İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede
Mustafa Feyzi Efendi (ks.), 1267/1851 senesinde Tekirdağ’ın Kılıçlar Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Babası çiftçilikle meşgul olan Emrullah Ağa’dır.1
İlim tahsiline memleketinde başlayan Mustafa Feyzi Efendi, 1869 senesinde 18 yaşlarında iken İstanbul’a gelir. Bayezid Camii dersiâmlarından olan ağabeyi Tekirdağlı Mehmed Tahir Efendi’nin ders halkasına katılır. 1882 senesinde 32 yaşlarında iken tahsilini tamamlayarak ulûm-ı aliyyeden icazetnâme alır. Aynı yıl içinde yapılan “rüûs” imtihanında ehliyetini isbat ederek ders verebilecek duruma gelir. Bundan bir sene sonra ders vekili sıfatıyla Bayezid Camii’nde ders vermeye başlar. On beş sene sonra 1898’de de talebelerine ilk icazetini vermeye muvaffak olur.
1887 senesinde kendisine “ibtidâ-i hâric” rütbesi ile beraber İstanbul müderresliği vazifesi verilir. 1907 senesinde “Mûsıla-i Sahn” rütbesiyle Şehzadebaşı İsmail Paşa Medresesi müderrisliğine tayin edilir. Ardından 4. Osmânî ve 4. Mecidî nişanı ile taltif edilerek 1910 senesinde Huzur dersleri muhataplığına getirilir. En son huzur dersinin yapıldığı 1919 senesine kadar bu vazifesine devam etmiştir.
Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerine intisab eden Mustafa Feyzi Efendi (ks.) onun önde gelen halifelerinden olmuştur. Dağıstanlı Ömer Ziyâüddîn Efendi’nin 1920 senesinde âhirete göçmesinden sonra Gümüşhâneli Dergâhı postnişîni olarak irşad vazifesine başlamış, 1922 senesinde tekke ve zâviyelerin kapatılmasına kadar bu vazifeyi sürdürmüştür. Yeni Cami’de bir müddet Hadis dersleri okutan Mustafa Feyzi Efendi’nin ömründe 24 defa halvete girdiği halifelerinden Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh tarafından ifade edilmektedir.
Mustafa Feyzi Efendi, Gümüşhânevî hazretlerinin dördüncü halifesi olarak beş sene kadar vazife yapmış, pek çok talebe ve 10’a yakın irşad selahiyetli âlim yetiştirmiştir. Her sene bir kere hatim etmek üzere Râmûzu’l-ehâdîs okutmuştur. Son halvetinde talebelerinden Serezli Hasib Efendi, Kazanlı Abdülaziz (Bekkine) Efendi ve Bursalı Mehmed Zahid Efendi’ye hilafet vermiştir. Aynı silsile, sırasıyla bu zâtlar tarafından devam ettirilerek günümüze kadar intikal ettirilmiştir.
Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi orta boylu, dolgunca, ak sakallı, nur yüzlü, yuvarlak çehreli idi. Devamlı oruç tutar, çok namaz kılar, zikrederlerdi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde bir derya olup tevazuu ve güzel ahlâkı ile tebârüz etmişti.
Erzurum’lu İbrahim Hakkı hazretlerinin:
Tasavvuf; kimseye âr olmamaktır.
Tasavvuf; gül olup hâr olmamaktır.
Tasavvuf; yok olup vâr olmamaktır.
Bunu her kim anlarsa bürhân ondadır.
sözlerini sık sık tekrarlayan Mustafa Feyzi Efendi, 23 Muharrem 1345/1 Ağustos 1926 senesinde 75 yaşlarında iken dâr-ı bekâya irtihal eylemişlerdir. Kabri Süleymaniye Camii haziresinde tekke arkadaşlarının yanındadır. Mezar taşı kitâbesinde şunlar yazılıdır:
Mustafa Feyzi Efendi’nin zikir halkası esnasında Niyâzî-i Mısrî’ye ait şu ilâhiyi söyledikleri halifelerinden Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh tarafından bildirilmektedir.
Ey derde derman isteyen!
Yetmez mi derd dermân sana
Ey râhat-ı cân isteyen!
Kurban olandır cân sana.
Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin 1926 senesinde vefatının üzerinden otuz sene gibi uzun bir süre geçtikten sonra vuku bulan ibret dolu bir hadiseyi Mehmed Zahid Kotku hazretleri şöyle anlatıyor:
“İşte sana bu âlim-i âhiret olan kimselerden gördüğüm bir canlı hâdiseyi anlatırken umarım ki yerlerin yiyemediği bu alim kimseleri de öğrenmiş oluruz: İstanbul yollarının genişletildiği ve türbelerin etrafları açıldığı bir devirde bizim rahmetlik Hocamız Tekfurdağlı, Bayezid Cami-i Şerifi müderrisi ve Gümüşhâneli Dergâhı post-nişîni Hacı Mustafa Feyzi Efendi hazretleri de Kânûnî Sultan Süleyman Câmi-i Şerifi’nin kıblesinde ve Kânûnî Sultan Süleyman’ın türbesinin yanında dış tarafında sekiz-on kadar kabir vardı ki rahmetli Menderes bunların da kaldırılıp yanındaki boşluğa gömülmelerini istemiş ve bu suretle nakl-i kubûr yapılmak üzere bizim de o merasimde murakıp olarak bulunmamızı istemişler. Biz de orada bulunduk. Mezarlar açıldı. İçinden çıkarılan kemikler hazırlanmış torbalara konarak hazırlanan mezarlarına naklediliyordu. Sıra bizim üstadımız Şeyh Hacı Mustafa Feyzi Efendi’nin merazına geldi. Mezar, zeminden hemen bir metre yüksek olduğundan bazı taşlar kopmuş ve mezarın içerisi gözükmekte idi. Nihayet nezar açıldığı zaman- definden zannedersem otuz sene kadar bir zaman geçmiş olduğu halde rahmetlik Şeyh Hacı Mustafa Feyzi Efendi’nin henüz sakalının bile bir kılı değişmemiş. Bütün bir cesedin sanki henüz yeni gömülmüş olduğunu hem biz hem bütün hâzirûn, büyük bir cemaat kalabalığı tarafından görülmüş. Toprağın demek hakiki alimleri yiyemediği hakikaten müşahedemiz olmuştur. Rahmetullahi rahmeten vâsiâ.”
İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede
Adı Mehmed Zahid, soyadı Kotku idi. Kendisinin naklettiğine göre babası ona: “Oğlum Mehemmed!” diye hitap edermiş. Soyadının “mütevâzi” mânasına geldiği nüfus cüzdanının başına not edilmiş idi. Tevellüdü 1315 Hicrî-Kamerî (Rûmî 1313, Milâdî 1897) yılında, Bursa şehrinde, kale içinde Türkmenzâde çıkmazındaki baba evinde vâki olmuştur.
Ailesi
Baba ve annesi Kafkasya’dan 1297’de göç eden müslümanlardandır. Dedeleri Kafkasya’da Şirvan’a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha’dandır ki burası dağ eteğinde, ipekçilikle meşhur, ahalisi müslüman, hâlen Azerî Türkçesi konuşulan bir yerdir. Babası İbrahim Efendi Bursa’ya 16 yaşlarında iken gelmiş, Hamzabey Medresesi’nde tahsil görmüş, muhtelif yerlerde imamlık yapmış, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sülalesinden bir Seyyid’dir. 1929’larda 76 yaşlarında iken Bursa ovasındaki İzvat köyünde vefat etmiş ve oraya defnolunmuş, ehl-i tarîk bir kimsedir.
Annesi Sabire Hanım, Mehmed Zahid Efendi üç yaşlarında iken vefat etmiş, Pınarbaşı kabristanına gömülmüştür. Bu anne ve babadan doğma ağabeyi Ahmed Şakir (1308-1335) subaylık yapmış, Kudüs’te Çanakkale’de bulunmuş, siperlerde hastalanmış ve 28 yaşlarında iken vefat edip Söğütlüçeşme’ye defnolunmuştur. Aynı anneden bir küçük kardeşi daha olmuşsa da çok yaşamamış birkaç aylık iken vefat etmiştir. Babasının ikinci evliliği yine Dağıstan muhacirlerinden, Fatma Hanım’la olmuştur. Ondan doğma üç kız kardeşi vardır. Bunlardan Pakize Hanım’ın efendisi de, Bursa Ulu Camii imamlarından ve İsmail Hakkı Tekkesi şeyhlerinden merhum Ahmed Efendi kuddise sırruh’dur.
Tahsili, Askerliği
Mehmed Zahid Efendi rahmetullâhi aleyh ilk mektebi Oruç Bey İbtidâîsi’nde okudu. Maksem’deki idâdîye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebi’ne girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşlarında askere celb olundu. 14 Nisan 1332’de asker oldu, senelerce askerlik yaptı, çok tehlikeli günler geçirdi, hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye’den çekilmesinden sonra, binbir güçlükle İstanbul’a döndü. 10 Temmuz 1335’de Cuma gününden itibaren de 25 K. 30 şubede yazıcı olarak vazifeye devam etti. Kendi hatıra defteri kayıtlarından 1338 Martlarında henüz bu vazifede olduğu görülüyor.
Tasavvufî Yetişmesi ve Dinî Hizmetleri
İstanbul’da bulunduğu esnada çeşitli dinî toplantılara, derslere, camilerdeki vaazlara devam etti. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendi’yi çok sevdiği anlaşılıyor. Bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma günü, namazı Ayasofya Camii’nde edadan sonra Vilayet önünde bulunan Fatma Sultan Camii yanındaki Gümüşhâneli Tekkesi’ne giderek Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi’ye intisap eyledi. Günden güne ahvalini terakki ettirdi. Bu zât-ı şerîfin, 18 Kasım 1337 Cuma günü vefatından sonra postnişîn-i irşâd olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin yanında tahsîl-i kemâlâta devam etmiş, müteaddit defalar halvete girmiş, 27 yaşlarında hilâfetnâmeyi aldıktan sonra ondan Râmuzü’l-ehâdîs, Hizb-i A’zam ve Delâilü’l-hayrât icâzetnâmelerini de almış, Bayezit, Fatih ve Ayasofya camii ve medreselerinde derslere devam etmiş, bu esnada hafızlığını da tamamlamıştır. Bu aralarda hocasının işareti üzere muhtelif kasaba ve köylerde dinî hizmet îfâ etmiştir.
Tekkelerin kapatılmasından sonra Bursa’ya dönmüş, evlenmiş, 1929’da vefat eden babasının yerine Bursa ovasındaki İzvat Köyü’nde 15-16 sene kadar imamlık ettikten sonra Üftade Cami-i şerîfi’nin imam-hatipliğine tayin edilerek şehirde hisar içindeki baba evine yerleşti. Burada 1945-46’dan 1952’ye kadar hizmet eyledi. 1952 Aralığında Gümüşhaneli Dergâhı postnişini ve eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine’nin vefatı üzerine, İstanbul’a naklolarak Fatih’te bulvara nazır Ümmügülsüm Mescidi’nde vazife gördü. 1.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Cami-i şerîfi’ne nakloldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı.
