Bursa – Osmangazi’deki Murad Hüdavendigar külliyesinde. Sultan Murad Hüdavendigar’ın türbe kapısı önünde.
Bursa Kütüğüne verdiği bilgiye göre; Murad Hüdavendigar zamanında yaşamış bir zattır. İsmi meçhüldür. I. Murad türbesi kapısında medfundur. Hayatı hakkında bilgi çok kısıtlıdır.
Rivayete göre ; Çekirge Sultan fakir bir adamdır. Sultan ünvanı sonradan verilmiştir. Bursa’da hamamın kapısının önünde sadaka beklerdi. Günün birinde hamamdan çıkan bir kadın feryatlar koparmağa başladı. Kulağındaki küpeleri kaybetmişti. Bütün hamam telaşa düştü, her yere bakıldı ama küpeler yoktu. kadın feryat figan ediyordu. Çünkü küpeleri çok değerliydi. Nihayet işe Çekirge Sultan karıştı ; Kadına ” yıkandığın kurnanın yanında ufak bir delik vardır, dökülen saçlarına sarılı olarak küpelerin oradadır.” dedi. Sonra kadın hatırladı ki ; Hamam girerken küpelerini çıkarmamıştı. Sonra tarandığı sırada dökülen saçlarına sararak bu deliğe koymuştu. hamamdaki bütün kadınlar heyecanla koştular ve küpeleri fakirin söylediği yerde buldular.
Bu hadiseden sonra fakirin kehaneti her yerde duyuldu. Şöhreti o kadar arttı ki ; Sultan Murad’ın kulağına kadar geldi. Adamın gayb ilminde pek mahir olduğu söyleniyordu. Çekirge Sultan , Sultan’ın huzuruna getirildi. Sorulan iki soruya doğru yanıt verdi sonra Sultan Murad kendisine doğru kapalı elini uzatarak sordu ” Söyle bakalım elimde ne var” .
İşte o zaman şaşırdı , tereddüt etti , düşündü taşındı , başını kaşıdı , soruya yanıt vermediğinden kellesinin uçurulacağını düşünüyordu , düşünürken mırıldandı ; ” Bir atlarsın çekirge , iki atlarsın çekirge , üç ” derken.. Henüz sözünü bitirmemişti ki padişah elini açtı. Elinden bir çekirge atladı. Bu hadiseden sonra Padişah fakire bir çok ihsanda bulundu ve kendisine Çekirge Sultan lakabı verildi. Aynı zamanda Padişah’ın müneccim başı olarak tayin edildi.
Kaynaklar ; Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Bursa – Osmangazi’deki Başcı İbrahim Efendi camii haziresinde
Başçı İbrahim Efendi , aslen başçılık mesleğini icra etmekle beraber müteahhit ve tüccar bir kişidir. Kayıtlarda Cem Sultan Türbesi müteahhidi olarak geçer. Babasının adı Abdullah’tır. Alimleri seven hayır sahenet sahibidir.
Abdal Mehmed’in sevdiklerinden olup rivayete göre ona her gün pişmiş bir baş verir ve can-u gönülden hizmetinde bulunurmuş. Bir gün Abdal’a sevdiği insanlardan kalabalık bir grup ansızın misafirliğe gelirler. Abdal onlara nasıl izzet-i ikramda bulunacağını düşünürken başçı, adeti üzere pişmiş bir tepesi dolu baş ile Abdal’ın kapısını çalar. Bu geliş Abdal’ın çok hoşuna gider ve kendisine himmet ederek hayır duada bulunur. Ertesi gün Başçı İbrahim Efendi rızkını temin amacı ile başları kazana koyar. Sahur zamanında kazanda başların pişip pişmediğini kontrol için baktığında ne görsün ; büyük kazan ve kepçesi Abdal Mehmed’in himmeti ve nefesinin bereketiyle halis altun olmuş.
Bu hali görünce ; ”İşim altun eyledim (bundan sonra) Kimden ne derdim var benim ”
diyerek büyük bir servete kavuşur. Bu para ile Maksem’de kendi adıyla anılan camii , hamamımı ve zaviyeyi inşa eder. Abdal Mehmed’e intisap edip onun adına da İki kubbeli Abdal Mehmed camiini inşa eder.
Hayatını hayır ve hasenatla geçirmeye çalışan Başçı İbrahim efendi 11 Zilhicce 885 / 1481’de vefat edince Başçı İbrahim Efendi camii’nin kıble tarafındaki hazirede sırlanır.
Kaynaklar ;Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Bursa – Osmangazi’deki Başcı İbrahim Efendi camii haziresinde medfun . Ne yazıkki Kabir taşı yok.
Karamanlı Şeyh Ali Semerkandi hazretlerinin halifelerindedir. Hayreddin Efendi’den hilafet almıştır. ” Güldeste-i Riyaz-ı İrfan ” adlı eserde Larendeli ( Karaman) olduğu yazılıdır. Muhyiddin İbn Arabi hazretlerinin ” Anka-ı Mağrib ” adlı eserine çok ince meselelere temas eden bir şerh yazmıştır.
Kanuni Bağdat seferine çıkarken kendisiyle görüşmüş ve duasını almıştır. Daha sonra Bursa’ya yerleşmiş ve orada 11 Zilhicce 940/1534 tarihinde vefat etmiştir. Kabri şerifi Başçı İbrahim camii haziresindedir. Ama ne yazıkki kabir taşı yoktur.
Bursa – Osmangazi’de Daya Hatun camii haziresinde.
XVII. yüzyılda yaşamıştır ve Bursa’daki Nakşibend-i Atik dergahının kurucusudur. 1601 yılında Diyarbakır’da doğdu. Urmiyeli Seyyid Ahmed Efendi’nin oğludur. Meczub olup başı açık gezdiği için kendisine Açıkbaş Mahmud lakabı takılmıştır. 1666 (H. 1077) tarihinde Bursa’da vefat etti ve Daye Hatun camii’nin haziresinde sırlandı.
