Ana Sayfa>Genel(Sayfa 137)

Şeyh Ömer Fuadi Efendi

Ömer Fuadi Efendi’nin Türbesi ; Kastamonu – Şeyh Şaban Veli Türebsinde

Ömer Fuadi Efendi 1560 M. (966 H.) yılında Musafakıh mahallesinde doğmuştur, İlk tahsilini Kur’an mektebinde yaptıktan sonra medreseye intisab etmiş, yüksek tahsilini burada ikmal etmiştir. Arap ve Fars lisanlarına vakıfdır ve bu diller üzerinde ilmi, edebi tasavvufi kitaplar yazmıştır. Kendisi ilmiye mesleğinden müntesip olduğu için hocalar arasinda ilim ve fazilet ve ahlakı ile temayüz etmiş ve müftü müsevvitliğine tayin olmuştur. Aynı zamanda Şaban-ı Veli Camiinin hatipliğini de üzerine alan Ömer Fuadi tam 17 sene müftü müsevvitliğinde bulunmuştur.

Bu sırada Şaban-ı Veli Tekkesi Şeyhlerinden fazilet ve tasavvuftaki yüksek bilgisi ile tanınmış olan Şeyh Abdülbaki Efendiye intisap etmiş ve yıllarca bu zatın derviş ve müridi olarak hizmetinde bulunmuş ve kendisine Şeyhlik unvanı ve icazet verilmiştir.

Ömer Fuadi, tarikata intisabını kendi kalemiyle yazdığı eserinde şöylece tasvir etmektedir. ”Akli ve nakli ilimler tahsil, edip ve lakin kalp aleminden, ruh makamından tahsil olunan batın ve ledün ilmine meylim ve talebim yok iken Allah’ın iradesi, hidayeti ve zahir ilmi kuvvetiyle gafil kalbime safa ve inşirah gelmekle ilahi cezbe zuhur etti. Dünya zevklerini terk etme yoluna girip bu maksatla nice zaman uzlet ve mücahede ile çokluğu kendimden kovup yalnızlığı tercih ettim. Küreli Mehmet Çelebi, Şeyh Abdülbaki Efendi gibi zevatın hallerine özenip şeriat ve tarikat kitaplarını, risalelerini mütalaa ederek ledün ilmi ile ilgili müşkillerimi çözmeye uğraştım. Sonunda anladım ki, bir mürşid-i kamile hizmet etmedikçe bermurad olabilmem ve müşkilatımın halli mümkün değildir. Bu mecburiyetle mürşid aramağa başladığımda elbette mürşid-i kamildir diyerek Şaban Efendi postnişini Abdülbaki Efendi’ye seyr-ü sülük amacıyla müracaat etmeye karar verdim. Lakin memleketi olan İskilip’e gitmişti. Arzum şiddetli olduğundan sabredemeyip yine Şaban Efendi halifelerinden meşhur Hacı Dede’ye (aynı isimli cami bitişiğinde medfun) halimi arz ettim. Bu zat, ‚bu müşkül ve cezbe eseri olan hal tezelden hallolunur ve bilinir değildir. Zaman ve tedrici eğitim ister‛, deyip, ben hakir acele ile irşad talebinde ısrar edince de, ‚tez irşada kadir değiliz‛, diye acz gösterdi. Aynı şekilde Nureddinzade halifelerinden Himmet Efendi’ye müracaat edip ondan da aynı tarzda karşılık gördüm. Ilgaz Dağında Benli Sultan Ocağında babası yerinde kaimmakam olan Mahmut Efendi’ye de vardım. O da acz göstererek bu biçareyi ümitsizliğe sevk ettiler.

Amma bu biçare Hakk’a teveccüh ile derdime derman talebinde iken ruhani tabib Abdulbaki Efendi hastaya Hızır gibi yetişmiş, seccadeye dönmüştü. Hiç vakit kaybetmeden doğruca Hz. Pir asitanesine gidip buluşmak istedim. Vardığımda Cuma günü olduğundan kürsüde vaaz ediyordu. Ledün ilmi ve tasavvufta mükemmel olmakla Hz. Musa (a.s) gibi halini ve ilmini zahir yüzüne hasretmeyip Hızır (a.s) gibi ledün ilmi kuvvetiyle irfan mertebelerini ve ilahi hakikatleri beyan ediyordu. Hemen o mecliste bir miktar müşkilatım hallolmuştu. Bilahare kendisinden irşad talep ettiğimde asla acz ve tereddüt göstermeyip alem-i hakikat şarabından bir kase şarap vermekle gönül alemimde olan elem ve kedere şifa bahşetti…

Ömer Fuadi 27 yaşında iken intisap ettiği Abdülbaki Efendi’nin nezaretinde üç yıl seyr-ü sülüke devam eder. Fıkıh ilmindeki dirayetine binaen Şaban-ı Veli Camii hatipliği ile resmen görevlendirilir. On yedi yıl süren bu görev dolayısıyla seyrü sülüke ara vermiş olan Fuadi ahrete intikal eden Abdülbaki Efendi’nin yerine halife olan Muhyiddin Efendi’ye intisap eder. Mürşidinin 1604 yılında vefat etmesiyle Hz. Pir makamına şeyh olur. Ve bu görevde 33 yıl boyunca halkı tenvir ve irşad eder. İlim ve tasavvuf alanında bir çok eserler kaleme alır. 1637 yılında vefat eden Ömer Fuadi, sağlığında inşaını gerçekleştirmiş olduğu Şaban-ı Veli türbesinin kütüphaneye bitişik duvarı yanına defnedilir.

Hz. Pir Dergahının Şeyhi Ömer Fuadi, her şeyden önce mutasavvıf bir şairdir. Halvetilik içinde yetişmiş, tarikat şeyhi olmuş ve adeta tasavvuf içinde yoğrulmuştur. Bunun sonucu olarak tasavvufî ifade, şiirlerinin en önemli yapısını oluşturur. Şiirlerinde ve nesirlerinde dile getirdiği aşk, ilahi aşktır. Fuâdi, öğreticiliği ön plana çıkardığı için, eserlerinde tasavvuf yüzeyde kalır. Şiirlerinde hayal unsurundan çok, reel alemden alınan kesitler görülür. Bir tarikat şeyhi olarak şiiri, tasavvufî heyecanları ifade etme noktasında bir araç olarak kullanır. Onun şiirlerini bu çerçevede değerlendirmek daha doğrudur, çünkü, tasavvufî heyecanlarla yazılmış ârifâne ve âşıkane şiirlerinin, Şeyh Şabân-ı Veli‘ye duyulan derin sevgi, saygı ve özlemlerin, ancak şâirin yüklendiği misyonla izahı mümkün olacaktır. Eserlerinde öğretici niteliğin ön planda oluşu da bu sebepten ileri gelmektedir. Şâir, tarikata giren kişilerin olgunlaşma sürecinde yapması gerekenleri bir gazelinde:
İy tâlib-i irfânî kesretde koma cânı
Bülbül gibi ol dâ’im vahdet güli hayrânı
Mücellâ-yı dil ü cânı pâk eyle alâ’ikden
Tâ ide tecellî bir hâlet-i ruhâni
Mefhûm-ı amâ’i bil amâlıgı terk eyle
Fehm eyle şühûd ile el’ân kem-a-kânı
Esrâr-ı kemâl-i Hakk görindi Fu’âdîde
Feyyâz-ı ezel virdi çün neş’e-i Rahmâni
şeklinde ifade ederek, irfâna tâlip olanların nefis terbiyesinden geçip, gönüllerini kesret aleminden çekmeleri gerektiğini, bülbülün gözü nasıl ki gülden başkasını görmezse, tâlibin de vahdetten başka bir düşünce içinde olmaması gerektiğini belirtir. Çünkü gönül, hâlet-i ruhâniyenin tecelli edeceği bir yerdir. Tâlip, varlığını Allah’ın varlığında eritmeye hazırlanacak ve “hâl ü kemâl” sahibi bir “ilm-i ledünnî” sultanı olacaktır. Fuâdi, çevresini gönül gözü ile görüp eşyanın ardındaki hakikati anlayan kemâle ermiş tâlibe “neş’e-i Rahmâni” gözü ile bakmaktadır.

Şairin üstlendiği sorumluluğun sonucu olarak sanatına da yansıyan “öğreticilik” yönü nesirlerinde de görülmektedir. Ayet ve hadislerden örnekler göstererek insanları yanlış düşüncelerden korumaya çalışan Ömer Fuadi, Menakıbnamesinin yazılış gayesini açıklarken, okuyan herkesin anlayabilmesi ve istifade edebilmesi için Türkçe ve basit ifadelerle yazıldığını söyler.

Ömer Fuadi, dinin ve halkın dini duygularının istismar edilmesine de şiddetle karşı çıkmış ve çevresindekilerin, bu tür durumlar karşısında duyarlı olmalarını sağlamıştır.

Ömer Fuadi‘nin söyleyişteki sadeliği, pek çok şiirlerinde Yunus’u hatırlatmaktadır. Onun sanatında mahallileşme etkileri de görülmektedir. Ömer Fuâdi‘nin sanatçı kimliğinin halkla bütünleşmesi noktasında önemli olduğu görülür. Sanatının bu yöndeki inceliklerini ortaya koyduğu en önemli eseri Bülbüliyye’dir. Sade, akıcı bir üslupla kaleme alınan eserde lirizmin ve didaktizmin başarılı bir şekilde dizelere yansıtıldığını görürüz. O, insanın ruhuyla ve nefsiyle bir bütün olduğunu, maddi ve manevi acılarla olgunluğa ulaştığını ifade eden bir gazelinde:
Gidemezsin reh-i cânâna bensiz
Varırsın Hazretine lîk sensiz
Dile mahsûs olan kâli niderler
Ki hâl ehli anı söyler dehensiz
Resen ile irişdi dâra Mansûr
Hüviyyet ehli irişür resensiz
Dile Yusuf gamından olma hâli
Ki Ya‟kubun evi olmaz hazensiz
Bu dem rûh ile nefsi ile hem-dem
Fu’âdî „ârif olmaz cân bedensiz
mısralarıyla sevgiliye (Allah’a) ulaşmak, vuslata ermek için nefisten, benlikten sıyrılmak gerektiğine dikkat çekilmektedir.

Ömer Fuâdi, klasik edebiyatın nazım ve nesir sahasında kendini kanıtlarken, nazımda çoğunlukla divan şiirinin geleneklerine bağlı kalmış, Mecmua-i İlahiyat’ta yer alan heceyle yazılmış üç ilahinin dışında aruz ölçüsünü kullanmış; çoğunlukla gazel ve mesnevi türündeki şiirlerinde ve nesirlerinde sade, akıcı bir üslup kullanmaya özen göstermiştir. Şair, bir mürit için dış görünümü önemsiz ve değersiz bulurken içeriği, gönlü, güneş gibi parlak ve umman gibi erişilmez, uçsuz bucaksız bulduğu cihetle, şiirde de mânâ ve bilginin önemli olduğu düşüncesindedir.

Tasavvuf felsefesinin özünü ifade eden şiirlerinde, muhteva bakımından Mevlâna’nın yansımalarını, üslup noktasında ise:
Benem ol ışk bahrısı denizler hayran bana
Derya benüm katremdür zerreler ummân bana
mısralarını çağrıştıran Yunus’un izlerini görmek mümkündür.

Kaynaklar

Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 20
Abdulhalim Durma , Kastamonu Evliyaları ,

İbrahim Tennuri

İbrahim Tennuri Hazretlerinin Türbesi ; Kayseri – Cumhuriyet mahallesindeki Şeyh Tennuri camii yanında

İbrahim Tennuri hazretleri Sivas’ta doğdu. Amasya’da aile çevresinde başladığı tahsilini Konya’da Sarı Yakub’un yanında tamamladı. Daha sonra Kayseri’ye giderek orada Hundi Hatun medresesine müderris oldu. Bir müddet sonra tasavvufa meyletti, müderrisliği bıraktı. Medreseyi bırakmasına sebep olarak gösterilen şöyle bir olay vardır:
İbrahim Efendi , Şafii mezhebinden idi. Bir ara farketti ki, başında bulunduğu medresenin vakfiyesinde müderris ve bütün buradan faydalananların Hanefi mezhebinden olmaları şartı yazılıydı. Hanefilik de Şafiilik de hak mezheplerden olmakla beraber, o devirde her halde günün politikaları gereği, medresenin kurucusu, mensuplarının Hanefi olma şartını koymuştu. bu medresenin müderrisliğinden ayrıldı.

