Şeyh Muhiddin Efendi türbesi ; Kastamonu’da Şeyh Şaban Veli Türbesinde
Şeyh Muhiddin Efendi, Eflani ilçesine bağlı Demirli köyünde doğmuştur. Tahsilini medresede yaptıktan sonra tasavvuf ilmine karşı kendisinde merak ve arzu husule gelmiş ve bu batıni ilmi tahsil ederken kalbinde ilahi bir aşk zuhur etmiş, bunun üzerine Küre’de Şaban-ı Veli’nin icazet verdiği şeyhlerden Mahmut Efendi’nin hizmetine dahil olmuş ve bu suretle manevi aşkın zevkini tatmakta iken Mahmut Efendi vefat etmiştir. Mürşidinin vefatı üzerine mahsun kalan Muhiddin Efendi, doğruca Kastamonu’ya gelmiş ve Şaban-ı Veli’nin ellerini öperek himmetlerini istemiştir. Şaban-ı Veli, Muhiddin Efendiye : “Sen sağol, hakikaten aşık isen isteyen mevlasını bulur, bu yerde sen garip olmazsın, sen Mahmut Efendi’nin yadigarı olarak kaldığın müddetçe biz de sana himmet ederiz” demiştir.
Muhiddin Efendi, Şaban-ı Veli’nin yanında hizmete başlamış, bir dakika yanından ayrılmamıştır. Kış günlerinde Şaban-ı Veli’nin Hisarardı’ndaki ikametgahında ateş bulunmadığından akşamları honsalar camii yanında bulunan ve 25-30 sene evvel yıkılan Honsalar hamamının yanındaki bir odada sakin olmuş ve sabahları oturduğu odadan her gün camii şerife gider ve Şaban-ı Veli’nin hizmetinde bulunur ve hatta kapısında nöbet beklerdi. Bu suretle Şaban-ı Veli’nin yüksek teveccühünü kazanmış, gösterdiği sadakat ve istikametten ve ruhen yükselmesinden dolayı kendisine şeyhlik payesi verilmiştir.
Şaban-ı Veli onda gördüğü yüksek istidat ve kabillyetten dolayı Muhiddin Efendi’yi Şam’a göndermişler, bir müddet Şam’da Halveti tarikatı üzerine halkı irşat ve tenvir ettikten sonra Haç farizasını da ifadan geri durmamışlardır. Tekrar İstanbul’a doğru gelmekte iken kendisine Şaban-ı Veli tekkesinde memur edileceği bildirilmesi üzerine üzerine Küre’ye gelmişler vetaştan yaptırdıkları bir mağarada ibadetle meşgul iken Abdülbaki Efendi’nin vefatı üzerine beşinci şeyh olarak Şaban-ı Veli tekkesine gelmişler, halkı ilmen ve irfanen İrşada başlamışlardır.
Şeyh Muhiddin Efendinin kerametinden :
Bolu’da Muhiddin Efendinin dostlarından Mustafa Dede hastalanmış, ahirete intikal ederken “benim cenazemi bir kimse yıkamayıp Şeyhim Muhiddin Efendi’nin yıkamasını ve namazımı kılmasını vasiyet ediyorum demiş ve cenazemi de bağ kapısından çıkarmayıp bağın avlusunu yıkarak oradan çıkarırsınız” diye vasiyet etmiştir. Bir kaç gün sonra hayata gözlerini kapamıştır. Kasabanın ulema ve sülehası Mustafa Dede’nin evine gelmişler, Mustafa Dede’nin oğulları babalarının vasiyetini gelenlere anlatmışlar ise de cenazenin uzun müddet durmasi doğru olamıyacağı ve Kastamonu’da bulunan Şeyh Muhiddin Efendiye haber gönderilip acele gelmesi dahi vasiyetin ifasına mani olacağından bir an evvel cenazenin yıkanıp defnolunması şer’an icab ettiği cihetler münakaşa edilirken Şeyh Muhiddin Efendinin bir kaç dervişi ile bağın yanına geldiği ve Mustafa Dedenin vasiyeti mucibince bağ avlusunun duvarını yıktırarak içeri girdiği görülmüştür.
Orada bulunanlar bu vaziyeti hayretle karşılamışlardır. Muhiddin Efendinin zamanında bir çok meselelerde kerameti zuhur etmiş ise de bu kerametin meydana çıkarılması ve söylenmesinin doğru olmadığını ve buna dair bahis ve münakasalarda bulunulmamasını dervişlerine daima tavsiye etmişlerdir. Muhiddin Efendi 16 yıl hizmetten sonra 1604 M. yılında vefat etti.
Kaynaklar
Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010
Şeyh Hayreddin Efendi Türbesi ; Kastamonu’ da Şeyh Şaban Veli türbesinde
Şeyh Hayreddin Efendi Kastamonulu’dur. Tahsilini yaptıktan sonra ticaret hayatına atılmış ve bakırcılık sanatı ile iştigal ettiğinden (Kazancı Hayreddin) namiyle maruf olmuştur. Kendisi ilim ve irfan sahipleriyle görüşür, onlarla ilmi muhasebelerde bulunurken ilahi aşkın kalbinde tecellisi ile Şaban Veli hazretlerinin yoluna intisap etmiş bu büyük zatın yılllarca hizmetinde bulunmuştur. Bu sıralarda dükkanın da çalışan işçilere nezaret etmek üzere bütün ticari işlerini oğlu Hacı İlyas Efendi’ye havale eylemiş, ailesinin nafakasını evinin bütün masraflarını dükkanın kazancına bağlamıştır. Bu suretle dünya işlerinden elini eteğini çekmiş, bütün ömrünü Şaban-ı Veli’nin yanında ibadetle vakit geçirmeğe hasreylemiştir.
Şaban-ı Veli Hazretleri, Hayreddin Efendi‘de gördüğü yüksek kabiliyet ve istidada binaen kendisine şeyhlik payesini vermiş. Amasya halkını tenvir ve irşat için Amasya’ya gönderilmiştir.
Hayreddin Efendi, bütün aile efradını vilayette bırakmış ve yalnız olarak kendisi Amasya’ya gitmiştir. Amasya’ya gitmeden evvel oğlu İlyas Efendiyi yanına çağırmış, sermaye koyduğu para kesesini oğluna vererek demiştir ki : “oğlum sana tevdi ettiğim bu keseyi asla boşaltma ve kar ettikçe eline geçen paraları içerisine koy ve buradan çıkanp eve ve dükkana lazım olan hususlara parayı harcet ve kese içerisinde bulunan paraları birden çıkarıp sayma ve hesap etme, parayı az ve çokda koysan bu kese içerisindeki para asla tükenmez ve sana tenbihim olsun ki bu sırrı hiç kimseye açma. Eğer başkaları duyarsa paranın bereketi gider” demişlerdir. Oğlu babasının bu nasihat üzerine kesenin içerisine on lira koysa bin lira harcettiği halde tükenmediğini görmüş ve babasının bu kerametinden dolavı kendisine gurur ve azamet gelmiştir.
Hayreddin Efendi’nin oğlu Hacı İlyas Efendi diyor ki: ”Babam olmadığı halde dükkan işlerimiz çok iyi gidiyor, kazancımız: her gün artıyordu. Bir gün babamın dostlarından Emrullah Dede bana nasihat yolu ile “baban sana bu dükkanı böylemi havale etti, sen bol bol masraf yapıyorsun sermayeyi tüketeceksin ve sonra da muhtaç bir vaziyete düşeceksin” dedi. Ben bu zat babamın dostlarından olduğu için babamın kimseye söyleme diye tenbih ettiği kesenin sırrını bu zata açtım. Hemen Emrullah Dede “babanın verdiği sırrı bana duyurmakla hata yaptın” diye beni azarladı. Bundan sonra bu kesede evvelki hali ve bereketi bulamadım”demiştir.
Hacı İlyas Efendi’nin dükkanları Ağa imareti (Yakupağa) caminin yanında idi. Bütün bakırcılar orada çalışırlardı. 1569 M. yılında bir gün İlyas Efendi Ağa imareti Camii Şerifinin avlusunda dolaşırken derviş kıyafetli kamil bir zat eski dostlar gibi Hacı İlyas Efendiye selam verdikten sonra “Amasya’da bulunan babanız Hayrettin Efendi’den haber var mı” dedi. Hacı İlyas Efendi de “yakında haber geldi, sağ ve salimdir” deyince derviş kıyafetli zat, “Şaban Efendi tekkesinde Şeyh olan Osman Efendi iki güne kadar ahirete intikal edecekler onun yerine babanız geleceklerdir, hazırlık üzere bulunuz, babanız geldiğinde bize da hayır dualar etmeyi unutmasınlar” deyip çarşı semtine doğru gitti. Bu müjdeyi veren acaba kimdir diye arkasına gittiğimde ne tarafa gittiğini göremedim. Şeyh Osman Efendiise iki gün sonra vefat etti. Babam Hayrettin Efendi de Amasya’dan Şaban-ı Veli tekkesine geldi. Dervişin bu halini babam Hayrettin Efendi’ye söyledim. ”O derviş erenlerdendir, seni sevindirmek için bu haberi vermiştir” cevabında bulunmuştur.
Hayreddin Efendi , Şaban-ı Veli tekkesinde 1579 M. yılına kadar 10 yıl tenvir ve irşat meşgul olmuş ve birçok dervişi Hak yoluna getirmiş ve bir çok kimselere de Şeyhlik payesi vermiş, hariçten ziyarete gelenleri kendisine hayran bırakmıştır.
Hayreddin Efendinin kabri Şaban-ı Veli türbesinin içindedir.
Kaynaklar
Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010
Şeyh Osman Efendi türbesi ; Kastamonu’da Şeyh Şaban Veli türbesinde
Şeyh Osman Efendi , Kastamonu merkeze bağlı Dereköy’de doğmuştur. Tahsilini bitirdikten sonra mecazi aşka tutulmuş, eli açıklığı ile başına bir çok yaran toplanmış, yeme ve içme alemlerine dalmış, güzel saz çalmayı Öğrenmiş, bununla beraber kötü yollara sapmamış, mecazi aşkın tesiri ile pervaneler gibi yanıp yıkılırken bir gün Şaban-ı Veli’ye rast gelip ellerini öpmüş ve kendisinden himmet ve istimdat talebinde bulunmuştur. Şaban-ı Veli’nin röntgen gibi olan gözleri Osman Efendinin kalbindeki mecazi aşkı hakiki aşka tebdil etmiş ihtiyarı elden giden Osman Efendi sazını kırmış, canı gönülden tövbe edip Şaban-ı Veli‘nin halkasına dahil olmuştur.
Bu büyük ve kudretli mürşidin yıllarca hizmetinde bulunmuş, ahlakı fazileti ile kamil bir insan olunca kendisi ile Şaban-ı Veli tarafından Şeyhlik verilmiş, Tokat’a Halveti tarikatını neşretmek üzere gönderilmiştir.
Osman Efendi, Tokat’a vardığında camide muayyen günlerde İslam dini’nin fazilet ve ülviyetinden bahis ile sohbetler vermiş, diğer taraftan da batınî ilmi halka aşılamaya çalışmıştır. Bir müddet irfanının metfunu olduğu Şaban-ı Veli’yi ziyaret için Tokat’tan Kastamonu’ya gelmişler, dervişler tarafından bu aziz misafire bir ziyaret verilmiştir.