Diyarbakırlı olan Açıkbaş Mahmûd Efendi küçük yaşından îtibâren, zamanın âlimlerinden ilim tahsil etti. Olgunluk yaşına gelince, tasavvufa yöneldi. Nakşibendiyye yolu büyüklerinden “Urmiye Şeyhi” diye bilinen amcası Mahmûd Efendinin sohbetlerinde bulundu. Ona talebe olup tasavvuf dersleri aldı. İlimde ve tasavvufta yüksek derecelere ulaştı. Bir ara Mardin emîri olarak vazîfe yaptı. Bu sırada içinde bulunduğu tasavvufî hâlin verdiği bir cezbeye kapılarak memleketinden ayrıldı. Mısır’a ve başka beldelere gitti. Gittiği yerlerde büyüklerin kabirlerini ve mübârek makamları ziyâret etti. Âlimlerin ve evliyânın sohbetlerinde bulundu. Bir müddet sonra İstanbul’a geldi. Sonra Bursa’ya yerleşti. Bursa’da Ulu Câmi ve Dâye Hâtun Câmilerinde vâzlar vererek insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlattı. Talebe okuttu. Nakşibendiyye büyüklerinden Muhammed Hemedânî hazretlerinin topladığı duâ, virdleri ve tesbihleri içine alan Evrâd-ı Fethiyye‘yi okuttu.
Açıkbaş Mahmud Efendi’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi
1. Hz. Seyyid-i Kâinât Muhammed-i Mustafa (sas.)
2. Hz. Ebû Bekir (ra.)
3. Hz. Selmân-ı Fârisî (ra.)
4. Hz. Kasım İbni Muhammed (ks.)
5. Hz. Câfer-i Sâdık (ks.)
6. Hz. Bâyezid-i Bistâmî (ks.)
7. Hz. Ebu’l-Hasen-i Harakânî (ks.)
8. Hz. Ebu Kasım Kürrekani (k.s.)
9. Hz. Ebû Ali-i Fâremedî (ks.)
10. Hz. Yusuf-ı Hemedânî (ks.)
11. Hz. Abdülhâlık-ı Gücdüvânî (ks.)
12. Hz. Ârif-i Rivgerî (ks.)
13. Hz. Mahmud İncir-i Fağnevî (ks.)
14. Hz. Ali-i Râmitenî (ks.)
15. Hz. Muhammed Baba-ı Semmâsî (ks.)
16. Hz. Emir Külâl (ks.)
17. Hz. Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn (ks.)
18. Hz. Alâeddîn-i Attar (ks.)
19. Hz. Mevlana Nizameddin Hamuş (ks.)
19. Hz. Mevlana Saadeddin Kaşgari (ks.)
20. Hz. Mevlana Alaeddin Mektepdar (ks.)
21. Hz. Mevlana Sunullah Kuzekunani (ks.)
22. Hz. Derviş Ahi Hüsrevşahi (ks.)
23. Hz. Mevlana İlyas (İlyas Badamyari) (ks.)
24. Hz. Seyyid Muhammed (ks.)
25. Hz. Şeyh Ahmed ( Koç Baba) (ks.)
26. Hz. Şeyh Açıkbaş Mahmud Efendi (ks.)
Bazı sebepler yüzünden , bilhassa Narcıoğlu namı ile meşhur bir inatçı münkir ile aralarında geçen muarazdan sonra halkın şikayeti üzerine bir zaman Bursa’dan sürgün edildi. Dersaadet’e celb edilerek Sadrazam Köprülü Mehmed efendi’nin huzurlarında bazı sözlerinden hapsi emrolunda. Zehirlenmesi için baştabibe bir şişe zehir hazırlatıldı. ” Bismillah” diyerek ve kelime-i tevhidi de söyleyerek şişeyi tamamen içmesiyle zehirin ter olarak dışarı çıkması bir oldu. Sadrazam ve Şeyhülislam da bu hale hayret ettiler. Bunun üzerine izzet ve ikram ile Bursa’ya gönderildi.
Nakşibend-i Atik Dergahı
Bulunduğu Yerde başka bir Nakşibendi zaviyesi olduğu için Atik (eski) adıyla anılmaktadır. Ancak Açıkbaş Mahmud efendi tarafından kurulmuş olan dergah’a , Açıkbaş Mahmud Efendi dergahı da denilmektedir. Dergah, Bursa da Hisar’da, darphane mahallesindedir.
Dergah’da Postnişin olanlar sırasıyla ;
1- Açıkbaş Mahmud Efendi (v. 1666)
2- Şeyh Ahi Mahmud Efendi (v. 1679)
3- Şeyh Mustafa Efendi (v. 1698)
4- Şeyh Abdülkerim Efendi (v. 1725)
5- Şeyh Abdullah Efendi (v. 1746)
6- Şeyh Mehmed Efendi (v. 1762)
7- Şeyh Mehmed Efendi (v. 1778)
8- Şeyh Abdullah Efendi (v. 1802)
9- Şeyh Abdülkerim Efendi (v. 1831)
10-Şeyh Abdülhadi Efendi (v. 1875)
11-Şeyh Eşref Efendi (v. 1878)
12-Şeyh Şerif Efendi (v. 1926)
Şöhreti her tarafa yayıldı. İnsanlar uzaktan ve yakından sohbetlerine koşup istifâde ettiler. Ömrünü, İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle, insanlara anlatmakla geçiren Açıkbaş Mahmûd Efendi, 15 Ekim 1666 (15 Rebîulâhir 1077) Cumâ günü ikindi vaktinde Bursa’da vefât etti. Dâye Hâtun Câmii hazîresinin batı kısmında defn edildi. Kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir. Açıkbaş Mahmûd Efendinin vefâtından sonra yerine birâderi Kâsım Efendinin oğlu Mahmûd Efendi geçip talebe yetiştirdi. O da vefât edince, oğlu Mustafa Efendi geçti.
Açıkbaş Mahmud Efendi’nin kabir taşı; ”Fenadan göz yumup Mahmud Efendi Beka biz-zat segrijn kıldı matlab diriğa böyle bir er gelmeye hiç tarik-i Nakşibendi’de mukarreb Dinildi rıhleti vaktinde tarih Makamın cennet-i adn eyleye Rab sene 1077 ”
Vefatına, kendisini sevenlerden birisinin dürüşdüğü tarih şöyledir ; ” Şeyh Mahmud mefhar-i meczuban
Nesl-i pak hazret-i sultan-ı din
Eyleyüp azm-i beka-yı Cavidan
Kodı uşşak-ı firak içre hazin
Güş idüb naklin didim tarihini
Rahmetin kıla ziyade ol Mu’in ”
Açıkbaş Mahmud Efendi’nin Eserleri
İlmiyle amel eden, güzel ahlâk sâhibi olgun bir velî olan Açıkbaş Mahmûd Efendinin kıymetli eserleri de vardır. Bu eserlerinin başlıcaları şunlardır:
1) Güzîde: Türkçe olup tecvîde yâni Kur’ân-ı kerîmi okuma ilmine dâirdir. Beşiktaş’ta Yahyâ Efendi Kütüphânesinde bulunan ve yirmi dokuz bâb (bölüm) üzerine yazılmış olan bu eser pek kıymetlidir.
