Bursa – İznik’de Şehre Hakim bir tepe üzerinde ( Harita’da tam yerini görebilirsiniz.
Abdulvahap Gazi, Emeviler döneminde yaşamış ve İslam kuvvetleriyle Anadolu seferine katılmış ünlü bir ordu komutanıdır. Doğum tarihi belli değildir. Taberi ve İbnü’l Kesir, Abdulvahap Gazi’nin H.113(M.731) yılında şehit düştüğünü belirtir. Abdulvahap Gazi, Battal Gazi’nin ve Ahmet Turan Gazi’nin silah arkadaşıdır.Abdulvahap Gazi’nin İznik’den başka Sivas, Elazığ ve Bayburt’ta da türbe ve makamları bulunmaktadır.
Menkıbelere göre Abdulvahap Gazi, Hz. Peygamber’in sancaktarıdır. Onun duası ile uzun bir ömür yaşamıştır. Hz. Peygambere ait mübarek emanetleri yıllarca sonra Malatya’ya gidip Battal Gazi’ye teslim etmiştir. Daha sonra Battal Gazi ve Ahmet Turan Gazi, Anadolu’yu İslamlaştırmak için birlikte hareket etmişlerdir. Abdulvahap Gazi, Soğuk Çermik yakınlarındaki bir savaş sırasında Ahmet Turan Gazi ile birlikte şehit düşmüş; sel sularına kapılan mübarek vücudu uzun müddet Yukarı Tekke kayalıklarının altından akan ırmakta kalmış, görülen bir rüyadan sonra mübarek cesedi buradan alınarak, Yukarı Tekke’deki kabrine nakledilmiştir.
Gelenek: Sivas halkının inancına göre Abdulvahap Gazi, Hz. Peygamber’in bayraktarı sayılmakta ve bayraktarların piri kabul edilmektedir. İşte böyle bir inançtan doğan bir düğün geleneği vardır. Bu gelenek şöyledir:
Oğlan tarafı gelini almak için başlarında bayraktarları, bayrağı çekmiş halde kızın bulunduğu köye veya mahalleye yaklaşırlar. Bunları kız tarafı karşılar. Kız tarafının bayraktarı, oğlan tarafının bayraktarına şöyle seslenir:
Bayraktar, bayrağını kaldır
Yönünü kıbleye döndür
Pirine bir salavat gönder
Verelim muhammed’e selavat,
Sallu ala Muhammed
Herkes selavat getirir. Bu sefer oğlan tarafının bayraktarı, kız tarafının bayraktarına şöyle der:
Kitap üstünde yazı
Okurlar bazı bazı
Pirimiz Abdulvahap Gazi
Verelim Muhammed’e selavat
Sallu ala Muhammed…
Yine herkes selavat getirir ve kız tarafının bayraktarı, oğlan tarafının bayraktarına
maniler şeklinde bilmeceler sorar…
Bursa – İznik’de Lefke kapısı dışındaki şehir kabristanında.
Asıl adı Halil olup önceleri Kara ve Karaca lakabı, vezirliği sırasında da Hayreddin unvanı ile anılmıştır. Karaman’da Sivrihisar kazasına bağlı Çendere köyünden Ali adlı bir kişinin oğludur. İznik Medresesi müderrislerinden Taceddin Kürdi’nin kızı ile evlendikten sonra Şeyh Edebali ile bacanak ve bu münasebetle de Osman Gazi’ye akraba oldu. Anadolu ahi teşkilatma bağlı bulunduğu için süratle yükseldi.
Kara Halil Efendi’nin ilmiye sınıfından geldiği bilinmekle beraber kimlerden ders gördüğü ve nasıl yetiştiği meselesi tartışmalıdır. Ancak kesin olan husus. onun Osman Gazi’nin son yıllarında Orhan Bey’in babasına vekalet ettiği tarihlerde belki de Şeyh Edebali’nin tavsiyesiyle Bilecik kadısı olduğudur. Kara Halil Efendi’nin bu kadılığı sırasında gerçekleştirdiği en önemli hizmet, muntazam bir askeri ocak olan yaya teşkilatını düzenlemiş olmasıdır.
Halil Efendi İznik’in fethinden (731/1331) sonra Orhan Gazi tarafından İznik kadısı tayin edildi. Ardından 749’da ( 1348-49) devletin yeni merkezi Bursa’ya kadı oldu. Murad Hüdavendigar’ın tahta çıkması (1362) üzerine kendisine en yüksek şer’i ve hukuki bir makam olarak yeni ihdas edilen kazaskerlik görevi verildi. Bundan sonra kazaskerlerin padişahla birlikte seferlere katılması kanun haline geldi. Acemi Ocağı ile Yeniçeri Ocağı’nın kurulması da Kara Halil Efendi’nin bu hizmet döneminde gerçekleşti (yaklaşık 766/ 1364-65) Ayrıca Karamanlı Molla Rüstem ile birlikte Osmanlı maliyesinin teşkilatlanmasında da önemli rol oynadı.
Çandarlı Kara Halil, ilk Osmanlı vezirleri olan Alaeddin Paşa, Ahmed Paşa, Hacı Paşa ve Sinaneddin Yüsuf paşalar dan sonra vezir olup Hayreddin unvanını aldı. İlk defa vezirlikle birlikte beylerbeyi yani ordu kumandanlığı görevini de bir arada yürüttü. Vezirliğe tayin tarihi bilinmemekle beraber ilk devir Osmanlı kaynakları 765 (1363-64) veya 766 (1364-65) yıllarını kabul ederler. Ancak Halil Hayreddin Paşa’nın Gümülcine, İskeçe, Zihne, Kavala, Orama ve Serez zaptedildikten sonra 1374’te İmparator İoannes’in oğlu Selanik Valisi Manuel üzerine gönderilmesi, onun 776 (1374-75) yılından önce Batı Trakya fütuhatı sırasında vezirlikle birlikte kumandanlık vazifesini de yürüttüğünü kesin olarak göstermektedir. Halil Hayreddin Paşa daha sonra Selanik, Manastır ve Ohri şehirlerini de ele geçirdi, Arnavut prensleri arasındaki mücadeleler sırasında Osmanlı orduları 1386’da Kroya ve İşkodra·ya kadar ilerledi. Ancak Sultan I. Murad’ın Halil Hayreddin Paşa’yı Balkanlar’da bırakıp oğlu Ali Paşa ile beraber Karamanoğlu Alaeddin Bey üzerine sefere çıkmaya hazırlandığı sırada, Halil Paşa’nın Yenice Vardar’da hastalandığı, az sonra da Serez’de öldüğü haberi geldi. Mezar kitabesine göre ölüm tarihi 789’dur (1387). Cenazesi büyük oğlu Ali Paşa tarafından İznik’e getirilerek Lefke (Osmaneli) Kapısı dışında defnedildi. Türbesi 1922’de Yunanlılar tarafından tahrip edilmiş olduğu için sonradan aynı aileden gelen Nuh Neciyüddin Bey bu türbeyi eski şekliyle tamir ettirdi.
Halil Hayreddin Paşa’nın yapmış olduğu düzenlemeler, özellikle askeri teş kilat ve devlet hazinesinin tesisi, esirlerden beşte birinin devlet hesabına alınmasını sağlaması bir kısım rakiplerinin muhalefetine yol açmış, gerek menşei gerekse tahsili itibariyle küçümsenmiştir. Fakat devrin tanınmış aileleriyle akraba olan Halil Paşa’nın teşkilatçı ve kudretli bir vezir olduğu gerçekleştirdiği işlerle sabit bulunmaktadır.
