Bursa’da Tahtakale mahallesinde yer alan İnebey Caddesi ile gözede sokağının kesiştiği yerde
Adı Gözedeci Mehmed Efendi‘dir . Ravza-i evliya ve Gülizar-ı İrfan’da ;” Mezarı ihtiyar ve genç, ziyaret edenlerin Allah rızası için yaptıkları duaların kabul olduğu yer olup her ne husus için ruh-ı şeriflerinde istimdad etseler , elbette muradlarına kavuşup faydasını gördükleri tecrübe ile sabittir. ”denir.
Bir başka rivayete göre de ; Bu zatın ” Aşık Cemal ” adında birisi olduğu ve sevdiği uğruna fedakarlık gösterdiği söylenmektedir.
Kaynaklar;
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Bursa – Nalbantoğlu Mahallesinde Akbıyık caddesi üzerinde . İpekçioğlu sokağının tam karşısındadır.
Akbıyık Sultan Tekke ve Haziresi
Şimdiki türbesinin olduğu yerde dergahı ve mescidi vardır. Dergah bir müddet Bektaşilerin eline geçmiş, daha sonra terk edilerek ev olarak kullanılmıştır . Günümüzde ise Dergah Yok olmuş , türbe ve hazire ise kalmıştır. haziresinde ;
Mehmed Ağa Bin Ahmed
Hacı Hüseyin Kazım Efendi ( Akbaba ailesinde – müderris)
Hafız ahmed efendi
Seyyid Hacı Hafız İmadeddin Efendi ( Akbaba ailesinde – müderris)
Mehmed Emin Efendi
Edhem Efendi ( Kadı – Rufai )
ve on dort tanede isimsiz kabir taşı bulunmaktadır.[/toggle]
Akbıyık Sultan ; Meczub velilerden olup , II. Murat Ve Fatih Sultan Mehmet Han döneminde yaşamıştır. Asıl adı Abdullah , Muhyiddin veya Ahmed Şemseddin’dir. Babasının adı ; Hacıoğlu’dur. Doğum tarihi bilinmemektedir. Hacı Bayram Veli hz’nin sohbetlerine katıldı. Onun feyz ve bereketiyle kemale erdi. Onun huzurunda tevbe ve inabetle , mücahede ve riyazat edip kalblere şifa olan sözleri ile ileri derecelere ulaştı.
Akbıyık Sultan bir taraftan hocasının sohbeti ile bereketlenirken diğer taraftan İkinci Murâd Han’ın haçlılar ve diğer din düşmanlarına karşı giriştiği cihâd hareketine de katıldı. Giriştiği seferlerde, Hacı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin diğer talebeleri ile birlikte büyük kahramanlıklar gösterdi. Böylece Osmanlıların Rumeli’deki yayılmasında önemli hizmetler gördü.
Bu gazâlarda gösterdiği başarılardan birinin sonunda İkinci Murâd Han tarafından Yenişehir köylerinden bir tanesi kendisine temlik edildi (1437). Bu parayı ticarette kullanan Akbıyık Sultan kısa zamanda malının hesâbını yapamayacak kadar zenginleşti. Mal, mülk meşgûliyeti az zaman içinde, hocasının sohbetinden daha az istifâde etmesine yolaçtı. Bu sebeple birgün hocası Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, dünyâya ve onun geçici lezzetlerine bağlanmanın mahzurlarından bahsederek Akbıyık Sultan’a;
“Evlâdım bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı bâki kalan işlerle meşgul ol.”
“Hocam! Peygamber efendimiz; “Dünyâ, âhiretin tarlasıdır.” buyuruyor. Bu sebeple dünyâ malı ile de meşgul olmak gerekmez mi?”
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri uzun bir sükûttan sonra;
“Evlâdım! Mâdem ki dünyâyı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terket. Bu dergâhta dünyâ ile meşgul olanların işi yoktur.” buyurdu.
Akbıyık Sultan bu sözler üzerine kapıdan dışarı çıkarken tam eşik üzerinde başından sarığını düşürdü. Bunu hocasının bir kerâmeti bilip günü gelince sebebi meydana çıkar, düşüncesiyle alıp başına giymedi.
Akbıyık Sultan’ın bundan sonra topladığı altın ve gümüş para sayılamayacak ölçüde arttı. Ancak gönlünü hiç bir zaman para ve pula kaptırmadı. Eline geçen para da hiç bir zaman kendisinde kalmadı. Fakir, fukarâ, kimsesiz, öksüz, yetim, dul, borçlu ve gariplerin sığınağı oldu. Bursa’da büyük bir imâret yaptırarak gelen geçen yoksullara ikramlarda bulundu. Misâfirleri ağırladı. O dağıttıkça parası artıyor, parası arttıkça o da dağıtmaya devâm ediyordu. Bu arada Alâeddîn Ali el-Arabî hazretlerinin derslerine devam ederek ilimde ilerlemeye de gayret sarfediyordu.
Ve nihâyet… Hocasının kerâmeti tahakkuk etti. Sarığının eşik üzerinde düşmesinin esrârı aydınlandı. Yine şeyhi ve üstâdı Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin eşiğine yüz sürdü. Mübârek sohbetlerine tekrar kabûl olunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Hocasının sekiz halîfesinden biri olma şerefine kavuştu.
Akbıyık Sultan , İstanbul’un Fethi sırasında Fatih Sultan Mehmet Han’ın yanında bulunmuş devamlı askeri teşcî’ edip coşturuyor, duâ ve sözleri ile onları gayrete getiriyordu. İstanbul’un fethi Molla Gürani , Molla Fenari , Akşemseddin ve Akbıyık Sultan gibi gönül erlerinin himmeti ile gerçekleşmiştir.
Fâtih Sultan Mehmed Han fetihten sonra İstanbul’da yaptırdığı câmilere bu gâzi şeyhlerin isimlerini verdi. Akbıyık Sultan adına da Ayasofya’nın alt tarafında yer alan Cankurtaran civârında bir câmi yaptırdı.
Akbıyık Sultan ömrünün son yıllarını Bursa’da talebe yetiştirmek, zikir taat ve ibadetle meşgul olmak ve yine fukaraya yardımda bulunmakla geçirdi. Bazı yazma mecmualarda rastlanan , ”Şems-i Huda” mahlaslı tasavvufi şiirlerin ona ait olduğu tahmin edilmektedir.
860 / 1456 senesinde aşk-ı ilahi ile beka alemine göçtüğünde Ulu cami’nin üst tarafında Sarrafiye Medresesi karşı hizasında mukim olduğu yerdeki mescid haziresine defnedildi. Arkasında pek çok hayır müesseseleri ve binlerce talebe bıraktı.
İstanbul’da bir, Bursa’da iki mahalle, dergah ve cami Akbıyık Sultan adıyla anılmaktadır.