Bu ziyafette Osman Efendinin kalp gözleri açılmış, dervişlerden bir kısmının anlıyacağı bir kısmının anlamıyacağı bir dille batıni ilimden bahsetmişlerdir. Bu hali hazmedemeyen dervişler Şaban Veli‘ye giderek Osman Efendinin ziyafetteki sözlerini nakletmişlerdir. Şaban-ı Veli biraz düşündükten ”Osman hakkında sakin ve sakit olun, O Allah’a yakındır nereye otursa ve ne vaziyette oturursa otursun ve ne söylerse söylesin Allah indinde makbuldur” diye buyurmuşlardır. Osman Efendi, Şaban Veli’nin türbesine girer girmez ağlayarak yere kapanmış ve o geceyi Şaban-ı Veli’nin türbesi içinde sabahlamıştır. Sabahleyin dervişler Osman Efendiyi tekkeye getirmişlerdir. Bu sırada Osman Efendi “Ben irşada gelmedim, erbaine geldim, kırkıncı günü ahirete intikal edeceğim” deediklerinde dervişler “Allah uzun ömürler versin” duasıyle mukalbelede bulunmuşlarsa da “bu gece rüyamda azizim Kuzey caniplerinde kabrim kazıldı” diyerek ahirete gidecekleri günü tayin etmiş ve hakikaten 40. günü bu fani dünyadan ahirete göç etmişlerdir.
Şaban-ı Veli’nin türbesinin kuzey tarafına defnedilmiştir.
Şeyh Şaban Veli hazretleri’nin türbesi ; Kastamonu hisaraltı mevkiinde Şaban-ı veli camii ve külliyesinde
Pir Şaban-ı Veli Hazretleri (k.s.) Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinin Gökçeağaç bucağına bağlı Çakırçayı Köyü’nün Cimdar mahallesinde dünya’ya geldi. Hz. Pir’in doğum tarihi hakkında kesin bilgilerimiz olmamakla birlikte müze kayıtlarında 1482 tarihine rastlanmıştır.
Hz. Pir , henüz dünyaya gelmeden babsını kaybettiği için yetim, üç yaşlarında iken annesi vefat ettiğinden öksüz kalır. Daha sonraki hayatı, hayırsever bir hanımın yanında geçer. Bu hanım , Şaban Efendi‘yi manevi evlatlığa kabul etmekle birlikte tahisilini yapmasında maddi ve manevi yardımlarını esirgemez. Hatta tahsilini tamamlamsı için İstanbul’a gönderir.
Hz. Pir , İlk tahsilini Taşköprü’de yapar. Akli ve nakli ilimleri özelikle Kuran, hadis, tefsir ilimlerinde bilgilerini derinleştirmek için Kastamonu’ya gelir. Ancak memleketindeki tahsille yetinmeyerek ilim ve fazilet diyarı olan İstanbul’a gider ve tahsilini İstanbul Fatih civarındaki medreselerden birinde bir odayı ikemetgah ittihaz ederek İstanbul’un tanınmış ilim adamlarından tefsir, hadis ve meali gibi ilimleri tahsile devam etmiş , fakat kalbinde üzücü bir sıkıntının hüküm sürdüğünü bildiği için ekseriya bulunduğu odanın kapısını kilitliyerek münzevi bir hayat geçirmeye başlamış , arasıra da tekeklere devam ederek zikr ile meşgul olan dervişlerin arasına karışmışsa da, üzücü olan bu iç sıkıntısını gidermeye muvaffak olamamış, bu sırada İslam dinine ait ilimleri ikmal eder ve hocalarından ilim neşrine ait icazetnamesini alır.
Bir gece rüyasında ”Sıla’ya dön , Kurtuluş oradadır ”diye bir ses duyar. Bunun üzerine; Bolu üzerinden Kastamonu’ya gitmek üzere yola çıkar. Sılaya giderken yol üzerinde bulunan adını ve methini duyduğu Hayreddin Tokadi Hazretleri’ni ziyaret etmek ister. Bolu’ya yaklaştığı zaman Bolu’dan İstanbul’a gitmekte olan iki derviş görür. Karşılaştıkları dervişler ;
Şeyhimiz Hayreddin Tokadi kazretleri ” Kastamonulu Şaban Efendi, İstanbul’dan dönüyor, onu alın dergaha getirin ” buyurdu. ” Biz istanbul’dan gelen Şaban Efendi’yi bekliyoruz” derler.
Bunun üzerine Pir Şaban Veli Hazretleri ” Kastamonulu Şaban benim ” der. Ve iki dervişle Hayreddin Tokadi Hazretlerinin dergahına gitmek üzere yola çıkarlar. Akşam üstü Tokadi Hazretleri’nin huzuruna varırlar. Yatsı namazlarını tekkede kıldıktan sonra oaradaki zikir halkasına katılırlar. Üçünçü gün Pir Şaban Veli hazretlerinin arkadaşı;
‘‘Üç gündür burada kaldık. Artık destur isteyelim ”deyince Pir hazretleri gözlerinde biriken yaşları silerek;
”Kardeşim! Onlar, bir zincir-i taifedir. Aşıklar kendi taraflarına ve silsilelerine çekerler. Osnların cezbeleri galip geldi. Var sen güle güle git. Bana burada kalmak göründü” deyip arkadaşını uğurlar.
Tokadi’nin dergahında kalan Hz. Pir Şaban-ı Veli, Hayreddin Tokadi hazretlerine biat eder. Tam on iki sene Tokadi hazretlerinin rahle-i irşadında kalır ve canla, gönülle hizmete talip olur. Nefsini ve ruhunu mürşidi yoluna adar. Sonunda mazhar-ı hilafet olur. Hayreddin Tokadi Hazretleri, hilafet duasını yaptıktan sonra ona icazet vererek ;
” Sana hilafet verildi, memlketine dön! İrşat soframızı orada kurarak aşık ve sadıkları irşad edip tarikatı neşrediniz” buyurur.
Pir Şaban-ı Veli Hazretleri , 1530 yıllarında Kastamonu’ya varır. Kastamonu’ya gelişinde ilk zamanları, Seyyid Sünneti mescidi yakınlarındaki Cemaleddin Camii Avlusuna iner. Bir süre burada münzevi bir hayat geçirir.seyyid sünneti Mescidi’nde bulunan halvethanelerin birinde erbaine niyet eder ve erbainin tamamlar. Onun kemalatının farkına varan halk, Hz. Pir’in sohbetlerine iştirak eder. Ancak o tarihlerde mescidin şehrin dışında bulunması nedeniyle Şaban Efendi‘yi Honsalar mahallesindeki Honsalar camiine davet ederler. Şaban Efendi, bu camiide vaz ve nasihat ve irşad ile meşgul olur. Daha sonra çıkan yangında Honsalar camii yanar. Camiyi yeniden yaptırmak isteyen dervişlere Şaban Efendi izin vermeyerek: ” Bu yanıkta bir hikmet vardır” buyurur.
Yangının ardından Şaban efendi, Hisarardı Seyyid Sünneti Mescidine yakın bir eve taşınır ve irşat görevini Seyyid Sünneti hazretleri’nin yaptırdığı dergahta devam eder. Pir Şaban Veli Hazretleri’nin irşadı o dereceyi bulur ki, dar-ı bekaya erinceye kadar üç yüz altmış halife yetiştirir. Bu icazet alanlar Anadolu ve Rumeli’nin muhtelif şehirlerinde tekkeler açmış ve Halveti tarikatının Şaban efendi’nin adına nisbetle Şabani Kolunu kurmuşlardır.
Hz. Pir, Vefatından iki gün evvel dervişlerini yanlarına çağırmış ve her birine ayrı ayrı nasihatte bulunmuşlardır. 976 Zilkade ayının 18’inci (4 Mayıs 1569) günü Hakk’a yürür. Cuma namazından sonra Şaban-ı Veli‘nin cenazesi eller üzerinde Gazi Paşa okulunun bulunduğu ( namazgaha) yere getirilmiştir ve namazı Şeyh Muharrem tarafından kılındıktan sonra Kendi dergahının bahçesine defnedilir. Şu anda Hz. Pir Külliyesi içerisindedir.
Şeyh Şaban Veli hazretlerinin Menkıbeleri (k.s.)
Şeyh Şaban’ın öğrencilerinden olan Muhyiddin Efendi’nin anlattığı rivayet edilen bir menkıbeye göre, Şeyh Şaban öğrencileriyle ders yaparken bir adam huzuruna gelir. “Efendim, yol üzerinde bir değirmenimiz vardı. Bir arkadaşımla değirmenin taşını değiştirecektik. Yeni taşı kaldırdık tam koyacakken derenin dibine yuvarlandı. Dereden tekrar çıkarıp yerine koymamız mümkün değildi. Çünkü taş çok ağırdı. Ne yapacağımızı düşünüp dururken, hatırımıza siz geldiniz ve, “Yetiş ey Şaban-ı Veli Hazretleri!”, diye imdat istedik. O an bir el değirmenin taşını aşağıdan aldığı gibi getirip yerine koydu. İşte orada gördüğüm el ile bu öptüğüm el ile aynı eldi” der.
Şeyh Şaban’ın öğrencilerinden Mehmet Efendi’nin anlattığı rivayet edilen bir menkıbeye göre, Horasan evliyalarından biri, üç öğrencisine Anadolu’da Şeyh Şaban isimli bir evliyanın yaşadığını ve gidip ondan feyz almaları gerektiğini söyler. Yola çıkan dervişler Kastamonu’ya yaklaşırken, Şeyh Şaban kendi dervişlerini yanına çağırıp onlara bir ayna verir ve Horasan’dan gelen üç dervişi yolda karşılamalarını ve aynayı onlara vermelerini söyler. Kastamonu’dan yola çıkan dervişler bir süre sonra, Horasan’dan gelen dervişler ile karşılaşırlar ve onlara Şeyh Şaban’ın armağanı olan aynayı verirler. Aynayı alan her derviş aynaya baktığında Şeyh Şaban’ın tebessüm ederek kendilerine baktığını görür. Bunun üzerine Horasan’dan gelen dervişler, “Biz göreceğimizi gördük, anlayacağımızı anladık, Şeyh Şaban’ın teveccühlerine kavuştuk”, diyerek, Kastamonu’ya gelmeden memleketlerine geri dönerler.
Günün birinde, Şeyh Şaban Veli’nin yanına biri gelir. Çok fakir olduğunu, bir eşeğinin olduğunu onun da öldüğünü söyler. Çocuklarının geçimini temin edecek hiçbir şeyi kalmadığını, namerde muhtaç olmak istemediğini sözlerine ilave eder. Bunun üzerine Şeyh Şaban elini açarak Allah’a, bu fakirin dileğinin gerçekleşip, geçimini temin edecek yolun bulunması için dua eder. Duanın bitiminde dergahın bahçe kapısı açılır ve atın üzerinde bir adam yedeğinde bir katırla içeri girer. Şeyh Şaban’a bu katırı hediye etmek istediğini söyler. Şeyh Şaban da fakire dönerek, “Allah ölen eşeğin yerine daha iyisini hediye etti. Bu katır senin”, der. Olayın ne olduğunu anlamayan adama fakirin durumu anlatılınca, adam aslında katırı yarın getireceğini, ama içinden bir sesin mutlaka bugün götürmesi gerektiğini söylediğini anlatır. Böylece fakir adam geçim kaynağı olacak bir katıra kavuşmuş olur.
