Şeyh Mustafa Efendi Türbesi ; Kastamonu – Merkez’de Kırkçeşme caddesi üzerindeki Şeyh Ahmed Hicabi ye gelmeden sağ tarafta
Şeyh Mustafa Efendi ; Üsküdar’da medfun Şeyh Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin halifelerinden olup Kastamonu’ya irşad için gönderildiği vakıf kayıtlarından anlaşılmaktadır. Babasının adı Resul ve Seyyiddir. Hicri 1000 ciavarında Türbenin kuzey bitişiğindeki camiiyi yaptırarak burasını Celveti tarikatı dergahı haline getirir.
Bir müddet sonra İstanbul’a giderek padişah IV. Mehmet ile görüşüp 1650 tarihli fermanla cami ve tekkeye El yakut Köyü ve civarında on kısım arazinin vakfedilmesini sağlar. Daha sonra bu vakfa bazı ilaveler yapılır.
Vakfa mütevelli olan Seyyid Şeyh Mustafa Efendi caminin civarına medrese kütüphane ve imaret gibi üniteler ekleyerek burada bir külliye vücuda getirir. Çok musluklu güzel bir şadırvanın etrafında kurulmuş olan külliyede her gün fukaraya çorba ikram edilir. Bu uygulamanın tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar devam ettiği buradan bizzat istifade etmiş olan yaşlılar tarafından ifade edilmektedir. İmarette ekmek pişirilen fırının da yakın zamanlara kadar mevcut olduğu bilinmektedir.
Şeyh Mustafa Efendi’nin 1650 yılından sonra vefat ettiği tahmin edilmekle beraber tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kendisinden sonra tekkede yine kendi neslinden olmak üzere 1795 yılına kadar Seyyid Şeyh Mehmet Efendi, aynı tarihli beratla Mehmet Emin Efendi, 1813 tarihli beratla Ahmet Halifenin oğulları Mehmet ve Mustafa Efendiler ve 1868 tarihli beratla da Numan Efendi’nin şeyh oldukları görülür. Ayrıca 1868 tarihli beratın tetkikinden, külliyede muhtelif unvanlarla 14-15 kişilik bir personelin görev yaptığı anlaşılmaktadır.
Bir çok keramet ve manevi tasarrufları ile bilinen Seyyid Şeyh Mustafa Efendinin türbesi halk tarafından hürmet ve saygı ile ziyaret edilmektedir. Şeyh Mustafa (Resülzade) Efendi ile ilgili anlatılan Menkıbeye göre yörenin bilinen evliyalarından olan Ahmet Hicabî Efendi çocukluğunda peygamber soyundan gelen Seyyid Şeyh Mustafa Efendi’nin türbesinin etrafında oynarken kimi zaman ortadan kaybolurmuş. Büyüdüğünde ona oyun oynarken ortadan neden kaybolduğu, nereye gittiği sorulduğunda Ahmed Hicabi, Şeyh Mustafa’nın türbesinin bulunduğu yerin türbe olduğunu bilmediğini, orada oynarken o evde (ev zannetmekteymiş) oturanların onu çağırıp sevip okşadıklarını, sohbet ettiklerini ve sonra dışarı gönderdiklerini söyler.
Bugün de alkolik olan kişiler bu alışkanlıklarından kurtulmak için türbeye gelip dua etmektedirler. Kimi zaman da alkolik olan kişilerin aileleri bu kişileri sarhoşken buraya getirmekte ve ayılıncaya kadar beklemektedirler. Böylece alkol bağımlılarının bu alışkanlığından kurtulacağına inanılmaktadır.
Kırkçeşme Mahallesi’nde Selçuk Sokak ile Kırkçeşme Caddesinin kesiştiği köşede yer alan ve dıştan dışa 10.91X9.25 m. boyutlarında olan türbe içerisinde 15 sanduka bulunmaktadır. Ahşap olan çatısı ve kargir duvarlarının büyük bir bölümü bakımsızlık sebebiyle zaman içersinde yıkılmış olduğundan kuzey bitişiğindeki Selçuk Camii ile beraber 1944 yılında harap olduğu gerekçesiyle şahsa satılır. Bu Kıymetli mekan zaman içerisinde harap olduğu vaziyette ayakta durmaya çalışırken 2005 yılında Vakıflar Kastamonu Bölge müdürlüğü tarafından restore dilmiştir.Allah onlardan razı olsun.
Seyyid Ahmed Hicabi hazretlerinin türbesi ; Kastamonu – Merkez’de Çuhadar sokak ile Kuyulu sokak kesişimindeki Şeyh Ahmed Siyahi hazretlerinin dergahında
Şeyh Ahmed Siyâhî hazretlerinin oğlu olarak 1826 senesinde dünyaya gelir. Altı aylık iken beşiğine aks eden parıltıyı kapmak için mâsumâne bir gayret sarfetmesi, sanki Allah ü teâlânın lütf ve ihsânıyla ileride büyük bir zât olacağını belli etmektedir. Üç dört yaşlarında iken babasının hatme-i hacegan meclislerine katılmaya başlar. Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinin dergâhına giden yolda kışın zaman zaman Serçeoğlu yokuşunda kızağa binen çocukları seyre gider. Yine böyle bir günde yolun kuzeyinde bulunan Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin büyük halîfelerinden Hacı Mustafa Efendi Hazretlerinin medfûn bulunduğu türbeden çıkan bâzı kimseler kendisini türbe içine alır ve pek çok nîmetlerle gönlünü hoş ederler. Bu olay pek çok kere tekrarlanır. Hattâ bâzan her türlü nîmetin mevcûd bulunduğu o mübârek zâtların yanından ayrılmak istemez, uzunca bir süre içeride kalır. Bir defasında uzun aramalardan sonra anne ve babası kendisini adı geçen türbeden çıkarken görüp çok şaşırırlar.
Tahsil yaşına geldiğinde önce meşhur kırâat âlimlerinden Hüseyin Hüsnü Efendi’den Kur’ân-ı azîmüşşânı hatmeder. Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinden sarf, nahiv, fıkıh, hadîs ve kelâm tahsilinden sonra Keskinzâde Ahmed Erîb Efendi hazretlerinin sohbetlerine devamla, tasavvuf dersleri alır. Kara Kâdızâde Mustafa Efendi’den ilm-i ferâiz ve Mesûdî Efendiden de ilm-i hadîs dersleri aldıktan sonra babası Ahmed Siyâhî hazretleri kendisine icâzet verir.
Ahmed Hicâbî Efendi, 1851′ de İstanbul’a gelir. Burada da tahsîline devamla meşhur âlimlerden Müneccimbaşı Tâhir Efendi’den hikmet, astronomi, Amasya’daki Halidi şeyhi İsmail Siraceddin’in (1782-1848) oğlu eski sadrâzam Mehmed Rüşdî Paşa’dan (1829-1876) mantık, edebiyat ve Hâzım Efendi’den usûl-i fıkıh dersleri alır. Bu tahsilleri sırasında Hocapaşa semtindeki Safvetî Paşa Dergâhında ikâmet ve talebeleri yetiştirme işi ile meşgul olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin daha sağken yerine tâyin ederek kendi yerine irşâd makâmına geçirdiği Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerinin sohbetlerine koşar ve dört sene hizmetinde bulunur. Bu esnâda tasavvuf mertebelerinde ilerler. Ahmed Hicâbî Efendinin çalışmasından, gayretinden ve ihlâsından çok hoşnud olan Abdülfettâh Efendi, onun kavuştuğu ilim ve irfâna bakarak, babası Ahmed Siyâhî hazretlerinin verdiği icâzetnâme üzerine kendisi de bir icâzetnâme yazar.
1857 yılında Kastamonu’ya dönerek bir müddet babalarının yanında talebelerin terbiyesi ve yetiştirilmesi işi ile meşgul olur. Abdülazîz Efendi hayatta olduğu halde irşâd işinin başına Ahmed Hicâbî hazretleri geçer. Din ilimlerinde emsâli az bulunan ve fen ilimlerinde bölgede bulunanların hepsinin üstünde yer alan Ahmed Hicâbî hazretleri, 1874 yılından vefât târihi olan 1889 yılına kadar bir taraftan talebelerin yetiştirilmesi ile meşgul olurken diğer taraftan husûsî sohbetlerinde zikir yoluyla sevenlerini tasavvuf yolunda ilerletir. Kastamonu ve çevre illerden pek çok talebe onun derslerine koşar. Bütün davranışları, huyları, hareketleri hep Peygamber efendimizin güzel ahlâkını andırmaktadır. Her zaman hep Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyar, insanlara İslâm ahlâk ve yaşayışının nasıl gerçekleştirildiğini gösterir.