Halil Hayreddin Paşa aynı zamanda birçok hayır eseri de yaptırmıştır. İnşasına 780’de (1378-79) başlanıp ölümünden sonra 794’te (1391 -92) oğlu Ali Paşa tarafından tamamlanan İznik’teki Yeşil cami ilk devir Osmanlı mimarisinin ayakta durarı tek örneği olması itibariyle önemli bir yere sahiptir. Yanında bulunan Darülhadis adlı medrese ve imareti sonradan harap olmuştur. Serez’de kalenin güneybatısında Aşağı Çarşı mahallesinde bulunan ve 1385’te yaptırılan Kurşunlu Camii de Halil Paşa’nın eseridir. Bu cami 1132 (1719-20) yangınında harap olduğu için 1252’de (1836-37) II. Mahmud tarafından tamir ettirilerek üzerine yeni bir kitabe konulmuştur. Civarın daki Eskihamam da yine Halil Paşa tarafından inşa edilmiştir. Bu tesisler için on dokuz köy vakfedilmiş olup XVI. yüzyıl ortalarında vakfın yıllık geliri 197.676 akçeye ulaşmıştı.
Gelibolu’da Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’ya ait olduğu söylenen Eskicami veya Sultan Camii de 1385 tarihli kitabesinden anlaşıldığına göre Halil Hayreddin Paşa tarafından yaptırılmış tır. Ayrıca onun adına bazı eserler de kaleme alınmıştır. Cemaleddin Aksaray-ı , Zemahşerf’nin el-Keşşaf adlı tefsiri üzerine olan haşiyesini Kara Halil Paşa’ ya ithaf etmiştir. Halil Paşa’nın Ali. İlyas. İbrahim adındaki üç oğlundan ikisi vezriazam olmuş, İlyas Paşa ise beylerbeyiliğe kadar yükselmiştir.
Kaynaklar ; Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Bursa – İznik’de Lefke kapı dışındaki Şehir Kabristandaki Çandarlı Hayreddin Paşa türbesinin biraz ilerisinde sağda. Abdulvahap Gazi türbesine giderken sağda kalır.
Kaynaklara göre 1210 – 1293 yılları arasında yaşayan San Saltuk, Çepni Türkmen Aşireti’nin dini lideri konumunda olan Türkmen babasıdır. Sarı Saltuk aynı zamanda çağdaşı olan Hacı Bektaş-ı Velî gibi Kalenderi Tarîkatı’nın Haydarîye koluna mensup bir şeyhtir. Türk folklorunda “Saltuk Baba” motifli destan, efsane ve menkibe çok yaygın olup, Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafî sahaya yayıldığı görülür. San Saltuk’a ait geniş bilgiyi çeşitli kaynakların yanında özellikle Cem Sultan tarafından maiyetindeki Ebü’l-Hayr-ı Rumî’ye yazdırılan ve 1480 yılında tamamlanan “Saltukname” de bulmaktayız. Bu eser San Saltuk’un ölümünden çok sonra yazılmıştır .
Menkîbelere göre Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş’tan sonra “Sarı Saltuk” lakabı ile tanınan müridi Muhammed Buhari’ye meşhur tahta kılıcını beline kuşatarak Horasan erenleriyle beraber Anadolu’ya göndermiştir. San Saltuk, Anadolu ve Balkanlar’ın fethi sırasında gazalara savaşlara katılan kahramanlığı ve velayeti ile daha yaşarken efsanevi bir şahsiyet haline gelen bir Türk kahramanıdır. Aslen Buharalı olan San Saltuk’un asıl adının Saltukname’de “Şerif Hızır” olduğu belirtilirken, Evliya Çelebi de “Muhammed Buhari” şeklinde zikretmektedir. Türk geleneklerine uygun olarak 14 yaşında gösterdiği kahramanlıktan dolayı, “Saltuk” adım almıştır.
San Saltuk, Anadolu Selçuklu Sultanı II. tzzeddin Keykavus’un teşvikiyle 1263 yılında bugün Romanya’nın sınırları dahilinde olan Dobruca’ya Çebni boyuna mensup aşiretiyle beraber göç etmiştir. San Saltuk, burada bir zaviye kurarak Balkanlar’ın Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında büyük katkıları olan Türk kahramanı ve İslam büyüğüdür. Kaynaklara göre San Saltuk 1293 yılında vefat etmiş ve Dobruca’daki Babadağı Türbesi’ne defnedİlmiştir.
Saltukname’de, San Saltuk’un 12 mezarı olduğu belirtilmektedir. San Saltuk, kralların ve beylerin mezarına sahip çıkmak isteyeceklerini söyleyerek, her isteyene verilmek üzere birer tabut hazırlamalarını vasiyet eder. Çünkü ölümünden sonra 12 yerde makamının olacağını müritlerine söylemiştir. Saltuknameye göre. San Saltuk’un tabutunu alarak ülkesine götüren krallar ve beyler şunlardır : Tatar Ham, Eflak, Bogran, Rus, Üngürüs (Macar}, Leh (Polonya). Çeh (Çek), Bosin (Bosna), Beravatı (Hırvat ?), Kamaîa (?). Bunların yanında Baba’ya (Babadağı-Romanya) ve Eski Baba’ya (Babaeski-Kırklareli) gömülen tabutlarla mezar sayisi on ikiye ulaşmaktadır. Bazı kaynaklarda ise Sarı Saltuk’un vefatından önce 7 tabut hazırlattırdığı ve uzaklarda bulunan 7 kafir memleketine defnedilmesini vasiyet eniği belirtilmektedir. Böylece kabrimi ziyaret edecek Müslümanların hakiki mezarını bilemeyeceklerini ve 7 kafir memleketin her birine gitmek mecburiyetinde kalacaklarını ve dolayısıyla bu ülkelerin İslam devletine ilhak edileceğini düşünmüştür.
Bektaşiler, her türlü mahallî inançları kolayca bünyesine mal edebilen bir inanç yapışma sahip olmuşlardır. Bunun tipik bir örneğini Sarı Saltuk Zaviyeleri teşkil eder. Bu zaviyeler Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’da bulundukları yerlerde mahallî aziz kültlerini kendilerine mal ederek İslamileştirmişler ve böylece yerli Hristiyanları zahmetsizce ihtida etmişlerdir.
Sarı Saltuk hala Anadolu ve Balkan Türklerinin gönlünde ve hafızasında yaşamaktadır. Günümüzde Balkanlar’dan Anadolu’ya uzanan geniş coğrafyada, Sarı Saltuk’a atfedilen birçok türbe ve mezar bulunmaktadır. Tespit edilen türbe ve mezarların bulunduğu yerler şunlardır: Kaliakra (Varna-Bulgaristan), Babadağı (Romanya), Ohri (Makedonya), Djakovica (Arnaviftluk), Kruja (Arnavutluk), Kosava, îpek (Kosava), Blagay (Bosna-Hersek), Korfu Adasi (Yunanistan), Bor (Niğde), Babaeski (Kırklareli), Hozat (Tunceli), Diyarbakır, îznik (Bursa), Rumeli Feneri (îstanbul) ve Kütahya
Sarı Saltuk’un türbe ve mezarları genellikle tepelik yerlerde, akarsuların ve büyük ağaçların yanlarında bulunmaktadır. Bilindiği gibi bunlar, İslamiyet öncesi Türk inancı içerisinde kutsallık atfedilen yerlerdir. Yine bu türbe ve makamların normal mezarlıkların içerisinde bulunmaması da yurdumuzda diğer makamlarda görülen özelliklerdir .
Yukarıda belirttiğimiz gibi San Saltuk ve Hacı Bektaş-ı Velî aynı dönemde Anadolu’da yaşamışlar ve her ikisi de Kalenderi Tarîkatı’nın Haydarîye koluna mensuptular. XVI. yüzyıl başlannda Balım Sultan tarafindan kurulan Bektaşi Tarikatı, Hacı Bektaş gibi San Saltuk’u da Kalenderi Tarikatı’na mensup oldukları için büyük mürşitleri olarak tanımışlardır. Bundan dolayı günümüzde de Sarı Saltuk kültü hem Bektaşiler’de hem de Alevîler arasında güçlü bir şekilde yaşamaktadır. Böylece Bektaşi Tarîkatı’nın yayıldığı her bölge, San Saltuk’un mezarının da kendi bölgesinde bir mekana yerleştirmiştir. Aynı şekilde Niğde-Bor’u 1649 yılında ziyaret eden Evliya Çelebi yapıdan; “Eski Mezarlıkla yer alan Sarı Saltuk Tekkesi de Bektaşiler Tekkesi’dir” şeklinde bahsederek, türbenin yanında “Bektaşi Tekkesi” olduğunu belirtmektedir. Sarı Saltuk Türbesi’ne bitişik olan tekke, 1950’li yillara kadar mevcuttu.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Sarı Saltuk’un, 1293 yılında Dobruca’da (Romanya) vefat ettiği ve “Dobruca Babadağı Türbesi” ne defnedildiği kabul edilmektedir. Balkanlar’dan Anadolu’ya yayılan diğer türbe ve mezarların ise San Saltuk adına inşa edilen “makam türbeleri” olduğu anlaşılmaktadır.