Kürekçi Mustafa isminde birinin başından geçtiği rivayet edilen menkıbede, kürekçi birine 1200 akçe borçlanmıştır. Ne kadar çalışsa da kazancı bu borcu ödemeye yetmemektedir. Bunun üzerine bir türbeye gidip burada dua ederek borçlarından kurtulmayı diler. Türbeden çıkışta aklına Şeyh Şaban’a gitmek gelir. Dergaha gelir, Şeyh Şaban’ın huzuruna çıkar. Bu esnada Şeyh Şaban yalnızdır. Kürekçiyi görünce oturduğu minderin altını göstererek buradaki akçeleri almasını söyler. Şaşıran kürekçi minder altındaki akçelerden bir miktar alınca, Şeyh Şaban tamamını almasını söyler. Oradaki akçelerin tamamını alan kürekçi, dua ederek huzurdan çıkar. Dışarı çıkıp akçeleri saydığında tam borcu olan miktar kadar olduğunu görür. Hemen borcunu öder ve o günden sonra da bir daha hiç borçlanmaz.
Murat Halife ismindeki bir imam bir gün dergaha gelir. O sırada öğrencileri ile sohbette olan Şeyh Şaban’ın konuşmalarını dinler. Çok etkilenir. Bir an Şeyh Şaban’ın başını caminin kubbesi büyüklüğünde görür. Hemen yaklaşıp Şeyh Şaban’ın elini öpmeye başlar ve dizinin dibine oturur. Öğrencilerden biri yanındakine, niye hocamızın elini durup durup öpüyor acaba diye sorunca, diğer öğrenci, “gönül gözü açıldı da ondan. Ya hocamızın başının Arş-ı âlaya değdiğini görse, zevkten mahvolurdu”, der.
Şeyh Şaban bir yıl kendine ait bir odada halvete girerek günlerce dışarı çıkmaz. O sıralarda vakit Hac mevsimidir. Kastamonu’dan bir kişi de hac görevini yerine getirmek için Kabe’ye gitmiş, görevini yerine getirip memleketine döneceği zaman çok hastalanmış, uzun zaman hasta yatmış, bir türlü iyileşip de memleketine dönememiştir. Memleket hasretiyle yanıp tutuştuğu bir an, yanına biri gelerek hacının ağlama nedenini sorar. Sıkıntısını öğrenince, “Kabe’nin Hanefi mihrabının yanında beş vakit namaz kılıp kaybolan biri vardır. Oraya git ve onu bul. Bulunca da ellerine yapış, derdini anlat. Kendisini gizlerse de sen ısrarla derdine çare olmasını iste”, der. Hacı peki diyerek Hanefi mihrabının yanına gider. Namaz kılarken dikkatle etrafını kontrol eder. Bir ara memleketinden tanıdığı Şeyh Şaban’ı görür, namazdan sonra yanına giderim diyerek, hem namazını kılar hem de derdine derman olacak kişinin kim olduğunu anlamaya çalışır. Namaz bittikten sonra Şeyh Şaban’a baktığında onun kaybolduğunu görür. O zaman, aradığı kişinin Şeyh Şaban olduğunu anlar. Bir sonraki namazda, yine aynı yerde Şeyh Şaban’ı görünce hemen yanına gidip derdini anlatır ve çare olması için yalvarır. Şeyh Şaban sırrının açığa çıkmasından korktuğunu dile getirince, hacı sır saklayacağına yemin eder. Şeyh Şaban namazdan sonra kimsenin bulunmadığı bir yerde görüşerek hacının gözlerini kapatmasını söyler. O zat gözlerini açtığında kendisini Kastamonu’da evinin kapısında bulur. Bu menkıbenin Benli Sultan hakkında da anlatıldığını bu arada not edelim.
Şeyh Şaban Veli kalabalık arasına çıkmayı sevmez. Daha çok uzlette yaşamakta, vaktini ilimle, ibadetle ve öğretmekle geçirir. Halvete girdiği dönemlerde bir dostu ona yemek getirmektedir. Fakat her ne olursa olur, birkaç gün yemek getirmeyi unutur. Aklına geldiğinde bin bir üzüntüyle Şeyhin yanına koşar, yemek getirip özür diler. Bu durumdan hiç şikayetçi olmayan Şeyh yemek gelmediği günlerde fare yiyeceklerinin artıklarıyla beslendiğini, onların da hepsini fareler de aç kalmasın diye yemediğini Allah’a hamd ederek anlatır.
Efsaneye göre Şeyh Şaban-ı Veli’nin yedi kardeşi vardır. Şeyh Şaban-ı Veli bir gün eline yedi taş alır ve bu taşları değişik yönlere doğru atar. Her taşı atışında da bir kardeşin ismini söyler. Böylece hangi taş hangi yöne gidip düşmüşse, ismi söylenen kardeş oraya yerleşmiş, halka kerametlerini göstermiştir. Yörede Şeyh Şaban-ı Veli kadar tanınan ve Ilgaz Dağı eteklerini mesken tutan Benli Sultan ile Taşköprü’ye yerleşip bir gün taşla sohbet ederken coşup taşı hamur gibi sıkan ve taşta parmak izlerini bırakan Abdal Musa bu kardeşlerden ikisidir.
İnanışa göre kötü yolda olan, bundan içten içe vicdani rahatsızlık duyan kişiler rüyalarında Şeyh Şaban-Veli’yi görmektedirler. Rüyalarında Şeyh Şaban-Veli onları türbesine çağırmakta ve doğru yola girmeleri gerektiğini söylemektedir. Özellikle ahlak dışı yollarla geçimini sağlayan kadınlar ile hırsızlar Şeyh Şaban-ı Veli’yi rüyalarında görmektedirler. Rüyayı gören kişi türbeye gelip tövbe etmekte ve inanışa göre türbenin bahçesinde akan zem zem suyunu eve götürüp, bu suyla yıkandıktan sonra annelerinden yeni doğdukları gibi günahsız olmaktadırlar.
Mehmet Bey, bir kış günü Çankırı’dan Kastamonu’ya düğünden dönerken dağda kardan, buzdan arabası çalışmaz, karısıyla birlikte dağ başında yolda mahsur kalır. Araba tamirinden çok fazla bir şey anlamamakla birlikte Mehmet Bey arabayı çalıştırmak için epeyce uğraşır, ama başarılı olamaz. Dağda cep telefonu da çekmediği için kimseye ulaşamaz. Gecenin çok geç bir saati ve buzlanma olduğu için de yoldan geçen çok azdır. Geçen arabalar da fren yapamadıkları için duramamaktadır. Kendilerini çaresiz hisseden çiftten Süheyla Hanım, “Yetiş ya Pir” diye dua etmeye başlar. Mehmet Bey bütün olanların sıkıntısıyla son derece öfkeli bir şekildedir. Bu duaya bile çok sinirlenir. ‚ “İlla dua edeceksen kurtlar kuşlar bizi bu dağ başında yemesin diye dua et, bu havada Pir bile türbesinden çıkıp gelmez”, diye karısına çıkışır. Bir süre sonra bir araba yanlarında durur ve içinden 55-60 yaşlarında, Süheyla Hanım’ın ifadesine gore, nur yüzlü bir bey iner ve sorunu öğrenir. Sonra arabanın motor kısmını açar, bir beş dakika kadar uğraşır, sonra Mehmet Bey’e, “Arabayı yavaş yavaş çalıştırın”, der. Mehmet Bey arabayı çalıştırır ve araba yürümeye başlar. Bunun üzerine arabayı tamir eden bey kendi arabasına biner ve, “Her ihtimale karşı ben önden ağır ağır gideyim siz beni takip edin”, der. Bu şekilde Kastamonu’ya yaklaşık 5-10 km. kalana kadar giderler. Bir ara bir sis olur ve sisten çıktıklarında düz yolda olmalarına rağmen arabayı bir daha göremezler. Yol buzlu olduğundan hızlı gidemeyeceği için, yolda da herhangi bir sapak olmadığından arabaya ne olduğunu bir türlü anlayamazlar. Mehmet Bey şaşkın şaşkın “Düz yolda bir araba yok olmaz ya, uçmaz ya”, diye kendi kendine söylenirken, Süheyla Hanım, “O kesin Pir ya da Pir’in gönderdiği biriydi”, der. Bugün hala Mehmet Bey olayı anlayamadığını ama eşinin de inandığı gibi kendisinin de artık, o yolda yardım eden kişinin Pir olduğuna inandığını söylemektedir.
Fakir bir ailenin yüksek okul mezunu bir oğlu vardır. Çocuk okulu bitirdikten sonra iki yıl kendine uygun bir iş bulamamış, bu nedenle ciddi bir psikolojik bunalıma girmiştir. Hem okuyup da iş bulamadığını hem de çocuğunun günden güne üzüntüden zayıfladığını, hastalandığını gören anne Şeyh Şaban-ı Veli’nin türbesine gelerek burada dua edip namaz kılmış, oğlunun işe girmesi için yedi Cuma gelmeye niyet etmiştir. Kadın, yedi hafta diyerek eğer bu süre içinde olmazsa hem veliyi rahatsız etmem aynı konu için, hem de hayırlı olsaydı iş zaten veli onu oğluma nasip ederdi, diye düşünmekte ve inanmaktadır. Niyet ettiği gibi yedi Cuma gelerek burada namaz kılıp, hayırlı bir iş için dua eden kadın, yedinci Cuma günü türbeden evine geldiğinde kapıyı açarken telefonun çaldığını duyar. Aceleyle telefona yetişip açan kadın, sanayi denilen yerdeki bir fabrikadan oğlunu aradıklarını öğrenir. Telefondaki kişi, oğlunun fabrikasındaki işe altı ay önce başvuruda bulunduğunu, elemana yeni ihtiyaç duydukları için bugün aradıklarını eğer işe girmediyse gelip kendileriyle oğlunun görüşmesini ister. Hemen oğlunu bulan kadın, fabrikaya gönderir ve oğlu teknisyen olarak aynı gün o fabrikada işe girer ve üç yıldır aynı fabrikada çalışmaktadır.
Duruçay (Camili) köyünden Tevfik Çelikten, yoksul bir ailenin çocuğudur. Bütün zorluklara rağmen okumaya devam etmiştir. Her gün köyden Kastamonu’ya yürüyerek gelip giden Tevfik Çelikten, bu zor koşullar nedeniyle sınıfını geçse de çok başarılı bir öğrenci değildir. En büyük endişesi lise bitince ne yapacağıdır. O kadar sıkıntıyla okuduktan sonra şehirde iş bulamayacağını düşünmekte, üniversiteye gidemeyeceğini de bilmektedir. Liseyi bitirip köyde kalıp, çiftlikte çalışmak zor gelmektedir. Bütün bu sıkıntılarla her gün okula gitmeden ya da okul çıkışı Şeyh Şaban-ı Veli türbesine gidip namaz kılıp dua etmektedir. Liseyi bitireceği hafta bütün kaygıları daha da artmış halde türbeye gittiğinde dua etmiş, oradan okula gitmiştir. Milli Güvenlik dersinde hoca, “İçinizde astsubay olmak isteyen var mı?”, diye sorar. Tevfik Çelikten el kaldırır. Bunun üzerine hoca astsubaylık sınavı açıldığını, başvurular için de son günler olduğunu söyleyerek isteyenlere başvuru formu verir. Sınıftan bir tek Tevfik Çelikten katılır ve başarılı olur. Bugün emekli astsubay olan Tevfik Çelikten hayatının değişmesini sağlayan fırsata Şeyh Şaban-ı Veli’nin vesile olduğuna inanmaktadır.