Kaynak ; Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2 İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları Mustafa Kara , Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler , Bursa Kültür A. Ş. yayınları Hasan Basri Öcalan – Bedri Mermutlu , Bursa Hazireleri , Bursa Kültür A.Ş. yayınları
Bursa ‘da Aydede semtinin altında yer alan Molla Fenari caminin bahçesinde , dedesi Molla fenari hz’nin yanındadır. Ancak kabir taşı ne yazıkki hazirede yoktur.
Osmanlı devleti’nde yetişen büyük alim ve velilerdendir. Osmanlı’nın İlke Şeyhülislamı Molla Feneri hz’nin torunudur.Adı , Ali b. Yusuf Bali b. Şemseddin Muhammed Fenaridir. Gençliğinde tahsil için İran’da meşhur olan Herat’a gitti. Sonra Semerkand ve Buhara’ya döndü. İlmin her dalında ihtisas yapma imkanı buldu.Sonra memleketini çok özledi ve Fâtih Sultan Mehmed Hanın ilk zamanlarında Anadolu’ya geldi.
Diğer taraftan büyük âlim Molla Gürânî hazretleri, Fâtih Sultan Mehmed Hana her zaman Molla Fenârî‘nin çocuklarının korunmasını belirtir ve onlardan birisinin yüce dîvân üyesi olacağını söylerdi.
Alâeddîn Ali Anadolu’ya ayak basınca, durumunu Pâdişâh’a bildirdi. Âlimleri çok seven Fâtih Sultan Mehmed Han, Hocasının da sözlerini hatırlayarak onu Bursa’daki Manastır Medresesine müderris tâyin etti. Sonra da, Sultan İkinci Murâd Medresesinde vazîfelendirdi. Ardından Bursa kâdısı, en sonra da kâdıasker yaptı. On yıl bu yüksek mevkide kalarak, ilmin ve âlimlerin şerefini korudu. Pekçok âlim, onun yüksek himmetiyle, lâyık oldukları şerefli hizmetlerin zirvesine ulaştı. Bir süre sonra kâdıaskerlik vazîfesinden ayrıldı ve emekli oldu.
Sultan İkinci Bâyezîd Han pâdişâh olunca, Rumeli kâdıaskerliğine getirildi. Sekiz yıl bu vazîfede kaldı. Sonra bu vazîfeden ayrılıp, Bursa’ya döndü. Burada günlerini ders okutmak ve ibâdet etmekle geçirip, Cumâ ve Salı günlerinin dışında her gün ders verir, gayretle çalışırdı. Senenin üç mevsiminde, Keşîş Dağı eteğinde, halenKadı Yaylası denilen yerde bir ev yaptırıp, orada oturmağı âdet edinmişti. Derslerini de burada okuturdu. Ancak kışın şiddetli zamânında şehire inerdi. Dâimâ ilimle meşgûl olurdu. Yatakta yatmazdı. Uyku bastırınca duvara dayanır, önünde kitap dururdu. Uyanınca kitaba bakardı. Bu kadar çok ilim sâhibi olmasına rağmen, fazla kitap yazamadı. Çünkü vakitlerinin çoğunu, kâdılık ve ders okutmakla geçirdi. Sâdece nahivde Kâfiye Şerhi’ni ve bir de, matematikte Tecnîs’in bir kısmının şerhi olan bir risâleyi yazdı. Matematik ilminin her dalında mâhir idi. Kelâm, usûl, fıkıh, belâgat ilimlerinde pek derin bir âlim idi. Akıllı, edebli ve vakûr idi.
Alâeddîn Ali, tasavvuf ilmiyle uğraşmaktan da büyük haz duyardı. Aklî ve naklî ilimlerde yüksek derecelere eriştikten sonra, tasavvufta mürşid-i kâmil derecesine yükselmiş olan Şeyh Hacı Halîfe’nin huzûruna gidip, ona talebe oldu. Bu zât, Zeyniyye yolunun büyüklerinden idi. Vefâtına kadar onun yanından ayrılmadı, böylece yüksek mârifetlere kavuştu.
Alaeddin Ali Efendi ; 903/1497 yılında Bursa’da vefat etti ve Dedesi Molla Fenari’nin yanına defnedildi. Kaynak ;
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları
Bursa ‘da Aydede semtinin altında yer alan Molla Fenari caminin bahçesindedir. Üftade Tekkesi ve Üçkuzular caminin hemen yakınındadır . Bursa çarşıda Üftade hz’nin türbesinin arkasından dolmuşlar Üçkuzular camiine gidiyor.
Molla Fenari 751/1350 senesinde safer ayında Horasan’ın Maveraünnehir bölgesinde , Fenar kasabasında doğdu. Babasının adı Hamza idi.Bu köyde doğması veya babasının fenercilik sanatıyla meşgûliyetinden dolayı “Fenârî” nisbetiyle meşhur oldu. Molla Fenari ismi ile meşhur oldu. İlk tahsilini babasından aldı. Ve yine babası Hamza ve Şeyh Hamid-i Veli ‘den tasavvuf dersleri aldı. Yirmi yaşına geldiğinde ilim tahsilini arttırmak amacıyla Mısır’a gitti. Burada ünlü Alim Şeyh Ekmeleddin hz ve bir çok alimden Şeriat ilimleri , kozmoğrafya , matematik ve diğer bir çok ilimi tahsil etti. İlim tahsilini tammaladıktan sonra Anadoluya dönerek Bursa’ya yerleşti.
Bursa’ya geldikten sonra 770 senesinde Manastır medresesine müderris, 771 yılında da Bursa’ya Kadı oldu. Molla Fenari aynı zamanda Osmanlı Mülkünde Müftü idi ve bu üç görevi birlikte yürüttü. Bu ilmi hlak arasında şöhret buldu ve ; her cuma Camii şerife giderken havas ve avam bütün halk, evi ile cami arasında izdiham eder ve onu selamlarlardı.
Molla Fenari bir ara Sultan ile aralarında çıkan bir münazaradan sonra Sultana gücenerek , Bursa’daki hizmetlerini tamamen bırakıp Karaman’a gitti. Karaman Beyi ona çok iltifat ve ihsânlarda bulundu. Ders okutması için ricâda bulundu. Orada da ders verip talebe yetiştirdi. Burada, Yâkub-i Asfâr ve Yâkûb-i Esved gibi zâtlar ondan istifâde edip, ilimde yüksek dereceye ulaştılar. Molla Fenârî, bu iki talebesiyle dâimâ iftihâr ederdi. Karaman Beyinin kızı Gül Hâtun ile evlenerek, iki oğlu, iki kızı oldu. SonraOsmanlı Sultânının dâveti üzerine tekrar Bursa’ya geldi. Eski hizmetlerine devâm etti. İki oğlu da, kendisi gibi âlim olarak yetişti. Onlar da Bursa’da kâdılık yapmışlardır.