İsmi şerifleri Muhammed bin Muhammeddir. ” Kutbuddin İzniki” diye şöhret bulmuştur. Hanefi mezhebi fıkıh alimi ve tasavvuf büyüklerindedir. Sultan Yıldırım Bayezid devri alimi ve evliyanın büyüklerindendir. Şakayıkı Numaniye ve Aşıkpaşazade tarihlerinin kaydına göre doğum yeri İznik olup , doğum tarihi hakkında bilgi mevcut değildir.
Zamanının birçok âliminden ders okudu. Dînî ilimleri ve zamanının fen bilgilerini Mevlânâ Hasen Paşa’dan öğrendi. Her ilimde mütehassıs bir âlim olarak yetişti. Ahlâken yüksek, faziletlerle mücehhez (süslenmiş), zühd ve vera’ sahibi idi. Tasavvuftan büyük haz, pay aldı. Evliyâlığın yüksek derecelerine kavuştu. Fıkıh ve ahlâk ilimlerini kendinde topladı. Bilhassa Timur Hân, din ilimlerindeki yüksekliği sebebiyle karşılaştığında ona çok saygı göstermiştir. 821 (m. 1418) senesi Zilka’de ayının sekizinci günü, İznik’te vefât etti. Kabri üzerindeki üstü kubbeli dört köşe türbe ile bitişiğindeki Şeyh Kutbüddin Camii’nin XV. yüzyıl yapıları olduğu tesbit edilmekle birlikte kimin tarafından inşa edildikleri kesin olarak bilinmemektedir. Cami ve zaviye zaman içinde harap olmuş, türbe ise yakın zamanda onarım görmüştür.
Şeyh Kutbuddin İzniki hazretlerinin eserleri ;
1 – Tefsiri’l-Kur,an
2 – Mukaddime Namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadet konularının Hanefi mezhebine göre anlatıldığı, ayrıca inanç ve ahlaka dair meselelerin ele alındığı eser Türkçe ilmihal geleneğinin ilk örneklerindendir.
Mukaddeme adlı eserine şöyle anlatır;
Kutbüddîn-i İznîkî, “Mukaddimet-üs-salâh” kitabında buyuruyorki: ilim, farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılır:
Farz-ı ayn: Her müslümanın bülûğa erdikten sonra bilmesi ve öğrenmesi gereken ilimdir, öğrenmezse, namazı terk edene nasıl azâb edilirse, ona da öyle şiddetli azâb edilir.
Farz-ı kifâye: Bir beldede veya bir şehirde bir kişi bilirse, farzın yerine getirdiği ilimdir. Diğer kişilere farz olmaz. Eğer öğrenemezlerse de günahkâr olmazlar.
Bu fakîr gördü ki, bu farz-ı ayn olan ilimde latîf şekilde kitaplar düzmüşler ve yazmışlar. Ama, bunların kimi Arabî ve kimisi Fârisîdir. Her kişi onları mütâlâa edip ma’nâsını çıkaramaz ve okuyup öğrenirlerse de çabucak unutur, veya ma’nâsına gönlü yatmaz O zaman diledim ki, bu farz-ı ayn olan ilimde Türkçe bir mukaddime yazayım, tâ ki mübtedilere (âkil baliğ olmaya yakın kız ve oğlanlara) öğreteler. Tâ ki, gönlüne ve i’tikâdına, dînimizin emrini tutmak ve müslümanlık kaydına riâyet etmek yerleşsin. Baliğ olduktan sonra bunun içindekilerle amel edeler.
Farz-ı ayn olan ilimde âlimler ihtilâf etmişlerdir: Kelâm âlimleri şöyle dediler: “Farz-ı ayn olan, Hak teâlânın birliğini ve sıfatlarını delîlleriyle bilmektir.” Fakîhler dediler ki: “İlm-i fıkıhtır. Zîrâ Hak teâlânın farz ettiği şeyleri bildirir. Helâl ve haramı bilmek fıkıhla hâsıl olur.” Tefsîr ve hadîs âlimleri şöyle dediler “Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin ma’nâsını bilmektir. Zîrâ din ilmi, bunlardan çıkmıştır.” Tasavvuf âlimleri dediler ki: “Kişi kendi hâlini ve makamını ve nefsin âfetlerini ve nefsin ne sıfatlarla bezenip kâmil olduğunu ve ne sıfatlarla mertebeden düşüp helak olduğunu bilmektir. Ebû Hanîfe, kâmil fıkıh budur demiştir.” Şimdi bunların her birisinin maksûdu, mühim gördükleridir. Ebû Tâlib Mekkî şöyle dedi: “Farz-ı ayn olan ilim odur ki, İslâm onsuz tamâm olmaz. O da beş şeydir: Biri; Allahü teâlâyı bir ve Muhammed aleyhisselâmı hak Resûl bilmektir. İkincisi; beş vakit namazın şartlarını ve rüknlerini bilmektir. Üçüncüsü; oruç, ne ile tamâm olur bilmektir. Dördüncüsü; zekâtın farzlarını bilmektir. Beşincisi; haccın şartlarını bilmektir. Nitekim Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “İslâm binası beş şey üzerine kurulmuştur.” Böylece hakîkat şudur ki, mutlaka ilim öğrenmek her müslüman erkeğe ve kadına farzdır. Nitekim Resûlullah ( aleyhisselâm ); “İlmi taleb etmek, her müslüman erkeğe ve kadına farzdır.” buyurmuştur. Burada farz olan ilim, ilmihâl bilgileridir.
Birkaç mes’eleyi bildirelim ki, namaz kılanlarda çok vâki olur. Mecmûz şerhinde kaydedilmiştir “Bir kişi, şüphelenip bir vakit namazı kılıp kılmadığını bilmezse, eğer namazın vakti içinde şüphelendiyse eda etmeli, eğer vakti çıktıktan sonra şüphelendiyse kılması lâzım olmaz. Namaz kılarken kaç rek’at namaz kıldığını bilmezse, eğer ilk defa şüphelendiyse tekrar kılar, şayet birkaç defa şüphelendiği var ise, şüphe ettiği rek’attan az kıldığını kabûl edip, onun üzerine tamamlar. Meselâ bir rek’at mı yoksa iki rek’at mı kıldığını bilemezse, bir rek’at kılmış kabûl edip, bir rek’at daha kılar.” (Nûruosmâniye Kütüphânesi Hâmidiyye kısmı No: 550/1 Varak 18 a)
3- Rahatü’l-kulub ;Kelam, fıkıh ve tasavvufun mezcedildiği bu Türkçe eserde müellif, inanç ve ibadet konularını mutasavvıfların anlayışından hareketle anlatmış, son kısımda şeyhe bağlanmanın gerekliliği, kamil şeyhin vasıfları, hırka giyme gibi tasavvuf konularını ele almıştır.