Bu menkıbeyi anlatan ise, bizzat olayı yaşayan kişidir. Kastamonu merkezinde yaşayan bir çiftin otuz yıllık evlilikleri süresinde bir çocukları olmamış, yıllarca çocuk özlemiş çekmiştir. Bir gece kadının rüyasına giren Şeyh Şaban-ı Veli, kadının yanına gelir, saçını okşar. “Kızım üzülme senin ocağını tüttürecek çocuk, Taşköprü’nün …………köyünde, ……..anne ile ………babanın çocuğudur. Çocuğun ismi de şudur. Gidin onu alın evlat bilin, sizin evladınız olsun”, demiştir. Sabaha uyandığında kadın, hala rüyanın etkisindedir. Bunu kocasına anlatır. Kocası, “Eğer Şeyh Şaban-ı Veli söylediyse öyle bir köy ve orada bizim çocuğumuz mutlaka vardır”, der. Aynı sabah Taşköprü’nün adı geçen köyünden çocuklu bir kadın da pazara satmaya mal getirir. Fakir bir kadındır ve geçimini küçük bahçesinde yetiştirdiklerini satarak sağlamaktadır. O gün pazarda malını sattıktan sonra Şeyh Şaban-ı Veli’nin türbesine gelerek burada namazını kılar. Yorgunluktan namaz sonrası türbenin duvarına dayanmış dinlenirken, kendinden geçer ve uyuya kalır. O da rüyasında Şeyh Şaban-ı Veli’yi görür. Veli rüyasında kadına, “En küçük kızının evlatlık verilmesi gerektiğini, yoksa bu dünyadaki kısmetinin bittiğini, üç gün içinde evlatlık verilip başka bir ocağın bacasını tüttürmezse öleceğini”, söyler. Kadın rüyada, “Eğer ölecekse evlatlık vermeye razıyım”, der. Şeyh Şaban-ı Veli kadına rüyasında evlatlık vereceği konusunda kadına yemin ettirir. Tam kime evlatlık vereceğini söyleyeceği an türbede bir çocuk ağlar ve kadın uykudan uyanır. Böylece kime vereceğini öğrenemez. Gördüğü rüyayı nasıl yoracağını bilemeyen kadın, hemen müftüye gider rüyayı anlatır, ne yapması gerektiğini sorar. Rüyayı baştan sona dinleyen müftü rüyada gördüğü Şeyh Şaban-ı Veli’nin görüntüsüne ve söylediklerine dair birkaç soru sorar ve rüyadaki kişinin Şeyh Şaban-ı Veli olduğuna kanaat getirir. Bunun üzerine kadına, çocuğunu evlatlık vermesi gerektiğini, bunun Şeyh Şaban-ı Veli’nin aracılığıyla Allah’ın isteği olduğunu söyler. Özellikle evlatlık verilmezse üç gün içinde öleceği düşüncesi kadını çok korkutmuştur. Fakat kadın kime kızını götürüp evlatlık vermesi gerektiğini bilmediği için, kapı çalınıp da, “Bu kızı evlatlık alın yoksa ölecek denmez”, diye düşünmektedir. Bunun için ne yapacağını bilmemektedir. Müftü kadının evine gitmesini, çocuğun kısmetinin çocuğu bulacağını söyler. Eğer üç gün içinde bir aile gelip evlatlık almazsa, kadının kızı ile birlikte türbeye gelip, buradaki zemzem suyuyla yıkanıp tövbe etmesini, kısmeti bulamadığını Şeyh Şaban-ı Veli’ye söylemesi gerektiğini zaten bu durumu Şeyh Şaban-ı Veli’nin bileceği ve anlayacağı için kadına anlayış göstereceğini söyler. Kadın endişe, şaşkınlık ve telaş içinde köyüne gider. Üç gün sonra, çocukları olmayan aile rüyalarında kendilerine söylenen köye gelerek doğru muhtarın yanına gidip, …….isimli ailenin evi nerede diye sorar. Muhtar bu çifti alarak çocuğun evine getirir. Kapı çalınıp da kadın kapıyı açtığında kapıda tanımadığı bir erkekle kadını gören anne, çocuğunu evlat edinecek ailenin geldiğini anlar. Çocukları olmayan aileden kadın gördüğü rüyayı, çocuğun annesi de kendi gördüğü rüyayı anlatır. Çocuğun annesi hiç birşey sormadan, nerelisiniz, kimsiniz demeden kızının eşyalarını bir bohça yapıp aileye verir, kızını da elinden tutarak kadının kucağına teslim eder. Çocuğun annesi eğer kadına ve erkeğe nerelisin kimsin diye sorarsam Şeyh Şaban-ı Veli’yi gücendiririm. O benim iyi ailedir sözüme güvenmedin mi diye düşüneceği endişesi bir de yeri ve ailenin kim olduğunu tam olarak bilirse evlat hasretiyle bir gün verdiğine pişman olup gidip alırım o zaman da çocuğum ölür endişesiyle hiç bir şey sormaz. Çocuğu olmayan aile kızı bir yaşında alıp Kastamonu’ya evlerine getirir ve öz evlatları olarak kabul edip yetiştirirler. Fakat çocuktan nasıl evlat edindikleri gerçeğini saklamazlar. Kız on beş yaşına gelince aile kendilerinin artık iyice yaşlandığını, ölürlerse mallarını kızlarına veremeyecekleri için mahkeme kararıyla evlat edinmeleri gerektiğini düşünürler. Bunun için nüfus cüzdanının çıkarılması gerektiğinden, ayrıca evlilik çağı gelip isteyenler de çok olduğu için evlilik için de nüfus cüzdanı gerektiğinden köye giderek kızın öz annesini bulup mahkemeye getirirler ve mahkeme kararıyla evlat edinirler. Kız öz annesini sadece o gün görür. Öz annesi mahkemeden kısa bir süre sonra ölür. Kız o gün kendinin yedi kardeşi daha olduğunu ve onların nerede yaşadıklarını öğrenir. O günden sonra kardeşleriyle de görüşmeye başlar. On altı yaşında da kız evlenir. Bugün Muş’ta öğretmenlik yapan bir kızı ve teknisyen olarak fabrikada çalışan bir oğlu vardır. Evlendiği günden bu güne kadar hemen her Cuma Şeyh Şaban-ı Veli’nin türbesine gelerek şükür namazı kılmaktadır. “Eğer Şeyh Şaban-ı Veli annelerimin rüyalarına girerek benim evlatlık verilmemi sağlamasaydı bugün ya ölmüştüm ya da köyde çok perişan yoksul biri olarak yaşamış olacaktım. Ha öz ailemdem 16 yaşında gelin çıkmışım ha bir yaşında gelin çıkmışım. Ben bugünümü Şeyh Şaban-ı Veli’ye borçluyum” demektedir.
Şeyh Ömer Fuadi zamanında hayırseverlerden İstanbul’da bulunan Ömer Kethüda tarafından türbenin inşası için üç bin kuruş gönderilmiş ve daha lüzum ettikçe göndereceğini Ömer Fuadi’ye bir mektupla bildirmiştir. Bilahere Ömer Kethüda hakız yere idam edildiğinden hayır severlerin yarıdmı ile türbe yapılmıştır. Daha sonra camiinin yanında üç kat üzerine haram ve selamlığı havi muazzam bir bina inşa edilir.
Bu Bina 1318 (1902 M.) tarihinde harap olduğundan yıkılmış ve Mahmut Paşa tarafından iki tane harem ve selamlığı havi bugünkü mevcut binalar yapılmış ve ikisinin arasına mutbak kurulmuştur. Binaların yapılmasından sonra iki bina arasına abdest için havuz inşa edilmiştir. Şaban-ı veli’nin sandukası yeniden yapılmış, yazılı ve işlemeli bir örtü ve aynı zamanda lahuri bir şal konmuştur. Türbe ve zaviyelerin kapanması üzerine sanduka üzerinde bulunan taşla beraber bu şalda alınmıştır.
Zemzem suyu
Şeyh Şaban-ı Veli Hazretleri’nin türbesinin bahçesinde akan suyun zemzem tadında olduğu kabul edilir. Bunun için Hicaz’daki zemzem kuyusundan Kastamonu’ya, İstanbul’a, Bolu’ya, Bursa’ya, Buhara’ya, Semerkand’a, Endülüs’e ve Fas’a uzanan görünmeyen kanallar olduğuna inanılmaktadır. Şifa olması niyetiyle konuşamayan çocuklara içirildiği gibi, yeni doğan çocuğun ağzına da ilk giren şeyin zemzem olması isteğiyle bu sudan damlatılmakta, ölmekte olan kişinin ağzı zemzemli gitsin diye, yine ağzına bu sudan damlatılmaktadır.
Şeyh Şaban-ı Veli Külliyesi
Cami, türbe, Kütüphane, dergah evleri, asa suyu, gasilhane, kurban kesim yeri ve tuvaletten oluşan Şeyh Şaban-ı Veli Külliyesi, Musafakih Mahallesi Gümüşlüce Caddesi üzerinde yer alır. Hz. Pir Camii adıyla anılan yapı, tahminen 1480’lerde yapılmış olan Seyyid Sünneti Efendi Mescidi’nin yeniden inşaı ile meydana gelmiştir. Menakıbname’den ahşap ve kubbeli olduğu anlaşılan ilk cami küçük fakat manevi hatıraları ile önemli idi. Dergahın şöhret bulması ve halkın rağbeti ile ihtiyaca cevap veremez hale gelen mescid, aynı arsa üzerinde genişletilir. Böylece harimi üç kat halinde kademeli olup arka tarafında halvethaneler sıralanmıştır. Doğu yüzünden açılan kapıdan başka iki ayrı kapıdan da üst kademelere giriş sağlanmıştır. Mihrap alçıdan ve bezemeli yapılmıştır. Sedef minber kapısı ise ahşap oyma tekniği ile yapılmış nadide bir eserdir. Aynı şekilde bir diğer sanat şaheseri ahşap vaaz kürsüsüdür. Tek şerefeli minare kuzey doğu köşede yer alır. Halkın bağışladığı bakır şamdanlar ve hat örnekleri bu güzelliklere güzellik katar. Mevcut kitabeden Caminin 1580 yılında Sultan III. Murad’ın hocası Şücaeddin Efendi tarafından yenilendiği anlaşılıyor. 1702, 1778, 1845 ve 1950 yıllarında tamir ve restorasyon gören yapıya, 1954 yılından itibaren dernek çatısı altında cümle kapısı önüne kapalı son cemaat mahalli ilave edilir.