822 yılında, ilk defâ Hicaz’a gidip hac yaptı. Hacdan dönerken, Mısır Sultânı Melik Müeyyid, Mısır’da kalarak ders vermesini ricâ etti. Bir müddet kalıp, ders okuttu. Birçok ulemâ ve evliyâ ile sohbet etmiş ve çeşitli meseleleri muhâsebe ve müzâkere etmişlerdir. Bu yolculuğu esnâsında Kudüs-i şerîfi de ziyâret etmişti. Çelebi Sultan Mehmed Hân dâvet edince, Bursa’ya geldi. Bu haccında Medîne-i münevverede iken, orada vefât eden büyük velî Şâh-ı Nakşibend’in halîfesi Muhammed Pârisâ’nın cenâze namazında bulundu.
Tasavvufa karşı derin bir ilgisi ve alakası vardı. Özelikle Somuncu Baba’dan çok feyz almıştır. Büyük bir velî ve yüksek âlimlerden olan Somuncu Baba, önceleri Bursa’da yaptırdığı fırında pişirdiği ekmekleri satarak geçinirdi. O sırada Molla Fenârî de Bursa’da kadılık yapıyordu.Somuncu Baba’nın ilimdeki ve velîlikteki üstünlüğünü bilenlerdendi. Sultan Yıldırım Bâyezîd, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmiyi inşâ ettirmeye başlamıştı. İnşâat sırasında, câmide çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba karşılamıştı. Câminin inşâsı bittiğinde, açılış günü Cumâ hutbesini okumak üzere Pâdişâhın dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan hazretlerine vazife verilmişti. O gün orada, Molla Fenârî ile berâber büyük bir âlim topluluğu da vardı. Tam Cumâ vakti gelince, Emîr Sultan hazretleri; “Sultânım, zamânımızın büyüğü burada bulunurken, bizim hutbe okumamız edebe uygun değildir. Bu câmii şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık zât, şu kimsedir!” diyerek Somuncu Baba’yı işâret etti. Şöhretten son derece sakınan bu büyük velî, Pâdişâhın emri üzerine mimbere doğru yürüdü. Emîr Sultân’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im! Niçin böyle yapıp, benim hâlimi ele verdiniz?” dedi. Emîr Sultan da: “Sizden daha üstün bir kimse göremediğim için böyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret içinde kalmıştı. Somuncu Baba’nın okuyacağı hutbeyi merakla beklemeye başladılar. Mimbere çıkan Somuncu Baba, öyle güzel bir hutbe îrâd buyurdu ki, o zamana kadar cemâat böyle bir hutbeyi hiç kimseden dinlememişti. Hutbede; “Ulemâdan bâzısının, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı bulunmaktadır. Onun için, bugünkü hutbemizde bu sûrenin tefsîrini yapalım.” buyurdu. Fâtiha sûresinin yedi türlü tefsîrini yaptı. Bu konuda nice hikmetli sözler beyân eyledi. Herkes hayret içinde kaldı. Bursa’da onun büyüklüğünü anlamayan kalmamıştı. Başta kâdı Molla Fenârî; “Somuncu Baba, önce bizim bu sûrenin tefsîrindeki müşkilimizi halletti. O, bunun büyük bir kerâmetiydi. Çünkü, Fâtiha’nın birinci tefsîrini bütün cemâat anlamıştı. İkinci tefsîrini, cemâatin bir kısmı anladı. Üçüncüsünü anlayanlar çok azdı. Dördüncü ve sonraki tefsîrlerini, içimizde anlıyan yok gibiydi.” demekten kendini alamamıştı.
Namazdan sonra hemen evine giden Somuncu Baba’yı ilk ziyâret eden Molla Fenârî oldu. Bu ziyâret sırasında ona; “Efendim, bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat anlıyamadığım bâzı yerleri vardı.Bu hutbeniz ile, anlıyamadığım yerleri açıklamış oldunuz. Medresede, hizmetlerimizin karşılığında kazandığımız beş bin akçe paramız vardır. Helâl olmasında hiç şüpheniz olmasın. Kabûl buyurursanız, bunu size hediye etmek ve ayrıca sizin talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum.” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh edip duâ eyledi. Molla Fenârî, çok feyz ve mârifetlere kavuştu. Yazdığı tefsîrlerinde bu ince mârifetleri beyân eyledi. Bir cild büyüklüğündeki Fâtiha Tefsîri, bu ince bilgilerle doludur.
Bu hâdiseden sonra büyüklüğü herkes tarafından anlaşılan Somuncu Baba; “Sırrımız ifşâ oldu. Herkes bizi tanıdı.” diyerek Bursa’dan ayrılmak istedi. Bir sabah erkenden, Gaves PaşaMedresesinden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı.Somuncu Baba’nın Bursa’yı terk etmekte olduğunu haber alan Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip, Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricâlarda bulundu. Fakat, kabûl ettiremedi. Sonunda Bursalılara duâ etmesini taleb etti. Bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli ve bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti. Birbirine vedâ ederek ayrıldılar. “Duâ Çınarı” denilen bu ağaç, Bursa’nın Ankara yolu çıkışındadır.
XV. yüzyılın ilk yarısında Bursa’ya gelerek tarikatını neşreden Abdullatif Kudsi, allame Molla Fenari ile görüşürüp onu tarikatına almıştır. Molla Fenari daha sonra Zeyniyye tarikatının Osmanlı’da yayılmasında birinci derecede rol oynamıştır.
Molla Fenârî, İpekçilikten çok iyi anladığından, kendisine yetecek kadar parayı sağlamak için bu işle uğraşır ve yiyeceği, giyeceği için lâzım olan parayı kendi emeği ile kazanırdı. Süslü elbiselerle dolaşmaktan hiç hoşlanmazdı. Gâyet mütevâzî giyinir, başında bir dolama ile dolaşırdı. Böyle giyinmesinin sebebini soranlara; “Elimin kazancı, daha fazlasına yetmiyor.” cevâbını verirdi.