“Efendim! Hanefî mezhebine girseniz de müderrisliği bırakmasanız!” diyenlere; “Bir müderrislik için mezheb değiştirilmez.” cevâbını vermiştir. Müderrisliği bırakan İbrahim Efendi iç alemine yöneldi. Sonunda muhabbetullah onda o derece baskın hale geldi ki; ne zaman bir yerde Kur’an dinlese veya bir güzel ses işitse gönlünde bir ateş peyda olurdu. İçinde sanki bir şey çatlamış gibi ses gelip kendinden geçerdi. O sıralarda çok meşhur bir merkez olan Erdebil’e gitmek istedi. O esnada Akşemseddin’in namını duydu. Bir merkebe binip Beypazarı’na geldi. Meğer Akşemseddin Göynük’e gitmişti. Onun gelmesini bekledi. Akşemseddin gelince halk çevresini sardı, ondan bedensel hastalıkları için çareler sordular; Akşemseddin aynı zamanda hekimdi. Akşemseddin hazretleri kendisine müracaat edenlerin dertlerini dinledikten sonra her birine ilaç vererek tavsiyelerde bulunmuştur.
İbrahim Tennuri Hazretleri sonrasını şöyle anlatır;
-“Herkes dağılıp, biz başbaşa kalınca, şeyh bana:
-“Şaşılacak şey! Her gelen beden hastalıklarından şikayet eder; içlerinde bir tane de “gönlüm hasta” diyen yok, “aşk davasını isteyen yok” diye şikayette bulunarak bana baktı ve “senin hastalığın nedir?” diye sordu. Ben de:
-“Kayseri’de Müderris idim. İçimde bir ateş peydah oldu. Bu gizli derde derman aramağa geldim” dedim. Şeyh Hz.leri:
-“Ehlen ve sehlen! Hoş geldin, safa geldin, fakat bize ne armağan getirdin?” diye sordu. Ben de dünyevî armağan sanıp, elimin boşluğundan pek çok utandım ve utanç teri ile boğuldum.
-” Ey Sultanım! Ben, gönlü ve yüzü kara bir kimseyim, hiç bir armağanım yoktur” dedim. Akşemseddin hazretleri utandığımın farkına vararak:
-”Armağan dediğim, dünya armağanı değildir, senin bize armağanın doğru rüyadır” buyurdu. Ben de:
-‘‘O büyük armağandan elim boş olduğunu, yüce huzura arzolacak bir rüya göremediğimi söyledim.” Bunun üzerine halvet buyurdu. Şeyhin bu sohbet sofrası aç gözümü doyurdu, ilk gecede dört yüz rüya gördüm. Unutkanlığımın fazlalığından bazan namazda okuyacağım ayet hatırıma gelmezken, sabah ezanı okunduğunda elime kalem defter alıp, bu rüyaları bir bir yazarak baştan sona hatırımda tuttum. Hafızamın bunları unutmamasını da, Hz. Pir’in feyzinden bildim. Her akşam iftar için Şeyh Hz.leri bir çanak bulamacı, bir ekmek ve bir testi suyu, hizmetçileri île gönderirdi.
Halvetteki diğer arkadaşlarım yemek ve içmekten pek çok sakındıklarından kendimde hayvanî hislerin fazlalığını düşünerek, ertesi günlerde gördüğüm halleri göremedim. Şeyh Hz.leri durumu anlayıp azarladı
– ”Kendi kendine iş yapmak Salik’in işi değildir. Bu çeşit hareketler, nefsin iyi gösterdiği kötü şeylerdendir. Kendi isteğine göre iş yapan Salik’in yüzüne vuslat kapısı kapalıdır. Tabibin seni gözetmez mi? Senin meşrebin bunu; onların meşrebi onu gerektirir” buyurdu. O gün, her günkü gönderdikleri yemeğin iki katını gönderip, geçmişi telafi etti.
Böylece halvete ve geceleri ihyaya devam ettim. Halvette Şeyh Hamza-i Sami; Şeyh Abdurrahim-i Mısri ve Şeyh Muslihiddin ibni Attar ile birlikte idim. Şeyh onlara riyazatla emretmişti, fakat bana riyazat vermedi. “Senin meşrebine riyazat lazım değildir‘ buyurdu.
Nihayet seksen yedinci gece ki “Beraet Gecesi” idi. Gönlüm bir sahan yağlı pilavı, tenha bir yerde, yalnız başıma yemek arzuladı. Her ne kadar nefsin bu arzusunu unutmağa çalıştım ise de mümkün olmadı. O anda şeyhin hizmetçisi gelip, Şeyh Efendimin beni çağırdığını söyledi.
Huzuru şeriflerine vardığımda, elime bir sahan yağlı pilav verip ; ”Şemseddin burada yoktur, (yok farzet); utanma, istediğin kadar ye!” dedi. Pilavdan hiç bir tane koymadan yedim ve o gece halvetten çıkmama izin verdi. Böylece, Hacı Bayram Veli’nin Halifesi ve Fatih Sultan Mehmet Han’ın Hocası olan İstanbul’un manevî fatihi AkŞemseddin Hz.lerinden icazet ve hilafet alarak yine Kayseri’ye döndüm; ve halkı irşada başladım.
İbrahim Tennürî hazretleri hocası Akşemseddin hazretlerinden icâzet aldıktan sonra, onun izni ile, Kayseri’ye yerleşerek bir tekke kurdu. Talebeler yetiştirmeye ve halka İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmeye başladı. Rivâyet edilir ki, şeyhde zaman zaman tasavvuf yolunda bulunanlarda görülen ve kabz denilen sıkıntı hâli vâki olurdu. Bir defâsında bu hâl uzun sürüp gideremeyince, şeyhi Akşemseddîn‘le görüşmek üzere yola çıktı. Rüyâsında Akşemseddîn hazretleri ona emredip; “Sıcak bir tandır (tennûr) üzerine oturup terlemen gerekir.” dedi. Ertesi gün İbrahim Tennuri, sıcak bir tandır üzerine oturup, tepeden tırnağa terledikten sonra, kabz hâli, “Bast” hâli denilen tasavvuftaki rahatlama ve sevinçli olma hâline döndü ve sıkıntıdan kurtuldu. Akşemseddîn hazretleriyle karşılaşınca, rüyâsını anlattı. Şeyh Akşemseddîn bunu hoş karşılayıp, kabz hâli olunca böyle yapmasını tavsiye etti. Bundan sonra İbrahim Tennurî, yetiştirdiği talebeler kabz hâline girdiklerinde, sıcak tandır üzerine oturtur, çok su içirmekle onu iyice terletirdi. Bu usûlle bast hâline döndürüp irşâd ederdi. Bu yüzden Tennûrî diye meşhûr oldu.
Bayramiye Tarikatı’nın Halîfesi olan bu büyük zat, vefatına kadar kendisine intisap edenleri bu usulle irşada devam etmiş ve nihayet 887 H./1482 M. yılının güz mevsiminde bir Perşembe gecesi Kayseri’de vefat etmişlerdir. Mezarı; Emir Sultan -Şimdi Cumhuriyet- Mahallesi’nde Tennurî’nin kendisi tarafindan yaptırılan Şeyh Camîsi’nin batı bitişiğindedir.

İbrahim Tennuri Hazretlerinin Silsile-i Şerifi

1- Hz. Muhammed ( s.a.v.)
2- Hz. Ali ( r.a.)
3- Hasan Basri
4- Habib-i acemi
5- Davud Tai
6- Maruf-u Kerhi
7- Seriyy Sakati
8- Cüneyd Bağdadi
9- Mimşad Dineveri
10- Ahmed Dineveri
11- Muhammed Bekri
12- Vecihüddin El Kazi
13- Ebu Necib sühreverdi
14- Rukneddin Mahmud Secasi
15- Kutbüddin Ebheri
16- Şihabuddin Tebrizi
17- Cemalüddin Tebrizi
18- İbrahim Zahid Geylani
19- Sefiyüddin Erdebili
20- Sadruddin Erdebili
21- Hoca Alaüddin Ali Erdebeli
22- Somuncu Baba
23- Hacı Bayram Veli
24- Akşemseddin
25- Şeyh İbrahim Tennuri

İbrahim Tennuri Hazretlerinin Eserleri
1- Gülzar veya Gülzar-ı Manevi ( Bu eser, 5140 beyitlik bir mesnevîdir. Eserde fıkıhla tasavvuf mezcedilerek anlatılmıştır. Fıkıh kitaplarındaki tertip üzere tertip edilmiştir. Meselelerin fıkhi yönü anlatıldıktan sonra tasavvufi yönüne geçilmiştir. Bu şekilde tertiplenen ilk eser diyebiliriz. Eseri 15 Safer 857 H./25 Şubat 1453 M. tarihinde tamamlıyarak Fatih Sultan Mehmed Han’a ithaf ve takdim etmiş, padişahın birçok ihsan ve iltifatlarına nail olmuştur. İbrahim Tennuri Hz.lerinin bu eseri hazırlarken Aşık Paşa İle Mevlana Celaleddîn-i Rumî‘nin tesirinde kaldığı tahmin edilmektedir.
2- Gülşen-i Niyaz veya Divan-ı İbrahim Tennuri (Gülzar-ı Manevî baştan sona bir mesnevî tarzında yazılmış olduğu halde Gülşen-i Niyaz’da bu üslup terkedilerek Münacat, Mîraciyye, Na’t, Hikaye, Destan, Kaside, Gazel, Tercî-i bend ve Rubailer gibi nazım şekilleri olmak üzere dîvan edebiyatının hemen hemen bütün türlerinden örnekler verilmiştir. 2500 beyit civarında olan bu dîvan Ali Rıza Karabulut tarafından latin harflerine çevrilerek 1983 yılında Kayseri Müze Müdürlüğü tarafından bastırılmıştır.

Şeyh İbrahim Tennuri Hazretlerinin halifeleri
1- Muhammed Hamdullah İbn Şeyh Akşemseddin ( Ak Şemseddin hazretlerinin en küçük oğlu
2- Şeyh Muhyiddin Yavsi
3- Şeyh Kasım ( İbrahim Tennuri hazretlerinin oğludur . Babasının vefatından sonra halife olmuş ve Küdus’de vefat etmiştir.)
4- Şeyh Lutfullah ( İbrahim Tennuri hazrtelerinin oğludur. Ağabeyinden sonra postnişin olmuş ve 1508 yılında Kayseri’de vefat etmiştir. Kabri şerifi Babasının hemen yanındadır.)
5- Şeyh Ali Sultan ( İbrahim Tennuri hazretlerinin oğludur. Ağabeyinden sonra halife olmuş ve 1515 de Kayseri’de vefat etmiştir. Kabri şerifi babasının heme yanındadır.)


Şeyh İbrahim Tennûrî Türbesi

Altıgen plânlı ve tek katlı olup, üzeri içten kubbe, dıştan altıgen külahla örtülüdür. Kayseri’de örnekleri çok görülen klâsik Selçuklu kümbetleri benzeridir. Kümbetin alt kısmında 3, üst bölümünde 4 pencere bulunmaktadır. Kuzeye bakan kapısı bugün pencere haline getirilmiş olup etrafı kitabeyi de içine alacak şekilde çerçevelenmiştir. Kapı üzerinde bulunan kitabenin soluna sekizgen, sağına altıgen yıldız oyulmuş olup, bu oyuklar içine yerleştirildiği anlaşılan çini veya renkli taşlar dökülerek yerleri boş kalmıştır. Türbe genel olarak tezyinâtsız ve sade olup külah saçağı altında bir kaval silme dolaşmaktadır.

Selçuklu tipi türbelerden Osmanlı tipi türbelere geçişin ilk örneklerinden olan İbrahim Tennûrî Türbesi’nin etrafı önceleri mezarlık iken sonradan kaldırılarak, yeri cami ve türbeye bahçe olarak bırakılmıştır. Türbede üç sanduka bulunmaktadır. Bunlardan birincisi; Şeyh İbrahim Tennûrî Hz.lerinin, ikincisi; oğlu ve halifesi Şeyh Lütfûllah, üçüncüsünün de; yine onun oğlu ve halifesi Ali Sultanın olduğu söylenmekte ve Kuyûd-ı Umûmî mevcut Kayseri’deki yatırlar listesi de bunu doğrulamaktadır.

Türbenin iç duvarlarındaki tek satırlık bir yazı kuşağında Besmele’den sonra; “Elâ inne evliyaallahi lâ havfün aleyhim.. .Ahsenehû ülâikellezine hedâhümullah ve ülâike hüm ülü’lel-bâb.” âyetleri yazılıdır. Türbenin, İbrahim Tennûrî Hz.lerinin halifesi, İskilipli Şeyh Yavsî’nin Sultan Bâyezid’e tavsiyesi üzerine yaptırıldığı rivayet ediliyor. Çünkü Sultan Bâyezid Şeyh Yavsî’nin mürî-di olmuştur. Böyle olunca İbrahim Tennûrî Hz.leri Sultan Bâyezid’in hocası olmaktadır. İbrahim Tennûrî’nin vefatı H.887 olduğuna göre; türbe ölümünden iki yıl sonra yapılmıştır.

Kaynak
Seyyid Burhaneddin hz’leri ve Kayseri İlim tarihindeki Meşhur Mutasavvıflar ; Ali Rıza Karabulut ;Seyyid Burhaneddin Vakfı Yayınları, 1994
Kayseri’nin Manevi Mimarları ; Muhsin İlyas Subaşı ; Türkiye Diyanet Vakfı ; 1995
Gönül dünyamızı Aydınlatanlar ; Mehmet Demirci ; Vefa Yayınları

Şeyh Muhiddin Efendi

Şeyh Muhiddin Efendi türbesi ; Kastamonu’da Şeyh Şaban Veli Türbesinde

Şeyh Muhiddin Efendi, Eflani ilçesine bağlı Demirli köyünde doğmuştur. Tahsilini medresede yaptıktan sonra tasavvuf ilmine karşı kendisinde merak ve arzu husule gelmiş ve bu batıni ilmi tahsil ederken kalbinde ilahi bir aşk zuhur etmiş, bunun üzerine Küre’de Şaban-ı Veli’nin icazet verdiği şeyhlerden Mahmut Efendi’nin hizmetine dahil olmuş ve bu suretle manevi aşkın zevkini tatmakta iken Mahmut Efendi vefat etmiştir. Mürşidinin vefatı üzerine mahsun kalan Muhiddin Efendi, doğruca Kastamonu’ya gelmiş ve Şaban-ı Veli’nin ellerini öperek himmetlerini istemiştir. Şaban-ı Veli, Muhiddin Efendiye : “Sen sağol, hakikaten aşık isen isteyen mevlasını bulur, bu yerde sen garip olmazsın, sen Mahmut Efendi’nin yadigarı olarak kaldığın müddetçe biz de sana himmet ederiz” demiştir.

Muhiddin Efendi, Şaban-ı Veli’nin yanında hizmete başlamış, bir dakika yanından ayrılmamıştır. Kış günlerinde Şaban-ı Veli’nin Hisarardı’ndaki ikametgahında ateş bulunmadığından akşamları honsalar camii yanında bulunan ve 25-30 sene evvel yıkılan Honsalar hamamının yanındaki bir odada sakin olmuş ve sabahları oturduğu odadan her gün camii şerife gider ve Şaban-ı Veli’nin hizmetinde bulunur ve hatta kapısında nöbet beklerdi. Bu suretle Şaban-ı Veli’nin yüksek teveccühünü kazanmış, gösterdiği sadakat ve istikametten ve ruhen yükselmesinden dolayı kendisine şeyhlik payesi verilmiştir.

Şaban-ı Veli onda gördüğü yüksek istidat ve kabillyetten dolayı Muhiddin Efendi’yi Şam’a göndermişler, bir müddet Şam’da Halveti tarikatı üzerine halkı irşat ve tenvir ettikten sonra Haç farizasını da ifadan geri durmamışlardır. Tekrar İstanbul’a doğru gelmekte iken kendisine Şaban-ı Veli tekkesinde memur edileceği bildirilmesi üzerine üzerine Küre’ye gelmişler vetaştan yaptırdıkları bir mağarada ibadetle meşgul iken Abdülbaki Efendi’nin vefatı üzerine beşinci şeyh olarak Şaban-ı Veli tekkesine gelmişler, halkı ilmen ve irfanen İrşada başlamışlardır.

Şeyh Muhiddin Efendinin kerametinden :
Bolu’da Muhiddin Efendinin dostlarından Mustafa Dede hastalanmış, ahirete intikal ederken “benim cenazemi bir kimse yıkamayıp Şeyhim Muhiddin Efendi’nin yıkamasını ve namazımı kılmasını vasiyet ediyorum demiş ve cenazemi de bağ kapısından çıkarmayıp bağın avlusunu yıkarak oradan çıkarırsınız” diye vasiyet etmiştir. Bir kaç gün sonra hayata gözlerini kapamıştır. Kasabanın ulema ve sülehası Mustafa Dede’nin evine gelmişler, Mustafa Dede’nin oğulları babalarının vasiyetini gelenlere anlatmışlar ise de cenazenin uzun müddet durmasi doğru olamıyacağı ve Kastamonu’da bulunan Şeyh Muhiddin Efendiye haber gönderilip acele gelmesi dahi vasiyetin ifasına mani olacağından bir an evvel cenazenin yıkanıp defnolunması şer’an icab ettiği cihetler münakaşa edilirken Şeyh Muhiddin Efendinin bir kaç dervişi ile bağın yanına geldiği ve Mustafa Dedenin vasiyeti mucibince bağ avlusunun duvarını yıktırarak içeri girdiği görülmüştür.
Orada bulunanlar bu vaziyeti hayretle karşılamışlardır. Muhiddin Efendinin zamanında bir çok meselelerde kerameti zuhur etmiş ise de bu kerametin meydana çıkarılması ve söylenmesinin doğru olmadığını ve buna dair bahis ve münakasalarda bulunulmamasını dervişlerine daima tavsiye etmişlerdir.
Muhiddin Efendi 16 yıl hizmetten sonra 1604 M. yılında vefat etti.

