyla anılmaktadır. Abdürrahim Mısri de ; bu sebeble önemli şahsiyetlerden, alim ve ediplerden bahseden eserlerde Mısırlıoğlu Abdurrahim Çelebi, Mısri oğlu, Mısırlızade diye isimlendirilmiştir. Bunların dışında Afyonkarahisarlı oluşu sebebiyle bazı eserlerde Abdurrahim Karahisari diye anılırken, Evliya Çelebi ondan ‘Abdurrahim Sultan’ diye söz eder.

Karahisari’nin, Mustafa Çelebi Muslihuddin adında bir ağabeyi ve Hacı Bula adında bir kız kardeşi vardır. Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmese de 15. asrın ilk yarısında doğduğu ve vakfiyesini yazdırdığı 1483 tarihi ile Muğlalı Şahidi’nin Afyon’u ziyaret ettiği 1494 tarihi arasında vefat ettiği tahmin edilmektedir. Çünkü Şahidi Gülşen-i Esrar adlı eserinde Abdürrahim Karahisari’den bahsedildiğini ve onun ashabından biriyle görüştüğünü belirtmiş fakat kendisiyle görüştüğünü kaydetmemiştir. İlk medrese tahsilini Afyon’da babasından ve devrin ilim ve kültür merkezlerinden biri olan Afyon’un alim ve fazıl insanlarından görmüş olan Karahisari’nin doğumundan Akşemseddin ile tanışmasına kadar geçen hayatı hakkında elimizde kesin bir bilgi yoktur. Onun Akşemseddin’in yanına hangi yılda gittiği de tam olarak bilinmiyor, fakat bunun 1436 tarihinden önce olduğunu Lamii Çelebi’nin Nefahatü’l Üns adlı eserinden öğreniyoruz. Abdurrahim, Akşemseddin’e halifelik verildikten sonra ona ilk bağlananlardandır. 1436 yılında Akşemseddin ile birlikte Beypazarına gider. Burada sarraf Hüseyinoğlu Tennurcu İbrahim, İskilipli Attaroğlu Muslihuddin ve Hamzatü’ş-Şami ile tanışıp, arkadaş olur.

Bu tarihten sonra Karahisari uzun yıllar Akşemseddin’in yanında kalır. 1443 tarihinde şeyhi ile birlikte Edirne’dedir. II. Murad devri sadrazamlarından Halil Paşa’nın oğlu Süleyman Çelebi’nin hastalığı münasebetiyle geçen bir hadise bize bu konuda bilgi vermekte ve Karahisari’nin hayatına ışık tutmaktadır. Lamii Nefahatü’l Üns adlı eserinde bunu bize şöyle anlatır ‚”Mısırlıoğlu Şeyh Abdürrahim Hazretlerinden şöyle işitdüm. Dir ki:Halil Paşa’nın oğlu Süleyman Çelebi Edirne’de hasta olmuş. Halil Paşa Sultan Murad bin Mehmed Han’a vezir idi. Ve oğlu Süleyman Çelebi kadıasker idi ve bir oğlu İbrahim Paşa Edirne Kadısı idi. Akşeyh Hazretleri dahi Edirne’de bulundu. Halil Paşa merhum şeyhi davet eyledi.Mısırlıoğlu eydür: Şeyh Hazretleri beni bile alup vardı. Çün içeri girüp gördi ki, Süleyman Çelebi’nün etrafında padişahun tabibleri ilaca mübaşeretle havanlar dövülür. Şeyh Hazretleri tabiblerden sordu ki, nice maraza ilaç idersüz. Eyitdiler: Bunun marazı ol değüldür, biz hilafın teşhis etdük. İmdi ilacını siz buyurunuz deyu incinüp gitdiler. Mısırlıoğlu eydür: Şeyhün bu cüretinden mütehayyir oldum. Zira ne marizun yanına vardı ne ahvalin teftiş eyledü. Pes Şeyh Hazretleri heman devat ve kalem getirdüp falan falan edviyeyi getirsünler diye buyurdu. Getürdüler, ilac eyledü. Heman saat eser-i sıhhat zahir oldu. Taşra çıkıcak bana eyitdi:Tınmaya idüm bu kişiyi helak etdiler idi.Şeyhün tababet-i suri ve manevisinde hiç söz yokdur hatta dirler ki yürüdükleri yerlerde otlar ana söyleyip ben falan maraza devayım derler idi. Lokman-ı vakt idi hikmette.