Molla Fenari’nin vefatında kütüphanesinde on bin cilt kitabının olduğu görülmüş olup , tefsir , fıkıh , usul-i fıkıh , mantık ve daha başka ilimlerde 100 den fazla eser yazmıştır. Başlıcaları şunlardır: 1) Ayn-ül-A’yân: Fâtiha sûresinin tefsîridir. 2) Füsûl-ül-Bedâyi’ fî Usûl-iş-Şerâyi’, 3) Îsâgûcî Şerhi: Mantık ilmine dâir, bir günde yazdığı çok kıymetli şerhtir. Îsâgûcî’ye yaptığı bu şerhi, mantık ilmini çok güzel açıklamaktadır. Buna, bir gün sabahleyin başlamış, güneş batarken bitirmiştir. Bu mantık kitabı, medreselerde uzun zaman ders kitabı olarak okutulmuştur. 1886 (H.1304) yılında İstanbul’da basılmıştır. 4) Enmûzecü’l-Ulûm: Yüze yakın ilme âit meseleyi ihtivâ eden ansiklopedik bir eserdir. Bu eser, oğlu Muhammed Şâh tarafından şerh olunmuştur. 5) Ferâiz-i Sirâciyye Şerhi, 6) Şerh-i Mevâkıb üzerine Ta’likât, 7) Esâs-üt-Tasrîf, 8) Esmâ’il-Fünûn, 9) Es’ile, 10) Risâletü Ricâl-il-Gayb, 11) Risâletün fî Menâkıb-iş-Şeyh Behâüddîn-i Nakşibendî, 12) Şerhu Usûl-il-Pezdevî, 13) Şerhu Telhîs-il-câmi’ el-Kebîr: Fıkıh ilmine dâirdir. 14) Şerhu Telhîs-il-Miftâh: Me’ânî ilmine dâirdir. 15) Şerh-ur-Risâlet-il-Esîriyye fil-Mîzân, 16) Şerhu Fevâid-il-Gıyâsiyye: Me’ânî ve beyân ilimlerine dâirdir. 17) Şerhu Mukatta’ât. 18) Şerh-ul-Mevâkıb: Kelâm ilmine dâir bir eserdir. 19) Hâşiyetün alâ Şerh-ış-Şemsiyye: Seyyîd Şerîf Cürcânî’nin eserine yaptığı kıymetli bir hâşiyedir. 20) Hâşiyetün alâ Dav’ıl-Miftâh, 21) Şerh-ul-Misbâh: Nahiv ilmine dâirdir. 22) Hâşiyetün alâ Şerhây-is-Seyyid ves-Sa’d lil-Miftâh, 23) Uveysât-ül-Efkâr fî İhtiyâri ülil-Ebsâr: Aklî ilimlere dâir yazdığı bir eser olup, fen ilimlerinde zor problemlerin çözüm şekillerine karşı îtirâzları inceler. 24) Misbâh-ul-Uns, Beyn-el-Ma’kûl vel-Meşhûd fî Şerh-i Miftâh-i Gayb-il-Cem’i vel-Vücûd: Sadruddîn-i Konevî’nin Miftâh-ul-Gayb adındaki eserinin şerhidir. 25) Mukaddimet-üs-Salât.
Molla Fenari 1431 / 834 yılında Recep ayında vefat etti. Kabri şerifi ;Bursa ‘da Aydede semtinin altında yer alan Molla Fenari caminin bahçesindedir. Üftade Tekkesi ve Üçkuzular caminin hemen yakınındadır
Kaynaklar ; Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
İstanbul -Beşiktaş’da Barbaros caddesi üzerinde bulunan ertuğrul tekkesi camii’nin hemen önünde
Bursa – Emir Sultan Kabristanında
Şeyh Zafir Efendinin doğum tarihi 1828 olup doğum yeri Trablusgarb’ın Mısrata beldesidir. Babası Muhammed Hasan Zafîr el-Medenidir. Annesi ise Kamer Hanımdır. Zafir Efendi ilk bilgileri babasından aldı. Gençliği doğum yeri Mısrata’da geçti. Yirmi yaşlarında doğum yerinden ayrılarak Tunus ve Cezayir’den sonra Mısır’a geçti. Oradan da Medine’ye gitti. Burada eğitimini tamamladı, birçok ilim meclislerinde bulundu, bilgin ve bilge kişilerin sohbetlerine katıldı ve tekrar memleketi Trablusgarb’a döndü.
Kendi babasından Şazeli tarikatının medeni kolunun halifeliğini aldı. Şeyh uzun bir süre burada yaşadı. Daha önceleri İstanbul’a gelen kardeşi Hamza Zafir’in çağrısı üzerine 1870 yılında o da kardeşinin bu davetine uyarak İstanbul’a geldi. Unkapanı yakınlarında kendisine tahsis edilen bir yerde sohbetlere başlamıştır. Bu arada evlenmiş, bir ara memleketine gitmiş ve ayrıca bir süre de Medine’de inzivaya çekilmiştir.
Şazeliye tarikatı
Ebu’l Hasan Takiyüddin Ali bin Abdullahü’ş-Şazeli ( doğumu miladi 1197 Şazile-Tunus, vefatı 1238 Humaysıra- Mısır ) tarafından kurulmuştur. Şeyh Zafîr Efendi de birçok kolları olan bu tarikatın medeni koluna bağlıdır. Tarikatın diğer tarikatlar gibi katı kuralları yoktur. Geçmişte Kuzey Afrika’nın büyük bölümünde etkili olmuş olan tarikatın bugün Avrupa ve özellikle Fransa’da etkileri görülmektedir. Genelde ilkeleri üç başlık altında toplanabilir. Bunlar: a- Allah’tan korkmak, ona teslim olmak ve ona sığınmak b- Tüm davranışlarımız ve sözlerimizde Peygamberimizin sünnetine uymak, c- iyi ve kötü durumlarda insanlardan bir şeyler istememek, beklememek.
Sultan II. Abdülhamit 1876 tarihinde tahta çıktığı zaman, ülkesinde bulunan Şeyh Zafir Efendi tekrar İstanbul’a davet edilmiştir. Bu gelişlerinde şimdiki dergahı yapılana kadar Yıldız Camii’nde sohbetlerde ve irşat faaliyetlerinde bulunmuştur. 1887 yılında Ertuğrul tekkesi onun adına yaptırılmıştır. Bu yapıya cami, tevhidhane, misafirhane ve selamlık gibi gerekli bölümler de eklenmiş ve bu Şazeli tarikatının Osmanlı coğrafyasında ilk tekkesi olmuştur.
Şeyh Zafır Efendi, Sultan II. Abdülhamit’in iltifat ve ihsanlarına nail olmuştur. Sultan’ın da onun bağlıları arasında olduğu bilinmektedir.
Şeyh Efendi, 1903’ün Eylül ayına denk gelen 1321 Recep ayının ilk cuma gecesi, Regaib kandilinde vefat etmişlerdir.
Şeyh bilgin ve olgun, erdemli ve bilge bir kişiydi. Sarayda başta sultan olmak üzere, herkesin saygı ve sevgisini kazanmış saygın biriydi. Sarayla ve devletin ileri gelenleri ile arada bir mesafe bırakır, konuşma ve davranışlarına özen gösterirdi. Hiçbir zaman ince hesaplar içinde olmamış ve sultanın itibarını hiçbir biçimde kullanmamıştır.