Kaynaklar
Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010

Şeyh Abdulbaki Efendi

Şeyh Abdülbaki Efendi, İskilip’te (Acem Alisi) denmekle maruf akıllı, secaetli, dindar, gayet zeki bir zatın oğludur. Babasına Acem Alisi denmesindeki sebep, İstanbul’da Mustafa Paşa tekkesinde zahir ve batın ilimlerine ve sırlarına vakıf alim Şeyh Hasan Efendi’nin halifelerinden olup Baki Efendinin oğlu Baki Zade Mehmet Çelebi …

Şeyh Hayreddin Efendi

Şeyh Hayreddin Efendi Türbesi ; Kastamonu’ da Şeyh Şaban Veli türbesinde

Şeyh Hayreddin Efendi Kastamonulu’dur. Tahsilini yaptıktan sonra ticaret hayatına atılmış ve bakırcılık sanatı ile iştigal ettiğinden (Kazancı Hayreddin) namiyle maruf olmuştur. Kendisi ilim ve irfan sahipleriyle görüşür, onlarla ilmi muhasebelerde bulunurken ilahi aşkın kalbinde tecellisi ile Şaban Veli hazretlerinin yoluna intisap etmiş bu büyük zatın yılllarca hizmetinde bulunmuştur. Bu sıralarda dükkanın da çalışan işçilere nezaret etmek üzere bütün ticari işlerini oğlu Hacı İlyas Efendi’ye havale eylemiş, ailesinin nafakasını evinin bütün masraflarını dükkanın kazancına bağlamıştır. Bu suretle dünya işlerinden elini eteğini çekmiş, bütün ömrünü Şaban-ı Veli’nin yanında ibadetle vakit geçirmeğe hasreylemiştir.

Şaban-ı Veli Hazretleri, Hayreddin Efendi‘de gördüğü yüksek kabiliyet ve istidada binaen kendisine şeyhlik payesini vermiş. Amasya halkını tenvir ve irşat için Amasya’ya gönderilmiştir.

Hayreddin Efendi, bütün aile efradını vilayette bırakmış ve yalnız olarak kendisi Amasya’ya gitmiştir. Amasya’ya gitmeden evvel oğlu İlyas Efendiyi yanına çağırmış, sermaye koyduğu para kesesini oğluna vererek demiştir ki : “oğlum sana tevdi ettiğim bu keseyi asla boşaltma ve kar ettikçe eline geçen paraları içerisine koy ve buradan çıkanp eve ve dükkana lazım olan hususlara parayı harcet ve kese içerisinde bulunan paraları birden çıkarıp sayma ve hesap etme, parayı az ve çokda koysan bu kese içerisindeki para asla tükenmez ve sana tenbihim olsun ki bu sırrı hiç kimseye açma. Eğer başkaları duyarsa paranın bereketi gider” demişlerdir. Oğlu babasının bu nasihat üzerine kesenin içerisine on lira koysa bin lira harcettiği halde tükenmediğini görmüş ve babasının bu kerametinden dolavı kendisine gurur ve azamet gelmiştir.

Hayreddin Efendi’nin oğlu Hacı İlyas Efendi diyor ki: ”Babam olmadığı halde dükkan işlerimiz çok iyi gidiyor, kazancımız: her gün artıyordu. Bir gün babamın dostlarından Emrullah Dede bana nasihat yolu ile “baban sana bu dükkanı böylemi havale etti, sen bol bol masraf yapıyorsun sermayeyi tüketeceksin ve sonra da muhtaç bir vaziyete düşeceksin” dedi. Ben bu zat babamın dostlarından olduğu için babamın kimseye söyleme diye tenbih ettiği kesenin sırrını bu zata açtım. Hemen Emrullah Dede “babanın verdiği sırrı bana duyurmakla hata yaptın” diye beni azarladı. Bundan sonra bu kesede evvelki hali ve bereketi bulamadım”demiştir.

Hacı İlyas Efendi’nin dükkanları Ağa imareti (Yakupağa) caminin yanında idi. Bütün bakırcılar orada çalışırlardı. 1569 M. yılında bir gün İlyas Efendi Ağa imareti Camii Şerifinin avlusunda dolaşırken derviş kıyafetli kamil bir zat eski dostlar gibi Hacı İlyas Efendiye selam verdikten sonra “Amasya’da bulunan babanız Hayrettin Efendi’den haber var mı” dedi. Hacı İlyas Efendi de “yakında haber geldi, sağ ve salimdir” deyince derviş kıyafetli zat, “Şaban Efendi tekkesinde Şeyh olan Osman Efendi iki güne kadar ahirete intikal edecekler onun yerine babanız geleceklerdir, hazırlık üzere bulunuz, babanız geldiğinde bize da hayır dualar etmeyi unutmasınlar” deyip çarşı semtine doğru gitti. Bu müjdeyi veren acaba kimdir diye arkasına gittiğimde ne tarafa gittiğini göremedim. Şeyh Osman Efendi ise iki gün sonra vefat etti. Babam Hayrettin Efendi de Amasya’dan Şaban-ı Veli tekkesine geldi. Dervişin bu halini babam Hayrettin Efendi’ye söyledim. ”O derviş erenlerdendir, seni sevindirmek için bu haberi vermiştir” cevabında bulunmuştur.

Hayreddin Efendi , Şaban-ı Veli tekkesinde 1579 M. yılına kadar 10 yıl tenvir ve irşat meşgul olmuş ve birçok dervişi Hak yoluna getirmiş ve bir çok kimselere de Şeyhlik payesi vermiş, hariçten ziyarete gelenleri kendisine hayran bırakmıştır.
Hayreddin Efendinin kabri Şaban-ı Veli türbesinin içindedir.

Kaynaklar
Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010

Şeyh Osman Efendi

Şeyh Osman Efendi türbesi ; Kastamonu’da Şeyh Şaban Veli türbesinde

Şeyh Osman Efendi , Kastamonu merkeze bağlı Dereköy’de doğmuştur. Tahsilini bitirdikten sonra mecazi aşka tutulmuş, eli açıklığı ile başına bir çok yaran toplanmış, yeme ve içme alemlerine dalmış, güzel saz çalmayı Öğrenmiş, bununla beraber kötü yollara sapmamış, mecazi aşkın tesiri ile pervaneler gibi yanıp yıkılırken bir gün Şaban-ı Veli’ye rast gelip ellerini öpmüş ve kendisinden himmet ve istimdat talebinde bulunmuştur. Şaban-ı Veli’nin röntgen gibi olan gözleri Osman Efendinin kalbindeki mecazi aşkı hakiki aşka tebdil etmiş ihtiyarı elden giden Osman Efendi sazını kırmış, canı gönülden tövbe edip Şaban-ı Veli‘nin halkasına dahil olmuştur.

Bu büyük ve kudretli mürşidin yıllarca hizmetinde bulunmuş, ahlakı fazileti ile kamil bir insan olunca kendisi ile Şaban-ı Veli tarafından Şeyhlik verilmiş, Tokat’a Halveti tarikatını neşretmek üzere gönderilmiştir.

Osman Efendi, Tokat’a vardığında camide muayyen günlerde İslam dini’nin fazilet ve ülviyetinden bahis ile sohbetler vermiş, diğer taraftan da batınî ilmi halka aşılamaya çalışmıştır. Bir müddet irfanının metfunu olduğu Şaban-ı Veli’yi ziyaret için Tokat’tan Kastamonu’ya gelmişler, dervişler tarafından bu aziz misafire bir ziyaret verilmiştir.

Bu ziyafette Osman Efendinin kalp gözleri açılmış, dervişlerden bir kısmının anlıyacağı bir kısmının anlamıyacağı bir dille batıni ilimden bahsetmişlerdir. Bu hali hazmedemeyen dervişler Şaban Veli‘ye giderek Osman Efendinin ziyafetteki sözlerini nakletmişlerdir. Şaban-ı Veli biraz düşündükten ”Osman hakkında sakin ve sakit olun, O Allah’a yakındır nereye otursa ve ne vaziyette oturursa otursun ve ne söylerse söylesin Allah indinde makbuldur” diye buyurmuşlardır. Osman Efendi, Şaban Veli’nin türbesine girer girmez ağlayarak yere kapanmış ve o geceyi Şaban-ı Veli’nin türbesi içinde sabahlamıştır. Sabahleyin dervişler Osman Efendiyi tekkeye getirmişlerdir. Bu sırada Osman Efendi “Ben irşada gelmedim, erbaine geldim, kırkıncı günü ahirete intikal edeceğim” deediklerinde dervişler “Allah uzun ömürler versin” duasıyle mukalbelede bulunmuşlarsa da “bu gece rüyamda azizim Kuzey caniplerinde kabrim kazıldı” diyerek ahirete gidecekleri günü tayin etmiş ve hakikaten 40. günü bu fani dünyadan ahirete göç etmişlerdir.
Şaban-ı Veli’nin türbesinin kuzey tarafına defnedilmiştir.

Şeyh Şaban Veli

Şeyh Şaban Veli hazretleri’nin türbesi ; Kastamonu hisaraltı mevkiinde Şaban-ı veli camii ve külliyesinde

Pir Şaban-ı Veli Hazretleri (k.s.) Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinin Gökçeağaç bucağına bağlı Çakırçayı Köyü’nün Cimdar mahallesinde dünya’ya geldi. Hz. Pir’in doğum tarihi hakkında kesin bilgilerimiz olmamakla birlikte müze kayıtlarında 1482 tarihine rastlanmıştır.
Hz. Pir , henüz dünyaya gelmeden babsını kaybettiği için yetim, üç yaşlarında iken annesi vefat ettiğinden öksüz kalır. Daha sonraki hayatı, hayırsever bir hanımın yanında geçer. Bu hanım , Şaban Efendi‘yi manevi evlatlığa kabul etmekle birlikte tahisilini yapmasında maddi ve manevi yardımlarını esirgemez. Hatta tahsilini tamamlamsı için İstanbul’a gönderir.

Hz. Pir , İlk tahsilini Taşköprü’de yapar. Akli ve nakli ilimleri özelikle Kuran, hadis, tefsir ilimlerinde bilgilerini derinleştirmek için Kastamonu’ya gelir. Ancak memleketindeki tahsille yetinmeyerek ilim ve fazilet diyarı olan İstanbul’a gider ve tahsilini İstanbul Fatih civarındaki medreselerden birinde bir odayı ikemetgah ittihaz ederek İstanbul’un tanınmış ilim adamlarından tefsir, hadis ve meali gibi ilimleri tahsile devam etmiş , fakat kalbinde üzücü bir sıkıntının hüküm sürdüğünü bildiği için ekseriya bulunduğu odanın kapısını kilitliyerek münzevi bir hayat geçirmeye başlamış , arasıra da tekeklere devam ederek zikr ile meşgul olan dervişlerin arasına karışmışsa da, üzücü olan bu iç sıkıntısını gidermeye muvaffak olamamış, bu sırada İslam dinine ait ilimleri ikmal eder ve hocalarından ilim neşrine ait icazetnamesini alır.

Bir gece rüyasında ”Sıla’ya dön , Kurtuluş oradadır ”diye bir ses duyar. Bunun üzerine; Bolu üzerinden Kastamonu’ya gitmek üzere yola çıkar. Sılaya giderken yol üzerinde bulunan adını ve methini duyduğu Hayreddin Tokadi Hazretleri’ni ziyaret etmek ister. Bolu’ya yaklaştığı zaman Bolu’dan İstanbul’a gitmekte olan iki derviş görür. Karşılaştıkları dervişler ;
Şeyhimiz Hayreddin Tokadi kazretleri ” Kastamonulu Şaban Efendi, İstanbul’dan dönüyor, onu alın dergaha getirin ” buyurdu. ” Biz istanbul’dan gelen Şaban Efendi’yi bekliyoruz” derler.

Bunun üzerine Pir Şaban Veli Hazretleri ” Kastamonulu Şaban benim ” der. Ve iki dervişle Hayreddin Tokadi Hazretlerinin dergahına gitmek üzere yola çıkarlar. Akşam üstü Tokadi Hazretleri’nin huzuruna varırlar. Yatsı namazlarını tekkede kıldıktan sonra oaradaki zikir halkasına katılırlar. Üçünçü gün Pir Şaban Veli hazretlerinin arkadaşı;
‘Üç gündür burada kaldık. Artık destur isteyelim ”deyince Pir hazretleri gözlerinde biriken yaşları silerek;
Kardeşim! Onlar, bir zincir-i taifedir. Aşıklar kendi taraflarına ve silsilelerine çekerler. Osnların cezbeleri galip geldi. Var sen güle güle git. Bana burada kalmak göründü” deyip arkadaşını uğurlar.

Tokadi’nin dergahında kalan Hz. Pir Şaban-ı Veli, Hayreddin Tokadi hazretlerine biat eder. Tam on iki sene Tokadi hazretlerinin rahle-i irşadında kalır ve canla, gönülle hizmete talip olur. Nefsini ve ruhunu mürşidi yoluna adar. Sonunda mazhar-ı hilafet olur. Hayreddin Tokadi Hazretleri, hilafet duasını yaptıktan sonra ona icazet vererek ;
Sana hilafet verildi, memlketine dön! İrşat soframızı orada kurarak aşık ve sadıkları irşad edip tarikatı neşrediniz” buyurur.

Pir Şaban-ı Veli Hazretleri , 1530 yıllarında Kastamonu’ya varır. Kastamonu’ya gelişinde ilk zamanları, Seyyid Sünneti mescidi yakınlarındaki Cemaleddin Camii Avlusuna iner. Bir süre burada münzevi bir hayat geçirir.seyyid sünneti Mescidi’nde bulunan halvethanelerin birinde erbaine niyet eder ve erbainin tamamlar. Onun kemalatının farkına varan halk, Hz. Pir’in sohbetlerine iştirak eder. Ancak o tarihlerde mescidin şehrin dışında bulunması nedeniyle Şaban Efendi‘yi Honsalar mahallesindeki Honsalar camiine davet ederler. Şaban Efendi, bu camiide vaz ve nasihat ve irşad ile meşgul olur. Daha sonra çıkan yangında Honsalar camii yanar. Camiyi yeniden yaptırmak isteyen dervişlere Şaban Efendi izin vermeyerek: ” Bu yanıkta bir hikmet vardır” buyurur.

Yangının ardından Şaban efendi, Hisarardı Seyyid Sünneti Mescidine yakın bir eve taşınır ve irşat görevini Seyyid Sünneti hazretleri’nin yaptırdığı dergahta devam eder. Pir Şaban Veli Hazretleri’nin irşadı o dereceyi bulur ki, dar-ı bekaya erinceye kadar üç yüz altmış halife yetiştirir. Bu icazet alanlar Anadolu ve Rumeli’nin muhtelif şehirlerinde tekkeler açmış ve Halveti tarikatının Şaban efendi’nin adına nisbetle Şabani Kolunu kurmuşlardır.

Hz. Pir, Vefatından iki gün evvel dervişlerini yanlarına çağırmış ve her birine ayrı ayrı nasihatte bulunmuşlardır. 976 Zilkade ayının 18’inci (4 Mayıs 1569) günü Hakk’a yürür. Cuma namazından sonra Şaban-ı Veli‘nin cenazesi eller üzerinde Gazi Paşa okulunun bulunduğu ( namazgaha) yere getirilmiştir ve namazı Şeyh Muharrem tarafından kılındıktan sonra Kendi dergahının bahçesine defnedilir. Şu anda Hz. Pir Külliyesi içerisindedir.