Rahatü’l Kulub kitabında şöyle anlatır;
Allaha hamd olsun ki, bize, evliyâyı ve âlimleri sevmeyi nasîb etti, gönlümüzü onlara bağladı. Peygamberlerin en üstününe selâmlar olsun ki, O, Resûllerin İmâmı ve hem de Peygamberlerin sonuncusudur. O, Muhammed Mustafâ’dır ki, dünyâda ümidimiz O’nadır, âhırette O’ndan şefaat umarız. O’nun yüksek mertebede olan Ehl-i beytine ve Eshâbına selâm olsun! Onlara uyanlar hidâyet üzeredirler. Bütün evliyâya ve âlimlere uyanlar, İslâmiyetin hem zâhiri hem de bâtını üzere dururlar. Gerçek talibler ki, dâima halvette ve hem ibâdette dururlar. Mü’minler ve sâlihler ki, gece-gündüz Hak yardımıyla Hak yolunda dururlar ve hem tâatta dururlar.
Ey kardeşim! Bir kişinin senin katında haceti (ihtiyâcı) olsa, sen o haceti bitirirsen, Allahü teâlâ senin yetmiş türlü dünyâ ve âhıret hacetini giderir.
Eğer bir kişi bütün yer ehli kadar ibâdet etse ve bütün gök ehli kadar tâat etse, imânı Ehl-i sünnete uygun değilse kabûl olmaz. Zîrâ amelin kabûl olunması ve îmânın dürüst olması, takvânın şartıdır. Takvâ, Allahtan korkmaktır. Allahı bilmeyince, O’nun azametini ve celâlini anlamayınca, Allahtan korkmak hâsıl olmaz. Dînin ve îmânın aslı ve ilmin temeli, Allahü teâlâyı bilmek ve birliğini kalb ile tasdîk etmektir. Şöyle ola ki, eğer başını keserler ise ve bütün varlığını alırlar ise râzı olasın; Allahü teâlânın birliğini gönülden çıkarmayasın.
4- Telfikat ;Ferra el-Begavi’nin Meşabihu’s-sünne adlı eserinin Arapça haşiyesidir.
5- Risale fi hakkı devrani’s- sufiyye
Kaynaklar ; Taşköprülüzade İsamuddin Ebu’l Hayr Ahmed Efendi , Eş-Şakaiku Numaniyye Ulema Devleti Osmaniyye , İz yayınları , 2007 Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2 Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Bursa İznik’de Eşrefoğlu Rumi camii’nin 300 metre ilerisinde Alaaddin Misri sokağında.
Sultan Murad Hüdavendigar devrinin meşhur alimlerindendir. Afyonkarahisarlı olup babasının adı Ömer’dir. Tahsilini iran’da yaptı. Orhan Gazi zamanında Anadolu’ya geldi ve iznik Medresesi’ne müderris tayin edildi. Talebeleri arasında oğlu Hasan Paşa ile Molla Şemseddin Fenari de bulunmaktadır. 26 Muharrem 800 (19 Ekim 1397) tarihinde vefat eden Ali Esved, iznik Şerefzade mahallesindeki türbesinde medfundur.
İlk tahsîlini memleketi olan Karahisar’da yapan Alâeddîn Ali, daha sonra İran taraflarına gitti. Oradaki âlimlerden ve eserlerinden istifâde etti. Bilhassa Fahrüddîn-i Râzî hazretlerinin talebeleri ile yakın irtibâtı oldu. Hadîs-i şerîf, tefsîr ve fıkıh ilimlerinde yükseldi. Cemâleddîn Aksarâyî’nin ilminden de istifâde etti. Tasavvuf yolunda ilerledi. Tahsilini tamamlayıp, memleketine döndü. İznik şehrini fetheden Osmanlı Sultanı Orhan Gâzi tarafından kendisine İznik’teki bir câmide hatîblik vazifesi verildi. Böylece halkın dînî meselelerini çözmeye ve onlara vâz ve nasîhatlerde bulunmaya başladı.
Daha sonra İznik medresesi müderrisi Molla Tâceddîn’in vefâtı üzerine Sultan Orhan Gâzi bu göreve Alâeddîn Esved hazretlerini getirdi. Alâeddîn Esved hazretleri burada yıllarca Osmanlı ülkesinin, dört bir yanından gelen talebelere ilim öğretti.
Kendisinden ders alan pekçok talebe, ilim sâhibi kimseler olup, Osmanlı şehirlerinde kâdılık yaptılar. İçlerinden Şemseddîn Fenârî gibi şeyhülislâmlar yetişti. Bunlar arasından yetişen kâdılar meşhûr oldu. Târihe “Osmanlı kâdısı” mührünü vurdular. O kâdıların huzûrlarına pâdişâhlar bile edeple çıkar, karşılarında ayakta dururlardı.
Alâeddîn Esved, Osmanlının namlı Kara Hoca’sı, Osmanlı Devletinin temellerini sağlamlaştırıp, askerî ve mâlî teşkilâtlarını kuran, evlât ve torunlarının da, yüz elli yıl devlete en üst seviyede hizmet etmesine vesîle olan Çandarlı Kara Halîl Hayreddîn Paşayı da yetiştirdi. Osmanlı Sultanı Orhan Gâzi, Kara Hoca’nın evine gelip, talebelerinden birini, kendisine yardımcı olmak için vermesini isteyince, Çandarlı Kara Halîl’i verdi.
Bu hâdise şöyle cereyân etti:
Sultan Orhan Gâzi, âlimleri, evliyâyı görüp gözeten bir zât-ı muhterem idi. O mübârek kimse, birgün Alâeddîn Esved hazretlerini ziyârete gitti. Onun mahalline vardığında, Alâeddîn Esved hazretleri nâfile namaz kılmakta idi. Orhan Gâzi, avluda bekledi. Bu sırada farz namaz vakti geldi. Orhan Gâzî ve orada bulunan Alâeddîn Esved’in talebeleri namaz için hazırlandılar. Namazın sünnetini kıldılar. İkâmet okununca, Kara Halîl imâmete geçti. Cemâata namazı kıldırdı. Alâeddîn Esved de, odasından çıkıp namaza katıldı. Namazdan sonra bir müddet sohbet ettiler. Orhan Gâzi edeble dinledi. Sonra başını kaldırıp;
“Seferde ve hazerde, ahâli arasında vâki olacak hâdiselerde hükmedip, hak ile bâtılı ayırmak, şer’î hükümleri beyân etmek için bir hâkim-i samedânî lâzımdır. Talebenizden birini benim ile sefere gitmek için tâyin etseniz.” deyip, merâmını arzetti.
Alâeddîn Esved hazretleri Orhan Gâzi’nin bu arzusunu kabûl ettikten sonra talebelerine baktı. Herbirinin; “Ne olur beni gönderme!” diye yalvarır bir hâli vardı. Çünkü onlar, sultanlara yakın olan ulemâyı dünyâya düşkün addediyorlar, sultanların, kötülüklerine, ulemânın ilimlerini âlet etmelerinden korkuyorlardı. Ancak, Sultan Orhan öyle bir kimse değildi. Yanına ulemâyı, emretmek için değil, Allahü teâlânın emirlerini onun ağzından dinlemek için, kendisini Allahü teâlânın yasaklarına meyletmekten sakındırması için istiyordu. Kendisine kul değil, başına sultan arıyordu. Devlet sultansız, sultan ulemâsız olmuyordu. Devletin bekâsı için sultana, sultanın yanlış yola sapmaması için ulemâya ihtiyaç vardı. Alâeddîn Esved diye anılan Kara Hoca’nın talebelerinden birinin bu işi yapması lâzımdı. İş başa düşmüştü. Kara Hoca, en gözde talebesi Çandarlı Kara Halîl’i Sultan Orhan Gâzi’ye verdi. Kara Halîl de, “Memur, mâzûrdur” hükmünce, hocasının emrine uyup Orhan Gâzi ile birlikte gitti. Seferde ve hazerde, Sultana müşâvirlik, anlaşmazlıklarda hâkimlik yaptı. Yanlış yola sapanları terbiye edip, dîn-i İslâmın emir ve yasaklarının, Devlet-i âliyye-i Osmâniye içerisinde sünnet-i şerîfe uygun şekilde tatbikine gayret eyledi.