Vefatı
Mehmed Zahid Efendi rahmetullâhi aleyh, ömrünün son yıllarında rahatsız idi; ayakta gezmesine rağmen şiddetli ağrılarından muzdaripti. 1979 yazında uzun zaman kalmak üzere gittiği Hicaz’dan, ağır hasta olarak 1980 Şubatı’nda dönmek zorunda kalmıştı. 7 Mart 1980’de ameliyata girdi ve midesinin üçte ikisi alındı.
Ameliyattan sonra tedricen düzeldi, hatta 1980 Ramazanı’nda hiç aksatmadan oruç tuttu. Hatimle teravih kıldı, vaaz etti, yazın Balıkesir Ilıca’ya, Çanakkale Ayvacık sahiline ağrıyan ayakları için götürüldü, hac mevsimi gelince de Hicaz’a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsızlığı nüksetmiş ve ağrılar tekrar başlamıştı. Haccı güçlükle îfâdan sonra, 6 Kasım 1980’de çok ağır hasta olarak İstanbul’a döndü. Tam bir hafta sonra 5 Muharrem 1401 / 13 Kasım 1980’de (5 Muharrem 1401), Perşembe günü öğleye yakın, dualar, Yâsînler, tesbih ve gözyaşları ile uyur gibi bir halde iken âhirete irtihal eyledi.
Cenaze namazı 14 Kasım 1980 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii’nde muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafîr tarafından kılınarak, mübarek vücudu, Kânûnî Süleyman Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstatlarının yanındaki istirahatgâhına defnolundu.Bu esnada Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih ve çevrelerinde trafik durmuş, Süleymaniye’nin içi ve avlusu kâmilen dolduğu gibi, cemaat sokaklara taşarak Esnaf Hastanesi’nin yanına kadar uzanmıştı. Vefatını duyanlar içinde Anadolu’nun en uzak şehirlerinden olduğu
kadar Avrupa’dan gelenler de vardı. Uzakta bulunan muhiblerinden çoğu da vaktinde haber alamama yüzünden cenazesine yetişememişlerdi.
Vefatı İslâm âleminde de büyük üzüntüye yol açmış, Suudi Arabistan’da, Kâbe’de, Kuveyt’te ve daha başka şehirlerde gıyabında cenaze namazı kılınıp dualar edilmiş, ajanslar bu elim vefat haberini yayınlamışlardı. Vefat tarihi olan 13 Kasım 1980 tarihli takvim yapraklarında tevâfukan çok mânidar ibareler yer alıyordu. Mesela bunların birindeki şu parça ne kadar şâyân-ı taaccübdür:*
Arkamdan Ağlama
Öldüğüm gün tabutum yürüyünce
Bende bu dünya derdi var sanma.
Bana ağlama, “yazık, yazık!”, “vah, vah!” deme
Şeytanın tuzağına düşersen “vah vah”ın sırası o zamandır.
Yazık yazık asıl o zaman denir.
Cenazemi gördüğün zaman “elfirak, elfirak!” deme,
Benim buluşmam asıl o zamandır.
Beni mezara koyunca “elvedâ” demeye kalkışma!
Mezar cennet topluluğunun perdesidir.
Mezar hapis görünür amma,
Aslında canın hapisten kurtuluşudur.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batma görünür amma
Aslında o doğmadır, parlamadır.
Yere hangi tohum ekildi de yetişmedi?
Neden insan tohumu için
Bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?
Hangi kova suya salındı da dolu olarak çekilmedi?
Can Yusuf’un kuyuya düşünce niye ağlarsın?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç!
Çünkü artık hay-huy’un,
Mekânsızlık âleminin boşluğundadır.
Ahlâk ve Şemâili
Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına tanımadığına selam verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânalı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.
Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telaffuzu kullanır, karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânalı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu. Özel hayatında ev halkına karşı müşfik ve latifeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez, telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi.
Fevkalâde mütevazi idi. Kerâmetleri zahir ve şöhreti âlemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvanı arasında lâlettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemalini büyük bir maharetle gizlerdi. Kendi üstatlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.
Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu. Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı. Dostlarına vefası emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara her türlü yardımı esirgemezdi.
Çok açık elli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile memnun eder, ziyaretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmaya çalışırdı. Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en ücra, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.
Allahu Teâlâ ve Tekaddes hazretleri derecâtını ulyâ eyleyip, biz âciz ü nâçizleri de füyûzât ve şefaatından feyzyâb u nasibdâr buyursun… Âmîn, bi-hürmeti seyyidi’l-mürselîn sallallahu aleyhi ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahüm bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn, ve’l-hamdü lillahi rabbi’l-âlemîn.
İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede
Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerinin yetiştirdiği, daha hayattayken yerine vekil bırakarak irşat selahiyeti verdiği Gümüşhâneli Dergâhı şeyhlerinden Hasan Hilmi Efendi, Kastamonu’nun Azdavay Kasabası’nda 1240/1824 senesinde doğar.
Müridân arasında daha çok “Kastamonî” nisbesiyle tanınan Hasan Hilmi Efendi’nin babası, Abdullah adında ümmî fakat velî bir zâttır. Kendisinden nakledildiğine göre bir cuma günü babası aniden rahatsızlanır, çocuklarına; “Beni hemen guslettirin. Bugün Rabbim’e icabet edeceğim. O’nun huzuruna tertemiz çıkmak isterim.” deyince arzusu yerine getirilir. Cuma namazını eda ettikten sonra da dostlarını evine davet ederek helalleşip vedalaştıktan sonra ruhunu teslim eder.
Hasan Hilmi Efendi, orta boylu, nur yüzlü, ak sakallı, buğday benizli, çekme burunlu, açık kaşlı, ela gözlü idi. Başında Nakşî tâcı, beyaz sarık, sırtında boylu entari ve hırka bulunurdu. Hz. Ebu Bekir yaratılışlı, ismi ile müsemmâ hilim sahibi, takvâ örneği bir zât idi. İlk tahsiline Kastamonu’da başlar. Memleketinin ileri gelen alimlerinden kıraat, sarf ve nahiv ilimleri tahsil eder.
18 yaşlarına geldiğinde tahsilini tamamlamak üzere babası tarafından İstanbul’a gönderilir. İstanbul’da Mahmudpaşa Medresesi’ne yerleşir. Burada Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleri ile tanışır. 50 yılı aşkın bir süre devam edecek olan beraberlikleri böylece başlar. Mahmudpaşa Medresesi’nde Nevşehirli Büyük Hazım Efendi’nin derslerine devam eder. Tefsir, Fıkıh, Hadis, Hikmet gibi ilimlerde tahsilini tamamlayarak icazet alır.
Hasan Hilmi Efendi terkedilmiş, ıssız ve ibadete kapalı bulunan Fatmasultan Camii müezzinliğine gönüllü olarak talip olur. Camiyi kısa sürede ihyâ ederek günün beş vaktinde açık hale getirdiği için bu caminin baş müezzinliğine tayin edilir. Fatmasultan Camii’ndeki bu vazifesi icabı Mahmudpaşa Medresesi’nden ayrılır. Buna rağmen başından beri büyük bir saygı ve hürmetle bağlı olduğu Gümüşhânevî’yi sık sık ziyaret eder.
Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî (ks.) bu aralar İstanbul’a gelmiş ve Gümüşhânevî hazretleri ona intisap etmiştir. Hasan Hilmi Efendi de uzun süredir bu yola intisap etme arzusu içindedir. Bu düşüncesini dostu, sırdaşı Gümüşhânevî’ye açar. Gümüşhânevî hazretleri ise şeyhi Ervâdî hazretlerinin müsaadesiyle sohbet şeyhi ittihaz ettiği, Ervâdî gibi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin İstanbul halifelerinden olan, Abdülfettah el-Ukarî hazretlerine intisap etmesi yolunda tavsiyede bulunur. Süleymaniye camii ve haziresi
Hazirede olanlar ;
1- Mehmed Zahid Kotku (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
2- Kanuni Sultan Süleyman han (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
3- Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
4- Tekirdağlı Mustafa Fevzi efendi (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
5- Dağıstanlı Ömer Ziyaeddin Efendi (k.s.) -Süleymaniye camii haziresi[/toggle]
Hasan Hilmi Efendi, Gümüşhânevî’nin de delaletiyle Abdülfettah el-Ukarî hazretlerine intisap eder. Şeyhinin vefatına kadar, ona candan bir teslimiyetle bağlı kalır. Bu arada Gümüşhânevî ile birlikte Ervâdî’nin Ayasofya Camii’ndeki hadis derslerine devam eder. Hasan Hilmi Efendi, ilk şeyhinin 1864 senesinde âhirete irtihalinden sonra, Ervâdî’den hilafet alan Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî’ye intisap eder. Onun hadis derslerine devam ederek ilmî icazet alır. Hemen ardından seyr u sülûkünü tamamlayarak hilâfet alır. Daha şeyhi hayattayken irşat makamında vekili ve baş halifesi olur.
Hasan Hilmi Efendi, 1863 senesinde şeyhi Gümüşhânevî ile beraber hac farizasını eda eder. Şeyhinin ikinci hac seyahatı dönüşünde üç sene Mısır ve Tanta’da ikamet ettiği sürede Gümüşhâneli Dergâhı’nda ona vekalet eder. Şeyhi İstanbul’a döndüktün sonra, kendisini İzmit-Adapazarı bölgesinin irşadı maksadıyla Geyve’ye gönderir. Hasan Hilmi Efendi burada inşa ettirdiği medrese ve tekkede hem hadis okutmuş hem de tarikat neşrine çalışmıştır.
Gümüşhânevî hazretleri, zayıflığı ve ihtiyarlığı sebebiyle dergâhın faaliyetlerini yürütemeyecek hale gelince müridi ve baş halifesi Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’yi Geyve’den İstanbul’a çağırarak tekkeyi ona teslim etmiş, müridlerine de ona bağlanmalarını söylemiştir. Bundan sonra, Gümüşhânevî hazretleri, dünyasını değiştirene kadar yalnızca cuma sohbetlerini ve Hatm-i Hâce zikirlerini icrâ ettirmiştir. Âhirete irtihal ettiği sene ise bu vazifeler de dahil olmak üzere tekkenin bütün mesuliyetlerini Hasan Hilmi Efendi’ye bırakmıştır.
1893 senesinde şeyhinin vefatından sonra 18 yıl fiilen Gümüşhâneli Dergâhı’nda irşat vazifesi gören Hasan Hilmi Efendi de, şeyhi gibi hadis ilmi ile iştigali esas almış, tekkenin el kitabı mesabesinde olan Râmûzü’l-ehâdîs’i senede iki defa hatmetmeyi itiyat edinmiştir.
Muhammed Zâhid el-Kevserî başta olmak üzere Ezineli Mehmed Hulusi Efendi gibi yüzlerce talebesine maddî ilimler yanında irfan, edep, ahlâk ve ruh terbiyesi vermiş, bundan başka 56 halife yetiştirmiştir. Amasyalı Eyüb Sabri, Kâtip Mustafa Fevzi, Bolvadinli Yörükzâde Ahmed Fevzi, Kayserili Ali Rıza, Geyveli Yusuf Bahri bunlar arasında sayılabilir.
1896 senesinde yerine Safranbolulu İsmail Necati Efendi’yi vekil bırakarak hacca giden Hasan Hilmi hazretleri, Gümüşhânevî’nin Medine’deki müridlerinden Hafız Ahmed Ziyâüddin Efendi’ye misafir olmuş ve 18 gün Ravza-i Peygamberî’de halvet ederek mücavir kalmıştır. Son zamanlarına doğru irşat hizmetlerini yürütemeyecek duruma gelince, yerine Gümüşhânevî hazretlerinin halifelerinden Safranbolulu İsmail Necati Efendi’yi vekil ve halife tayin etmiştir. Hastalanıp yatağa düştüğü ve hiçbir şey yiyip içmediği bir gün, gözlerini hafifçe açarak, müridlerine yazdığı vasiyetini ihtiva eden kağıdı verdikten sonra;
“Aslında benim, Rahmet-i Rahmân’a kavuşma vaktim çoktan geldi. Fakat sizler benim için dua ettikçe rahatsız oluyorum. Bu ruh artık Rabb-ı Mecîdi’ne kavuşmak ister. Ne olur dua etmeyi bırakın.” diye söylemiş, sonunda da derinden bir “Allah” diyerek ruhunu teslim etmiştir.
10 Şubat 1911 Perşembe günü saat 07.15’de ruhunu teslim eden Hasan Hilmi Efendi’nin kabri Süleymaniye Camii Haziresinde bulunmaktadır.
İstanbul – Fatih’de Tarihi Tahir Ağa caminin bahçesindedir. Esrar dede sokakta.
18. yüzyılda Uşşaki tarikatının Cemali kolunu kuran Cemaleddin Uşşaki, Eğrikapı’da kendi adıyla anılan tekkede postnişinlik yapmış ve burada Uşşakiliğin bir diğer önemli ismi olan Salahaddin Uşşaki‘yi yetiştirmiştir.
Hakkında fazla bilgi olmayan Salahaddin Uşşaki’nin doğum yerinin Balıkesir olduğu kabul edilir. 20’li yaşlarda İstanbul’a gelen Salahaddin Uşşaki, rüyasında İbnü ‘l Arabi’yi görmüş, bundan sonra keşfi açılmıştır. Eğitim için Mısır’a giden mutasavvıf, İstanbul’a dönüşünde Edirne’den tanıdığı Cemaleddin Uşşaki ile karşılaşmış ve ona biat etmiştir. 7 yıl süren tasavvufi eğitimin ardından şeyhinden hilafet almış.
Aynı zamanda Cemaleddin Uşşaki’nin müridi ve damadı olan şeyh, iki divan sahibi bir şairdir ve Türk şiirine Regaibiye’yi kazandırmıştır. Fatih ‘te, Haydar Mahallesi Esrar Dede Sokak’ta bulunan Tahir Ağa Tekkesi, Kapıcıbaşı Seyyid Mehmed Tahir Ağa tarafından 1760 yılında yaptırılmıştır. Salahaddin Uşşaki buraya padişah III. Mustafa tarafından tayin edilmiştir. Aslında kuruluşunda Nakşibendi tarikatına bağlı olan Tahir Ağa Tekkesi, Salahaddin Uşşaki’nin burada posta oturması ile Uşşakiliğin Salahi kolunun merkezi olmuştur.
Tekkenin özgün mimarisini günümüze kadar koruduğu belirtilir. Tekke semahanesi, 7.70×7 metre ölçüsündedir. Binanın güneybatı köşesinde şeyh odası vardır. Ahşap minaresine kadın mahfilinden geçilir. İstanbul’daki Halveti tekkelerinde az sayıda örneği görülen tahtavi (yeraltına yapılmış) çilehanelerden biri, Tahir Ağa Tekkesi’ndedir.Tekkenin haziresinde, şeyh Salahaddin Uşşaki’nin türbesi bulunur
İstanbul – Kocamustafa paşa’daki Ramazan Efendi camii avlusundadır.
Şeyh Ramazan Mahfi Efendi ,949/1542 senesinde Afyon’da dünyaya geldi. Ramazaneddin-i Mahfi diye tanınmıştır. Akli ve nakli ilimleri tamamlayarak devrin meşayıhından olan Halvetiyye-yi Ahmediyye Şeyhi Kasım Çelebi’den el almıştır. Şeyh Kasım Çelebi’nin vefatından sonra halifesi olan Şeyh Muhammed Muhyiddin Karahisarı’nin yanında seyr ü sülükunu tamamlamış ve onun halifesi olmuştur. Şeyh Ramazan Efendi, Şeyh Muhyiddin efendi’den aldığı hilafet ile 994/1586 yılında İstanbul’a gelmiştir. Sevenlerinden biri olan Bezzazzistan Kethudası Hüsrev çelebi tarafından Koca Mustafa Paşa da kendisi için bir tekke bina ettirmiştir.Hüsrev çelebi tekkeyi 994/1586 de Mimar Sinan’a yaptırmıştır. Şeyh Ramazan Efendi güzel ahlak sahibi bir zat idi. İlahi aşk yolunun saliklerine yol gösterir, insanların dertlerine çareler bulurdu.Rüyâ tâbirinde çok derin bilgilere sâhipti. Şeyh Ramazan Efendi ,’‘ Mahfi” mahlasından anlaşıldığı gibi kemalini gizleyen bir Allah dostudur. Hüseyin Vassaf’ın ifadesi ile ”tarik-i tesettür’‘ e meyyaldir. Bu nedenle zamanında gerekli şöhreti bulamamış , hayatı tafsilatlı olarak kaleme alınamamıştır. Ramazan Efendi son zamanlarında tekkesinde halktan uzak bir hayat yaşadı. Yetmiş altı yıllık ömrünün otuz iki yılını dergahta şeyhlik yaparak sürdürmüştür. 1025/1616 yılında vefat ederek tekkesinin avlusuna defnedilmiştir. Ölümüne ”Rıza-ı Pak” ”Eş-Şeyhül Mücahid” ” Kabetül Uşşak’‘ ” geçti Şeyh bugün” gibi tarihler düşülmüştür. Ramazan Efendi vefatından sonra birçok halife bırakmıştır.
Şu beyit meşhurdur ;
Mahfi bugünü gözleyip Girdi yola aşk özleyip Aşıkların cem eyleyip Gitsin bugün hu hu deyu
Tasavvufla ilgili de şu sözü meşhurdur;
Tasavvuf kimse gönlün yıkmamaktır Haram ve nehyi olana bakmamaktır
Menkıbeleri ;
…..Sünbül Efendinin, Ramazan Efendi hakkında gösterdiği kerâmet şöyle anlatılır: “Ramazan Efendinin dergâhının olduğu yer önceleri bahçe idi. Bir gün Sünbül Efendi buradan geçerken, dergâhın bulunduğu yerde oturarak; “Buradan tevhîd kokusu geliyor.” buyurdu. Hâlbuki Ramazan Efendi daha doğmamıştı. Fakat daha sonra İstanbul’a gelen Ramazan Efendi buraya gelip yerleşti ve insanlara doğru yolu gösterdi.”
……..Zamânın vezirlerinden Mahmûd Paşa, Ramazan Efendiye bağlı olanlardan idi. Vezirliği bırakarak, tasavvufa yönelip, bu bağlılığı devâm ettirmek istiyordu. Bir gün Sadrâzam Yemişçi Hasan Paşanın elinden kaçıp, Ramazan Efendiye sığınmıştı. Sadrâzam onun, Ramazan Efendinin dergâhında gizlendiğini öğrenince, adam gönderip, oradan almalarını emretti. Fakat Ramazan Efendi, Mahmûd Paşayı teslim etmedi. Bir gün Sadrâzam bizzat kendisi gelip, vezîri teslim almak isteyince, Ramazan Efendi; “Bizim dergâhımızda paşa yoktur. Cümlesi derviştir. İsterseniz gelsinler, görünüz, hangisi Mahmûd Paşa ise alınız.” dedikten sonra, dervişleri çağırdı. Mahmûd Paşa onların arasında aba giymiş olarak bulunuyordu.Hasan Paşa onu bu hâlde görünce, işte budur demeye gücü yetmedi ve oradan ayrılıp gitti.”
Hazret-i Mustafa Haki
Tarik-ı Hakda muktedamızdır
Gubar-ı kadem-i paki
Çeşm-i im’ane tutiyamızdır
Nasibli canlara ta’ki
Menba-ı feyz-penahımızdır.
Muhib olanlar Nazmi
Dünya vü ukba bahtiyarandır.
Tamiri 15 Zilkade 1425
Ketebehu Mahmud
İstanbul – Fatih camii kıble tarafındaki hazirede.
Mustafa Haki Efendi Hazretlerinin (k.s.) Silsile-i ŞerifiTokat velîlerinden. Doğum târihi belli değildir. 1920 (H.1338) de İstanbul’da vefât etti. Kabri Fâtih Câmii bahçesinde, Gazi OsmanPaşa türbesine yakındır. Sık sık ziyâret edilmektedir. İlmi, ahlâkı, tevâzuu Tokat, Çorum, Sivas, Amasya ve Yozgat’ta dilden dile anlatılmaktadır. Aynı zamanda Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin yeğenidir.
Mustafa Hâki Efendi, ilk tahsilini Tokat’ta yaptıktan sonra, Çorum Şeyhi Şîranlı Mustafa Efendiye talebe olup icâzet aldı. Sonra Tokat’a dönüp, talebe yetiştirmeye başladı. Dergahı hak âşıkları, ilim tâlipleri ile dolup taşardı. Yetiştirdiği talebeleri, arasında en meşhuru Sivaslı Mustafa Tâkî’dir. Mustafa Tâkî Efendi vefât edince bâzıları; “İlim üç Mustafa ile gitti. Bunlar Çorum Şeyhi Şîranlı Mustafa, Mustafa Hâki ve Sivaslı Mustafa Tâkî’dir.” demişlerdir
Mustafa Hâki Efendi, 1908’de ikinci Meşrûtiyetin ilânı sebebiyle yapılan seçimde devrin ileri gelenlerinin arzûsuyla Tokat mebûsu oldu. Ancak ittihatçıların ve gayr-i müslimlerin oyları ile mebusluğu düşürüldü veİstanbul’da mecbûri ikâmete tâbi tutuldu. Kendisine Çarşamba’daki Mustafa İsmet Efendi dergâhı verildi ve vefâtına kadar burada kaldı.
Mustafâ Hâki Efendinin oğlu Behâeddîn Efendi, dînî ilimlerin yanında Eczâcılık mektebini bitirmiş, siyâsî olaylara karışmamak için Türkiye’den ayrılıp önce Medîne’ye gitmiş orada 27 sene ders okutmuş sonrada Şam’a geçmiştir. Torunları zaman zaman Tokat’a gelip akrabâlarını ziyâret etmektedirler.
Mustafa Hâki Efendinin sözleri ve kerâmetleri halk arasında anlatılmaktadır. Bunlardan bâzıları şöyledir:
Mustafa Hâki hazretleri Samsun’a geldiği bir günde misâfir kaldığı evde ikram edilen meyveyi yerken buyurur ki: “Bu gece dünyâya bir oğlum gelse gerektir.” Tokat’a gelindiğinde görülür ki sözün söylendiği o saatte Behâeddîn Efendi dünyâya gelmiştir.
Mustafa Hâki hazretleri sohbetlerde umumiyetle Eshâb-ı kirâm sevgisinden bahseder, Eshâb-ı kirâm sohbet ile yükseldi. Eshâb-ı kirâm dîni bildirenlerdir. Eshâb-ı kirâma dil uzatan, dîni yıkar. Eshâb-ı kirâmın îmânda ayrılıkları yoktur. Hepsi bütün velîlerden üstündür.
İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak ve tasavvuf yolunda ilerlemektir.
İslâmın temeli; Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine inanmak ve yapmaktır.
Nasihat istiyen birisine buyurdu ki: “Müslüman temiz toprağa benzer. Temiz toprağa her şey atılır. Hakaret görebilir, eziyet görebilir, cefaya uğrayabilir. Lâkin ondan hep güzel temiz faydalı şeyler çıkar. Müminin, insanları ayırmadan, hepsine aynı şekilde davranması ve güzel ahlâklı olması lâzımdır.”
Kerâmet hakkında da; “Bir kimsenin havada uçtuğunu suyun üzerinde yürüdüğünü görseniz, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktaki hassasiyetine bakınız. Şâyet bu tam ise ona uyabilirsiniz. Eğer emir ve yasaklarda gevşeklik varsa hemen ondan uzaklaşınız. Çünkü zararı dokunur.” derdi.
Vefâtı sebebiyle yazılan mersiyeden bir bölüm:
Hicrânda koydun bizleri ey Mürşîd-i ebcel
Nâkısları kim eyleyecek kâmil ü ekmel
Destine yapışdık ebedî bir habl-i metîne
Çekdin elini nâkıs olan düşdi zemîne
Eyvâh geçirdik dem-i fırsatları eyvâh
Allaha ulaştırıcı sohbetleri eyvâh
Feyz-i nazarın mürdeleri eyledi ihyâ
Bu seng-dil Âdemliğini bulmadı hâlâ
Sen bizleri cezb eder idin arş-ı berîne
Biz kendimizi attırırız zîr-i zemîne
Hayfâ o nezâfet o zerâfet, o cemâl
Cem’ olmış idi sende hemân cümle kemâlât
El-Bakî
E’azım-ı meşayih-i Nakşbendiyye-i Halidiyyeden İsmetullah Efendi Dergahı Postnişîni Tokadî es-Seyyîd el-Hac Mustafa Hakî Efendi Hazretleri’nin aram-gah-ı ebedîsidır. Fî 23 Rebî’ü’l-ahir 1338 ve fî 15 kanün-ı sanî 1336
Ebedî olan (Allah)
Nakşibendiyye tarîkati’nin Halidiyye kolunun büyük şeyhlerinden Ismetullah Efendi Dersahı Postnişîni Tokatlı Seyyid Hacı Mustafa Hakî Efendi Hazretleri’nin ebedî dinlenme yeridir.
15 Ocak 1920
Hazret-i Mustafa Hakî Tarîk-ı Hakda muktedamızdır. Gubar-ı kadem-i paki Çeşm-i im’ane tütiyamızdır Nasîbli canlara ta ki Menba-ı feyz-penahımızdır Muhib olanlar Nazmî Dünya vü ukba bahtiyarandır. Ta’mîri 15 Zî’l-ka’de 1425 Ketebehu Mahmud.
Hak yolunda rehberimiz Mustafa Hakî Hazretleri’ dir. (Onun) Temiz ayasının tozu söz pınarlanna sürmemizdir, (O) Nasibi olan kişilere feyiz kaynağıdır. Ey Nazmî, onu sevenler: “Dünyada ve ahirette talihlilerdendir.” Onarımı 27 Aralık 2004 (Hattat) Mahmud (Şahin) yazdı.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
İç Anadolu Evliyaları , Türkiye Gazetesi [/toggle]
İstanbul’da yetişen büyük velîlerden. İsmi Yahyâ, nisbeti Beşiktâşî’dir. Aslen Amasyalı olup Şamlı Ömer Efendinin oğludur. Yahyâ Efendi, İbn-i Ömer el-Arabî, Yahyâ bin Ömer Beşiktâşî ve Molla Şeyhzâde gibi isimlerle de tanınıp meşhûr olmuştur. 1494 (H.900) senesi Trabzon’da doğdu. 1569 (H.977) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabr-i şerîfi, Beşiktaş ile Ortaköy arasında yaptırdığı ve kendi adıyla anılan câminin yanında olup, ziyâret mahallidir.
Babası Şamlı Ömer Efendi uzun müddet Trabzon’da kâdılık yaptı. Yahyâ Efendi orada dünyâya geldi. Kânûnî Sultan Süleymân da Trabzon’da aynı sene aynı haftada doğdu. Kânûnî ile süt kardeşi oldular. Kânûnî dünyâya geldiğinde, annesi Âişe Hafsa Sultanın sütü kesilmişti. Bunun üzerine Kânûnî’yi Yahyâ Efendinin annesi emzirdi.
İlk tahsîlini, babasından ve oradaki başka âlimlerden yapan Yahyâ Efendi, küçüklüğünden îtibâren ilim ve ibâdete rağbet ederek yetişti. Çok riyâzet ve mücâhede yaptı. Nefsin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak için çok çalıştı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere, mânevî olgunluklara kavuştu. İlimdeki kemâlâtını arttırmak ve daha yükseklere kavuşmak maksadıyla, hilâfet merkezi olan İstanbul’a geldi. Zenbilli şöhretiyle meşhûr, Müftiy-ül-enâm Ali Cemâlî Efendinin hizmet ve sohbetlerine kavuştu. Vefâtına kadar sohbetlerine devâm etti.
Ali Cemâlî Efendinin vefâtından sonra müderris oldu. Yahyâ Efendi, çeşitli medreselerde vazîfe yaptıktan sonra, 1553 senesinde, Sahn-ı semân medreselerinden birinde müderrislik yaptı. İki sene sonra da emekli oldu. Emekliliğinden sonra inzivâyı, yalnız kalıp, hep ibâdet ve tâat ile meşgûl olmayı tercih etti. Beşiktaş’ta satın aldığı deniz kenarındaki bahçesinde, bir ev ve mescid yaptırdı. Sonraları evin etrâfında; medreseler, hamam ve orada kalanların barınacakları odalar ve yol üzerinde herkesin gelip geçtiği bir yerde de çok güzel bir çeşme yaptırdı. Pek mahâretli olup, inşâat işlerini bizzat kendisi yapardı. Yaptığı çeşmenin târihî olması bakımından, kitâbesi için yazdırdığı şu beyt meşhûrdur:
“Binâ târihi bu inşâlar olsun
Konup içenlere sıhhâlar (safâlar) olsun”
Askerî ve mülkî erkân, ahâlinin ileri gelenleri, çevredeki ve uzak yerlerdeki insanlar, tüccârlar ve bilhassa gemiciler, Yahyâ Efendiyi ziyâret ederler, hediye ve adak gönderirler, hâcetleri için duâ isterlerdi. Yahyâ Efendi, yanına gelen ziyâretçilere çeşit çeşit yemekler, şerbetler ve meyveler ikrâm eder, geleni boş çevirmezdi. İyilik, ikrâm ve ihsânları pekçoktu. Bâzan şehrin ileri gelen zâtları ile ilim sâhiplerini dâvet eder, çeşit çeşit ikrâmlarda bulunurdu. Bâzan da fakir ve yoksullara ziyâfet çeker, gönüllerini alırdı. Her sene Resûlullah efendimizin, dünyâya teşriflerinin sene-i devriyyesi olan mevlid kandilinde, daha çok iyilik ve ikrâmlarda bulunur, daha geniş ziyâfetler verirdi. İlim talebelerinden, fakirlerden ve zayıflardan ziyâretine gelenlere çok sadakalar verir, en aşağı hediyesi kayık ücreti olurdu. Bahçesinde bulunan meyvelerden Kânûnî Sultan Süleymân Hâna takdîm ve hediye eder, Sultân da ona, maddî yardımda bulunurdu.
Yahyâ Efendi, çeşitli ilimlerde söz sâhibi olup, naklî ilimlerden başka; tıb, hikmet, hendese ve fizik gibi aklî ilimlerde de mahâret ve ihtisas sâhibi idi. Duâsı Allahü teâlânın izniyle hastalara şifâ olurdu. Kendisi, hem zâhirî, hem de bâtınî kemâlâta sâhipti. Üveysî idi. Dil ve gönül ehli, şâir, tabîb, hakîm, cömert, kerîm (iyilik edici), şefkatli, yumuşak huylu, zekî, iyi huylu, takvâ ve güzel ahlâk sâhibi bir zâttı. Ziyâretine gelenler, onun kereminden, kerâmetinden, hikmetli sözlerinden, tıbba dâir bilgilerinden, ilim ve fazîletinden istifâde ederler, feyz almış olarak dönerlerdi. Sohbetinde bulunanların herbirine “Âşık” diye hitâb ederdi. Sohbetlerinde din büyüklerinden bahseder, onların menkıbelerini, güzel hâllerini anlatırdı.
Yahyâ Efendinin iyilik, ikrâm ve ihsânları pekçok olmakla birlikte, kendisi gâyet sâde bir hayat yaşar, her türlü lüzumsuz âdetten kaçınır, resmiyetten uzak dururdu. Tekellüf ve fazla masraftan uzak olup, elbisesi ve sarığı sâdeydi.
Çeşitli yerlerden adak ve hediye olarak gelen malların çoğunu, binâ yapmakta ve bahçelerinin bakımında harcardı. Her tarafta binâlar yapardı. Yaptığı inşâatın biri tamam olmadan diğerine başlardı. Mescid, medrese, tıb mektebi, hânekâh, hamam gibi binâlar inşâ ederdi. İnşâat işinde çok mâhir idi. Dağları kazdırır, toprakları indirip, deniz sâhillerini doldurur, oralara yeni binâlar yapardı. Böyle çok binâ yapmasının hikmeti suâl edildiğinde; “Bekara sûresi 36. ve A’râf sûresi 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “…Yeryüzünde sizin için bir vakte (ömrünüzün, ecelinizin sonuna) kadar, yerleşmek, geçinmek ve menfaatlenmek vardır.” buyruldu. Bizim ve bizden sonra gelip yolumuzda olanlar için, en güzel kalma yerleri, en münâsip ve lâzım olan yerler böyle binâlardır. Bunun için bu tip binâların inşâsına bu kadar gayret ediyoruz.” buyururdu.
Kânûnî Sultan Süleymân, sultan olunca, ona çok yakın alâka gösterdi. Çok yardım edip, İstanbul’daki meşhûr yerine yerleştirdi.
Kânûnî Sultan Süleymân Han bir gün Yahyâ Efendiye hatt-ı şerîf gönderip; “Birâderim Yahyâ Efendi! Şaşılacak şeydir ki, bizi terkettin. Hayli zamandır görüşemedik. Buna sebep nedir? Eğer bizden size karşı bir kusur meydana geldi ise kerem edip af buyurunuz. Teşrif edip bizi sevindiriniz. Böylece kırık gönlümüz neşelensin.” dedi. Hatt-ı şerîf, Yahyâ Efendiye ulaşınca, kâğıt kalem istedi ve Kânûnî’ye cevap yazıp onun görüşme isteğini kabûl etti. Dergâhına dâvet etti. Sohbette bulundular.
Yahyâ Efendi hazretlerinin çok kerâmetleri görüldü. Kânûnî Sultan Süleymân Han sık sık kendisini ziyâret eder nasîhatlerini ister, duâsını alırdı.