Ahmed Hicâbî hazretleri 1878 senesinde babasının türbesinin bahçesi içerisinde bir kütüphâne ile ona bitişik bir dershâne yaptırır. O târihten îtibâren Temmuz, Ağustos ve Eylülden başka aylarda Cumâ günleri Şifâ-i Şerîf kitabını okutmaya başlar. O sohbet ve derslerin bereketiyle kalpler şifâ bulur, hep iyi düşünce ve niyetlerle dolar, ibâdetlerde ihlâs hâsıl olurdu. Ahmed Hicâbî hazretlerinin, yaz ve kış Nasrullah Câmii şerîfinde sabah namazını edâ eyledikten sonra civarda bulunan medreselerde din ve fen ilimleri ile meşgûl olmaları âdetleri idi. Cumâ günleri dergâhta bulunup talebelerin yetiştirilmesi ve Kur’ân-ı kerîm kırâati ile meşgul olurdu. Ramazân-ı şerîfte haftada bir gün Nasrullah Câmiinde ikindi namazından sonra ve Cumâ günleri namazdan sonra Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin dergâh-ı şerîflerinde vaaz ve nasihat ederdi. Bu vaaz ve nasihatlar müslümanlara uzun bir süre çölde susuz kalmış kimselere su vermek gibi idi. Kalpleri Allahü teâlânın aşkı ile dolardı. Nefisler aradan kalkar, herkes yaptığı her işi Allahü teâlânın rızâsı için yapardı. Onun kalpleri ve gönülleri feyz ve nurlarla dolduran bu sohbetlerinden istifâde edebilmek için vaazlarına aşırı hücum olurdu. Bu sırada diğer câmilerde ders veren hocaların derslerine kimse gitmezdi. Ahmed Hicâbî hazretleri bu durum üzerine Nasrullah Câmiindeki vaazlarını terk eder. Ramazanın dört Cumasında ise şeyhi dinleyebilmek için oraya can atarcasına acele giden birkaç bin ahâli özlerinden istifâde etmeye gayret ederdi.
Seyyid Ahmed Hicâbî hazretleri 1889 senesinde hastalığının artması üzerine daha ziyâde inzivâyı, köşesine çekilip Allahü teâlâyı zikretmeyi arzu eder oldu. Geceleri uyumaz, namaz ve zikir ile meşgul olurdu. Kendilerinde yirmi senedir bulunan kalp hastalığına müptelâ oldukları halde, aslâ ve katiyyen hastalıklarından bahsetmez ve soranlara; “Rabbimizin keremine şükrolsun, âfiyetteyim.” cevâbıyla mukâbele ederlerdi. Vücutlarında görülen aşırı halsizlik sebebiyle Ramazân-ı şerîfte oruç tutmasının hastalığı arttıracağı tabibler tarafından ihtar olunduğu halde; “Böyle bir mübârek aya ulaştık. Şimden sonra bizim için nasip, kısmet mukadder değildir. Borçlu gitmeyelim.” cevâbını vererek orucunu tutmaya başladı ve Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile tamamladı. Bir yere gitmek için kendisinden izin istemeye gelen dostlarına; “Geri dönersiniz. Amma beni bulamazsınız. Hakkınızı helal edin.” derdi.
Seyyid Hicâbî hazretleri bir müddet sonra Tosya’da bulunan ulemâdan Mâhir Efendinin gelmesi için haber gönderir. Haberi alan Mâhir Efendi on iki saatlik mesâfeyi sekiz saatte alarak huzur-ı saâdetlerine ulaşır. Seyyid hazretleri ona bakarak, “Molla Mâhir görüyorsun. Biz pazarlığı ilerlettik. Cenâb-ı Hakk’ın emrini bekliyorum. Vasiyetlerimin yerine getirilmesine dergâh ve medresenin memuriyetine ve talebelerin yetiştirilmesine gayret ve himmet et. Benim için müteessir olma. Aradığım bu gün idi. Hemen ölüm hâlimizin güzel ve kolay olması için duâ edin.”, diye buyurur. Sonra dâmâdı Keskinzâde’ye kütüphânedeki emânetler içerisinde bulunan ve muhterem pederlerine Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri tarafından ihsân edilen yeşil tâcın tabutları üzerine konulmasını, kabirlerinin pederlerinin kabrinden küçük yapılıp süslü olmamasını ve dergâha hizmeti terk etmemesini vasiyet eder.
Cumâ günü öğleden sonra yanlarına girmekte olan hanımlarına, kızlarına ve hizmetçilerine hitâben, “Bizim etrafımız artık mukaddes ruhlar ile doldu. Çok dikkatli hareket edin ve çok seyrek olarak girip çıkın.”, diye buyurur. Ġkindiye yakın abdest alarak ağızlarına bundan böyle dünyâ nîmetlerinden bir şey almayacaklarını ve Rabbi teâlâ ile meşgûl bulunacaklarını beyân buyurur. O gece beş-altı senedir dergâhın imâmlık vazîfesini gören Hâfız Emin Efendi ile Hâfız Sûzî Efendi iki taraftan nöbetle sabaha kadar Kur’ân-ı kerîm okurlar. Ahmed Hicâbîhazretleri seher vakti âhirete irtihâl eyler.
Vasiyeti gereğince mezarı babasının mezarından daha küçük yapılmıştır. Baş şahidesinin kavuğu üzerinde, asılmış bir tesbih motifi; kitabesinde ise şu yazı vardır;
“Hoca Şeyh Ahmet Siyahi hazretlerinin ferzend-î hüsnü’l meabı ve kaimmakam-ı irşad ve intisabı ve nüsha-i ilm ü irfanın ümmil kitap faslü’l hitabı Mevlana Hoca es-seyyid Şeyh Ahmet Hicabî hazretlerinin ruhuna fatiha.”
Ayak şahidesinde ise şeyhin on beş yıl irşat makamında bulunduğu ve
1306/1888 yılında altmış altı yaşında vefat ettiği belirtildikten sonra Ahmet Mahir Efendi tarafından kaleme alınan şu manzume yazılıdır:
“Hoca Seyyid ki anın Ahmet Hicabı namıdır,
Salikan-ı rah-ı hakka oldu bunda kıblegah.
Etmiş idi hak anı insan-ı kamil bil vücuh,
Himmeti asandır, işte anın bu hankah.
Öyle bir hurşid-i evc-i ilim ve ilham idi kim,
Keşf oturdu halka-i feyzinde her bir iştibah.
Mürşid-i irfan-ı meab ve fazıl ü ali cenap,
Varis-i ilm-i nebi ve arif-i sırr-ı ilahî;
Düştü bir necm-i şeref cevher gibi Mahir yere
Ma’kad-ı sıdk-ı hüdayı etti Seyyid nazgah”
Şeyh Ahmet Hicabi hazretlerinin kabrinin bulunduğu hazire etrafı demir parmaklıklı ihata duvarı ile çevrilmiş olan bahçenin içindedir. Güney köşesinde bir de kütüphane bulunan bahçeye doğu tarafındaki demir kapıdan girilmektedir. Mezarların şekli ve ait olduğu zevat hakkındaki şunlardır;
1- Bakana göre sağdan birinci mezar Ahmet Siyahî Efendi’ye aittir. Baş şahidesinin kavuk ve kitabe kısmı siyahtır. Mermerden yuvarlak biçimdeki şahide üzerinde bu zatın, Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerinin hulefasından olduğu anlatılıp fatiha dileği ile yazı sona ermektedir. Yine mermer olan ayak şahidesinin üst kısmında şeyh efendinin 100 yıl yasadığı, 50 yıl irşadda bulunduğu ve 1291/1874 yilinda vefat ettiği belirtildikten sonra, “Kutb-i devran-ı cihan Ahmet Siyahı şanı kim ../’ beytiyle başlayan on beyitlik bir manzume yazılıdır.
2- İkinci Mezar Seyyid Ahmed Hicabi hazretlerine aittir.
3- Ahmed Hicabi hazretlerinin kendisinden önce vefat eden oğlu Mehmed Necmeddin efendi
4- Kastamonu eşrafından ve salihinden Keskinzade Ahmed Rıza Efendi
5- Kesme taştan yapılmış ve üzeri açık olan bu mezarın şahidesi yoktur ve kime ait olduğu belli değildir.
Şeyh Ahmed Siyahi hazretlerinin vefatından sonra dergahda şeyhlik yapan Şeyh efendiler ;
Şeyh Ahmed Siyahi hazretleri
Şeyh Seyyid Ahmed Hicabi hazretleri
Şeyh Müderris Arif Efendi ( Ahmed Hicabi hazretlerinin kardeşi Abdulaziz Efendi’nin oğlu)
Şeyh Mehmed Sadeddin Efendi (Müderris Arif Efendi postnişin olmuş fakat bir süre sonra amcası Mehmet Sadeddin Efendinin Şeyhülislamlık makamına vaki itirazı haklı bulunarak 12 şevval 1310 tarih ve 409 no’lu kararla şehylik makamına bu zat atanmıştır. )
Şeyh Müderris Arif Efendi ( 1314 de tekrar Şeyh Olmuştur.)
Şeyh Mehmed Nureddin Efendi
Şeyh Ahmed Siyahi hazretlerinin türbesi ; Kastamonu – Merkez’de Çuhadar sokak ile Kuyulu sokak kesişimindeki dergahında
Son Halifemiz Kastamonu’lu Şeyh Ahmed Siyahi Efendi’dir. Mevlana Halid Bağdadi
Şeyh Ahmed Siyahi Hazretleri H.1191/M.1777 senesinde Kastamonu’da doğdu. Şehrin önde gelen alimlerinden ilim tahsil etti. Çorum’da Yusuf-i Bahri Efendiden hadis ilmini öğrenip Hafız-ı Hadis unvanı aldı. Çerkeşli Şeyh Mustafa Efendinin sohbetlerine katıldı.