Harçla moloz taşından örülen türbe binası 9.5 m. uzunluğunda bir kare plana sahiptir. Üç kapısı altı penceresi ile yapının inşaı sırasındaki yaşanan sıkıntı ve ilgi çekici olaylar Ömer Fuadi tarafından kaleme alınan Türbename adlı eserde anlatılır. Bir Mevlevi tarikatı mensubu olan Sadrazam Kuyucu Murad Paşa’nın desteği ile Anadolu’nun her yerindeki evliya zümresine saygı ve hizmetiyle meşhur Ömer Kethüda bey tarafından Fuadi’ye bir gün bir mektup gönderilir. Bu mektupta, Şaban-ı Veli Hazretlerinin mukaddes ruhlarına hürmeten mezarı üzerine bir türbe yapılmasını arzuladığını belirten Ömer Kethüda, bu iş için üç bin kuruş nezrettiğini ilave eder. Ömer Fuadi bu teklifle birlikte Şeyh Muhyiddin Efendi’nin vasiyetini hatırlar. Ġnşaat başlar, duvarlar pencere hizasına kadar yükselir. Bu sırada Kethüda Ömer Bey yeni sadrazam Nasuh Paşa tarafından Diyarbakır kalesinde haksız yere hapsedilip öldürülünce, türbe inşaatı iki yılı aşan bir süre atıl kalır. Sonunda Hibetullah ve Mehmet Efendiler başta olmak üzere halkın katkılarıyla inşaat tekrar başlar.
Türbenin tamamlanıp kubbenin zirvesine kilit taşı yerleştirileceği gün hazır bulunan dervişler ilgi çekici bir zikir halkası teşkil ederler. Zakirbaşı kubbenin tepesinde olmak üzere dervişler üç kat iskele üzerinde halka olup zikre başlar. Son ilahi bitmek üzeredir ki, türbe binası rahmani bir hareketle dervişlerle birlikte sallanmaya başlar. Binanın hareketi üzerine orada bulunan herkes hayret ve dehşet içinde kalır. Kubbenin yıkılacağından korku ve endişeye kapılan mimarbaşı elindeki metre ile etrafındakileri durdurmaya çalışır. Ömer Fuadi’nin kardeşi sakinleştirmek için ona seslenip, -Korkma usta!. Bu hareket yıkılmak için değildir. Hz. Pir’in türbesi de dervişlerle zikretmektedir. Der. Kurban kesilir, kilit taşı yerine konur. Dua edilirken türbenin tekrar sallandığı görülür. Oradaki herkes bu durumu tüyleri ürpererek seyreder. Fatihadan sonra eller yüze sürüldüğünde türbe sükunet bulur. Bugün türbede kabirlerin üzerine işaret olarak konulmuş olup içleri boş olan on altı tane ahşap sanduka bulunmaktadır. Üzeri bitkisel motifler ve yazılarla süslenmiş yeşil kadife ile örtülü, baş kısmı da siyah tülbentle sarılı olanı Şaban-ı Veli’ye aittir.
Külliyenin kütüphanesi, türbenin kuzeybatı cephesine bitişik kare planlı kargir bir yapıdır. Kitapların çoğu Çorumlu İsmail Kudsi Efendi tarafından vakfedildiğine göre, 1637 yılından sonra inşa edilmiş olmalıdır. Zamanla harap olan bina 1965 yılında dernek tarafından yenilenmiştir. Kütüphanenin alt katına girilen kapının hemen yanıbaşında yer alan Asa Suyu’nun, Hz. Pir’in asasını yere vurmasıyla çıktığına inanılır.Tad ve koku bakımından zemzem suyunu andıran bu suyun bazı hastalıklara şifa ve psikolojik rahatlık verdiği kabul edilir. Vaktiyle ramazan aylarında Kastamonulunun Nasrullah Camiine ve evlere götürülüp oruçların bu su ile açıldığı anlatılır.
Harem ve selamlık olmak üzere iki bina halinde inşa edilmiş olan konaklar, sırtını Ersil Kayasına dayamış vaziyette caminin kuzey doğu köşesindeki mevkide yer alır. Zemin katlar moloz taştan olmak üzere ahşap malzemeden iki katlı olarak inşa edilen binalarda göz zevkine hitap eden bir işçilik göze çarpar. 1900’de inşa edilen konakların banisi Mahmut Sırrı Paşadır16. Konakların önünde yer alan şadırvan 1910 yılında Mahmut Paşa’nın eşi Prenses Fatma Hanım adına yaptırılır. 1989 yılında aslına uygun şekilde restore edilir. Türbe civarındaki hazirede medfun bulunan zatlar, Hz. Pir ve halifelerinin halk ile kaynaşma derecesini gösterir. Kastamonu valilerinden muhtelif tarikatlara mensup zatlara kadar toplumun her kesiminden bir çok kişinin kabri bu hazirede yer alır.
1954 yılında Hasan Fehmi Ataulusoy, Hamdi Pehlivan, Niyazi Yücebıyık, Osman Keserci, Asaf Zaluludağ, Kamil Türit ve İhsan Sezgin’den müteşekkil yönetim kurulu ile Şaban-ı Veli Onarım Derneği kurulur. 1995’te Şeyh Şaban-ı Veli Müzesi açılır ve 1996’da Resmi Gazete’de yayınlanan kararla Şeyh Şaban-ı Veli Kültür Vakfı kurulur.
Şeyh Mustafa Efendi Türbesi ; Kastamonu – Merkez’de Kırkçeşme caddesi üzerindeki Şeyh Ahmed Hicabi ye gelmeden sağ tarafta
Şeyh Mustafa Efendi ; Üsküdar’da medfun Şeyh Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin halifelerinden olup Kastamonu’ya irşad için gönderildiği vakıf kayıtlarından anlaşılmaktadır. Babasının adı Resul ve Seyyiddir. Hicri 1000 ciavarında Türbenin kuzey bitişiğindeki camiiyi yaptırarak burasını Celveti tarikatı dergahı haline getirir.
Bir müddet sonra İstanbul’a giderek padişah IV. Mehmet ile görüşüp 1650 tarihli fermanla cami ve tekkeye El yakut Köyü ve civarında on kısım arazinin vakfedilmesini sağlar. Daha sonra bu vakfa bazı ilaveler yapılır.
Vakfa mütevelli olan Seyyid Şeyh Mustafa Efendi caminin civarına medrese kütüphane ve imaret gibi üniteler ekleyerek burada bir külliye vücuda getirir. Çok musluklu güzel bir şadırvanın etrafında kurulmuş olan külliyede her gün fukaraya çorba ikram edilir. Bu uygulamanın tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar devam ettiği buradan bizzat istifade etmiş olan yaşlılar tarafından ifade edilmektedir. İmarette ekmek pişirilen fırının da yakın zamanlara kadar mevcut olduğu bilinmektedir.
Şeyh Mustafa Efendi’nin 1650 yılından sonra vefat ettiği tahmin edilmekle beraber tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kendisinden sonra tekkede yine kendi neslinden olmak üzere 1795 yılına kadar Seyyid Şeyh Mehmet Efendi, aynı tarihli beratla Mehmet Emin Efendi, 1813 tarihli beratla Ahmet Halifenin oğulları Mehmet ve Mustafa Efendiler ve 1868 tarihli beratla da Numan Efendi’nin şeyh oldukları görülür. Ayrıca 1868 tarihli beratın tetkikinden, külliyede muhtelif unvanlarla 14-15 kişilik bir personelin görev yaptığı anlaşılmaktadır.
Bir çok keramet ve manevi tasarrufları ile bilinen Seyyid Şeyh Mustafa Efendinin türbesi halk tarafından hürmet ve saygı ile ziyaret edilmektedir. Şeyh Mustafa (Resülzade) Efendi ile ilgili anlatılan Menkıbeye göre yörenin bilinen evliyalarından olan Ahmet Hicabî Efendi çocukluğunda peygamber soyundan gelen Seyyid Şeyh Mustafa Efendi’nin türbesinin etrafında oynarken kimi zaman ortadan kaybolurmuş. Büyüdüğünde ona oyun oynarken ortadan neden kaybolduğu, nereye gittiği sorulduğunda Ahmed Hicabi, Şeyh Mustafa’nın türbesinin bulunduğu yerin türbe olduğunu bilmediğini, orada oynarken o evde (ev zannetmekteymiş) oturanların onu çağırıp sevip okşadıklarını, sohbet ettiklerini ve sonra dışarı gönderdiklerini söyler.
Bugün de alkolik olan kişiler bu alışkanlıklarından kurtulmak için türbeye gelip dua etmektedirler. Kimi zaman da alkolik olan kişilerin aileleri bu kişileri sarhoşken buraya getirmekte ve ayılıncaya kadar beklemektedirler. Böylece alkol bağımlılarının bu alışkanlığından kurtulacağına inanılmaktadır.
Kırkçeşme Mahallesi’nde Selçuk Sokak ile Kırkçeşme Caddesinin kesiştiği köşede yer alan ve dıştan dışa 10.91X9.25 m. boyutlarında olan türbe içerisinde 15 sanduka bulunmaktadır. Ahşap olan çatısı ve kargir duvarlarının büyük bir bölümü bakımsızlık sebebiyle zaman içersinde yıkılmış olduğundan kuzey bitişiğindeki Selçuk Camii ile beraber 1944 yılında harap olduğu gerekçesiyle şahsa satılır. Bu Kıymetli mekan zaman içerisinde harap olduğu vaziyette ayakta durmaya çalışırken 2005 yılında Vakıflar Kastamonu Bölge müdürlüğü tarafından restore dilmiştir.Allah onlardan razı olsun.
Seyyid Ahmed Hicabi hazretlerinin türbesi ; Kastamonu – Merkez’de Çuhadar sokak ile Kuyulu sokak kesişimindeki Şeyh Ahmed Siyahi hazretlerinin dergahında
Şeyh Ahmed Siyâhî hazretlerinin oğlu olarak 1826 senesinde dünyaya gelir. Altı aylık iken beşiğine aks eden parıltıyı kapmak için mâsumâne bir gayret sarfetmesi, sanki Allah ü teâlânın lütf ve ihsânıyla ileride büyük bir zât olacağını belli etmektedir. Üç dört yaşlarında iken babasının hatme-i hacegan meclislerine katılmaya başlar. Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinin dergâhına giden yolda kışın zaman zaman Serçeoğlu yokuşunda kızağa binen çocukları seyre gider. Yine böyle bir günde yolun kuzeyinde bulunan Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin büyük halîfelerinden Hacı Mustafa Efendi Hazretlerinin medfûn bulunduğu türbeden çıkan bâzı kimseler kendisini türbe içine alır ve pek çok nîmetlerle gönlünü hoş ederler. Bu olay pek çok kere tekrarlanır. Hattâ bâzan her türlü nîmetin mevcûd bulunduğu o mübârek zâtların yanından ayrılmak istemez, uzunca bir süre içeride kalır. Bir defasında uzun aramalardan sonra anne ve babası kendisini adı geçen türbeden çıkarken görüp çok şaşırırlar.
Tahsil yaşına geldiğinde önce meşhur kırâat âlimlerinden Hüseyin Hüsnü Efendi’den Kur’ân-ı azîmüşşânı hatmeder. Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinden sarf, nahiv, fıkıh, hadîs ve kelâm tahsilinden sonra Keskinzâde Ahmed Erîb Efendi hazretlerinin sohbetlerine devamla, tasavvuf dersleri alır. Kara Kâdızâde Mustafa Efendi’den ilm-i ferâiz ve Mesûdî Efendiden de ilm-i hadîs dersleri aldıktan sonra babası Ahmed Siyâhî hazretleri kendisine icâzet verir.