Kara Hoca Alâeddîn Esved Karahisârî, sâlih ameller işledi. Allahü teâlânın nice sevgili kullarını gördü. Gecesini gündüzünü ibâdet ve ilimle geçirdi. İnsanlara hizmet etti. Herkese karşı merhametli oldu. İsteyeni geri çevirmedi. Kimseye kötü muâmele yapmadı. Herkese nasîhat etti. İnsanların doğru yolu öğrenip, Allahü teâlâya hakîkî kul olmaları için çalıştı. Her işini Allahü teâlânın rızâsı için yapar, her sözünü O’nun emrine uygun söylerdi. Uzun bir ömür sürdükten sonra, 1397 yılında İznik’te vefât etti. İznik Şerefzâde mahallesindeki türbesinde medfûndur.
Kara Hoca, fıkıh, usûl ve beyânda faydalı eserler yazdı. İnâye fî Şerh-i Vikâye, Şerh-ıl-Mugnî lil-Habbâzî ve Şerh-ıl-Îzâh lil-Kazvînî adlı eserleri, ilminin üstünlüğüne, derecesinin yüksekliğine en büyük senettir.
Aladdin Ali esved ‘in Eserleri
1. el-‘inaye. Tacüşşeria el- Mahbübi’nin Hanefi fıkhına dair el- Vi- kaye adlı eserine yaptığı şerhtir. iki cilt olan bu eserin Süleymaniye Kütüphane- si’nde yazma nüshaları vardır (Fatih, nr.1883-1884; Carullah, nr. 765-766) .
2. Künuzü’l-envar. Sultan Murad adına kaleme alınan Rumuzü’l-esrar adlı fıkıh usulüne dair bir eserin şerhidir. Yazma bir nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi’ndedir (nr. 1334, 334 varak). 4 Zilhicce 769 (21 Temmuz 1368) tarihinde istinsah edilen bu nüshanın mukaddimesinde asıl metnin Ebü Bekir b. ibrahim’e ait oldu- ğu belirtilmektedir. Ali Esved ayrıca Hatib el-Kazvini’ye ait el-İzah-ı fi’l-me’ani ve’l-beyan adlı eserle (bk. Keşfü’z·zunun, ı. 211) Celaleddin Ömer el-Habbazi’nin fıkıh usulüne dair el-Mugni adlı kita- bını da şerhetmiştir.
Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Sultan II. Murat döneminin tanınmış alimlerinden biridir. Molla Yegan’da ders görmüş ve onun halkasında bütün ilim dallarında maharet kazanmıştır. Sultan II. Murat kendisini bazı medreselerin müderrisliğiyle görevlendirildikten sonra İznik Medresesi’nin müderrisliğine getirmiş ve yüz otuz dirhem yevmiye tayin edilmiştir. Yiğit , heybetli , cesur yürekli ve fazilet sahibi bir zat idi.
Oğlu Molla Muhyiddin Muhammed şöyle bir olay anlatmıştır; ” Molla Yegan hac farizası için Hicaz’a giderken İznik Medresesi’ne uğramıştı. Babam kendisini büyük saygıyla karşıladı ve şehrin en güzel evinde ağırlayarak izzet ü ikram da bulundu. O sıralarda ben küçük bir çocuktum. Babam kendisine banyoyu gösterdi ve Molla Yegan banyodan çıkınca babam ayaklarını su ile yıkayarak öptü. Molla Yegan da bunun üzerine şöyle dua etti ; Allah her işini mübarek etsin Molla Taceddin!…. Molla Yegan’ın sesi hala kulaklarımda çınlar. ”
Mevlana Taceddin İbrahim , Sultan II. Mehmet’in saltanatının ilk yıllarında İznik beldesinde Hak’kın rahmetine kavuştu.
Bir gün, dergahına bir delikanlı girip diz çöktü mübareğin önünde.
-Hocam, nasihat almaya geldim.
Büyük velî sevgiyle baktı gence:
-Evladım, âzâlarını günah işlemekten koru. Ne için yaratılmışlarsa o yolda kullan sadece.
-İnşallah hocam. Dua edin, başarayım.
-Kalbini de dünyaya bağlama sakın.
-Dünyadan maksat nedir hocam?
-Dünya, haram ve günahlardır oğlum. Allahü tealanın beğenmediği şeyler yani. “NAMAZLARINI KILIYOR MUSUN?”
Sonra sordu gence:
-Namazlarını kılıyor musun oğlum?
-Beş vakit kılamıyorum hocam.
Acı acı gülümseyip sordu gence:
-Sen hiç temelsiz bina gördün mü?
-Hayır hocam, görmedim.
-Niye görmedin?
-Temelsiz bina olmaz ki hocam.
-Doğru dersin. Temelsiz bina olmaz. İşte “İslam” binasının temeli de “Namaz”dır evladım. Namaz yoksa, İslamiyet de yoktur, anladın mı?
-Anladım hocam.
***
Mevlânâ Tâceddîn hazretleri bir gün yakınlarını çağırıp vasiyyetini bildirdi:
-Beni falan yere defnediniz!
Çocukları “Peki” dedilerse de, kabir yeri için başka yer düşünüyorlardı. Sordular:
-Babacığım, biz falan caminin avlusunu düşünüyorduk. Ne dersiniz?
“GÜCÜNÜZ YETERSE!..”
Cevap iki kelimeydi:
-Gücünüz yeterse!..
Biraz sonra ağırlaştı ve vefat etti. Son sözü “Namaz” olmuştu. Cenaze hizmetini görüp tabuta koydular. Düşündükleri caminin avlusuna götürmeyi denediler önce. Ama ne mümkün! Tabut havada bir ağırlaştı ki, bir milim götüremediler. Kendi istediği yere doğru çevirdiler, kuş gibi hafifledi. Mecburen o yere defnettiler mübareği…
Kaynak ;
Taşköprülüzade İsamuddin Ebu’l Hayr Ahmed Efendi , Eş-Şakaiku Numaniyye Ulema Devleti Osmaniyye , İz yayınları , 2007
Bursa – İznik de Eşrefoğlu Rumi camii yakınındaki Ahiveyn sultan sokağında.
Vahdet-i Vücud tasavvuf geleneğinin en önemli düşünürlerindendir. (Kayseri.1261? – İznik, 11 Mart 1350). Kaynak eserlerde Davud el-Kayseri‘nin hayatıyla ilgili çok az bilgi vardır. Davud el Kayserı’nin tam ismi Davud bin Mahmud bin Muhammed’dir. Kaynaklarda “el Kayseri” künyesine ilaveten bazen “er-Rumı’, “es-Savi’ “el-Karamani’ ve “el-Hanefi'” künyeleriyle de anılmıştır. Lakabı, “Şerefuddin ve’l-millet“dir (dinin vemille tin şerefi). Bazı kaynaklar onun Karaman’da doğduğunu söylüyorlarsa da bu doğru değildir; “el-Karamani’ künyesiyle anılması, onun gençlik yıllarında Kayseri’nin bir ara Karamanoğlu Beyliği sınırlarına dahil edilmesinden olabilir. Ceddinin, belki Muhammed adlı dedesi, meşhur Sava Şehri’nden göç ederek Kayseri’ye yerleşmiştir. Bunun için bazen “es-Savi’ künyesiyle anıldı.
İlk eğitimini Kayseri’de aldı; o zamanlar Kayseri’de hocalık yapmış olan ve 1273 yılında Konya’ya kadı olarak atanan Kadı Siraceddin el-Urmevi (öl. 1283) bazı kaynaklarda el-Kayseri’nin hocası gösterilmiştir. Yüksek ilim tahsili için Davud el-Kayseri‘nin Mısır’a gittiği ve orada üç-dört yıl kalarak iyi bir tahsil gördüğü belirtilmektedir. Fakat hangi medresede ve kimlerden ders aldığı bilinmediği gibi, gidiş ve dönüş tarihleri hakkında da hiçbir bilgi yoktur. Büyük ihtimalle el-Ezher’de öğrencilik yaptı. Anadolu’ya döndükten sonra, bazı kaynaklar Davud el Kayseri’nin Konya ve Bursa’ya gittiğini daha sonra da İran’a seyahat ettiğini belirtmektedir. Nitekim o, bu seyahati esna sında ünlü mutasavvıf Abdurrezzak el-Keşani (öl. 1329) ile görüşmüştür. Davud el Kayseri, ondan kendisini tasavvufa yönlendiren hocası olarak bahsetmektedir. Bazı kaynaklar Sadreddin Konevi’yi (öl. 1274), el-Kayserinin tasavvuftaki hocası olarak gösterse de bu doğru değildir.
Davud el-Kayseri’nin ilmi şan ve şöhreti etrafa yayılınca, Orhan Gazi kendisini iznik’e davet ederek bazı rivayetlere göre kendisine önce kadılık teklif etti; ancak el-Kayseri bunu kabul etmeyince onu Osmanlıların ilk medresesi olan İznik Medresesine 1336 yılında günlük otuz akçeyle yönetici ve müderris olarak tayin etti. Osmanlıların ilk müderrisi olma sıfatıyla el-Kayseri vefatına kadar yaklaşık on beş sene medresede görev yaptı.
Kaynakların çoğunluğu, Davud el-Kayseri’nin 11 Mart 1350 tarihinde İznik’te vefat ettiğini kaydetmektedir.
Davud el-Kayseri, elimizdeki eserlerinden de anlaşıldığı gibi, dini ve felsefi ilimler alanında XIV. yüzyılda yetişen en önemli alimlerden birisidir. Osmanlı’nın ilim geleneğini oluşturmuştur. Mensup olduğu vahdet-i Vücud düşüncesinin Osmanlı kültüründe tanınmasına ve yayılmasına büyük katkıda bulundu. İbn Arabi’nin Fusüsu’l-Hikem adlı eserine yazdığı şerhi, söz konusu eser üzerine yazılan bütün şerhler arasında en çok rağbet göreni oldu. Vahdet-i Vucüd anlayışını, sahip olduğu mantık, matematik ve felsefi bilgisiyle sistematik bir şekilde en iyi yorumlayan ve kendi şahsi fikirleriyle zenginleştiren bir düşünürdür. Bu nedenle, özellikle el-Kayseri’nin şerhi İslam dünyasının her tarafında günümüze kadar en çok okunan eserdir; bu eser, İbn Arabiyi anlamanın anahtarı olarak kabul edilmiştir.
Davud el-Kayseri, sadece bir yorumcu değil; aynı zamanda tasavvufta ve felsefe de kendine has özgün fikirleri olan bir düşünürdü. Arapçayı ve Farsçayı çok iyi bilmekteydi. P. Nwyia’nın ifadesiyle yabancı olmasına rağmen Arapçayı en iyi kullanabilen bir yazardı.
Davud el-Kayseri‘nin Türk olduğu konusunda şüphe yoktur. Her ne kadar H.Corbin bir yazısında Davud el-Kayseri’nin İranlı olduğunu söylemişse de, daha sonra yazdığı bir başka yazısında bunu düzeltmiştir. Davud el-Kayseri kelami mezhep konusunda Maturidi ve fıkhi mezhep konusunda Hanefidir; böyle olduğu için “el-Hanefi’ künyesiyle anılmıştır.
Davud el-Kayseri‘nin varlık düşüncesi, vahdet-i Vücud düşüncesidir. Genelde Meşşailerin varlık anlayışını eleştirmiştir. İbn Sina’nın varlığı zorunlu mümkün ve mümteni olarak üç sınıfa ayırmasını gerçekçi bulmayarak, bu ayrımın sadece itibari, yani zihinsel olduğunu söylemiştir. Davud el-Kayseri’nin varlık bilime kazandırdığı en önemli kavram “el-Hikmetü’l Mütealiyye (Aşkın hikmet)”dir. Bu kavramı daha sonra Fethullah Şirvani ve Molla Sadra da kullandı. Davud el-Kayseri’nin zaman konusunda Eflatuncu ve Aristocu anlayışı reddederek zamanı, varlığın müddeti (müddetü’l-vücud) olarak Türk-İslam düşüncesine kazandırdığı ikinci önemli kavramdır.
Davud el Kayseri‘nin bilimsel katkıları bunlarla da sınırlı değildir. Tabiat felsefesi alanındaki diğer önemli katkısı, “beyaz atom” (ez zerretü’l-beyza) kavramıyla, maddenin aslının enerji olduğu şeklindeki görüşüdür. Fizik dünyadaki değişim, bir enerji değişimidir. Böylece el-Kayseri, Oswald’ın fikirleriyle oluşan meşhur enerjitizm akımının bir öncüsü gibidir.
Davud el-Kayseri, başta kendinden sonraki Türk düşünürleri olmak üzere İranlı ve Arap düşünürlere etki etti. Davud el-Kayseri‘den etkilenen Türk düşünürleri ara sında, Şeyh Bedreddin, Molla Penan, Bali Efendi ve İsmail Hakkı Bursevi gibi kimseler vardır. Davud el-Kayseri’den en çok etkilenen İranlı düşünürler arasında Haydar Amoli, Lahici (öl.1506), Molla Sadra Şırazi (öl. 1640), Sebzevan (1797-1872) ve hatta İmam Humeyni (1902-1989) gibi isimleri sayabiliriz. Davud el-Kayseri etkisi taşıyan Arap düşünürleri arasında ise, Abdülgani Nablusi (öl. 1731) ve Emir Abdülkadir (1806-1883) gibi kimseler vardır.
Kaynakların ve kütüphane kataloglarının Davud el-Kayseri’ye atfettikleri eserlerin toplamı hayli fazladır. Bunun nedeni başkalarına ait bazı eserlerin yanlışlıkla ona atfedilmesi ve kendisine ait eserlerin bazı bölümlerini ayn risaleler halinde istinsah edilerek eserlere farklı isimler verilmesi veya bazı eserlerinin farklı isimlerle çoğaltılmasıdır.
Davud el-Kayseri’nin elimizdeki bütün eserleri Arapçadır. Eserlerinin bir kısmı şerh mahiyetinde olup bir kısmı da özgün telif eserlerdir. Eserleri kronolojileri ne göre sıralandığında: Keşful-Hicab an Kelami Rabbi’l-Erbab: Allah’ın kelam sıfatı ve bu konuyla ilgili bazı meselelere dair bir risaledir. Bilinen sahih eserleri arasında Davud el-Kayseri‘nin kaleme aldığı ilk eser olarak görülmektedir. Yazılış tarihi 1331 yılı veya daha önceki bir tarih olabilir.
Matla’u Hasusi’l-Kelam fi’ Ma’ani Fususi’l-Hikem: İbn Arabı’nin meşhur eseri Fusus üzerine bir şerhtir. Eser iki ana kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısım ‘Giriş’tir ve “el-Mukaddim” adıyla meşhurdur. Giriş’te Davud el-Kayseri vahdet-i Vücud anlayışını kendi özgün fikirleriyle sistematik bir biçimde anlatmaktadır. Giriş on iki bölümden oluşmaktadır. İkinci ana kısım Fusus metninin şerhidir. Davud el-Kayseri‘nin bu şerhi, en geç 1331 yılında yazıp bitirdiği anlaşılmaktadır.
Tahkiku Ma’i’l-Hayat ve Keşfi Esrari’z Zulumat: Eserin konusu, ilmin hayat suyu olduğu ve hakiki ilimden içebilenlerin ölümsüz olduğudur. Bu bağlamda Hızır meselesi ele alınmaktadır. Eserin telif tarihi sefer ayının ortasındaki bir cuma günü H 732 (M 1332)’dir.