Şeyh Şaban Veli hazretlerinin Menkıbeleri (k.s.)
Şeyh Şaban’ın öğrencilerinden olan Muhyiddin Efendi’nin anlattığı rivayet edilen bir menkıbeye göre, Şeyh Şaban öğrencileriyle ders yaparken bir adam huzuruna gelir. “Efendim, yol üzerinde bir değirmenimiz vardı. Bir arkadaşımla değirmenin taşını değiştirecektik. Yeni taşı kaldırdık tam koyacakken derenin dibine yuvarlandı. Dereden tekrar çıkarıp yerine koymamız mümkün değildi. Çünkü taş çok ağırdı. Ne yapacağımızı düşünüp dururken, hatırımıza siz geldiniz ve, “Yetiş ey Şaban-ı Veli Hazretleri!”, diye imdat istedik. O an bir el değirmenin taşını aşağıdan aldığı gibi getirip yerine koydu. İşte orada gördüğüm el ile bu öptüğüm el ile aynı eldi” der.

Şeyh Şaban’ın öğrencilerinden Mehmet Efendi’nin anlattığı rivayet edilen bir menkıbeye göre, Horasan evliyalarından biri, üç öğrencisine Anadolu’da Şeyh Şaban isimli bir evliyanın yaşadığını ve gidip ondan feyz almaları gerektiğini söyler. Yola çıkan dervişler Kastamonu’ya yaklaşırken, Şeyh Şaban kendi dervişlerini yanına çağırıp onlara bir ayna verir ve Horasan’dan gelen üç dervişi yolda karşılamalarını ve aynayı onlara vermelerini söyler. Kastamonu’dan yola çıkan dervişler bir süre sonra, Horasan’dan gelen dervişler ile karşılaşırlar ve onlara Şeyh Şaban’ın armağanı olan aynayı verirler. Aynayı alan her derviş aynaya baktığında Şeyh Şaban’ın tebessüm ederek kendilerine baktığını görür. Bunun üzerine Horasan’dan gelen dervişler, “Biz göreceğimizi gördük, anlayacağımızı anladık, Şeyh Şaban’ın teveccühlerine kavuştuk”, diyerek, Kastamonu’ya gelmeden memleketlerine geri dönerler.

Günün birinde, Şeyh Şaban Veli’nin yanına biri gelir. Çok fakir olduğunu, bir eşeğinin olduğunu onun da öldüğünü söyler. Çocuklarının geçimini temin edecek hiçbir şeyi kalmadığını, namerde muhtaç olmak istemediğini sözlerine ilave eder. Bunun üzerine Şeyh Şaban elini açarak Allah’a, bu fakirin dileğinin gerçekleşip, geçimini temin edecek yolun bulunması için dua eder. Duanın bitiminde dergahın bahçe kapısı açılır ve atın üzerinde bir adam yedeğinde bir katırla içeri girer. Şeyh Şaban’a bu katırı hediye etmek istediğini söyler. Şeyh Şaban da fakire dönerek, “Allah ölen eşeğin yerine daha iyisini hediye etti. Bu katır senin”, der. Olayın ne olduğunu anlamayan adama fakirin durumu anlatılınca, adam aslında katırı yarın getireceğini, ama içinden bir sesin mutlaka bugün götürmesi gerektiğini söylediğini anlatır. Böylece fakir adam geçim kaynağı olacak bir katıra kavuşmuş olur.

Kürekçi Mustafa isminde birinin başından geçtiği rivayet edilen menkıbede, kürekçi birine 1200 akçe borçlanmıştır. Ne kadar çalışsa da kazancı bu borcu ödemeye yetmemektedir. Bunun üzerine bir türbeye gidip burada dua ederek borçlarından kurtulmayı diler. Türbeden çıkışta aklına Şeyh Şaban’a gitmek gelir. Dergaha gelir, Şeyh Şaban’ın huzuruna çıkar. Bu esnada Şeyh Şaban yalnızdır. Kürekçiyi görünce oturduğu minderin altını göstererek buradaki akçeleri almasını söyler. Şaşıran kürekçi minder altındaki akçelerden bir miktar alınca, Şeyh Şaban tamamını almasını söyler. Oradaki akçelerin tamamını alan kürekçi, dua ederek huzurdan çıkar. Dışarı çıkıp akçeleri saydığında tam borcu olan miktar kadar olduğunu görür. Hemen borcunu öder ve o günden sonra da bir daha hiç borçlanmaz.

Murat Halife ismindeki bir imam bir gün dergaha gelir. O sırada öğrencileri ile sohbette olan Şeyh Şaban’ın konuşmalarını dinler. Çok etkilenir. Bir an Şeyh Şaban’ın başını caminin kubbesi büyüklüğünde görür. Hemen yaklaşıp Şeyh Şaban’ın elini öpmeye başlar ve dizinin dibine oturur. Öğrencilerden biri yanındakine, niye hocamızın elini durup durup öpüyor acaba diye sorunca, diğer öğrenci, “gönül gözü açıldı da ondan. Ya hocamızın başının Arş-ı âlaya değdiğini görse, zevkten mahvolurdu”, der.

Şeyh Şaban bir yıl kendine ait bir odada halvete girerek günlerce dışarı çıkmaz. O sıralarda vakit Hac mevsimidir. Kastamonu’dan bir kişi de hac görevini yerine getirmek için Kabe’ye gitmiş, görevini yerine getirip memleketine döneceği zaman çok hastalanmış, uzun zaman hasta yatmış, bir türlü iyileşip de memleketine dönememiştir. Memleket hasretiyle yanıp tutuştuğu bir an, yanına biri gelerek hacının ağlama nedenini sorar. Sıkıntısını öğrenince, “Kabe’nin Hanefi mihrabının yanında beş vakit namaz kılıp kaybolan biri vardır. Oraya git ve onu bul. Bulunca da ellerine yapış, derdini anlat. Kendisini gizlerse de sen ısrarla derdine çare olmasını iste”, der. Hacı peki diyerek Hanefi mihrabının yanına gider. Namaz kılarken dikkatle etrafını kontrol eder. Bir ara memleketinden tanıdığı Şeyh Şaban’ı görür, namazdan sonra yanına giderim diyerek, hem namazını kılar hem de derdine derman olacak kişinin kim olduğunu anlamaya çalışır. Namaz bittikten sonra Şeyh Şaban’a baktığında onun kaybolduğunu görür. O zaman, aradığı kişinin Şeyh Şaban olduğunu anlar. Bir sonraki namazda, yine aynı yerde Şeyh Şaban’ı görünce hemen yanına gidip derdini anlatır ve çare olması için yalvarır. Şeyh Şaban sırrının açığa çıkmasından korktuğunu dile getirince, hacı sır saklayacağına yemin eder. Şeyh Şaban namazdan sonra kimsenin bulunmadığı bir yerde görüşerek hacının gözlerini kapatmasını söyler. O zat gözlerini açtığında kendisini Kastamonu’da evinin kapısında bulur. Bu menkıbenin Benli Sultan hakkında da anlatıldığını bu arada not edelim.

Şeyh Şaban Veli kalabalık arasına çıkmayı sevmez. Daha çok uzlette yaşamakta, vaktini ilimle, ibadetle ve öğretmekle geçirir. Halvete girdiği dönemlerde bir dostu ona yemek getirmektedir. Fakat her ne olursa olur, birkaç gün yemek getirmeyi unutur. Aklına geldiğinde bin bir üzüntüyle Şeyhin yanına koşar, yemek getirip özür diler. Bu durumdan hiç şikayetçi olmayan Şeyh yemek gelmediği günlerde fare yiyeceklerinin artıklarıyla beslendiğini, onların da hepsini fareler de aç kalmasın diye yemediğini Allah’a hamd ederek anlatır.

Efsaneye göre Şeyh Şaban-ı Veli’nin yedi kardeşi vardır. Şeyh Şaban-ı Veli bir gün eline yedi taş alır ve bu taşları değişik yönlere doğru atar. Her taşı atışında da bir kardeşin ismini söyler. Böylece hangi taş hangi yöne gidip düşmüşse, ismi söylenen kardeş oraya yerleşmiş, halka kerametlerini göstermiştir. Yörede Şeyh Şaban-ı Veli kadar tanınan ve Ilgaz Dağı eteklerini mesken tutan Benli Sultan ile Taşköprü’ye yerleşip bir gün taşla sohbet ederken coşup taşı hamur gibi sıkan ve taşta parmak izlerini bırakan Abdal Musa bu kardeşlerden ikisidir.

İnanışa göre kötü yolda olan, bundan içten içe vicdani rahatsızlık duyan kişiler rüyalarında Şeyh Şaban-Veli’yi görmektedirler. Rüyalarında Şeyh Şaban-Veli onları türbesine çağırmakta ve doğru yola girmeleri gerektiğini söylemektedir. Özellikle ahlak dışı yollarla geçimini sağlayan kadınlar ile hırsızlar Şeyh Şaban-ı Veli’yi rüyalarında görmektedirler. Rüyayı gören kişi türbeye gelip tövbe etmekte ve inanışa göre türbenin bahçesinde akan zem zem suyunu eve götürüp, bu suyla yıkandıktan sonra annelerinden yeni doğdukları gibi günahsız olmaktadırlar.
Mehmet Bey, bir kış günü Çankırı’dan Kastamonu’ya düğünden dönerken dağda kardan, buzdan arabası çalışmaz, karısıyla birlikte dağ başında yolda mahsur kalır. Araba tamirinden çok fazla bir şey anlamamakla birlikte Mehmet Bey arabayı çalıştırmak için epeyce uğraşır, ama başarılı olamaz. Dağda cep telefonu da çekmediği için kimseye ulaşamaz. Gecenin çok geç bir saati ve buzlanma olduğu için de yoldan geçen çok azdır. Geçen arabalar da fren yapamadıkları için duramamaktadır. Kendilerini çaresiz hisseden çiftten Süheyla Hanım, “Yetiş ya Pir” diye dua etmeye başlar. Mehmet Bey bütün olanların sıkıntısıyla son derece öfkeli bir şekildedir. Bu duaya bile çok sinirlenir. ‚ “İlla dua edeceksen kurtlar kuşlar bizi bu dağ başında yemesin diye dua et, bu havada Pir bile türbesinden çıkıp gelmez”, diye karısına çıkışır. Bir süre sonra bir araba yanlarında durur ve içinden 55-60 yaşlarında, Süheyla Hanım’ın ifadesine gore, nur yüzlü bir bey iner ve sorunu öğrenir. Sonra arabanın motor kısmını açar, bir beş dakika kadar uğraşır, sonra Mehmet Bey’e, “Arabayı yavaş yavaş çalıştırın”, der. Mehmet Bey arabayı çalıştırır ve araba yürümeye başlar. Bunun üzerine arabayı tamir eden bey kendi arabasına biner ve, “Her ihtimale karşı ben önden ağır ağır gideyim siz beni takip edin”, der. Bu şekilde Kastamonu’ya yaklaşık 5-10 km. kalana kadar giderler. Bir ara bir sis olur ve sisten çıktıklarında düz yolda olmalarına rağmen arabayı bir daha göremezler. Yol buzlu olduğundan hızlı gidemeyeceği için, yolda da herhangi bir sapak olmadığından arabaya ne olduğunu bir türlü anlayamazlar. Mehmet Bey şaşkın şaşkın “Düz yolda bir araba yok olmaz ya, uçmaz ya”, diye kendi kendine söylenirken, Süheyla Hanım, “O kesin Pir ya da Pir’in gönderdiği biriydi”, der. Bugün hala Mehmet Bey olayı anlayamadığını ama eşinin de inandığı gibi kendisinin de artık, o yolda yardım eden kişinin Pir olduğuna inandığını söylemektedir.
Fakir bir ailenin yüksek okul mezunu bir oğlu vardır. Çocuk okulu bitirdikten sonra iki yıl kendine uygun bir iş bulamamış, bu nedenle ciddi bir psikolojik bunalıma girmiştir. Hem okuyup da iş bulamadığını hem de çocuğunun günden güne üzüntüden zayıfladığını, hastalandığını gören anne Şeyh Şaban-ı Veli’nin türbesine gelerek burada dua edip namaz kılmış, oğlunun işe girmesi için yedi Cuma gelmeye niyet etmiştir. Kadın, yedi hafta diyerek eğer bu süre içinde olmazsa hem veliyi rahatsız etmem aynı konu için, hem de hayırlı olsaydı iş zaten veli onu oğluma nasip ederdi, diye düşünmekte ve inanmaktadır. Niyet ettiği gibi yedi Cuma gelerek burada namaz kılıp, hayırlı bir iş için dua eden kadın, yedinci Cuma günü türbeden evine geldiğinde kapıyı açarken telefonun çaldığını duyar. Aceleyle telefona yetişip açan kadın, sanayi denilen yerdeki bir fabrikadan oğlunu aradıklarını öğrenir. Telefondaki kişi, oğlunun fabrikasındaki işe altı ay önce başvuruda bulunduğunu, elemana yeni ihtiyaç duydukları için bugün aradıklarını eğer işe girmediyse gelip kendileriyle oğlunun görüşmesini ister. Hemen oğlunu bulan kadın, fabrikaya gönderir ve oğlu teknisyen olarak aynı gün o fabrikada işe girer ve üç yıldır aynı fabrikada çalışmaktadır.
Duruçay (Camili) köyünden Tevfik Çelikten, yoksul bir ailenin çocuğudur. Bütün zorluklara rağmen okumaya devam etmiştir. Her gün köyden Kastamonu’ya yürüyerek gelip giden Tevfik Çelikten, bu zor koşullar nedeniyle sınıfını geçse de çok başarılı bir öğrenci değildir. En büyük endişesi lise bitince ne yapacağıdır. O kadar sıkıntıyla okuduktan sonra şehirde iş bulamayacağını düşünmekte, üniversiteye gidemeyeceğini de bilmektedir. Liseyi bitirip köyde kalıp, çiftlikte çalışmak zor gelmektedir. Bütün bu sıkıntılarla her gün okula gitmeden ya da okul çıkışı Şeyh Şaban-ı Veli türbesine gidip namaz kılıp dua etmektedir. Liseyi bitireceği hafta bütün kaygıları daha da artmış halde türbeye gittiğinde dua etmiş, oradan okula gitmiştir. Milli Güvenlik dersinde hoca, “İçinizde astsubay olmak isteyen var mı?”, diye sorar. Tevfik Çelikten el kaldırır. Bunun üzerine hoca astsubaylık sınavı açıldığını, başvurular için de son günler olduğunu söyleyerek isteyenlere başvuru formu verir. Sınıftan bir tek Tevfik Çelikten katılır ve başarılı olur. Bugün emekli astsubay olan Tevfik Çelikten hayatının değişmesini sağlayan fırsata Şeyh Şaban-ı Veli’nin vesile olduğuna inanmaktadır.
Bu menkıbeyi anlatan ise, bizzat olayı yaşayan kişidir. Kastamonu merkezinde yaşayan bir çiftin otuz yıllık evlilikleri süresinde bir çocukları olmamış, yıllarca çocuk özlemiş çekmiştir. Bir gece kadının rüyasına giren Şeyh Şaban-ı Veli, kadının yanına gelir, saçını okşar. “Kızım üzülme senin ocağını tüttürecek çocuk, Taşköprü’nün …………köyünde, ……..anne ile ………babanın çocuğudur. Çocuğun ismi de şudur. Gidin onu alın evlat bilin, sizin evladınız olsun”, demiştir. Sabaha uyandığında kadın, hala rüyanın etkisindedir. Bunu kocasına anlatır. Kocası, “Eğer Şeyh Şaban-ı Veli söylediyse öyle bir köy ve orada bizim çocuğumuz mutlaka vardır”, der. Aynı sabah Taşköprü’nün adı geçen köyünden çocuklu bir kadın da pazara satmaya mal getirir. Fakir bir kadındır ve geçimini küçük bahçesinde yetiştirdiklerini satarak sağlamaktadır. O gün pazarda malını sattıktan sonra Şeyh Şaban-ı Veli’nin türbesine gelerek burada namazını kılar. Yorgunluktan namaz sonrası türbenin duvarına dayanmış dinlenirken, kendinden geçer ve uyuya kalır. O da rüyasında Şeyh Şaban-ı Veli’yi görür. Veli rüyasında kadına, “En küçük kızının evlatlık verilmesi gerektiğini, yoksa bu dünyadaki kısmetinin bittiğini, üç gün içinde evlatlık verilip başka bir ocağın bacasını tüttürmezse öleceğini”, söyler. Kadın rüyada, “Eğer ölecekse evlatlık vermeye razıyım”, der. Şeyh Şaban-ı Veli kadına rüyasında evlatlık vereceği konusunda kadına yemin ettirir. Tam kime evlatlık vereceğini söyleyeceği an türbede bir çocuk ağlar ve kadın uykudan uyanır. Böylece kime vereceğini öğrenemez. Gördüğü rüyayı nasıl yoracağını bilemeyen kadın, hemen müftüye gider rüyayı anlatır, ne yapması gerektiğini sorar. Rüyayı baştan sona dinleyen müftü rüyada gördüğü Şeyh Şaban-ı Veli’nin görüntüsüne ve söylediklerine dair birkaç soru sorar ve rüyadaki kişinin Şeyh Şaban-ı Veli olduğuna kanaat getirir. Bunun üzerine kadına, çocuğunu evlatlık vermesi gerektiğini, bunun Şeyh Şaban-ı Veli’nin aracılığıyla Allah’ın isteği olduğunu söyler. Özellikle evlatlık verilmezse üç gün içinde öleceği düşüncesi kadını çok korkutmuştur. Fakat kadın kime kızını götürüp evlatlık vermesi gerektiğini bilmediği için, kapı çalınıp da, “Bu kızı evlatlık alın yoksa ölecek denmez”, diye düşünmektedir. Bunun için ne yapacağını bilmemektedir. Müftü kadının evine gitmesini, çocuğun kısmetinin çocuğu bulacağını söyler. Eğer üç gün içinde bir aile gelip evlatlık almazsa, kadının kızı ile birlikte türbeye gelip, buradaki zemzem suyuyla yıkanıp tövbe etmesini, kısmeti bulamadığını Şeyh Şaban-ı Veli’ye söylemesi gerektiğini zaten bu durumu Şeyh Şaban-ı Veli’nin bileceği ve anlayacağı için kadına anlayış göstereceğini söyler. Kadın endişe, şaşkınlık ve telaş içinde köyüne gider. Üç gün sonra, çocukları olmayan aile rüyalarında kendilerine söylenen köye gelerek doğru muhtarın yanına gidip, …….isimli ailenin evi nerede diye sorar. Muhtar bu çifti alarak çocuğun evine getirir. Kapı çalınıp da kadın kapıyı açtığında kapıda tanımadığı bir erkekle kadını gören anne, çocuğunu evlat edinecek ailenin geldiğini anlar. Çocukları olmayan aileden kadın gördüğü rüyayı, çocuğun annesi de kendi gördüğü rüyayı anlatır. Çocuğun annesi hiç birşey sormadan, nerelisiniz, kimsiniz demeden kızının eşyalarını bir bohça yapıp aileye verir, kızını da elinden tutarak kadının kucağına teslim eder. Çocuğun annesi eğer kadına ve erkeğe nerelisin kimsin diye sorarsam Şeyh Şaban-ı Veli’yi gücendiririm. O benim iyi ailedir sözüme güvenmedin mi diye düşüneceği endişesi bir de yeri ve ailenin kim olduğunu tam olarak bilirse evlat hasretiyle bir gün verdiğine pişman olup gidip alırım o zaman da çocuğum ölür endişesiyle hiç bir şey sormaz. Çocuğu olmayan aile kızı bir yaşında alıp Kastamonu’ya evlerine getirir ve öz evlatları olarak kabul edip yetiştirirler. Fakat çocuktan nasıl evlat edindikleri gerçeğini saklamazlar. Kız on beş yaşına gelince aile kendilerinin artık iyice yaşlandığını, ölürlerse mallarını kızlarına veremeyecekleri için mahkeme kararıyla evlat edinmeleri gerektiğini düşünürler. Bunun için nüfus cüzdanının çıkarılması gerektiğinden, ayrıca evlilik çağı gelip isteyenler de çok olduğu için evlilik için de nüfus cüzdanı gerektiğinden köye giderek kızın öz annesini bulup mahkemeye getirirler ve mahkeme kararıyla evlat edinirler. Kız öz annesini sadece o gün görür. Öz annesi mahkemeden kısa bir süre sonra ölür. Kız o gün kendinin yedi kardeşi daha olduğunu ve onların nerede yaşadıklarını öğrenir. O günden sonra kardeşleriyle de görüşmeye başlar. On altı yaşında da kız evlenir. Bugün Muş’ta öğretmenlik yapan bir kızı ve teknisyen olarak fabrikada çalışan bir oğlu vardır. Evlendiği günden bu güne kadar hemen her Cuma Şeyh Şaban-ı Veli’nin türbesine gelerek şükür namazı kılmaktadır. “Eğer Şeyh Şaban-ı Veli annelerimin rüyalarına girerek benim evlatlık verilmemi sağlamasaydı bugün ya ölmüştüm ya da köyde çok perişan yoksul biri olarak yaşamış olacaktım. Ha öz ailemdem 16 yaşında gelin çıkmışım ha bir yaşında gelin çıkmışım. Ben bugünümü Şeyh Şaban-ı Veli’ye borçluyum” demektedir.