Mustafa Efendi, Ahmed Siyahi Hazretlerini, Nakşibendiyye yolunun büyüğü Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretlerine talebe olarak gönderdi, başına siyah sarık sarması sebebiyle hocası tarafından Siyahi lakabı verildi. H.1243/M.1827 senesinde Halid-i Bağdadi Hazretleri tarafından icazet (diploma) verilerek insanları irşad vazifesi ile Kastamonu’da görevlendirildi. H.1291/M.I874 senesinde vefat etti. Yerine halife olarak oğlu Seyyid Ahmed Hicabi Hazretleri geçti.
Yetişmesi ve İlim Tahsili
Şeyh Ahmed Siyahi hazretleri hicri 12. yüzyılın sonlarında Kastamonu’nun Kırkçeşme Mahallesi’nde Sa’diyye tarikatının salihlerinden demirci Ahmed Baba’nın soyundan dünyaya gelmiştir. Henüz küçük bir çocukken şefkatli anasının, derviş meşrebli babasının merhametli ellerinde dervişane vera (takva ve zühd) sahibi olarak terbiye görmüştür. Kur’an-ı Kerîm öğrenmek için ilk defa önünde besmele çektiği Şaban Hoca Efendi‘nin sahip olduğu zühd (dünyaya dalmamak) ve vera (şüpheli şeyleri terketmek, titiz davranarak takvanın bir üst mertebesine ulaşmak) onda doğuştan bulunan zahidlik kabiliyetine başka bir letafet ve parlaklık katmıştır.
Gençliğinde gördüğü bu sofiyane terbiye sayesinde gerekli ilimleri tahsil ettikten sonra, kendini Kasabalı Mehmet Efendi adındaki vera sahibi, temiz ahlaklı bir zatın terbiye edici eline teslim etmiştir. Daha sonra zühd ve salihlikle meşhur olan Amasyalı Uzun Ali Efendi merhumun istifade halkasına devam ederek, ilim ve fazilet dairesini genişletmeye çalışmıştır.
Bir müddet değerli alimlerden ve Nakşibendi şeyhlerinden (Kastamonu’da bulunan Numaniye Medresesi’nin kurucusu ve müderrisidir) Hoca Numan Efendi‘nin ilim ve irfan kütüphanesiyle Üveysi azizlerinden Buharî Abdülazîz Efendi‘nin olgunluk kazandıran kürsüsünden ilmî ve amelî feyizler elde etmeye mümkün mertebe gayret ve himmet etmiştir. İrfan ve fazilet fikirleri genişledikçe, kemal elde etmeye şevk ve gayreti arttığından olmalıdır ki, altında bulunduğu ihtiyacın, ağır yükün çekilmez sıkıntısı altında, fakirlik ve sabrı kıran darbesine, sofiyane metanetini koruyucu bir siper edinerek, o zamanlar alimler merkezi denmeye layık olan Amasya’ya yönelerek. Mantıkçılar arasında eşsiz Hoca Payas‘tan ve ilmi tefsirde Beyzaviye denk olan Hoca Muhammed Caniki Hazretleri’nden gerekli kitapları okuyup tamamlayarak icazet almıştır.
Dönüşünde Çorum vilayetinde feyiz nurlarıni yayan Yusuf Bahrî Hazretleri‘nden hadîs ilmini öğrenerek, rivayet silsilesini tashih suretiyle, kendisiyle sohbet şerefini elde etmiş olan hemşehrilerinin söylediğine göre, hadis hafızı unvanını haiz olacak kadar Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in hadîs-i şerîflerini ezberlemiş olarak doğduğu yer olan Kastamonu’ya dönmüştür. Bu sırada meşhur Ayaklı Kütüphane’nin en kıymetli talebelerinden olan ve mezkur beldenin Namazgah Medresesi Müderrisi Hoca Osman Efendi Merhum’dan tefsir, meanî ve kelam ilimleri okumuştur.
Mevlana Halid Bağdadi Hazretleriyle buluşması
İlim tahsil ettiği dönemlerde tatil günlerinde birkaç defa Çerkeş’e giderek, Halveti Tarîkatı’nın müceddidlerinden Şeyh Mustafa Efendi Hazretleriyle sohbet etmiş ve ondan inabe (tarikat dersi) istirham etmişse de, Mustafa Efendi; “Senin feyzine sebep olacak zatın adı Halid olacaktır. Onu ara!‘ şeklinde irşad olunmuştur.
Bu irşad edici kılavuzun irşadının şevkiyle aşıkane fikirleri kaynamaya başlayıp, gizlice işaret edilen mürşidine doğru koşmak isterken ve bir takım imkansızlıklar içerisinde şeyhine ulaşmaktan mahrum iken, memleketin zenginlerinden Abdulbakîzade Hacı Numan Ağa isminde cömert, yüksek ahlaklı bir seveninin nakdî yardımı ve himmetiyle Hicaz cihetine yöneldi. Derken cennet kokulu Şam’a ulaşınca, Yüce Nakşibendî Tarîkatı’nın en mükemmel müceddidi (yenileyicisi), Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretleri (Kuddise Sirruhü) ile buluştu. Ahmed Siyahî Hazretleri, insanların ve cinlerin peygamberinin sünnetlerine uygun olarak, siyah sarık sarınmayı alışkanlık haline getirdikleri için, Halid-i Bağdadî hazretleri tarafından “Siyahi lakabına mazhariyetle maksadına ulaşmış, sülük erbabı için gerçekten cihan kıymetinde bir nimet denmeğe layık bir şekilde O’nun maiyyetinde Hicaz’a doğru yönelerek, halkın kıblegahı olan, Kabe’yi tavafla mutlu olmuş, Cenab-ı Hakk’ın sevgilisinin Ravza-i Mutahhara’sını ziyaretle tecellilere mazhar olmuştur.
Ahmcd Siyahî Hazretleri Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere ziyaretlerini mürşidi Halid-i Bağdadî Hazretleri ile birlikte nice tarikat sırlarına vakıf olarak îfa edip hac farizasını yerine getirdikten sonra, o yüce terbiye edicinin tarikat nurlarınıyaymak üzere mürşidinin verdiği icazemameyi alarak H. 1242 (1826) senesi başlarında Kastamonu’ya dönmüş ve görevi gereği salihlerîn terbiyesine başlamıştır.
Ahmed Siyahî Hazretleri, Halid Bağdadi hazretlerinin en son halifesi
Şeyh İbrahim Hakkı Efendi’nin kabri şerifi ; Kastamonu – Araç ilçesine 24 km uzaklıktaki Yeşilova köyü camii yanında
Halveti Tarikatının Şabaniye Kolunda ömrünü halvet ve çilehanelerde geçirmiş , Şeyhi Mehmet Hilmi Efendi ve Said Nuri hazretleri tarafından yetiştirilen büyük Allah dostlarından sayısız keşif ve kerametleri açıkça görülen üstadları tarafından az zamanda ve kısa ömrüne rağmen çok yüksek mertebelere çıktığı söylenen ilim ve irfan sahibi yeşilova doğumlu olup hicreti şerifini Karabük’de gerçekleştirmiş Şeyh İbrahim Hakkı Hazretleri . Doğumu 1341 vefatı 1382 (1962) ….
Osman Hulusi Efendi’nin kabri şerifi ; Malatya – Darende’de Somuncu Baba Külliyesinde
Son devrin Nakşibendi büyüklerinden olan Es-Seyyid Hacı Osman Hulusi Efendi, 12 Ağustos 1914 tarihinde Darende’nin Hacılar-Şeyhli mahallesinde dünyaya gelmiştir. Soyu, babası Şeyhzadeoğlu sülalesinden Hasan Feyzi vasıtasıyla 24. kuşaktan neseb-i alîleri olan Somuncu Baba Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri’ne, oradan da Hz. Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla 36. kuşaktan Hazret-i Muhammed (s.a.v.)’e intikal eder. Bu neseb zincirleri validesi Fatıma Hanım tarafindan da ecdadı olan Taceddin-i Veli Hazretleri’nin vasıtasıyla yine alemlerin Peygamberine ulaşır.
Osman Hulusi Efendi, babasının büyük kardeşi olup genç yaşta vefat etmiş olan Ömer Osman Hulusi Efendi’nin adını almıştır. Bu adı babası vermiş ve büyük kardeşi Ömer Osman Hulusi Efendi’nin hatırasına olan saygıya binaen Osman Hulusi Efendi, babası ve çevresi tarafından “Efendi” adı ya da unvanı ile tanınmıştır.
Kendisinin ifadesine göre, annesi Osman Hulusi Efendi‘ye abdestsiz süt vermemiş ve daimi olarak İslamî bir atmosfer içerisinde yetişmiştir. Babasından aldığı ilk manevi terbiye ve sahip olduğu yüksek seciyelerin etkisi ile daha çocuk denilecek yaşta iken, 1919-1920 senelerinde Darende’ye teşrif eden İhramcızade İsmail Hakkı Toprak Hazretleri’nin para mı istersin himmet mi sorusuna karşı, tereddütsüz olarak himmet isterim cevabını vererek manevi olgunluğunu göstermiş ve İsmail Hakkı Toprak Hazretleri’ne intisap etmiştir. Çocuklukta başlayan tasavvufi atmosfer, kamil bir insana intisap etmesi ile onun için tasavvufi seyr-i süluka dönüşmüştür.