Eserleri:
1-Envarü’l Kudsiye.., Bu, şeyhin önemli bir eseridir ve Arapça yazılmıştır. Onun sağlığında üç baskı yapmış olan kitapta tarikat bilgileri ve ileri gelenleri ile zikrin faziletleri, tasavvuf terimleri, Şazeli tarikatı ve Medeniye kolu gibi konularda bilgiler vermiş ve sonunda da Sultan Abdülhamit Han hakkında bir dua eklenmiştir.
2-Nürü’s-Satı ve’l Burhinü’l-Katı…, Bu kitap tarikat bağlılarına verilmesi gereken bilgileri, zikir konularını ve tarikat karşıtlarına verilen yanıtları içermektedir.
3-Vazifetü’z- Zafîriye, Bunda tarikat konuşanda yapılması gereken görevlerden söz edilmektedir.
4-Akrabü’l Vesail…, Tarikatlarla ilgili başkaları tarafından kaleme alınmış yazılardan oluşmaktadır.
CAMİİ ve TÜRBESİ
Camii:
Cami, Sultan II. Abdülhamit tarafından İtalyan bir mimara yaptırılmıştır. Aslında bir külliye olan camiden bugün arta kalan yalnızca bir türbe, çeşme ve camidir. Cami-tevhidhane ve selamlığı içinde barındıran asıl bina Şeyh Zafir adına; harem ve misafirhane binalarıyla birlikte ancak 1885 yılında tamamlanmıştır. Cami fevkani ve tahtani bir yapıdır. Şeyhin 1903 yılında vefat etmesi üzerine, 1906 senesinde de bir türbe, bir kitaplık ve ayrıca bir de çeşme yapılmıştır. Caminin inşasının denetiminde Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa görevlendirilmiştir. Cami bizzat sultanın kendi parası ile yapılmış ve hatta o günkü para ile 821479 kuruş harcandığı kayıtlara geçmiştir.
Cami-tevhidhane ile selamlık birimlerini ve hünkar dairesini barındıran ana bina iki katlı ve ahşap iskeletli bir binadır. Duvarlarının iç tarafları bağdadî sıva ile, dış cepheleri de ahşap kaplama ile örtülmüştür. Çatısı kiremit kaplıdır. Kuzey yönünde kargir bir bodrum üzerinde oturtulmuştur. Bina, ortada kare planlı cami-tevhidhane bölümü, güney kısımda hünkar dairesi ile kuzeyde de selamlık bölümü olmak üzere üç ana bölümden oluşmaktadır.
Binanın altı girişi vardır. Güneyde hünkar dairesine giriş kapısının üzerinde Ahmet Muhtar Efendi tarafından yazılmış ve 1887 tarihli ta’lik kitabe yer almaktadır. Hem hünkar dairesinde ve hem selamlık bölümünde merdivenli sofalar ve abdestlikler yer almaktadır. Bu bölümler her iki katta da vardır. Hünkar kapısının yanındaki giriş, hünkar dairesi sofası ile bağlantılı olan bir koridorla cami-tevhidhane bölümüne geçişi sağlamaktadır. Doğu cephesinde yer alan girişlerden biri selamlığın zemin kat sofasına açılır. Bir diğeri de son cemaat yeri olarak düşünüldüğünü sandığımız iki bölümlü küçük yere açılır. Burada hem cami harimine giriş hem üst kat kadınlar mahfeline çıkış vardır.
Cami haremi sekizgen planlı, üstü ahşap iskeletli ve bağdadi sıvalı olup çatı altında gizlenen sekiz dilimli küçük bir kubbeyle örtülmüştür. Üst katta sütunlar arasında bulunan kafeslerin bizzat Sultan II. Abdülhamit tarafından yapıldığı söylenmektedir. Duvarları köşebentlerle, tavan ahşap kaplama üzerine gerilen muşambaların yüzeylerine işlenmiş nakışlarla süslüdür. Özellikle hünkar dairesinin duvar ve tavan göbeğinde yaldızlanmış kartonpiyerler dikkat çekicidir. Bunların İtalyan mimar Raimondo d’Aranco’un kendi gibi gayri müslim nakkaşları tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Cami, dış görünüşü itibariyle ahşap bir konağı anımsatır.
Mihrap ahşap olup nişinin içi yanlara tutturulmuş perdeler, ortada zincire asılı kandil ve tepede ay-yıldız ve onlardan çıkan ışınlarla bezenmiştir. Alınlığındaki ayetin yazım tarihi 1887’dir.
Minber ahşaptır ve mihraba bitişik oiup korkuluğu kabartma rozetlerle süslenmiştir. Köşk kısmı ise yuvarlak kemerlidir. Biraz yapiya ters düşmüştür. Vaaz kürsüsü ahşap ve zarif olup adeta bir saray mobilyasını andırmaktadır.
Minare caminin kuzeybatı köşesindedir. Güdük ve soğan başlı, alemli bir minaredir. Ve her an yıkılma tehlikesiyle karşı karşıdır.
Ayrıca türbe, kütüphane ve çeşmesi konumları ve tasarımlarıyla çok değişik bir görüntüye sahiptirler. Mimari geleneğimize uymayan yapılar topluluğudur.
Avlusunun dört girişi bulunmaktadır.
Not: Hem cami-tevhidhane olarak hem meşrutaları ve bunların, işlevsel özelliği olarak yapı uzun zaman gerek devlet ricali ve yabancı konukların ve gerekse de aydınların ve halkın hizmetinde olmuş bir yapılar topluluğundan günümüze kalabilmiş birkaç biriminden biridir.
Türbesi:
Şeyh Zafîr türbesi kesme taştan yapılmış ve kendine özgü bir yapıdır. Örneğinin ilk ve son temsilcisidir. Dar ve uzun pencereleri üzerindeki yarım daire mermer yağmur saçakları ile de dikkatleri çekmistir. Batı tarzında ve eklektik bir yapıdır. Mimarı, bir kez baş mimarlığa da getirilmiş olan İtalyan mimar Raimondo d’Aronco’dır. Türbede ayrıca kardeşleri Hazma ve Beşir Zafir’in kabirleri, türbe dışında ise eşi Deblec Hanımın kabri bulunmaktadır. Diğer eşi Tir-i Nigah Hanım da Maçka mezarlığındadır.
İstanbul – Beşiktaş’da Sinan Paşa camii bitişiğindeki türbesinde
Anadolu’nun manevi zenginliği olan velilerdendir. Adı Muhammed Rızauddin , babasının adı İbrahim’dir. 1090 (miladi 1679) yılında Şebinkarahisar’da doğdu. 1159 yılında (m 1746) İstanbul’da vefat etti.