Ahmed Hicâbî Efendi, 1851′ de İstanbul’a gelir. Burada da tahsîline devamla meşhur âlimlerden Müneccimbaşı Tâhir Efendi’den hikmet, astronomi, Amasya’daki Halidi şeyhi İsmail Siraceddin’in (1782-1848) oğlu eski sadrâzam Mehmed Rüşdî Paşa’dan (1829-1876) mantık, edebiyat ve Hâzım Efendi’den usûl-i fıkıh dersleri alır. Bu tahsilleri sırasında Hocapaşa semtindeki Safvetî Paşa Dergâhında ikâmet ve talebeleri yetiştirme işi ile meşgul olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin daha sağken yerine tâyin ederek kendi yerine irşâd makâmına geçirdiği Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerinin sohbetlerine koşar ve dört sene hizmetinde bulunur. Bu esnâda tasavvuf mertebelerinde ilerler. Ahmed Hicâbî Efendinin çalışmasından, gayretinden ve ihlâsından çok hoşnud olan Abdülfettâh Efendi, onun kavuştuğu ilim ve irfâna bakarak, babası Ahmed Siyâhî hazretlerinin verdiği icâzetnâme üzerine kendisi de bir icâzetnâme yazar.
1857 yılında Kastamonu’ya dönerek bir müddet babalarının yanında talebelerin terbiyesi ve yetiştirilmesi işi ile meşgul olur. Abdülazîz Efendi hayatta olduğu halde irşâd işinin başına Ahmed Hicâbî hazretleri geçer. Din ilimlerinde emsâli az bulunan ve fen ilimlerinde bölgede bulunanların hepsinin üstünde yer alan Ahmed Hicâbî hazretleri, 1874 yılından vefât târihi olan 1889 yılına kadar bir taraftan talebelerin yetiştirilmesi ile meşgul olurken diğer taraftan husûsî sohbetlerinde zikir yoluyla sevenlerini tasavvuf yolunda ilerletir. Kastamonu ve çevre illerden pek çok talebe onun derslerine koşar. Bütün davranışları, huyları, hareketleri hep Peygamber efendimizin güzel ahlâkını andırmaktadır. Her zaman hep Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyar, insanlara İslâm ahlâk ve yaşayışının nasıl gerçekleştirildiğini gösterir.
Ahmed Hicâbî hazretleri 1878 senesinde babasının türbesinin bahçesi içerisinde bir kütüphâne ile ona bitişik bir dershâne yaptırır. O târihten îtibâren Temmuz, Ağustos ve Eylülden başka aylarda Cumâ günleri Şifâ-i Şerîf kitabını okutmaya başlar. O sohbet ve derslerin bereketiyle kalpler şifâ bulur, hep iyi düşünce ve niyetlerle dolar, ibâdetlerde ihlâs hâsıl olurdu. Ahmed Hicâbî hazretlerinin, yaz ve kış Nasrullah Câmii şerîfinde sabah namazını edâ eyledikten sonra civarda bulunan medreselerde din ve fen ilimleri ile meşgûl olmaları âdetleri idi. Cumâ günleri dergâhta bulunup talebelerin yetiştirilmesi ve Kur’ân-ı kerîm kırâati ile meşgul olurdu. Ramazân-ı şerîfte haftada bir gün Nasrullah Câmiinde ikindi namazından sonra ve Cumâ günleri namazdan sonra Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin dergâh-ı şerîflerinde vaaz ve nasihat ederdi. Bu vaaz ve nasihatlar müslümanlara uzun bir süre çölde susuz kalmış kimselere su vermek gibi idi. Kalpleri Allahü teâlânın aşkı ile dolardı. Nefisler aradan kalkar, herkes yaptığı her işi Allahü teâlânın rızâsı için yapardı. Onun kalpleri ve gönülleri feyz ve nurlarla dolduran bu sohbetlerinden istifâde edebilmek için vaazlarına aşırı hücum olurdu. Bu sırada diğer câmilerde ders veren hocaların derslerine kimse gitmezdi. Ahmed Hicâbî hazretleri bu durum üzerine Nasrullah Câmiindeki vaazlarını terk eder. Ramazanın dört Cumasında ise şeyhi dinleyebilmek için oraya can atarcasına acele giden birkaç bin ahâli özlerinden istifâde etmeye gayret ederdi.
Seyyid Ahmed Hicâbî hazretleri 1889 senesinde hastalığının artması üzerine daha ziyâde inzivâyı, köşesine çekilip Allahü teâlâyı zikretmeyi arzu eder oldu. Geceleri uyumaz, namaz ve zikir ile meşgul olurdu. Kendilerinde yirmi senedir bulunan kalp hastalığına müptelâ oldukları halde, aslâ ve katiyyen hastalıklarından bahsetmez ve soranlara; “Rabbimizin keremine şükrolsun, âfiyetteyim.” cevâbıyla mukâbele ederlerdi. Vücutlarında görülen aşırı halsizlik sebebiyle Ramazân-ı şerîfte oruç tutmasının hastalığı arttıracağı tabibler tarafından ihtar olunduğu halde; “Böyle bir mübârek aya ulaştık. Şimden sonra bizim için nasip, kısmet mukadder değildir. Borçlu gitmeyelim.” cevâbını vererek orucunu tutmaya başladı ve Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile tamamladı. Bir yere gitmek için kendisinden izin istemeye gelen dostlarına; “Geri dönersiniz. Amma beni bulamazsınız. Hakkınızı helal edin.” derdi.
Seyyid Hicâbî hazretleri bir müddet sonra Tosya’da bulunan ulemâdan Mâhir Efendinin gelmesi için haber gönderir. Haberi alan Mâhir Efendi on iki saatlik mesâfeyi sekiz saatte alarak huzur-ı saâdetlerine ulaşır. Seyyid hazretleri ona bakarak, “Molla Mâhir görüyorsun. Biz pazarlığı ilerlettik. Cenâb-ı Hakk’ın emrini bekliyorum. Vasiyetlerimin yerine getirilmesine dergâh ve medresenin memuriyetine ve talebelerin yetiştirilmesine gayret ve himmet et. Benim için müteessir olma. Aradığım bu gün idi. Hemen ölüm hâlimizin güzel ve kolay olması için duâ edin.”, diye buyurur. Sonra dâmâdı Keskinzâde’ye kütüphânedeki emânetler içerisinde bulunan ve muhterem pederlerine Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri tarafından ihsân edilen yeşil tâcın tabutları üzerine konulmasını, kabirlerinin pederlerinin kabrinden küçük yapılıp süslü olmamasını ve dergâha hizmeti terk etmemesini vasiyet eder.
Cumâ günü öğleden sonra yanlarına girmekte olan hanımlarına, kızlarına ve hizmetçilerine hitâben, “Bizim etrafımız artık mukaddes ruhlar ile doldu. Çok dikkatli hareket edin ve çok seyrek olarak girip çıkın.”, diye buyurur. Ġkindiye yakın abdest alarak ağızlarına bundan böyle dünyâ nîmetlerinden bir şey almayacaklarını ve Rabbi teâlâ ile meşgûl bulunacaklarını beyân buyurur. O gece beş-altı senedir dergâhın imâmlık vazîfesini gören Hâfız Emin Efendi ile Hâfız Sûzî Efendi iki taraftan nöbetle sabaha kadar Kur’ân-ı kerîm okurlar. Ahmed Hicâbîhazretleri seher vakti âhirete irtihâl eyler.
Vasiyeti gereğince mezarı babasının mezarından daha küçük yapılmıştır. Baş şahidesinin kavuğu üzerinde, asılmış bir tesbih motifi; kitabesinde ise şu yazı vardır;
“Hoca Şeyh Ahmet Siyahi hazretlerinin ferzend-î hüsnü’l meabı ve kaimmakam-ı irşad ve intisabı ve nüsha-i ilm ü irfanın ümmil kitap faslü’l hitabı Mevlana Hoca es-seyyid Şeyh Ahmet Hicabî hazretlerinin ruhuna fatiha.”
Ayak şahidesinde ise şeyhin on beş yıl irşat makamında bulunduğu ve
1306/1888 yılında altmış altı yaşında vefat ettiği belirtildikten sonra Ahmet Mahir Efendi tarafından kaleme alınan şu manzume yazılıdır:
“Hoca Seyyid ki anın Ahmet Hicabı namıdır,
Salikan-ı rah-ı hakka oldu bunda kıblegah.
Etmiş idi hak anı insan-ı kamil bil vücuh,
Himmeti asandır, işte anın bu hankah.
Öyle bir hurşid-i evc-i ilim ve ilham idi kim,
Keşf oturdu halka-i feyzinde her bir iştibah.
Mürşid-i irfan-ı meab ve fazıl ü ali cenap,
Varis-i ilm-i nebi ve arif-i sırr-ı ilahî;
Düştü bir necm-i şeref cevher gibi Mahir yere
Ma’kad-ı sıdk-ı hüdayı etti Seyyid nazgah”
Şeyh Ahmet Hicabi hazretlerinin kabrinin bulunduğu hazire etrafı demir parmaklıklı ihata duvarı ile çevrilmiş olan bahçenin içindedir. Güney köşesinde bir de kütüphane bulunan bahçeye doğu tarafındaki demir kapıdan girilmektedir. Mezarların şekli ve ait olduğu zevat hakkındaki şunlardır;
1- Bakana göre sağdan birinci mezar Ahmet Siyahî Efendi’ye aittir. Baş şahidesinin kavuk ve kitabe kısmı siyahtır. Mermerden yuvarlak biçimdeki şahide üzerinde bu zatın, Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerinin hulefasından olduğu anlatılıp fatiha dileği ile yazı sona ermektedir. Yine mermer olan ayak şahidesinin üst kısmında şeyh efendinin 100 yıl yasadığı, 50 yıl irşadda bulunduğu ve 1291/1874 yilinda vefat ettiği belirtildikten sonra, “Kutb-i devran-ı cihan Ahmet Siyahı şanı kim ../’ beytiyle başlayan on beyitlik bir manzume yazılıdır.
2- İkinci Mezar Seyyid Ahmed Hicabi hazretlerine aittir.
3- Ahmed Hicabi hazretlerinin kendisinden önce vefat eden oğlu Mehmed Necmeddin efendi
4- Kastamonu eşrafından ve salihinden Keskinzade Ahmed Rıza Efendi
5- Kesme taştan yapılmış ve üzeri açık olan bu mezarın şahidesi yoktur ve kime ait olduğu belli değildir.
Şeyh Ahmed Siyahi hazretlerinin vefatından sonra dergahda şeyhlik yapan Şeyh efendiler ;
Şeyh Ahmed Siyahi hazretleri
Şeyh Seyyid Ahmed Hicabi hazretleri
Şeyh Müderris Arif Efendi ( Ahmed Hicabi hazretlerinin kardeşi Abdulaziz Efendi’nin oğlu)
Şeyh Mehmed Sadeddin Efendi (Müderris Arif Efendi postnişin olmuş fakat bir süre sonra amcası Mehmet Sadeddin Efendinin Şeyhülislamlık makamına vaki itirazı haklı bulunarak 12 şevval 1310 tarih ve 409 no’lu kararla şehylik makamına bu zat atanmıştır. )
Şeyh Müderris Arif Efendi ( 1314 de tekrar Şeyh Olmuştur.)