Şeyh Ömer Fuadi zamanında hayırseverlerden İstanbul’da bulunan Ömer Kethüda tarafından türbenin inşası için üç bin kuruş gönderilmiş ve daha lüzum ettikçe göndereceğini Ömer Fuadi’ye bir mektupla bildirmiştir. Bilahere Ömer Kethüda hakız yere idam edildiğinden hayır severlerin yarıdmı ile türbe yapılmıştır. Daha sonra camiinin yanında üç kat üzerine haram ve selamlığı havi muazzam bir bina inşa edilir.

Bu Bina 1318 (1902 M.) tarihinde harap olduğundan yıkılmış ve Mahmut Paşa tarafından iki tane harem ve selamlığı havi bugünkü mevcut binalar yapılmış ve ikisinin arasına mutbak kurulmuştur. Binaların yapılmasından sonra iki bina arasına abdest için havuz inşa edilmiştir. Şaban-ı veli’nin sandukası yeniden yapılmış, yazılı ve işlemeli bir örtü ve aynı zamanda lahuri bir şal konmuştur. Türbe ve zaviyelerin kapanması üzerine sanduka üzerinde bulunan taşla beraber bu şalda alınmıştır.

Zemzem suyu
Şeyh Şaban-ı Veli Hazretleri’nin türbesinin bahçesinde akan suyun zemzem tadında olduğu kabul edilir. Bunun için Hicaz’daki zemzem kuyusundan Kastamonu’ya, İstanbul’a, Bolu’ya, Bursa’ya, Buhara’ya, Semerkand’a, Endülüs’e ve Fas’a uzanan görünmeyen kanallar olduğuna inanılmaktadır. Şifa olması niyetiyle konuşamayan çocuklara içirildiği gibi, yeni doğan çocuğun ağzına da ilk giren şeyin zemzem olması isteğiyle bu sudan damlatılmakta, ölmekte olan kişinin ağzı zemzemli gitsin diye, yine ağzına bu sudan damlatılmaktadır.

Şeyh Şaban-ı Veli Külliyesi
Cami, türbe, Kütüphane, dergah evleri, asa suyu, gasilhane, kurban kesim yeri ve tuvaletten oluşan Şeyh Şaban-ı Veli Külliyesi, Musafakih Mahallesi Gümüşlüce Caddesi üzerinde yer alır. Hz. Pir Camii adıyla anılan yapı, tahminen 1480’lerde yapılmış olan Seyyid Sünneti Efendi Mescidi’nin yeniden inşaı ile meydana gelmiştir. Menakıbname’den ahşap ve kubbeli olduğu anlaşılan ilk cami küçük fakat manevi hatıraları ile önemli idi. Dergahın şöhret bulması ve halkın rağbeti ile ihtiyaca cevap veremez hale gelen mescid, aynı arsa üzerinde genişletilir. Böylece harimi üç kat halinde kademeli olup arka tarafında halvethaneler sıralanmıştır. Doğu yüzünden açılan kapıdan başka iki ayrı kapıdan da üst kademelere giriş sağlanmıştır. Mihrap alçıdan ve bezemeli yapılmıştır. Sedef minber kapısı ise ahşap oyma tekniği ile yapılmış nadide bir eserdir. Aynı şekilde bir diğer sanat şaheseri ahşap vaaz kürsüsüdür. Tek şerefeli minare kuzey doğu köşede yer alır. Halkın bağışladığı bakır şamdanlar ve hat örnekleri bu güzelliklere güzellik katar. Mevcut kitabeden Caminin 1580 yılında Sultan III. Murad’ın hocası Şücaeddin Efendi tarafından yenilendiği anlaşılıyor. 1702, 1778, 1845 ve 1950 yıllarında tamir ve restorasyon gören yapıya, 1954 yılından itibaren dernek çatısı altında cümle kapısı önüne kapalı son cemaat mahalli ilave edilir.

Harçla moloz taşından örülen türbe binası 9.5 m. uzunluğunda bir kare plana sahiptir. Üç kapısı altı penceresi ile yapının inşaı sırasındaki yaşanan sıkıntı ve ilgi çekici olaylar Ömer Fuadi tarafından kaleme alınan Türbename adlı eserde anlatılır. Bir Mevlevi tarikatı mensubu olan Sadrazam Kuyucu Murad Paşa’nın desteği ile Anadolu’nun her yerindeki evliya zümresine saygı ve hizmetiyle meşhur Ömer Kethüda bey tarafından Fuadi’ye bir gün bir mektup gönderilir. Bu mektupta, Şaban-ı Veli Hazretlerinin mukaddes ruhlarına hürmeten mezarı üzerine bir türbe yapılmasını arzuladığını belirten Ömer Kethüda, bu iş için üç bin kuruş nezrettiğini ilave eder. Ömer Fuadi bu teklifle birlikte Şeyh Muhyiddin Efendi’nin vasiyetini hatırlar. Ġnşaat başlar, duvarlar pencere hizasına kadar yükselir. Bu sırada Kethüda Ömer Bey yeni sadrazam Nasuh Paşa tarafından Diyarbakır kalesinde haksız yere hapsedilip öldürülünce, türbe inşaatı iki yılı aşan bir süre atıl kalır. Sonunda Hibetullah ve Mehmet Efendiler başta olmak üzere halkın katkılarıyla inşaat tekrar başlar.

Türbenin tamamlanıp kubbenin zirvesine kilit taşı yerleştirileceği gün hazır bulunan dervişler ilgi çekici bir zikir halkası teşkil ederler. Zakirbaşı kubbenin tepesinde olmak üzere dervişler üç kat iskele üzerinde halka olup zikre başlar. Son ilahi bitmek üzeredir ki, türbe binası rahmani bir hareketle dervişlerle birlikte sallanmaya başlar. Binanın hareketi üzerine orada bulunan herkes hayret ve dehşet içinde kalır. Kubbenin yıkılacağından korku ve endişeye kapılan mimarbaşı elindeki metre ile etrafındakileri durdurmaya çalışır. Ömer Fuadi’nin kardeşi sakinleştirmek için ona seslenip, -Korkma usta!. Bu hareket yıkılmak için değildir. Hz. Pir’in türbesi de dervişlerle zikretmektedir. Der. Kurban kesilir, kilit taşı yerine konur. Dua edilirken türbenin tekrar sallandığı görülür. Oradaki herkes bu durumu tüyleri ürpererek seyreder. Fatihadan sonra eller yüze sürüldüğünde türbe sükunet bulur. Bugün türbede kabirlerin üzerine işaret olarak konulmuş olup içleri boş olan on altı tane ahşap sanduka bulunmaktadır. Üzeri bitkisel motifler ve yazılarla süslenmiş yeşil kadife ile örtülü, baş kısmı da siyah tülbentle sarılı olanı Şaban-ı Veli’ye aittir.

Külliyenin kütüphanesi, türbenin kuzeybatı cephesine bitişik kare planlı kargir bir yapıdır. Kitapların çoğu Çorumlu İsmail Kudsi Efendi tarafından vakfedildiğine göre, 1637 yılından sonra inşa edilmiş olmalıdır. Zamanla harap olan bina 1965 yılında dernek tarafından yenilenmiştir. Kütüphanenin alt katına girilen kapının hemen yanıbaşında yer alan Asa Suyu’nun, Hz. Pir’in asasını yere vurmasıyla çıktığına inanılır.Tad ve koku bakımından zemzem suyunu andıran bu suyun bazı hastalıklara şifa ve psikolojik rahatlık verdiği kabul edilir. Vaktiyle ramazan aylarında Kastamonulunun Nasrullah Camiine ve evlere götürülüp oruçların bu su ile açıldığı anlatılır.

Harem ve selamlık olmak üzere iki bina halinde inşa edilmiş olan konaklar, sırtını Ersil Kayasına dayamış vaziyette caminin kuzey doğu köşesindeki mevkide yer alır. Zemin katlar moloz taştan olmak üzere ahşap malzemeden iki katlı olarak inşa edilen binalarda göz zevkine hitap eden bir işçilik göze çarpar. 1900’de inşa edilen konakların banisi Mahmut Sırrı Paşadır16. Konakların önünde yer alan şadırvan 1910 yılında Mahmut Paşa’nın eşi Prenses Fatma Hanım adına yaptırılır. 1989 yılında aslına uygun şekilde restore edilir. Türbe civarındaki hazirede medfun bulunan zatlar, Hz. Pir ve halifelerinin halk ile kaynaşma derecesini gösterir. Kastamonu valilerinden muhtelif tarikatlara mensup zatlara kadar toplumun her kesiminden bir çok kişinin kabri bu hazirede yer alır.

1954 yılında Hasan Fehmi Ataulusoy, Hamdi Pehlivan, Niyazi Yücebıyık, Osman Keserci, Asaf Zaluludağ, Kamil Türit ve İhsan Sezgin’den müteşekkil yönetim kurulu ile Şaban-ı Veli Onarım Derneği kurulur. 1995’te Şeyh Şaban-ı Veli Müzesi açılır ve 1996’da Resmi Gazete’de yayınlanan kararla Şeyh Şaban-ı Veli Kültür Vakfı kurulur.

Seyyid Ahmed Bedevi

Evliyanın büyüklerindendir. İsmi Ahmed olup babasının adı Ali’dir. Nesebi Peygamber efendimize ulaşır. Künyesi Ebü’l-Fityan ve Ebü’l-Abbas, lakabı ise Şihabüddîn’dir. Seyyid-i Bedevî diye tanınır. Annesinin ismi Fatma binti Muhammed’dir. 1200 (H.596)’de Fas’ta doğdu. Ahmed Bedevi hazretleri altı yaşlarında iken babasına rüyâsında; “Yâ Ali! Bu beldeleri bırak. Mekke’ye taşın, orada yaşa. Bunda birçok hikmetler vardır.” dendi. Bu mânevî işâret üzerine âilesi ile birlikte 1206 senesinde Fas’tan yola çıktı. Dört sene süren uzun yolculuk sırasında yolda herkesten, yardım, hürmet ve ikrâm gördüler. Mekke’ye yerleştikten bir müddet sonra babası vefat etti ve Bab-ı Mualla’ya defnedildi.