Neccârzâde doğmadan önce babası İbrâhim Efendiye rüyâsında bir zât; “Allahü teâlâ sana sâlih bir evlâd verecek. Bu evlâdın âlim ve ârif bir zât olacak. Çok evliyâ ve sâlih müslüman yetiştirecektir. Doğduğu zaman ismini Mustafa koyunuz ve iyi yetişmesi için çok gayret ediniz.” demişti. Bunun üzerine o doğunca babası ismini Mustafa koydu. Yetişmesinde büyük bir dikkat ve titizlik gösterdi.
Babası İbrâhim Efendi, Neccârzâde doğduktan bir müddet sonra İstanbul’a yerleşerek saray topçuları arasına girdi. Fen ilimlerine vâkıf olan bu zât, seferler sırasında bilgisiyle hizmette bulunduğu gibi, köprülerin kurulmasına da nezâret etmiştir. Bu sebeple kendisine marangoz mânâsında, Neccâr, oğluna da Neccârzâde lakabı verilmiştir.
Neccârzâde Mustafa Efendinin yetişmesine babası çok önem verdi. Ömrünün son günlerinde ona şöyle nasîhat ve vasiyet etti: “Aman evlâdım ilim öğren. Annen seni işe verirse kabûl etme. Zîrâ sen büyük hizmetler için yaratıldın. İlimde ve mârifette yüksek mertebelere çıkacaksın. Bu hususta çok gayretli ve dikkatli ol!” Babası vefât edince, annesi onu bir işe vermek istedi. Fakat o, babasının vasiyetine uyarak ilim tahsîline başladı. Zamânın âlimlerinden ilim öğrenip, kısa zamanda yetişti. On yedi yaşında Beşiktaş’taki Sinân Paşa Câmii yanındaki medresede ders vermeye başladı. Bu müderrisliği sırasında, Üsküdar’da Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerinin dergâhında insanları irşâd ve terbiye ile meşgûl olan Yâkûb Efendinin babası Odabaşı Şeyhi diye tanınan Şeyh Fenâî Efendinin derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Kısa zamanda ilerledi. Bu hocasından Celvetiyye yolunun âdâbını öğrendi ve icâzet aldı. Bu esnâda Mustafa Efendi kendisinden önce bu yola girmiş olanları geçip, akranlarının vasfını bile duymadığı derecelere kavuştu.
Fenâî Efendi bir neşeli vakitlerinde Mustafa Efendinin kıymetini bildirmek için ona hitâben; “Gözümün nûru Mustafa Efendi! İnşâallah, siz öyle bir rehber olursunuz da, inci, cevher olan hikmetli sözleriniz büyük küçük herkesin kulağına küpe olur.” buyurdu. Zaman zaman, Mustafa Efendide yüksek hallerin meydana geleceği müjdesini tekrar ederdi.
Neccârzâde Mustafa Efendi, daha sonra Beşiktaş Mevlevîhâne Şeyhi Memiş Efendinin sohbetlerine devâm etti. Ondan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sinin ince ve derin mânâlarını öğrendi. Neccârzâde Mustafa Efendi, hep ilimle meşgûl olup, dünyâya ve dünyâ malına gönül vermedi. Kanâat ve tevekkül yolunu tuttu. Çok güzel hattı vardı ve geçimini kitap yazmakla sağlardı. Bunun yanında kalbi Allahü teâlâ ile meşgûl olup, zâhirini, dışını dînin emir ve yasaklarına uymakla süslemişti. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesinden kıl payı ayrılmaz, farz, vâcib ve nâfileleri yerine getirmekte çok gayretliydi. Sinan Paşa Câmiinde imâmlık, müezzinlik yaptı ve vâz etti. Bu hizmetlerinden sonra o sıralarda Rusya üzerine açılan sefere katılıp Moskoflara karşı cihâd etti. Bu cihâdda zafer kazanıp dönerken Edirne’de Arabzâde Hacı Muhammed İlmî Efendinin sohbetlerinde bulundu. Ondan Müceddidiyye yolundan icâzet aldı. Ötedenberi bu yolda yetişmek ve bu yolun feyzlerine kavuşmak için cân atıyordu. Hocasından mutlak icâzet alıp, irşâda me’zun oldu. Böylece tasavvufda asıl üstünlük ve olgunluklara kavuştu. İlâhî sırlara ve mârifetlere mazhâr oldu.
Müceddidiyye yolundaki hocası Muhammed Hacı İlmî Efendi, Ebû Abdullah Muhammed Semerkandî’nin talebesi idi. Bu zât Ahmed-i Yekdest Cüryânî’nin talebesi idi. Ahmed Yekdest Cüryânî ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek evlâdı Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm Fârûkî’nin önde gelen talebesindendi.
Arabzâde İlmî Efendi, Neccârzâde’ye tasavvufda Müceddidiyye yolundan icâzet verirken, tevâzû göstererek lâyık olmadığını söyleyince; “Evlâdım bunu biz tâyin etmedik, bu yolun büyüklerinin işâreti ile senin buna liyâkatin bildirildi. Emr edilene uy” dedi. Neccârzâde Edirne’de bir sene kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. Beşiktaş’da Sinân Paşa Câmii yanında bir arsa satın alıp burada bir mescid yaptırdı. Burada Müceddidiyye yolunun yüksek mârifetlerini yaydı. İnsanlara rehberlik etti. İlim, irfân ve Hak âşıklarına Allahü teâlânın dînini öğretti. İslâm ahlâkının yayılmasına, insanların refah ve saâdete kavuşmasına hizmet etti. Sadrâzam Hekimbaşı Nûh Efendinin oğlu Ali Paşanın Altı-mermerde Cerrah Paşa Hastahânesi karşısındaki câmi 1734’de yapılınca, buranın ilk vâizi oldu. Ahmed Yekdest Cüryânî’nin talebesinden Eğrikapı’da Karamânî mescidi imâmı Tatar Ahmed Efendi ile sohbetleri meşhûrdur.
Neccârzâde 1740 (H.1153) senesinde hacca gitti. Bu sırada Tuhfet-ül-İrşâd adlı dîvânında toplanan güzel şiirlerini yazdı. Peygamber efendimiz için yazdığı na’t-ı şerîf ve medh ü senâ için yazdığı şiirler birer şâheserdir. Hac farizasını yerine getirdikten sonra Cumâ kaptanın gemisiyle yanında bâzı dostları ve talebeleri ile birlikte Hicâz’dan İstanbul’a dönmek üzere yola çıktı. Yolculukları sırasında Mısır’a uğradılar. Mısır vâlisi Hekimoğlu Ali Paşa Neccârzâde’yi hürmetle karşılayıp, bir dâire tahsîs etti. Sonra sarayına dâvet edip çok ikrâmda bulundu. Sohbetini dinleyip duâsını aldı. Bu sohbeti sırasında söylediği bir şiir şöyledir:
“Yâ Rab tarîk-i vuslata emn ü emân ver!