II. Mehmed Han ordusuyla Konstantin şehrine yürürken Hak dostlarını da yanında görmeyi arzu ettiği için, İstanbul’un fethine Akşemseddin ve diğer şeyhler müridleriyle birlikte katıldılar. Abdurrahim Karahisari de Akşemseddin ile birlikte İstanbul fethine katılır, daha sonra da Akşemseddin ile birlikte İstanbul’dan ayrılır. Bu ayrılışı konusunda, şöyle bir rivayet vardır. İstanbul’un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmed, Akşemseddin’i ziyaret amacıyla çadırına gelir. Abdurrahim Karahisari, Akşemseddin’in isteği üzerine, şeyhinin içeride zikirle meşgul olduğunu söyleyerek Fatih’i içeri almaz. Bu duruma öfkelenen Fatih, ‚Fetihten sonra bu dervişi cezalandıralım‛, der. Fetihten sonra Abdurrahim’i Akşemseddin’e şikayet eder. Bunun üzerine Abdürrahim Akşemseddin’in himmetiyle Afyonkarahisar’a gönderilir. Fetihten kısa bir süre sonra İstanbul’dan ayrılmış olması, ayrıca Münyetü’l Ebrar ve Gunyetü’l Ahyar adlı eserinin ilk telifinden üç dört ay sonra İznik’te yazdığı ikinci nüshasına fethe ait kıtayı koymaması Karahisari’nin Fatih’e kırgın olduğunu düşündürüyor.

Onun Afyonkarahisar’a döndüğünde, 45-50 yaşlarında olduğu muhakkaktır. Akşemseddin’in yanında geçirdiği uzun yıllardan sonra memleketinde yazmış olduğu Vahdetname adlı eserinde rastladığımız ‚Ey oğul,Ey Püser hitapları, onun artık olgun bir yaşta olduğunu gösteriyor. Kendisine verilen icazetle Bayramiyye tarikatının halifesi olan Karahisari memleketine geldikten sonra ağabeyi Muslihuddin’in de yardımıyla büyük bir vakıf kurar. Bu arada daha sonra vezir olacak olan Kasım Paşa, Abdurrahim’e intisab eder ve kervansaray, mescid, Alaca Hamamı yaptırarak vakfeder. Gelirini ve müteveliliğini Abdurrahim Karahisari’ye verir. Daha sonra mescidini genişleterek cami haline getirir.

Karahisari muhtemelen önce Sarıkız Tepesi eteklerinde yer alan ve Şehreküstü olarak bilinen mahalle yerleşir. 1528’de on üç neferin bulunduğu Şehreküstü Mahallesinde deftere kayıtlı olmayan kırk nefer dervişin bulunduğunu ve bunların Şeyh Abdürrahim’in dervişleri olduğu bilinmektedir. Burada çok sayıda mülk evleri olan Şeyh Abdürrahim, bu evlerin bir kısmını bu dervişlere vakfeder.

Karahisari’nin Afyonkarahisar’a 1453’te gelişinden sonra şeyhi Akşemseddin’in vefatı üzerine 1459 tarihinde Göynük’e gittiğini çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz. Bu konuda Menakıb-ı Akşemseddin adlı eserinde şunları kaydediyor ‚”Akşemseddin’in vefatından bir saat sonra halifesi Şeyh Abdürrahim geldi. Şu kadar zaman tamam olmadın gelüp yetişmiş olaydım, ruh-ı şerifleri falan makama varmamış olaydı, yine dilek iderdüm döndürürdüm, el uhdetu ala’r-ravi.” Bu konu Gelibolulu Mustafa Ali’nin eserinde şöyle kaydedilmiştir ”Şeyh Abdurrahim, bundan sonra Akşemseddin hulefasından Mısrizade deyu meşhur olan azizdir. Afyonkarahisar’da doğup badehu azizin hizmetine geldiği ve envai mücahedattan sonra seccadeyi hilafete geçtiği ve tasavvufta behremend olup Vahdetname nam bir kitap telif eylediği izanı ol eserden malumdur. Mezburen müntakildir ki Akşemseddin vefat ettiğinde yabanda bulunup cenazesine can attı ve geldiğinden sonra ağlayıp nice günler teessüf ettiği…”

Abdurrahim Karahisari Vahdetname adlı eserinde de Akşemseddin’den şeyhi olarak söz etmekte ve Göynük’ten bahsetmektedir.