Osman Hulusi Efendi, ilk eğitimini babasından aldığı dini bilgilerin yanında, çocukluğunun geçtiği Şeyhli mahallesindeki camiin medresesine devam ederek almış, daha sonra Dutluk Sıbyan Mektebi’ne devam etmiştir. Bu sıralarda babası Hatip Hasan Feyzi Efendi ile birlikte yazları Hacılar’da, kışları ise Zaviye mahallesindeki evlerinde ikamet etmekte idiler. Ancak bir süre sonra daimi olarak Zaviye mahallesinde kalmaya başlamışlardır. Bu tarihten bir süre sonra, yeni alfabe kabul edilmiş ve 1923 yılında Darende’de Cumhuriyet ilkokulu açılmıştı. Bu okuta devam eden Osman Hulusi Efendi, 1928-1929 eğitim-öğretim yılında iyi derece ile okulu tamamlamıştır.
Ne var ki yokluk zamanlarında öğrenimine devam edemeyen Hulusi Efendi, babası tarafından gençliğinin en verimli yıllarında sanatkarlığa gönderilmiştir. Yine babasının teşviki ve kendi çabaları île eserlerinde en güzel bir şekilde kullanacak derecede Edebiyat, Farsça ve Arapça bilgisini ilerletmiştir. Bu arada geçimini sağlamak üzere ciltcilik, şirazelik, marangozluk, matbaacılık, dizgi, baskı, oymacılık ve mühür kazma işleri ile meşgul olmuştur. Bu sayede kendi kitaplannın cilt, dizgi ve şirazelerini de kendi elleriyle yapmıştır. Gençliğini gurbette ticaret yaparak geçiren Osman Hulusi Efendi, bir defa Cuma namazını kaçırınca “Beni ibadetime mani olan kazanca muhtaç etme Ya Rabbi” duasında bulunmuş ve ticareti bu nedenle bırakarak memleketine dönmüştür.
1940-1942 (26-28 yaş.) yılları arasında Diyarbakır ve Maraş’ta askerlik vazifesini yerine getiren Osman Hulusi Efendi, Şeyh Hamid Veli camii imam-hatibi olan babasi Seyyid Hasan Feyzi (k.s.) Efendi’nin 1945 yılında vefatı üzerine, Şeyh Hamid Veli Camii’nin boşalan imam-hatibliğine tayin edilmiştir. 1945 yilindan 1953 yılına kadar 8 sene bu vazifeyi fahri olarak yürüten Osman Hulüsî Efendi, bu tarihten itibaren camii şerifin kadrolu imam-hatibi olarak tayin edilmiştir. 1-31 Ekim 1969 tarihleri arasında katıldıkları imam-hatip ve müezzinler tekamül kurşunu Pekiyi derece ile bitirmiştir.
Osman Hulüsî efendi 42 yıl gibi uzun bir müddet ifa ettikten sonra 65 yaşını doldurduğundan dolayı 01.07.1987 tarihinde re’sen emekliliğe sevk edilmesi üzerine görevini mahdumları ve aynı zamanda manevi varisleri olan Hamid Hamideddin Ateş Efendi’ye devretmişlerdir.
Gençliğinde başlayan hizmet zincirleri ömürlerinin sonuna kadar insanlığa hizmetle geçmiştir. Bütün bu amiller ve şartlar kendilerinin kemal şifalının zirvelere çıkmasına vasıta olmuş, rıza, vera ve takva bütün incelikleriyle ta o zaman şahıslarında tekemmül etmiştir. Gençlik yıllarında beldesinin her sorunu ile ilgilenmiş bizatihi kendi gayretleri ile elektrik, su ve yol gibi hizmetlerin yapılmasında üstün gayretler göstermiştir. Keramete fazla önem vermeyen Osman Hulusi Efendi Hazretleri, güzel ahlakı, ilmi, hele ilahi aşkı her şeyin üstünde tutmuşlar, bilhassa ilim sahasında fetvaya muktedir bir seviyeye erişmişler. Verilen vehbi ilimle de bütün ilimlere vakıf olmuşlardır. O “Hüsn-ü ahlak her kemalin fevkindedir” buyurarak bu uhdeyi kendilerine düstur kabul etmişlerdir.
Osman Hulusî Efendi, tasavvuf ve manevi aşkının etkisi ile söylediği şiirleri ile de irşad görevini yerine getirmiştir. Meşhur Divan-ı Hulusi-i Darendevi isimli divanı bu yönüyle önemli bir eserdir. Kerametleri sayılamayacak kadar çoktur. Ancak o keramete ehemmiyet vermeyerek, “Hüsn-ü ahlak her kemalin fevkindedir.” buyurarak bu umdeyi kendilerine düstur kabul etmişlerdir. Güzel ahlakı, ilmi, hele aşkı her şeyin üstünde tutmuşlar, ilme olan merakının ve teşviki ile birçok okullar, kurslar ve kütüphaneler yaptırmış, yirmiyi mütecaviz derneğin başkanlığını yapmış, hizmet sahasında bir insanın düşünemeyeceği kadar geniş ve inanılmaz faaliyetlerde bulunmuşlardır. İradeleri hizmet, sevgi, muhabbet ve insanlığa yardım ve irşad doğrultusunda tecelli etmiştir.
14 Haziran 1990 tarihinde rahmet-i Rahman(c.c)’a kavuşan Osman Hulusi Efendi’nin Kabri şerifi Darende ‘deki Somuncu Baba Külliyesindedir.. ..
Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerinin halifesi Erzincanlı Abdullah Mekkî Efendi’den hilafet almış aşık bir zat ve Anadolu’da yetişen büyük velîlerdendir. İsmi “Muhammed Vehbî“dir. “Hayyat Vehbî” diye meşhur olmuşdur. 1776 veya 1781 senesinde doğdu. Kaynaklarda Erzurum’da veya Erzincan’da doğduğu yazılıdır.
İslam ümmeti arasinda ümmîlikle meşhur olmuş Allah dostu bir zattır. Terzi Baba hazretleri ilk temel dînî bilgilerini tahsil ettikten sonra, anne ve babasının isteği üzerine, bir sanat sahibi olmak için terzilik mesleğini öğrenmeğe başladı. Terzi Baba diye meşhur olması buradan gelmektedir.
Terzi Baba hazretlerinin dünyaya hiç rağbeti yoktu. Maneviyatçı meyli çok fazla idi. Mesleği île meşgul olurken, ibadetlerini asla terketmez, nefsinin arzu ve isteklerini yapmama hususunda azamî gayret gösterirdi. Mevlana Halid-i Bağdadî’nin halîfelerinden Şeyh Abdullah Mekkî Efendi’ye tasavvuf terbiyesinde talebe oldu. Şeyh Abdullah-ı Erzincanî el-Mekkî hazretleri Mekke-i Mükerreme’de irşadla vazifeli idi. Bundan sonra Terzi Baba hazretlerinin manevî mertebesi günden güne ilerledi. Nefsle mücadele ve riyazette çok ileri derecelere ulaştı. Abdullah Mekkî Efendi, ona i’cazet verdi ve insanları irşada selahiyetli hale geldi.
Terzi Baba hazretleri, hem dikiş diker hem de dili ve kalbi ile Allahü Teala’yı anardı. Dükkanında dikiş dikerken, her iğneyi kumaşa geçirip çıkarışta dili ve kalbi ile Allahü Teala’nın ism-i şerîfini zikrederdi. Halîm-selîm, mütevazî bir zat idi. Kimsenin halimi bilmesini istemezdi. Fakirleri çok sever ve bu husustaki hassasiyetini açıkça belli ederdi.
Tasavvuf yoluna girmesine vesile olan Abdullah Mekkî Efendi ile tanışmaları şöyle oldu ; Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri, halifelerinden Abdullah Mekkî Efendi’yi Anadolu’ya göndermişti. Abdullah Mekkî Efendi, Erzurum’a uğramış, sonra Erzincan taraflarına yönelmişti. Erzincan’a yaklaşınca, yanındaki arkadaşlarına: “Hocamızın bize tarif eylediği memleket, Allah bilir ya burasıdır. Burada bir zatın bizde emaneti vardır” demişti. Abdullah Mekkî Efendi, Erzincan’ı şereflendirince, insanlar akın akın ziyaretine geldiler. Gelenler arasında Terzi Baba hazretleri de vardı. Abdullah Mekkî Efendi, ilk defa gördüğü Terzi Baba girince ayağa kalktı. Davet edip yanında yer verdi. Hiç kimseye yapmadığı iltifatı Terzi Baba’ya yaptı. Ona: “ Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerinden bizde bir emanet var. Bu emanet sana çok menfaatler sağlar. Kabul edersen sana teslim edeyim” dedi. Terzi Baba da: ” Siz bilirsiniz efendim, maddî menfaatse; dünya için Allah demem” cevabını verdi. Abdullah Mekkî Efendi bu cevabı alınca: “Oğlum, sen bulacağını buldun. Teslim edeceğim emanet seni dünya sevgisinden kurtarmaktan başka bir şey değildi” buyurarak. Terzi Baba’ya nazar edip, emaneti tevdî etti.
Şah-ı Nakşibend hazretlerinin yolunda terbiye edip, kemale ermesine vesîle oldu. Terzi Baba’ya hilafet-verip Allahü Teala’nın kullarına, Allahü Teala’nın dînini öğretmek marifetullaha kavuşturmak vazifelerinin verdi. Bunun üzerine Terzi Baba’nın hali değişti. Maneviyat dünyasına daldı.