2) Evrad-ı Fethiyye: Farsçadan tercüme edilmiş bir eserdir. Nakşibendiyye büyüklerinden Muhammed Hemedânî’nin topladığı, duâ, zikir ve virdleri ihtivâ eden eserin şerh ve tercümesidir.
3) Risâle-i Nurbahşiyye: Emir Sultan hazretlerinin mensûb olduğu Nurbahşiyye tarîkatının evrâd ve silsilesini açıklayan bir risâledir.
4) Arapça, Farsça ve Türkçe olarak yazılmış olan şiir mecmuâsı.
Açıkbaş Mahmûd Efendinin eserleri yazma olup, hiçbirisi basılmamıştır.
Kaynaklar ;
Tarihi Bursa Mezar taşları I – Bursa Hazireleri , Hasan Basri Öcalan , Bursa Kültür a.ş. , 2011
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Mehmed Şemseddin , Bursa dergahları ( Yadigar-ı Şemsi) , Uludağ Yayınları
Mustafa Kara , Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler , Bursa Kültür A. Ş. yayınla
Bursa’nın fethine katılan, Orhan Gâzî devri Osmanlı evliyâsından. İran’da Hoy şehrinde doğdu. Şeyh Ebü’l-Vefâ’nın yolundan feyz aldı.
Baba İlyâs Horasânî’den ilim öğrendi. Keşiş dağı ormanlarındaki dergâhında kalıp, geyiklerle haşır-neşir olduğu için Geyikli Baba adı verildi. Gideceği yerlere bir geyiğe binmiş olarak giderdi Sultan Orhan Gâzî zamanında kerâmetleriyle meşhûr oldu. Geyik sırtında Bursa’nın fethine katıldı. Bursa’yı kuşatan ordunun önünde, elinde altmış okkalık bir kılıçla küffâra karşı harb etti. Orhan Gazi zamanında Uludağ’ın doğu eteklerinde, İnegöl yakınlarında vefât edip, oraya defnedildi. Orhan Gazi tarafından kabri üzerine türbe yaptırıldı. Sonradan yine Orhan Gazi tarafından türbe yanına bir câmi ve dergâh ilâve edildi Sevenleri, çevresinde bir köy meydana getirdiler. Kurdukları bu köye Baba Sultan köyü adını verdiler. Geyikli Baba külliyesi, 1369 (m. 1950)’den sonra yeniden restore edilip, ta’mir edildi.
Geyikli Baba, Keşiş dağındaki dergâhında kendi hâlinde yaşar, gelenlere dinini öğretir, şehre inmezdi. Orhan Gazi, Bursa’yı fethettikten sonra, Bursa’nın fethinde yardıma gelen evliyânın gönlünü almak, onların bereketli duâlarına kavuşmak için bir imâret yaptırdı. Onları Bursa’ya da’vet etti. Orhan Bey’e yakınları Geyikli Baba’dan da bahsettiler. “İnegöl civarındaki, Keşiş dağında birçok derviş yerleşmiş, içlerinden bir derviş onlardan ayrılır, ormana gider, geyiklerle arkadaşlık eder. Sizin dostlarınızdan Turgut Alp, onun da dostudur. Sık sık onun ziyâretine gider, beraber sohbet ederler” dediler.
Orhan Gazi de haber gönderip, onun kim ve neci olduğunu öğrenmek istedi. Bursa’ya da’vet etti. “Eğer gelmezse, ben varıp elini öpeyim” dedi. Geyikli Baba’yı arayıp buldular. Sultânın sözünü arzettiler. “Baba ilyâs mürîdiyim, Seyyid Ebü’l-Vefâ Bağdâdî tarîkatındanım” diye cevap verdi. Bursa’ya da’vet ettiler, rızâ göstermedi. “Sakın Orhan da gelmesin. Dervişler gönül ehli olurlar, gözetirler.
Öyle bir vakitte varırlar ki, vardıkları zamanda ettikleri duânın kabûl olmasını arzu ederler” buyurdu. “Bari Orhan Gâzî’ye duâ et!” dediklerinde; “Biz onu hatırımızdan çıkarmıyoruz. Her zaman devletine duâ ile meşgûlüz. Onun İslâmiyete hizmeti sebebiyle, sevgi ve muhabbeti kalbimizde taht kurmuştur” diye haber gönderdi.
Aradan zaman geçti. Geyikli Baba, dergâhının yanından bir ağaç dalı keserek omuzuna alıp yola revân oldu. Doğru Bursa hisarına vardı. Pâdişâh sarayına girip, avlu kapısının iç tarafına, getirdiği dalı dikmeye başladı. Sultan Orhan Gâzî’ye haber verdiler. “Bir derviş gelmiş, saray avlusuna ağaç diker” dediler. Sultan çıkıp hâli gördü. Bu dervişin Geyikli Baba olduğunu bildi. Ağacı dikince doğrulup, Orhan Gâzî’ye: “Bu hatıramız burada kaldığı müddetçe, dervişlerin duâsı senin ve neslinin üzerinedir. Senin neslin ve devletin bu ağaç gibi kök salacak, dalları çok uzaklara ulaşacak. Evlâtların dîn-i İslama çok hizmet edecekler” deyip; “Kökü sâbit, dalları ise göktedir” meâlindeki, İbrâhim sûresi 24. âyet-i kerîmesini okudu. Az sonra da geldiği gibi gitti. Diktiği ağaç ulu bir çınar oldu. O ağacın bugün bile mevcût olduğu, Bursa’da Üftâde’ye giden Kavaklı caddedeki çınar ağacı olduğu söylenmektedir.
Bir zaman sonra Orhan Gazi, Geyikli Baba’ya iâde-i ziyârette bulundu. Ona; “İnegöl ve çevresi senin tasarrufunda olsun” dedi. “Mülk ve mal cenâb-ı Haktandır, ehline verir, biz O’nun ehli değiliz. Mal, mülk ve sebeplere meyletmek, emîr ve sultanlara gerektir. Bizim gibi fukara kısmına, Allah adamlarına “yakışmaz” diye cevap verdi. Pâdişâh ısrar edince, kendisine hibe edilen yerlere bedel olarak, dergâhının çevresinden az bir miktarını dervişlere odunluk olarak kabûl edip, Sultanın gönlünü aldı. Orhan Gâzî de kabûl etti, râzı olup, çok duâlar aldı.