Bir gün Yahyâ Efendi hazretleri Sahn-ı semân Medresesine gitmek için yola çıkmıştı. Yolda atının yularını bir papaz tuttu ve; “Ey âlim zât! Ey Yahyâ Efendi! Size bir suâlim var. Bu müşkül işi bana îzâh edin. Soracağım şeyin cevâbı acabâ dîninizde var mıdır? Her sene yeni defter tutulmayıp, gidiyor. Ölen kalan kim bilinmeden ölmüş bir gayr-i müslimden devletçe haraç isteniyor? Bu nasıl iştir. Bu şekilde hareket dîninizde var mıdır?” dedi. Yahyâ Efendi bunları duyunca; “Hayır. Dînimizde ölmüş bir gayr-i müslim vatandaştan haraç alınmaz. Sonra çok fakir kazandığıyla güç geçinen kimseden ve çok yaşlı olanlardan da haraç alınmaz. Bunlar affolunmuşlardır. Sultânımız ona muhtaç değildir.” dedi. O zaman papaz; “Efendi şunu iyi bil ki, bizden ölen kimsenin bile haracını isteyip, her yıl alırlar. Bunu ben size soruyorum. İslâm dîni bunun alınmasını istiyor mu? Ne olur bunu Sultan Süleymân Hana arzedin, haber verin, sorun?” dedi.
Bunları işiten Yahyâ Efendi celâllendi ve din gayreti ile medreseye vardı. Ders yapmadan önce hemen kalem kâğıt istedi ve Sultan Süleymân Hana hitâben; “Ey cihân sultanı Süleymân Han! Şimdi sana saltanat haram oldu. Zulmün ölen kişilere kadar uzandı demek. Halbuki böyle bir zulmü senin ecdâdın yapmamıştı. Bu mudur din gayreti? Bak, müminleri bir kâfir ilzâm ediyor, susturuyor, çâresiz bırakıyor.” diye yazdı. Sonra da sevdiği birine bu mektubu verip Sultana gönderdi. Mektup, Kânûnî’nin eline ulaştığında, Kânûnî ona nazar edip okudu. Rengi değişip, kalbini bir üzüntü kapladı. Tahtından indi ve bir adamını Yahyâ Efendiye göndererek geleceğini bildirdi. Çok geçmeden saltanat kayığına binip Yahyâ Efendinin dergâhına vardı. Hürmetle selâm verip yaklaştı ve; “Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu bize siz mi gönderdiniz? Ey güzel haslet sâhibi! Nedir suçumuz? Bize bunu beyân edip açıklayınız? Biz de işin hakîkatını bilelim. Saltanat bana neden haram oldu? Kime zulmeyledim?” diye sordu.
O zaman Yahyâ Efendi hazretleri ona; “Pâdişâhım! Bu ne iştir. Defterleri her sene niçin yenilemezsiniz? Ölmüş olan gayr-i müslimlerden memurlarınız haraç toplarlar. Böyle ele geçen mal sana hiç helal olur mu? Bu senden beklenmez. Yediğin, giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana haram olmuş demektir.” dedi.
Hayretler içinde kalan Kânûnî; “Hâlimi Allahü teâlâ biliyor ki, bu söylediklerinizden zerrece haberim yoktur.” dedi. Yahyâ Efendi de; “O halde bu gaflet nedir? Yarın Allahü teâlânın huzûrunda buna vereceğin cevap ne olur. Memurların gayr-i müslim malı alırlar. Bu kâfir hakkı, kul hakkı olur. Ergeç Allahü teâlânın huzûruna çıkacaksın. Yakanı kâfirin eline vereceksin. Netîcede korkarım Cehennem ateşine atılırsın. Cihân pâdişâhının kâfirle birlikte gelmesi lâyık mıdır? Bu mudur din gayreti, bu mudur îmân gayreti? Kullara zarar verene, inletip ağlatana Allahü teâlânın rızâsı yoktur. Sana yolların en hayırlısı gösterilmişken, buna Resûlullah efendimiz hiç rızâ gösterir mi? Yaptığın işler yanlıştır. Niçin adâletle işlerini görmezsin? Dîninin bildirdiği yola gitmezsin? Şunu iyi bil ki, ey cihân pâdişâhı! Şöhret zînetinin hepsi burada bu dünyâda kalır. Bu apaçık bir iştir. Eğer adâletle bir iş yaptıysan, sana kalacak odur.” buyurdu.
Kânûnî Sultan Süleymân Han bu sözleri işitince ağladı ve vezîrine emredip; “Her sene evleri teker teker sayın. Gayr-i müslimlerden ölen kalanları yazın. Haraç hesâbını iyi tutun. Hazîneye haram para getirmeyin. Şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızâm yoktur.” diye ferman etti. Sonra da Yahyâ Efendi hazretlerine dönüp; “Sen bizim doğru yolu gösteren rehberimizsin. Gaflet uykusundan bizi uyandırdın. Bu sebeple Allahü teâlâ senden râzı olsun. Suç bizdeymiş.” dedi. Yahyâ Efendi de ona; “Ey cihân pâdişâhı! Tövbe edin ki, Allahü teâlâ affetsin. Bir daha gaflette kalıp zulüm etmeyiniz. Doğru yolu bırakıp eğri yola gitmeyiniz.” buyurdu. Kânûnî ona; “Ağabey! Şimdi artık bizim tahta geçmemize izin var mıdır?” diye sordu. O zaman Yahyâ Efendi, Kânûnî’nin elinden tutup; “Evet şimdi çıkabilirsin.” buyurdu.
Yahyâ Efendinin sevdiklerinden Baba Tarak anlatır: “Balıkçı idim. Balık avlar, onunla geçinirdim. Bir seher vakti Yahyâ Efendi hazretlerinin dergâhına vardım. Beni gördükte; “Gel, teknen ile beni denizde bir gezdiriver. Allahü teâlânın kudretini düşünelim. Deryâyı bir güzel seyredelim.” buyurdu. Ben de; “Başüstüne efendim!” dedim. Hemen gidip kayığa bindik. Yahyâ Efendi hazretleri kayığa oturdu. Kıyıdan biraz ayrılınca, gönlümü bir üzüntü kapladı. Gam ile doldum. Zîrâ hanımım bana o gece fakirlikten yakınıp; “Evin ihtiyâcını karşılayamıyorsun. Bak kızın yetişti. Çeyizi bile yok. Sen ise durmadan Yahyâ Efendiye gidersin. O da böylece seni işten alıkoymaktadır. Kuru kuruya gezmek hangi akıl îcâbıdır.” demişti. Gece söylediği bu sözleri hatırıma gelmişti. Kimseye bir şey söylememiştim. Birden Yahyâ Efendi hazretleri bana; “Evlâdım! Yanında balık tutmaya ağın var mı?” diye sordu. Ben de; “Efendim, denizde balık olmayınca, ağ olmuş neye yarar.” diye cevap verdim. Yahyâ Efendi yine; “Balık yok ise üzülme. Allahü teâlâ sana rızkını elbet ihsân ediverir. Ağı bana ver. Şimdi sana Allahü teâlânın kudretini göstereceğim.” buyurdu. Yahyâ Efendi bu sözü söyler söylemez denizin yüzü balıkla dolup kaynamaya başladı. Ağı attı, içi balıkla doldu. Onları kayığın içine boşalttı. Herbiri iri iri, tâze kefallerdi. Bana dönüp; “Evlâdım! Şimdi beni kenara bırak, sen de balıkları satmaya git. Bu balıklar ne kadar para ederse, onunla kızına babalık yap. Çeyizini alıp, hazırla. Hanımının da istedikleri böylece yerine gelsin.” buyurdu. O zaman ben hayretler içinde kaldım. Zîrâ benim üzüntü sebebimi anlamıştı. Hemen Yahyâ Efendi hazretlerini kıyıya bıraktım ve balıkları pazarda satmaya gittim. Balıkları satıp parasını getirerek, durumu hanıma anlatıp parayı saydım. Hanım buna çok sevindi. Bütün ihtiyaçları karşıladım. Çeyizi aldık. Hanım ondan sonra bana karşı hiç huysuzluk yapmaz oldu. Sonra koşarak Yahyâ Efendi hazretlerinin huzûruna geldim. Beni tebessüm ile karşıladı ve; “Balığı şu kadara sattın ve ihtiyaçlarını da karşıladın herhalde.” buyurdular. Ben de; “Evet efendim. Size canım fedâ olsun. Bize kereminizle yardım ettiniz.” dedim. Sonra bana; “Ey Baba Tarak! Sen bu sırrı kimseye söyleme. Allah için yayma. Bizdeki yardım doğrudur. Kısmetmiş ve senin hakkın olmuştur.” buyurdu.”
Yahyâ Efendi hazretlerinin elbiselerini bir Rum terzi dikerdi. İsmi Kusta Usta idi. Yahyâ Efendi ona zaman zaman; “Ey Kusta Usta! Küfür hâlinde olman uygun değil. Îmâna gelsen de seninle bir kardeş olsak. Âhiret yolunda da yoldaş olsak, daha iyi değil mi?” derdi. O da; “Sözleriniz doğrudur. Bir gün gelir başımızın yazısını elbet görürüz. Hak nasîb ederse oluruz.” diye cevap verirdi. Yahyâ Efendi bir zaman terziye dikmesi için bir elbise verdi. O da kısa zamanda biçip dikti ve Yahyâ Efendi hazretlerine getirdi. Yahyâ Efendi onu eline alınca, ceplerini aramaya başladı. Terzi Kusta Usta; “Bir noksanı mı var?” diye sordu. Yahyâ Efendi de; “Onun bir noksanı yoktur. Acabâ bunun ceplerini dikmediniz mi?” diye sordu. Bunun üzerine Kusta Usta; “Efendim! Cebini dikmiştim. Cep ağızları dikişlidir. Verin bana ağızlarını açayım.” dedi. O zaman Yahyâ Efendi, ona; “Ellerini ceplerine sok ne çıkar, ne bulursan senin olsun.” buyurdu. Terzi Kusta bu söze bir mânâ veremeyip şaşırdı ve ellerini, ipliklerini söktüğü ceplere soktu. Bir avuç altın çıkardı. Kusta Usta’nın aklı başından gitti ve kendisini bir titreme aldı. Sonra Yahyâ Efendinin ellerine sarıldı ve; “Ey Allah’ın sevgili kulu! Bana yardım edin. Mümin olma zamânım geldi. Îmân etmek istiyorum. Bana îmânı öğretiniz.” dedi. Yahyâ Efendi onun başına kendi tülbendini sardı ve; “Artık ismin Ali Usta oldu.” buyurdu. Ali Efendi Kelime-i şehâdeti söyleyip Yahyâ Efendinin talebeleri, sevdikleri arasına girdi ve dergâhta ömür boyu hizmet etti.
Yahyâ Efendinin torunu Azîz İbrâhim Efendi anlatır: “Dedemin yanında oturmuştum. Bir beyt okudu. “Nasîbin var ise gelir Yemen’den. Ne Yemen’den. Hind’den de dahi Hind’den de.” dedi. Sözünü tamamladığında kapı çalındı. Bana; “Kapıyı çalan kimdir bir bak?” buyurdu. Ben de gidip kapıya baktım. Hindli birisi duruyordu. Ona; “Kimsin ve ne istiyorsun. Çaldığın bu kapıdan istediğin nedir?” dedim. Sonra geri dönüp ceddime; “Dedeciğim birisi sizinle kapıda görüşmek istiyor.” diye haber verdim. O da bana; “Onu içeriye dâvet et, sohbet etmek istiyoruz.” dedi. Derhal gidip kapıyı açtım ve ona; “Dedem sizi istiyor.” dedim. O da eşyâsıyla birlikte içeriye girdi. Selâm verdi ve dedemin elini öptü. Koynundan bir mektup çıkarıp verdi. Sonra da; “Ben senin için tâ Hindistan’dan geldim. Sizi sevenler bizi bilir. Bu hediyeleri size gönderdiler.” dedi. Dedem Yahyâ Efendi hazretleri de tebessüm edip, o kişiyi misâfir ettiler ve sonra geri gönderdiler.”
Yahyâ Efendinin Boğaz’da çok güzel bir bahçesi vardı. Orada Mustafa Efendi adında biri hizmet ederdi. Bir gece Yahyâ Efendi ona; “Bana biraz su getir.” buyurdu. O sırada hiç su yoktu. Mustafa Efendi testiyi alıp dışarı çıktı. Dışarısı çok karanlık olup, göz gözü görmez derecedeydi. Üstelik su getirilecek yer de oldukça uzak ve tehlikeliydi. Mustafa Efendi bir türlü gitmeye cesâret edemedi. Geriye de dönemedi. Neticede; “Yahyâ Efendiye fedâ olsun, diye gönlünden geçirip yola koyuldu. Birden gideceği yer gündüz gibi aydınlandı. Selâmetle gidip testiyi doldurup getirdi. Lâkin bu aydınlığa şaşıp kaldı. Tekrar dışarı çıkıp bu aydınlığı görmek istedi. Dışarı çıktığında her tarafı kapkaranlık gördü. Bu hâli Yahyâ Efendiden sormak istedi. İçeri girdiğinde Yahya Efendi ona; “Bak Mustafa Efendi! Bu gördüğünü kimseye söyleme. Bizi de ellere verme. Bir kimsede yakîn nûru varsa, o kimse zulmette, karanlıkta kalmaz.” buyurdu. Bu hal onun bir kerâmetiydi.
Belbân isminde gayr-i müslim bir çobanın sürüsünden, iki koyun kaybolmuştu. Kaybolan koyunlar, Yahyâ Efendinin dergâhının bahçesine gelmişlerdi. Çoban, koyunlarını bütün aramalara rağmen bulamadı. Nihâyet orada bulunduklarını öğrenip, doğruca dergâha geldi. Yahyâ Efendinin, müslümanların büyük bir âlimi ve velîsi olduğunu işitmişti. “Acabâ bana nasıl alâka gösterir, benimle ilgilenir mi, ilgilenmez mi? Eğer benimle ilgilenir, aç ve yorgun olduğumu anlayıp; tâze ekmek, tereyağı ve bal ikrâm ederse, onun hakîkaten büyük bir zât olduğunu anlarım.” gibi düşünceler ile Yahyâ Efendinin huzûruna girdi. Yahyâ Efendi onu görünce, o daha hiçbir şey söylemeden; “Bu kişi, koyunlarını ararken, dağ taş demeden dolanıp çok yorulmuş ve acıkmıştır. Buna tâze ekmek, tereyağı ve bal getirin.” diye hizmetçiye emretti. Emredilen yiyecekler, derhâl hazırlanıp getirildi. Ortaya konunca, Yahyâ Efendi Belbân’a; “İşte sana tereyağı, mumlu bal ve tâze nân (ekmek), Dilersen yağa ban, dilersen bala ban.” dedi ve tebessüm ederek, yemesi için işâret etti. Belbân da o yiyeceklerden yedi. Gönlü ve kalbi yumuşadı. Evliyânın lokması kalp hastalığına şifâ olmuştu. Bunun üzerine Belbân îmân etmekle şereflenip müslüman oldu. Bu nîmetin şükrânesi olarak, Allah rızâsı için, kendisinin olan o iki koyunun kesilmesini ve orada bulunanlara ikrâm edilmesini istedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi, şu şiiri söyledi:
Sabahleyin iki ganem (koyun),
Menzile mihmân (misâfir) geldi.
Her görenler dediler,
“Tekkeye kurbân geldi.”
Yolda çokdur çalıcı,
Onları, çaylak gibi,
Her aç olan ona der;
“Derdime dermân geldi.”
Bir koyundan küçüktür,
İki koyunu pençeler,
Çekip orada yutar,
Der: “Bize ihsân geldi.”
Ey “Müderris” ola gör,
Râ’î (çoban) bugün bunlara sen!
Enbiyâ zümresi hep
Âleme çoban geldi.
Yalova’da bir imâm vardı ki, Yahyâ Efendiyi büyük bilir ve çok severdi. Zaman zaman ziyâretine gelirdi. Bu imâmın çoluk çocuğu kalabalık olup, maddî sıkıntı içindeydi. Fakat o sabreder fakirliğini gizler, kimseye bir şey söylemezdi. Bir gün yine Yahyâ Efendi hazretlerini ziyârete geldi. Selâm verip huzûrunda oturdu. O sırada dergâh tenhâ olup, kimseler yoktu. Yahyâ Efendi ona; “Ey temiz insan! Gel seninle bahçede biraz dolaşalım. Allahü teâlânın lütfunun sonu yoktur.” buyurdu. Berâberce çıktılar. Bir yere geldiklerinde, Yahyâ Efendi; “Sen bize candan bağlısın. Şimdi sana Allahü teâlânın lütfuyla bir iş göstereceğim. Böylece gönlündeki fakirlik sıkıntısı kalmayacak. Fakirlik ateşini söndürmüş ve seni sevindirmiş olacağız.” buyurdu. Sonra yere asâsını vurdu ve; “Burasını kaz!” dedi. İmâm Efendi orasını açtığında, içinden bir küp altın çıktı. Ona; “Ne durursun, fakirlik hastalığına çâredir. Bunları sana sonsuz hazîneler sâhibi Allahü teâlâ gönderdi. İstediğin kadar al.” buyurdu. İmâm Efendi bunları heybesine doldurdu. Yahyâ Efendi ona; “Ey İmâm Efendi! Dünyâ üzüntüsünü gönlüne sakın koyma. Bunları hayırlı işlere sarfedersin. Yalnız bu sırrı kimseye söyleme. Şâyet anlatırsan o zaman bunlar elinden çıkar, aldırırsın.” buyurdu. İmâm Efendi de; “Efendim, ben bu işe çok şaştım! Bu kadar altınla memleketime nasıl dönerim. Yollarda haramîler, eşkıyâlar var. Korkarım ki bunları benden alırlar. Nasıl varacağımı bilemiyorum.” dedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi; “Sana kimse zarar veremez. Bu senin nasîbindir. Var selâmetle git.” buyurdu. İmâm Efendi vedâ edip yola çıktı. Hakîkaten başına hiçbir şey gelmeden Yalova’ya vardı. Kendisini hanımı karşıladı. Heybedeki altınları görünce, hayretler içinde kaldı ve; “Bunları nereden buldun?” diye sordu. O da; “Bu işi sana açıklayamam. Sâdece Allahü teâlânın ihsânı olarak bil!” dedi. İmâm Efendi bundan sonra etrâfına yardım etmeye başladı. Hem yedi hem yedirdi. Ömrü hayır yapmakla geçti. İnsanlar onun hakkında; “Nereden buluyor bunları?” demeye başladı. Bâzısı da; “Birisinden emânet almış gâlibâ!” Kimisi de; “Anlaşılan defîne bulmuş.” dedi. Herbiri bir şey söyledi. Netîcede İmâm Efendi hastalandı. Hastalığı ilerleyince, komşularını başına çağırdı ve onlara; “Size bu malı nereden bulduğumu açıklamak istedim. Bunun elime girmesine sebep, Yahyâ Efendi hazretleridir. Bugüne kadar kimseye söylemedim. Zîrâ bana, söyleme gizle demişti. Şimdi ise ömrümün sonu yaklaştığından onun kerâmeti unutulmasın diye söylüyorum.” dedi ve Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.
Torunu Tâceddîn Efendi anlatır: “Bir gece uyuyordum. Gece yarısı dedem beni uyandırdı ve; “Tâceddîn! Şimdi git. Dergâhta hizmet edenleri uykudan uyandır. Denizde bir işim var, kayığı denize indirsinler.” buyurunca, gidip haber verdim. Çocuk olduğum için beni dinlemediler ve; “Görmedin mi dışarısı fırtına. Kayık bu havada denize iner mi?” dediler. Ben de gidip söylediklerini dedeme anlattım. O zaman dedem hemen gidip kendisi kayığı denize indirdi. İçine postunu yayıp oturdu. Sonra dergâhtakiler kayığın denize indirildiğini anladılar. Yahyâ Efendi kayıkla denize açıldı. Biraz yol aldıktan sonra küçük bir kayık içinde iki papazın suya batmak üzere olduğunu gördü. Hemen yetişip onları kayığa aldı ve Yeniköy’e götürüp kıyıya çıkardı. Tekrar Beşiktaş’a dergâhına geldi. Sonra bu papazlar metropolitlerine başlarından geçeni anlattılar. Metropolit de, Yahyâ Efendiye çeşitli hediyeler gönderip, ona sevgi, saygı ve hürmetlerini bildirdiler.
Yahyâ Efendiyi seven ve dergâha odun taşıyan bir kayıkçı vardı. O anlatır: “Bir gün Yahyâ Efendi bana; “Ey reis! Sen bize candan hizmet edersin. Seni severiz. Bize bir kayık meşe odunu getiriver.” buyurdu. Ben de gidip bir kayık odun getirdim. Kayığı iskeleye yanaştırdım. Hizmetçiler dergâha odunu taşımaya başladılar. O gün Yahyâ Efendiye pekçok muhtaç ve borçlu geldi. Yahyâ Efendi hazretleri her birine yardım edip, ihtiyâcını karşıladı. Hepsi sevinçliydi. Hayır duâ ederek dergâhtan ayrıldılar. Yahyâ Efendi hazretleri hayâtında para kesesi kullanmazdı. Onun bir küçük el sepeti vardı. Nereye gitse onu yanından ayırmazdı. Bir başkasının da ona dokunmasına, içine elini sokmasına izin vermezdi. Kim bir şey istese, ister ekmek, ister meyve ne olursa olsun mübârek elini içine sokar, istenilen şeyi çıkarır verirdi. Yahyâ Efendinin huzûruna vardığımda beni tebessümle karşıladı ve; “Reis, biz senden odun istemiştik. Ne yaptın?” dedi. Ben de; “Efendim odun iskeleye geldi. Hizmetçiler taşıyorlar.” dedim. O zaman Yahyâ Efendi hazretleri, yanındaki kapalı sepetine elini soktu, içinde dolaştırıp bir miktar altın çıkardı ve bana uzattı. O zaman ben; “Acabâ para kesesi kullanmamasının sebebi nedir?” diye gönlümden geçirdim. Yahyâ Efendi bana bakıp güldü ve; “Reis! Bizim kesemiz yoktur. Lâkin yedi iklim bize keselik yapıyor. Altın ve gümüş bizde misâfir olmaz. Hem de bir gece bile kalmaz. Yerine ulaştırılır.” buyurdu.
Kocaeli’nde Hacı Ali Efendi isminde takvâ sâhibi, dergâhı olan bir zât vardı. Hacı Ali Efendi, Yahyâ Efendi hazretlerinin büyüklüğünü ve güzel hallerini işitmişti. Bir gün onu görmek için yola çıktı. Beşiktaş’a, oradan da Yahyâ Efendinin dergâhına geldi. Hizmetçilere hitâben; “Yahyâ Efendiyi ziyârete geldik.” dedi. Onlar da; “Şu anda burada değildir.” diye cevap verdiler. Hacı Ali Efendi tekrar; “O halde nerede bulabiliriz, söyleyin.” dedi. Hizmetçiler de; “Efendim, Yahyâ Efendi hazretlerinin Yeniköy yakınında bir bağı var, oraya gitti.” dediler. Hacı Ali Efendi bunun üzerine yanındakilere; “Gidip onu bulalım.” dedi. Sonra Yeniköy’e geçtiler ve Yahyâ Efendinin bağını buldular. Hacı Ali Efendi bahçıvana; “Yahyâ Efendiye haber verin. Onu ziyâret için geldik.” dedi. Bahçıvan; “Efendim, Yahyâ Efendi hazretleri seher vakti buraya gelip, bir müddet kalıp kayıkla Kavak tarafına gittiler.” dedi. Hacı Ali Efendi bunları duyunca; “Tövbeler olsun! Bu kişi deli olsa gerek. Kendisinde evliyâlıktan bir eser göremiyoruz. Bağdan bağa dolaşan kişi velî olur mu? Arzusu peşinde koşuyor. Bu işler hiç evliyânın işi mi? Hani zikirler, hani dergâhta sohbet, hani ibâdet, hani virdler, zikirler, hani elbise ve külâh? O ise tenhalarda yollara düşüp bağdan bağa koşuyor. Bu dünyâya bu derece heves bir velîde olur mu? Biz onu daha görmeden niyetlerini bir güzel anladık. Âşikâre apaçık ne olduğu meydana çıktı. Dünyâya düşkün olan, âhiret adamı olamaz. Âhiret adamı olan çok kere fakir olur. Nerede Yahyâ Efendide bunlar?” diye söylendi. Geriye dönmeyi düşündü. Fakat vazgeçti. “Bu kadar zahmet çekip tâ Kocaeli’nden buralara kadar geldim. Görmeden gitmek, bu kadar zahmeti boşa çekmek olur. Emeğim boşa gitmesin. Onu görmeden dönmek akıllıca bir iş olmaz. Onu bir bulup imtihan edeyim.” dedi ve kayık ile Kavak yönüne doğru yola çıktı. Kayıkla giderken yolda Yahyâ Efendi ile karşılaştı. Yahyâ Efendi onu görünce, tebessümle; “Kardeşim hoş geldiniz. Bir kimsenin gönlünde dünyâ sevgisi olmazsa, onun elinde bulunan dünyâlıklar âhirette şeref ve îtibâr bulmasına mâni olmaz. Biz dünyâ ehlinden uzak olmak için bu dağ ve bahçeleri mesken edindik. Lâkin biz nereye gitsek bizi buluyorlar. Aman ve fırsat vermiyorlar.” buyurdu. Sonra şu beyti okudu:
“Yâ İlâhî! Kulunum. Emrine itâat ederim, anarım seni
Beni ne yaparsan yap, yeter ki yapma dünyâ delisi.”
Hacı Ali Efendi bu sözleri duyunca, onun gerçek hâlini anladı ve söylediklerine bin pişman oldu. Geri kalan ömrünü Allahü teâlânın bu sevgili kuluna muhabbet ederek geçirdi.
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın vefâtından sonra yerine oğlu İkinci Selîm Han pâdişâh olup tahta geçmişti. Bir gün saltanat kayığı ile Boğazı gezmek için çıktı. Giderken Boğaz’daki bâzı yerleri yanındakilere soruyordu. Beşiktaş’a geldiklerinde, kendisine; “Efendim burası Beşiktaş’tır ve Yahyâ Efendi hazretleri oturur. Buralarını o ihyâ etmiştir.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han; “Yahyâ Efendi nasıl biridir?” diye sordu. Ona; “Sultanım! Yahyâ Efendi, babanız Cennetmekân hazretlerinin süt kardeşi idi. Babanızla çok iyi görüşürlerdi.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han; “Evet, babamla olan yakınlığını ve dostluğunu bilirim. O babama her ne derse babam şüphesiz yerine getirirdi. Yahyâ Efendi saraya bir defâ olsun gelmemişti. Lâkin babam hep onun ayağına giderdi. Babam ona çok iltifat ettiğine göre görelim nasıl zâttır. Evliyâlığı nicedir. İmtihan için onu bir yere dâvet edelim.” dedi. Kale bahçesi denilen güzel bir yere geldi. Sultan bir adamıyla Yahyâ Efendiyi buraya dâvet etti. Yahyâ Efendi geldiğinde ona iltifat etmemeyi gönlünden geçirdi. Çok geçmeden Yahyâ Efendi kayığıyla çıkageldi. Sultan Selîm Han, Yahyâ Efendiyi görünce tahtından inip hürmetle onu karşıladı ve iltifat etti. Yahyâ Efendi ona; “Sultanım! Niçin tahtınızdan indiniz. Bu ne iltifat.” buyurdu. Sultan, el öpmek isteyince, Yahyâ Efendi, Sultanın iki kulağını tutup büktü ve; “Abdestin var mı? Söyle yoksa bırakmam.” dedi. Sultan; “Abdest alayım.” dedi. Yahyâ Efendi; “Dediğim namaz abdesti değildir. Söylediğim tövbe abdestidir.” buyurdu. Sultan Selîm Han mahçûb oldu ve Yahyâ Efendinin ellerinden öpüp, hürmet gösterdi. Onun büyük bir velî olduğuna iyice inandı.
Yahyâ Efendinin, Apostol isminde hıristiyan bir komşusu vardı. Bir gün bu Apostol, denizde fırtınaya tutuldu. Kendisi hıristiyan olduğu hâlde, Yahyâ Efendinin hürmetine duâ ederek kurtuldu. Evine gelince, Yahyâ Efendiye hediye götürmek istedi. Kendi âdetlerince, mühim ve kıymetli hediye sayılan yıllanmış şarap alarak Yahyâ Efendinin dergâhına gitmek için yola çıktı. Getirdiği şarap, dergâhın yokuşunda, daha oraya varmadan nar suyu hâline döndü. Bu apaçık kerâmetleri gören Apostol, müslüman olmakla şereflenip, Ali ismini aldı. Arsasını Yahyâ Efendiye hediye etti ve kendisi de onun talebeleri arasına katıldı. Bu zât, Yahyâ Efendi ile aynı türbede, onun kabrinin ayak ucunda yatmaktadır.
Bir zaman Sultan İkinci Selîm Han bir donanma hazırlayıp sefere çıkılmasını ferman buyurdu. Donanma hazırlandığında donanma komutanı Kaptan-ı deryâ Beşiktaş’a geldi ve Yahyâ Efendiden duâ istedi. O zaman Yahyâ Efendi hazretleri üzüntülü ve sıkıntılı bir halde; “Allahü teâlâ bir şeyin olmasını takdir ettiyse, onu hayır duâ değiştiremez. Lâkin sizden gelecek kötü bir haberi işitmememiz için gece-gündüz Rabbime duâcıyım.” buyurdu ve donanma kaptanını uğurladı. Donanma o yıl düşmana karşı zafer kazanamadı. Bu haber İstanbul’a gelmeden önce Yahyâ Efendi hazretleri Hakk’ın rahmetine kavuştular. Buyurdukları gibi bu haberi duymadan âhirete gittiler.
Beşiktâşî Müderris Yahyâ Efendi, ömrünün sonuna kadar Beşiktaş’taki yerinde, ibâdet ve mücâhede ile vakit geçirdi. 1569 (H.977) Zilhicce ayında, kurban bayramı gecesi vefât etti. Vefâtında seksen yaşına yaklaşmıştı. Kurban bayramı günü, Süleymâniye Câmiinde, bayram namazından sonra cenaze namazı kılındı. Cenâze namazını Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Bahçesi yakınında bulunan ve daha önceden hazırladığı kabrine defnolundu. Cenâzesinde vezîrler, âlimler, zenginler ve fakirlerden müteşekkil çok kalabalık bir cemâat hazır bulundu. Bu cemâat, onun hâlinin iyi olduğuna, sonunun hayırlı olduğuna, tam ve âdil bir şâhitti. Vefât gecesinde; âlimler, hâfızlar, vâizler, imâmlar, tasavvuf büyükleri Kur’ân-ı kerîm okudular. Kelime-i tevhîd ve tesbîh ile o geceyi ihyâ edip, sevâbını o büyük zâtın rûhuna hediye ettiler. Kabri üzerine İkinci Selim Hân tarafından türbe yaptırıldı. Sonra gelen Osmanlı sultanları, Yahyâ Efendinin türbesinin, câmi ve zâviyesinin ve diğer külliyâtının bakım ve tâmirini büyük bir hassâsiyetle ve aksatmadan yapmışlardır.
Yahyâ Efendinin iki oğlu olup, her ikisi de babaları gibi ilim, irfan âşığı kimseler idi. Babalarının yolunda bulunmuşlar, vefâtlarında aynı türbeye defnolunmuşlardır.
Yahyâ Efendi hazretlerinin şâirliği de kuvvetli idi. “Müderris” mahlasıyla tasavvufî şiirleri ve müretteb Dîvân’ı vardır.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
O KENDİNİ TANITTI
Kânûnî, bir gün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizâsına gelince kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendiyi çağırttı. O da yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendinin ahbâbı, devamlı olarak Kânûnî’nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kânûnî bu hâli farkedince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz.” dedi. O zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultana uzattı. Avucunda biraz önce denize attığı yüzük vardı. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kânûnî, elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden kayboluverdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiye dönüp; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “O gördüğünüz Hızır aleyhisselâm idi.” dedi. Bunun üzerine Kânûnî; “O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahyâ Efendi; “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız.” buyurdu.
OSMANOĞULLARININ ÂKIBETİ NE OLACAK?
Bir gün cihân pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi hazretlerine bir hatt-ı şerîf gönderdi ve; “Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize Osmanoğullarının âkıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak. Yok olacaksa, bu hangi sebeptendir.” dedi. Hatt-ı şerîfi okuyan Yahyâ Efendi eline kalem kâğıt alıp; “Kardeşim! Neme gerek.” diye iri harflerle yazıp Kânûnî’ye gönderdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiden gelen mektûbu okuduğunda hayretler içinde kaldı. Fakat bir şey anlamamıştı. Derhal bir kayık hazırlanmasını emretti ve bu bilmece sözün mânâsını anlamak için Yahyâ Efendinin dergâhına geldi. Yahyâ Efendiyi görür görmez; “Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap veriniz. Biz de ona göre hareket edelim.” dedi. Yahyâ Efendi bunun üzerine tebessüm edip; “Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlayamamana şaşarız.” dedi. Kânûnî; “Nasıl?” deyince, Yahyâ Efendi; “Zulüm, haksızlık yayılsa, işitenler de; “Neme gerek.” dese ve onu önlemeye çalışmasalar, sonra koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese, fakirler, muhtaçlar, gariplerin feryâdı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itâat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir.” buyurdu. Kânûnî bunları işitince, göz yaşlarını tutamadı. Yahyâ Efendiye olan sevgisi daha da arttı.
KİMSE KİMSENİN RIZKINI YİYEMEZ
Yahyâ Efendi bir zaman sevdiklerinden birkaçıyla yolculuğa çıkmıştı. Bir yerde durdular. Talebelerinden birini çağırıp; “Burada bir değirmen var. Oraya gidip tâze yumurta alalım. Yiyelim ve şükredelim.” buyurdu. Değirmene gittiler. İsmi Hasan Efendi olan değirmenci, güzel huylu biriydi. Yahyâ Efendi değirmenciye; “Efendi bize tâze yumurta getir.” buyurdu. Değirmenci; “Efendim! Bir tâne bile kalmadı. Yumurta alıcısı geldi, hepsini alıp gitti.” dedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi; “Kimse kimsenin nasîbini alamaz. Alayım dese bile, buna yol bulamaz. Var sen kümesi aç. Bize de kalmıştır.” buyurdu. Kümesi açtığında her taraf yumurta doluydu. O zaman Yahyâ Efendi; “Bak Hasan Efendi! Allahü teâlâ bizim rızkımızı da yaratmış.” buyurdu ve bir avuç altına bir sepet yumurta alıp yola devâm ettiler.
PEHLİVÂN YAHYÂ EFENDİ
Avrupa’da Kara Pehlivan ismiyle meşhûr ve bütün güreşçileri yenen gayr-i müslim bir güreşçi vardı. Bu güreşçi bir ara İstanbul’a geldi. Bütün güreşçilere meydan okuyor, hiç kimsenin kendisiyle güreşmeye cesâret edemeyeceğini söylüyordu. Yahyâ Efendi, İslâmiyetin şerefini, vekarını korumak için, güreşmek üzere o meşhûr pehlivanın karşısına çıktı. Kendisi daha önce hiç güreşmezdi. Herkes bu duruma çok hayret etti. Pehlivanlar meydana çıktığında, binlerce insan merak dolu bakışlarla ve endişe ile netîceyi bekliyorlardı. Nihâyet Yahyâ Efendi, Kara Pehlivan ile karşılaştı. O meşhûr, mağrûr ve kendini beğenen Kara Pehlivan’ı bir elense ile yeniverdi.
Kara Pehlivan, bu zâtta gördüğü kuvvetin normal bir şey olmadığını, bu hâlin o büyük zâtın bir kerâmeti olduğunu anladı. O anda kalbinde bir değişiklik hissetti. Gönlü âdetâ Yahyâ Efendiye bağlanıp kaldı. Nihâyet onun huzûrunda müslüman olmakla şereflenip, talebeleri arasına katıldı.
ÂŞIĞA BAĞDÂT IRAK DEĞİLDİR
Mağripli birisi Yahyâ Efendinin ismini duyup, görmeden ona âşık oldu. Yahyâ Efendinin nerede olduğunu bilmiyordu. Mısır, Şam, Halep ve başka birçok yer gezip Yahyâ Efendiyi aradı. Netîcede İstanbul’a geldi. Gördüklerine dâimâ; “Yahyâ nerede. Ey insanlar Yahyâ’yı biliyor musunuz?” derdi. Birisi onun hâlini anlayıp aradığı kişinin Beşiktaş’ta olduğunu haber verdi. Mağripli yürüyerek Beşiktaş’a geldi. Sorarak Yahyâ Efendinin dergâhını buldu. Kapıyı çalıp, Yahyâ Efendi hazretlerini sordu. Dergâhtakiler Yahyâ Efendinin Kavak’taki bahçesine gittiğini söylediler. Âşık Mağripli; “Âşığa Bağdât ırak değildir.” diyerek Kavak’taki bahçeye geldi. Bahçe çok güzel olup ortasında bir havuz vardı. Yahyâ Efendi havuzun yanında oturmuştu. Hizmetçiler bahçeyi suluyorlardı. Mağripli doğruca Yahyâ Efendinin yanına yaklaşıp, selâm verdi ve elini öptü. Sonra da; “Efendim ne olur beni talebeliğe kabûl edin. Nice yıllar diyar diyar gezip sizi ararım.” dedi. Yahyâ Efendi ona; “Acabâ maksadın nedir?Bu kadar zahmete sebep ne oldu. Bize anlat, biz de sana yardım edelim, gamını giderelim.” buyurdu. Mağripli, Yahyâ Efendinin ayaklarını öpmek istedi ve; “Efendim ne olur kimyâ ilmini bana öğretin.” dedi. Bu sözü üzerine Yahyâ Efendi; “Sen yanlış haber almışsın. Biz o senin dediğin şeyi bilmeyiz.” buyurdu. Mağripli yine; “Efendim! Derdimin dermânı sendedir. Ben arzuma kavuşmadan buradan gitmem.” dedi ve sözlerinde ısrar etti. Meğer ki Mağripli, Yahyâ Efendiyi imtihan etmek istermiş. Onun maksadını anlayan Yahyâ Efendi, Mağriplinin ayak ucunda bir siyah taş gördü ve; “Ey kişi! Şu kara taşı bana al da veriver.” buyurdu. Mağripli eğilip yerdeki kara taşı aldı ve Yahyâ Efendinin eline verdi.Yahyâ Efendi o taşa dikkatle baktı. O sırada taş altın kesildi. Sonra havuzun içine atıverdi ve; “Allahü teâlânın sevgili kulları taşa nazar etseler, o hâlis altın oluverir.” buyurdu. Bunu gören Mağripli; “Elhamdülillah. Cenâb-ı Hak beni maksâdıma kavuşturdu. Maksadım hâsıl oldu. Efendim beni kabûl edin. Hizmetinizle şereflenmek istiyorum. Canım başım yolunuza fedâdır.” dedi ve ellerine sarıldı. Yahyâ Efendi de onu talebeliğe kabûl etti. Bir bahçenin bakım işlerini ona verdi.
BEYİTLER
GÖRDÜĞÜN HIZIR İDİ
Osmanlı pâdişâhı, Kânûnî zamanında,
Yahyâ Efendi diye, vardı ki bir evliyâ.
Sultan, Ağabey diye, ona hitab ederdi,
Büyük zât olduğunu, bilir ve çok severdi.
Velî Yahyâ Efendi, hazret-i Hızır ile,
Sık sık görüşür idi, Allah’ın izni ile.
Pâdişâh bu durumu, çok iyi biliyordu,
Kendisi de Hızır’la, görüşmek istiyordu.
Çıktı sultan bir gece, kayıkla gezintiye,
Yanaştırıp kayığı, bir ara Ortaköy’e.
Yahyâ Efendiye de, gönderdi ki bir haber;
O da gelip bulunsun, kendisiyle beraber.
Yahya Efendi dahi, onun ricâsı ile,
Gelip bindi kayığa, yanında birisiyle.
Sultanın parmağında kıymetli yüzük vardı.
O kişi, dikkatlice o yüzüğe bakardı.
İyice farkedince, bunu Sultan Süleymân,
O kıymetli yüzüğü, çıkarıp parmağından,
Dedi ki: “Siz gâliba, bunu merak ettiniz,
Alıp daha yakından, bakıp inceleyiniz.”
O zât aldı yüzüğü, evirip çevirerek,
Atıverdi denize, hem de gülümseyerek.
Yahyâ Efendi hariç, kayıkta bulunanlar,
Çok hayret ettiler ki, acabâ bu ne yapar?
Biraz sonra o kişi inmeği arzu etti
Pâdişâh kayıkçıya; “Kıyıya yanaş” dedi.
O kişi tam inerken bir avuç su alarak,
Uzattı pâdişâha, göz altından bakarak.
Avcundaki o suda attığı yüzük vardı,
Pâdişah bunu görüp, hayretten dona kaldı.
Tutmak istediyse de, o kişinin elinden,
Lâkin o zât bir anda, kayboldu göz önünden.
Sordu Sultan Süleymân, Yahyâ Efendiye ki
“Ağabey, ne oluyor, bu olanlar nedir ki?”
“Efendim gördüğünüz, Hızır idi” deyince,
Dedi: “Bunu ne için, demedin daha önce.”
Buyurdu: “O kendini, tanıttı hükümdârım,
Lâkin siz tanımakta, geç kaldınız hünkârım.”
KAYNAKLAR
1) Sicilli Osmânî; c.4, s.633
2) Tezkiret-üş-Şu’arâ; c.2, s.882
3) Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.6, s.188
4) Mir’ât-ı İstanbul; s.290
5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1161
6) Şakâyik-ı Nu’mâniyye Zeyli (Atâî); s.147
7) Menâkıb-ı Beşiktâşî Müderris Yahyâ Efendi ibni Ömer el-Arabî (Matbaa-i Osmâniyye İstanbul-1314)
8) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.61
9) Menâkıb-ı Yahyâ Efendi, Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Efendi Kısmı, No 4592
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.19
Bursa’da Alacahırka Semtinde Abdal Murad caminin bahçesinde.
Aslen Buharalıdır, doğum tarihi bilinmemektedir. Bursa’nın fethinden evvel oğlu Abdal Mehmed ile Buharadan gelen kırklardandır. Sultan Orhan Gazi ile beraber bursa’nın fethinde bulunmuş (1326) ve yine Orhan Gazi zamanında vefat etmiştir.
Abdal Murad Tekkesi Bursa’ya karşı bir gezinti yeri çimenlik bir yerde kurulmuş yüksek bir tepe üzerindedir. Bu tekkeyi Orhan Gazi yaptırmıştır. Binden fazla sahan,tencere ve kazan vakfetmiştir. Ziyaretçiler burada sohbet edip ibadet ederler. İçinde bir köşk mutfakve harem bahçesi bulunan tekkenin etrafı, üç taraftan kestane bahçesi idi. Çatısı ahşap olan tekke, tekeklerin kapatılmasıyla harabe haline gelmiş ve 1933 de yıklımıştır. Bugünkü kabri şeriflerinin bulunduğu yer son yıllarda yeniden yapılmıştır.
Abdal Murad hazretleri Bursa’nın fethinde bir biriliğin başında bulunmaya çağırılarak dört arşın (2metre 64 santim) altmış okkalık ağırlığı olan ve kimse eline alıp sallayamadığı ağaç kılıcı cenk etmiştir. Bu korkunç kılıç ile yalnız düşmanları değil bölgeye zarar veren yılanlarıda öldürürmüş.
Rivayete göre Orhan Gazi zamanında denize yakın yerde iki büyük yılan peydah olmuş , o tarafta olan kasaba ve köy halkına eza ve cefa etmekte imiş , onların def-i için Padişah durumu Abdal Murad‘a havale etmiş. Abdal Murad her ikisini de öldürmüş. Başlarında iki topuz yapılarak biri hazineye ayrılmış ötekiside kendisine verilmiştir. 1649 yılına topuzlardan biri türbe de imiş ama sonra zayi olmuş.
Abdal Murat hazretleri altmış okkalık tahta kılıcı ile büyük bir kayaya celallenerek vurmuş ve ikiye bölünmüş kaya. Bu büyük kaya aşağıdan Türbeye çıkarken yol üzerinde imiş ama zamanla kaybolmuş.
Bursa’nın fethinden sonra dergahına çekilir. Yiyeceğe ihtiyacı olduğu zaman merkebeni zindan kapıdan şehre doğru salar. Ehali ise hazretim olan saygı ve hürmetlerinden merkebi gördüklerinden derhal lazım olan yiyecekleri merkebin heybesine koyup iade ederlerdi.