Bu hadiselerden sonra , Terzi Baba’nın yüksek derecesi halk arasında yayıldı. Herkes istifade etmek için ona geldi. Zamanla Terzi Baba’ya bağlı talebelerin sayısı arttı. Bu hali çekemeyenler, onun hakkında dedikodu etmeye başladılar .
”Ummi bir cahilin başına bu kadar insan toplanmış” diyorlardı. Hatta ilimden biraz nasibi olanlar da, bu gibi sözleri söylemeye başlamıştı. Bunun üzerine beldenin müftüsü, Terzi Baba’yı imtihan için davet etti. Maksadı ise, Terzi Baba sorulan suallere cevap veremeyince, cehaletini anlayıp, insanları irşad, yol gösterme davasından vazgeçmesini sağlamaktı. Terzi Baba hazretleri, Müftü Efendi’nin davetini kabul edip gitti. Orada büyük bir ilim meclisinin toplandığını gördü. Müftü Efendi’ye kendisini niçin davet ettiğini sorduğunda, müftü efendi ona: ” Biz seni imtihan için davet ettik. Hakkınızda birçok dedikodu yapılıyor. Buna son vermek lazım geldi. Şimdi bazı sualler soracağız. Siz cevap vereceksiniz” dedi. Bir çok sualler sordu. Terzi Baba hazretleri büyük bir hakikati ortaya çıkarmak için sorulan bir suale: “Allahü Teala’nın, bu ahirde yaşayanlara göre yedi, diğer beldelere göre sekiz tane sıfatı-ı subutiyesi vardır. Bu beldeye göre Allahü Teala’nın Subutî sıfatları şunlardır: ilim, Semi, Basar, irade. Hayat, Kelam ve Tekvîn. Bu şehre göre Allahü Teala’nın Kudret sıfatı yoktur. Çünkü bu şehir insanları Allahü Teala’nın “Kudret” sıfatını inkar etmektedirler. Eğer bu şehrin insanları Allahü Teala’nın “Kudret” sıfatına inansalardı, Allahü Teala bir ümmî kulunda, insanlara doğru yolu gösterme kabiliyetini yaratmaya kadirdir, derlerdi” cevabını verir vermez, orada bulunanlar, Terzi Baba’nm ilm-i ledünnîye sahip, kamil bir zat olduğuna kanaat getirip, ellerine kapanarak af dilediler. Ona gereken ikram ve hürmeti gösterdiler.
Terzi Baba hazretlerinin eserleri
Terzi Baba hazretlerinin yetiştirdiği talebeler arasında, Hafız Rüşdü Efendi, Hacı Mustafa Fehmi, Leblebici Baba vardır. Terzi Baba hazretleri, ilahî aşk île dolu adeta ikinci bir Yunus Emre’dir. Tasavvufun hakîkatlerine dair manzumelerinin yer aldığı, Miftahu’l-Kenz isminde bir eseri çok meşhurdur. Yine takrirlerinin yer aldığı Sıfat-ı Subutiyye isimli eseri de vardır.
Vefatı
Terzi Baba hazretleri, 1847 (H. 1264) senesinde Erzincan’da vefat etti. Dergahının olduğu yere defnedildi. Bugün burası Terzi Baba Mezarlığı diye anılmakta, türbesi mezarlığın ortasında bulunmaktadır.
Kaynak
Hüseyin Vassaf , Sefine-i Evliya , Kitabevi yayınları , 2013
Bursalı Mehmet Tahir Efendi , Osmanlı Müellifleri
Ömer Faruk Yılmaz , Bütün Menkıbeleriyle İstanbul ve Anadolu Evliyaları , İpek Yayın dağıtım.
Hacı Dede Türbesi ; Kastamonu – Beyçelebi mahallesi Hacı dede sokaktaki Hacı Dede camii yanındadır.
Şeyh Hacı Dede ; Şeyh Şaban-ı Veli hazretlerinin halifelerindendir. Şabaniye Silsilenamelerinde Hazreti Pir’in bizzat kendisinden icazetli şeyhler arasında gösterilmektedir. Menakıbname-i Şeyh Şaban-ı Veli’de Ömer Fuadi , Şeyh Hacı Dede’den bahisle, ona da başvurduğunu anlatır. Abdülbâki Efendi’ye o sırada İskilip’te olması sebebiyle ulaşamayan Fuâdi, içinde gitgide artan aşk ateşine daha fazla sabredemez. Bunun üzerine Şeyh Şa’bân-ı Veli’nin halifelerinden meşhur Hacı Dede’ye halini arz eder. O da bu durumun kısa sürede halledilemeyeceğini, zamana ve tedrice ihtiyaç olduğunu, Allah’tan başka her şeyi terk ederek tarikata girmesini ve böylece mücahede ile hâlinin düzeleceğini ifade eder. Ömer Fuadi, bu sırada duyduğu heyecan ve çektiği ıstırapla Hacı Dede’den derhal irşad niyaz etmektedir.
Şeyh Hacı dede’nin hayatı hakkında ne yazık ki başka bir bilgiye ulaşamadık . Kendisinden sonra kimin postnişin olduğu da malum değildir. Bir süre görevde bulunan ve 1125/1713 tarihinde vefat eden Şeyh Mahmut Efendi’ nin yerine şeyhlik ve imamet görevi oğulları Mehmet ve Mustafa efendilere tevcih edilmiştir. Kırk üç sene kadar görevde kalan Mehmet Efendi’nin vefatı üzerine 1168/1754 tarihli buyrultuyla seccadeye oğulları Abdullah ve Mustafa efendiler getirilmiştir. Son iki zatın vefatından sonra tekke uzun bir süre muattal kalmış ve 1220/1805 tarihli buyrultuyla Nakşibendî Şeyhi Hacı Hafız Ahmet bin Mustafa Efendi Şeyhlik makamına atanmış ve dergah, Nakşî dergahı olmuştur. Daha sonra bir süre görev ifa eden Güdüloğlu Hafız Hüseyin Efendi görevden çekilmiş ve yerine, yapılan sınavda başarılı olan Mehmet Sadık Efendi atanmıştır.
Adıgeçen zevattan hangilerinin türbede medfün ve sandukaların kime ait olduğu malum değildir. Yalnız türbede asılı bir levhada bunlardan birisinin Benli Sultan’ın oğlu olduğu yazılıdır.
1591 tarihlerinde yapılmış olduğu tahmin edilen Hacı dede mescidi yanmış, yerine bugünkü mescit 1850 yılında yapılmıştır. Döşeme ve tavanı ahşap, mihrap ve minberi basittir. Türbe 1971 yılında restore edilmiştir. Caminin dikkat çeken bir özelliği, duvarlarının tavanla bitişen üst kısımlarının içeriye kavisli olmasıdır. Bu özellik Hz. Pir Camii’nde de mevcuttur. En son 1971 yılında cemaat tarafından tamir edilmiş, bitişiğindeki türbe ile cami avlusunun zemini betonla yenilenmiş ve avluya abdest alma yeri, tuvalet yapılmıştır. Doğu bitişiğindeki kapıdan türbeye geçilmektedir. Bölge halkı tarafından sık sık ziyaret edilmektedir.
Kaynak
Kastamonu Camileri – Türbeleri – ve diğer Tarihi Eserler – Fazıl Çifçi – Kastamonu Belediyesi
Abdulhalim Durma , Kastamonu Evliyaları ,
Abdülfettah Veli hazretlerinin türbesi ; Kastamonu merkez’de yer alan Yılanlı camii içerisinde
Abdülfettah-ı Veli (k.s.), Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin torunudur. Babasının adına izafeten Abdülazizzade nisbesiyle anılan kola mensuptur. Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivindeki 203/706 esas nolu şahsiyet kaydına göre Pervane Ali bin Süleyman tarafından inşa edilen şifahane bünyesindeki camiin şeyhlik,imamet ve hitabet vazifeleri kendisine tevdi edilmiş ve bu vazifeler tevarüs yoluyla ahfadına (torunlanna) intikal etmiştir. Yılanlı Dergahı olarak bilinen yapı Selçuklu döneminin önemli eserlerindendir. 1837 senesinde çıkan yangında yanmıştır. Eserden geriye sadece camiinin girişinde yer alan inşa kitabesi kalmıştır.
Tekke ve zaviyelerin kapanmasına kadar burası kadirî dergahı olarak da irşat merkezi hususiyetini muhafaza etmiştir. Son Şeyh Necip Efendi zamanında dergahta fakirlere, yolculara ve misafirlere yemekler verildiği, mevlit kandillerinde de halka ikramlarda bulunulduğu ve bu hizmetler karşılığında dergahın aylık beşyüz kuruş tahsisatı olduğu bilinmektedir.
Dergaha Yılanlı denilmesinin sebebi ise rivayete göre şöyle ; Abdülfettah Veli hazretleri , Kastamonu ya geldiğinde belde halkından cami yapmak için yer talep etti. Onlar da,’Şurada cinlerin zabtettiği bir yer vardır. Eğer ona razı olursanız veririz’ dediler. Razı olup o mahalde bir mabet yapmaya başladı. Bir gün gördüler ki, büyük bir yılan hankahın kapısına çöreklenmiş. (Abdülfettah Efendi) Keşfiyle bunun yılan suretinde bir cin olduğunu bildiler ve eliyle meshedince Allahın kudretiyle taş oldu. Bir müddet geçtikten sonra bir ejder zuhur etti. Onun da cin taifesinden olduğunu anlayınca aynı şekilde meshetti ve o da tasa çevrildi. Bu hadiselerden sonra cinlerin tasallutundan kurtuldu. Ejderli taşı camiye sütun olarak kullandı ve diğer taşı da başka bir yerde muhafaza etti.Hatta bu bilgilerden başka halk arasında Abdülfettah Hazretlerinin buradaki yılanları toplayarak bir bohça ile şehrin üst tarafındaki Kaybılar deresine attığı ve yılanların kendisine itaat ettiği de anlatılmaktadır.
Abdülfettah-ı Veli hakkında daha etraflı bilgiler veren Seydişehirli Şeyh Şerafeddin Efendi 1329/1911 tarihinde Kastamonu’yu ziyaretleri esnasında şu bilgileri kaydettirmiştir: “Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin Anadoluda birçok torunu medfundur, birisi Bursa’da Ahmed el Kebir, ikisi İstanbul’da Arpacı Camiinde Musa el Hadi ve Abdül Hadi, birisi de Sinop’ta Medfun olan Salih el Geylani’dir. Kastamonu Yılanlı Dergahında medfun olan Abdülfettah adındaki zat da Geylani Hazretlerinin halifelerinden ve cariyeden gelme torunlarındandır. Büyükler arasında sayılan Abdülfettah’lardan biri de bu zattır. Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin torunları dokuzdur. Bu torunlanndan biri de Kastamonu’daki Abdülfettah Hazretleridir. Evladının oraya buraya dağılmalarının sebebi zamanlarındaki padişahın zulüm ve düşmanlığıdır.Abdülfettah Hazretleri de aynı sebepten dolayi bin kişi île birlikte Bağdat’tan buraya hicret etmişlerdi. Medfun oldukları yerde civarında bulunanlar da büyüklerdendir. Nitekim Kabr-i Şerîfin üzerinde bulunan malumattan anlaşıldığı üzere etrafında yatan zevattan ikisi hariç diğerlerinin tümü çocukları ve torunlarıdır.”
Abdülfettah Veli hazretlerinin türbesi Yılanlı Camii’nin içerisindedir. Camiden ve kuzey tarafından açılan iki kapısı vardır. Duvarları harçla moloz taşından yapılmış, çatışı ahşap, üzeri kiremitlidir. Dikdörtgen planlı olan bina doğu-batı istikametinde uzanmaktadır.
Döşemesi beton olan binanın kıble duvarında bir mihrap hücresi vardır. 1133 Tarihli Şer’iye Sicilinden ilk binanın kubbeli olduğu ve harap olan kubbesinin aynı tarihte Yusuf Paşa’nın vakfettiği meblağdan tamir edildiği anlaşılmaktadır.
İçinde büyüklü küçüklü 25 adet ahşap sanduka bulunmaktadır. Mihrabın hemen önünde ve cami tarafında bulunan, diğerlerinden daha büyük ve yüksekçe yapılmış olan, bakır mahfaza içindeki sanduka Abdülfettah-ı Velî hazretlerine aittir. Adı geçen şer’iye siciline göre sandukalardan birisi Süleyman Efendi isimli bir zata,bir diğeri de türbeye ikiyüz kuruş vakfetmiş olan Kayseri valiliğinden emekli Yusuf Paşa’ya aittir.
Kaynak
Abdülkadir Geylani ve Kadirilik , Adalet Çakır , İsam.
Kastamonu Camileri – Türbeleri – ve diğer Tarihi Eserler – Fazıl Çifçi – Kastamonu Belediyesi
Kastamonu Evliyaları – Abdulhalim Durma
Lalegül Dergisi , Kasım 2015 sayısı
Mahmud Sami Ramazanoğlu hazretlerinin kabri şerifi ; Medine – Cennetül Baki kabristanında Hazreti Osman Efendimiz ile Ebu Said El Hudri hazretlerinin yakınındadır.
Mübârek ömürlerinin her ânında Sünnet-i seniyye-i ihyâ eyleyen ve nice yüksek makamların sâhibi, Gavs, Müceddid, Sâhibü’z-zamân ve Cân’a yakın ülfet makâmının sâhibi ve asırların nâdir yetiştirdiği bir Zât-ı akdes olan Hz. Mahmûd Sâmî (k.s.), insanları Hakk’a da‘vet eden, doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i âliyye denilen büyük alimlerdendir.
Nakşibendî-Halidî Şeyhi olan Mahmud Sami Ramazanoğlu hazretleri 1892 de Adana’da
doğdu. Babası Ramazanoğulları diye bilinen bir aileden Mücteba Efendi, annesi ise Ümmügülsüm Hanım’dır. Adana’da Tepebağ mahallesinde dünyaya gelmiştir. Asil bir aileye mensuptur. Ramazanoğullarından, şeceresi Büyük Türk hakanı Nureddin Zengi (Şehîd) yoluyla, Ashab’dan Halid İbni Velîd (r.a.) hazretlerine dayanır.Babasının ismi Mücteba, dedesinin adı Abdurrahman, büyük dedesi İshak ve onun babası Hüseyin Efendi’dir.
Merhum Sami Efendi ile ilgili yazılan eserlerde şöyle bir menkıbe anlatılır:
”Bir gün Hızır aleyhisselam, evlerinin kapısına gelir. Evin kadın hizmetçisi vasıtasıyla, muhterem büyük validemizi kapıya çağırır. Validemiz hizmetçiye, “Kızım ne isterse ver kendisine” tenbihatında bulundu ise de, gelen ziyaretçi: “Hayır, muhakkak kendisiyle görüşmem lazımdır.” diyerek ısrar edince, validemiz kapının arkasına gizlenir ve aralarında şöyle bir konuşma geçer; gelen ziyaretçi: “Kızım, hamile olduğunu biliyor musun? Senin vasıtanla büyük bir insan dünyaya gelecek ve sol eğe kemiği üzerinde büyükçe bir ben bulunacak. O uzun süre İslamiyet’e hizmet edecektir. Bu müddet içinde helal ve harama çok dikkatli ol ve ismini de Mahmud Sami koy müjdesini vermiş ve teberrüken bir de gömlek istemiş. Fakat gömlek getirilinceye kadar kendisi ortalıktan gaib olmuş.”
İlk, orta ve lise tahsilini Adana’da tamamlayan Sami Ramazanoğlu Efendi Darülfünunda okudu ve Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitirdikten sonra askerlik hizmetini zabit vekili (yedek subay) olarak İstanbul da yaptı. Zahir ilimlerini devrin ulema ve müderrislerinden tamamladı ve tasavvuf yoluna yöneldi. Devrin meşhur Nakşi tekkesi Gümüşhaneli Dergahı’nda bir müddet erbain ve riyazatla meşgul oldu. Sonra arkadaşı eski Beşiktaş Müftüsü Fuad Efendi’nin babası Rüşdü Efendi’nin delaletiyle Kelamı Dergahı şeyhi ve Meclis-i Meşayih reisi Esad Erbilli Efendi‘ye intisab etti. Bir müddet mürşidinin yanında kaldı. Seyrü sülükünü tamamlayınca Esad Erbili hazretleri tarafından kendisine Nakşibendi hilafeti verildi. (Hilafet tarihi 1920’lerde olsa gerek çünkü; söz konusu icazet, Erbili’nin 1922’de ilk baskısı yapılan Mektubat’ı içinde yer aldığına göre [ 134. mektup] bu tarihten önce verilmiş olmalıdır). Bir süre memleketi Adanaya irşada vazifeli olarak gönderildi. Memleketi Adana’da Cami-i Kebir’de vaaz ve hususi sohbetlerle İrşad hizmetini yürüttü. El emeğiyle çalışıp kazanmaya önem verdiği için bir kereste ticarethanesinin muhasebe defterini tutarak geçimini temin etti. O babasından ve ailesinden intikal eden büyük serveti almamış ve ” Hiçbir kimse kendi kazancından daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir.” hadisi şerifi gereğince el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir. Adana da uzun yıllar irşad yıllar irşad faaliyetlerine devam etti. Yazları Adana’nın Namrun ve Kızıldağ yaylası ile Kayseri’nin Talas’ın da geçirdi.
1946’da hacca gitti. 1950’de Adana’daki Ulucamii’de vaaz vermeye başladı.1951’de geldiği İstanbul’da iki yıl kaldı. 1953’te ikinci defa hacca gitti. Hac dönüşü Şam’a yerleşmeye karar vermişti. Buradaki Türk öğrencilerine Ruhu’l-Beyan Tefsiri, Mektubat gibi eserleri okutarak tasavvuf sohbetleri yapmıştır. Ertesi yıl Şam’a yerleşme kararından vazgeçip İstanbul’a döndü.Erenköy’de Zihnipaşa Camii’nde vaaz verirken bir yandan da özel sohbetler yaparak irşad vazifesini sürdürüyordu. Bu dönemde de geçimini, bir ticarethanenin muhasebe işlerinde çalışarak temin ediyordu.
1979’da ailesiyle birlikte Medine-i Münevvere’ye gidip yerleşti. Ömrünün son günlerini, çok sevdiği ve hayatı boyunca O’nun gibi yaşamaya çalıştığı Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’in yanında geçirdi. 12 Şubat 1984’te sabaha karşı saat dört buçukta “Allah Allah” diyerek, dünyadan ebediyet alemine intikal etmiştir. Sevgilisine kavuşmuştur.Sevenleri, yirmi beş yıl kadar önce, Eyüp Sultan Kabristanı’nda kendileri için bir yeri temin etmişlerdi. Bundan pek memnun olmayan Sami Ramazanoğlu hazretleri ;”sorarsanız, gönlümüz Cennetü’l-Bakî’yi ister.“buyurmuşlardı.
Cenaze namazı Mescid-i Nebevî’de kılındıktan sonra, Resülüllah (s.a.v.) Efendimiz’in bu has evladı Türbe-i Saadet önünden geçirilerek, büyük bir sessizlik içinde, güzide, sahih bir topluluğun elleri üzerinde, eskiden beri can ü gönülden arzu ettikleri Cennet-i Baki’de Hazreti Osman Zinnüreyn ve Ebü Said el-Hudrî (r.a.) hazretlerinin yakınında mukaddes toprağa defnedilmişlerdir. Gani gani rahmet ve şefaatlerini diliyoruz. Yeri Cennet, makamı alî olsun! Amin.
Kaynak
H. Kamil Yılmaz , Altın silsile , Erkam yayınları
Yahya Kutluoğlu , Yolumuzu Aydınlatanlar , İstanbul Kültür a.ş. , 2014
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Ebru Erte , İstanbul’un 100 Sufisi , İstanbul Kültür a.ş.
Hacı Bayram Veli Hazretlerinin Türbesi ; Ankara – Hacı bayram Veli camii yanındadır.
Bayramîlik yolunun kurucusu , büyük arif ve veli Hacı Bayram-ı Velî, 1352 yılında Ankara’nın Solfasol köyünde doğdu. Asıl adı Numan, babasının adı Koyunluca Ahmed’dir. ‘Bayram‘ ismini, Somuncu Baba’ya intisabı bir kurban bayramı gününe rastgeldiği için şeyhi kendisine vermiştir.
Hacı Bayram Veli, dinî ilimlerde tahsilini tamamladıktan sonra. Kara Medrese diye bilinen Melike Hatun Medresesi’nde müderris oldu. Burada talim ve tedrisle meşgulken, Kayseri’de tasavvuf yolunu neşreden Hamidüddin Aksarayî’nin (Somuncu Baba) davetine uyarak tasavvuf yoluna intisap etti ve müderrisliği bıraktı. Rivayete göre Somuncu Baba, müridi Şeyh Suca Karamanî’ye: “Ankara’da Kara Medrese’de Numan adlı bir kimse vardır. Var onu davet eyle, yanıma gelsin” diye gönderir. Şeyh Suca Ankara’ya varır. Hacı Bayram’ı medresesinde ders verirken bulur. Şeyhinin davetini iletir. Hacı Bayram bir teslimiyetle “Davete icabet lazımdır” diyerek medresesini bırakıp Kayseri’ve varır. Genellikle müridler mürşidlerini arar ve bulmak için büyük zahmetler çekerken. HacıBayram Veli’nin bir mazhariyeti de, mürşidinin onu bulup davet etmesidir.
Somuncu Baba’nın nezaretinde seyr ü sülükünü tamamlayan ve velayet basamaklarında ilerleyen Hacı Bayram, mürşidinden, o nereye giderse onun yanında beraber gelmek istediğini söylemiş, o da bunu kabul etmiştir. Bundan dolayı mürşidi Bursa’ya gittiğinde Hacı Bayram da yanında gitmiş, Bursa’dan ayrıldıktan sonra onunla beraber hacca gitti. Hac vazîfelerini yaptıktan sonra Aksaray’a geldiler. Orada hocasının 1412 (H. 815) senesinde; “Halîfem, vekîlim sensin.” emri üzerine, bu ağır vazîfeyi üzerine aldı. Aynı sene hocası vefât edince, defn işleriyle meşgûl olup, cenâze namazını kıldırdı. Aksaray’da vazîfesini bitirdikten sonra Ankara’ya döndü. Ankara’da dînin emir ve yasaklarını insanlara anlatmaya, onlara doğru yolu göstermeye, yetiştirmeye başladı. Her gün pekçok kimse huzûruna gelir, hasta kalplerine şifâ bularak giderlerdi. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya, akın akın gelmeye başladılar. Kısa zamanda ismi her tarafta duyuldu.
O dönemde Ankara ve genel olarak Osmanlı devleti siyasî, sosyal, ahlakî ve dinî bir kargaşalık yaşıyor; Timur istilası, Yıldırım Han’ın oğullarının taht kavgası, Şeyh Bedreddin olayı, sosyal çözülme ve bunun neticesi olarak sefahat ve ahlakî bozukluklar, devleti ciddi biçimde tehdit ediyordu. Böyle bir dönemde müderrisliği bırakıp tasavvuf yoluyla halkı irşada başlayan Hacı Bayram, Anadolu’nun ortasında bir sevgi ve kardeşlik mektebi kurdu, toplumun tekrar birleşmesinde büyük bir manevî rolü oldu. Halved ve Nakşbendî öğretilerini birleştiren yeni bir tasavvuf ekolü talim etmeye ve Anadolu’nun manevî ıslahını gerçekleştirmeye girişti. Onun tasavvuf ekolü, kendisinden sonra Bayramîlik diye anılacaktır.
Hacı Bayram-ı Veli’ye , Anadolu’nun her yanından ona mürid olmak üzere gelenler arasında Esrefoğlu Rumî, Akbıyık, Göynüklü Uzun Selahaddin, Yazıcızade Mehmed ve kardeşi Ahmed Bîcan, Germiyanlı Şeyhî, Molla Zeyrek, Akşemseddin, Dede Ömer Sikkinîde vardı. Halifeleri arasinda Akşemseddin’den başka Bayramî-Melamîliğin pîri olan Dede Ömer Sikkinî ile Celvetîliğin Bayramiyye’ye bağlanmasını sağlayan, Hz. Üftade’nin şeyhi Hızır Dede de vardır. Böylelikle Hacı Bayram, Osmanlı maneviyat tarihinde merkezî bir konumda bulunmuş oluyordu.
Hacı Bayram Velî, Ankara’da inşa ettiği zaviyesinde ömrünün sonuna kadar bir yandan her zümreden müridlerini terbiye ile meşgul olurken, diğer taraftan da müridlerine örnek olmak için gerekli miktarda dünya işleriyle meşgul oluyor, beraber üretip beraber paylaşmanın en güzel örneklerini vererek küçük ölçekli bir fazilet toplumu modeli ortaya koyuyordu. Yaşlılığına rağmen, zaviyesindeki dervişleri île kendi aile fertleri için burçak ekiyor, hasat zamanı gelince imece usulüyle dervişleriyle birlikte hasatı topluyordu. Müridlerine kimseye yük olmayıp ellerinin emeğiyle geçinmelerini öğütlemiş ve kendisi de bütün hayatı boyunca bu hususta örnek olmuştur.
Hacı Bayram-ı Velî, bu şekilde hem talebelerini yetiştiriyor, hem de belli saatlerde câmide insanlara vâz ve nasîhat ediyordu. Herkes Hacı Bayram-ı Velî’nin vâazlarına koşuyor, bâzı kerâmetlerini görünce, ona daha çok bağlanıyorlardı. Bu şekilde Hacı Bayram’ın etrafında pekçok kimsenin toplandığını gören bâzı hasetçiler, Pâdişâh İkinci Murâd Hana; “Sultânım! Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. Aleyhinizde bâzı sözler söyleyip saltanatınıza kasdedermiş. Bir isyân çıkarmasından korkarız!” diyerek iftirâlarda bulundular. Bunun üzerine sultan, durumun tetkik edilmesi için iki kişi vazifelendirip; “O kimseyi hemen gidip huzûrumuza getirin. Emrimize baş kaldırıp isyân ederse, zincire vurarak getirin!” emrini verdi.
Vazifeli çavuşlar, ellerinde pâdişâhın fermânı olduğu hâlde, Edirne’den kalkıp süratle Ankara’ya gittiler. Şehre yaklaştıklarında önlerine, yaşlı, nûr yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı. Selâmlaştıktan sonra ihtiyâr zât; “Evlâtlarım! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?” diye sorunca, onlar da; “Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, etrâfına adamlar toplayıp, Pâdişâhımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp pâdişâhın huzuruna götüreceğiz.” dediler. Çavuşların bu sözünü bekleyen ihtiyâr zât; “O aradığınız Hacı Bayram bu fakîrdir.” diyerek, kendisini gösterdi. Çavuşlar bir fermâna baktılar, bir de Hacı Bayram-ı Velî’ye. Aradıkları isyâncı bu olamazdı. Bu nûr yüzlü, hoş sözlü zât, hiç isyân edecek birine benzemiyordu. Hacı Bayram-ı Velî’ye tekrar tekrar dikkatle baktıktan sonra, birbirlerine; “Gidelim, Sultanımıza gidelim. Bu zâtın mâsûm olduğunu, söylenilenlerin yanlış olduğunu bildirelim.” dediler.
Hacı Bayram; “Evlatlar! Sizin geleceğinizi biliyorduk. Onun için yola çıkıp sizi bekledik. Pâdişâhımızın fermânı başımız üzerindedir. Haydi durmayınız, elimi zincirle bğlayınız ve bir an önce buradan gidelim.” buyurdu. Bu sözlere iyice hayret eden çavuşlar; “Sizi yanlış anlatmışlar efendim. Size karşı edepsizlik etmeye hayâ ederiz. Hele zincire vurmak hiç aklımızdan geçmez. Mâdem ki emrediyorsunuz, buyurunuz gidelim.” dediler.