Hasretkeş-i zemân-ı visâlim zemân ver!
Râh-ı Rızâ’da merd-i garîb etme bendeni
Çâbük-süvâr-ı şevki bana hem-inân ver.”
İstanbul’a döndükten sonra yine Beşiktaş’da ikâmet edip, vefâtına kadar nasîhatlarına ve sohbetlerine devâm etti. Tuhfet-ül-İrşâd adlı dîvânı meşhûrdur. Ebû Abdullah Semerkandî’nin Muhtasar-ül-Vilâye kitabını Fârisî’den Türkçe’ye tercüme etmiştir. Tövbe ile ilgili Arabî bir kitab da yazmıştır.
TÖVBE ETMEK
Neccarzâde buyurdu ki: “Bütün müslümanların günahlarına tövbe etmesi lâzım ve zarûrîdir. Ölünceye kadar dâimâ tövbe ve istiğfâr etmek lâzımdır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde müminlerin tövbe etmesini emr buyuruyor. İstiğfârdan murâd tövbedir. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm hadîs-i şerîfde buyurdu ki:
“Allahü teâlâya tövbe ediniz. Ben her gün yüz defâ tövbe ediyorum.” Mahlûkâtın efendisi hiç günâhı olmadığı, mâsûm ve pâk olduğu hâlde böyle yaparsa biz her hâlükârda tövbe ve istiğfâra muhtâcız. Sonra kul hayâtı boyunca günâh ve kusûrdan, gafletten ve yüksek makamlardan mahrûm kalma hâllerinden kurtulamaz. Tövbe ile ilgili diğer bir incelik de şudur ki: Bütün günâhları terkedip hakîkî tövbe etmedikçe noksan yapılan tövbe kemâle ermek için kâfî gelmez. Çünkü günâhlar sebebiyle kalbde hâsıl olan karartılar ve lekeler, Allah yolunda ilerlemeye mâni olurlar. Bütün günâhlara tövbe etmek lâzımdır.”
İstanbul – Beşiktaş’da Sinan Paşa camii bitişiğindeki türbesinde
Anadolu yetişen büyük velilerden 1131 (m 1719) yılında İstanbul’da doğdu. Büyük veli Neccarzade Mustafa Efendi’nin oğludur. Küçük yaşta ilim tahsiline başlamış ; ilim ve tasavvuf yolunu babasından ve Mustafa Fenciye Efendiden öğrendi. Nakşibendiyye ve Halidiyye yolundan hilafet aldı ve Babasının vefatından sonra Rumeli hisarındaki dergahda irşad faaliyetine başladı.
Bir ara Aziz Mahmud Hudai dergahına tayin edildi. Tâyin edildiğinde Aziz Mahmûd Hüdâî’nin türbesine girip bir müddet içerde kaldı. Biraz sonra dışarıya çıkınca; “Hazret-i Hüdâî efendimiz bize bir salkım üzüm verdi. Bizim bu dergâhda şeyhlik müddetimiz on bir ay olsa gerektir, fazla değildir.” buyurdu. On bir ay burada vazîfe yaptıktan sonra tekrar kendi dergahına geri döndü.
Talebelerinden birisi şöyle anlatır: “Dört oğlum tâûn hastalığından arka arkaya vefât etmişti. Hem oğullarımın vefât acıları hem de ben ve hanımım yaşlı olduğumuz için artık çocuğumuz olmayacağını da düşünerek üzgün ve perişan bir haldeydik. Gerçi Şeyh Muhammed Sıddık Efendinin tesellileri ile biraz rahatlıyordum. Fakat yaşlılığımız sebebiyle artık çocuğumuz olmayacağı hatırıma geldikçe bir hayli üzülüyordum. Şeyh Muhammed Sıddık Efendi benim bu hâlimi anlayıp bir gün yine huzûrunda mahzûn mahzûn dururken; “Sen evlâd acısıyla ve bundan sonra daha çocuğun olmayacağını düşünerek kendini perişan ediyorsun. İnşâallah Allahü teâlâ sana çocuk verir.” buyurdu. Gerçekten bir müddet sonra hanımım yaşlı olmasına rağmen hocamın duâsı ile bir çocuğumuz oldu.
Talebelerinden birinin çocuğu üç yaşına gelmesine rağmen henüz yürümüyordu. Bu duruma babası çok üzülüyordu. Bir gün bu çocuğunu hocası Muhammed Sıddık’ın huzûruna getirdi ve durumunu arz etti. Muhammed Sıddık hemen çocuğun elinden tutup, besmele çekerek yürütmeye başladı. Çocuk, Allahü teâlânın izniyle yürür oldu.
Sevenlerinden birisi çok hastalanmıştı. Durumunu arz etmek ve duâ istemek için Muhammed Sıddık Efendiye bir haberci gönderdi. Biraz sonra gönderdiği haberci içeri girerek; “Muhammed Sıddık Efendi hâlinizi sormak için birini göndermiş.” dedi. O zât bu duruma çok şaşırdı. Gelen kişi; “Hoca Efendi size selâm söyledi. Hastalığınızın zamânının tamam olduğunu bildirmemi emretti.” dedi. O zât Allahü teâlânın izniyle o gün iyileşti.
Bir gün Eyüp’teki Kaşgarî Mescidinden biri gelip, hocaları Îsâ Efendinin şifâ bulması için duâ istedikte; “Selâmet-i hâtimesi için Fâtiha okuyalım.” buyurdu. Îsâ Efendinin o saatte vefât ettiği anlaşıldı.
Sevenlerinden biri ziyâret etmek maksadıyla huzûruna gelmişti. Mustafa Sıddık Efendi o zâtı görünce; “Arkadaşın falan zât üç güne kadar makam sâhibi olacak. Git kendisine müjdele.” buyurdu. O da gidip durumu müjdeledi. Üç gün sonra Allahü teâlânın izniyle dediği gibi oldu.
Muhammed Sıddık Efendinin şiirlerinin toplandığı bir Dîvân’ı ve Esfâr-ı Erbaa isimli bir eseri vardır.
İstanbul – Beşiktaş’da Dolmabahçe sarayının karşısında yer alan Vişneli Tekke sokak ile Baba efendi sokağının birleştiği yerde.
Ahmed Turani hazretleri onuncu yüzyılda yaşamıştır. Bizans ordusunda kumandan olrak görev yaparken , 984 yılında Malatya civarında , Emeviler’le Bizanslılar arasında yapılan savaşta , Seyyid Battal Gazi ile karşılaşmıştır. Çetin bir çarpışmadan sonra da dost olmuşlardır. Bir süre sonr ada Müslüman olmuş ve Ahmed adını almıştır. Sanraları Battal Gazi ile birlikte bir çok vaşa katılmış, İstanbul kuşatmalarından birinde şehit düşmüş ve şehit olduğu yerde defnolmuştur.
Bir gece Sultan Abdülmecid Han , rüyasında Ahmed Turani Hazretleri‘ni görmüş, ” Sultanım! yıllardan beri burada sıkılıyorum. Kurtar beni” demesi üzerine , türbesi buraya nekil edilmiştir.
Gaziantep – Şehit Kamil’de Nuri Mehmet Paşa camii avlusunda
Muhammed Emin Er, Zülfügül lakabını taşıyan Hacı Zülfikârın oğlu olup, milâdî 1905 veya 1910 tarihinde, Birinci Dünya Savaşı başlangıcında Diyarbakır’ın Çermik ilçesinin Külüyan (yeni ismi Kalaş) kِöyünde doğdu. Soyadı kanunundan öِnce ailesi “Miryânî” olarak bilinirdi. “Er” soyadı “miryân”ın tekili olan “mîr”in tercümesidir.
Henüz dِört-beş yaşlarındayken annesi Havva hanım vefât etti. Babası zengindi, âlimleri çok severdi. Bu sebeple çocuklarının da okuyup âlim olmalarını çok arzu ederdi. Bu amaçla çocuklarına ders vermesi için bir hoca getirdi. Hocanın bütün masraflarını karşıladı. Kendisi ve büyük kardeşi Ali, bu hocadan Elifbâ okumaya başladılar. Ancak Elifbâ bitmeden babası vefât etti. Üvey annesinin sonra da ağabeyinin yanında yetim olarak kaldı. çobanlık yaparken yazı yazacak kağıt ve kalem olmadığından düz satıhlı taşlar üzerine yine taşlarla yazı yazmaya çalışırdı. Böِylelikle Osmanlıca alfabeyi söِkerek okumayı ِöğrendi.
Kendi kendine okumayı ِöğrendiği için insanlar onun için “Hızır ona uykuda ders veriyor” derlerdi. İlme olan hırsından ve merakından dolayı, her fırsatta kendisinden faydalanabilecek bir ilim sahibi olduğunu duyduğu insanların peşinden koşardı. Bu gayretleri sonunda mektup yazabilecek ve Osmanlıca kitapları okuyabilecek hale geldi. Arap dili ve ilimlerine gelince bu ilimlerde bilgi sahibi olan kimseler yoktu.
Ayrıca o sıralar İslamî harfler yürürlükten kaldırıldı. Kur’ân ve İslamî ilimleri ِöğrenmek yasaklandı. Öyle ki hiç kimse kendi evinde bile olsa çocuklarına Kur’ân öِğretemiyordu. Bu nedenle Suriye’ye gidip İslamî ilimleri öِğrenmek için memleketini terkederek yola çıktı. Gaziantep’e gitti. Ancak oradan Suriye’ye geçme imkânı bulamayınca Adana’ya gitti. Oradan İstanbul’a ve Bursa’ya gitti. Daha sonra tekrar Adana’ya döِndü. Yedi sene devam eden seferleri boyunca çeşitli hizmetlere girdi. Kısa bir müddet sonra tahsil için Suriye’ye sefer etti. Suriye’de bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra geri dِönüp tahsiline Türkiye’de devam etti.
İlim tahsiline başladığında 25 yaşında idi. Memleketinde İslamî eğitimde takip edilen usûl gereği Sarf ilmini ِöğrenerek tahsile başladı. Sonra Nahv, Mantık, Vadc, İsti’âre, Edebü’l-bahs ve’l-münâzara, Beyân, Meâ’nî, Bedi’, Usûlu’d-din, Usulu’l-fıkıh ve Kelâm ilimlerini tahsil etti. Bir yandan medresede okutulan bu on iki ilmi öِğrenirken, diğer yandan Fıkıh, Tefsir, Ferâiz, Tecvid gibi diğer ilimleri de ِöğrendi. eş-Şeyh Muhammed Ma’şûk b. Şeyh Muhammed Ma’sûm’dan (ki kendisi Abdurrahman et-Tâğî’nin torunudur) bu ilimlerin hepsinde 1950 yılında icâzet aldı.
Kendisinden bu ilimleri bir çok talebe okudu ve icâzet aldılar. Ayrıca, tasavvufta muhtelif mürşidlerin terbiyesinden geçti. Amelî icâzetini (halka irşad izni) merhum Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî’den aldı. Kendisi Saîd Nursi Hazretleri ile de 1952 yılında Isparta’da görüşmüştür. Üstad Saîd Nursi onu has talebelerinden kabul ettiğini belirtti.
1961 yılında Gaziantep’in Nizip ilçesinin bir köyüne gelip yerleşti. Ardından Gaziantep’e yerleşip burada talebe yetiştirdi. Daha sonra Ankara’da açılan Fıkıh Enstitüsüne Müderris olup Ankara’ya taşındı. İlim tahsilinden sonra hayatı boyunca ders verme, imamlık, vâizlik, tebliğ ve İslam’a davet gibi hizmetlerle meşgul oldu. Bu arada tüm Avrupa ülkelerini, Amerika, Kanada, Japonya, Çin, Hindistan, Pakistan, Afganistan, İran, Rusya, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, Arabistan, Mısır’a çeşitli seferler yaptı. Burada konferanslar verdi. Üniversitelerde ders verdi. İlim adamlarıyla tanıştı. Talebe yetiştirdi. Pakistan’da Müslüman alimler toplantısında ilk on Müslüman alim olarak kabul edildi. Yüzden fazla eser yazmış olup, bunların ancak on tanesi yayınlanmış olup, diğerlerinin yayın hazırlıkları ailesi tarafından sürdürülmektedir. Arapça eğitim gördüğünden eserlerini Arapça kaleme almıştır. 28 Haziran 2013 tarihinde Ankara’da vefat etti. Vasiyeti gereği çok sevdiği Gazianteb’e getirildi. Nuri Mehmet Paşa Camisi avlusuna defn edildi.
Adana – Ceyhan ‘da Kurtkulağı köyünde bulunan Esbak dağının tepesinde . Esbak dağı ; Ceyhan’dan Kurtkulağı köyüne gelmeden 300 metre sağda tarafta.
Kurtkulağı köyü Esbak dağının tepesinde kabri bulunmaktadır. Yöre halkı tarafından kabirne nur indiğinin müşahede edildiği söylenen Topçu Dede‘nin asıl adının ne olduğu ve hangi tarihler arasında yaşadığı bilinmemektedir.
Kaynak ; Çukurova’nın manevi Sultanları , Kazım Temir (Allah ondan razı olsun), Türkiye gazetesi