Ahmed Bedevî hazretleri küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Önceleri, çok cesûr, atılgan bir mîzâca sahipti. Çok iyi ata binerdi. Kendisine ezâ eden olursa onlara karşılık verirdi. Bunun için Attâb diye tanındı.

Bir gün Kabe-i muazzamanın kenârında bir yerde uyuduğu sırada rüyâsında gizliden bir ses Ahmed-i Bedevî’ye; “Uykudan uyan! Allahü teâlânın bir olduğunu zikret.” diyordu. Kalkıp abdest aldı. İki rekat namaz kılıp, Allahü teâlâyı zikretti. Sonra tekrar yatıp uyudu. Rüyâsında önceki sesi tekrar duydu. Ona; “Kalk Allahü teâlânın bir olduğunu zikret, uyuma! Yüksek derecelere kavuşmak isteyen uyuyamaz!Ne bir şey yiyebilir, ne de bir şey içebilir. Dâimâ, oruç tutmak ve geceleyin herkes uykuda iken namaz kılmak sûretiyle nefsinle mücâdele et. Kalk böyle yap! Sana, yüksek haller ve dereceler verilecek.” diyordu. Rüyânın tesiriyle uyanan Ahmed-i Bedevî, hemen rüyâsını yaş, ilim ve derece bakımından yüksek olan ağabeyine anlattı. O da; “Sırrını gizli tut! Söylenilenlere uygun yaşa!” dedi. Ahmed-i Bedevî bu nasihatlere uyarak, gayret gösterdi, Allahü teâlânın izni ve ihsânı ile nice güzel hâl ve yüksek derecelere kavuştu.

Ahmed-i Bedevî kendisini ilme ve ibâdete verdi. İnsanlarla alâkasını azalttı ve konuşmayı terk etti. Bir şey söylemesi îcâb edince bunu işâretle anlatırdı. Üst üste gördüğü rüyâ üzerine Irak’a gitti. Orada; Ahmed Rıfâî, Abdülkâdir-i Geylânî, Hallâc-ı Mansûr, Sırrî-yi Sekatî, Ma’rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi evliyânın kabirlerini ziyaret etti. 1236 senesinde, rüyâsında Mısır’ın Tanta şehrine gitmesi işâret olundu ve yola çıktı. Kahire’ye geldiğinde Mısır sultânı, onu, askeri ile birlikte karşıladı ve husûsî misafirhânesinde ağırladı. Kendisine çok hürmet etti. Sonradan o da talebelerinden oldu.

Bu sırada Mısır’ın Tanta şehrinde bulunan bir çok âlim ve evliyâ arasında en meşhûrlarından olan HasanSaîg ve Seyyid Sâlim Magribî hazretleri, Seyyid Ahmed-i Bedevî’nin Tanta şehrine teşrif edeceğini ve yolda olduğunu haber alınca, Tanta’dan ayrılıp başka bir beldeye yerleştiler. Sebebi suâl edildiğinde; “Kasabanın asıl sâhibi geliyor. Onun bulunduğu yerde bulunmak bize yakışmaz. Bizim yapacağımız olsa olsa ona talebe olmaktır. Ona yakın bulunmakla, ona karşı edepte ve hizmette kusûr etmekten korkuyoruz.” dediler.

Ahmed-i Bedevî hazretleri, zamanla herkes tarafından tanındı. Her tarafta meşhûr oldu. Hak âşıkları her taraftan yanına koşarak, huzûru ve sohbeti ile şereflenmek için can atarlardı. Tanınan, büyük bilinen âlimler bile gelip kendisine talebe oldular.

Ahmed-i Bedevî devamlı zikir ve murâkabe hâlindeydi. Her an Allahü teâlâyı düşünür, bir an hatırından çıkarmazdı. Hiç evlenmedi. Evlenmesini teklif edenlere; “Beni kendi hâlime bırakınız. Cennet hûrîlerinden başka biri ile evlenmemeye azmettim.” derdi. Dünyâ malının, onun kalbinde yeri yoktu. Üzerine giydiği elbise ve başına sardığı sarık, eskiyip kullanılmayacak hâle gelmedikçe yenisini almazdı. Devamlı oruç tutardı. İftâr ve sahurda birer zeytin ile nefsini körlettiği ve buna kırk gün devâm ettiği rivâyet edilir.

Uzun boylu, buğday benizli, kolları uzun, bacakları etli, pazuları iri olup, gâyet heybetli idi. Sağ yanağında bir ve sol yanağında iki beni vardı. Burnunun orta yeri bir parça yüksek olup, iki yanında birer tâne ben vardı. Yüzü büyükçe ve gözleri sürmeliydi.

Seyyid Ahmed-i Bedevî her an Allahü teâlâyı düşünür, O’nun muhabbetinin ve heybetinin tesiri ile kendinden geçmiş olarak gözlerini semâya diker, gece gündüz öyle kalırdı. Kırk gün ve daha ziyâde bir şey yiyip içmez ve uyumazdı. Gözlerinin karası, bir ateş koru halindeydi.

Bir gün Ahmed-i Bedevî’nin gözlerinde bir şişkinlik hâsıl oldu. Tedâvi için oradaki bir çocuktan yumurta istedi. Çocuk; “Elinizdeki yeşil değneği verir misiniz?” deyince, Seyyid Ahmed-i Bedevî de verdi. Çocuk, annesine giderek; “Dışarıda bir kimse var, gözü ağrıyor, tedâvi için benden bir yumurta istedi ve bu değneği verdi.” dedi. Annesi; “Şimdi, evimizde yumurta yoktur.” dedi. Çocuk gidip durumu Ahmed-i Bedevî’ye bildirdi. O da; “Git, falan yerde vardır.” buyurdu. Çocuk oraya gidince, orasını yumurta ile dolu buldu. İçinden bir tek yumurta alıp getirdi. Çocuk o günden sonra Ahmed-i Bedevî’ye talebe oldu. Yanından ayrılmadı ve büyük evliyâdan oldu. Bu zât Abdül’âl idi.

Annesi, Abdül’âl’i yeni doğduğu bir sırada kundağa sarılı olarak, boğaların yemliğine bırakmıştı. O sırada içeri giren bir boğa, alışkın olduğu yemlikte yiyebileceği bir şeyler ararken, boynuzu, Abdül’âl’in kundak bağına takıldı. Boğanın boynuzuna asılı olarak sallanan çocuğun düşmesi ve ölmesi an meselesiydi. İnsanlar heyecanla, boğanın etrâfında toplandıkça boğa daha da hırçınlaşıyor, yanına kimseyi yanaştırmıyordu. Tam o anda, gâipten bir el uzanıp çocuğu aldı. İnsanlar rahatladılar. Fakat çocuğu kurtaran eli tanıyamadılar.

Aradan seneler geçip, Ahmed-i Bedevî hazretleri Mısır’a gelince ve Abdül’âl kendisine talebe olup yanından ayrılmayınca, Abdül’âl’in annesi, Seyyid hazretlerine sitem eder oldu. Ahmed-i Bedevî hazretleri, ona haber gönderip; “Küçükken boğanın boynuzundan almakla, dünyâ hayâtının devâmına vesîle olduğumuz için sevinmişti. Şimdi de, âhirette kurtulması için gayret ediyoruz. Niye üzülüyor ki? Sevinse daha iyi ederdi.” dedi. Kadın bu haberi alınca, çocuğunu kurtaran elin sâhibinin o olduğunu anladı. Bundan sonra kendisi de, Seyyid hazretlerine çok muhabbet etti.

Ahmed-i Bedevî talebelerinden Abdül’âl’e ve Abdülmecîd’e bilhassa alâka ve ihtimâm gösterirdi. Bunlardan Abdülmecîd birgün dayanamayıp hocasının yüzünü görmek istedi ve mübârek yüzünü hiç göremediğini, görmemeye dayanamadığını, bu sebeple yüzünden örtüsünü açmasını taleb etti. Seyyid de; “Ey Abdülmecîd! Beni görmeye dayanamazsın. Senin, benim gözlerime bir bakman canına mâl olur. Bir bakış, bir can mukâbilindedir.” buyurdu. O da; “Ey efendim! Yeter ki mübârek yüzünüzü göreyim de, ölürsem öleyim. Zararı yok. Çünkü artık dayanamıyorum.” dedi. Bunun üzerine Seyyid hazretleri örtüsünü kaldırdı. Abdülmecîd, Ahmed-i Bedevî’nin cemâlini görür görmez yere düştü. Rûhunu teslim etti. Sâlih Abdül’âl ise, hocasının vefâtına kadar yaşadı ve hocasının vekîli olup talebelere feyz vermek ve onları yetiştirmek vazîfesini aldı.

Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri, talebelerini teveccühle terbiye eder ve konuşmazdı. Halîfesi Abdül’âl, dışarıdan, câhil, mânevî terbiyeden mahrûm, gâfil bir kimseyi Seyyidin huzûruna getirince, Seyyid hazretleri hemen bir kerre nazar buyurmakla, o kimse, mânevî hâller ve yüksek dereceler ile dolmuş olurdu. Sonra Seyyid Bedevî Abdül’âl’e; “Söyle, o kimse falan beldede sakin olup yerleşsin! Oradaki insanlara faydalı olsun!” buyururdu. Onun, talebeleri terbiye etmesi, yetiştirmesi, bu şekilde idi. Bir bakışla, uzun yıllar zahmet ve meşakkat çekmekle elde edilen derecelere bir anda yükseltirdi.

Ahmed-i Bedevî, umûmiyetle evinin damında bulunur, orada ibâdet ve tâatle meşgûl olurdu. Bunun için ona talebe olanlara “Sütûhî” veya “Eshâb-ı sath” denirdi. Bu sebeple Seyyid Ahmed-i Bedevî, Seyyid Ahmed-i Sütûhî diye de tanındı.

Bir adam omuzunda süt dolu kap ile Ahmed-i Bedevî hazretlerinin yanından geçerken, Ahmed-i Bedevî, parmağı ile kabı işâret eder etmez, kap yere düşüp süt tamâmen döküldü. Bu hâle canı sıkılan adam, yere dökülen süte bakınca, içinde şişmiş bir yılan gördü. Bu hâli farkedince çok sevindi. Çünkü, kendisi ve çocukları, muhakkak bir ölümden kurtulmuşlardı. Bu lütfundan dolayı Allahü teâlâya hamd ve Ahmed-i Bedevî hazretlerine teşekkür etti.

Ahmed-i Bedevî hazretlerini sevenlerden Şeyh Rekîn isminde bir zât vardı. Seyyid Bedevî bir gün bu zâtı yanına çağırıp kendisine; “Ey Rekîn! Bana ileride büyük bir kıtlık olacağı ilhâm olundu. Bunun için sen, bol mikdârda buğday alıp muhafaza et! Kıtlık zamânında insanlar senin biriktireceğin buğdaydan pekçok istifâde ederler. Buğday temin edebilmek için uzak memleketlere gitmek zahmetinden kurtulmuş olurlar. O zaman sen, elinde bulunan buğdayı insanlardan ihtiyâcı olanlara, Resûlullah’ın hürmeti için ikrâm ve ihsân olmak üzere çok ucuz fiyata sat!” buyurdu. O da; “Peki efendim.” diyerek hocasının elini öptü ve oradan ayrıldı. O sıralarda buğday gâyet ucuz ve her tarafta bol miktârda mevcuttu. Elinde bulunan bütün parasını buğdaya yatırdı. Daha da ileri giderek âile ve akrabâsından izin alıp ellerinde bulunan zînet eşyâları ile de buğday satın aldı. Biriktirdiği bol mikdârdaki buğdayı mahzenlerde muhafaza etti.

Bu sırada, o bölgenin vâlisi Tanta’ya gelmişti. Bir yere çadırını kurup yerleşti. Atları için yem istedi. Rekîn’den başkasında da buğday yoktu. Vâlinin adamlarının gelerek, kendisinden buğday isteyeceklerinden korkup, Ahmed-i Bedevî hazretlerinin yanına gitti ve durumu kendisine arzetti. O da, hiç üzülüp endişe etmemesini, kendisinden buğday istedikleri zaman kamh-ı zerî (buğday tâneleri, kırıntıları) bulunduğunu, başka bir şey bulunmadığını söylemesini tenbih etti.Nihayet vâlinin adamları gelip, kendisinden buğday istediler. O da anbarında, kamh-ı zerî’den başka birşey bulunmadığını bildirdi. Adamlar anbarın anahtarını alıp anbara girdiklerinde, hakîkaten, kamh-ı zerî denen kırıntılardan başka bir şey göremediler. Dönüp gittiler ve Rekîn’e de herhangi bir zarar yapmadılar. O da gidip bu durumu Ahmed-i Bedevî’ye arzedince; “Sana bir zarar yapamadıkları için Allahü teâlâya şükret, yalnız O’na hamd-ü senâda bulun.” buyurdu.

Bir zaman sonra, buğday fiyatları son derece pahalandı ve yakın yerlerde bulunamaz oldu. İnsanlar, ihtiyaçları olan buğdayı bulabilmek için uzak memleketlere gitmek ve çok yüksek fiyat ödemek mecbûriyetinde kaldılar. Rekîn, Ahmed-i Bedevî’ye gelerek bu durumu arzetti. O da; “Elindeki buğdayı insanlara sat! Fakat onlara karşı müsâmahalı davran, ucuza sat! Allahü teâlâ katında bunun sevâbı pek fazladır.” buyurdu. Rekîn mahzenlerini açtı. Çok ucuz fiyattan buğday satmaya başladı. Fiyatı çok düşük tutmasına rağmen çok fazla kâr etti. Yakınlarından aldığı zînet eşyâlarını fazlasıyla kendilerine iâde etti. Âilesine, gerdanlık, çeşitli ve güzel elbiseler ve zînet eşyâları aldı. Fakirlere, muhtaçlara pekçok ikrâmlarda bulundu. Herkes kendisine yaptıkları sebebiyle çok duâ etti. Bundan sonra hacca ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmeye niyet etti. Bu niyetini Seyyid-i Bedevî hazretlerine arz edince, izin verdi. Hazret-i Rekîn, yol hazırlıklarına başladı. Hazırlıklarını tamamlayıp, yola çıkacağı zaman, Ahmed-i Bedevî’nin huzûruna vardı. Ahmed-i Bedevî; “Allahü tealâya tevekkül ederek yola çık!” buyurdu. Rekîn orada, Ahmed-i Bedevî’ye ait olan ve kullanılmayan bir aba gördü. Bereketlenmek için yanında bulundurmak niyetiyle bu abayı hocasından istedi. O da abayı verebileceğini fakat yolda kaybedip, bunun için de çok üzüleceğinden endişe ettiğini bildirdi. Fakat Rekîn, o anda bu inceliği anlayamayıp, abayı yanında bulundurmak arzusunda olduğunu söyledi ve nihâyet abayı alarak yola çıktı.

Hac vazîfesini îfâ edip geri dönerken, Akabe denilen yerde, abayı hatırladı. Eşyâları arasında aradı koyduğu yerde yoktu. Ararken abayı develerin ayaklarının altında, necâsete bulaşmış olarak gördü. Hemen alarak, güzelce yıkadı ve kuruması için bir yere serdi. Başka ihtiyaçları ile meşgûl olurken, abayı kaybetti. Ne kadar aradı ise, abadan hiçbir haber alamadı. Üzüntü içinde, Mısır’a Ahmed-i Bedevî hazretlerinin bulunduğu beldeye geldi. Kaybettiği abadan daha güzel ve daha pahalı bir aba satın alıp, bunu hocasının yanına götürdü. Bir de ne görsün. Yolda kaybettiği aba, hocasının odasında duruyordu. Hayretler içinde abaya bakarken, Seyyid Bedevî, kendisine; “Ey Rekîn! Teaccüp etme! Sen onu yıkayıp serdikten sonra, ben, onun kaybolmasında endişe edip aldım ve buradaki yerine koydum.” buyurdu.