Taşköprüzâde merhum, “Şakâyık-ı Nu’mâniyye”sinde, Osmanlının gülbahçesinde yetişen, Nu’mân’ın (İmâm-ı a’zamın) bülbüllerini anlatırken, Geyikli Baba’dan da bahs eder ve kabrini ziyâretle şereflendiğini söyler. “Kabrini ziyâret ettim. Kabrin yakınında bir mezar daha gördüm. Türbedârdan bu mezarın kime âit olduğunu sordum. Germiyanoğullarından saltanat sahibi bir kimse iken saltanatı terk edip, Geyikli Baba’nın hizmetine giren ulu bir kimsenin mezarı oluduğunu söyledi” demekte ve zamanında Geyikli Baba’ya gösterilen i’tibârı ifâde etmektedir.
Bursa – İznik de Eşrefoğlu Rumi camii yakınındaki Ahiveyn sultan sokağında.
Vahdet-i Vücud tasavvuf geleneğinin en önemli düşünürlerindendir. (Kayseri.1261? – İznik, 11 Mart 1350). Kaynak eserlerde Davud el-Kayseri‘nin hayatıyla ilgili çok az bilgi vardır. Davud el Kayserı’nin tam ismi Davud bin Mahmud bin Muhammed’dir. Kaynaklarda “el Kayseri” künyesine ilaveten bazen “er-Rumı’, “es-Savi’ “el-Karamani’ ve “el-Hanefi'” künyeleriyle de anılmıştır. Lakabı, “Şerefuddin ve’l-millet“dir (dinin vemille tin şerefi). Bazı kaynaklar onun Karaman’da doğduğunu söylüyorlarsa da bu doğru değildir; “el-Karamani’ künyesiyle anılması, onun gençlik yıllarında Kayseri’nin bir ara Karamanoğlu Beyliği sınırlarına dahil edilmesinden olabilir. Ceddinin, belki Muhammed adlı dedesi, meşhur Sava Şehri’nden göç ederek Kayseri’ye yerleşmiştir. Bunun için bazen “es-Savi’ künyesiyle anıldı.
İlk eğitimini Kayseri’de aldı; o zamanlar Kayseri’de hocalık yapmış olan ve 1273 yılında Konya’ya kadı olarak atanan Kadı Siraceddin el-Urmevi (öl. 1283) bazı kaynaklarda el-Kayseri’nin hocası gösterilmiştir. Yüksek ilim tahsili için Davud el-Kayseri‘nin Mısır’a gittiği ve orada üç-dört yıl kalarak iyi bir tahsil gördüğü belirtilmektedir. Fakat hangi medresede ve kimlerden ders aldığı bilinmediği gibi, gidiş ve dönüş tarihleri hakkında da hiçbir bilgi yoktur. Büyük ihtimalle el-Ezher’de öğrencilik yaptı. Anadolu’ya döndükten sonra, bazı kaynaklar Davud el Kayseri’nin Konya ve Bursa’ya gittiğini daha sonra da İran’a seyahat ettiğini belirtmektedir. Nitekim o, bu seyahati esna sında ünlü mutasavvıf Abdurrezzak el-Keşani (öl. 1329) ile görüşmüştür. Davud el Kayseri, ondan kendisini tasavvufa yönlendiren hocası olarak bahsetmektedir. Bazı kaynaklar Sadreddin Konevi’yi (öl. 1274), el-Kayserinin tasavvuftaki hocası olarak gösterse de bu doğru değildir.
Davud el-Kayseri’nin ilmi şan ve şöhreti etrafa yayılınca, Orhan Gazi kendisini iznik’e davet ederek bazı rivayetlere göre kendisine önce kadılık teklif etti; ancak el-Kayseri bunu kabul etmeyince onu Osmanlıların ilk medresesi olan İznik Medresesine 1336 yılında günlük otuz akçeyle yönetici ve müderris olarak tayin etti. Osmanlıların ilk müderrisi olma sıfatıyla el-Kayseri vefatına kadar yaklaşık on beş sene medresede görev yaptı.
Kaynakların çoğunluğu, Davud el-Kayseri’nin 11 Mart 1350 tarihinde İznik’te vefat ettiğini kaydetmektedir.
Davud el-Kayseri, elimizdeki eserlerinden de anlaşıldığı gibi, dini ve felsefi ilimler alanında XIV. yüzyılda yetişen en önemli alimlerden birisidir. Osmanlı’nın ilim geleneğini oluşturmuştur. Mensup olduğu vahdet-i Vücud düşüncesinin Osmanlı kültüründe tanınmasına ve yayılmasına büyük katkıda bulundu. İbn Arabi’nin Fusüsu’l-Hikem adlı eserine yazdığı şerhi, söz konusu eser üzerine yazılan bütün şerhler arasında en çok rağbet göreni oldu. Vahdet-i Vucüd anlayışını, sahip olduğu mantık, matematik ve felsefi bilgisiyle sistematik bir şekilde en iyi yorumlayan ve kendi şahsi fikirleriyle zenginleştiren bir düşünürdür. Bu nedenle, özellikle el-Kayseri’nin şerhi İslam dünyasının her tarafında günümüze kadar en çok okunan eserdir; bu eser, İbn Arabiyi anlamanın anahtarı olarak kabul edilmiştir.
Davud el-Kayseri, sadece bir yorumcu değil; aynı zamanda tasavvufta ve felsefe de kendine has özgün fikirleri olan bir düşünürdü. Arapçayı ve Farsçayı çok iyi bilmekteydi. P. Nwyia’nın ifadesiyle yabancı olmasına rağmen Arapçayı en iyi kullanabilen bir yazardı.
Davud el-Kayseri‘nin Türk olduğu konusunda şüphe yoktur. Her ne kadar H.Corbin bir yazısında Davud el-Kayseri’nin İranlı olduğunu söylemişse de, daha sonra yazdığı bir başka yazısında bunu düzeltmiştir. Davud el-Kayseri kelami mezhep konusunda Maturidi ve fıkhi mezhep konusunda Hanefidir; böyle olduğu için “el-Hanefi’ künyesiyle anılmıştır.
Davud el-Kayseri‘nin varlık düşüncesi, vahdet-i Vücud düşüncesidir. Genelde Meşşailerin varlık anlayışını eleştirmiştir. İbn Sina’nın varlığı zorunlu mümkün ve mümteni olarak üç sınıfa ayırmasını gerçekçi bulmayarak, bu ayrımın sadece itibari, yani zihinsel olduğunu söylemiştir. Davud el-Kayseri’nin varlık bilime kazandırdığı en önemli kavram “el-Hikmetü’l Mütealiyye (Aşkın hikmet)”dir. Bu kavramı daha sonra Fethullah Şirvani ve Molla Sadra da kullandı. Davud el-Kayseri’nin zaman konusunda Eflatuncu ve Aristocu anlayışı reddederek zamanı, varlığın müddeti (müddetü’l-vücud) olarak Türk-İslam düşüncesine kazandırdığı ikinci önemli kavramdır.