Abdurrahim Karahisari bu eserini yazdığı sıralarda Gedik Ahmed Paşa Medresesinde de müderrislik yapmaktadır. Halkın halledemediği meseleleri kendisine danıştığı, itibar ve itimat edilen bir kişidir. Zamanımıza kadar ulaşan bahçeleri sıra ile sulama yöntemi olan ‚dolama‛yı onun bulmuş olduğu anlatılır. Karahisari’nin birkaç defa evlendiği ve Niyaz adında bir kızının olduğu, kızını yakın arkadaşı ve müridi Kasım Paşanın oğlu Sofu Çelebi ile evlendirdiği biliniyor.

Karahisari’nin Afyonkarahisar’da bir çok arkadaşı ve dostu vardır. Bunlar, Kasım Paşa, Vahdetname’sini kendisine ithaf etmiş olduğu Şehit Mahmut Paşa, hem müridi hem de ölümünden sonra halifesi olan Ahmet Dede Balı, İmad bin Hacı Muhiddin, Abapuş Balı, Mimar Ayas, Demiryalayan, Şehreküstü Yasin Dede ve Sofu Çelebi’dir. Bunlardan başka, vakfiyesinde şahit olarak isimleri geçen Afyon’un tanınmış ve alim kişilerinden olan Mevlana Şeyh Nureddin bin Şeyh, Hamza Fakih bin Hasan Fakih, Mevlana Yakup bin Yusuf, Mevlana İdris bin İsmail isminde dostları da vardır.
Ömrünün son yıllarını, Gedik Ahmed Paşa tarafından Mimar Ayas Ağa’ya yaptırılan Taş Medresede müderrislik yaparak geçirmiş olan Karahisari, kendi yaptırdığı saraçlar içindeki mescidi ve Kasım Paşa’nın yaptırdığı Mısri Camii’nde Kur’an okunması için vakıfta bulunur.

Evliyâ Çelebi’nin, Seyahatnamesi’nde Afyonkarahisar camilerini sayarken ‚Abdurrahim Efendi Camii diye bahsettiği yapı eski Saraçlar Çarşısı diye anılan yerde idi. Cami 1635 yılında 1200 akçe ile tamir ettirilmiştir. Afyonkarahisar’da 1794’teki büyük zelzelede, İmaret Camii ile Abdurrahim Camii önemli ölçüde harap olmuştur. Karahisari ayrıca 159 adet kitabını ilim ehli kişilerin istifadesi için vakfetmiştir. Kasım Paşa tarafından yaptırılan Mısri Camii bitişiğindeki hangi tarihte yaptırıldığı bilinmeyen türbesinde medfundur.

Kasım Paşa Camii ve Mısri Türbesinin çevresi önceden mezarlık idi. Türbe altında da büyüklü küçüklü beş on mezar vardı. Üst kısımda olan sandukalardan büyük olanı Abdürrahim Mısri’ye, küçük olanı damadı ve halefi Kasım Paşa oğlu Kemaleddin (Sofu) Çelebi’ye aittir. Cami haziresinde ise Kasım Paşa’nın mezarı bulunmaktadır. Türbeye hem cami içerisinden hem de yan harimden geçilmektedir. Ölümünden sonra tüm vakfiyesine kızı Niyaz mütevelli olmuştur.

Abdürrahim Mısri hazretlerinin eserleri ;