Şerhu’l-Kasideti’l-Ta’iyye:Davud el-Kayseri’nin meşhur sufi şair İbnü’l-Fariz’ın Kaside’t-Ta’iyye olarak bilinen Nazmu’s Sulük adlı eseri üzerine yazdığı bir şerhtir. Eser iki ana kısımdan oluşur. Birinci kısım, Giriş’tir; bu kısımda Davud el Kayseri tasavvuf ilmine dair kendi özgün fikirlerini ortaya koymuştur. İkinci kısım Taiyye’nin şerhidir. Eserin yazıldığı tarihi tam olarak bilemiyoruz; ancak Fusus şerhinden sonra yazıldığı bilinmektedir.
Şerhu’l-Kasideti’t-Mimiyye: İbnü’l-Farız’ın “Hamriyye” veya “Nazmu’d-Durr” olarak da bilinen Mimiyye Kasidesi’nin şerhidir. Bu şerh de iki kısımdan oluşmaktadır. Giriş kısımda ilahı sevgi konu su ele alınmıştır; Davud el-Kayseri bu konuyu kendi görüşleriyle anlatmaktadır. İkinci kısım ise, Mimiyye’nin şerhidir. Bu eserin de yazıldığı tarih tam olarak bilinmiyor; ancak bu da Fusus şerhinden sonra yazılmıştır.
Şerhu Besmele bi’s-Sureti’n-Neviyyeti’l İnsaniyyeti’I-Kamile: Abdurrezzak el-Keşani’nin Te’vilatu’l Kur’ani’l-Kerim adlı eserinin giriş kısmında yapmış olduğu Besmele te’vili üzerine bir şerhtir. Yazıldığı tarih hakkında hiçbir bilgi yoktur.
Nihayetü’l-Beyan fi Dirayeti’z-Zaman: Zaman’ın mahiyetiyle ilgili olan bu eser, Davud el-Kaysennin en değerli eseıidir. Yazıldığı tarih konusunda bilgi yoktur.
Esasü’l-Vahdaniyye ve Mebneu’l-Ferdaniyye: Birlik ve çokluk konusuyla ilgili olan bu eserinin de yazıldığı tarih belli değildir. Ancak Fusüs şerhinden sonra yazıldığı söylenebilir.
Bunlardan başka Davud el-Kayseri’ye atfedilen yedi eser daha vardır; ancak bunlara bugüne kadar rastlanmadığı için, kendisine ait olup olmadıklan konusun da kesin kanaate ulaşılamamıştır.
Anadolu’da yaşayan büyük velilerden , şair. İsmi Abdullah olup , babasınınki Eşref’tir. Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası , Mısır’dan İznik’e göç etti. Eşrefoğu Rumi İznik’te doğdu. Doğum tarihi belli değildir. 1484 (H.889) ‘da İznik’te vefat etti. Türbesi İznik’tedir. Eşrefzade-i Rumi diye de bilinir. Babasının terbiyesi altında büyüyen Eşrefoğlu Rumi , önce İznik’te bulunan medreselerde çeşitli alimlerden ders aldı. Zamanın zahiri ilimlerinde üstün başarılar elde etti. Sonra Bursa’ya giderek Padişah Çelebi Mehmed’in medresesine girdi. Burada tefsir , hadis ve fıkıh ilimleri üzerinde söz sahibi olan alimler derecesine yükseldi. Buradan mezun olunca , Bursa’da müderrislik yapan hocası büyük alim Alaeddin Ali hazretlerinin yardımcısı oldu. Çelebi Mehmed Han medresesinde bir müddet ders veren Eşrefoğlu Rumi bir sabah vakti medrese civarında dolaşırken , zamanın velilerinden olan Ebdal Mehmed’e rastladı. Kalbinden ; “ Tasavvuf yolundan bana nasib var ise alametler görünsün. ” diye geçirerek ona yaklaştı. Ebdal Mehmed kendisine bakarak ; “ Ey medreseli ! Bize köfteli çorba getir.” Dedi. Bu söz üzerine çarşıya gidip , köfteli çorba aradı. Fakat bulamadı ve eli boş dönmemek için köftesiz çorba aldı. Ebdal Mehmed’e gelirken yolda birkaç parça ekmek alarak yuvarlak köfte haline getirip , çorbanın içine attı. Ebdal Mehmed çorbayı karıştırıp köfte bulamayınca Eşrefzade’ye ; “ Hani bunun köftesi ? ” diye sordu. Daha sonra çorbayı iyice karıştırdı ve Eşrefoğlu’na uzatarak ; “ Ye bunu! ” dedi. Eşrefoğlu büyük bir teslimiyet ile tereddüd etmeden çorbayı yedi. Çorbanın içine atılan ekmek parçaları köfteye dönmüştü. Bunun üzerine o zat ; “ Ya sen olmayıp da kim olsa gerek. ” şeklinde bir söz söyleyip oradan uzaklaştı. Eşrefoğlu bu sözlerden bir mana çıkaramamasına rağmen , tasavvuf yoluna girmesi hususunda bir işaret olduğuna inandı.
Nefsini terbiye etmek , kalp aynasını cilalamak için kendi kendine uğraşmaya başladı. Bu yolda bir hoca bulmanın şart olduğunu düşünerek , kitaplarını dağıttı ve Bursa’da bulunan Emir Sultan’ın huzuruna gitti. Talebesi olup , hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirdi. Emir Sultan , Abdullah’ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını görünce , onu evliyanın büyüğü Ankara’daki Hacı Bayram-ı Veli’ye gönderdi. Sonra Ankara’ya gidip , yeni hocasına teslim oldu.
Hacı Bayram-ı Veli hazretleri , Abdullah’daki kabiliyeti keşfederek ona nefsini terbiye edecek vazifeler verdi. Yaşı kırkın üzerinde ve büyük bir alim olduğu halde , hocasının emirlerine “ Başüstüne ” diyerek sarıldı. Kendisine verilen hela temizleme vazifesini , bütün gayretiyle yapmaya başladı. Nefsinin isteklerini terk edip , istemediklerini yapmak için büyük çaba sarfetti. Bu şekilde riyazet ve mücahedeye devam etti. Hocası Hacı Bayram-ı Veli’ye on bir sene hizmet etmekle şereflendi. Bu kadar zaman zarfında hocasının ; “ Üstadın huzurunda lüzumsuz konuşmak edebe aykırıdır.” Sözü üzerine , yanında bir kelime bile konuşmadı. Sadece sorulan suallere kısa ve öz olarak cevap verir , edebe , ziyade dikkat ederdi. Eşrefoğlu Abdullah , on bir sene içinde pek çok imtihandan geçti. Yaptığı güç işlerden hiç şikayette bulunmadı. Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti ve hürmeti üzerine , Hacı Bayram-ı Veli kızı Hayrünnisa’yı ona nikah ederek zevceliğe verdi. Bir müddet daha hizmete devam eden Eşrefoğlu Abdullah , hocasından izin alarak Allahü tealanın emir ve yasaklarını bildirmek üzere İznik’e gitti. Orada kendi iç alemiyle baş başa kaldı. Hocasından ayrılığı onu yaktı , hasretine fazla dayanamadı ve tekrar Ankara’ya döndü. Hacı Bayram-ı Veli , damadını , tasavvuf yolunda derecelerinin ilerlemesi için tekrar İznik’e gönderdi. Orada kırk gün nefsini terbiye etmesi için halvete girmesini , sonra Ankara’ya gelmesini emretti.
İznik’e gidip geldikten sonra , hocasının ; “ Hama şehrinde Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyin Hamevi’nin huzuruna gidip , Kadiri yolunu öğreniniz.” buyurdu. Bu emri yerine getirmek üzere hazırlığa başladı. Hanımını ve biricik kızı Züleyha’yı bir merkebe bindirerek , Hacı Bayram-ı Veli ile vedalaştı. Günlerce zahmetli ve yorucu yolculuktan sonra , Hama’ya yeni hocasının huzuruna vardı.
O gün hacdan dönen Hüseyin Hamevi , ilahi bir ilham ile Eşrefzade’nin gelmekte olduğunu anlayarak , talebelerine ; “ Bugün Anadolu’dan bir er geliyor. Gidip karşılayınız.” buyurdu. Karşılamaya çıkan talebeler , zahmetli ve zorlu yolculuktan dolayı elbiseleri eskimiş olduğu için Eşrefoğlu Rumi yanlarından geçtiği halde , hocalarının söylediği zatın o olduğunu anlayamadılar. Dergahın kapısına varan Eşrefzade Rumi , Hüseyin Hamevi tarafından itibarla içeri alındı. Hanımı ve çocuğu ise Hüseyin Hamevi’nin hanımı tarafından kendilerine ayrılan odaya götürüldü. Hüseyin Hamevi bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üzere kırk gün halvet için bir hücreye koydu. Eşrefoğlu Abdullah , sıkı ve riyazet ve mücahedeye tabi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevi , Abdullah’a ziyade teveccühlerde bulundu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek götürdü. Eşrefoğlu’nu hareketsiz görünce , öldü zannedip , telaşlandı ve durumu hocasına bildirdi. Fakat kırk gün dolmadığı için Hüseyin Hamevi bu duruma aldırış etmedi. Abdullah , kırkıncı gün hücreden çıkartıldığında , büyük bir vecd hali içinde kendinden geçmiş , gözleri kapalı ve hareketsiz bir halde görüldü. Kendisini melekle alemini seyretmenin lezzetinden ayırdıklarında ; “ Sultanım bize kıydınız.” diyerek gözlerini açtı. Bu kırk günlük imtihanı başarıyla veren Abdullah , tasavvufta pek yüce mertebelere çıkmış olarak icazetname aldı. Hüseyin Hamevi’nin halifesi olarak Anadolu’da Kadiri yolunu yaymak üzere vazifelendirildi.
“ Halk senin zahirine de bakar. Onun için kıyafetini biraz düzeltmen lazımdır. Şu hırkayı ve pabuçları al , giy. ” buyurunca , Eşrefoğlu hırkayı giydi , pabuçları da başına geçirerek ; “ Hocamın verdiği pabuç ayağıma değil , başıma olsa gerektir. ” dedi. Hocasının emri üzere yola çıkmak üzere hazırlık yaptığı sırada , Hüseyin Hamevi’nin eski talebeleri aralarında ; “ Biz bu kadar zamandan beri hocamızın hizmetindeyiz. Bize himmet verilmedi. Bu Rumi denilen ve Anadolu’dan gelen kimseye kırk günde hem himmet , hem de icazet verildi. Bu nasıl iştir ? ” diye konuşuyorlardı. Hüseyin Hamevi , Allahü tealanın izniyle bu duruma vakıf oldu. Talebelerini toplayıp bir konuşma sırasında ; “ Ya Rumi ! Bu kadar misafirimiz oldun. Sana bir ziyafet veremedik. Bir ziyafette bulunalım. İnşaallah ondan sonra gidersin. ” dedi. Yemeler hazırlanıp talebeleri ile yeşillik bir yere gittiler. Hüseyin Hamevi , suyu bulunmayan bir yerde oturulmasını emretti. Talebeleri ; “ Sultanım , burada su yoktur, namaz zamanı abdest almak icab ettiğinde sıkıntı çekeriz. ” demelerine rağmen Hüseyin Hamevi oturulmasını istedi. Talebeler hocalarının emri üzerine oturdular. Namaz vakti girince abdest almak icab etti. Hüseyin Hamevi , Eşrefoğlu hariç bütün talebelerine su aramalarını söyledi. Talebelerin ; “ Sultanım burada su yoktur. ” demelerine rağmen ; “ Hele siz bir arayın belki vardır. ” buyurdu. Talebeler aramalarına rağmen bulamadılar. Bunun üzerine Hüseyin Hamevi ; “ Rumi ! Gerçi sen misafirsin. Misafire hizmet ettirmek doğru değildir. Bir de sen ara. Belki su bulursun. ” deyince , Eşrefoğlu ; “ Emriniz başım üstüne. ” diyerek hemen aramaya başladı. Bir ağacın yanına gidip , teyemmüm etti ve secdeye varıp Allahü tealaya şöyle yalvardı : “ Ya Rabbi ! Hocam su istiyor. Lütfet , su ihsan eyle. ” Daha sonra başını secdeden kaldırdı. Secde ettiği yerden bir pınarın kaynadığını gördü. Hemen tası doldurup hocasına götürdü. Hüseyin Hamevi talebelerine dönerek ; “ Su olmadığını iddia ediyordunuz. Bakın Rumi nasıl bulmuş ! ” dedi. Talebeler hemen suyun bulunduğu yere gittiler. Suyun daha yeni çıkıp akmaya başladığını görünce , hocalarının Eşrefoğlu’na himmet etmesinin sebebini anladılar.
Hüseyin Hamevi , Abdullah’ı Anadolu’ya uğurladıktan bir müddet sonra , arkasından baktı ve ; “Abdullah-ı Rumi koca bir deniz imiş. Bizde bulunan her şeyi çekip sinesine aldı.” buyurdu. Çocukları ile birlikte Ankara’ya giden Abdullah-ı Rumi , kayınpederi Hacı Bayram-ı Veli’nin yanında bir müddet daha kaldıktan sonra İznik’e gitti.
İznik’te önceleri münzevi , yalnız bir hayat yaşayan Eşrefoğlu , şan ve şöhretten hiç hoşlanmazdı. Kimsenin dikkatini çekmeden fakirane bir hayat yaşadı ve insanlardan uzak kalmaya çalıştı. İznik’e Hama’dan bir zatın gelmesi durum değişti. O zat herkese Eşrefoğlu’nun menkıbelerini anlatmaya başlayınca , İznik halkı kendisine hürmet ve itibar göstermeye başladı. Bundan rahatsız olan Eşrefoğlu Rumi dağlara çekildi , tekrar uzlet hayatına başladı. Dağlarda dolaşırken bir köylü onu gördü ve suçlu sanarak yakaladı. Gayesi onu teslim alıp mükafat almaktı. Fakat onun şöhretini duyan köylünün annesi , kendisini tanıyınca mesele anlaşıldı , köylü ve annesi de Eşrefoğlu’na talebe oldu. Bunun üzerine İznik’e dönen Eşrefoğlu asıl vazifesi olan insanlara doğru yolu anlatmaya başladı. İlk talebesi olan ve kendisini yakalayan köylü onun için Pınarbaşı denilen yerde bir dergah yaptırdı. Eşrefoğlu Rumi , burada talebelerine ders vermeye , Kadiri yolunu yaymak için çalışmalara başladı. Talebelerinin nefsini terbiye etmek için , riyazet ve mücahedeler yaptırmaya , gurur , kibir , ucb gibi kalp hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi.
Bir gece Eşrefoğlu Rumi , dergahında ibadet ediyordu. Bu sırada bir ışık peyda oldu. O ışıktan şöyle bir hitap duyuldu : “ Ey kul ! Dile benden ne dilersen. Bütün haram olan şeyleri sana helal kıldım.” Eşrefoğlu bir anda Allahü tealanın izni ile sesin sahibi olan şeytanı yakaladı. Avucunun içinde sıkmaya başladı. O anda şeytan ; “ Ya şeyh ! Ne yapıyorsun ? Allah bana kıyamete kadar mühlet vermiştir. Sen ise beni öldürmek istiyorsun.” deyince Eşrefoğlu ; “ Ey mel’un ! Sen benim talebelerimin ve dostlarımın imanlarına kasdetmeyeceğine dair söz verirsen salarım.” dedi. Şeytan da ; “ Onların imanlarına kasdetmeyeceğime söz veriyorum.” dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rumi ; “ Ey mel’un ! Allahü Teala ile olan ahdine vefa etmedin. Benimle olan ahdine mi vefa edeceksin. Bildiğin şeyden geri kalma.” dedi ve saldı. Talebeleri ; “ Onun şeytan olduğunu nereden anladınız ?” diye sorunca ; “ Bütün haramları sana helal kıldım , deyince anladım. Çünkü Allahü tealanın haram ettiği şeyler zata mahsus değildir. Kıyamete kadar bakidir.” buyurdu.