Şeyh Mehmed Nureddin Efendi
Şeyh Ahmed Siyahi hazretlerinin türbesi ; Kastamonu – Merkez’de Çuhadar sokak ile Kuyulu sokak kesişimindeki dergahında
Son Halifemiz Kastamonu’lu Şeyh Ahmed Siyahi Efendi’dir. Mevlana Halid Bağdadi
Şeyh Ahmed Siyahi Hazretleri H.1191/M.1777 senesinde Kastamonu’da doğdu. Şehrin önde gelen alimlerinden ilim tahsil etti. Çorum’da Yusuf-i Bahri Efendiden hadis ilmini öğrenip Hafız-ı Hadis unvanı aldı. Çerkeşli Şeyh Mustafa Efendinin sohbetlerine katıldı.
Mustafa Efendi, Ahmed Siyahi Hazretlerini, Nakşibendiyye yolunun büyüğü Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretlerine talebe olarak gönderdi, başına siyah sarık sarması sebebiyle hocası tarafından Siyahi lakabı verildi. H.1243/M.1827 senesinde Halid-i Bağdadi Hazretleri tarafından icazet (diploma) verilerek insanları irşad vazifesi ile Kastamonu’da görevlendirildi. H.1291/M.I874 senesinde vefat etti. Yerine halife olarak oğlu Seyyid Ahmed Hicabi Hazretleri geçti.
Yetişmesi ve İlim Tahsili
Şeyh Ahmed Siyahi hazretleri hicri 12. yüzyılın sonlarında Kastamonu’nun Kırkçeşme Mahallesi’nde Sa’diyye tarikatının salihlerinden demirci Ahmed Baba’nın soyundan dünyaya gelmiştir. Henüz küçük bir çocukken şefkatli anasının, derviş meşrebli babasının merhametli ellerinde dervişane vera (takva ve zühd) sahibi olarak terbiye görmüştür. Kur’an-ı Kerîm öğrenmek için ilk defa önünde besmele çektiği Şaban Hoca Efendi‘nin sahip olduğu zühd (dünyaya dalmamak) ve vera (şüpheli şeyleri terketmek, titiz davranarak takvanın bir üst mertebesine ulaşmak) onda doğuştan bulunan zahidlik kabiliyetine başka bir letafet ve parlaklık katmıştır.
Gençliğinde gördüğü bu sofiyane terbiye sayesinde gerekli ilimleri tahsil ettikten sonra, kendini Kasabalı Mehmet Efendi adındaki vera sahibi, temiz ahlaklı bir zatın terbiye edici eline teslim etmiştir. Daha sonra zühd ve salihlikle meşhur olan Amasyalı Uzun Ali Efendi merhumun istifade halkasına devam ederek, ilim ve fazilet dairesini genişletmeye çalışmıştır.
Bir müddet değerli alimlerden ve Nakşibendi şeyhlerinden (Kastamonu’da bulunan Numaniye Medresesi’nin kurucusu ve müderrisidir) Hoca Numan Efendi‘nin ilim ve irfan kütüphanesiyle Üveysi azizlerinden Buharî Abdülazîz Efendi‘nin olgunluk kazandıran kürsüsünden ilmî ve amelî feyizler elde etmeye mümkün mertebe gayret ve himmet etmiştir. İrfan ve fazilet fikirleri genişledikçe, kemal elde etmeye şevk ve gayreti arttığından olmalıdır ki, altında bulunduğu ihtiyacın, ağır yükün çekilmez sıkıntısı altında, fakirlik ve sabrı kıran darbesine, sofiyane metanetini koruyucu bir siper edinerek, o zamanlar alimler merkezi denmeye layık olan Amasya’ya yönelerek. Mantıkçılar arasında eşsiz Hoca Payas‘tan ve ilmi tefsirde Beyzaviye denk olan Hoca Muhammed Caniki Hazretleri’nden gerekli kitapları okuyup tamamlayarak icazet almıştır.
Dönüşünde Çorum vilayetinde feyiz nurlarıni yayan Yusuf Bahrî Hazretleri‘nden hadîs ilmini öğrenerek, rivayet silsilesini tashih suretiyle, kendisiyle sohbet şerefini elde etmiş olan hemşehrilerinin söylediğine göre, hadis hafızı unvanını haiz olacak kadar Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in hadîs-i şerîflerini ezberlemiş olarak doğduğu yer olan Kastamonu’ya dönmüştür. Bu sırada meşhur Ayaklı Kütüphane’nin en kıymetli talebelerinden olan ve mezkur beldenin Namazgah Medresesi Müderrisi Hoca Osman Efendi Merhum’dan tefsir, meanî ve kelam ilimleri okumuştur.
Mevlana Halid Bağdadi Hazretleriyle buluşması
İlim tahsil ettiği dönemlerde tatil günlerinde birkaç defa Çerkeş’e giderek, Halveti Tarîkatı’nın müceddidlerinden Şeyh Mustafa Efendi Hazretleriyle sohbet etmiş ve ondan inabe (tarikat dersi) istirham etmişse de, Mustafa Efendi; “Senin feyzine sebep olacak zatın adı Halid olacaktır. Onu ara!‘ şeklinde irşad olunmuştur.
Bu irşad edici kılavuzun irşadının şevkiyle aşıkane fikirleri kaynamaya başlayıp, gizlice işaret edilen mürşidine doğru koşmak isterken ve bir takım imkansızlıklar içerisinde şeyhine ulaşmaktan mahrum iken, memleketin zenginlerinden Abdulbakîzade Hacı Numan Ağa isminde cömert, yüksek ahlaklı bir seveninin nakdî yardımı ve himmetiyle Hicaz cihetine yöneldi. Derken cennet kokulu Şam’a ulaşınca, Yüce Nakşibendî Tarîkatı’nın en mükemmel müceddidi (yenileyicisi), Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretleri (Kuddise Sirruhü) ile buluştu. Ahmed Siyahî Hazretleri, insanların ve cinlerin peygamberinin sünnetlerine uygun olarak, siyah sarık sarınmayı alışkanlık haline getirdikleri için, Halid-i Bağdadî hazretleri tarafından “Siyahi lakabına mazhariyetle maksadına ulaşmış, sülük erbabı için gerçekten cihan kıymetinde bir nimet denmeğe layık bir şekilde O’nun maiyyetinde Hicaz’a doğru yönelerek, halkın kıblegahı olan, Kabe’yi tavafla mutlu olmuş, Cenab-ı Hakk’ın sevgilisinin Ravza-i Mutahhara’sını ziyaretle tecellilere mazhar olmuştur.
Ahmcd Siyahî Hazretleri Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere ziyaretlerini mürşidi Halid-i Bağdadî Hazretleri ile birlikte nice tarikat sırlarına vakıf olarak îfa edip hac farizasını yerine getirdikten sonra, o yüce terbiye edicinin tarikat nurlarınıyaymak üzere mürşidinin verdiği icazemameyi alarak H. 1242 (1826) senesi başlarında Kastamonu’ya dönmüş ve görevi gereği salihlerîn terbiyesine başlamıştır.
Ahmed Siyahî Hazretleri, Halid Bağdadi hazretlerinin en son halifesi
Şeyh Ahmet Efendi Türbesi ; Kastamonu – Gölköy’de Şeyh ahmet camii yanındadır.
Şeyh Ahmet Efendi , İhsan Ozonoğlu tarafından yapılmış arapça vakfiyeye göre 1206 tarihinden önce Horasan’dan Kastamonu’ya göç etmiştir. Kastamonu’nun Çobanoğulları hakimiyetine 1212 yılında girdiği göz önüne alınırsa zaviyenin kuruluşu Çobanoğullarından öncedir ve bölgenin en eski zaviyesidir.
Menkıbeye göre Şeyh Ahmet Efendi ; Bizanslılara karşı savaşmış , Kayseri, Tokat, Amasya, Çorum, Osmancık, Çankırı ve Kastamonu’yu Rumlardan alan Anadolu Fatihi Alparslan komutanlardan biridir. Şu an kendisinin yatmakta olduğu türbesinde halen muhafaza edilen sancaklardan birisinin onun ordusunun sancağıdır.
Türbe ve camii merkeze bağlı Gölköyün orta mahallesindedir. Bina 1991 yılında yardım severler tarafından betonarme olarak yenilenmiştir. İlk restorasyonu 1975 yılında Vakıflar genel müdürlüğü tarafından yapılmıştır. Çatısı ahşap, üzeri kiremitlidir. Bir abdesthane , bir lojman , birde çorbaevi vardır.
6×6 metre ebatındaki türbenin içinde büyüklü küçüklü 7 adet işaret sandukası vardır. Bunların kime ait olduğu bilinmiyorsa da birinin zaviyenin kurucu Şeyh Ahmet’e ait olduğu kesindir.Türbenin civarındaki zaviye, Kastamonu’da kurulmuş ilk zaviye ve vakfiyesi de ilk vakfiyedir.
Türbenin çevresinde Tekkeşinler Mezarlığı vardır. Burada zaviyede şeyhlik veya başka görevlerle hizmet etmiş yahut nesep yoluyla ilgisi olan zevattan tesbit edilebilen isimler şunlardır ;
1-Şeyh Ahmet’in oğulları Ali ve Mustafa Efendi
2-Şeyh Ahmet Hulusi Efendi (Nakşibendî Halidî Şeyhi Ahmet Siyahî Efendiden icazetli)
3-Şeyh Seyyid Raşid Efendi ve oğulları Osman, Adil, torunu Hamza Efendi,
4-Şeyh Seyyid Kamil Efendi ve oğulları Mehmet Ali, İsmail, Mehmet ve oğullan Ahmet ve Abidin
5-Şeyh Hamza Efendi.
(Raşid Efendi’den itibaren bu isimler 1334/1915 tarihli Mehmet Reşad tarafından Hamza Efendice verilmiş olan Şeyhlik beratında geçmektedir)
Şeyh Ahmet Efendi’nin bu türbeye gömülmesinin asıl sebebi; Rumlarla savaşırken bir rum komutan tarafından şehit edilip kafasının kesilmesi , kafasının yaklaşık bir km yuvarlanarak türbenin yanında durmasıdır.
Şeyh Ahmet Efendi büyük bir komutan olmasıyla birlikte , kurduğu zaviye ile fakirlere yardım edip yoldan geçen yolculara, aç ve fakirlere ikram bulunup çorba ikram edermiş. Hatta zaviyenin vakfiyesinin şartlarının birisi de yemek ikram geleneğidir.
Tekkeşin Çorbası adıyla kazan kazan pişirilen çorbalar misafirlere hiçbir karşılık beklemeden ikram ve hediye edilirdi ve bu gelenek hala sürmektedir. Çevre halkı tarafından şifa olduğu kabul edilen çorbanın ikram edildiği günlerde Şeyh Ahmet Türbesi gerçekten görülmeye değerdir. Hatta bazı kişiler bu mübarek günlerde sabahın erken saatlerinde bir geyiğin türbeyi ziyaret edip gittiğini söylüyorlar.
Göl Köy de 800 yıldır devam eden bu güzel Tekkeşin çorbası yapma görevi 15 Tekkeşin Ailesi tarafından yürütülmektedir. Bu aileler genelde Göl Köy’ün orta mahallesinde yaşamakla beraber Ankara ve İstanbul’a göç eden diğer ailelerdir. Bu kişiler bu geleneği sıraları geldiğinde hiç aksatmadan severek yerine getirirler. Her yıl Ramazan ve Kurban Bayramlının yanı sıra Regaip kandili olmak üzere üç kere yapılır. Tekkeşin Çorbasının hazırlanışı ;
Çorba sırası kimde ise aile çorbanın ana maddesi olan yufkayı yaz döneminden açıp kurutmalıdır. Yaklaşık 4 çuval un eğer hava güneşli ise 3 gün içinde 30-40 kişiden oluşan bir grubla yufkalar yapılır. Sabahleyin başlayan yufka açma işlemi öğleyin son bulur. Yufkanın kuruması gerekir. Sohbet yaparak zevkle açılan yufkalar , temiz örtülerin üzerine serilir ve akşama kadar başında yağmur yağmaması için dua edilir. Akşam üzeri kurumuş olan yufkalar kırılarak çuvallara doldurulur. Yufkalar çorba yapma günü gelinceye kadar rutubetsiz ortamda saklanır.