Ekseri büyük âlimlere olduğu gibi, bu büyük zâta da karşı çıkanlar, büyüklüğünü inkâr edenler oldu. Fakat, hepsi başlarına gelen çeşitli belâlar ve sıkıntılar sebebiyle cezâlarını gördü. Bunlardan çoğu hatâlarını anlayıp, tövbe ederek talebelerinden oldular. Meselâ, Vech-ül-kamer adında bir kimse vardı. Seyyid hazretlerinin herkes tarafından çok sevildiğini çekemezdi. Dil uzatırdı. Az bir zaman sonra suçlu bulunup îdâm edildi.

Şâfiî mezhebinin büyük âlimlerinden ve Seyyid Ahmed-i Bedevî’nin zamânında yaşamış olan İbn-üd-Dakîk, Abdülazîz Dîrînî’ye haber gönderip; “İnsanlar, Seyyid Ahmed-i Bedevî ile çok meşgûl oluyorlar ve onu çok seviyorlar. Ona şu meseleleri sor! Eğer bilebilirse, tam bir velî olduğunu anlarız.” dedi. Abdülazîz Dîrînî de, Ahmed-i Bedevî’ye o suâlleri sordu. O da; “Bu suâllerin cevâbı Kitâb-üş-Şecere’de vardır ve şöyle şöyledir.” buyurup, hepsinin cevâbını tek tek verdi. Kitaba baktıklarında söylediklerinin aynen olduğunu gördüler. Bundan sonraİbn-üd-Dakîk’in ve Abdülazîz Dîrînî’nin Seyyid hazretleri hakkında şüpheleri kalmadı. Muhabbetleri çok arttı. Kendilerine, Ahmed-i Bedevî hazretlerinden suâl edildiğinde, diğer âlimler gibi bunlar da; “Seyyid Ahmed-i Bedevî, sâhili görülmeyen bir hakîkat ve irfan denizidir.” derlerdi.

Mısır’da Kâdı’l-kudat olan Takıyyüddîn isminde bir zât vardı. Ahmed-i Bedevî hazretlerinin büyük bir velî olduğunu biliyordu. Fakat, buna Seyyid hazretleri hakkında uygunsuz sözler söylemişlerdi. Bu da yakından ve iyice anlamak için Seyyid hazretlerinin yanına geldi. Sohbet esnâsında bir ara Seyyid hazretlerine; “Sizin hakkınızda bana, uygun olmayan haberler geldi. Cemâate gelmediğiniz, hattâ namazı kılmadığınız oluyormuş. Bu, Resûlullah efendimizin sünnetine aykırıdır ve bu hâl, sâlihlerin hâli değildir.” dedi. Buna üzülen Ahmed-i Bedevî; “Sus! Yoksa uçarsın.” deyip, Takıyyüddîn’e sert bir nazarla baktı. Nazarın şiddeti ile kendinden geçenTakıyyüddîn bir anda kendisini uçsuz bucaksız bir sahrâda buldu. Kendi kendisini çok ayıplayarak ve kendi kendine çok kızarak; “Hey ahmak ve aptal kişi! Allahü teâlânın dostlarında, evliyâsında kusur ve kabahat aramak senin ne haddine! Bu ıssız sahrâda kimsenin bulunmadığı bu yerde senin hâlin ne olacak?” diyordu. Ağlayarak, sızlayarak, Allahü teâlânın rahmet ve magfiretine sığınarak “Lâ havle..” okuyordu.

Bu sırada çok uzaklardan bir kimse göründü. Gâyet heybetliydi. Takıyyüddîn, bu ıssız sahrâda bir insan ile karşılaşmanın sevinciyle ve kendisine yardımcı olur ümidiyle, o kimsenin yaklaşmasını heyecânla bekledi. Gelen kimse yaklaşınca, koşarak ellerine sarıldı ve ağlayarak kendisine yardımcı olmasını istedi. O heybetli kimse; “Söyle bakalım. Derdin nedir?” dedi.Seyyid Ahmed-i Bedevî ile arasında olan hâdiseyi anlatınca, gelen kimse çok hayret etti ve; “Hakîkaten sen, tehlikeli bir iş yapmışsın ve çok tehlikeli bir hâle düşmüşsün. Sen buranın Mısır’a olan uzaklığı ne kadardır, bilir misin?” dedi. Takıyyüddîn; “Ben buraları hiç tanımıyorum. Mısır’dan ne kadar uzakta olduğunu da bilemiyorum.” deyince, gelen kimse; “Mısır ile buranın arası altmış günlük mesâfedir.” dedi. Bunun üzerine Takıyyüddîn’in çâresizliği ve korkusu daha da arttı. Kendi kendine; “Allahü teâlânın rızâsı için beni bu müşkül durumdan kurtaracak birisi yok mudur?” diye söylendi. Buralarda ölüp gideceğini düşünerek; “İnnâlillah…” okuyordu. Sonra yine o heybetli zâta yalvararak; “Allahü teâlânın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Sen bana yardımcı olamaz mısın?” dedi. O da; “Hiç korkma! İnşâallah selâmete erersin.” dedi ve eliyle işâret ederek çok uzaklarda görülen bir kubbeyi gösterdi. “O kubbeyi görebiliyor musun?” dedi. Takıyyüddîn; “Evet.” deyince, o kimse; “İşte, senin kendisine uygunsuz sözler söylediğin Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri, ikindi namazını cemâatla orada kılar. Sen şimdi, haline tövbe istigfâr ederek oraya git! İkindi namazı vaktine yetiş. Orada cemâatle namazını kıl! Namazdan sonra Seyyid hazretlerinin elini öp, özür dile! O, inşâallah seni affeder ve Allahü teâlânın izni ile seni memleketine ulaştırır.” dedi.

Takıyyüddîn, bu zâta teşekkür ederek ayrıldı ve süratle o kubbenin bulunduğu yere gitti. Oraya varınca çok güzel bir câmi olduğunu gördü. İkindi namazı vakti olmak üzere idi. Abdest aldı. İçeriye girip oturdu. Biraz sonra hiç tanımadığı garib kimseler câmide toplanmaya başladı. Nihayet Seyyid hazretleri de geldi. Oradaki cemâate imâm oldu. İkindi namazını kıldılar. Namazdan sonra, Seyyid hazretlerinin eline sarılıp, özür dilemeye hazırlanırken Ahmed-i Bedevî; “Hızır aleyhisselâmın yardımı, yol göstermesi olmasaydı çok zor durumda kalmıştın değil mi?” buyurdu.

Bu kerâmet karşısında eski hâline daha çok pişmân olan ve kendi kendine daha çok kızanTakıyyüddîn; “Efendim! Ben hâlime tövbe ettim. Sizden çok özür diliyorum. Özrümü kabûl ediniz ve beni affediniz!” dedi. Seyyid hazretleri özrünü kabûl etti, sırtını sıvazladı. “Bir daha böyle düşünceleri kalbine getirme! Şimdi evine dön! Çocukların seni bekliyorlar.” buyurdu. Takıyyüddîn; “Hay hay efendim! Bundan sonra hiçbir sözünüze ve hâlinize îtirâz etmeyeceğim. Allahü teâlânın evliyâsında kusur ve kabâhat aramayacağım.” dedi. Sonra bir anda kendisini Mısır’da evinin önünde buldu. Bu hâlin tesirinden uzun müddet kurtulamadı.

Talebesi Abdül’âl’ın, tövbe-i nasûhun ne olduğunu sorması üzerine şöyle buyurdu:

“Tövbenin hakikati, geçmiş günahlara pişman olmak, gelecekte olacağa istigfâr etmek, affını istemektir. İşlenen günâha tamamen pişman ve bîzâr olmak, bir daha o günahı işlememeye cânu gönülden azmetmek ve bu çeşit bir tövbe ile kalbi temizlemekten ibârettir.

Sâdık kimsenin kim olduğu sorulduğunda:

“Sâdık o kimsedir ki; Allahü teâlânın hükmünden râzı olduktan sonra Allahü teâlânın emirlerini yerine getirip Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyan, başkasından bir şey istemeyip verilirse şükreden, verilmezse sabreden kimsedir.” buyurdu.

Ahmed-i Bedevî 1276 (H.675) senesinde Mısır’ın Tanta şehrinde vefat etti. Kabr-i şerîfi üzerine yapılan türbede her sene düzenlenen toplantılarda Mevlid-i şerîf ve Kur’ân-ı kerîm okunması âdet oldu. Ahmed Bedevî hazretlerinin kerâmetleri vefâtından sonra da devam etti.

Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu Tanta şehri yakınında bulunan Garbiyye şehrinin vâlisi, Ahmed-i Bedevî’nin büyüklüğüne inanmazdı. Bu sebeple, her sene Seyyid hazretlerinin türbesinde düzenlenmekte olan mevlid toplantılarına Garbiyye ahâlisinden katılmak isteyenlere de mâni olur, gitmelerine müsâade etmezdi. Bu hâli haber alan Muhammed Şenavî hazretleri o şehre gidip vâli ile görüştü. Böyle yapmasının çok mahzurlu olduğunu, Seyyid hazretlerinin çok büyük evliyâ olduğunu anlatıp, kendisine çok nasîhat etti. Vâli, nasîhatleri kabûl etmedi. Eski haline de devâm etti. Bu hale çok üzülen Muhammed Şenâvî, bu durumu mânevî olarak, Seyyid Ahmed-i Bedevî’ye arzetti. O anda; “Sabret! O, yakında cezâsını bulur.” diye bir ses duyuldu.

Az zaman sonra vâlinin yüzünde bir yara çıktı. O vâli, dudaklarını ve dilini de kaplayan bu yara sebebiyle, zelîl ve hakîr hâle düştü. Böylece, evliyâya düşman olmanın cezâsını dünyâda iken çekmeye başladı. Bir müddet sonra öldü.

Mısır’da Ebü’l-Gays bin Ketîle isminde âlim bir kimse vardı. Bir gün yolu, Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu beldeye düştü. Oradaki insanların, Seyyid hazretlerine çok büyük ihtimâm, hürmet gösterdiklerini görünce; “Siz de fazla yapıyorsunuz. Ona lüzûmundan fazla ihtimâm gösteriyorsunuz!” dedi. Orada bulunanlardan biri; “Sen ne diyorsun. O çok büyük bir velîdir.” dedi. Ahmed-i Bedevî hazretlerinin büyüklüğünü anlayamamış olan adam, bu söze daha da içerledi. Fakat cevap vermedi. Bu kimse misafir olduğu için kendisine yemek getirdiler. Yemekte kızartılmış bir balık vardı. Ebü’l-Gays yemek yerken boğazına bir kılçık takıldı. Saatlerce uğraştılarsa da çıkartamadılar. Nice tanınmış doktorlar çağırdılar, onlar da çıkaramadılar. Artık yemekten, içmekten kesilmişti. Yataklara düştü. Her geçen gün ızdırâbı şiddetleniyor, hiçbir şey de yapamıyordu. Ölecek duruma gelmişti. Nihâyet aradan uzun bir süre geçtikten sonra, son çâre olarak Ahmed-iBedevî hazretlerinin kabrini ziyâret edip, rûhâniyetinden yardım istemeyi düşündü. Yakınları bunu Seyyid hazretlerinin kabrine götürdüler. Kabrin yanında oturup, kendisine dil uzattığı için pişmân olmuş bir kalp ile ve Seyyid hazretlerinin rûhuna hediye etmek niyetiyle Yâsîn-i şerif okurken, kendisine bir aksırma hâli geldi. Doktorların uğraşarak çıkaramadıkları kılçık, orada bir aksırma ile çıkıverdi. O kadar rahatladı ki, sevincinden ne diyeceğini bilemedi. “Ya Seyyid Ahmed-i Bedevî! Sizin çok yüksek bir velî olduğunuzu şimdi anladım. Ben sizin hakkınızda çok uygunsuz düşünüyormuşum. Sizin büyüklüğünüzü inkâr etmenin ne kadar yanlış olduğunu ve böyle düşünmenin ne büyük haksızlık olduğunu şimdi çok güzel anladım. Eski düşüncelerimden dolayı Allahü teâlâya tövbe ediyorum.” dedi.

Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin doğum ve vefâtının sene-i devriyelerinde ve başka zamanlarda, insanların bu zâta çok alâka muhabbet göstermelerinden rahatsız olan ve Seyyid hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden, kendini beğenmiş bir kimse vardı. Bu bozuk düşüncelerinde çok ileri gittiği bir gün idi. Yine Seyyid hazretlerine buğz eder hâlde iken, hafızasında ve kalbinde îmân ve mârifete âit ne varsa hepsinin bir anda silindiğini hissetti. Ne olduğunu anlayamamıştı. Ne yapacağını şaşırdı. Bu hâlinin, Seyyid hazretlerine olan îtirâzın bir cezâsı olabileceğini düşündü. Seyyid hazretlerinin kabrine gitti. Rûhâniyetinden imdâd istedi. Tövbe ettiğini, affedilmesini ricâ etti. Seyyid’in kabrinden bir ses; “Bir daha inkâr ve îtirâza dönmemek şartıyla.” diyordu. Adam; “Peki.” deyip kabûl etti. Bundan sonra, îmân ve mârifete ait bildiklerinin tekrar kendisine verilmiş olduğunu hissetti ve sözünü tuttu.

Ahmed-i Bedevî hazretlerinin, rûhu için okunan mevlid-i şerîf için toplanılmıştı. Mecliste o zamâna kadar görülmemiş bâzı velîler de vardı. Onlara devamlı bu toplantılara katılan bir zât; “Siz nereden geliyorsunuz?” diye sordu. Hindistan’dan geldiklerini söylediler. Arkasından; “Bu kadar uzak yoldan tâ buralara kadar gelmenizin sebebi nedir? Ticâret falan mı yapıyorsunuz?” dedi. Onlar; “Hayır. Biz sâdeceAhmed-i Bedevî hazretlerini ziyâret etmek ve mevlidinde bulunmak için geldik.” dediler. “Peki Hindistan buraya çok uzaktır. Bu kadar uzun yolu ne kadar zamanda aldınız?” deyince de; “Salı günü Hindistan’dan yola çıktık. Çarşamba gecesini Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin huzûrunda geçirdik. Perşembe gecesinde Bağdat’ta Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’nin huzûrunda idik. Bu gece de (yâni cumâ gecesi) işte buradayız (Mısır’ın Tanta şehrinde Seyyid-iBedevî hazretlerinin huzûrundayız).” cevâbını verdiler. Onlar anlattıkça soru soran zât hayret içinde kaldı. Bunun üzerine; “Niçin şaşıyorsunuz? Allahü tealânın evliyâsı için bütün dünyâ bir adımlık yoldur.” dediler.

Bir seferinde HâceHalebî adında birisi, yanında kumaş cinsinden mallar olduğu hâlde, mevlidde hazır bulunmak üzere Ahmed-i Bedevî hazretlerinin türbelerine doğru yola çıktı. Seyahat esnâsında yedi atlı önüne geçip, mallarını almak istediler. HâceHalebî, o anda Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin rûhâniyetinden yardım istedi. Sözü henüz bitmeden, beyaz atlı ve gözlerinden başka bir yeri görünmeyen heybetli ve cesûr biri gelerek haydutları kovaladı. Hâce Halebî gelen zâtı tanıdığını ve onun Ahmed-i Bedevî olduğunu söyledi.

Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin türbesinin kubbesinde, Resûlullah efendimizin mübârek ayak izlerinin bulunduğu bir taş vardı. Bu kıymetli taş, kubbeye öyle sanatkârâne yerleştirilmişti ki, türbeye girenler, önce bu taşı görürler, sonra da Seyyid hazretlerini ziyâret ederlerdi. Bâzı kimseler, bu taşın alınarak müzeye konmasını ve burada bırakılmamasını söylediler. Zamânın idarecilerini de iknâ edip, taşı alıp müzeye nakletmek için teşebbüse geçtiler. Fakat ne kadar uğraştılarsa, taşı yerinden ayırmak mümkün olmadı. Bu hâlin, Seyyid hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu, taşı yerinden kımıldatamayacaklarını anlayıp, bu işten vazgeçtiler.

Ahmed-i Bedevî hazretlerinin Salevât, Vesâyâ, El-İhbâr fî Halli Elfâz-ı Gâyet-ül-İhtisâr ve başka eserleri vardır.

KERAMET VE MENKÎBELERİ

KÖTÜLÜK YAPANA İYİLİK ET!

Ahmed-i Bedevî hazretleri talebesine şöyle vasiyette bulundu:

“Ey Abdül’âl! Dünyâ sevgisinden sakın. Zîrâ sirke saf balı bozduğu gibi dünyâ sevgisi de sâlih ve iyi amellerini bozar. Yetimlere, şefkat, çıplaklara elbise giydirmekle merhamet, açları doyurmakla himâye, garipleri zayıfları ikrâm ile korumak âdetin olsun. Bu işlerin Allahü teâlâ katında kaybolmaz.

Ey Abdül’âl! Zikre, Allahü teâlâyı anıp, hatırlamaya devâm et. Bir an bile Allahü teâlâdan gâfil olma, O’nu unutma. Gece kıldığın bir rekat namaz, gündüz kıldığın bin rekatdan daha üstündür. Allahü teâlâyı zikretmek kalp ile olur, sâdece dil ile olmaz. Allahü teâlâyı hâzır bir kalp ile an! Allahü teâlâdan gâfil olmaktan sakın! Çünkü, bu gaflet kalbi katılaştırır. Sabır, Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermektir. O’nun hükmüne rızâ göstermek ve emrine teslim olmak demek, nîmete kavuştuğunda sevinip ferahlık duyduğu gibi, musîbet ve sıkıntı geldiğinde de aynı sevinç ve ferahlığı duyabilmek demektir. Nitekim Allahü teâlâ, Bekara sûresinin 155. âyet-i kerîmesinde meâlen, Peygamber efendimize hitâben; “(Ey habîbim! Musîbet ve ezâya) sabredenlere (lütûf ve ihsânlarımı) müjdele!” buyuruyor. Zühd sâhibi olmak, dünyâya düşkün olmamak demek; dünyevî arzu ve istekleri terk etmek sûretiyle, nefse muhâlefet etmek demektir. Harama düşmek korkusundan dolayı, yetmiş tâne helâli terk etmektir. Tefekkür etmenin hakîkati, Allahü tealânın yarattıkları hakkında düşünmek, fakat Allahü teâlânın zâtı hakkında düşünmemektir.

Ey Abdül’âl! Allahü teâlânın kullarından birine bir musîbet gelse, bunun için sakın sevinme! Gıybet ve dedi-kodu yapma! İnsanlar arasında söz taşıma! Sana eziyet vereni, zulmedeni affet! Kötülük yapana iyilik et! Sana vermeyene ver.

Ey Abdül’âl! Dervişliğin, talebeliğin şartları; kötü iş ve sözlerden sakınmak, harama bakmamak, iffetli olmak, her zaman Allah korkusuna sâhib olmak, Allahü teâlânın emirlerine uygun yaşamak, Allahü tealâyı hiç unutmamak, âhirette başa gelecekleri düşünerek hep uyanık ve dikkatli olmaktır.

Ey Abdül’âl! Yolumuz, Kur’ân-ı kerîme ve Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine, bildirdiklerine uymak, doğruluk, verdiği sözü yerine getirmek üzerine kuruludur. Âlimler yanında dilini, insanların ileri gelenleri yanında gözünü, hocanın huzûrunda kalbini muhâfaza et. Edep ve vakâr üzere ol.

Ey Abdül’âl! İlmi olmayan kimsenin dünyâda da âhirette de hiçbir kıymeti yoktur. Hilmi, yumuşaklığı olmayan kimseye, ilmi fayda vermez. Allahü teâlânın kullarına şefkat etmeyen kimseye, Allahü teâlâ katında şefâat yoktur. Sabırlı olmayan kimseye, işlerinde selâmet yoktur. Takvâsı, Allahü teâlâdan korkması, haramlardan sakınması olmayan kimsenin, Allahü teâlâ indinde hiçbir kıymeti yoktur. Bu altı hasletten nasîbi olmayan kimsenin, Cennet’te yeri yoktur.

İMDÂT YÂ SEYYİD BEDEVÎ

Sâlim isminde bir kimse küffâr memleketlerinden birinde esirdi. Başında bir nöbetçi asker vardı. Bu asker, müslümanların, Seyyid-i Bedevî’yi çok sevdiklerini, sıkıntıda kalınca rûhundan yardım istediklerini ve Allahü teâlânın izni ile böyle insanların imdâdına yetiştiğini duymuştu. Bunun için o zâtın Seyyid hazretlerinden yardım talebinde bulunmasından korkuyordu. Ona sık sık; “Eğer senin, yâ Ahmed Bedevî! dediğini işitirsem, çok eziyet, işkence ederim.” diye tehdit ederdi. Bir gün bu korkusundan dolayı onu büyük bir sandık içine koydu. Kapağını kilitledi. Kendisi de sandığın üzerine yattı. Geceleyin Sâlim Efendi Seyyid Bedevî’den yardım isteyip; “İmdât yâ Seyyid AhmedBedevî hazretleri! Bana yardım ediniz!” dedi. SeyyidAhmed hazretleri geldi. Sandığı, üzerinde yatan askerle berâber alıp götürdü. Bir anda kendilerini bilmedikleri bir yerde buldular. Orada Sâlim Efendiyi sandıktan çıkardı ve gözden kayboldu. Etraflarında toplananlara, olanları anlattılar. Onlar; “Burası Kayravan’dır. Geldiğiniz yer ile arası çok uzaktır.” dediler. O asker de bu hâl karşısında çok şaşırdı ve müslüman oldu. Seyyid hazretlerinin kabrini ziyâret için berâberce Mısır’a gittiler.”

KAYNAKLAR

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.309

2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.183

3) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.345

4) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.1, s.314

5) El-A’lâm; c.1, s.175

6) Îzâh-ül-Meknûn; c.2, s.644

7) Hüsn-ül-Muhâdara; c.1, s.521

8) Kâmûs-ül-A’lâm; c.1, s.787, c.2, s.1257

9) Hadîkat-ül-Evliyâ (son kısım); s.1

10) Tabakât-ül-Evliyâ; s.422

11) Tuhfet-ür-Râgıb; s.65

12) Tam İlmihâl Seâdet-iEbediyye; s.980

13) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.120

14) Mir’ât-ül-Harameyn (Mir’at-ı Medîne); s.1049

15) Kıyâmet ve Âhiret; s.128

16) Menâkıb-ı Ahmed-i Bedevî (Süleymâniye Kütüphânesi, Hasan Hüsnü Paşa Kısmı, No:587)

17) Dürr-ül-Mahzum (Süleymâniye Kütüphânesi, Tahir Ağa Kısmı, No:421)

Şeyh Mustafa Efendi – Seyit Serçeoğlu Türbesi

Şeyh Mustafa Efendi Türbesi ; Kastamonu – Merkez’de Kırkçeşme caddesi üzerindeki Şeyh Ahmed Hicabi ye gelmeden sağ tarafta

Şeyh Mustafa Efendi ; Üsküdar’da medfun Şeyh Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin halifelerinden olup Kastamonu’ya irşad için gönderildiği vakıf kayıtlarından anlaşılmaktadır.  Babasının adı Resul ve Seyyiddir. Hicri 1000 ciavarında Türbenin kuzey bitişiğindeki camiiyi yaptırarak burasını Celveti tarikatı dergahı haline getirir.

Bir müddet sonra İstanbul’a giderek padişah IV. Mehmet ile görüşüp 1650 tarihli fermanla cami ve tekkeye El yakut Köyü ve civarında on kısım arazinin vakfedilmesini sağlar. Daha sonra bu vakfa bazı ilaveler yapılır.

Vakfa mütevelli olan Seyyid Şeyh Mustafa Efendi caminin civarına medrese kütüphane ve imaret gibi üniteler ekleyerek burada bir külliye vücuda getirir. Çok musluklu güzel bir şadırvanın etrafında kurulmuş olan külliyede her gün fukaraya çorba ikram edilir. Bu uygulamanın tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar devam ettiği buradan bizzat istifade etmiş olan yaşlılar tarafından ifade edilmektedir. İmarette ekmek pişirilen fırının da yakın zamanlara kadar mevcut olduğu bilinmektedir.

Şeyh Mustafa Efendi’nin 1650 yılından sonra vefat ettiği tahmin edilmekle beraber tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kendisinden sonra tekkede yine kendi neslinden olmak üzere 1795 yılına kadar Seyyid Şeyh Mehmet Efendi, aynı tarihli beratla Mehmet Emin Efendi, 1813 tarihli beratla Ahmet Halifenin oğulları Mehmet ve Mustafa Efendiler ve 1868 tarihli beratla da Numan Efendi’nin şeyh oldukları görülür. Ayrıca 1868 tarihli beratın tetkikinden, külliyede muhtelif unvanlarla 14-15 kişilik bir personelin görev yaptığı anlaşılmaktadır.
Bir çok keramet ve manevi tasarrufları ile bilinen Seyyid Şeyh Mustafa Efendinin türbesi halk tarafından hürmet ve saygı ile ziyaret edilmektedir. Şeyh Mustafa (Resülzade) Efendi ile ilgili anlatılan Menkıbeye göre yörenin bilinen evliyalarından olan Ahmet Hicabî Efendi çocukluğunda peygamber soyundan gelen Seyyid Şeyh Mustafa Efendi’nin türbesinin etrafında oynarken kimi zaman ortadan kaybolurmuş. Büyüdüğünde ona oyun oynarken ortadan neden kaybolduğu, nereye gittiği sorulduğunda Ahmed Hicabi, Şeyh Mustafa’nın türbesinin bulunduğu yerin türbe olduğunu bilmediğini, orada oynarken o evde (ev zannetmekteymiş) oturanların onu çağırıp sevip okşadıklarını, sohbet ettiklerini ve sonra dışarı gönderdiklerini söyler.

Bugün de alkolik olan kişiler bu alışkanlıklarından kurtulmak için türbeye gelip dua etmektedirler. Kimi zaman da alkolik olan kişilerin aileleri bu kişileri sarhoşken buraya getirmekte ve ayılıncaya kadar beklemektedirler. Böylece alkol bağımlılarının bu alışkanlığından kurtulacağına inanılmaktadır.

Kırkçeşme Mahallesi’nde Selçuk Sokak ile Kırkçeşme Caddesinin kesiştiği köşede yer alan ve dıştan dışa 10.91X9.25 m. boyutlarında olan türbe içerisinde 15 sanduka bulunmaktadır. Ahşap olan çatısı ve kargir duvarlarının büyük bir bölümü bakımsızlık sebebiyle zaman içersinde yıkılmış olduğundan kuzey bitişiğindeki Selçuk Camii ile beraber 1944 yılında harap olduğu gerekçesiyle şahsa satılır. Bu Kıymetli mekan zaman içerisinde harap olduğu vaziyette ayakta durmaya çalışırken 2005 yılında Vakıflar Kastamonu Bölge müdürlüğü tarafından restore dilmiştir.Allah onlardan razı olsun.

Şeyh Mehmet Efendi – Kastamonu

Şeyh Mehmet Efendi Türbesi ; Kastamonu – Kuzyaka Nahiyesi , Şeyh Köyü Akçasu camii yanında

Daday’ın Sofular Köyünde doğmuş olan Şeyh Mehmet Efendi , Kuzyaka’ya göç edip burada evlenerek irşad faaliyetlerinde bulunmuş ve 1662 tarihinde burada vefat etmiştir. Şeyh Mehmet Efendi’nin, Şeyh Şaban Veli’nin bizzat icazetli halifelerinin içinde ismi geçer.

Şeyh Mehmet Efendi’nin Türbesinin kapısının üzerinde iki tane kitabe vardır. Kapının sağındaki kitabe şöyledir.
Namile Şeyh Muhammed Halile kutb-i urefa
Kendüye bir türbe-i ziba içün ettik de dua
Erişüp menzile ol demde heman tiz dua
Yaptı bunu bir şirin, berin-ü ziba
Arif ol biri görüp dedi anın tarihin
Ne güzel türbe-i ziba bi makam-ı ala

Kuzyaka Nahiyesinin Şeyh köyü Akçasu Mahallesinde olup Akçasu Camii’ nin önünde yer alan ve banisi bilinmeyen Şeyh Mehmet Efendi’nin türbesi, dolma direk arasına kerpiç malzeme ile altı köşeli olarak yapılmıştır. Doğu tarafından açılan kapıdan salona girilir. Türbenin boyunca uzanan tavanında Mehmet Efendi’ye ait ayak izleri vardır. Kitabede de türbenin Şeyh Mehmet Efendi’ye ait olduğu ve onun adına 1662’de yapıldığı anlatılmaktadır.
Türbenin içi tam ortadan ahşap şebeke ile bölünmüştür. Girişe göre sol taraftaki camekan içersinde Mehmet Efendi ve yakınlarına ait sarıklar, ortadaki direğe raptedilmiş olan camekan içersinde ise tespihler ve bir asa muhafaza edilmektedir.

Sağ taraftaki ahşap şebekenin içersinde altı adet ahşap sanduka bulunmaktadır. İşaret için konulmuş olan camekan içersinde ise beş sandukanın kime ait olduğu bilinmemektedir. Sağdan üçüncüsü aynı şebeke ile çevrilmiş olan sanduka Şeyh Mehmet Efendi’ye aittir. Bunun altında bir sanduka daha vardır. Mehmet Efendi’nin mübarek vücudu alttaki sandukanın içinde günümüze kadar bozulmadan eti, kemiği ve kefeniyle mevcuttur.

Çevre sakinlerinin anlattığına göre vefatından bir süre sonra bazı kişilerin rüyasına istinaden mübarek vücudu açılmış, demir saçağı üzerindeki tabutun su içersinde kalmak üzere olduğu görülmüştür. Bunun üzerine sararmış kefen üzerine bir kat daha kefen sarılarak bugün bulunduğu şekliyle sanduka yükseltilmiştir. Üzerinde halen iki kat kefen vardır. Türbe, 1951 yılında Hedanizade Hacı Mehmed Kamil efendi tarafından tamir edilmiştir.

Kaynak
Kastamonu Camileri – Türbeleri – ve diğer Tarihi Eserler – Fazıl Çifçi – Kastamonu Belediyesi
Abdulhalim Durma , Kastamonu Evliyaları ,