Davud el Kayseri‘nin bilimsel katkıları bunlarla da sınırlı değildir. Tabiat felsefesi alanındaki diğer önemli katkısı, “beyaz atom” (ez zerretü’l-beyza) kavramıyla, maddenin aslının enerji olduğu şeklindeki görüşüdür. Fizik dünyadaki değişim, bir enerji değişimidir. Böylece el-Kayseri, Oswald’ın fikirleriyle oluşan meşhur enerjitizm akımının bir öncüsü gibidir.
Davud el-Kayseri, başta kendinden sonraki Türk düşünürleri olmak üzere İranlı ve Arap düşünürlere etki etti. Davud el-Kayseri‘den etkilenen Türk düşünürleri ara sında, Şeyh Bedreddin, Molla Penan, Bali Efendi ve İsmail Hakkı Bursevi gibi kimseler vardır. Davud el-Kayseri’den en çok etkilenen İranlı düşünürler arasında Haydar Amoli, Lahici (öl.1506), Molla Sadra Şırazi (öl. 1640), Sebzevan (1797-1872) ve hatta İmam Humeyni (1902-1989) gibi isimleri sayabiliriz. Davud el-Kayseri etkisi taşıyan Arap düşünürleri arasında ise, Abdülgani Nablusi (öl. 1731) ve Emir Abdülkadir (1806-1883) gibi kimseler vardır.
Kaynakların ve kütüphane kataloglarının Davud el-Kayseri’ye atfettikleri eserlerin toplamı hayli fazladır. Bunun nedeni başkalarına ait bazı eserlerin yanlışlıkla ona atfedilmesi ve kendisine ait eserlerin bazı bölümlerini ayn risaleler halinde istinsah edilerek eserlere farklı isimler verilmesi veya bazı eserlerinin farklı isimlerle çoğaltılmasıdır.
Davud el-Kayseri’nin elimizdeki bütün eserleri Arapçadır. Eserlerinin bir kısmı şerh mahiyetinde olup bir kısmı da özgün telif eserlerdir. Eserleri kronolojileri ne göre sıralandığında: Keşful-Hicab an Kelami Rabbi’l-Erbab: Allah’ın kelam sıfatı ve bu konuyla ilgili bazı meselelere dair bir risaledir. Bilinen sahih eserleri arasında Davud el-Kayseri‘nin kaleme aldığı ilk eser olarak görülmektedir. Yazılış tarihi 1331 yılı veya daha önceki bir tarih olabilir.
Matla’u Hasusi’l-Kelam fi’ Ma’ani Fususi’l-Hikem: İbn Arabı’nin meşhur eseri Fusus üzerine bir şerhtir. Eser iki ana kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısım ‘Giriş’tir ve “el-Mukaddim” adıyla meşhurdur. Giriş’te Davud el-Kayseri vahdet-i Vücud anlayışını kendi özgün fikirleriyle sistematik bir biçimde anlatmaktadır. Giriş on iki bölümden oluşmaktadır. İkinci ana kısım Fusus metninin şerhidir. Davud el-Kayseri‘nin bu şerhi, en geç 1331 yılında yazıp bitirdiği anlaşılmaktadır.
Tahkiku Ma’i’l-Hayat ve Keşfi Esrari’z Zulumat: Eserin konusu, ilmin hayat suyu olduğu ve hakiki ilimden içebilenlerin ölümsüz olduğudur. Bu bağlamda Hızır meselesi ele alınmaktadır. Eserin telif tarihi sefer ayının ortasındaki bir cuma günü H 732 (M 1332)’dir.
Şerhu’l-Kasideti’l-Ta’iyye:Davud el-Kayseri’nin meşhur sufi şair İbnü’l-Fariz’ın Kaside’t-Ta’iyye olarak bilinen Nazmu’s Sulük adlı eseri üzerine yazdığı bir şerhtir. Eser iki ana kısımdan oluşur. Birinci kısım, Giriş’tir; bu kısımda Davud el Kayseri tasavvuf ilmine dair kendi özgün fikirlerini ortaya koymuştur. İkinci kısım Taiyye’nin şerhidir. Eserin yazıldığı tarihi tam olarak bilemiyoruz; ancak Fusus şerhinden sonra yazıldığı bilinmektedir.
Şerhu’l-Kasideti’t-Mimiyye: İbnü’l-Farız’ın “Hamriyye” veya “Nazmu’d-Durr” olarak da bilinen Mimiyye Kasidesi’nin şerhidir. Bu şerh de iki kısımdan oluşmaktadır. Giriş kısımda ilahı sevgi konu su ele alınmıştır; Davud el-Kayseri bu konuyu kendi görüşleriyle anlatmaktadır. İkinci kısım ise, Mimiyye’nin şerhidir. Bu eserin de yazıldığı tarih tam olarak bilinmiyor; ancak bu da Fusus şerhinden sonra yazılmıştır.
Şerhu Besmele bi’s-Sureti’n-Neviyyeti’l İnsaniyyeti’I-Kamile: Abdurrezzak el-Keşani’nin Te’vilatu’l Kur’ani’l-Kerim adlı eserinin giriş kısmında yapmış olduğu Besmele te’vili üzerine bir şerhtir. Yazıldığı tarih hakkında hiçbir bilgi yoktur.
Nihayetü’l-Beyan fi Dirayeti’z-Zaman: Zaman’ın mahiyetiyle ilgili olan bu eser, Davud el-Kaysennin en değerli eseıidir. Yazıldığı tarih konusunda bilgi yoktur.
Esasü’l-Vahdaniyye ve Mebneu’l-Ferdaniyye: Birlik ve çokluk konusuyla ilgili olan bu eserinin de yazıldığı tarih belli değildir. Ancak Fusüs şerhinden sonra yazıldığı söylenebilir.
Bunlardan başka Davud el-Kayseri’ye atfedilen yedi eser daha vardır; ancak bunlara bugüne kadar rastlanmadığı için, kendisine ait olup olmadıklan konusun da kesin kanaate ulaşılamamıştır.