Çorba gününe bir hafta kala Tekkeşinlerde telaş başlar. Pirinçler ayıklanır , kazanlar , kepçeler , misafirler için oturacak yerler hazırlanır. Bir gün önceden kilolarca fasülyeler haşlanır, soğanlar kavrulur, içinin baharatını oluşturan başta nane , biber, tuz, kırmızı biber ve salça hazırlanır.
Arefeden bir gün önceden bile adak koyunlar gelmeye başlar ve herkes çorbanın hangi Tekkeşin ailesinden olduğunu birbirine sorar.
O gün geldiğinde güneşin ilk ışıklarıyla çorba pişirilecek Tekkeşin hanesinde toplanılır. Dua yapıldıktan sonra ilk çorba suyu ateşe koyulur ve ilk misafirler gelmeye başlar. Sabahın erken saatlerinde artık herkes tarafından bilinen Göl Köyüne sadece yan köylerden değil diğer ilçe ve bucaklardan bazen de illerden arabalarla şifalı çorba almaya gelirler. Eskiden bir kazan komşulara bir kazan da cami de yenirmiş . Öyle ki bazen 15 kazan çorba pişer de yine de yetmez.
Gün boyunca her gelen çorba kaplarını boş getirmez, evinde neyi varsa Şeyh Ahmet’in canı için pirinç, buğday, arpa, yağ , yoğurt , ekmek , yumurta , tavuk ve adakları getirirler. Getirdikleri tahılı Tekkeşin hanesindeki bereketli tahıllarla değiştiriler. İnanışa göre tavuğu hasta olan biri o tavuğun yumurtasını Tekkeşinlerin yumurtasıyla değiş tokuş yapar ve bu yolla tavuğunun iyileşeceğine inanır. Getirdikleri şeyleri şifalı çorbaya katkıda bulunmak için de getirirler ve böylece yapılan dua ile çorbanın sevabından nasibini alır.
Çorba pişmeden önce gelenler kazanın etrafında onlar için hazırlamış oturacaklara otururlar. Hem sabırsızlıkla çorbanın pişmesini beklerler, hem de uzun süredir görmedikleri komşu ve akrabalarıyla konuşma fırsatı bulurlar. Çorba herkese açık olduğu için ister kırk yıllık küs ister dargın yinede ona da çorba verilir.
İçine katılan su, yufka, fasülye, soğan, yağ, salça, pirinç, nane, biber hiçbir zaman evde tadamayacağımız lezzeti verir. Lezzetli olması için herşeyden bol katılır ve herbiri farklı diyardan gelen bu yiyecekler çorbaya lezzet kadar.
Gün boyunca gelenler hem yardımlarını hemde dualarını eksik etmezler. Gelenler Şeyh Ahmet türbesini ve camiini ziyaret edip fatiha okumadan ayrılmazlar.
Kaynak
Kastamonu Camileri – Türbeleri – ve diğer Tarihi Eserler – Fazıl Çifçi – Kastamonu Belediyesi
İhsan Ozonoğlu ; Emekli Kütüphane müdürü
Hazreti Pir Şeyh Şaban-ı Veli Hazretlerinin çamaşırcısı olan bu mübarek velinin hayatı hakkında ne yazıkki yeterli bilgiye sahip değiliz. Allah sırrını mübarek eylesin.
Ali Senai Efendi‘nin Türbesi ;Kastamonu – Merkez’de Türbe yolu sokakta yer alan Müfessir Alaeddin Efendi Türbesindedir.
Ali Senai Efendi Araç kazasının Sırt (iğdir) nahiyesine tabi Ribati köyünde 1230 hicri yılında doğdu. İlk öğrenimine komşu Uğru köyünde başladı ise de babasının işlerine yardım gerekçesiyle izin vermemesi yüzünden tahsiline ara vermek zorunda kaldı.
Babasi Bekir Ağanın kısa bir süre sonra vefatı üzerine ilk tahsilini tamamlayıp Kastamonu’ya gelerek Mahmudiye Medresesine kaydoldu. Zile’li Abdurrahman Hoca, Deli Emin Efendi, Abdullah Efendi ve Keskin Efendi isimli hocalardan ders aldı.
Safranbolu’ya giderek Kürt Hoca lakaplı müderristen fen ilimleri tahsil eden Senai Efendi tekrar Kastamonu’ya dönerek Karakadızade’den tefsir, Trablusgarp’ın Hoca Mahcub’dan hadis tahsil ederek icazetnameler aldı. Bu sırada Kastamonu’da bulunan Horasan’lı Şeyh Abdülvahid Efendi’den Nakşibendî usulü üzere tasavvuf eğitimi tahsil edip hilafet aldı.
Bilahare bir çok zat bu tarikat usulünce kendisinden irfan tahsil etmiştir. Dört zata icazet vermiş olan Senai Efendi’nin ikmale muvaffak olamadan vefat etmesi üzerine kabir azabı bahsinde kalan akaid kitabı daha sonra Ahmet Hicabî Efendi tarafından tamamlanmıştır. Görev yaptığı Semhiye Medresesinde son dönemlerinde kırktan fazla talebesi vardı.
Hoca Ali Senai Efendi 1287 hicri yılında elli yedi yaşinda vefat etti ve Müfessir Alaeddin Efendi Türbesinde sırlandı. Hoca merhum 1272 senesinde inşa ettiği medresesine bir de kargir kütüphane ilave etmiş ve bütün kitaplarını oraya vakfetmiştir. Kendi yazdığı “Buhari-i şerif” ve “Dürer” isimli eserler de bunlar arasındadır.
Ali Senai Efendi sabrı ve vatanperverliği ile de meşhurdur. At ve silah meraklısı olduğundan tatil günleri talebelerine şehrin Okmeydanında nişan talimi yaptırırmış. Rusya’nın Sinop’u bombardımanı esnasında çoğu talebesi olmak üzere yüz kişilik gönüllü süvari birliği ile oraya gitmiştir. Hoca Efendi cömertliği ile de maruftur. Hanesi her zaman fakir ve zengine açık bulundururdu.
Hacı Mehmet ve Abdurrahman adında iki oğlu olup Hacı Mehmet Efendi babasından icazetli olarak 1321 senesinde vef atına kadar babasının medresesinde ilim neşriyle meşgul olmuştur. Torunu Darü’I hilafet-i aliye sabık müderrislerinden Zühdü Efendi de dedesinin inşa ettiği Semhiye Medresesinde müderrislik görevinde bulunmuştur. Zühdü Efendi İstiklal Savaşı esnasında halka yaptığı müessir telkinlerle öne çıkan alimler arasındadır.
Bazılarının elinde fotokopisi bulunan tarihsiz bir icazetnamede bu zat ve diğer bazı ulema hakkında aydınlatıcı bilgiler mevcuttur. Bu belgeye göre. Ali Senaî Efendi, aralarında İmam-ı Gazalî, Fahreddin Razî… gibi müfessirlerin de bulunduğu, peygamberimize kadar ulaşan bir silsilenin halkalarından birisidir.
Aynı kaynaktan Ali Senaî Efendi’nin Sırtlı Ebubekir Efendi’nin oğlu ve Kastamonu Semhiyye Medresesi müderrislerinden olduğu anlaşılmaktadır. Belgenin düzenlendiği tarihte hayatta olmadığı anlaşılan Senaî Efendi’nin tefsir, usul-i hadis, usul-i fıkıh, hikmet, kelam, meanî ve mantık gibi ilim dallarında üstat olduğu ve Nebe Suresine kadar Kuran-ı Kerim tefsir ettiği belirtilmektedir.
Said lakabıyle meşhur olan Kelkit’li Mehmet Efendi’den icazetli olan Ali Senaî Efendi‘nin hususiyetleri sayılırken kullanılan, “tahrir-i kamil (güzel yazı ve beyan sahibi), Allame-i zemani hi (devrinin en büyük alimi), Sahibül-kuvvet-i kudsiye (manevî kuvvet sahibi) ve Ebu’n-nür (nur sahibi)…” gibi ifadeler onun İlmî kariyeri hususunda fikir vermektedir.
Ali Senai Efendi’nin kabrinin bulunduğu Müfessir Alaaddin Efendi’nin Türbe binası, harçla moloz taşından yapılmış, çatışı ahşap ve kiremitle örtülü; iç ebadı 5.5×10 metre olan dikdörtgen bir binadır. İlk yaptıranın kim olduğu ve yapılış tarihi net olarak belli değildir. Fakat bu türbeden alınarak Kastamonu Müzesine kaldırılmış olan bir kitabede: “Emera biimareti hazihi’l makbereti el-Abdurraci rahmete rabbihi Yaman bin Mehmet fî sene semanün semanine ve sitte mie.” 688/1289 yazısı vardır.
Bu yazılı taşın, bir mezarın başından alınmış olmasına rağmen şahide türbe kitabesi olduğu görülmektedir. Kitabede adı geçen Yaman bin Mehmet, kuvvetle muhtemeldir ki Candaroğulları Beyligi’nin kurucusu olan Şemseddin Yaman Candar’dan başkası değildir.
Müfessir Alaeddin Efendi kendisi veya bir başkası için yaptırılmış olan bu türbede medfundur ve halkın rağbetine binaen türbe onun adıyla anılmaktadır. Kuzey köşesindeki kapıdan girilen türbenin içi boydan boya ahşap şebeke île bölünmüştür. Doğu tarafı salon olarak bırakılmış olan türbede yedi adet ahşap sanduka vardır. Sandukalar kabirlerin baş ve ayak şahideleri arasına gelecek şekilde konulmuştur. Kesin olmamakla beraber sağdan sola doğru sandukalar şöyledir ;
I. Sanduka ; Müfesssir Alaeddin Efendi
II. Sanduka ; Şahidesi silik olduğu için kime ait olduğu belli değildir.
III.Sanduka ; Vefat tarihi 1374 kim olduğu belli değil.
IV. Sanduka ; Merhum Sırtlı hoca Ali Senai Efendi
V. Sanduka ; Şahidesinde ” Külli şey’in halikün illa vechehü” yazısı okunmakta ama kime ait olduğu belli değil.
VI. Sanduka ; Vefat tarihi ve kim olduğu belli değil.
VII.Sanduka ; İzbelizade Mehmet Efendi‘ye aittir. Türbede kesin olarak kime ait olduğu belli olan sadece bu mezardır. Mehmet Efendi’nin Celvetî tarikatına mensup olduğu ve 1228/1813 tarihinde veba hastalığından vefat ettiği hususu şahidesindeki yazılardan anlaşılmaktadır. Mehmet Efendi Kırkçeşme’deki Şeyh Mustafa Efendi dergahında şeyhlik görevi îfa etmiş bir Celvetî şeyhidir. Rabbim şefaatlerine nail eylesin. Amin