1- Vahdetname ; Abdürrahim’in en önemli eseri, 1460’ta kaleme alınan ‘Vahdetname’ dir. Aşık Paşa’nın ‘Garipname’ si tarzında ahlaki ve tasavvufi mahiyette yazılan bu mesnevi 3030 beyitten ibaret olup bir nüshası Afyonkarahisar Gedik Ahmet Paşa Kütüphanesinde, bir nüshası da İstanbul Üniversitesi Kütüphanesindedir. Kimi nüshaların da kişilerde olduğu sanılmaktadır.
2- Münyetü’l Ebrar
3- Günyetü’l Ahyar
4- Tercüme-i Kaside-i Bürde
Eserlerin tamamı Türkçe’dir. ‘Münyetü’l Ebrar ve Günyetü’l Ahyar’ ın yazma bir nüshası İstanbul’da Molla Murat Kütüphanesinde, bir nüshası da Ali Emiri Kütüphanesinde kayıtlıdır. Ayrıca bir nüsha da Afyonkarahisar Gedik Ahmet Paşa Kütüphanesinde bulunmaktadır. Mısri Sultan’ın öteki eseri ‘Kaside-i Bürde’ nin bir nüshası İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesinde, bir nüshası da merhum Edip Ali Bakı Hoca’nın özel Kütüphanesindedir.
Son olarak, Abdürrahim Karahisari hakkında Edip Ali Bakı ve Ġsmail Hikmet Ertaylan’ın kitapları ile Hurşit Akbaş, Şaban Sözbilici, Sadi Gedik, Kamil Sarıtaş, Saim Kıstırak, Erol Topal ve Ayşe Gülay Keskin’in yüksek lisans ve doktora tezlerinin olduğunu ilave edelim.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]

Abdulhalim Durma , Afyon Evliyaları
Mehmet Gündoğan , Afyon Alim ve Evliyaları , Medrese kitabevi , 1999
H. Fikri Yazıcıoğlu , Afyon Evliyaları ve İlim Adamları , 1969
[/toggle]

Hüsameddin Bursevi (k.s.)

Hüsameddin Bursevi 4

Bursa – Yıldırım’daki Hüsameddin Tekke camiinde.

Hüsameddin Bursevi, Hacı Halil efendi’nin oğludur. Doğum tarihi bilinmemektedir. Medrese ilmini tamaladıktan sonra Ahizade Abdülhalim Efendi’ye intisap ederek bazı medreselerde müderrislik yaptı. Daha sonra tasavvuf yoluna meyletti, Semerkandi şeyhlerinden balıkesirli Alaeddin Efendi’nin oğluMehmed Çelebi Efendi’den tasavvuf terbiyesini tamamlayıp icazetname aldı ve irşadla görevlendirildi. Uludağ eteklerinde Temenna ismi ile meşhur Temenyerinde bir zaviye bina ederek , uzun yıllar ilim erbabına hizmette bulundu. Zaviye’nin önünde olan mescidi camiye çevirdi. Sonra zamanlarda uzlete çekilip ibadet ve taatle meşgul iken 1632 senesinde vefat etti. Şimdi ki Hüsameddin Tekke camiinin arkasındaki türbe-i şerifinde defnedildi.

Türbede şeyhin büyük bir sandukası ve sağında üç ve ayak ucunda beş olmak üzere 9 sanduka vardır. Hepsi kitabesizdir. Şeyhin vefatında Sultan Ahmed zaviyeyi yeniden inşa ettirdi ve yanındaki mescidi değiştirerek camiye çevirdi. Oğlu Abdürrahim Efendi kendisinden sonra şeyh oldu. Diğer oğlu Mustafa efendi , müderris ve 1625 de Halep Mollası olmuş 1626 da yılı sonlarında vefat emiştir. Karısı Hacı Hüdaverdi kızı, Raziye Hatun’dur. Damadı Muhyiddin efendi yerine şeyh olup oda 1673 de vefat etmiş ve Hüsameddin Efendi’nin yanına defnedilmiştir. Caminin batı tarafında şeyhin sekizinci halifesi Ali Buhari gömülüdür. Hüsameddin efendi’nin şeyhi Alaeddinzade Mehmed Efendi tekkeye vakıflar yapmış yüz seneye yakın ömür sürmüş ve 1569 vefat ederek oraya gömülmüştür.

Bursevi hazretleri eski tabirle velud olan sufi yazarlardandır. Tasavvuf başta olmak üzere değişik dallarda eserler vermiştir. en büyük eeri Mühimmatü’l Mü’minin‘dir. Eserlerinde en dikkat çekici husus menakıb kitaplarının çokluğudur. Altı tane menakıb kitabı vardır . Bunlardan biri Semerkandi Piri Ali Semerkandi hazretlerine diğer Ebu İshak Kazeruni’ye diğerleri ise Abdal Murad, baba Sultan, Emir Sultan ve Üftade hazretleri ile ilgilidir. Eserlerinin hiç biri ne yazık ki basılmamıştır.