Hacı Bayram ile yanındaki genç talebesi Akşemseddîn, çavuşlarla birliket Edirne’ye doğru yola koyuldular. Hacı Bayram-ı Velî, yol boyunca çavuşlarla sohbetler etti, onlar nasîhatlerde bulundu. Günler sonra Edirne’ye geldiler. Sarayda Sultan İkinci Murâd Han, söylentilere göre devletin selâmetine kasdeden ve tahtına göz diken bir eşkıyâ beklerken, karşısında; nûr yüzlü, kâmil bir velî gördü. Hayretini saklamayarak, onu baş köşeye oturttu. Utancından bu büyük velînin yüzüne bakamadan; “Yolculuğunuz zahmetli oldu herhalde.” dedi. Hacı Bayram-ı Velî ise tebessümle; “İyi bir vesîle oldu. Birçok yerde ve buralarda epeyce mâneviyât âşıkları gördük ve tanıştık.” diyerek, pâdişâhı rahatlattı. Sohbete başladılar. Sultan Murâd, şehzâdeliğinden beri ilme pek meraklıydı ve büyük bir âlim olarak yetişmişti. Hacı Bayram-ı Velî konuştukça, ilminin yüksekliğini daha iyi anladı. Tâ Ankara’dan buraya kadar getirttiğine çok üzüldü, tanışmakla şereflendiği için de çok sevindi. Tasavvuftaki bâzı müşkillerini Hacı Bayram-ı Velî’ye sordu. Aldığı cevaplardan ziyâdesiyle memnun oldu. Pekçok ihsânda bulunup, hediyeler verdi. Fakat Hacı Bayram-ı Velî; “Sultânım! Bizim dünyâ malında gözümüz yoktur. Siz onları, ihtiyâcı olanlara veriniz.” diyerek nâzikçe reddetti. Pâdişhâh ısrar edince de; “Mutlaka ihsânda bulunmak istiyorsanız, talebelerimizin, devlete vereceği vergilerden muaf tutulmasını arzu ederiz.” dedi. Pâdişâh da memnuniyetle kabûl etti. Hacı Bayram-ı Velî’yi günlerce sarayda misâfir etti, izzet ve ikrâmda bulundu.
Başbaşa sohbet ettiği günlerden birinde; konu İstanbul’un fethine gelmişti. Murâd Han Gâzi; “Allahü teâlânın izniyle, evliyânın himmet ve bereketleriyle İstanbul’u almak istiyorum. Rahmetli dedem Yıldırım Bâyezîd Han bu işe girişti. Fakat bir netice elde edemedi. Devlet-i âl-i Osman’ın toraklarının ortasında bir Bizans Devletinin olmasına hiç gönlüm râzı değil. Sevgili Peygamberimizin de fethini müjdelediği bu İstanbul bize lâzım. Bunu almak için de himmetinizi, yardımınızı bekliyorum.” dedi. Murâd Han bu sözleri söylerken, Hacı Bayram-ı Velî derin bir tefekküre dalmış, onu dinliyordu. Sultanın sözü bittikten bir süre sonra şöyle konuştu: “Sultânım! Bu şehrin alınışını görmek ne size, ne de bize nasîb olacak. İstanbul’u almak, şu beşikte yatan Muhammed’e (Fâtih Sultan Mehmed Han) ve onun hocası, bizim Köse Akşemseddîn’e nasîb olsa gerektir.” müjdesini verdi. Sonra geleceğin Fâtih’ini kucağına aldı. Onun gözlerine bakarak, uzun uzun teveccühlerde bulundu. Sultan Murâd Han, bu müjdeye çok sevindi. Oğlu şehzâde Muhammed’e ve Akşemseddîn’e artık başka bir nazar ile bakmaya başladı.
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne’de bulunduğu müddet içinde, câmilerde vâaz verip, halka nasîhatlerde bulundu. Edirneliler de onu çok sevdiler. Onun hangi câmide nasîhat edeceğini öğrenip, oraya akın akın giderlerdi. Pâdişâh da onun Edirne’de kalmasını istiyordu. Fakat Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya talebelerinin başına dönüp, onları yetiştirmeye devâm etmek istediğini bildirdi.
Pâdişâha nasîhatlerde bulunduktan ve onunla vedâlaştıktan sonra yola koyuldu. Önce Gelibolu’ya geldi. Orada Yazıcızâde Ahmed Bîcân ve Muhammed Bîcân kardeşlerle görüştü. Bir müddet onları yetiştirmek için orada kaldı. Onların Bayramiyye yoluna girerek, tasavvufta ilerlemelerine sebeb oldu. Muhammed Efendi, yazdığı Muhammediyye’yi hocası Hacı Bayram-ı Velî’ye takdim ettiğinde; “Ey Muhammed! Bu kitabı yazacağına, kalbinin nûrlanması için çalışsan, nefsini terbiye etmek için uğraşıp onu yola getirseydin daha iyi olmaz mıydı?” buyurduğunda, Muhammed Bîcân bir “Âhh!” çekti ki, o anda kitabın açık olan sahifeleri “Âhh” ateşinden kararıp simsiyah oldu. Hacı Bayram-ı Velî, kısa zamanda bu iki kardeşe icâzet, diploma vererek, insanları hak yola dâvet ve bu yolda ilerletmekle görevlendirdi.
Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya Sultan Murâd Hanın verdiği fermânla geldi. Fermanda, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgûl olmaları için, onların vergi ve askerlikten muâf tutulduğu bildiriliyordu. Bunu duyan pekçok kişi, vergi ve askerlikten kurtulmak için Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söylemeye başladı. Bunlar o kadar çoğaldı ki, Ankara’nın mâlî ve askerî düzeni bozuldu. Sonunda Sultan, Hacı Bayram-ı Velî’den talebelerinin bir listesini istemek zorunda kaldı.
Hacı Bayram-ı Velî de, Ankara’nın Kanlıgöl mevkiinde bir çadır kurdu ve; “Bize intisâb edenler, talebe olanlar burada toplansın.” diye ilân etti. Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söyleyen herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hacı Bayram-ı Velî; “Dervişlerim, müridlerim! Bana intisâb eden talebelerimi bugün burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını bana feda eden, çadıra girsin.” buyurdu. Bütün talebeleri bir korku aldı. Bir uğultu yükseldi. Vergiden kaçmaki çin talebe görünenler; “Bu ne biçim mürşit; bu nasıl müritlik.” diye söylenip duruyorlardı. Hacı Bayram-ı Velî de, eline keskin bir bıçak ile çadırın kapısında beklemeye başladı. Bu sırada topluluktan, bir erkek ile bir kadın kalabalığı yararak doğruca çadırın içine girdiler. Arkalarından Hacı Bayram-ı Velî de girdi. Daha önceden çadıra koyduğu koyunu içeride hemen kesti. Kırmızı bir kan, çadırdan dışarı çıktı. Kanı gören herkes hemen kaçtı. Meydanda kimse kalmadı. Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram-ı Velî; “Anladık ki, bu kadar talebemiz varmış. Bunlardan başka herkes, vergi vermek ve asrelik yapmak sûretiyle, devlete olan borcunu ödemelidir.” buyurdu.
Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak için uğraştı. Talebelerine ve sohbete gelen herkese, Allahü teâlânın emirlerini bildirip, yasaklarından kaçınmanın şart olduğunu anlattı. Hayâtı, hep verâ ve takvâ üzere, haramlardan şiddetle kaçıp, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını terk etmekle geçti.
Onun vefâtından sonra “Bayramiyye yolu”nu, talebelerinden Akşemseddîn ve Bıçakçı Ömer Efendi devâm ettirdiler.
Türbelerin kapatılma kararı çıktıktan sonra, her yere olduğu gibi Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin türbesine de kilit vurulmuştu. Fakat sabahleyin türbenin önünden geçenler kilidi kırılmış, kapıyı da ardına kadar açık gördüler. Olayın birkaç defâ tekerrür etmesi üzerine ilgililerden biri; “Böyle şey olmaz, bu kapıyı elbette bir açan var.” demiş. Sonra bunun için iki polis vazifelendirmiş ve; “Sabaha kadar bekleyin, gözetleyin. Şu kapıyı kim açıyorsa, hemen yakalayın.” iye de emir vermişti.
Polisler aldıkları bu emir gereğince, hazret-i Şeyh’in türbesi önünde sabah ezânı okununcaya kadar beklemişler. Sabah vakti âniden kilidin çıkardığı “Çat” sesi ile irkilmişler. İşte o zaman açılan kapıdan Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tebessüm ederek kendilerine baktığını görmüşler. Türbeyi bekleyen polislerden biri şaşkınlıktan düşüp bayılırken, diğerinin dili tutulmuş. Bu olaydan sonra bir daha hiç kimse kapıda nöbet tutmaya cesâret edememiştir.
Kaynak
Ankara Erenleri I – II , Abdülkerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir Yayınları
Tarık Velioğlu , Osmanlı’nın Manevi Sultanları , Ufuk Yayınları
Türkiye Gazetesi , Orta Anadolu Evliyaları , cilt 1
Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012
İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun