Bursa’da Tahtakale mahallesinde yer alan İnebey Caddesi ile gözede sokağının kesiştiği yerde
Adı Gözedeci Mehmed Efendi‘dir . Ravza-i evliya ve Gülizar-ı İrfan’da ;” Mezarı ihtiyar ve genç, ziyaret edenlerin Allah rızası için yaptıkları duaların kabul olduğu yer olup her ne husus için ruh-ı şeriflerinde istimdad etseler , elbette muradlarına kavuşup faydasını gördükleri tecrübe ile sabittir. ”denir.
Bir başka rivayete göre de ; Bu zatın ” Aşık Cemal ” adında birisi olduğu ve sevdiği uğruna fedakarlık gösterdiği söylenmektedir.
Kaynaklar;
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Bursa – Nalbantoğlu Mahallesinde Akbıyık caddesi üzerinde . İpekçioğlu sokağının tam karşısındadır.
Akbıyık Sultan Tekke ve Haziresi
Şimdiki türbesinin olduğu yerde dergahı ve mescidi vardır. Dergah bir müddet Bektaşilerin eline geçmiş, daha sonra terk edilerek ev olarak kullanılmıştır . Günümüzde ise Dergah Yok olmuş , türbe ve hazire ise kalmıştır. haziresinde ;
Mehmed Ağa Bin Ahmed
Hacı Hüseyin Kazım Efendi ( Akbaba ailesinde – müderris)
Hafız ahmed efendi
Seyyid Hacı Hafız İmadeddin Efendi ( Akbaba ailesinde – müderris)
Mehmed Emin Efendi
Edhem Efendi ( Kadı – Rufai )
ve on dort tanede isimsiz kabir taşı bulunmaktadır.[/toggle]
Akbıyık Sultan ; Meczub velilerden olup , II. Murat Ve Fatih Sultan Mehmet Han döneminde yaşamıştır. Asıl adı Abdullah , Muhyiddin veya Ahmed Şemseddin’dir. Babasının adı ; Hacıoğlu’dur. Doğum tarihi bilinmemektedir. Hacı Bayram Veli hz’nin sohbetlerine katıldı. Onun feyz ve bereketiyle kemale erdi. Onun huzurunda tevbe ve inabetle , mücahede ve riyazat edip kalblere şifa olan sözleri ile ileri derecelere ulaştı.
Akbıyık Sultan bir taraftan hocasının sohbeti ile bereketlenirken diğer taraftan İkinci Murâd Han’ın haçlılar ve diğer din düşmanlarına karşı giriştiği cihâd hareketine de katıldı. Giriştiği seferlerde, Hacı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin diğer talebeleri ile birlikte büyük kahramanlıklar gösterdi. Böylece Osmanlıların Rumeli’deki yayılmasında önemli hizmetler gördü.
Bu gazâlarda gösterdiği başarılardan birinin sonunda İkinci Murâd Han tarafından Yenişehir köylerinden bir tanesi kendisine temlik edildi (1437). Bu parayı ticarette kullanan Akbıyık Sultan kısa zamanda malının hesâbını yapamayacak kadar zenginleşti. Mal, mülk meşgûliyeti az zaman içinde, hocasının sohbetinden daha az istifâde etmesine yolaçtı. Bu sebeple birgün hocası Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, dünyâya ve onun geçici lezzetlerine bağlanmanın mahzurlarından bahsederek Akbıyık Sultan’a;
“Evlâdım bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı bâki kalan işlerle meşgul ol.”
“Hocam! Peygamber efendimiz; “Dünyâ, âhiretin tarlasıdır.” buyuruyor. Bu sebeple dünyâ malı ile de meşgul olmak gerekmez mi?”
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri uzun bir sükûttan sonra;
“Evlâdım! Mâdem ki dünyâyı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terket. Bu dergâhta dünyâ ile meşgul olanların işi yoktur.” buyurdu.
Akbıyık Sultan bu sözler üzerine kapıdan dışarı çıkarken tam eşik üzerinde başından sarığını düşürdü. Bunu hocasının bir kerâmeti bilip günü gelince sebebi meydana çıkar, düşüncesiyle alıp başına giymedi.
Akbıyık Sultan’ın bundan sonra topladığı altın ve gümüş para sayılamayacak ölçüde arttı. Ancak gönlünü hiç bir zaman para ve pula kaptırmadı. Eline geçen para da hiç bir zaman kendisinde kalmadı. Fakir, fukarâ, kimsesiz, öksüz, yetim, dul, borçlu ve gariplerin sığınağı oldu. Bursa’da büyük bir imâret yaptırarak gelen geçen yoksullara ikramlarda bulundu. Misâfirleri ağırladı. O dağıttıkça parası artıyor, parası arttıkça o da dağıtmaya devâm ediyordu. Bu arada Alâeddîn Ali el-Arabî hazretlerinin derslerine devam ederek ilimde ilerlemeye de gayret sarfediyordu.
Ve nihâyet… Hocasının kerâmeti tahakkuk etti. Sarığının eşik üzerinde düşmesinin esrârı aydınlandı. Yine şeyhi ve üstâdı Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin eşiğine yüz sürdü. Mübârek sohbetlerine tekrar kabûl olunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Hocasının sekiz halîfesinden biri olma şerefine kavuştu.
Akbıyık Sultan , İstanbul’un Fethi sırasında Fatih Sultan Mehmet Han’ın yanında bulunmuş devamlı askeri teşcî’ edip coşturuyor, duâ ve sözleri ile onları gayrete getiriyordu. İstanbul’un fethi Molla Gürani , Molla Fenari , Akşemseddin ve Akbıyık Sultan gibi gönül erlerinin himmeti ile gerçekleşmiştir.
Fâtih Sultan Mehmed Han fetihten sonra İstanbul’da yaptırdığı câmilere bu gâzi şeyhlerin isimlerini verdi. Akbıyık Sultan adına da Ayasofya’nın alt tarafında yer alan Cankurtaran civârında bir câmi yaptırdı.
Akbıyık Sultan ömrünün son yıllarını Bursa’da talebe yetiştirmek, zikir taat ve ibadetle meşgul olmak ve yine fukaraya yardımda bulunmakla geçirdi. Bazı yazma mecmualarda rastlanan , ”Şems-i Huda” mahlaslı tasavvufi şiirlerin ona ait olduğu tahmin edilmektedir.
860 / 1456 senesinde aşk-ı ilahi ile beka alemine göçtüğünde Ulu cami’nin üst tarafında Sarrafiye Medresesi karşı hizasında mukim olduğu yerdeki mescid haziresine defnedildi. Arkasında pek çok hayır müesseseleri ve binlerce talebe bıraktı.
İstanbul’da bir, Bursa’da iki mahalle, dergah ve cami Akbıyık Sultan adıyla anılmaktadır.
Kaynak ; Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2 İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları Mustafa Kara , Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler , Bursa Kültür A. Ş. yayınları Hasan Basri Öcalan – Bedri Mermutlu , Bursa Hazireleri , Bursa Kültür A.Ş. yayınları
Bursa ‘da Aydede semtinin altında yer alan Molla Fenari caminin bahçesinde , dedesi Molla fenari hz’nin yanındadır. Ancak kabir taşı ne yazıkki hazirede yoktur.
Osmanlı devleti’nde yetişen büyük alim ve velilerdendir. Osmanlı’nın İlke Şeyhülislamı Molla Feneri hz’nin torunudur.Adı , Ali b. Yusuf Bali b. Şemseddin Muhammed Fenaridir. Gençliğinde tahsil için İran’da meşhur olan Herat’a gitti. Sonra Semerkand ve Buhara’ya döndü. İlmin her dalında ihtisas yapma imkanı buldu.Sonra memleketini çok özledi ve Fâtih Sultan Mehmed Hanın ilk zamanlarında Anadolu’ya geldi.
Diğer taraftan büyük âlim Molla Gürânî hazretleri, Fâtih Sultan Mehmed Hana her zaman Molla Fenârî‘nin çocuklarının korunmasını belirtir ve onlardan birisinin yüce dîvân üyesi olacağını söylerdi.
Alâeddîn Ali Anadolu’ya ayak basınca, durumunu Pâdişâh’a bildirdi. Âlimleri çok seven Fâtih Sultan Mehmed Han, Hocasının da sözlerini hatırlayarak onu Bursa’daki Manastır Medresesine müderris tâyin etti. Sonra da, Sultan İkinci Murâd Medresesinde vazîfelendirdi. Ardından Bursa kâdısı, en sonra da kâdıasker yaptı. On yıl bu yüksek mevkide kalarak, ilmin ve âlimlerin şerefini korudu. Pekçok âlim, onun yüksek himmetiyle, lâyık oldukları şerefli hizmetlerin zirvesine ulaştı. Bir süre sonra kâdıaskerlik vazîfesinden ayrıldı ve emekli oldu.