Anadolu’da yaşayan büyük velilerden , şair. İsmi Abdullah olup , babasınınki Eşref’tir. Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası , Mısır’dan İznik’e göç etti. Eşrefoğu Rumi İznik’te doğdu. Doğum tarihi belli değildir. 1484 (H.889) ‘da İznik’te vefat etti. Türbesi İznik’tedir. Eşrefzade-i Rumi diye de bilinir. Babasının terbiyesi altında büyüyen Eşrefoğlu Rumi , önce İznik’te bulunan medreselerde çeşitli alimlerden ders aldı. Zamanın zahiri ilimlerinde üstün başarılar elde etti. Sonra Bursa’ya giderek Padişah Çelebi Mehmed’in medresesine girdi. Burada tefsir , hadis ve fıkıh ilimleri üzerinde söz sahibi olan alimler derecesine yükseldi. Buradan mezun olunca , Bursa’da müderrislik yapan hocası büyük alim Alaeddin Ali hazretlerinin yardımcısı oldu. Çelebi Mehmed Han medresesinde bir müddet ders veren Eşrefoğlu Rumi bir sabah vakti medrese civarında dolaşırken , zamanın velilerinden olan Ebdal Mehmed’e rastladı. Kalbinden ; “ Tasavvuf yolundan bana nasib var ise alametler görünsün. ” diye geçirerek ona yaklaştı. Ebdal Mehmed kendisine bakarak ; “ Ey medreseli ! Bize köfteli çorba getir.” Dedi. Bu söz üzerine çarşıya gidip , köfteli çorba aradı. Fakat bulamadı ve eli boş dönmemek için köftesiz çorba aldı. Ebdal Mehmed’e gelirken yolda birkaç parça ekmek alarak yuvarlak köfte haline getirip , çorbanın içine attı. Ebdal Mehmed çorbayı karıştırıp köfte bulamayınca Eşrefzade’ye ; “ Hani bunun köftesi ? ” diye sordu. Daha sonra çorbayı iyice karıştırdı ve Eşrefoğlu’na uzatarak ; “ Ye bunu! ” dedi. Eşrefoğlu büyük bir teslimiyet ile tereddüd etmeden çorbayı yedi. Çorbanın içine atılan ekmek parçaları köfteye dönmüştü. Bunun üzerine o zat ; “ Ya sen olmayıp da kim olsa gerek. ” şeklinde bir söz söyleyip oradan uzaklaştı. Eşrefoğlu bu sözlerden bir mana çıkaramamasına rağmen , tasavvuf yoluna girmesi hususunda bir işaret olduğuna inandı.
Nefsini terbiye etmek , kalp aynasını cilalamak için kendi kendine uğraşmaya başladı. Bu yolda bir hoca bulmanın şart olduğunu düşünerek , kitaplarını dağıttı ve Bursa’da bulunan Emir Sultan’ın huzuruna gitti. Talebesi olup , hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirdi. Emir Sultan , Abdullah’ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını görünce , onu evliyanın büyüğü Ankara’daki Hacı Bayram-ı Veli’ye gönderdi. Sonra Ankara’ya gidip , yeni hocasına teslim oldu.
Hacı Bayram-ı Veli hazretleri , Abdullah’daki kabiliyeti keşfederek ona nefsini terbiye edecek vazifeler verdi. Yaşı kırkın üzerinde ve büyük bir alim olduğu halde , hocasının emirlerine “ Başüstüne ” diyerek sarıldı. Kendisine verilen hela temizleme vazifesini , bütün gayretiyle yapmaya başladı. Nefsinin isteklerini terk edip , istemediklerini yapmak için büyük çaba sarfetti. Bu şekilde riyazet ve mücahedeye devam etti. Hocası Hacı Bayram-ı Veli’ye on bir sene hizmet etmekle şereflendi. Bu kadar zaman zarfında hocasının ; “ Üstadın huzurunda lüzumsuz konuşmak edebe aykırıdır.” Sözü üzerine , yanında bir kelime bile konuşmadı. Sadece sorulan suallere kısa ve öz olarak cevap verir , edebe , ziyade dikkat ederdi. Eşrefoğlu Abdullah , on bir sene içinde pek çok imtihandan geçti. Yaptığı güç işlerden hiç şikayette bulunmadı. Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti ve hürmeti üzerine , Hacı Bayram-ı Veli kızı Hayrünnisa’yı ona nikah ederek zevceliğe verdi. Bir müddet daha hizmete devam eden Eşrefoğlu Abdullah , hocasından izin alarak Allahü tealanın emir ve yasaklarını bildirmek üzere İznik’e gitti. Orada kendi iç alemiyle baş başa kaldı. Hocasından ayrılığı onu yaktı , hasretine fazla dayanamadı ve tekrar Ankara’ya döndü. Hacı Bayram-ı Veli , damadını , tasavvuf yolunda derecelerinin ilerlemesi için tekrar İznik’e gönderdi. Orada kırk gün nefsini terbiye etmesi için halvete girmesini , sonra Ankara’ya gelmesini emretti.
İznik’e gidip geldikten sonra , hocasının ; “ Hama şehrinde Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyin Hamevi’nin huzuruna gidip , Kadiri yolunu öğreniniz.” buyurdu. Bu emri yerine getirmek üzere hazırlığa başladı. Hanımını ve biricik kızı Züleyha’yı bir merkebe bindirerek , Hacı Bayram-ı Veli ile vedalaştı. Günlerce zahmetli ve yorucu yolculuktan sonra , Hama’ya yeni hocasının huzuruna vardı.
O gün hacdan dönen Hüseyin Hamevi , ilahi bir ilham ile Eşrefzade’nin gelmekte olduğunu anlayarak , talebelerine ; “ Bugün Anadolu’dan bir er geliyor. Gidip karşılayınız.” buyurdu. Karşılamaya çıkan talebeler , zahmetli ve zorlu yolculuktan dolayı elbiseleri eskimiş olduğu için Eşrefoğlu Rumi yanlarından geçtiği halde , hocalarının söylediği zatın o olduğunu anlayamadılar. Dergahın kapısına varan Eşrefzade Rumi , Hüseyin Hamevi tarafından itibarla içeri alındı. Hanımı ve çocuğu ise Hüseyin Hamevi’nin hanımı tarafından kendilerine ayrılan odaya götürüldü. Hüseyin Hamevi bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üzere kırk gün halvet için bir hücreye koydu. Eşrefoğlu Abdullah , sıkı ve riyazet ve mücahedeye tabi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevi , Abdullah’a ziyade teveccühlerde bulundu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek götürdü. Eşrefoğlu’nu hareketsiz görünce , öldü zannedip , telaşlandı ve durumu hocasına bildirdi. Fakat kırk gün dolmadığı için Hüseyin Hamevi bu duruma aldırış etmedi. Abdullah , kırkıncı gün hücreden çıkartıldığında , büyük bir vecd hali içinde kendinden geçmiş , gözleri kapalı ve hareketsiz bir halde görüldü. Kendisini melekle alemini seyretmenin lezzetinden ayırdıklarında ; “ Sultanım bize kıydınız.” diyerek gözlerini açtı. Bu kırk günlük imtihanı başarıyla veren Abdullah , tasavvufta pek yüce mertebelere çıkmış olarak icazetname aldı. Hüseyin Hamevi’nin halifesi olarak Anadolu’da Kadiri yolunu yaymak üzere vazifelendirildi.