Hüsameddin Bursevi hazretlerinin Eserleri
1- Menakıb-ı Hazreti Üftade
2- Divan-ı İlahiyat
3- Şerh-i Hadis-i Erbain
4- Menakıb-ı Şeyh Ali Semerkandi
5- Mir’atü’l Kainat
6- Dürerü’l Ehadis
7- Müntehabatü Tervihü’l Ervah
8- Müntehabatü Nüzhati’t Tasavvuf
9- Menakıb-ı Baba Sultan
10-Adaletname
11-Fezailü’s Süluk
12-Miftahü’l Muallakat
13-Zübdetü’l Menakıb ve Güzidetü’l Metalib
14-Fezailül Cihad
15-Mühimmatü’l Mü’minin fi Umuri’d Dünya ve Din
16-Menakıb-ı Adbal Murad
17-Menakıb-ı Şeyh Ebu İshak
18-Esrarül Arifin ve Seyrüt talibin
19-Mecmua Fin Nevadir.
20-Menakıb-ı emir Sultan ve Hulefaihi
[/toggle]

Hüsameddin Bursevi hazretlerinin Silsilesi ;
Müridi Muhammed B. Hızır’a verdiği icazetnameden tarikat silsilesini tespit etmek mümkündür.
1- Hz. Peygamber (s.a.v.)
2- Hz. Ali (r.a.)
3- Hz. Hasan Basri (k.v.)
4- Hz. Habib Acemi (k.s.)
5- Hz. Davud Tai (k.s.)
6- Hz. Maruf Kerhi (k.s.)
7- Hz. Seri Sakati (k.s.)
8- Hz. Cüneyd Bağdadi (k.s.)
9- Hz. Ebu Ali Ruzbari (k.s.)
10-Hz. said b. Selam Mağribi (k.s.)
11-Hz. Ebu Kasım Gürgani (k.s.)
12-Hz. Ebu Bekr Nessac (k.s.)
13-Hz. Ahmed Gazali (k.s.)
14-Hz. Abdulkahir Suhreverdi (k.s.)
15-Hz. Ammar b. Yasir (k.s.)
16-Hz. Ahmed b. Ömer (k.s.)
17-Hz. Şerefüddin Müeyyed (k.s.)
18-Hz. Ahmed b. Mahmud (k.s.)
19-Hz. Seyyid Fahreddin (k.s.)
20-Hz. Seyyid Yahya (k.s.)
21-Hz. Seyyid Ali Semerkandi (k.s.)
22-Hz. Seyyid Zeynül Abidin (k.s.)
23-Hz. Seyyid Bedrüddin Efendi (k.s.)
24-Hz. İsa Çelebi Efendi (k.s.)
25-Hz. Hayrüddin Efendi (k.s.)
26-Hz. Alaüddin Efendi (k.s.)
27-Hz. Mehmed Çelebi Efendi (k.s.)
28-Hz. Hüsameddin Bursevi (k.s.)

Bursevi, Mühimmat adlı eserinde; kendsinin emir Sultan ile Ahmed Rifai’ye ulaşan iki ayrı silsilesini daha verir.

Emir Sultan’a Bağlanan Silsile
İvaz Efendi
Hasan Efendi
Ali Çelebi Dede
Lütfullah Dede
Emir Sultan
Ahmed Rifai’ye bağlanan Silsile
Ali Mısri – Seyyid Muhammed Çelebi – Seyyid Süleyman
Seyyid Süleyman – Seyyid Yahya – Seyyid Yusuf
Seyyid Ali – Ebu’s Sita – Seyyid Zeyneddin
Seyyid Osman – İbrahim Azeb – Abdurrahim – Ahmed Rıfai

Temenye Dergahı
Bursa Şer’iyye Sicilllerindeki belgelerden anlaşıldığına göre Temenye dergahı ; Sultan Ahmed (1603-1617) tarafından Hüsameddin Bursevi hazretleri adına yaptırılmış ve Bursa’da çeşitli mahallerden 49 neferin cizyeleri dergaha gelir olarak bağlanmıştır. 1623 ‘de dersaadet’e bizzat başvuran Hüsameddin Efendi , Anadolu cizyesinden yıllık toplam 7200 akçenin dergah için toplanması konusunda berat çıkartmıştır.
Hüsameddin Bursevi tarafından düzenlenen vakfiyeden anlaşıldığına göre dergah; tevhidhane , üst katta bir oda , bir kütüphane, bir sofa, bir mutfak, bir banyo, bazı odalar , alt katta bir fırın , bazı binalar, ahır ve bahçeden ibarettir. Kütüphaneye bazı kitaplar vakfedilmiş ve bunun için de ayrıca bir vakfiye düzenlenmiştir.
Temenyeri’ndeki Hüsameddin Bursevi dergahı günümüze kadar ulaşan nadir dergahlardandır. Kurucu Şeyhten sonra hizmet veren Postnişinler şunlardır ;
Muhyiddin Efendi (1673) ( Hüsameddin Bursevi hazretlerinin damadıdır ve 40 yıl dergahın şeyhliğini yapmıştır. şeyhinin yanına defnedilmiştir.)
Abdürrahim Efendi ( Şeyh Muhyiddin Efendi’nin oğludur ve dergahın haziresine defnedilmiştir.)
Muhammed Efendi
Ömer Efendi
Abdülkadir Efendi
Abdülaziz Efendi (1764)
Mustafa Efendi (1806)
İbrahim efendi (1817)
Mehmed İzzeddin Efendi (1841)
İzzeddin Efendi (1904)
Ahmed Bahaeddin Efendi (1914)

 

Kaynaklar

Tarihi Bursa Mezar taşları I – Bursa Hazireleri , Hasan Basri Öcalan , Bursa Kültür a.ş. , 2011
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Mehmed Şemseddin , Bursa dergahları ( Yadigar-ı Şemsi) , Uludağ Yayınları
Mustafa Kara , Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler , Bursa Kültür A. Ş. yayınları
Gazzizade Seyyid Abdüllatif Efendi , Hulasatül Vefeyat , Bursa Kültür a.ş. yayınları
Hasan Basri Öcalan , Bursa’da Tasavvuf Kültürü , Gaye Kitabevi , 2000

Geyikli Baba (k.s.)

Bursa’nın Gürsu İlçesi Babasultan Köyünde

Bursa’nın fethine katılan, Orhan Gâzî devri Osmanlı evliyâsından. İran’da Hoy şehrinde doğdu. Şeyh Ebü’l-Vefâ’nın yolundan feyz aldı.
Baba İlyâs Horasânî’den ilim öğrendi. Keşiş dağı ormanlarındaki dergâhında kalıp, geyiklerle haşır-neşir olduğu için Geyikli Baba adı verildi. Gideceği yerlere bir geyiğe binmiş olarak giderdi Sultan Orhan Gâzî zamanında kerâmetleriyle meşhûr oldu. Geyik sırtında Bursa’nın fethine katıldı. Bursa’yı kuşatan ordunun önünde, elinde altmış okkalık bir kılıçla küffâra karşı harb etti. Orhan Gazi zamanında Uludağ’ın doğu eteklerinde, İnegöl yakınlarında vefât edip, oraya defnedildi. Orhan Gazi tarafından kabri üzerine türbe yaptırıldı. Sonradan yine Orhan Gazi tarafından türbe yanına bir câmi ve dergâh ilâve edildi Sevenleri, çevresinde bir köy meydana getirdiler. Kurdukları bu köye Baba Sultan köyü adını verdiler. Geyikli Baba külliyesi, 1369 (m. 1950)’den sonra yeniden restore edilip, ta’mir edildi.

Geyikli Baba, Keşiş dağındaki dergâhında kendi hâlinde yaşar, gelenlere dinini öğretir, şehre inmezdi. Orhan Gazi, Bursa’yı fethettikten sonra, Bursa’nın fethinde yardıma gelen evliyânın gönlünü almak, onların bereketli duâlarına kavuşmak için bir imâret yaptırdı. Onları Bursa’ya da’vet etti. Orhan Bey’e yakınları Geyikli Baba’dan da bahsettiler. “İnegöl civarındaki, Keşiş dağında birçok derviş yerleşmiş, içlerinden bir derviş onlardan ayrılır, ormana gider, geyiklerle arkadaşlık eder. Sizin dostlarınızdan Turgut Alp, onun da dostudur. Sık sık onun ziyâretine gider, beraber sohbet ederler” dediler.

Orhan Gazi de haber gönderip, onun kim ve neci olduğunu öğrenmek istedi. Bursa’ya da’vet etti. “Eğer gelmezse, ben varıp elini öpeyim” dedi. Geyikli Baba’yı arayıp buldular. Sultânın sözünü arzettiler. “Baba ilyâs mürîdiyim, Seyyid Ebü’l-Vefâ Bağdâdî tarîkatındanım” diye cevap verdi. Bursa’ya da’vet ettiler, rızâ göstermedi. “Sakın Orhan da gelmesin. Dervişler gönül ehli olurlar, gözetirler.

Öyle bir vakitte varırlar ki, vardıkları zamanda ettikleri duânın kabûl olmasını arzu ederler” buyurdu. “Bari Orhan Gâzî’ye duâ et!” dediklerinde; “Biz onu hatırımızdan çıkarmıyoruz. Her zaman devletine duâ ile meşgûlüz. Onun İslâmiyete hizmeti sebebiyle, sevgi ve muhabbeti kalbimizde taht kurmuştur” diye haber gönderdi.

Aradan zaman geçti. Geyikli Baba, dergâhının yanından bir ağaç dalı keserek omuzuna alıp yola revân oldu. Doğru Bursa hisarına vardı. Pâdişâh sarayına girip, avlu kapısının iç tarafına, getirdiği dalı dikmeye başladı. Sultan Orhan Gâzî’ye haber verdiler. “Bir derviş gelmiş, saray avlusuna ağaç diker” dediler. Sultan çıkıp hâli gördü. Bu dervişin Geyikli Baba olduğunu bildi. Ağacı dikince doğrulup, Orhan Gâzî’ye: “Bu hatıramız burada kaldığı müddetçe, dervişlerin duâsı senin ve neslinin üzerinedir. Senin neslin ve devletin bu ağaç gibi kök salacak, dalları çok uzaklara ulaşacak. Evlâtların dîn-i İslama çok hizmet edecekler” deyip; “Kökü sâbit, dalları ise göktedir” meâlindeki, İbrâhim sûresi 24. âyet-i kerîmesini okudu. Az sonra da geldiği gibi gitti. Diktiği ağaç ulu bir çınar oldu. O ağacın bugün bile mevcût olduğu, Bursa’da Üftâde’ye giden Kavaklı caddedeki çınar ağacı olduğu söylenmektedir.

Bir zaman sonra Orhan Gazi, Geyikli Baba’ya iâde-i ziyârette bulundu. Ona; “İnegöl ve çevresi senin tasarrufunda olsun” dedi. “Mülk ve mal cenâb-ı Haktandır, ehline verir, biz O’nun ehli değiliz. Mal, mülk ve sebeplere meyletmek, emîr ve sultanlara gerektir. Bizim gibi fukara kısmına, Allah adamlarına “yakışmaz” diye cevap verdi. Pâdişâh ısrar edince, kendisine hibe edilen yerlere bedel olarak, dergâhının çevresinden az bir miktarını dervişlere odunluk olarak kabûl edip, Sultanın gönlünü aldı. Orhan Gâzî de kabûl etti, râzı olup, çok duâlar aldı.

Taşköprüzâde merhum, “Şakâyık-ı Nu’mâniyye”sinde, Osmanlının gülbahçesinde yetişen, Nu’mân’ın (İmâm-ı a’zamın) bülbüllerini anlatırken, Geyikli Baba’dan da bahs eder ve kabrini ziyâretle şereflendiğini söyler. “Kabrini ziyâret ettim. Kabrin yakınında bir mezar daha gördüm. Türbedârdan bu mezarın kime âit olduğunu sordum. Germiyanoğullarından saltanat sahibi bir kimse iken saltanatı terk edip, Geyikli Baba’nın hizmetine giren ulu bir kimsenin mezarı oluduğunu söyledi” demekte ve zamanında Geyikli Baba’ya gösterilen i’tibârı ifâde etmektedir.

1) Âşık Paşazâde târihi (İstanbul: 1332) sh. 1962)
2) Şakâyık tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 31
3) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3943
4) Nefehât-ül-üns sh. 690

Fotoğraflarını bizimle paylaşan www.seyyahcelebi.com.tr sayfasından Allah razı olsun.