Sultan İkinci Bâyezîd Han pâdişâh olunca, Rumeli kâdıaskerliğine getirildi. Sekiz yıl bu vazîfede kaldı. Sonra bu vazîfeden ayrılıp, Bursa’ya döndü. Burada günlerini ders okutmak ve ibâdet etmekle geçirip, Cumâ ve Salı günlerinin dışında her gün ders verir, gayretle çalışırdı. Senenin üç mevsiminde, Keşîş Dağı eteğinde, halenKadı Yaylası denilen yerde bir ev yaptırıp, orada oturmağı âdet edinmişti. Derslerini de burada okuturdu. Ancak kışın şiddetli zamânında şehire inerdi. Dâimâ ilimle meşgûl olurdu. Yatakta yatmazdı. Uyku bastırınca duvara dayanır, önünde kitap dururdu. Uyanınca kitaba bakardı. Bu kadar çok ilim sâhibi olmasına rağmen, fazla kitap yazamadı. Çünkü vakitlerinin çoğunu, kâdılık ve ders okutmakla geçirdi. Sâdece nahivde Kâfiye Şerhi’ni ve bir de, matematikte Tecnîs’in bir kısmının şerhi olan bir risâleyi yazdı. Matematik ilminin her dalında mâhir idi. Kelâm, usûl, fıkıh, belâgat ilimlerinde pek derin bir âlim idi. Akıllı, edebli ve vakûr idi.
Alâeddîn Ali, tasavvuf ilmiyle uğraşmaktan da büyük haz duyardı. Aklî ve naklî ilimlerde yüksek derecelere eriştikten sonra, tasavvufta mürşid-i kâmil derecesine yükselmiş olan Şeyh Hacı Halîfe’nin huzûruna gidip, ona talebe oldu. Bu zât, Zeyniyye yolunun büyüklerinden idi. Vefâtına kadar onun yanından ayrılmadı, böylece yüksek mârifetlere kavuştu.
Alaeddin Ali Efendi ; 903/1497 yılında Bursa’da vefat etti ve Dedesi Molla Fenari’nin yanına defnedildi. Kaynak ;
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları
Bursa ‘da Aydede semtinin altında yer alan Molla Fenari caminin bahçesindedir. Üftade Tekkesi ve Üçkuzular caminin hemen yakınındadır . Bursa çarşıda Üftade hz’nin türbesinin arkasından dolmuşlar Üçkuzular camiine gidiyor.
Molla Fenari 751/1350 senesinde safer ayında Horasan’ın Maveraünnehir bölgesinde , Fenar kasabasında doğdu. Babasının adı Hamza idi.Bu köyde doğması veya babasının fenercilik sanatıyla meşgûliyetinden dolayı “Fenârî” nisbetiyle meşhur oldu. Molla Fenari ismi ile meşhur oldu. İlk tahsilini babasından aldı. Ve yine babası Hamza ve Şeyh Hamid-i Veli ‘den tasavvuf dersleri aldı. Yirmi yaşına geldiğinde ilim tahsilini arttırmak amacıyla Mısır’a gitti. Burada ünlü Alim Şeyh Ekmeleddin hz ve bir çok alimden Şeriat ilimleri , kozmoğrafya , matematik ve diğer bir çok ilimi tahsil etti. İlim tahsilini tammaladıktan sonra Anadoluya dönerek Bursa’ya yerleşti.
Bursa’ya geldikten sonra 770 senesinde Manastır medresesine müderris, 771 yılında da Bursa’ya Kadı oldu. Molla Fenari aynı zamanda Osmanlı Mülkünde Müftü idi ve bu üç görevi birlikte yürüttü. Bu ilmi hlak arasında şöhret buldu ve ; her cuma Camii şerife giderken havas ve avam bütün halk, evi ile cami arasında izdiham eder ve onu selamlarlardı.
Molla Fenari bir ara Sultan ile aralarında çıkan bir münazaradan sonra Sultana gücenerek , Bursa’daki hizmetlerini tamamen bırakıp Karaman’a gitti. Karaman Beyi ona çok iltifat ve ihsânlarda bulundu. Ders okutması için ricâda bulundu. Orada da ders verip talebe yetiştirdi. Burada, Yâkub-i Asfâr ve Yâkûb-i Esved gibi zâtlar ondan istifâde edip, ilimde yüksek dereceye ulaştılar. Molla Fenârî, bu iki talebesiyle dâimâ iftihâr ederdi. Karaman Beyinin kızı Gül Hâtun ile evlenerek, iki oğlu, iki kızı oldu. SonraOsmanlı Sultânının dâveti üzerine tekrar Bursa’ya geldi. Eski hizmetlerine devâm etti. İki oğlu da, kendisi gibi âlim olarak yetişti. Onlar da Bursa’da kâdılık yapmışlardır.
822 yılında, ilk defâ Hicaz’a gidip hac yaptı. Hacdan dönerken, Mısır Sultânı Melik Müeyyid, Mısır’da kalarak ders vermesini ricâ etti. Bir müddet kalıp, ders okuttu. Birçok ulemâ ve evliyâ ile sohbet etmiş ve çeşitli meseleleri muhâsebe ve müzâkere etmişlerdir. Bu yolculuğu esnâsında Kudüs-i şerîfi de ziyâret etmişti. Çelebi Sultan Mehmed Hân dâvet edince, Bursa’ya geldi. Bu haccında Medîne-i münevverede iken, orada vefât eden büyük velî Şâh-ı Nakşibend’in halîfesi Muhammed Pârisâ’nın cenâze namazında bulundu.
Tasavvufa karşı derin bir ilgisi ve alakası vardı. Özelikle Somuncu Baba’dan çok feyz almıştır. Büyük bir velî ve yüksek âlimlerden olan Somuncu Baba, önceleri Bursa’da yaptırdığı fırında pişirdiği ekmekleri satarak geçinirdi. O sırada Molla Fenârî de Bursa’da kadılık yapıyordu.Somuncu Baba’nın ilimdeki ve velîlikteki üstünlüğünü bilenlerdendi. Sultan Yıldırım Bâyezîd, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmiyi inşâ ettirmeye başlamıştı. İnşâat sırasında, câmide çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba karşılamıştı. Câminin inşâsı bittiğinde, açılış günü Cumâ hutbesini okumak üzere Pâdişâhın dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan hazretlerine vazife verilmişti. O gün orada, Molla Fenârî ile berâber büyük bir âlim topluluğu da vardı. Tam Cumâ vakti gelince, Emîr Sultan hazretleri; “Sultânım, zamânımızın büyüğü burada bulunurken, bizim hutbe okumamız edebe uygun değildir. Bu câmii şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık zât, şu kimsedir!” diyerek Somuncu Baba’yı işâret etti. Şöhretten son derece sakınan bu büyük velî, Pâdişâhın emri üzerine mimbere doğru yürüdü. Emîr Sultân’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im! Niçin böyle yapıp, benim hâlimi ele verdiniz?” dedi. Emîr Sultan da: “Sizden daha üstün bir kimse göremediğim için böyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret içinde kalmıştı. Somuncu Baba’nın okuyacağı hutbeyi merakla beklemeye başladılar. Mimbere çıkan Somuncu Baba, öyle güzel bir hutbe îrâd buyurdu ki, o zamana kadar cemâat böyle bir hutbeyi hiç kimseden dinlememişti. Hutbede; “Ulemâdan bâzısının, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı bulunmaktadır. Onun için, bugünkü hutbemizde bu sûrenin tefsîrini yapalım.” buyurdu. Fâtiha sûresinin yedi türlü tefsîrini yaptı. Bu konuda nice hikmetli sözler beyân eyledi. Herkes hayret içinde kaldı. Bursa’da onun büyüklüğünü anlamayan kalmamıştı. Başta kâdı Molla Fenârî; “Somuncu Baba, önce bizim bu sûrenin tefsîrindeki müşkilimizi halletti. O, bunun büyük bir kerâmetiydi. Çünkü, Fâtiha’nın birinci tefsîrini bütün cemâat anlamıştı. İkinci tefsîrini, cemâatin bir kısmı anladı. Üçüncüsünü anlayanlar çok azdı. Dördüncü ve sonraki tefsîrlerini, içimizde anlıyan yok gibiydi.” demekten kendini alamamıştı.
Namazdan sonra hemen evine giden Somuncu Baba’yı ilk ziyâret eden Molla Fenârî oldu. Bu ziyâret sırasında ona; “Efendim, bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat anlıyamadığım bâzı yerleri vardı.Bu hutbeniz ile, anlıyamadığım yerleri açıklamış oldunuz. Medresede, hizmetlerimizin karşılığında kazandığımız beş bin akçe paramız vardır. Helâl olmasında hiç şüpheniz olmasın. Kabûl buyurursanız, bunu size hediye etmek ve ayrıca sizin talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum.” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh edip duâ eyledi. Molla Fenârî, çok feyz ve mârifetlere kavuştu. Yazdığı tefsîrlerinde bu ince mârifetleri beyân eyledi. Bir cild büyüklüğündeki Fâtiha Tefsîri, bu ince bilgilerle doludur.
Bu hâdiseden sonra büyüklüğü herkes tarafından anlaşılan Somuncu Baba; “Sırrımız ifşâ oldu. Herkes bizi tanıdı.” diyerek Bursa’dan ayrılmak istedi. Bir sabah erkenden, Gaves PaşaMedresesinden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı.Somuncu Baba’nın Bursa’yı terk etmekte olduğunu haber alan Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip, Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricâlarda bulundu. Fakat, kabûl ettiremedi. Sonunda Bursalılara duâ etmesini taleb etti. Bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli ve bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti. Birbirine vedâ ederek ayrıldılar. “Duâ Çınarı” denilen bu ağaç, Bursa’nın Ankara yolu çıkışındadır.
XV. yüzyılın ilk yarısında Bursa’ya gelerek tarikatını neşreden Abdullatif Kudsi, allame Molla Fenari ile görüşürüp onu tarikatına almıştır. Molla Fenari daha sonra Zeyniyye tarikatının Osmanlı’da yayılmasında birinci derecede rol oynamıştır.
Molla Fenârî, İpekçilikten çok iyi anladığından, kendisine yetecek kadar parayı sağlamak için bu işle uğraşır ve yiyeceği, giyeceği için lâzım olan parayı kendi emeği ile kazanırdı. Süslü elbiselerle dolaşmaktan hiç hoşlanmazdı. Gâyet mütevâzî giyinir, başında bir dolama ile dolaşırdı. Böyle giyinmesinin sebebini soranlara; “Elimin kazancı, daha fazlasına yetmiyor.” cevâbını verirdi.
Molla Fenari’nin vefatında kütüphanesinde on bin cilt kitabının olduğu görülmüş olup , tefsir , fıkıh , usul-i fıkıh , mantık ve daha başka ilimlerde 100 den fazla eser yazmıştır. Başlıcaları şunlardır: 1) Ayn-ül-A’yân: Fâtiha sûresinin tefsîridir. 2) Füsûl-ül-Bedâyi’ fî Usûl-iş-Şerâyi’, 3) Îsâgûcî Şerhi: Mantık ilmine dâir, bir günde yazdığı çok kıymetli şerhtir. Îsâgûcî’ye yaptığı bu şerhi, mantık ilmini çok güzel açıklamaktadır. Buna, bir gün sabahleyin başlamış, güneş batarken bitirmiştir. Bu mantık kitabı, medreselerde uzun zaman ders kitabı olarak okutulmuştur. 1886 (H.1304) yılında İstanbul’da basılmıştır. 4) Enmûzecü’l-Ulûm: Yüze yakın ilme âit meseleyi ihtivâ eden ansiklopedik bir eserdir. Bu eser, oğlu Muhammed Şâh tarafından şerh olunmuştur. 5) Ferâiz-i Sirâciyye Şerhi, 6) Şerh-i Mevâkıb üzerine Ta’likât, 7) Esâs-üt-Tasrîf, 8) Esmâ’il-Fünûn, 9) Es’ile, 10) Risâletü Ricâl-il-Gayb, 11) Risâletün fî Menâkıb-iş-Şeyh Behâüddîn-i Nakşibendî, 12) Şerhu Usûl-il-Pezdevî, 13) Şerhu Telhîs-il-câmi’ el-Kebîr: Fıkıh ilmine dâirdir. 14) Şerhu Telhîs-il-Miftâh: Me’ânî ilmine dâirdir. 15) Şerh-ur-Risâlet-il-Esîriyye fil-Mîzân, 16) Şerhu Fevâid-il-Gıyâsiyye: Me’ânî ve beyân ilimlerine dâirdir. 17) Şerhu Mukatta’ât. 18) Şerh-ul-Mevâkıb: Kelâm ilmine dâir bir eserdir. 19) Hâşiyetün alâ Şerh-ış-Şemsiyye: Seyyîd Şerîf Cürcânî’nin eserine yaptığı kıymetli bir hâşiyedir. 20) Hâşiyetün alâ Dav’ıl-Miftâh, 21) Şerh-ul-Misbâh: Nahiv ilmine dâirdir. 22) Hâşiyetün alâ Şerhây-is-Seyyid ves-Sa’d lil-Miftâh, 23) Uveysât-ül-Efkâr fî İhtiyâri ülil-Ebsâr: Aklî ilimlere dâir yazdığı bir eser olup, fen ilimlerinde zor problemlerin çözüm şekillerine karşı îtirâzları inceler. 24) Misbâh-ul-Uns, Beyn-el-Ma’kûl vel-Meşhûd fî Şerh-i Miftâh-i Gayb-il-Cem’i vel-Vücûd: Sadruddîn-i Konevî’nin Miftâh-ul-Gayb adındaki eserinin şerhidir. 25) Mukaddimet-üs-Salât.
Molla Fenari 1431 / 834 yılında Recep ayında vefat etti. Kabri şerifi ;Bursa ‘da Aydede semtinin altında yer alan Molla Fenari caminin bahçesindedir. Üftade Tekkesi ve Üçkuzular caminin hemen yakınındadır
Kaynaklar ; Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Asıl adı Muhammed Şemseddin olan Emir Sultan, 1368′de Buhara’da doğmuştur. Babası, çömlekçi mânâsına gelen “Emir Külâl” lâkabı ile tanınan devrinin mutasavvıflarından Seyyid Ali’dir. Kaynaklar, kendisinin seyyid olduğundan bahsetmektedir ki; soyları Hz. Hüseyin’e (ra), ondan Hz. Ali (kv) ve dolayısıyla Peygamber Efendimiz’e (sas) dayanır. Bu yönüyle peygamber sülâlesinin altın silsilesine dahildir. Soyları itibarıyla “Emir”, Buhara’da doğmalarından dolayı “Emir Buhari” veya “Emir Şemseddin-i Buhari” dendiği gibi, veli olmasından ve aynı zamanda Sultan Yıldırım Bayezid’e damat olmasından dolayı da, “Emir Sultan” denmektedir.
Emir Sultan’ın babası Seyyid Ali, Buhara’da âriflerin yolundan gidenlerdendi. Şöhretten ve gösterişten kaçınır, halkın hizmetine koşardı. Kıt kanaat da olsa alın teri, el emeği ile geçinmeye itina gösterir, çömlekçilik yapardı. Oğlunu Kur’an-ı Kerim ve Sünnet ışığında yetiştiriyordu. Ona: “Hz. Kur’an rehberin olacak, hadisler sana yol gösterecek.” diyordu.
Emir Sultan Hazretleri ilk tahsilini her şeyiyle Müslümanlığın yaşandığı aile ocağında görmüştür. Onun ilk hocası yukarıda vasıflarını saymaya çalıştığımız, Allah Resulü’nü (sas) kendisine rehber edinmiş bulunan babası, Emir Külâl Hazretleridir. Babası, yedi yaşında iken annesi vefat eden oğlu Muhammed Şemseddin’in (Emir Sultan) örnek bir insan olarak yetişmesi için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Oğlunu, İslâm’ın özünde var olan yüksek insan sevgisi ile yetiştirmeye çalışıyordu. Bunun yanında oğluna kendi mesleği olan çömlekçiliği öğretiyordu. Babası ona başka sevgileri değil; Allah sevgisi, Peygamber sevgisi ve O’nun (sas) ashabının sevgisini öğretiyordu. İşte oğluna verdiği nasihatlerden bir misal: “Oğlum! Peygamberi anandan ve babandan daha çok sev. Soyunla övünme. Yalan söyleme, her gününü son gününmüş gibi tamamlamaya çalış. İlim öğren ve bunda aslâ üşenme. Yaşlılığında bile cihadı hiç bırakma. Selâm vermeden hiçbir topluluğa girme. Hz. Kur’an ve hadîsler sana yol gösterecek. Hayra koş; kötülükten kaçın. Unutma ki en büyük silâhın Allah’a (cc) ettiğin dua olacaktır.” Görüldüğü gibi Emir Sultan bu nasihatlerin ışığında, dinin yaşandığı bir ailede ve Emir Külâl gibi muhterem bir babanın yanında yetişmişti. Ayrıca babasının önde gelen müridlerinden Şeyh İsa gibi zamanın ünlü mutasavvıflarının da sohbetlerinde bulunarak olgunlaşmıştır. Emir Sultan, on sekiz yaşlarında iken, en önemli dayanağı babasını kaybetmişti. Bir süre babasının yakın dostları ve özellikle Seyyid İsa’nın yanında kalmış eğitimini tamamlamıştır.
Buhara’dan Bursa’ya
Genç yaşta mânevî kemâlâta eren Emir Sultan, Allah ve Peygamber aşkı ile Hicaz’a gitmek için Buhara’dan ayrılır. Ayrılırken de Buhara’da bulunan vefakâr baba dostlarıyla, âlimlerle ve erenlerle vedalaşıp, hac kervanıyla yollara düşer. Merv, Nişabur, Isfahan, Bağdat ve Basra üzerinden Hicaz’a ulaşır. Haccını tamamladıktan sonra Medine-i Münevvere’ye yerleşir. Gâyesi Allah Resûlü’nden (sas) feyz alarak huzurlu bir hayat yaşamaktır. Bu maksatla orada ikamet etmeye başlar. Günler geçmekte, yirmi yaşlarındaki Peygamber âşığı genç, dinamik ve mütevazı Emir Sultan, yeni dostlar edinmekte, güzel bir hayat yaşamaktadır. Âlim ve ariflerle, Allah dostu ve Resulullah âşığı muhterem zatlarla sohbet ederek ilmini, irfanını geliştirmektedir. Medine’deki bu durumu çok fazla devam edemeyecektir. Zira görmüş olduğu bir rüyada Efendiler Efendisi’nden (sas) kendisine mânevî bir işaret gelir. Şöyle ki; Resûl-i Ekrem’in (sas) huzurunda edeple oturmaktadır. Yanlarında Hz. Ali de vardır. Kendisine denir ki: “Ey oğul! Hak Tealâ tarafından sana işaret olundu ki, Diyâr-ı Rum’a (Anadolu) varıp ceddin Hz. Muhammed’in (sas) sünnetinin âdâbını Müslümanlara takva yolu ile açıklayasın. Bu yolculukta yanan üç kandil sana yol gösterecek. O kandiller nerede sönerse, oraya yerleşeceksin ve kabrin de orada olacak.” Bu işaret Emir Sultan’ı o cennetler kadar güzel Medine’den ayıracaktır. Medine’ye giden bir Peygamber âşığının “Bana Medine o kadar güzel geldi ki, farz-ı muhal o anda cennetin bütün kapıları ardına kadar açılsaydı, ihtimal cenneti değil, Medine’yi tercih ederdim.” dediği o güzel beldeden, Allah rızası için, mübarek emre itaat edip hicret etmiştir.
Hicret bir davanın yayılması için çok önemli bir esastır. Tarihte hicret etmedik büyük bir dava ve mefkûre adamı yok gibidir. Peygamberlerin hayatında da hicreti görüyoruz. Hz. İbrahim’i (as) Babil’den Kenan’a, Suriye’den Mekke’ye göç ettiren bir dava vardır. Hz. İsa’yı (as) Filistin çevresinde dolaştıran, Arap Yarımadası’nı gezdirten, hatta Anadolu içlerine kadar getiren bir yüce mefkûre, Allah’ın kendisine tevdi ettiği bir vazife vardır. Hz. Musa’nın (as) da ideali uğrunda hicret eden nebilerden olduğunu biliyoruz. Bu kudsiler arasında en büyük muhacir, Efendimiz’dir (sas). Çünkü hicret, her şey gibi O’nunla (sas) tam mânâsını bulmuştur. Evet hicret, Allah’ın hoşuna giden bir ameldir. Çünkü hicret eden kimse, Allah için çok büyük bir fedakârlığa katlanır. Bir insanın ailesini, evlad ü iyalini, doğduğu yeri terk etmesi çok zordur. Emir Sultan Hazretleri, Buhara’dan Medine’ye ve cennet misal bu yerden, yeni cennet beldeleri oluşturabilmek için Bursa’ya gelecektir. Bursa’ya geldiğinde, daha yirmi bir-yirmi iki yaşlarında bir gençtir. Bu bize günümüzde onun gibi gençlerin Anadolu’dan dünyanın dört bir yanına yaptığı hicreti hatırlatıyor. Emir Sultan Hazretleri, bu mânevî işaret üzerine hacca gelen Buharalılardan ve bazı Medinelilerden oluşan kafile ile Anadolu’ya hareket etti. Kudüs’e uğrayıp Mescid-i Aksa’yı, Câmi-i Ömer’i ve orada bulunan peygamberlerin ve sâlih zatların kabirlerini ziyaret etti. Şam’a uğrayıp Ashâb-ı Kirâm’dan orada medfun bulunan Bilâl-i Hâbeşi’nin (ra), Muhyiddin-i Arabi (1165- 1240) gibi veli kulların, Hums’ta Halid bin Velid Hazretlerinin, Halep’te Hz. Zekeriyya’nın (as), Antakya’da Habib-i Neccar’ın, Konya’da Sadreddin-i Konevi (1210- 1274) ve Mevlâna Celâleddin’in (1207-1273) kabirlerini ziyaret etti. Karaman, Kütahya güzergahından yol alıp, İnegöl üzerinden Bursa’ya ulaştı. Kafile Bursa’nın doğu kısmında Gökdere vadisinde konakladı. Emir Sultan çevresindeki muhib ve müridlerine, Evliya Çelebi’nin dediği gibi: “Ey kardeşler! Bizim ömrümüzün kandili bu şehirde sönecek, makamımız bu şehir olacak.” dedi. Böylece Emir Sultan ve beraberindekiler Bursa’ya yerleşmiş oldu.
Bursa’ya yerleşen Emir Sultan, bir müddet inzivaya çekilmeyi tercih etmiştir. Ancak kısa bir süre sonra Bursa’nın Müslüman halkı bu cevheri keşfetmiştir. Zira Mecdi Efendinin, “Terceme-i Şakâik-i Numaniyye” eserinde dediği gibi: “Allah sevgisine ulaşan kişinin, kalblerin sevgilisi olacağı kesindir.” Bu sebeple Bursalılar ona büyük sevgi ve saygı besleyip ve onu baş tacı etmişlerdir. Bu sevgi günümüze kadar kesintisiz gelmiş ve halen de türbesine yapılan akın akın ziyaretlerle devam ettirilmektedir. Emir Sultan’a duyulan saygının bir göstergesi olarak, Ramazan geleneklerinden olan sahur davulu, Emir Sultan mahallesinde çalınmayıp, “pilâva, pilâva” seslenişi ile halk sahura kaldırılmaktadır.
Emir Sultan’ın Bursa’ya geldiği dönem, Yıldırım Bayezid (1389- 1402) devridir. Bu devir, Osmanlı’nın kuruluş döneminin en önemli hâdiselerinin yaşandığı devirdir. Bir yandan Anadolu Türk Birliği’ni sağlamak için beylikler teker teker Osmanlı’ya katılırken, diğer yandan İstanbul kuşatmaları ve Balkanların fethi çalışmaları devam ediyordu. Haçlılara karşı Niğbolu Zaferi kazanılıyordu. Devletin toprakları yaklaşık bir milyon kilometrekareye ulaşmıştı. Cihan hükümdârlığı mefkûresi, Yıldırım’la Timur’u karşı karşıya getirmiş ve genç Osmanlı Devleti, 1402 Ankara Savaşı neticesinde yıkılma tehlikesi ile karşılaşmıştı. Fetret Devri olarak bilinen bu dönem on bir yıl sürmüş ve nihayet Çelebi Mehmed’in 1413′te tek başına iktidarı elde etmesiyle devlet yeniden derlenip toparlanmıştır. Çelebi Mehmed ve sonrasında İkinci Murad yeniden devleti güçlü hale getirmişlerdir.
Bu üç hükümdârın dönemlerine ve hadiselerine şahit olan padişahlara dua ederek kılıç kuşatan, onları cihada teşvik eden, İkinci Murad dönemindeki İstanbul kuşatmasına (1422) bizzat talebeleriyle iştirak eden, devletin zor zamanlarında etrafındaki halka birlik ve beraberliğin önemini anlatan, padişah da olsa hiç çekinmeden gerektiğinde ikaz eden Emir Sultan Hazretlerinin önemli hizmetler yaptığını görüyoruz. Emir Sultan’ın emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkeri yerine getirmede çok cesur olduğunu söyleyen kaynaklar şöyle der: “Hür düşünceli, sözünü esirgemez, iyiliği emredip, kötülükten nehyederken, mevkii-mertebesi ne olursa olsun kişiler arasında hiç fark gözetmez, dinin emirlerini anlatmakta herkesi eşit tutardı. Özellikle dinî değerlere uymayan tutum ve icraatlar karşısında yönetim mevkiinde bulunanlara hakikatı söylemekte çok cesurdur. O gerçeği söyleyen bir münevverdi, dalkavukluk nedir, bilmezdi. Âlimlerin dalkavukluk yapmasının cihanı harab edeceğine inananlardandı.” Emir Sultan’ın padişah kızıyla evlenmesi Yıldırım Bayezid’in kızı Hundi Fatma Sultan, rüyada aldığı mânevî bir emir üzerine, Emir Sultan ile evlenmiştir. Padişah kızı ile âlim ve Allah dostu birisi arasında gerçekleşen bu evlilik, Osmanlı Tarihi’nin ilklerindendir. Bu evlilik ile alâkalı olarak Yıldırım Bayezid zamanında Bursa kadısı olan ve daha sonra İkinci Murad Han döneminde Osmanlı’nın ilk Şeyhülislâm’ı olacak olan Molla Fenari (1350-1430), padişaha yazdığı bir mektupta Emir Sultan’ın büyüklüğünü şu sözlerle ortaya koyar: “…Emir Sultan’ın Resûl-i Ekrem’in (sas) neslinden değerli bir kimse olduğunu bilesiniz. Hz. Peygamber’in (sas) neslinden Anadolu’ya bunun gibi değerli bir zât gelmemiştir. Buhâra’dan peygamber soyundan böyle bir kişinin buraya gelmesi büyük mutluluktur. Ne mutlu size ki, Peygamberlerin Sultanı (sas) ile dünür oldunuz. Dünya ve âhirette mutluluğunuza vesile olacak işlerinizin giderek çoğalmasını Allah’tan dilerim. Şunu da bilmenizde fayda vardır ki, damadınız olan bu zât, Peygamber Efendimiz’in (sas): “Ümmetimin âlimleri İsrailoğulları’nın peygamberleri gibidir.” hadîsinde işaret ettiği şahsiyetlerden biridir. Hele hele Hz. Peygamber’in soyundan olması onun değerini bir kat daha artırıyor. Biz Hz. Resûl’den sonra bunlardan gördüğümüz eser ve tecellilerin başka hiç kimseden naklolunduğunu görmedik…” Emir Sultan’ın ilim ve maneviyattaki büyüklüğünü anlayan Yıldırım Bayezid Han onunla iftihar eder. Niğbolu Savaşı sonrası, yirmi cami yaptırma adağını da Emir Sultan’ın tavsiyesi üzerine yirmi kubbeli Ulucami’yi yaptırmak sûretiyle gerçekleştirir.
Vefatı
İsmail Beliğ’in Güldeste’sinde ifade edildiği gibi, “Cenab-ı Hakk’ın füyüzatına mazhar keramet sahibi, velâyet tahtının sultanı” olan Seyyid Şemseddin Emir Sultan Hazretleri; mücadele, mücahede, riyazât, zikir, dua, niyaz, tazarru, cihad, hizmet ve sa’y-u gayret dolu bir hayatta binbir tatlı hatıra bıraktıktan sonra 1429 yılında Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Şair Ahmed Paşa şu mısralarıyla tarih düşmüştür:
“İntikal-i Emir Sultan’a Oldu tarih: İntikâl-i Emir” Cenaze namazını Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri kıldırmıştır. Emir Sultan Hazretleri, türbesinde eşi Hundi Fatma Sultan, oğlu Emir Ali ve iki kızı ile yatmaktadır. Türbesi Bursa’nın güneydoğusunda isminin verildiği mahallede, yüksek bir yerdedir. Türbesinin hemen karşısında, iki minareli Emir Sultan Camii vardır. Etrafında büyük bir mezarlık bulunur. Emir Sultan’a komşu olmak isteyen Bursalıların yattığı bu mezarlarda belki birkaç Bursa gömülüdür. Mermerle döşenmiş büyük bir avluya karşılıklı iki büyük kapıdan girilir. Doğu kapısının üzerindeki âyette, meleklerin cennete gireceklere söyleyeceği ifade yazılıdır: “Selâm üzerinize olsun. Ne hoşsunuz! Ebedi olarak içinde kalmak üzere cennete girin.” (Zümer, 73) Avlu ortasında gece-gündüz durmadan akan şadırvan, Emir Sultan makamının ilâhî havasına başka bir âhenk ve renk katar. Cami ve türbe, Cuma günleri tarihi günlerini yaşar. Namaz kılınacak yer bulunmaz. Allah’ın bu sevgili kulunun Bursa’ya kazandırdığı mânevî havadan herkes hissesine düşeni almaya çalışır.
Bursa Cumhuriyet Caddesi yakınında, Abdâl Caddesi, Tahıl Caddesi ve Gül Sokağı’nın kavşağındaki Abdal Mehmet Camisinin karşısındadır.
Osmanlı Beyliği’nin kuruluş aşamasında, Gâziyân-ı Rûm, Abdalân-ı Rûm ve Bâciyân-ı Rûm dediğimiz manevi şahsiyetlerin önemli rolleri olduğu bilinmektedir. Abdal Musa, Abdal Murat, Doğlu Baba ve Geyikli Baba gibi Abdal Mehmet bunların en meşhurlarıdır. Bunlardan başka Bursa Evliyası denilen bu kimselerin içinde daha birçok azizin de olduğunu unutmamak gerekir, yeri geldikçe onlardan da bahsedilecektir. Baldırzade Selisi Şeyh Mehmet Efendi’nin Ravza-i Evliya adlı eserinde “Sâhib-i keşf ü kerâmât, menba-ı vecd ü hâlât, meczûb-ı Hak, mahbûb-ı mutlak” şeklinde tarif edilen Abdal Mehmet, Bursa’nın evliyasındandır.
Emir Sultan hazretlerinin çağdaşıdır ve onun ile çok sohbette bulunmuştur. Bugün, kendi adıyla anılan mahalledeki caminin avlusundaki çınar ağacının dibinde oturur, oradan geçerken elini öperek dua isteyen insanlara dualarda bulunurmuş. Emir Sultan hazretlerinin, haftada bir gün, Yeni Kaplıca yakınlarındaki Akça Hamam’a gitmek adetleri varmış, Emirsultan Mahallesi’nden kalkıp da Sırameşeler-Sıcaksu bölgesindeki Akça Hamam’a giderken yol üzerindeki Abdal Mehmet’e de uğrar ve onunla derin muhabbet ve sohbet bulunurlarmış. Fakat yanına gelmeden önce bir adam gönderir ve eğer Abdal Mehmet’in cezbe ve istiğrak hali çok fazla ise oraya uğramayıp aşağı yoldan giderlermiş. O mahallede Başçı İbrahim adında bir esnafın başçı dükkânı vardır, Başçı İbrahim aynı zamanda Abdal hazretlerinin müridlerindendir ve ona hergün pişmiş bir kelle verir ve her türlü hizmetini görmektedir. Başçı İbrahim, kendi adına bugün Maksem semtinin alt tarafındaki cami, zaviye, imaret ve hamamdan oluşan Başçı İbrahim Külliyesi ve çok sevdiği Abdal Mehmet’in adına da bugünkü cami ile türbeyi inşa ettirmiştir. Başçı İbrahim öldüğünde külliyesinin haziresine defnedilmiştir. Abdal Mehmet hazretlerinin birçok kerametlerinden bahsedilmektedir. Baldırzade diye meşhur olan Selisi Mehmet Efendi’nin Bursa’da Bâb Mahkemesi kâtipliği yaparken yaşadığı bir olay kayıtlara geçtiğinden burada bahsetmek gerekmektedir: Bir gün adamın biri mahkemeye gelir ve “–Abdal Mehmet Mahallesi’ndeki bir şahısta alacağım vardır, bana bir yardımcı verin de gidip o adamı alıp mahkemeye getireyim” der ve mahkeme görevlilerinden birini alıp gider. Görevli ile birlikte borçlu adamı evinden alıp mahkemeye gelirlerken, mahkeme görevlisi türbenin önünde durup aziziz ruhuna bir Fatiha okumak ister, tam o sırada borçlu kişi görevlinin elinden kurtulup türbeye girerek Abdal Mehmet’in sandukasına sarılır ve “-Ey azizim! Beni kurtar” diye feryad ü figân eder.Mahkeme görevlisi içeri girip adamcağızı oradan alıp zorla dışarı çıkararak götürürken orada bulunup da olaya şahit olanlar, görevliye: “-Gel zora baş vurma, zorla götürme, sonra bir zarar görürsün ve nâdim olur yürürsün” demelerine rağmen görevli, bu uyarılara kulak asmayıp adamı yaka paça mahkemeye götürür ve kadı efendinin huzuruna çıkarır. Bursa Kadısı Azmi-zade Efendi, adamı muhakeme eder ve onu hapse yollar. Bir hafta sonra yine aynı günde kadı efendi, adet olduğu üzere kabir ziyaretlerine çıktığında Abdal Mehmet türbesine de gelir ve atından inerek dua için türbeye girer. O sırada, mahkeme görevlisi de dışarıda atın yanında onun çıkmasını beklerken, atın bir çiftesiyle yere yığılıp kalır ve evine götürürlerken de yolda ruhunu teslim eder.
Bir diğeri de şöyledir ki: Kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsilîn Şeyh Abdullah bin Eşref bin Mehmet el-Mısrî el-Kadirî el-İznikî yani halk arasında bilinen adıyla İznikli Eşrefoğlu Rûmî hazretleri de bütün cihanda Bursa Sultânîsi diye meşhur olan, Çelebi Mehmet’in inşa ettirdiği külliyenin bir yapısı olan Yeşil Medrese’de öğrenci iken aynı zamanda Abdal Mehmet Efendi’nin müridlerinden imiş. Bir medreseden arkadaşları ile birlikte Mehmet Efendi’nin huzurunda otururken efendi ona döner ve “-Medreseden danişmendler var, hadi bize köfteli çorba getir” demesi üzerine, Eşrefzade hemen çarşıya gider, her yere sorduğu halde bir türlü köfteyi bulamayıp sadece çorbayı alıp döner. Ortaya konan çorbada köfte olmadığını söylemeleri üzerine Abdal Mehmet hemen yan taraftaki arsadan bir parça toprak alır, balçık haline getirir ve onlardan küçük parçalar halinde köfteler yaparak çorbanın içine atar ve “-Hadi buyurun” demeleri üzerine o yemekten yiyenler nefis bir köfte olduğunu görürler. Emir Sultan hazretlerinin sağlığı bozulduğunda ve eceli yaklaştığında, yakınları ve sevenleri, Hazret-i Emir’in huzuruna çıkarak “-Sizden sonra biz kime tabi olalım ve kimin eteğine sarılalım da feyz alalım” diye sorduklarında, “-Ben vefat ettikten ve bu fânî âlemi terk ettikten sonra halifemin kim olacağını Abdal Mehmet hazretlerine sorup öğrenin ve o aziz efendi kimi işaret ederse ve kimi tayin ederse onun gösterdiği kişiye tâbi olun” diye emir vermişlerdir. Emir Sultan hazretlerinin vefatından sonra da o insanlar Abdal Mehmet’e giderek durumu ve kendilerine sultanın vasiyetini anlatmaları üzerine, Mehmet Efendi, hepsini etrafına toplar, her birine tek tek bakar ve sonunda kendilerine Hasan Hoca’nın halife olması gerektiğini ve ona uymalarını söyler. Hasan Halife, Abdal Mehmet hazretlerinin manevi işaretiyle Emir Sultan’ın halifesi olmuştur.
Molla Fenârî hazretleri de çoğunlukla Abdal Mehmed’in mahallesinden geçer ve onu gördüğünde atından inerek ona hürmet edermiş.
Anadolu’da yetişen büyük velîlerden. Babası Mustafa Efendi, aslen İstanbulludur. Mustafa Efendi, 1650 (H.1061) senesinde İstanbul Esir Hanında çıkan büyük bir yangında evi ve eşyâsı yandığından maddî sıkıntıya düştü. İstanbul’u terk ederek Trakya’da bulunan Aydos kasabasına yerleşti. İsmâil Hakkı Bursevî, 1652 (H.1063) senesinde Pazartesi günü Aydos’ta doğdu.
İsmâil Hakkı Efendi üç yaşına girince, babası onu Celvetiyye yolunun büyüklerinden Seyyid Atpazarlı Osman Fadlî Efendiye götürdü. Osman Fadlî Efendi, elini öpen İsmâil Hakkı’ya; “Sen doğumundan beri, bizim hâlis talebemizsin.” dedi. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmâil Hakkı, on yaşına gelince, Osman Fadlî Efendinin Edirne’de bulunan ilk halîfesi Abdülbâkî Efendinin terbiyesi altına girdi. Abdülbâkî Efendinin yanında yedi sene kalan İsmâil Hakkı Efendi, ondan; sarf, nahiv, mantık, beyân, fıkıh, kelâm, tefsîr ve hadîs dersleri aldı. Fıkıhta Mültekâ, kelâmda Şerhi Akâid adlı eserleri okudu. Okuduğu bütün eserleri kendi el yazısı ile yazdı.
İsmâil Hakkı Efendi, 1674 (H.1085) senesinde, zamânın büyük âlimi Osman Fadlî’den ilim öğrenmek için, hocası Abdülbâkî Efendinin yazdığı bir mektubu alarak İstanbul’a gitti. Osman Fadlî Efendi ile Atpazarı’nda bulunan Kul Câmiinde buluştu. Osman Fadlî, onu eskiden tanıdığından hemen kabûl etti. İsmâil Hakkı Efendi bir müddet hocasına hizmet etti ve Allahü teâlânın zikri ile meşgûl oldu. Birgün hocası Osman Fadlî, onu yanına çağırarak; “Senin istidâdın gelmiş.” dedi. Sonra Besmele çekip, Fâtiha-i şerîfeyi okudu ve üzerine üfledi. “Seni Bursa’ya halîfe yaptım.” buyurdu.
Kendisi şöyle anlatır: “Hocam beni Bursa’ya halîfe olarak tâyin ettiği zaman Mutavvel adlı eseri okuyordum. Hocamın Fâtiha okuyup üzerime üflemesinden sonra, bende başka bir hâl zuhûr etti. Hocamın bu duâsından sonra ilâhî feyz ve mârifetlere kavuştum. Bundan sonra âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin tefsîr ve te’villerini yapmaya başladım. Muhyiddîn-i Arabî, Abdülkâdir-i Geylânî, İbrâhim Edhem, Üftâde ve Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinden mânevî olarak fâidelendim.”
İsmâil Hakkı Efendi, Bursa’ya gittikten bir süre sonra hocası tarafından Üsküp şehrine gönderildi. Burada insanlara vâz ve nasîhatta bulunmaya başladı. Bu sırada hocasının şu mektubu ile talebe yetiştirmeye başladı: “Oğlum Şeyh İsmâil Efendi! Aklen ve dînen, güzel ve beğenilmiş olan şeyleri yapmalarını halka söyle. Kötü ve beğenilmeyen şeyleri yapmaktan onları men et. Kalem sûresinin kırk sekizinci âyetinde yer alan hitâba hazır ol. Sabırlı ol, şükür edici ol. Gecelerinde ibâdet et. Gündüzleri oruç tut. Muttakî ol. Kötü zanna sebep olacak, töhmet altında bırakacak yerlerden sakın. Şâyet böyle yerlere dâvet olsan bile gitme. Nasıl olursa olsun halkı ilme ve amele dâvet eyle. Onları îtikâdî ve amelî yönden terbiye eyle. Yanında bulundukları ve bulunmadıkları zaman onlar hakkında iyi konuş. Ne şekilde olursa olsun kendi varlığını ortaya koyma.” On sene Üsküp’de kalan İsmâil Hakkı Efendi, 1685 (H.1096) senesinde yine hocasının emriyle Tekfur Dağı yoluyla Bursa’ya gitti.
Din ve dünyâ saâdetine sebep olan hocası Osman Fadlî, Kıbrıs’a gönderilince; “Canımız gitti, bedenimiz burada niye durur.” diyerek, Magosa’ya gitmek üzere yola çıktı. Magosa’ya vardığı zaman hocası ile birkaç gün sohbet etti. Birgün sohbet esnâsında sohbette bulunanları bir cezbe, kendinden geçme hâli kapladı. İsmâil Hakkı Efendi, o sırada, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin bir ilâhisini ve arkasından bir aşr-ı şerîf okudu. Bunun üzerine hocasının duâsına nâil oldu. Osman Fadlî Efendi, İsmâil Hakkı’ya dönerek; “Seni buraya getiren mîrâsındır. Çünkü senden başka kalbimde uygun bir kimseyi göremedim.” dedikten sonra, parmağını İsmâil Hakkı’nın ağzının ortasına koyup; “Bu nefes benden sonra sana nasîb olsun.” dedi. İsmâil Hakkı şöyle der: “Hocam böyle buyurduktan sonra bende öyle bir zevk ve hâller hâsıl oldu ki, maksadıma kavuştum.” Yine bir Cumâ günü Osman Fadlî, İsmâil Hakkı’yı yanına çağırdı. Bir tefsîr şerhini uzatıp; “Al şunu, otuz altı yıllık mahsulümdür. Allahü teâlâ sana daha ziyâdesini ihsân etsin.” diye duâ etti. O duâdan sonra İsmâil Hakkı Efendide daha yüksek hâller meydana geldi. Seyyid Osman Fadlî şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ bana öyle yüksek bir talebe verdi ki, hocam Şeyh Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye böyle yüksek bir talebe vermedi.”
İsmâil Hakkı Efendi, hocasının vefâtından sonra Konya, Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul yolu ile Bursa’ya geldi. Bu yolculuk sırasında hazret-i Mevlânâ’yı, Sadreddîn Konevî’yi ve Eşrefzâde Abdullah Rûmî’yi ziyâret etti.
Sultan İkinci Mustafa Hânın, dâveti üzerine, 1695 (H.1107) senesinde Edirne’ye gitti. Nemçe seferinde, orduya cihâdın sevâbını ve büyüklüğünü anlatarak, askeri coşturdu. Osmanlı Ordusu önceBelgrad’a vardı. Oradan Tuna’yı geçerek düşmanla çarpıştıktan sonra, kışın bastırması üzerine Edirne’ye geri döndü. Ertesi sene ordu yine Edirne’den ayrılarak Belgrad’a gitti. O sırada Sadrâzam Elmas Mehmed Paşa idi. İsmâil Hakkı Efendi, Elmas Paşanın hazır bulunduğu gazâların hepsine katıldı ve birkaç yerinden yara aldı. İsmâil Hakkı Efendi, ordunun zaferlerle geri dönüşünden sonra yaralı olduğu hâlde Bursa’ya döndü ve talebe yetiştirmeye, eser yazmaya devâm etti.
Hocası Seyyid Osman Fadlî’nin vefâtından yirmi sekiz sene sonra, gördüğü bir rüyâ üzerine âilesiyle birlikte Şam’a gitti. Şam’da üç sene kadar kaldı. Sonra Allahü teâlânın izni, Resûlullah efendimizin işâreti üzerine İstanbul’a gitti. Üç sene kadar Üsküdar’da kaldı. Bu sırada otuza yakın eser yazdı.
Kendisi şöyle anlatır: “Üsküdar’da iken bir gece Şeyh Üftâde ve Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin rûh-u şerîfleri gelip yanıma oturdu. Bursa tarafına gitmemi işâret ettiler. Sizi sağ tarafımıza alalım deyip, beni sağ taraflarına aldılar. Azîz Mahmûd Hüdâyî bana çok iltifât etti.” İsmâil HakkıEfendi, 1722 (H.1135) senesinde Bursa’ya gitti. İlk iş olarak bir dergâh yaptırdı ve ismini “Câmi-i Muhammedî”. koydu.Dergâh; mescid, semâhâne, çilehâne ve misâfir odalarından meydana gelmiştir. Câminin kitâbesi bizzatİsmâil Hakkı Efendi tarafından yazıldı.
Ömrünün son günlerini evine çekilerek, eser yazmakla geçirdi.Yetmiş altı yaşında iken, 1725 (H.1137) senesinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kabri, yaptırdığı ve bugün İsmâilHakkı Tekkesi diye anılan Câmi-i Muhammedî’nin mihrâbının arkasındadır. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın yakınlarındanHacı Ali Paşa hem türbesini, hem de Câmi-i şerîfi tâmir ettirmiştir. Kabrin üstü açıktır. Etrâfında ve üstünde demirden şebeke vardır.
Kendisi şöyle anlatır: “Allahü teâlâ, âdeti ilâhiyyesi üzerine beni bulunduğum dereceden daha yüksek bir dereceye yükseltti. Daha önce sâhip olmadığım bir meziyeti kalbime akıtarak, beni ilim ve irfân sâhibi eyledi.Allahü teâlânın bu şekilde derecemi yükseltip, bana ilim ve irfân ihsân etmesi yedi senede meydana geldi. Fakat bu feyz ve yüksekliğe kavuşmak, başa gelen belâ ve musîbetlerin, meşakkatlerin acısını tatmaya bağlı olduğundan, pekçok meşakkat ile karşılaştım. Bir taraftan diğer tarafa, bir memleketten başka memlekete gitmek sûretiyle çok meşakkat ve sıkıntılar çektim. Mihnet ve acı, insanı bulunduğu mertebeden aşağı indirmez. Bilâkis başa gelen belâ ve musîbeti kadere rızâ ile karşılamak iyi âkibetlere vesîle olur. İlk önce yolculuk yaptığım memleket Üsküp idi. Yedi sene sonra oradan Bursa’ya gittim. Yedi sene sonra Kıbrıs’a gitmem îcâb etti. Yedi sene sonra Harem-i şerîfe gittim. Yedi sene sonra Hicaz’a gittim. Orada çocuklarım vefât etti. Hac yolunda çok sıkıntılar çektim. Hattâ kıymetli kitaplarım ve eşyâlarımın hepsi elimden gitti. Bütün bunlar karşısında ilâhî emre boyun eğdim. Yedi sene sonraEbû Yümn’ün kabrini ziyâret maksadı ile doğum yerim olan Aydos’a gittim. Yedi sene sonra ikinci defâ olarak hacca gittim. Yedi sene sonra Bursa’dan Şam’a gitmem emrolundu. Bütün akrabâlarımdan uzak kaldım. İşte birçok musîbet ve çilelerle geçirdiğim bu yollar kırk seneyi geçiyor. Allahü teâlâ dilediğini yapar. Kimse O’na bunu niçin böyle yaptın diye soramaz. Karşılaştığım ve çektiğim bu sıkıntılar, tamâmen mânevî işâretlerle meydana gelmiştir. Güzel âkibet, ancak Allahü teâlânın fermânı üzere meydana gelendir. Resûlullah efendimiz; “Benim çektiğim sıkıntıyı hiçbir peygamber çekmemiştir.” buyurmuştur. İnsana gelen belâ ve sıkıntılar, kalbi aydınlatır. Belâ ve musîbet zamânında tecellî-i ilâhî meydâna geldiği için kalbi genişler. Bütün bunlardan dolayı en şiddetli meşakkat, peygamberler hakkında meydana gelmiştir. Onlarınkinden daha hafifi evliyâda görülür. Bu îtibârla büyük zâtlar hep meşakkat ve sıkıntı çekmişlerdir. Resûlullah efendimiz kendisine çok eziyet ve sıkıntı veren kavmi hakkında; “İlâhî! Kavmime hidâyet eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar.” buyurarak hidâyetleri için duâ ettiler.”
İsmâil Hakkı Bursevî buyurdu ki: “Evliyâyı inkâr etmeyip, muhabbet beslemek lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; “Kişi sevdiği ile berâberdir.” buyuruldu. Kıyâmet günü bu büyükler sevdiklerine şefâat edeceklerinden, onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helâkine sebeb olur.”
“Mâlûm ola ki, Muhammed aleyhisselâmın yoluna girene farz olan, Allahü teâlâdan başka olan şeyleri kalbinden çıkarmaktır. Meselâ; bir kimse bir iş için sefere çıktığında, önce vatanını, hısım ve akrabâsını terk edip yola devâm eder. Eğer kalbinde vatanının, hısım ve akrabâsının sevgisi var ve fazla ise sefere rahat rahat gidemez. Belki yola da çıkamaz. Bir peygamber gazâya çıkarken, bir işle uğraşan kimseyi gazâya götürmedi.Meşhûr sözdür ki; “Bir evde iki sarıklı olmaz!” Çünkü herbiri bir tarafa çeker. Evin huzûrunun bozulmasına sebeb olur. Nefs ve şeytan kalbe vesvese verince, insanın zâhiri de bozulur ve kötü işler yapmaya başlar. Namazın fâidesine inancı az olan kimse, kaç rekat kıldığını şaşırır. Ekseriyâ dînî meselelerde yanılır. Çünkü kalbi elinde değildir. Böyle kimselerin zâhirleri de harabdır. Onun için sûretten hakîkate istidlâl et. Arkadaşlarından ayrılma, yoksa yolda kalırsın veya dalâlete saparsın! Topluluktan ayrılan helâk olur. Tek olarak yola çıkma. Çünkü şeytan arkadaşın olur. Yolun başlangıcında olanlar âmâ gibidir önünü göremez. Her an bir tehlike ile karşı karşıyadır. Kendisine yol gösterecek birine ihtiyâcı olduğu gibi, tasavvuf yoluna yeni girenin de yol göstericiye o kadar ihtiyâcı vardır.
Kâmil bir hocanın elinde terbiye olunan bir insan, kısa bir süre içerisinde maksadına kavuşur. Bunun misâli dağlardaki meyvalar ile bahçelerdeki meyvalardır. Yâni dağlardaki ağaçların meyvaları terbiye ve bakım görmedikleri için geç olgunlaşır ve tatlı olmazlar. Fakat bostanlarda bahçıvanların bakımıyla yetişen ağaçların meyvaları hem kısa zamanda olgunlaşır hem de çok lezzetli olur.” Bursalı İsmâil Hakkı hazretleri yazmış olduğu şiirlerinde Hakkı mahlasını kullanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî’nin 106 adet eseri vardır. Bunlardan altmış kadarı Türkçe olup, sâde bir üslûp ile yazmıştır. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân: Kur’ân-ı kerîmin tefsîridir. İsmâil Hakkı hazretleri bu tefsîrinde şöyle buyurur: “Mânevî pederim, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin delâleti ile, birgün rüyâmda Resûlullah efendimiz bana lütfedip arkamı sığadılar. Tatlı bir ifâde ile; “Ümmetim için bir tefsîr yaz!” diye emir buyurdular. Bunun üzerine Allahü teâlâdan ve Resûlullah efendimizin rûhâniyetinden yardım isteyerek üç cildlik bir tefsîr yazdım.” Bu tefsîr hem İstanbul’da hem de Mısır’da basılmıştır. Daha ziyâde bir vâz tefsîridir. 2) Şerh-i Muhammediyye (iki cild), 3) Şerh-i Mesnevî (iki cild), 4) Şerh-i Pendi Attâr, 5) Şerh-i Bostân, 6) Şerh-i Hadîs-i Erba’în, 7) Risâle fî İlm-i Hadîs, 8) Kitâb-ül-Kebîr, 9) Kitâb-ün-Netîce, 10) Şerh-i Mukaddime fî İlm-i Nahv, 11) Şerh-i Fıkh-ı Gîydânî, 12) Hüccet-ül-Bâliga, 13) Kenz-i Mahfî, 14) Nakd-ül-Hâl, 15) Risâlet-ül-Câmi’a, 16) Risâle-iVerdiyye, 17) Şerh-i Şuab-il-İmân, 18) Vesîlet-ül-Merâm, 19) Şerh-ul-Âdâb, 20) Kitâb-ül-Envâr, 21) Sülûk-ül-Mülûk, 22) Silsile-i Nâme-i Celvetî, 23) Kitâb-ül-Mir’ât, 24) El-Vâridat-ül-Kübrâ, 25) Hutab-ul-Hutabâ, 26) Risâle-i Vahdet-i Vücûd, 27) Şerhu Salât-iş-Şifâ, 28) Esrâr-ul-Hac, 29) Şerhu Dibâce-i Kasîde-i İbn-i Fârid, 30) Şerh-ul-Mukrî el-Cezerî fî İlm-it-Tecvîd, 31) El-Vesâyâ fil-Uhûd, 32) Risâlet-ün-Nesâyih, 33) Dîvân.
Mehmet Muhyiddin Efendi ( Üftade) , Sultan II. Bayezid devri 1490 yılında Araplar mahallesinde dünyaya gelmiştir. Babası Manyaslı, annesi ise Hamamlıkızık köyün’dendir. İlk dini bilgilerini ailesinde ve mahalle camiinde tamamlayan Üftade Hazretleri, çocuk yaşlarda iken Selçuk Hatun Camii imamlığını yapan Muslihiddin Efendiden yakın ilgi ve alaka görmüş, dini konularda yetişmesinde büyük emeği geçmiştir. Çok genç yaşlarda Bursa’da post seren Sufilerden Abdal Mehmed ile yakın ilişki içerisine girip sohbetlerinde bulunmuştur. Babasının mesleği ipekçilik (kazzaz) olduğu için oğlunu da aynı mesleğe yönlendirilerek bir kazzazın yanına çırak olarak verilen Muhyiddin Efendi, ilmini geliştirmede oldukça sıkıntı çekmiştir.
Kısa bir süre sonrada babası vefat etmiş kız kardeşi, erkek kardeşi ve annesi ile yalnı kalmıştır. Bir müddet işine devam etmiş bu arada annesi de ona ipek bükmek suretiyle yardımcı olmuştur. Daha sonra erkek kardeşi vefat etmiş ardından kız kardeşi evlenip ayrılmış annesi de kız kardeşinin yanına taşınmıştır. Böylelikle tamamen yalnız kalmıştır.
Hızır Dedeyi bu işe başladığı sıralarda tanıyıp ona intisap eden Üftade Hazretleri , 8 yıl boyunca onun ölümüne kadar hizmetinde bulundu. Karacabey’de Çobanlık yaparken soğuktan dizleri donarak yürüyemez hale gelip kötürüm (Muk’ad) olan Hızır Dede Bursa’ya gelerek Ulucami yakınlarında bir yere yerleşti. Üftade Hazretleri hizmetine girdiği Muk’ad Hızır Dedeyi sırtında kendi yaşıtlarının alaylıbakışları ve söylemleri arasında Kaplıcalara taşıyarak şifa bulması için oldukça fazla çaba sarf etti. Hızır Dede, Üftade hazretleri 16 yaşlarında iken 1506 yıllarında vefat etti. Vefatı sonrası rivayetlere göre Kuzgunlukta bir mağaraya veya Üçkozlar Zaviyesi’nin alt tarafında bir yere defnedildi. Halk arasında ‘ Çoban Şeyh ‘ olarak tanınan Hızır Dede, Üftade hazretlerinin zahiri ilimleri tahsil etmesi için teşvik etti. Bu telkinlerle kendisini yetiştiren Üftade, şeyhinin ölümünü müteakip 18 yaşlarında Ulucamii fahri müezzini olarak görev aldı.
”Üftade” ismini alması gençlik yıllarına rastlar. Sesinin güzelliğiyle dikkat çeken Mehmet Efendi bir yandan Doğan Bey camii diğer yandan da Ulu camii’nin vakfını yöneten mütevelli heyeti kendisine hizmetleri karşılığında ücret takdir etti. Bu ücreti aldığı günün gecesi rüyasında şöyle bir ses duyduğu rivayet olunur: ‘ Sen Üftade oldun’ ( Üftade; Farsça , düşen düşmüş olan manasındadır) yani dini bir hizmeti maddi bir şeyle sattığın için manevi olarak bulunduğun makamdan aşağıya düştür denilir. Yaptığı davranıştan oldukça fazla pişmanlık duyan Mehmet Muhyiddin Efendi daha sonra yazacağı şiirler bu sıfatı mahlas olarak kullandı. O kadar ki Üftade sıfatı zamanla esas isminin önüne geçti.
Düzenli bir medrese eğitimi almamakla birlikte çeşitli kaynaklarda arapça ve farsçayı iyi bildiği, tefsir, hadis, siyer, kelam gibi ilimlere hakim olduğu bildirilir. Farsçayı sonradan öğrenen Üftade, bununla ilgili halifelerinden Veli Dede’ye yaşadıkları bir olaydan sonra şu kısa bilgiyi anlatır. ” Mevlana Celaleddin Rumi gelerek ‘ Benim kitabım Mesneviyi vaazda naklediniz’ diye buyurdular. Ben dahi, ‘ Kat’a lisan-ı Farisi bilmezem’ deyince Hazret-i Mevlana dahi ‘ Hele sen başla, o lisan sana münkeşif olur’ buyurdular. Veli dede o günden sonra Üftade’nin bir Mesnevi aldırıp vaazlarında okuduğunu ifade eder.
Üftade hazretleri 18 yaşında iken başladığı fahri müezzinliği 18 yıl boyunca sürdürdü. Perşembe günleri Doğanbey camiinde bazı cumları Namazgah’da , bazı günlerdeKayhan camiinde vazife yaptı. 18 yıl boyunca da Emir sultan camiinde Mesnevi dersleri verdi. İsmail hakkı Bursevi hazretleri, Üftade’nin Bursa’da muhtelif makamları bulunduğunu tarif ederek; Atik Ali paşa camiinde Halvet, Kayhan camiinde İtikaf ettiği, Umur Bey camiinde Cuma Kıldığı, doğan Bey mahallesinde bir evde ayda bir kez ikamet ettiğini ifade eder. Yine ‘vakıat’ adlı eserinde keşfinin şeyhinin ölümünü müteakiben açıldığını bildirir. Halkın içerisinden hiç bir zaman ayrılmayıp onlarla adeta bütünleşen Üftade Hazretleri Celvet prensibini bu suretle geliştirdi. 30 yaşına kadar müezzinlik ve imamlık yaparak hayatını sürdüren zat bu yaştan sonra tamamen vaaz ve irşad görevini yerine getirdi. Aziz Mahmud Hüdai onu Kayhan camiinde dinlemiş ve bu suretle intisab etmiştir.
41-48 yaşlarında iken Resmi görevli olarak Emir Sultan camiine imam hatip görevlisi olarak tayin edilmiş ancak bunu kabul etmek istememiştir. Rüyasında Emir sultan Hazretlerinden aldığı tavsiye üzerine bu görevi kabullenmiş ancak aldığı ücreti dervişlere harçlık olarak taksim etmiştir.
Üfta hazretleri 90 yaşında iken 26 tammuz 1580 yılında vefat etmiş, namazı Zakir Başı Emir Efendi tarafından kıldırılarar bugünkü türbesine defnedilmiştir. Vefat tarihine kadar Emir sultan camiindeki görevini sürdürmüştür. Sayısız mürid yetiştiren Üftade hazretleri’nin kamil manada en önemli mürdileri Aziz Mahmud Hüdai ve Veli dede adındaki zatlardır. Üftade hazretleri hakkında okunması tavsiye edilen bir çok menkıbe anltılmaktadır. Üftade Hazretleri ilmi yanında şair bir kişiliğe sahiptir. Divanı ve bir adet hutbe mecmuası vardır.
Üftade hazretlerinin silsilesi Somuncu Baba Hacı Bayram veli akbıyık Sultan Hızır dede Üftade hazretleri
Üftade hazretlerinin eserleri
1- Divan ; Altmış kadar şiiri ihtiva eder ve tasavvufi düşüncesinin bazı konularını açıklayan divan ,aşıkların , sadıkların , vasılların, sairlerin , rasihlerin hülasa bu yolun yolcuların hallerini izah eder. 2- Vakıat-ı Üftade ; Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinin müritlik döneminde 1576-1579 yılalrı arasında mürşidinin din ve tasavvuf dünyası ile ilgili düşüncelerini aktardığı bir eserdir.
Üftade Tekkesi Bursa’da hizmet veren tekkelerin en meşhurlarından ve yapıldığı tarihten itibaren hiç kesintiye uğramadan 1925 yılına ( Tekkelerin kapatılmasına kadar ) varlığını sürdüren kurumlardan birisidir. Dergahta hizmet veren şeyh efendiler isimleri , vefat tarihleri ve görev süreleri şöyledir ;
Üftade Hazretleri Mehmet Efendi – 1585 – 6 sene ( Üftade hz’nin küçük oğludur.) Mustafa Efendi – 1608 – 23 sene ( Üftade hz’nin büyük oğludur. Üftade hazretleri küçük Oğlu Mehmet Efendiyi işaret ettiği için ondan sonra dergah şeyhi olmuştur. Ve babsının yanında defnedilmiştir. İbrahim Efendi – 1678 – 72 sene ( Şeyh Mustafa Efendinin oğludur. Önce Medrese eğitim almış sonra Şah efendi kensiyle ilgilenmiştir. Tasavvufi eğitimini ise Aziz Mahmud Hüdai hazretleri yanında tamamlamıştır. Burada 4 sene kalan İbrahim efendi babsının vefatıyla dergahın şeyhi olmuştur. Şeyh İbrahim Efendi , 1670 tarihinde büyük bir meblağda para harcayarak dergahı tamir ettirmiştir. Şeyh İbrahim Efendi 1677 tarihinde vefat etmiş ve dedesinin yaptırdığı caminin bahçesine defnedilmiştir.) Mehmet Efendi – 1697 -20 sene ( Şeyh İbrahim Efendi’nin oğludur. Mustafa Efendi – 1721 – 25 sene Hayreddin Efendi – 1758 – 38 sene Mustafa Efendi – 1802 – 45 sene Ahmed Hasib Efendi – 1808 – 6 sene Burhaneddin Efendi – 1845 – 39 sene Mehmet Efendi – 1912 – 69 sene Mehmet Efendi – 1913 – 1 Sene Hakkı Efendi – 1923 – 10 Sene Muhtar Efendi – 1925 – 2 Sene ( tekkeler kapatıldığında muhtar efendi tekke şeyhi idi.)
Kaynaklar ;
Mustafa Kara , Aşk Bülbülü Hz. Üftade ve Dergahı , Bursa Büyükşehir Belediyesi yayınları , 2014