“ Halk senin zahirine de bakar. Onun için kıyafetini biraz düzeltmen lazımdır. Şu hırkayı ve pabuçları al , giy. ” buyurunca , Eşrefoğlu hırkayı giydi , pabuçları da başına geçirerek ; “ Hocamın verdiği pabuç ayağıma değil , başıma olsa gerektir. ” dedi. Hocasının emri üzere yola çıkmak üzere hazırlık yaptığı sırada , Hüseyin Hamevi’nin eski talebeleri aralarında ; “ Biz bu kadar zamandan beri hocamızın hizmetindeyiz. Bize himmet verilmedi. Bu Rumi denilen ve Anadolu’dan gelen kimseye kırk günde hem himmet , hem de icazet verildi. Bu nasıl iştir ? ” diye konuşuyorlardı. Hüseyin Hamevi , Allahü tealanın izniyle bu duruma vakıf oldu. Talebelerini toplayıp bir konuşma sırasında ; “ Ya Rumi ! Bu kadar misafirimiz oldun. Sana bir ziyafet veremedik. Bir ziyafette bulunalım. İnşaallah ondan sonra gidersin. ” dedi. Yemeler hazırlanıp talebeleri ile yeşillik bir yere gittiler. Hüseyin Hamevi , suyu bulunmayan bir yerde oturulmasını emretti. Talebeleri ; “ Sultanım , burada su yoktur, namaz zamanı abdest almak icab ettiğinde sıkıntı çekeriz. ” demelerine rağmen Hüseyin Hamevi oturulmasını istedi. Talebeler hocalarının emri üzerine oturdular. Namaz vakti girince abdest almak icab etti. Hüseyin Hamevi , Eşrefoğlu hariç bütün talebelerine su aramalarını söyledi. Talebelerin ; “ Sultanım burada su yoktur. ” demelerine rağmen ; “ Hele siz bir arayın belki vardır. ” buyurdu. Talebeler aramalarına rağmen bulamadılar. Bunun üzerine Hüseyin Hamevi ; “ Rumi ! Gerçi sen misafirsin. Misafire hizmet ettirmek doğru değildir. Bir de sen ara. Belki su bulursun. ” deyince , Eşrefoğlu ; “ Emriniz başım üstüne. ” diyerek hemen aramaya başladı. Bir ağacın yanına gidip , teyemmüm etti ve secdeye varıp Allahü tealaya şöyle yalvardı : “ Ya Rabbi ! Hocam su istiyor. Lütfet , su ihsan eyle. ” Daha sonra başını secdeden kaldırdı. Secde ettiği yerden bir pınarın kaynadığını gördü. Hemen tası doldurup hocasına götürdü. Hüseyin Hamevi talebelerine dönerek ; “ Su olmadığını iddia ediyordunuz. Bakın Rumi nasıl bulmuş ! ” dedi. Talebeler hemen suyun bulunduğu yere gittiler. Suyun daha yeni çıkıp akmaya başladığını görünce , hocalarının Eşrefoğlu’na himmet etmesinin sebebini anladılar.
Hüseyin Hamevi , Abdullah’ı Anadolu’ya uğurladıktan bir müddet sonra , arkasından baktı ve ; “Abdullah-ı Rumi koca bir deniz imiş. Bizde bulunan her şeyi çekip sinesine aldı.” buyurdu. Çocukları ile birlikte Ankara’ya giden Abdullah-ı Rumi , kayınpederi Hacı Bayram-ı Veli’nin yanında bir müddet daha kaldıktan sonra İznik’e gitti.
İznik’te önceleri münzevi , yalnız bir hayat yaşayan Eşrefoğlu , şan ve şöhretten hiç hoşlanmazdı. Kimsenin dikkatini çekmeden fakirane bir hayat yaşadı ve insanlardan uzak kalmaya çalıştı. İznik’e Hama’dan bir zatın gelmesi durum değişti. O zat herkese Eşrefoğlu’nun menkıbelerini anlatmaya başlayınca , İznik halkı kendisine hürmet ve itibar göstermeye başladı. Bundan rahatsız olan Eşrefoğlu Rumi dağlara çekildi , tekrar uzlet hayatına başladı. Dağlarda dolaşırken bir köylü onu gördü ve suçlu sanarak yakaladı. Gayesi onu teslim alıp mükafat almaktı. Fakat onun şöhretini duyan köylünün annesi , kendisini tanıyınca mesele anlaşıldı , köylü ve annesi de Eşrefoğlu’na talebe oldu. Bunun üzerine İznik’e dönen Eşrefoğlu asıl vazifesi olan insanlara doğru yolu anlatmaya başladı. İlk talebesi olan ve kendisini yakalayan köylü onun için Pınarbaşı denilen yerde bir dergah yaptırdı. Eşrefoğlu Rumi , burada talebelerine ders vermeye , Kadiri yolunu yaymak için çalışmalara başladı. Talebelerinin nefsini terbiye etmek için , riyazet ve mücahedeler yaptırmaya , gurur , kibir , ucb gibi kalp hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi.
Bir gece Eşrefoğlu Rumi , dergahında ibadet ediyordu. Bu sırada bir ışık peyda oldu. O ışıktan şöyle bir hitap duyuldu : “ Ey kul ! Dile benden ne dilersen. Bütün haram olan şeyleri sana helal kıldım.” Eşrefoğlu bir anda Allahü tealanın izni ile sesin sahibi olan şeytanı yakaladı. Avucunun içinde sıkmaya başladı. O anda şeytan ; “ Ya şeyh ! Ne yapıyorsun ? Allah bana kıyamete kadar mühlet vermiştir. Sen ise beni öldürmek istiyorsun.” deyince Eşrefoğlu ; “ Ey mel’un ! Sen benim talebelerimin ve dostlarımın imanlarına kasdetmeyeceğine dair söz verirsen salarım.” dedi. Şeytan da ; “ Onların imanlarına kasdetmeyeceğime söz veriyorum.” dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rumi ; “ Ey mel’un ! Allahü Teala ile olan ahdine vefa etmedin. Benimle olan ahdine mi vefa edeceksin. Bildiğin şeyden geri kalma.” dedi ve saldı. Talebeleri ; “ Onun şeytan olduğunu nereden anladınız ?” diye sorunca ; “ Bütün haramları sana helal kıldım , deyince anladım. Çünkü Allahü tealanın haram ettiği şeyler zata mahsus değildir. Kıyamete kadar bakidir.” buyurdu.
Meşhûr Türkçe “Mevlid” kasidesinin yazarı. Bursa’da doğdu. Kaynaklarda Süleymân Çelebi’nin doğum târihine dâir bir kayda tesadüf edilmedi. Ancak, Süleymân Çelebi’nin Mevlid’i 60 yaşında yazdığı ve eserin 812 (m. 1409) senesinde bittiği, en eski olarak bilinen nüshasında mevcût bir beyte istinâd etmektedir. 825 (m. 1422) senesinde vefât ettiği bilindiğine göre, onun 752 (m. 1351) senesinde doğduğu neticesi çıkmaktadır. Sultan Birinci Murâd Hân’ın vezîrlerinden Ahmed Paşa’nın oğlu, Şeyh Mahmûd Efendi’nin torunudur. Mahmûd Bey, 738 (m. 1338) senesinde Sadr-ı a’zam Süleymân Paşa ile Rumeliye sal ile geçenlerdendir. Süleymân Çelebi, Bursa’da asrının ileri gelen âlimlerinden ilim tahsil etti. Büyük bir âlim olarak, Sultan Yıldırım Bâyezîd zamanında Dîvân-ı hümâyûn İmâmı, sonra da Bursa’da onun inşâ ve ihyâ ettiği câminin İmâmı oldu. Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) olan muhabbeti, “Vesîlet-ün-necât” isimli Mevlid kasidesini yazmasına vesile oldu. Eserini yazmasının sebebi olarak gösterilen hâdise hakkında; “Künh-ül-ahbâr”, “Güldeste”, “Tezkire-i Latifi” ve başka kaynaklarda geniş bilgi vardır. Süleymân Çelebi’nin vefâtı için düşürülen târih, “râhat-ı ervah”tır. Mezarı, Bursa’da Çekirge yolu üzerindedir.
Bursa Cumhuriyet Caddesi yakınında, Abdâl Caddesi, Tahıl Caddesi ve Gül Sokağı’nın kavşağındaki Abdal Mehmet Camisinin karşısındaki Abdal mehmet türbesinin hemen arkasında
Hasırpuş dede ermişlerden bir zat idi , dünya menfaatlerine itibar etmeyip fakr u fena yolunu seçmiştir. Omuzunda eski yıpranmış hasıra benzer hırka taşımakla halk arasında ” Hasırpuş” namıyla meşhur olmuştur. Gülizar-ı İrfan’da ; Abdal Mehmet türbesi yakınında bu dünyanın gösterişinden debdebesinde uzak kıt kanaat geçinirken mağmur belde cennete yol bulduğunda Deveciler mezarlığının batı tarafında Abdal Mehmed türbesinin kuzeyindeki Gül sokaktaki türbesine defnedilmiştir.
Şeyh Mehmet Üftade hazretlerinin torunudur. Üftade dergahında; Üftade hazretlerinden sonra yerine Şeyh Mustafa Efendi geçer, oda vefat edince yerine oğlu İbrahim Sadık Efendi halife olur.
Şeyh Mustafa Efendi’nin doğan çocukları yaşamamış henüz çocukken vefat etmişlerdir. Bir gün candan bir yakarışla Mevla’dan ” bir salih evlad ihsan etmesi için duada bulunur çok geçmeden 1606 yılında İbrahim Sadık dünyaya gelmiştir. Ama Cilveyi Rabbani tecellesi olarak 2 yıl sonra Mustafa Efendi vefat etmiştir. İbrahim sadık Efendi ise Bursa Mollası Şeyh Muhammed Fenari efendinin gözetiminde büyümüştür. 18 yaşına kadar Bursa’nın çok ünlü alimlerinde dersler almıştır.
Bir üre sonra Aziz Mahmut Hüdai hazretlerinin arzusu üzerine İstanbula geldi ve dört yıl riyazet ve mücahedeye devam ederek seyr-ü sülükunu tamamlayıp Celveti halifesi oldu. Peygamber efendimizin manevi işaretiyle Bursa’ya dönerek dedelerinin makamına Üftade dergahına döndüler. Bursa da dedesinin makamında irşad makamını yürütürken halk arasında ”kutup” namıyla şöhret olmuştur. Bu onun kemalat ve feyzine delil olarak gösterilir. Yadigar-ı Şemsi müellifi Mehmed Şemseddin Efendi ” Ruhaniyetlerinden istimdad idenler, emeline nail olurlar” diyerek bunu teyit etmiştir.
Kutup İbrahim Efendi aynı zamanda şairde ve ”Sadık” mahlasıyla şiirler yazardı. Niyazi Mısri ; Kutup İbrahim Efendi‘nin ” Anlar bizi” kafiyeli şiirini tahmis eylemiştir ayrıca Niyazi Mısri hazretleri , Kutup İbrahim İbrahim Efendiye derin bir hürmet besler, huzurunda ayakta bekler ve teberrüken hizmetlerinde bulunurdu.
Kutup İbrahim Efendi çok cömertti , fakire fukaraya çok yardım ederdi. Ahşap haldeki Üftade camiini baştan tamir ettirerek esaslı bir cami haline getirdi. Hatta ölmeden evvel 440 adet kitabının satılarak paranın caminin imam hatip ,müezzin ve kayyımlarına vakıf akçe olarak bırakılmasını vasiyet etmiştir.
Seyrü Sülükünü manevi bir işaretle Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinde tamamlayan ve 72 sene süren şeyhliği müddetince ; ” Ben emr-i Hakk’la alem değiştirdiğim zaman , na’şımı türbeye defnetmeyin dedemin huzurunda cesedimin dahi ayak uzatması ruhumu sıkar” diyen Kutup İbrahim Efendi 13 Ramazan 1089 / 29 ekim 1678 cumartesi günü vefat etmiş ve vasiyeti üzerine türbenin dışındaki kabristana sırlanmıştır.
Kutbu’l-Aktab mazhar-ı fuyuzat-ı rabbül erbab mürşidi kamil arifi billah Eş-Şeyh İbrahim bin Eş Şeyh Mustafa bin Eş Şeyh Hazreti Üftade Efendi sene 1089
Kaynak ; Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2 İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları