Emir Sultan (k.s.)

Bursa – Yıldırım’da Emir Sultan camiinde

Asıl adı Muhammed Şemseddin olan Emir Sultan, 1368′de Buhara’da doğmuştur. Babası, çömlekçi mânâsına gelen “Emir Külâl” lâkabı ile tanınan devrinin mutasavvıflarından Seyyid Ali’dir. Kaynaklar, kendisinin seyyid olduğundan bahsetmektedir ki; soyları Hz. Hüseyin’e (ra), ondan Hz. Ali (kv) ve dolayısıyla Peygamber Efendimiz’e (sas) dayanır. Bu yönüyle peygamber sülâlesinin altın silsilesine dahildir. Soyları itibarıyla “Emir”, Buhara’da doğmalarından dolayı “Emir Buhari” veya “Emir Şemseddin-i Buhari” dendiği gibi, veli olmasından ve aynı zamanda Sultan Yıldırım Bayezid’e damat olmasından dolayı da, “Emir Sultan” denmektedir.

Emir Sultan’ın babası Seyyid Ali, Buhara’da âriflerin yolundan gidenlerdendi. Şöhretten ve gösterişten kaçınır, halkın hizmetine koşardı. Kıt kanaat da olsa alın teri, el emeği ile geçinmeye itina gösterir, çömlekçilik yapardı. Oğlunu Kur’an-ı Kerim ve Sünnet ışığında yetiştiriyordu. Ona: “Hz. Kur’an rehberin olacak, hadisler sana yol gösterecek.” diyordu.

Emir Sultan Hazretleri ilk tahsilini her şeyiyle Müslümanlığın yaşandığı aile ocağında görmüştür. Onun ilk hocası yukarıda vasıflarını saymaya çalıştığımız, Allah Resulü’nü (sas) kendisine rehber edinmiş bulunan babası, Emir Külâl Hazretleridir. Babası, yedi yaşında iken annesi vefat eden oğlu Muhammed Şemseddin’in (Emir Sultan) örnek bir insan olarak yetişmesi için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Oğlunu, İslâm’ın özünde var olan yüksek insan sevgisi ile yetiştirmeye çalışıyordu. Bunun yanında oğluna kendi mesleği olan çömlekçiliği öğretiyordu. Babası ona başka sevgileri değil; Allah sevgisi, Peygamber sevgisi ve O’nun (sas) ashabının sevgisini öğretiyordu. İşte oğluna verdiği nasihatlerden bir misal: “Oğlum! Peygamberi anandan ve babandan daha çok sev. Soyunla övünme. Yalan söyleme, her gününü son gününmüş gibi tamamlamaya çalış. İlim öğren ve bunda aslâ üşenme. Yaşlılığında bile cihadı hiç bırakma. Selâm vermeden hiçbir topluluğa girme. Hz. Kur’an ve hadîsler sana yol gösterecek. Hayra koş; kötülükten kaçın. Unutma ki en büyük silâhın Allah’a (cc) ettiğin dua olacaktır.”
Görüldüğü gibi Emir Sultan bu nasihatlerin ışığında, dinin yaşandığı bir ailede ve Emir Külâl gibi muhterem bir babanın yanında yetişmişti. Ayrıca babasının önde gelen müridlerinden Şeyh İsa gibi zamanın ünlü mutasavvıflarının da sohbetlerinde bulunarak olgunlaşmıştır. Emir Sultan, on sekiz yaşlarında iken, en önemli dayanağı babasını kaybetmişti. Bir süre babasının yakın dostları ve özellikle Seyyid İsa’nın yanında kalmış eğitimini tamamlamıştır.

Buhara’dan Bursa’ya
Genç yaşta mânevî kemâlâta eren Emir Sultan, Allah ve Peygamber aşkı ile Hicaz’a gitmek için Buhara’dan ayrılır. Ayrılırken de Buhara’da bulunan vefakâr baba dostlarıyla, âlimlerle ve erenlerle vedalaşıp, hac kervanıyla yollara düşer. Merv, Nişabur, Isfahan, Bağdat ve Basra üzerinden Hicaz’a ulaşır. Haccını tamamladıktan sonra Medine-i Münevvere’ye yerleşir. Gâyesi Allah Resûlü’nden (sas) feyz alarak huzurlu bir hayat yaşamaktır. Bu maksatla orada ikamet etmeye başlar.
Günler geçmekte, yirmi yaşlarındaki Peygamber âşığı genç, dinamik ve mütevazı Emir Sultan, yeni dostlar edinmekte, güzel bir hayat yaşamaktadır. Âlim ve ariflerle, Allah dostu ve Resulullah âşığı muhterem zatlarla sohbet ederek ilmini, irfanını geliştirmektedir. Medine’deki bu durumu çok fazla devam edemeyecektir. Zira görmüş olduğu bir rüyada Efendiler Efendisi’nden (sas) kendisine mânevî bir işaret gelir. Şöyle ki; Resûl-i Ekrem’in (sas) huzurunda edeple oturmaktadır. Yanlarında Hz. Ali de vardır. Kendisine denir ki: “Ey oğul! Hak Tealâ tarafından sana işaret olundu ki, Diyâr-ı Rum’a (Anadolu) varıp ceddin Hz. Muhammed’in (sas) sünnetinin âdâbını Müslümanlara takva yolu ile açıklayasın. Bu yolculukta yanan üç kandil sana yol gösterecek. O kandiller nerede sönerse, oraya yerleşeceksin ve kabrin de orada olacak.” Bu işaret Emir Sultan’ı o cennetler kadar güzel Medine’den ayıracaktır. Medine’ye giden bir Peygamber âşığının “Bana Medine o kadar güzel geldi ki, farz-ı muhal o anda cennetin bütün kapıları ardına kadar açılsaydı, ihtimal cenneti değil, Medine’yi tercih ederdim.” dediği o güzel beldeden, Allah rızası için, mübarek emre itaat edip hicret etmiştir.

Hicret bir davanın yayılması için çok önemli bir esastır. Tarihte hicret etmedik büyük bir dava ve mefkûre adamı yok gibidir. Peygamberlerin hayatında da hicreti görüyoruz. Hz. İbrahim’i (as) Babil’den Kenan’a, Suriye’den Mekke’ye göç ettiren bir dava vardır. Hz. İsa’yı (as) Filistin çevresinde dolaştıran, Arap Yarımadası’nı gezdirten, hatta Anadolu içlerine kadar getiren bir yüce mefkûre, Allah’ın kendisine tevdi ettiği bir vazife vardır. Hz. Musa’nın (as) da ideali uğrunda hicret eden nebilerden olduğunu biliyoruz. Bu kudsiler arasında en büyük muhacir, Efendimiz’dir (sas). Çünkü hicret, her şey gibi O’nunla (sas) tam mânâsını bulmuştur. Evet hicret, Allah’ın hoşuna giden bir ameldir. Çünkü hicret eden kimse, Allah için çok büyük bir fedakârlığa katlanır. Bir insanın ailesini, evlad ü iyalini, doğduğu yeri terk etmesi çok zordur.
Emir Sultan Hazretleri, Buhara’dan Medine’ye ve cennet misal bu yerden, yeni cennet beldeleri oluşturabilmek için Bursa’ya gelecektir. Bursa’ya geldiğinde, daha yirmi bir-yirmi iki yaşlarında bir gençtir. Bu bize günümüzde onun gibi gençlerin Anadolu’dan dünyanın dört bir yanına yaptığı hicreti hatırlatıyor.
Emir Sultan Hazretleri, bu mânevî işaret üzerine hacca gelen Buharalılardan ve bazı Medinelilerden oluşan kafile ile Anadolu’ya hareket etti. Kudüs’e uğrayıp Mescid-i Aksa’yı, Câmi-i Ömer’i ve orada bulunan peygamberlerin ve sâlih zatların kabirlerini ziyaret etti. Şam’a uğrayıp Ashâb-ı Kirâm’dan orada medfun bulunan Bilâl-i Hâbeşi’nin (ra), Muhyiddin-i Arabi (1165- 1240) gibi veli kulların, Hums’ta Halid bin Velid Hazretlerinin, Halep’te Hz. Zekeriyya’nın (as), Antakya’da Habib-i Neccar’ın, Konya’da Sadreddin-i Konevi (1210- 1274) ve Mevlâna Celâleddin’in (1207-1273) kabirlerini ziyaret etti. Karaman, Kütahya güzergahından yol alıp, İnegöl üzerinden Bursa’ya ulaştı. Kafile Bursa’nın doğu kısmında Gökdere vadisinde konakladı. Emir Sultan çevresindeki muhib ve müridlerine, Evliya Çelebi’nin dediği gibi: “Ey kardeşler! Bizim ömrümüzün kandili bu şehirde sönecek, makamımız bu şehir olacak.” dedi. Böylece Emir Sultan ve beraberindekiler Bursa’ya yerleşmiş oldu.

Bursa’ya yerleşen Emir Sultan, bir müddet inzivaya çekilmeyi tercih etmiştir. Ancak kısa bir süre sonra Bursa’nın Müslüman halkı bu cevheri keşfetmiştir. Zira Mecdi Efendinin, “Terceme-i Şakâik-i Numaniyye” eserinde dediği gibi: “Allah sevgisine ulaşan kişinin, kalblerin sevgilisi olacağı kesindir.” Bu sebeple Bursalılar ona büyük sevgi ve saygı besleyip ve onu baş tacı etmişlerdir. Bu sevgi günümüze kadar kesintisiz gelmiş ve halen de türbesine yapılan akın akın ziyaretlerle devam ettirilmektedir. Emir Sultan’a duyulan saygının bir göstergesi olarak, Ramazan geleneklerinden olan sahur davulu, Emir Sultan mahallesinde çalınmayıp, “pilâva, pilâva” seslenişi ile halk sahura kaldırılmaktadır.

Emir Sultan’ın Bursa’ya geldiği dönem, Yıldırım Bayezid (1389- 1402) devridir. Bu devir, Osmanlı’nın kuruluş döneminin en önemli hâdiselerinin yaşandığı devirdir. Bir yandan Anadolu Türk Birliği’ni sağlamak için beylikler teker teker Osmanlı’ya katılırken, diğer yandan İstanbul kuşatmaları ve Balkanların fethi çalışmaları devam ediyordu. Haçlılara karşı Niğbolu Zaferi kazanılıyordu. Devletin toprakları yaklaşık bir milyon kilometrekareye ulaşmıştı. Cihan hükümdârlığı mefkûresi, Yıldırım’la Timur’u karşı karşıya getirmiş ve genç Osmanlı Devleti, 1402 Ankara Savaşı neticesinde yıkılma tehlikesi ile karşılaşmıştı. Fetret Devri olarak bilinen bu dönem on bir yıl sürmüş ve nihayet Çelebi Mehmed’in 1413′te tek başına iktidarı elde etmesiyle devlet yeniden derlenip toparlanmıştır. Çelebi Mehmed ve sonrasında İkinci Murad yeniden devleti güçlü hale getirmişlerdir.

Bu üç hükümdârın dönemlerine ve hadiselerine şahit olan padişahlara dua ederek kılıç kuşatan, onları cihada teşvik eden, İkinci Murad dönemindeki İstanbul kuşatmasına (1422) bizzat talebeleriyle iştirak eden, devletin zor zamanlarında etrafındaki halka birlik ve beraberliğin önemini anlatan, padişah da olsa hiç çekinmeden gerektiğinde ikaz eden Emir Sultan Hazretlerinin önemli hizmetler yaptığını görüyoruz. Emir Sultan’ın emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkeri yerine getirmede çok cesur olduğunu söyleyen kaynaklar şöyle der: “Hür düşünceli, sözünü esirgemez, iyiliği emredip, kötülükten nehyederken, mevkii-mertebesi ne olursa olsun kişiler arasında hiç fark gözetmez, dinin emirlerini anlatmakta herkesi eşit tutardı. Özellikle dinî değerlere uymayan tutum ve icraatlar karşısında yönetim mevkiinde bulunanlara hakikatı söylemekte çok cesurdur. O gerçeği söyleyen bir münevverdi, dalkavukluk nedir, bilmezdi. Âlimlerin dalkavukluk yapmasının cihanı harab edeceğine inananlardandı.”
Emir Sultan’ın padişah kızıyla evlenmesi Yıldırım Bayezid’in kızı Hundi Fatma Sultan, rüyada aldığı mânevî bir emir üzerine, Emir Sultan ile evlenmiştir. Padişah kızı ile âlim ve Allah dostu birisi arasında gerçekleşen bu evlilik, Osmanlı Tarihi’nin ilklerindendir. Bu evlilik ile alâkalı olarak Yıldırım Bayezid zamanında Bursa kadısı olan ve daha sonra İkinci Murad Han döneminde Osmanlı’nın ilk Şeyhülislâm’ı olacak olan Molla Fenari (1350-1430), padişaha yazdığı bir mektupta Emir Sultan’ın büyüklüğünü şu sözlerle ortaya koyar: “…Emir Sultan’ın Resûl-i Ekrem’in (sas) neslinden değerli bir kimse olduğunu bilesiniz. Hz. Peygamber’in (sas) neslinden Anadolu’ya bunun gibi değerli bir zât gelmemiştir. Buhâra’dan peygamber soyundan böyle bir kişinin buraya gelmesi büyük mutluluktur. Ne mutlu size ki, Peygamberlerin Sultanı (sas) ile dünür oldunuz. Dünya ve âhirette mutluluğunuza vesile olacak işlerinizin giderek çoğalmasını Allah’tan dilerim. Şunu da bilmenizde fayda vardır ki, damadınız olan bu zât, Peygamber Efendimiz’in (sas): “Ümmetimin âlimleri İsrailoğulları’nın peygamberleri gibidir.” hadîsinde işaret ettiği şahsiyetlerden biridir. Hele hele Hz. Peygamber’in soyundan olması onun değerini bir kat daha artırıyor. Biz Hz. Resûl’den sonra bunlardan gördüğümüz eser ve tecellilerin başka hiç kimseden naklolunduğunu görmedik…”
Emir Sultan’ın ilim ve maneviyattaki büyüklüğünü anlayan Yıldırım Bayezid Han onunla iftihar eder. Niğbolu Savaşı sonrası, yirmi cami yaptırma adağını da Emir Sultan’ın tavsiyesi üzerine yirmi kubbeli Ulucami’yi yaptırmak sûretiyle gerçekleştirir.

Vefatı
İsmail Beliğ’in Güldeste’sinde ifade edildiği gibi, “Cenab-ı Hakk’ın füyüzatına mazhar keramet sahibi, velâyet tahtının sultanı” olan Seyyid Şemseddin Emir Sultan Hazretleri; mücadele, mücahede, riyazât, zikir, dua, niyaz, tazarru, cihad, hizmet ve sa’y-u gayret dolu bir hayatta binbir tatlı hatıra bıraktıktan sonra 1429 yılında Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Şair Ahmed Paşa şu mısralarıyla tarih düşmüştür:
“İntikal-i Emir Sultan’a
Oldu tarih: İntikâl-i Emir” Cenaze namazını Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri kıldırmıştır. Emir Sultan Hazretleri, türbesinde eşi Hundi Fatma Sultan, oğlu Emir Ali ve iki kızı ile yatmaktadır.
Türbesi Bursa’nın güneydoğusunda isminin verildiği mahallede, yüksek bir yerdedir. Türbesinin hemen karşısında, iki minareli Emir Sultan Camii vardır. Etrafında büyük bir mezarlık bulunur. Emir Sultan’a komşu olmak isteyen Bursalıların yattığı bu mezarlarda belki birkaç Bursa gömülüdür. Mermerle döşenmiş büyük bir avluya karşılıklı iki büyük kapıdan girilir. Doğu kapısının üzerindeki âyette, meleklerin cennete gireceklere söyleyeceği ifade yazılıdır: “Selâm üzerinize olsun. Ne hoşsunuz! Ebedi olarak içinde kalmak üzere cennete girin.” (Zümer, 73) Avlu ortasında gece-gündüz durmadan akan şadırvan, Emir Sultan makamının ilâhî havasına başka bir âhenk ve renk katar. Cami ve türbe, Cuma günleri tarihi günlerini yaşar. Namaz kılınacak yer bulunmaz. Allah’ın bu sevgili kulunun Bursa’ya kazandırdığı mânevî havadan herkes hissesine düşeni almaya çalışır.

 

Abdal Mehmed – Bursa

Bursa Cumhuriyet Caddesi yakınında, Abdâl Caddesi, Tahıl Caddesi ve Gül Sokağı’nın kavşağındaki Abdal Mehmet Camisinin karşısındadır.

Osmanlı Beyliği’nin kuruluş aşamasında, Gâziyân-ı Rûm, Abdalân-ı Rûm ve Bâciyân-ı Rûm dediğimiz manevi şahsiyetlerin önemli rolleri olduğu bilinmektedir. Abdal Musa, Abdal Murat, Doğlu Baba ve Geyikli Baba gibi Abdal Mehmet bunların en meşhurlarıdır. Bunlardan başka Bursa Evliyası denilen bu kimselerin içinde daha birçok azizin de olduğunu unutmamak gerekir, yeri geldikçe onlardan da bahsedilecektir. Baldırzade Selisi Şeyh Mehmet Efendi’nin Ravza-i Evliya adlı eserinde “Sâhib-i keşf ü kerâmât, menba-ı vecd ü hâlât, meczûb-ı Hak, mahbûb-ı mutlak” şeklinde tarif edilen Abdal Mehmet, Bursa’nın evliyasındandır.

Emir Sultan hazretlerinin çağdaşıdır ve onun ile çok sohbette bulunmuştur. Bugün, kendi adıyla anılan mahalledeki caminin avlusundaki çınar ağacının dibinde oturur, oradan geçerken elini öperek dua isteyen insanlara dualarda bulunurmuş. Emir Sultan hazretlerinin, haftada bir gün, Yeni Kaplıca yakınlarındaki Akça Hamam’a gitmek adetleri varmış, Emirsultan Mahallesi’nden kalkıp da Sırameşeler-Sıcaksu bölgesindeki Akça Hamam’a giderken yol üzerindeki Abdal Mehmet’e de uğrar ve onunla derin muhabbet ve sohbet bulunurlarmış. Fakat yanına gelmeden önce bir adam gönderir ve eğer Abdal Mehmet’in cezbe ve istiğrak hali çok fazla ise oraya uğramayıp aşağı yoldan giderlermiş. O mahallede Başçı İbrahim adında bir esnafın başçı dükkânı vardır, Başçı İbrahim aynı zamanda Abdal hazretlerinin müridlerindendir ve ona hergün pişmiş bir kelle verir ve her türlü hizmetini görmektedir. Başçı İbrahim, kendi adına bugün Maksem semtinin alt tarafındaki cami, zaviye, imaret ve hamamdan oluşan Başçı İbrahim Külliyesi ve çok sevdiği Abdal Mehmet’in adına da bugünkü cami ile türbeyi inşa ettirmiştir. Başçı İbrahim öldüğünde külliyesinin haziresine defnedilmiştir. Abdal Mehmet hazretlerinin birçok kerametlerinden bahsedilmektedir. Baldırzade diye meşhur olan Selisi Mehmet Efendi’nin Bursa’da Bâb Mahkemesi kâtipliği yaparken yaşadığı bir olay kayıtlara geçtiğinden burada bahsetmek gerekmektedir: Bir gün adamın biri mahkemeye gelir ve “–Abdal Mehmet Mahallesi’ndeki bir şahısta alacağım vardır, bana bir yardımcı verin de gidip o adamı alıp mahkemeye getireyim” der ve mahkeme görevlilerinden birini alıp gider. Görevli ile birlikte borçlu adamı evinden alıp mahkemeye gelirlerken, mahkeme görevlisi türbenin önünde durup aziziz ruhuna bir Fatiha okumak ister, tam o sırada borçlu kişi görevlinin elinden kurtulup türbeye girerek Abdal Mehmet’in sandukasına sarılır ve “-Ey azizim! Beni kurtar” diye feryad ü figân eder.Mahkeme görevlisi içeri girip adamcağızı oradan alıp zorla dışarı çıkararak götürürken orada bulunup da olaya şahit olanlar, görevliye: “-Gel zora baş vurma, zorla götürme, sonra bir zarar görürsün ve nâdim olur yürürsün” demelerine rağmen görevli, bu uyarılara kulak asmayıp adamı yaka paça mahkemeye götürür ve kadı efendinin huzuruna çıkarır. Bursa Kadısı Azmi-zade Efendi, adamı muhakeme eder ve onu hapse yollar. Bir hafta sonra yine aynı günde kadı efendi, adet olduğu üzere kabir ziyaretlerine çıktığında Abdal Mehmet türbesine de gelir ve atından inerek dua için türbeye girer. O sırada, mahkeme görevlisi de dışarıda atın yanında onun çıkmasını beklerken, atın bir çiftesiyle yere yığılıp kalır ve evine götürürlerken de yolda ruhunu teslim eder.

Bir diğeri de şöyledir ki: Kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsilîn Şeyh Abdullah bin Eşref bin Mehmet el-Mısrî el-Kadirî el-İznikî yani halk arasında bilinen adıyla İznikli Eşrefoğlu Rûmî hazretleri de bütün cihanda Bursa Sultânîsi diye meşhur olan, Çelebi Mehmet’in inşa ettirdiği külliyenin bir yapısı olan Yeşil Medrese’de öğrenci iken aynı zamanda Abdal Mehmet Efendi’nin müridlerinden imiş. Bir medreseden arkadaşları ile birlikte Mehmet Efendi’nin huzurunda otururken efendi ona döner ve “-Medreseden danişmendler var, hadi bize köfteli çorba getir” demesi üzerine, Eşrefzade hemen çarşıya gider, her yere sorduğu halde bir türlü köfteyi bulamayıp sadece çorbayı alıp döner. Ortaya konan çorbada köfte olmadığını söylemeleri üzerine Abdal Mehmet hemen yan taraftaki arsadan bir parça toprak alır, balçık haline getirir ve onlardan küçük parçalar halinde köfteler yaparak çorbanın içine atar ve “-Hadi buyurun” demeleri üzerine o yemekten yiyenler nefis bir köfte olduğunu görürler. Emir Sultan hazretlerinin sağlığı bozulduğunda ve eceli yaklaştığında, yakınları ve sevenleri, Hazret-i Emir’in huzuruna çıkarak “-Sizden sonra biz kime tabi olalım ve kimin eteğine sarılalım da feyz alalım” diye sorduklarında, “-Ben vefat ettikten ve bu fânî âlemi terk ettikten sonra halifemin kim olacağını Abdal Mehmet hazretlerine sorup öğrenin ve o aziz efendi kimi işaret ederse ve kimi tayin ederse onun gösterdiği kişiye tâbi olun” diye emir vermişlerdir. Emir Sultan hazretlerinin vefatından sonra da o insanlar Abdal Mehmet’e giderek durumu ve kendilerine sultanın vasiyetini anlatmaları üzerine, Mehmet Efendi, hepsini etrafına toplar, her birine tek tek bakar ve sonunda kendilerine Hasan Hoca’nın halife olması gerektiğini ve ona uymalarını söyler. Hasan Halife, Abdal Mehmet hazretlerinin manevi işaretiyle Emir Sultan’ın halifesi olmuştur.

Molla Fenârî hazretleri de çoğunlukla Abdal Mehmed’in mahallesinden geçer ve onu gördüğünde atından inerek ona hürmet edermiş.

İsmail Hakkı Bursevi (k.s.)

Bursa’da İsmail Hakkı Bursevi camiinde.

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden. Babası Mustafa Efendi, aslen İstanbulludur. Mustafa Efendi, 1650 (H.1061) senesinde İstanbul Esir Hanında çıkan büyük bir yangında evi ve eşyâsı yandığından maddî sıkıntıya düştü. İstanbul’u terk ederek Trakya’da bulunan Aydos kasabasına yerleşti. İsmâil Hakkı Bursevî, 1652 (H.1063) senesinde Pazartesi günü Aydos’ta doğdu.

İsmâil Hakkı Efendi üç yaşına girince, babası onu Celvetiyye yolunun büyüklerinden Seyyid Atpazarlı Osman Fadlî Efendiye götürdü. Osman Fadlî Efendi, elini öpen İsmâil Hakkı’ya; “Sen doğumundan beri, bizim hâlis talebemizsin.” dedi. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmâil Hakkı, on yaşına gelince, Osman Fadlî Efendinin Edirne’de bulunan ilk halîfesi Abdülbâkî Efendinin terbiyesi altına girdi. Abdülbâkî Efendinin yanında yedi sene kalan İsmâil Hakkı Efendi, ondan; sarf, nahiv, mantık, beyân, fıkıh, kelâm, tefsîr ve hadîs dersleri aldı. Fıkıhta Mültekâ, kelâmda Şerhi Akâid adlı eserleri okudu. Okuduğu bütün eserleri kendi el yazısı ile yazdı.

İsmâil Hakkı Efendi, 1674 (H.1085) senesinde, zamânın büyük âlimi Osman Fadlî’den ilim öğrenmek için, hocası Abdülbâkî Efendinin yazdığı bir mektubu alarak İstanbul’a gitti. Osman Fadlî Efendi ile Atpazarı’nda bulunan Kul Câmiinde buluştu. Osman Fadlî, onu eskiden tanıdığından hemen kabûl etti. İsmâil Hakkı Efendi bir müddet hocasına hizmet etti ve Allahü teâlânın zikri ile meşgûl oldu. Birgün hocası Osman Fadlî, onu yanına çağırarak; “Senin istidâdın gelmiş.” dedi. Sonra Besmele çekip, Fâtiha-i şerîfeyi okudu ve üzerine üfledi. “Seni Bursa’ya halîfe yaptım.” buyurdu.

Kendisi şöyle anlatır: “Hocam beni Bursa’ya halîfe olarak tâyin ettiği zaman Mutavvel adlı eseri okuyordum. Hocamın Fâtiha okuyup üzerime üflemesinden sonra, bende başka bir hâl zuhûr etti. Hocamın bu duâsından sonra ilâhî feyz ve mârifetlere kavuştum. Bundan sonra âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin tefsîr ve te’villerini yapmaya başladım. Muhyiddîn-i Arabî, Abdülkâdir-i Geylânî, İbrâhim Edhem, Üftâde ve Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinden mânevî olarak fâidelendim.”

İsmâil Hakkı Efendi, Bursa’ya gittikten bir süre sonra hocası tarafından Üsküp şehrine gönderildi. Burada insanlara vâz ve nasîhatta bulunmaya başladı. Bu sırada hocasının şu mektubu ile talebe yetiştirmeye başladı: “Oğlum Şeyh İsmâil Efendi! Aklen ve dînen, güzel ve beğenilmiş olan şeyleri yapmalarını halka söyle. Kötü ve beğenilmeyen şeyleri yapmaktan onları men et. Kalem sûresinin kırk sekizinci âyetinde yer alan hitâba hazır ol. Sabırlı ol, şükür edici ol. Gecelerinde ibâdet et. Gündüzleri oruç tut. Muttakî ol. Kötü zanna sebep olacak, töhmet altında bırakacak yerlerden sakın. Şâyet böyle yerlere dâvet olsan bile gitme. Nasıl olursa olsun halkı ilme ve amele dâvet eyle. Onları îtikâdî ve amelî yönden terbiye eyle. Yanında bulundukları ve bulunmadıkları zaman onlar hakkında iyi konuş. Ne şekilde olursa olsun kendi varlığını ortaya koyma.” On sene Üsküp’de kalan İsmâil Hakkı Efendi, 1685 (H.1096) senesinde yine hocasının emriyle Tekfur Dağı yoluyla Bursa’ya gitti.

Din ve dünyâ saâdetine sebep olan hocası Osman Fadlî, Kıbrıs’a gönderilince; “Canımız gitti, bedenimiz burada niye durur.” diyerek, Magosa’ya gitmek üzere yola çıktı. Magosa’ya vardığı zaman hocası ile birkaç gün sohbet etti. Birgün sohbet esnâsında sohbette bulunanları bir cezbe, kendinden geçme hâli kapladı. İsmâil Hakkı Efendi, o sırada, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin bir ilâhisini ve arkasından bir aşr-ı şerîf okudu. Bunun üzerine hocasının duâsına nâil oldu. Osman Fadlî Efendi, İsmâil Hakkı’ya dönerek; “Seni buraya getiren mîrâsındır. Çünkü senden başka kalbimde uygun bir kimseyi göremedim.” dedikten sonra, parmağını İsmâil Hakkı’nın ağzının ortasına koyup; “Bu nefes benden sonra sana nasîb olsun.” dedi. İsmâil Hakkı şöyle der: “Hocam böyle buyurduktan sonra bende öyle bir zevk ve hâller hâsıl oldu ki, maksadıma kavuştum.” Yine bir Cumâ günü Osman Fadlî, İsmâil Hakkı’yı yanına çağırdı. Bir tefsîr şerhini uzatıp; “Al şunu, otuz altı yıllık mahsulümdür. Allahü teâlâ sana daha ziyâdesini ihsân etsin.” diye duâ etti. O duâdan sonra İsmâil Hakkı Efendide daha yüksek hâller meydana geldi. Seyyid Osman Fadlî şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ bana öyle yüksek bir talebe verdi ki, hocam Şeyh Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye böyle yüksek bir talebe vermedi.”

İsmâil Hakkı Efendi, hocasının vefâtından sonra Konya, Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul yolu ile Bursa’ya geldi. Bu yolculuk sırasında hazret-i Mevlânâ’yı, Sadreddîn Konevî’yi ve Eşrefzâde Abdullah Rûmî’yi ziyâret etti.

Sultan İkinci Mustafa Hânın, dâveti üzerine, 1695 (H.1107) senesinde Edirne’ye gitti. Nemçe seferinde, orduya cihâdın sevâbını ve büyüklüğünü anlatarak, askeri coşturdu. Osmanlı Ordusu önceBelgrad’a vardı. Oradan Tuna’yı geçerek düşmanla çarpıştıktan sonra, kışın bastırması üzerine Edirne’ye geri döndü. Ertesi sene ordu yine Edirne’den ayrılarak Belgrad’a gitti. O sırada Sadrâzam Elmas Mehmed Paşa idi. İsmâil Hakkı Efendi, Elmas Paşanın hazır bulunduğu gazâların hepsine katıldı ve birkaç yerinden yara aldı. İsmâil Hakkı Efendi, ordunun zaferlerle geri dönüşünden sonra yaralı olduğu hâlde Bursa’ya döndü ve talebe yetiştirmeye, eser yazmaya devâm etti.
Hocası Seyyid Osman Fadlî’nin vefâtından yirmi sekiz sene sonra, gördüğü bir rüyâ üzerine âilesiyle birlikte Şam’a gitti. Şam’da üç sene kadar kaldı. Sonra Allahü teâlânın izni, Resûlullah efendimizin işâreti üzerine İstanbul’a gitti. Üç sene kadar Üsküdar’da kaldı. Bu sırada otuza yakın eser yazdı.

Kendisi şöyle anlatır: “Üsküdar’da iken bir gece Şeyh Üftâde ve Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin rûh-u şerîfleri gelip yanıma oturdu. Bursa tarafına gitmemi işâret ettiler. Sizi sağ tarafımıza alalım deyip, beni sağ taraflarına aldılar. Azîz Mahmûd Hüdâyî bana çok iltifât etti.” İsmâil HakkıEfendi, 1722 (H.1135) senesinde Bursa’ya gitti. İlk iş olarak bir dergâh yaptırdı ve ismini “Câmi-i Muhammedî”. koydu.Dergâh; mescid, semâhâne, çilehâne ve misâfir odalarından meydana gelmiştir. Câminin kitâbesi bizzatİsmâil Hakkı Efendi tarafından yazıldı.

Ömrünün son günlerini evine çekilerek, eser yazmakla geçirdi.Yetmiş altı yaşında iken, 1725 (H.1137) senesinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kabri, yaptırdığı ve bugün İsmâilHakkı Tekkesi diye anılan Câmi-i Muhammedî’nin mihrâbının arkasındadır. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın yakınlarındanHacı Ali Paşa hem türbesini, hem de Câmi-i şerîfi tâmir ettirmiştir. Kabrin üstü açıktır. Etrâfında ve üstünde demirden şebeke vardır.

Kendisi şöyle anlatır: “Allahü teâlâ, âdeti ilâhiyyesi üzerine beni bulunduğum dereceden daha yüksek bir dereceye yükseltti. Daha önce sâhip olmadığım bir meziyeti kalbime akıtarak, beni ilim ve irfân sâhibi eyledi.Allahü teâlânın bu şekilde derecemi yükseltip, bana ilim ve irfân ihsân etmesi yedi senede meydana geldi. Fakat bu feyz ve yüksekliğe kavuşmak, başa gelen belâ ve musîbetlerin, meşakkatlerin acısını tatmaya bağlı olduğundan, pekçok meşakkat ile karşılaştım. Bir taraftan diğer tarafa, bir memleketten başka memlekete gitmek sûretiyle çok meşakkat ve sıkıntılar çektim. Mihnet ve acı, insanı bulunduğu mertebeden aşağı indirmez. Bilâkis başa gelen belâ ve musîbeti kadere rızâ ile karşılamak iyi âkibetlere vesîle olur. İlk önce yolculuk yaptığım memleket Üsküp idi. Yedi sene sonra oradan Bursa’ya gittim. Yedi sene sonra Kıbrıs’a gitmem îcâb etti. Yedi sene sonra Harem-i şerîfe gittim. Yedi sene sonra Hicaz’a gittim. Orada çocuklarım vefât etti. Hac yolunda çok sıkıntılar çektim. Hattâ kıymetli kitaplarım ve eşyâlarımın hepsi elimden gitti. Bütün bunlar karşısında ilâhî emre boyun eğdim. Yedi sene sonraEbû Yümn’ün kabrini ziyâret maksadı ile doğum yerim olan Aydos’a gittim. Yedi sene sonra ikinci defâ olarak hacca gittim. Yedi sene sonra Bursa’dan Şam’a gitmem emrolundu. Bütün akrabâlarımdan uzak kaldım. İşte birçok musîbet ve çilelerle geçirdiğim bu yollar kırk seneyi geçiyor. Allahü teâlâ dilediğini yapar. Kimse O’na bunu niçin böyle yaptın diye soramaz. Karşılaştığım ve çektiğim bu sıkıntılar, tamâmen mânevî işâretlerle meydana gelmiştir. Güzel âkibet, ancak Allahü teâlânın fermânı üzere meydana gelendir. Resûlullah efendimiz; “Benim çektiğim sıkıntıyı hiçbir peygamber çekmemiştir.” buyurmuştur. İnsana gelen belâ ve sıkıntılar, kalbi aydınlatır. Belâ ve musîbet zamânında tecellî-i ilâhî meydâna geldiği için kalbi genişler. Bütün bunlardan dolayı en şiddetli meşakkat, peygamberler hakkında meydana gelmiştir. Onlarınkinden daha hafifi evliyâda görülür. Bu îtibârla büyük zâtlar hep meşakkat ve sıkıntı çekmişlerdir. Resûlullah efendimiz kendisine çok eziyet ve sıkıntı veren kavmi hakkında; “İlâhî! Kavmime hidâyet eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar.” buyurarak hidâyetleri için duâ ettiler.”

İsmâil Hakkı Bursevî buyurdu ki: “Evliyâyı inkâr etmeyip, muhabbet beslemek lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; “Kişi sevdiği ile berâberdir.” buyuruldu. Kıyâmet günü bu büyükler sevdiklerine şefâat edeceklerinden, onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helâkine sebeb olur.”

“Mâlûm ola ki, Muhammed aleyhisselâmın yoluna girene farz olan, Allahü teâlâdan başka olan şeyleri kalbinden çıkarmaktır. Meselâ; bir kimse bir iş için sefere çıktığında, önce vatanını, hısım ve akrabâsını terk edip yola devâm eder. Eğer kalbinde vatanının, hısım ve akrabâsının sevgisi var ve fazla ise sefere rahat rahat gidemez. Belki yola da çıkamaz. Bir peygamber gazâya çıkarken, bir işle uğraşan kimseyi gazâya götürmedi.Meşhûr sözdür ki; “Bir evde iki sarıklı olmaz!” Çünkü herbiri bir tarafa çeker. Evin huzûrunun bozulmasına sebeb olur. Nefs ve şeytan kalbe vesvese verince, insanın zâhiri de bozulur ve kötü işler yapmaya başlar. Namazın fâidesine inancı az olan kimse, kaç rekat kıldığını şaşırır. Ekseriyâ dînî meselelerde yanılır. Çünkü kalbi elinde değildir. Böyle kimselerin zâhirleri de harabdır. Onun için sûretten hakîkate istidlâl et. Arkadaşlarından ayrılma, yoksa yolda kalırsın veya dalâlete saparsın! Topluluktan ayrılan helâk olur. Tek olarak yola çıkma. Çünkü şeytan arkadaşın olur. Yolun başlangıcında olanlar âmâ gibidir önünü göremez. Her an bir tehlike ile karşı karşıyadır. Kendisine yol gösterecek birine ihtiyâcı olduğu gibi, tasavvuf yoluna yeni girenin de yol göstericiye o kadar ihtiyâcı vardır.

Kâmil bir hocanın elinde terbiye olunan bir insan, kısa bir süre içerisinde maksadına kavuşur. Bunun misâli dağlardaki meyvalar ile bahçelerdeki meyvalardır. Yâni dağlardaki ağaçların meyvaları terbiye ve bakım görmedikleri için geç olgunlaşır ve tatlı olmazlar. Fakat bostanlarda bahçıvanların bakımıyla yetişen ağaçların meyvaları hem kısa zamanda olgunlaşır hem de çok lezzetli olur.” Bursalı İsmâil Hakkı hazretleri yazmış olduğu şiirlerinde Hakkı mahlasını kullanmıştır.

İsmâil Hakkı Bursevî’nin 106 adet eseri vardır. Bunlardan altmış kadarı Türkçe olup, sâde bir üslûp ile yazmıştır. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân: Kur’ân-ı kerîmin tefsîridir. İsmâil Hakkı hazretleri bu tefsîrinde şöyle buyurur: “Mânevî pederim, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin delâleti ile, birgün rüyâmda Resûlullah efendimiz bana lütfedip arkamı sığadılar. Tatlı bir ifâde ile; “Ümmetim için bir tefsîr yaz!” diye emir buyurdular. Bunun üzerine Allahü teâlâdan ve Resûlullah efendimizin rûhâniyetinden yardım isteyerek üç cildlik bir tefsîr yazdım.” Bu tefsîr hem İstanbul’da hem de Mısır’da basılmıştır. Daha ziyâde bir vâz tefsîridir. 2) Şerh-i Muhammediyye (iki cild), 3) Şerh-i Mesnevî (iki cild), 4) Şerh-i Pendi Attâr, 5) Şerh-i Bostân, 6) Şerh-i Hadîs-i Erba’în, 7) Risâle fî İlm-i Hadîs, 8) Kitâb-ül-Kebîr, 9) Kitâb-ün-Netîce, 10) Şerh-i Mukaddime fî İlm-i Nahv, 11) Şerh-i Fıkh-ı Gîydânî, 12) Hüccet-ül-Bâliga, 13) Kenz-i Mahfî, 14) Nakd-ül-Hâl, 15) Risâlet-ül-Câmi’a, 16) Risâle-iVerdiyye, 17) Şerh-i Şuab-il-İmân, 18) Vesîlet-ül-Merâm, 19) Şerh-ul-Âdâb, 20) Kitâb-ül-Envâr, 21) Sülûk-ül-Mülûk, 22) Silsile-i Nâme-i Celvetî, 23) Kitâb-ül-Mir’ât, 24) El-Vâridat-ül-Kübrâ, 25) Hutab-ul-Hutabâ, 26) Risâle-i Vahdet-i Vücûd, 27) Şerhu Salât-iş-Şifâ, 28) Esrâr-ul-Hac, 29) Şerhu Dibâce-i Kasîde-i İbn-i Fârid, 30) Şerh-ul-Mukrî el-Cezerî fî İlm-it-Tecvîd, 31) El-Vesâyâ fil-Uhûd, 32) Risâlet-ün-Nesâyih, 33) Dîvân.

Orhan Gazi

Bursa’da İstiklal savaşı şehidliğinde

Osman Gazi 1324 yılında. Bursa’yı alamadan ölmüştü. Ölmeden önce de, çok uzaklardan görülen Gümüşlü Kubbe’ye gömülmesini vasiyet etmişti. Gümüşlü Kubbe, bugün Tophane’de bulunan, Osman ve Orhan Gazi’nin gömülü olduğu yerdeki Saint Elie Manastır idi. Uzaktan parıldayan kubbeleri nedeniyle bu adıyla anılmıştır.
Bu manastır, 1855 depremi ile öyle yıkıldı ki, onu tekrar eski haline getirmek asla mümkün olamadı. 1863 yılında Sultan Abdulaziz tarafından yeniden yapılmaya başlanınca, manastır iki yapıya ayrıldı. Osman ve Orhan Gazi türbeleri dışındaki yapılar yıkıldı. Ancak Orhan Gazi türbesinin zemin mozaikleri, halen o eski Bizans Manastırına aittir.
Orhan Gazi Türbesi Osman Gazi’nin Türbesi’nin hemen yanında yer alır. Dört köşeli, dört mermer sütun üzerine kumlu olup, türbenin zemininde Bizans Manastırı’nın kalıntısı olan mozaik parçaları bulunur.
Orhan Gazi Türbesi’nin aslinda Osman Gazi Türbesi ile yan yana olduğu, Sultan AbduLaziz zamaninda ikiye bölünerek bugünkü halini aldığı bilinmektedir. Türbenin ortasinda yer atan Orhan Gazi’nin ahşap işlemeli muhteşem kabri, yeşil örtülü ve pırinç parmaklıdır. Türbede; Cem Sultan’ın oğlu Abdullah (1481), kapı tarafında II. Bayezid’in oğlu Korkut (1513), yanında hanımı Nilüter Hatun, oğlu Kasım Çelebi. Yıldırım Sultan’ın oğlu Musa Çelebi, kızı Fatma olmak
üzere toplam 21 kabir yer almaktadır

Sultan Osman Gâzi’nin oğlu olup, dedesi Ertuğrul Gâzi’nin vefât ettiği 1281 senesinde Söğüt’de doğdu. Annesinin, Osman Gâzi’nin iki hanımından Mâl Hatun veya Bâlâ Hâtun’dan hangisi olduğu hakkında değişik rivayetler vardır. Ancak ilk Osmanlı kaynaklarının çoğu annesini Mâl Hâtûn olarak gösterirler. Orhan Gâzi küçük yaştan îtibâren tam bir disiplin ve intizam ile istikbâlin beyi olarak yetiştirilmeye gayret edildi. Dedesi Şeyh Edebâli’den ve Dursun Fakih gibi âlimlerden ilim öğrenip, feyz aldı. Babasının arkadaşları yanında silâh tâlimleri ile yetişti. Gâzilerin gazâlarını, meşhur İslâm mücâhidlerinin, evliyâ ve âlimlerin menkıbelerini dinledi. Devrinin silâhlarını maharetle kullanmasını öğrendi. Küçük yaştan îtibâren devletin teşkilâtlanması ve müesseseleşmesinde lâzım olan tecrübelere sâhib oldu.

Orhan Gâzi, gençliğinden îtibâren Bizans tekfurlarıyla olan gazâlara katıldı. Muhârebelerde gösterdiği muvaffakiyetlerle, babasının ve gâzilerin takdîrini kazandı. 1298’de Bizans tekfurlarının tertiplediği, Osman Gâzi’nin de davet edildiği sû-i kasd plânlı düğüne katıldı. Tedbirli hareket eden Osman Bey, Yarhisar ve Bilecik’i fethederken gelin olarak Bilecik Beyi’nin oğluna verilecek olan Yarhisar Beyi’nin kızı Holofira’yı da esir aldı. Holofira, İslâmiyet’i kabul edip, müslüman oldu ve Nilüfer ismini aldı. Orhan Gâzi, Nilüfer Hâtun’la evlendirildi.

Osman Gâzi, 1299 senesinde istiklâlini îlân ederek, devleti idâri bölgelere ayırdı. Oğlu Orhan Gâzi’yi 1301’de Sultanönü (Karacahisar) bölgesinin beyliğine tâyin etti. Orhan Gâzi, 1302’de Yenişehir ile İznik arasındaki Köprühisar’ın fethinde görevlendirildi. Köprühisar fethinin ertesi senesinde Germiyanlı ülkesinde oturan Candarlı aşiretinin, Osmanlı hududuna tecâvüzlerine mâni oldu. 1315’de Çavdar Bey’i esir alınıp, Çavdarlı beyliğindeki suçlular cezalandırıldı. 1317’de Karatekin, Ebesuyu, Karacebiş, Tuzpazarı, Kapucuk ve Kestaneci kalelerinin fethine katıldı. Osman Gâzi 1320 senesinden îtibâren yaşının ilerlemesi ve nikris (romatizma) hastalığının şiddetlenmesi üzerine oğlunun idaresini görmek istedi ve Orhan Gâzi’yi ordu komutanı tâyin etti. Orhan Gâzi, 1321’de Mudanya ve Gemlik üzerine düzenlenen seferde, Mudanya’yı feth ederek Bursa’nın denizle irtibatını kesti. 1325’de Bursa’nın güneyindeki Atranos’u fethedince, 1326 senesinde Bursa’nın Pınarbaşı mevkiine gelerek karargâh kurdu. 1315’den beri yakınına yapılan kalelerle adetâ abluka altında olan Bursa kalesini kurtarmaktan ve yardım gelmesinden ümîdini kesen kale kumandanı, Gâzi Mihal Bey vasıtasıyla bâzı şartlar ileri sürerek Bursa’yı teslim etti. Orhan Gâzi 6 Nisan 1326 târihinde Bursa’ya girdi. Kale komutanı Evrenos, İslâmiyet’i kabul ederek Osmanlı hizmetine girdi. Osman Gâzi, Bursa’nın fethini işitince, memnun olup, Orhan Bey’i Osmanlı hânedânına vâris tâyin etti. Diğer evlâdlarının ve kumandanlarının Orhan Bey’e bîat edip, ona karşı itaatli olmalarını bildirdi. Osman Bey’in Bursa’nın fethinden önce, fetih sırasında veya fetinden sonra öldüğüne dâir kaynaklarda muhtelif rivayetler mevcuttur. Ancak bu kaynakların çoğuna göre Osman Gâzi Bursa’nın fethinden hemen sonra vefât etmiş ve Gümüşlü Künbed’e defnedilmiştir. Osmanlı Devleti’nin ikinci sultânı olarak tahta geçen Orhan Gâzİ, Alâeddîn Paşa’yı vezir tâyin etti. Osmanlı Devleti’nin merkezi, Yenişehir’den Bursa’ya nakledildi. Askerî ve idâri faaliyetlere ağırlık verildi. Yeni tâyinler yapılıp, Akça Koca’ya, Kandıra; Kara Mürsel’e, İzmit körfezinin güneyi; Abdurrahmân Gâzi’ye ise, yeni fethedilen Aydos ve Samandra’nın idaresi verildi. Bu kumandanlar, bulundukları mevkilerde yeni fetihlerle de vazifeliydiler.

Osmanlıların boğaz sahillerine kadar genişlemesi, Bizans’ı telaşlandırdı. Osmanlı kuvvetlerinin, Sakarya ırmağı img010sahillerinde Karadeniz’e doğru ilerlemesini durdurmak ve uzun süreden beri devam eden İznik kuşatmasını kaldırmak için, Bizans imparatoru üçüncü Andronikos ordu hazırlayıp 1329’da İstanbul’un Anadolu yakasına geçerek Floken’de karargâh kurdu. Orhan Gâzi, İznik kuşatmasına bir mikdâr asker bırakarak, sekiz bin kişilik kuvvetle Bizans imparatoruna karşı harekete geçti. Maltepe (Pelekanon) mevkiinde düşmanla karşılaştı. 1329 Mayıs’ında meydana gelen Osmanlı-Bizans muhârebesi, sabahtan akşama kadar sürdü. Bizans kayseri bir günlük muhârebenin sonunda büyük ümidlerle Rumeli’den Anadolu’ya geçirdiği ordusunun, Osmanlılar karşısında dayanamıyacağını anlayınca, gece karanlığından istifâde ederek muhârebe meydanından, karargâhına doğru çekilmeye başladı. Orhan Gâzi, fırsatı kaçırmadı. Gece muhârebe şartlarını iyi bilen Osmanlı ordusu, Orhan Gâzi’nin emriyle düşmanı takibe geçti. Bizans ordusu, gâzilerin taarruzu karşısında paniğe kapılarak, birbirine girdi. Bizans kayseri yaralı olarak kaçıp canını kurtarabildiyse de, ordusu perişan oldu.

Orhan Gâzi, Pelekanon zaferini kazanınca, yıllardan beri devam eden İznik muhasarasını şiddetlendirdi. İznik kalesinin kumandanı, Pelekanon muhârebesinin neticesini öğrenince, yardım alamayacağını bildiğinden, Osmanlıların adaletine sığınarak teslim oldu. Kaleyi teslim alan Orhan Gâzi, ahâliden arzu edenlerin, eşyalarıyla birlikte gitmesine müsâade etti. Ayrıca İznik halkının, tebea olarak kalıp, yalnız cizye vermek şartıyla âdet ve an’anelerini muhafaza edebileceklerini îlân etti. Halkın büyük çoğunluğu Osmanlı idaresini tercih etti. Muhârebe ve kuşatmada beyleri ölen kadınlar, Orhan Gâziye müracaat edip, sahipsiz kaldıklarını, müslüman olup, Osmanlılardan istiyenlerle evlenebileceklerini söylediler. Orhan Gâzi, İznik’in yerli kadınlarının arzularını îlân edip isteyenlerin bunlarla evlenebileceklerini ve bunlarla evlenenlerin İznik muhafazasında vazifelendirileceğini açıkladı.

İznik feth olunduktan sonra, devletin geçici merkezi hâline getirildi. Şehir îmâr edilip, İslâmî eserlerle süslendi. Orhan Gâzi, İznik’in en büyük kilisesini câmiye çevirip, burada Cuma namazını kıldı. Manastırını da medreseye çevirtti. Şehirde ayrıca zevcesi Nilüfer Hâtûn tarafından bir imâret, oğlu Süleymân Paşa tarafından da bir medrese inşâ edildi. Böylece İznik kısa zamanda bir Türk şehri hâlini aldı. İznik’in fethinden sonra, Orhan Gâzi, İzmit kuşatmasını şiddetlendirdi. Bizans kayseri deniz yoluyla İzmit’in yardımına geldi. Bunun üzerine Orhan Gâzi, Osmanlı Devleti’nin ilk sulh andlaşmasını Bizans kayseri üçüncü Ahdronikos ile yaptı ve İzmit kuşatmasını kaldırdı. Anadolu’da fetihlere devam eden Orhan Gâzi, 1331’de Taraklı, Mudurnu ve Göynük kasabalarını Osmanlı topraklarına kattı. 1333’de Gemlik, 1336’da Kirmasti, Mihaliç ve Ulubat kasabaları fethedildi. 1337’de ise şiddetli bir şekilde tekrar kuşatılan İzmit teslim olmak zorunda kaldı. İzmit’in fethi ile Kocaeli yarımadasının tamâmı Osmanlıların eline geçti. Daha sonra Hereke, Yalova ve Armutlu’nun da fethedilmesiyle Osmanlı Devleti’nin hududu boğaz sahiline dayandı. Bizans’ın Anadolu ile irtibatı sâdece Şile ve Boğaziçi’nde kalmıştı. Orhan Gâzi’nin Bizans’ı iyice sıkıştırması, kayser üçüncü Andronikos’u andlaşmaya mecbur etti. 1341’de imzalanan Osmanlı-Bizans andlaşmasına göre, Anadolu’daki Şile ve Üsküdar, Orhan Gâzi’nin akınlarından emin olmak şartı ile Bizans’a, diğer yerler Osmanlı Devleti’ne kaldı.

Diğer taraftan Karesi Beyinin ölümü üzerine, babasının yerine geçen Demirhan’a muhalefet eden kardeşi Dursun Bey, ölüm korkusu yüzünden Orhan Gâziye sığındı. Dursun Bey, biraderinin yerine hükümdar olmak için Orhan Gâzi’den yardım istedi. Şayet yardım edilirse Balıkesir ile beraber diğer bâzı şehirleri Osmanlılara vermeyi vâd etti. Bunun üzerine Orhan Gâzi, Karesi üzerine sefere çıktı. Demirhan Bey, Orhan Gâzi’nin üzerine geldiğini duyunca, Balıkesir’den Bergama’ya kaçtı. Bergama’nın muhasarası sırasında Dursun Bey kaleden atılan okla öldü. Teslim olmaya mecbur kalan Demirhan Bey Bursa’ya getirildi. Balıkesir, Manyas, Edincik, Kapıdağı ve havalisi Osmanlı topraklarına katıldı. Bu sırada Bizans’ta saltanat mücâdelesi kızışmıştı. Taht için mücâdele edenler Orhan Gâzi’nin desteğini sağlamak istedi. Altıncı Yuannis Kantakuzen, kızı Teodora’yı Orhan Gâziye vererek, yardımını sağladı. Orhan Gazı, beş bin Osmanlı askerini Trakya’ya geçirip, Kantakuzen’e yardımcı gönderdi. Trakya’ya geçen Osmanlı askeri, bölgede keşif yaparak çevreyi tanıdı. Orhan Gâzi’nin desteği ile Bizans tahtına sâhib olan altıncı Yuannis Kantakuzen, 1347’de damadını Üsküdar’a davet ederek görüştü. Orhan Gâzi Üsküdar’da üç gün misafir kaldı. Kantakuzen, Bizans tahtındaki yerini sağlamlaştırınca, Osmanlı Devleti’ne ihanet edip, dâmâdı Orhan Gâzi’ye karşı papayla gizli münâsebet içine girdi. Akdeniz, Ege, İstanbul ve Karadeniz’de koloni rekâbetindeki Venediklileri Bizans kayseri destekleyince, Orhan Gâzi de Cenevizlilere yardım etti. Orhan Gâzi Bizans imparatorunun papa ile gizli anlaşmasını haber alınca, 1352’de Üsküdar, Kadıköy ve adalarını fethettirdi. Kantakuzen aleyhine Bulgarlar ve Sırplar, batıdan harekete geçince, Osmanlılara karşı papalık ile ittifak içinde olmasına rağmen, Orhan Gâzi’den yardım istedi. Orhan Gâzi, Kayser’den Gelibolu yarımadasındaki kalelerden birinin sözünü alınca, oğlu vezir Süleymân Paşa kumandasında on bin kişilik Osmanlı kuvvetini yardıma gönderdi. Kantakuzen, Osmanlı askerinin yardımıyla Dimetoka’da Bulgar ve Sırplara karşı başarılı muhârebeler yaptı. Orhan Gâzi’nin oğlu Süleymân Şâh, Anadolu’ya dönerken, Bizans kayserinin Gelibolu yarımadasında Osmanlılara verdiği Çimbe kalesine asker bıraktı. Osmanlıların 1353’de Çimbe kalesine yerleşmeleriyle, Rumeli’deki fetihler için üsse sâhib olmaları, bölgenin kontrolünü sağladı.

Orhan Gazi’nin Vasiyetnamesi 
“Oğul! Saltanatına mağrur olma. Unutma ki hazret-i Süleymân’a kalmamıştır. Unutma ki, dünyâ saltanatı geçicidir, lâkin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamberimizin aleyhisselâm şefaatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir! Dünyâya âhiret ölçüsüyle bakarsan; ebedî saadeti feda etmeye değmediğini göreceksin. Oğul! Rumeli fethini tamamla! Konstantiniyye’yi (İstanbul’u) ya fethet, yahut fethe hazırla! Civardaki Türk beyleriyle mes’ele çıkarmamaya çalış. Ahâli her ne kadar bizi istese de, başlarında bulunan beyler, beyliklerinden geçme tarafdârı gözükmez. Daha bir zaman idare edecekler, lâkin sonunda olmuş meyva gibi avucuna düşeceklerdir. Anadolu’da gaile çıkmazsa, Rumeli işini rahat halledersin. Bu yüzden, Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et. Cennet mekân babam Osman Gâzi Han, Söğüt ve Domaniç’ten ibaret bir avuç toprağı beylik yaptı. Biz, Allah’ın izniyle beyliği hanlığa, sultanlığa ikmâl ettik. Sen daha da büyüğünü yapacaksın! Osmanlıya iki kıt’a üstünde hükmetmek yetmez. Zîrâ İ’lâ-yı kelimetullah azmi, iki kıt’aya sığmıyacak kadar yüce bir azimdir. Selçuklunun vârisi biz olduğumuz gibi, Roma’nın vârisi de biziz!

Oğul! Kur’ân-ı kerîmin hükmünden ayrılma! Adaletle hükmet! Gâzileri gözet! Dîne hizmet edenlere hizmeti şeref say! Fakirleri doyur! Zâlimleri cezalandırmakta tereddüt gösterme! Adaletin en kötüsü geç tecellî edenidir. Sonunda hüküm isabetli bile olsa, geciken adalet zulümdür! Oğul, biz yolun sonuna geldik. Sen daha başındasın. Cenâb-ı Mevlâ saltanatını mübarek kılsın.”

Türkiye Selçukluları zamanında önemli vilâyetlerden olan Ankara, daha sonra İlhanlılar devrinde Anadolu umûmi vâliliğinin batı bölgelerinden idi. Sivas’ı kendisine merkez yapmış olan Alâüddîn Eratna zamanında, Ankara, Eratna beyliğinin toprakları içinde idi. Alâüddîn Eratna’nın 1352’de ölümü üzerine, yerine geçen oğulları zamanındaki karışıklıktan istifâde eden Orhan Gâzi, 1354’de oğlu Süleymân Paşa kumandasında sevketmiş olduğu kuvvetlerle şehri zabtettirdi.

Süleymân Paşa aynı sene Biga’da topladığı bir orduyu Güney Marmara kıyısındaki Kemer Limanından gemilerle karşıya naklederek Bolayır’ı ele geçirdi. Gelibolu Yarımadası’nın en dar geçit yerini bu askerlerle tutarak bir taraftan Gelibolu’ya diğer taraftan da Trakya’ya karşı iki uc kuran Süleymân Paşa, muntazam gazâ akınlarına başladı.

Bir zelzele neticesinde Gelibolu kale duvarlarının ve bu havalideki diğer kalelerin yıkılması üzerine (2 Mart 1354) Osmanlılar bu şehir ve kasabaları ele geçirdiler ve Gelibolu yarımadasının fethini tamamladılar. SüleymânPaşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetlerinin Tekirdağ’a kadar bütün Marmara kıyılarına hâkim olmaları, Bizans kayserini telaşlandırdı. Osmanlıları bölgeden çıkarma faaliyeti içine giren Kantakuzen Orhan Gâzi’ye haber gönderip on bin altın mukabilinde Çimpe’yi satın alacağını ve Türk kuvvetlerinin Gelibolu’yu terketmelerini ve İzmit’te kendisiyle görüşmek istediğini bildirdi. Orhan Gâzi, imparatorun kendisine verdiği Çimpe’yi para mukabilinde terk edebileceğini kabûl ettiyse de Gelibolu’yu kendisi almış olduğundan dolayı orasını veremiyeceğini ve hastalığı sebebiyle de görüşmiyeceği cevâbını yolladı. Bunun üzerine Kantakuzen, Balkan ve hıristiyan devletlerle ittifak kurmak istediyse de müttefik bulamadı. 1355’de Kantakuzen’in tahttan indirilmesi üzerine tahta geçen Yuannis, Osmanlıların Avrupa kıt’asındaki hâkimiyetine karşı koyulamıyacağını bildiğinden, Orhan Gâzi ile iyi geçinmeye çalıştı. Orhan Gâzi’nin Cenevizliler tarafından kaçırıılan oğlu Halil’i korsanlardan kurtarıp, kızı ile evlendirmeyi kararlaştırdı. Yuannis, papalık ile de münâsebetlerde bulunarak, Bizans’ı Ortodoks mezhebinden katolikliğe geçirmeyi başarırsa, latin devletlerinden yardım alabileceğini zannetti. Bizans’ın Osmanlı aleyhindeki faaliyetlerine karşılık, Orhan Gâzi de fetih harekâtını arttırdı. Süleymân Paşa, 1356’da Doğu Trakya’ya geçerek, Malkara, Keşan ve Çorlu’yu aldı. Bölgedeki Osmanlı hâkimiyetini kuvvetlendirmek için, Anadolu’dan Türk-İslâm nüfûsu getirilerek, iskân siyâseti tatbik edildi. Rumeli fütûhatında, Osmanlıların yerli ahâliye iyi muamele edip, din, mezheb ve dil hoşgörüsü ile, can, mal ve ırz emniyeti sağlaması, bölgeye sulh, sükûn, huzur ve refah getirdi.

Trakya’da bu son fetihlere kardeşi Murâd Bey ile beraber devam eden Süleymân Paşa, 1359 senesinde bir avı takibi sırasında düşerek kırk üç yaşında vefât etmesi üzerine, Rumeli fethine Gâzi Murâd Bey tâyin edildi. Oğlunun vefâtına ziyadesiyle üzülen Orhan Gâzi rahatsızlandı. 1360’da rahatsızlığı artarak vefât etti. Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’e defnedildi.

Şahsiyeti nesillere örnek mâhiyette olan Orhan Gâzi, halîm selîm olup, son derece merhametliydi. Kolay kızmaz, kızınca da belli etmezdi. Askerlerini ve tebeasını kendisinden fazla korurdu. Muhârebelerde zâyiât durumuna dikkat ederdi. Zayiata sebeb olacak mevkilerin fethini kuşatmayla kolaylaştırıp, teslimini beklerdi. Çok âdildi. Dîni bütün bir müslüman olup, ülkede İslâm hukukunu tereddütsüz tatbik ettirirdi. Orhan Gâzi’nin İslâm ahlâkına hayran olup, adaletine gıbta eden hıristiyanlar, kendi soyundan ve dîninden hânedânların yerine, Osmanlı idaresini tercih ederlerdi. İyi bir teşkîlâtçı, cesur bir kumandan olduğu gibi, mükemmel bir idareciydi. İlme, âlimlere ve gönül sultânı manevî şahsiyetlere hürmetkardı. Âlimlerin sohbetinde bulunup, onlarla istişare ederdi. İmâr ve iskân siyâsetine önem verip, devrinde fethedilen beldelere Türk-İslâm nüfûsu yerleştirirdi. Osmanlı ülkesinin nüfuzunu arttırıp, devleti müesseseleştirdi.

Devletin topraklarını altı misli büyüten Orhan Gâzi’nin vefâtı sırasında Osmanlı Devleti şu şehir ve kalelere hâkim bulunuyordu: Bilecik, Bursa, Balıkesir, Bolu ve civarı, Kocaeli, Sakarya, Eskişehir, Çanakkale, İstanbul’un bir kaç kalesi hâriç Anadolu yakası, Ankara, Ayas, Beypazarı, Nallıhan, Kızılcahamam, Haymana, Polatlı, Soma, Kırkağaç, Domaniç, Bergama, Dikili, Kınık, Marmara adaları, Trakya’da Tekirdağ, Lüleburgaz, İpsala, Keşan.

Orhan Gâzi, sultan olunca, devlet teşekküllerini kuvvetlendirdi ve yenilerini kurdu. Saltanatının üçüncü yılında hükümdarlık alâmetinden olarak ilk defa Osmanlı akçesini Bursa’da gümüşten kestirdi. Akçenin bir tarafında Kelime-i şehâdet ile Hulefâ-i Râşidîn’in (radıyallahü anhüm) isimleri yâni; “Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali” yazılı idi. Diğer tarafında; Orhan bin Osman, basıldığı yer olan Bursa, basıldığı târihi olan H. 727 târihi ve Osmanlıların mensub olduğu Kayıboyu’nun damgası vardı. Hulefâ-i Râşidîn’in isimlerinin söylenmesi ve yazılması Ehl-i sünnetin yâni Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının (radıyallahü anhüm) yolunda gidenlerin şiarı idi. Osmanlıların ilk bastıkları paralara Kelime-i tevhîdle beraber, bu mübarek isimleri yazmaları, onların tâ başlangıçta Selef-i sâlihînin yolu olan Ehl-i sünnet yoluna ne derece bağlı olduklarını açık seçik göstermektedir.

Osmanlı Devleti’nde ilk fütûhatı yapanlar aşiret kuvvetleri olup, hepsi atlı idi. Bu kuvvetler uzun süre muhasara hizmetlerinde bulunamadıkları için muvaffakiyetler gecikiyordu. Orhan Gâzi, bu yüzden Bursa’nın fethinden sonra, askerî teşkilâtta yenilikler yaptt. Türk gençlerinden daimî ve esaslı yaya denilen piyade sınıfına orduda yer verildi. Askerî birliklerden onluk sistem tatbik edildi. Piyade askerler, onar, yüzer kişilik manga ve bölüklere ayrıldı. On kişiye onbaşı ve yüz kişiye yüzbaşı zabitler tâyin edildi. Bin mevcutlu kuvvetlerin başındakilere de binbaşı rütbesinde subaylar tâyin edildi. Müsellem denilen süvari kuvvetinin otuz askeri, bir ocak kabul edildi. İlk plânda biner kişilik birlikler hâlinde kurulan yaya ve müsellem askerlerinin sayıları zamanla arttırıldı. Günlük birer akçe olan ücretleri, iki akçeye çıkartıldı. Ayrıca muhârebe dışında işleyebilecekleri araziler de verildi. Tımar sisteminin tatbîkiyle askerî hizmete tâyin edilenlerin mikdârı, tertîb edilen kadroyu çok geçtiğinden, bunların nöbetle sefere gitmeleri ve sefere gidenlere, gitmeyenlerin yardımcı olmaları kânun hâline getirildi. Sefere gitmeyenlere Yamak denildi. Yamaklara yardım karşılığı ücret verilirdi.

Osmanlı devlet teşkîlâtı ilk defa Orhan Gâzi zamanında teşkil olundu. İlk devlet teşkilâtında Anadolu Selçukluları ile İlhanlıların teşkilâtları örnek alınarak bir hükümet mekanizması kuruldu. Bunun esâsı Beylik merkezindeki dîvândı. Bu dîvâna devlet reisi olan pâdişâh başkanlık ettiği gibi icâbında pâdişâh adına vezir de başkanlık yapabilirdi. Osmanlı Devleti’nin ilk veziri, Orhan Gâzi’nin tayin ettiği Hacı Kemâleddîn oğlu Alâaddîn Paşa idi. Vezirler Paşa ünvânını taşırlardı. Devletin askerî ve idarî bütün işlerinde pâdişâha yardımcı olurlardı. Şehir ve kazalar, kâdı ve subaşıların idâresindeydi. Kâdı, idarî ve adlî; subaşı da, âsâyiş ile askerî işlere bakarlardı. Orhan Gâzi devrinde en yüksek kâdılık makamı Bursa kâdılığı olup, tâyinlere de bakardı.

Orhan Gâzi devrinde fethedilen beldeler, ilmî, mîmârî ve sosyal te’sislerle süslendi. İznik fethedilince, Manastırını medreseye çevirterek ilk Osmanlı medresesini kurdu. Yine İznik’te yaptırmış olduğu imâretin açılışında kendi eliyle fakirlere ve gâzilere aş dağıttı. Ahâlisinden; müslim ve gayr-i müslim hiç kim senin aç ve açıkta kalmamasına gayret etti. Bursa’da, câmi, imâret, tabhâne, yol, köprü ve hamamlar yaptırdı. Hanımı Nilüfer Hâtûn da; İznik’te bir imâret, Nilüfer çayı üzerinde köprü ve çeşme gibi pek çok hayrat inşâ ettirdi. İlk Osmanlı medresesi olan İznik Medresesi’nin müderrisliğine zahirî ve bâtınî ilimlerde derin âlim Dâvûd-i Kayseri tâyin edildi. Dâvûd-i Kayseri, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Füsûs-ül-Hikem adlı eserini, Matla-ı husûs-ü-kilem fî şerh-i Füsûs-ül-hikem adıyla şerh edip, talebelerine okuttu. Bu eser, güzel İslâm ahlakının Osmanlı topraklarında yayılmasında rol oynadı. Orhan Gâzi, gâzilerin yetişmesinde, yeni fethedilen yerlerin İslâm beldesi olmasında, fetih öncesi hazırlıkların yapılmasında, cihâd esnasında askerin şevke getirilmesinde büyük emekleri geçen âlimler ve dervişlere de hürmet edip, onların barınmaları ve hizmetlerini kolayca îfâ edebilmeleri için, tekke ve zaviyeler yaptırdı. Bu dervişlerden Geyikli Baba ve Derviş Murâd meşhurdur.

Orhan Gâzi öldüğü zaman; Murâd, İbrâhim ve Halîl ismindeki üç oğlu hayatta idi. Süleymân Paşa ve Kasım isimlerindeki oğulları kendisinden önce vefât etmişlerdi. Süleymân Paşa ile Murâd Bey, Yarhisar tekfurunun kızı Nilüfer Hâtun’dan; Halîl Bey ve Kâsım Bey, Bizans kayseri Kantakuzen’in kızı Teodora’dan; İbrâhim Bey ile Fatma Sultan, Rum prensesi olan Aspurça’dan doğmuştur.

Kaynaklar;
1) Osmanlı Târihi (İ.H. Uzunçarşılı); cild-1, sh. 117

2) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-2, sh. 91
3) Âşık Paşazade Târihi; sh. 42
4) Meşâhir-i İslâmiyye; cild-1, sh. 72
5) Tam İlmihâl Seâdeti Ebediye; sh. 1056
6) Rıhlet-i İbn-i Battûta; Beyrut-1960, sh. 308
7) Rehber Anaihhpedisi; cild-13, sh. 262
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-10, sh. 364
9) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna) cild-2, sh. 265
10) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ. Hâmi Danişmend); cild-1, sh. 15
11) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 68
12) Kitâb-ı Cihân-nümâ (Neşri); sh. 158-15913) Tâc-üt-tevârih; cild-1, sh. 43

Osman Gazi

Bursa – Tophane’de İstiklal savaşı şehidliğinde

Osman Gazi 1324 yılında. Bursa’yı alamadan ölmüştü. Ölmeden önce de, çok uzaklardan görülen Gümüşlü Kubbe’ye gömülmesini vasiyet etmişti. Gümüşlü Kubbe, bugün Tophane’de bulunan, Osman ve Orhan Gazi’nin gömülü olduğu yerdeki Saint Elie Manastır idi. Uzaktan parıldayan kubbeleri nedeniyle bu adıyla anılmıştır.
Bu manastır, 1855 depremi ile öyle yıkıldı ki, onu tekrar eski haline getirmek asla mümkün olamadı. 1863 yılında Sultan Abdulaziz tarafından yeniden yapılmaya başlanınca, manastır iki yapıya ayrıldı. Osman ve Orhan Gazi türbeleri dışındaki yapılar yıkıldı. Ancak Orhan Gazi türbesinin zemin mozaikleri, halen o eski Bizans Manastırına aittir.
Osman Gazi türbesinin ortasında; sedef kakmalı süslerle bezenmiş muhteşem kabir, parmaklıklarla çevrili sanduka, sırma işlemeli yazılı örtü ile lahit. Osmanlı’nın ilk Sultanı Osman Gazi Han’a aittir. Giriş kapısına en yakın olan kabir, büyük oğlu Alaüddin Bey’e (1331) aittir.Murad Hüdavendigar’ın oğlu Savcı Bey (1385) kardeşi İbrahim ve Orhan gazi’nin hanımı Asporça Hatun’un kabirlerinin de yer aldığı türbe için de ayrıca 17 kabir daha bulunmaktadır. Türbe içerisinde varolduğu bilinen davul ve diğer eşyalar ise günümüze ulaşamamıştır.

Osmanlı pâdişâhlarının birincisi. Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundan Ertuğrul Gâzi’nin oğlu olup, 1258 senesinde Söğüt’te doğdu. İslâm terbiyesi ile yetiştirildi. İslâm ilimlerini öğrenen Osman Gâzi, devrin örf ve âdetince mükemmel bir askerî tâlim ve terbiye gördü. Babasının silâh arkadaşları ve kumandanlarından kılıç kullanmayı, kargı savurmayı, ata binmeyi öğrendi. Onların gazâlarını dinleyip, yaptıklarından ibret alarak, gençliğinden îtibâren gazâlara katılıp, zaferler kazanarak, kumandanlık vasıflarını geliştirip kuvvetlendirdi.

Bizans’ın hakimiyetindeki batı Anadolu cihâd diyarı olduğundan, bölgede gazâ niyetiyle pek çok kumandan, mücâhid derviş ve herbiri gönül sultânı şeyh ve âlim bulunuyordu. Osman Gâzi, Anadolu’nun İslâmlaştırılıp, Türkleşmesi faaliyetine katılan bu gönül sultanlarından ve ahîlerden biri olan Karamanlı Şeyh Edebâlî’nin sohbetlerini hiç kaçırmamaya gayret ederdi. 1277 senesinde, Edebâlî hazretlerinin dergâhında misafir olduğu bir gün acâib bir rüya gördü. Rüyasında, hocası Edebâlî’nin koynundan bir ayın çıkıp, kendi koynuna girdiğini, arkasından da kendi göbeğinden bir ağacın bitip, âlemi tuttuğunu, gölgesinde nice dağların bulunup, nehirlerin aktığını, bir çok insanların kaynaştığını, kimisinin bahçe ve tarla sulayıp, kimisinin çeşmeler akıttığını gördü. Gördüğü rüyayı ertesi gün hocasına anlattı. Şeyh Edebâlî ona; “Müjde ey Osman! Hak teâlâ sana ve senin evlâdına saltanat verdi. Bütün dünyâ, evlâdının himayesinde olacak, kızım Mâl Hâtûn da sana eş olacak” deyip rüyasını” tâbir etti. On dokuz yaşında iken Şeyh Edebâlî’nin kızı Mâl Hâtûn ile evlendi. Bu izdivaçtan Orhan Gâzi doğdu. Orhan Gâzi’nin doğduğu sırada, Ertuğrul Gâzi de vefât etti (1281). Bâzı kaynaklarda Edebâlî’nin kızının adı Bâlâ Hâtûn olarak geçmekte ve Mâl Hâtun’un Ömer Bey’in kızı olduğu yazılmaktadır. Ertuğrul Gâzi, cesareti, zekâsı, cömertliği, İslâm dînine sadâkati ve güzel ahlâkı ile, kardeşleri arasında en üstünü olan Osman Gâzi’yi kendisinden sonra kayıboyu beyliğine aday göstermişti. Osman Gâzi, babasının vefâtından sonra, bey seçilip, idareyi ele aldı.

Osman Gâzi, bey olduğu zaman Türkiye Selçuklu Devleti’nin Bizans hududundaki Kayılar, Söğüt kışlağı ile Domaniç yaylağı arazisine hâkim idiler. Osman Bey Kayıların başına geçince, hudut komşusu Bizans tekfurları ile iyi geçinmeye çalıştı. Bunlar arasında en çok Bilecik tekfuru ile anlaşıyordu. Boyda, eskiden beri yaylağa çıkarken, ağır eşyaları Bilecik tekfuruna emânet etmek, buna karşılık tekfura bâzı hediyeler vermek geleneği vardı. Emânetin teslîmi ve alınması, silâhsız kimseler ve kadınlar tarafından yapılırdı. Aşiretin yaylağa çıkış ve dönüşlerinde, İnegöl tekfuru yollarını keserek onlara zarar veriyor, bu yüzden de sık sık çarpışmalar oluyordu. Osman Bey’in nüfuzunun hızla arttığını gören İnegöl tekfuru Nikola, komşularından tedbir alınmasını istedi. İnegöl tekfurunun Bizanslılara ittifak teklifi, Bilecik tekfuru tarafından Osman Gâzi’ye haber verildi. Tekfur Nikola’nın, Ermenibeli’nde (Pazarköy) kuvvet topladığı tesbit edilince, Osman Gâzi, Kayı aşireti ileri gelenleri, kumandanlar ve arkadaşlarından Akçakoca, Abdurrahmân Gâzi, Aykut Alp, Konur Alp, Turgut Alp ile istişare etti. Bu istişarenin sonunda İnegöl’ün fethine karar verildi. 1284’de Pazarköy’de meydana gelen muhârebede, Osman Gâzi’nin yeğeni Bay Hoca şehîd düştü. Osmanlı târihinin ilk muhârebesi olarak kabul edilen Pazarköy çarpışmasında Osman Bey pek muvaffak olamadı. Bir süre sonra Kolca kalesi feth edildi. Bunu hazmedemiyen İnegöl tekfuru ile Karacahisar tekfuru birleşti. 1288 yılında Domaniç yakınında Erice (Ekizce)’de yapılan muhârebede, tekfurlar mağlûb oldu. Bu muhârebede Osman Gâzi’nin kardeşi Sarı Yatu (Sarı Batu) şehîd oldu.

Osman Gazi’nin Vasiyetnamesi 
Âkıbet-i kâr budur herkese, bâd-ı fena pir ve civana ese Azmi-bekâ eylersem ben bu dem, devlet-i ikbal ile ol muhterem! Çünkü, senin gibi halef koymuşum, rihlet edersem bu cihândan ne gam, Lîk vasiyyet ederim gûş kıl! Gayri gam-ı denî ferâmûş kıl. Dilerim ey sâhib-i ikbâl-câh! İtmeyesin cânib-i zulme nigâh! Adl ile bu âlemi âbâd kıl! Resm-i cihâd ile beni şâd kıl! Râh-ı cihâd içre edip fütûhat, memleket-i Rûm’da kıl adl-ü dâd! Eyle riâyet ulemâya temâm. Tâ ki bula, emr-i şerî’at nizâm! Her nerede işidesin ehl-i ilm, göster ona rağbet-ü ikbâl ü hilm! Asker ve mal ile gurur eyleme! Şer’i şerif ehlini dûr eyleme! Şer’dir mâyeşi şâhi ve bes! Şera muhalif işe etme heves! Matlabımız dîn-i Hudâdır bizim! Mesleğimiz râh-ı Hudâdır bizim. Yoksa kuru mihnet ve gavga değil, şâh-ı cihân olmaya dâva değil! Nusret-i din oldu çû maksad bana, maksadıma kasd yaraşır sana. Âleme in’âmını âm ide gör. Memleket emrini temâm ide gör! Hıfz-ı re’âyâ çalış rûzü şeb! Tâ ki karîn ola sana lutf-i Rab!

Vasiyetnamenin özü şöyledir:

“Allahü teâlânın emirlerine muhalif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini şerî’at ulemâsından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana, itaat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adaletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya ri’âyet eyle ki, şerî’at işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, şerî’at ehlinden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yoludur. Ve maksadımız Allah’ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik dâvası değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâima herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum!”

Osman Gâzi’nin Ekizce muvaffakiyeti, Türkiye Selçuklu sultânı ikinci Gıyâseddîn Mes’ûd Şâh tarafından mükâfatlandırıldı. Bir fermanla, beylik alâmetleri olarak; tabl, alem, tuğ göndererek, İnönü ve Eskişehir’i de Osman Gâzi’ye verdi. Mîrî vergiden muaf tutuldu. Selçuklu Sultânı’nın hediyeleri alınıp fermanı okunduktan sonra, Osman Gâzi akınlarına daha da hız verdi. İznik’e akın tertiplendi ise de, kale alınamadı. Karacahisar ile Yarhisar tekfurları, Osman Gâzi aleyhine ittifak kurdular. Bunlara karşı sefer düzenleyen Osman Gâzi, Karacahisar’ı aldıktan sonra, Kuzey Sakarya vadisine yöneldi. Mudurnu taraflarında aşiret reisi olan Samsa Çavuş’un yardımı ile Taraklı ve Göynük civarını ele geçirdi.

Teşkilâtlanmaya ağırlık veren Osman Gâzi’nin ileriye dönük faaliyetleri, huduttaki Bizans tekfurlarını daha da telaşlandırdı. Bizans-Rum tekfurları, Osman Gâzi’yi muhârebe meydanında öldürüp yenemeyeceklerini anlayınca, hîle ile öldürmek istediler. Bilecik tekfuru da Osman Gâziye karşı ittifak içine girdi. Yarhisar tekfurunun kızıyla evlenecek olan Bilecik tekfurunun düğününe Osman Gâzi’yi davet edip, öldürmeyi plânladılar. Bu sû-i kasd tertîbi, Osman Gâzi’ye dostu Harmankaya beyi Köse Mihal tarafından haber verildi. Osman Gâzi, bu durum karşısında bâzı tedbirler aldı. Düğün hediyesi olarak Bilecik tekfuruna bir sürü kuzu gönderdi. Düğün sonrası yaylağa çıkacağını bildirerek eskiden olduğu gibi değerli eşyalarının kadınlar vasıtasıyla kaleye alınmasını ve düğünün açık bir yerde yapılmasını istedi. Bilecik tekfuru, Osman Gâzi’nin bu tekliflerini kabul ederek, düğün yeri olarak Çakırpınar kabul edildi. Osman Gâzi, aşîretin eşyası yerine, atlara silâh yükletip, kırk kadar Gâziyi kadın kılığında Bilecik’e gönderdi. Kadın kılığında kaleye giren yiğitler, sâdece nöbetçilerin kaldığı kaleyi kolayca ele geçirdiler. Bu durumu öğrenen tekfurlar ile meydana gelen çarpışmada, Osman Gâzi düğüne katılanların çoğunu öldürdü ve bir kısmını esir aldı. Gelini ele geçirerek Nilüfer adını verip, oğlu Orhan Gâzi ile nikahladı. Ertesi gün Yarhisar kalesini kuşatıp, ele geçirdi. Osman Gâzi’nin kumandanlarından Turgut Alp ve Gâziler de İnegöl’ü feth ettiler.

Osman Gâzi, Bizans hududunda fetihlerde bulunurken, İlhanlılar da Anadolu’yu istilâ ettiler. İlhanlı hükümdarı Gâzân Han, Türkiye Selçuklu sultânı Alâeddîn Şâh’ı İran’a götürdü. Bütün Türkiye Selçuklu Devleti’nin toprakları, İlhanlıların eline geçti. Moğol zulmünden hicret eden bir çok Türkiye Selçuklu emîri ve maiyyeti, Osman Gâzi’nin gazâlarına katılmak için hizmete geldi. Osman Gâzi 1281 yılından beri arazisini devamlı genişletip, gazâ niyetiyle hizmetine katılanlarla devamlı güçleniyordu.

Türkiye Selçuklu Sultanlığı’nın fetret devrindeki iktidar boşluğundan faydalanarak, Türk beyleri istiklâllerini îlân ediyordu. Nitekim Osman Gâzi de 1299’da istiklâlini îlân ederek devlet teşkilâtının müesseselerini kurmaya başladı. Her kaleye subaşı, dizdar ve kâdı tâyin etti. Köyler tımar olarak sipahilere dağıtıldı. Osman Gâzi adına Karacahisar’dâ Cuma hutbesi, Eskişehir’de de bayram hutbesi okundu. Hocası ve kayınpederi Edebâlî’nin talebelerinden Dursun Fakih’i, Karacahisar’a kâdı ve hatîb tâyin etti. Fetva ve hüküm işlerini ona bıraktı. 1301’de Yurdhisar ve Yenişehir kaleleri fethedildi. Osman Gâzi, Yenişehir’i merkez yaptı. Yeni merkezde; idarî, iktisâdı ve sosyal müesseseler inşâ ettirip, evler, dükkanlar, hanlar, çarşı ve hamamlar yaptırdı. Bilecik’i de kayınpederi Edebâlî’ye verdi. Hanımını ve annesini de Bilecik’te bıraktı. Oğlu Alâeddîn Paşa’yı yanına alarak, Orhan Bey’e Sultanönü (Karahisar), Gündüz Alp’e Eskişehir, Aykut Alp’e İnönü, Hasan Alp’e Yarhisar, Turgut Alp’e İnegöl bölgelerinin idaresini verdi.

Böylece dört yüz çadırla Türkiye Selçuklu-Bizans hududuna yerleştirilen kayı aşîreti, 1299’da Osman Gâzi’nin adına izafeten, Osmanlı hânedânı ve devletini kurdu. Osman Gâzi, İslâm dîninin esaslarını, Türk örfünü, teşkîlât ve müesseselerini safha safha yerleştirip, mükemmelleştirdi. Teşkilât ve müessesesini kurarken İslâm dîninin farzlarından olan cihâd emrini hiç ihmâl etmedi. Devamlı genişleyip, teşkilâtlanan Osmanlı Devleti’nin meydana getirdiği tehlikeyi, huduttaki tekfurlarla hâlledemiyeceğini anlayan Bizans kayseri ikinci Andronikos Poleologos, hassa kumandanlarından Musalon’u Osman Gâzi üzerine sefere gönderdi. Musalon kumandasındaki Bizans kuvvetleri ile Osman Gâzi, İznik’in kuzeydoğusundaki Koyunhisar kalesi mevkiinde karşılaştı. 1301 Temmuz’unda yapılan muhârebeyi Osman Gâzi kazandı. Bu zaferden bir sene sonra Koyunhisar kafesi fethedildi. 1303’de Yenişehir’in güneybatısındaki Marmaracık kalesi feth edilip, İznik şehrinin kuzeyindeki Katırlı dağı eteğine kale yapıldı. Kaleye Taz Ali kumandasında yüz asker bırakılarak, İznik ablukaya alındı. 1306’da Bursa tekfurunun idaresindeki müttefik Bizans tekfurlarına karşı sefer düzenlendi. Osman Gâzi, müttefik Bizans tekfurlarının kuvvetini Dinboz’da mağlub etti. Kestel, Kite ve Ulubat kaleleri Osmanlıların eline geçti. Aynı sene Osmanlılar, ilk defa Ulubat tekfuruyla askerî andlaşma imzaladılar. Andlaşmaya göre; mültecî Kite tekfuru Osmanlılara iade edilecek, Osman Gâzi’nin neslinden hiç kimse de Ulubat köprüsünü geçmeyecekti. Andlaşmayı Osmanlılar hiç bozmadı. Âl-i Osman neslinden hiç kimse o köprüden geçmedi. Hep kayıkla geçtiler. Osman Gâzi’nin, topraklarını devamlı genişletmesi, Bizanslıları telâşa düşürdü. Kayser, İlhanlılar ile akrabalık kurarak, Osmanlı taarruzlarından kurtulmak istedi ve kızı Maria’yı İlhanlı hükümdarı Gâzân Han’a nişanladı. Onun ölümüyle de, Olcayto Han’a nişanlayıp, Osmanlı hakimiyetindeki arazilerin geri alınmasını ümid etti. Osman Gâzi, Bizans kayserinin ittifak arayışı sırasında da gazâlarını sürdürdü. 1307’de İznik’i kuşatıp, Yalova’ya akın düzenleyerek denize ulaştt. 1308’de Marmara denizindeki İmralı adası fethedilip, deniz üssüne sâhib olundu. Bizans’ın Bursa ile deniz ulaşımı ve irtibatı kontrol altına alındı. İznik civarındaki Koçhisar fethedildi.

Osman Gâzi’nin Bizans hududunda te’sis ettiği âdil idare, tekfurların zulmünden, sergilerin ağırlığından bıkan hıristiyan ahâliden başka, Rum kumandanların da takdîrini kazandı. Rumlar, Osman Gâzi’nin idaresine geçmeye başladılar. Nitekim 1313’de Harmankaya tekfuru Köse Mihâl, Osman Gâzi’nin maiyyetine girip, müslüman oldu. Köse Mihâl, Gâzi adını alarak, muhârebelere katıldı ve pek çok hizmeti geçti,

Marmara sahilinden Karadeniz istikâmetine akınlara devam eden Osmanlılar, 1313’de Akhisar, Geyve, Lüblüce, Lefke (Osmaneli), Hisarcık, Tekfurpınarı, Yenikale, Karagöz ve Yanıkçahisar kalelerini feth ettiler. Bursa, Osmanlı arazisi ortasında kalınca, şehir ablukaya alınıp Kaplıca ve Uludağ istikâmetinde iki kale yapıldı. Kaplıca istikametindekinin kumandanlığına Osman Gâzi’nin yeğenlerinden Aktimur, Uludağ tarafındakine de Balaban tâyin edilip, kalelere kumandanlarının isimleri verildi.

Bizans’a karşı devam eden seferler sırasında, Moğol istilâsından Batı Anadolu’ya gelip, Kütahya’ya yerleşen Çavdarlı aşîreti’nin Osmanlı’ya düşmanca hareketleri, Osman Gâzi’nin oğlu Orhan Gâzi tarafından durduruldu. Oymahisar’da yapılan muhârebede, Çavdaroğlu esir edilip, aşiretin saldırganları cezalandırıldı. 1317 yılında Orhan Gâzi ve kumandanlarından Konur Alp, Sakarya ve Karadeniz istikametindeki Karatekin, Ebesuyu, Karacebeş, Tuzpazarı, Kapucuk ve Keresteci kalelerini fethedip, bu mevkileri Osmanlı hâkimiyetine aldı. Akça Koca, Sakarya nehrinin batısında İznik kalesine kadar olan mevkiyi fethetti. Buralara adına izafeten Kocaeli denildi.

Osman Gâzi’nin gençliğinden beri Rum ve düşman tecâvüzlerine karşı askerî hazırlığı ve mücâdelesi, devlet kurarken idâri ve siyâsî faaliyetleri, onu altmış yaşından îtîbâren iyice yormaya başladı. Nikris (romatizma) hastalığından da muzdaripti. Gazâ akınlarında yetişip, yiğitliği, cesareti, bilgisi ve İslâm dînine sadâkati ile düşmanlarını korkutan, müslümanların takdirini kazanan oğlunun idare tarzını sağlığında görebilmek için, son yıllardaki fetih hareketlerinde, siyâsî hâdiselerde Orhan Gâzi’yi vazifelendirdi. Osman Gâzi, oğlu Orhan’ı 1321’de Mudanya, Kara Timurtaş Bey’i de Gemlik seferine gönderdi. Mudanya’nın fethi ile Bursa’nın ablukası daha da kuvvetlendirildi. On sekiz ay devam ile Osmanlı akınında Bizans topraklarından pek çok ganimet alındı. Bizans iktisadî buhrana uğratıldı. Akınlara devam edilerek 1323’de Akyazı, Ayanköy, 1324’de Karamürsel, 1325’de Orhaneli denilen Atranos fethedildi. Ayrıca Bolu, Kandıra, Ermenipazarı ve Devehisar’ı ele geçirildi. Fethedilen bölgelerin tamâmı imâr olunarak, sahipsiz evler Gâzilere dağıtıldı. Osmanlı teşkilât ve müesseseleri kuruldu. Hıristiyan ahâliden Osmanlı ülkesinde oturanlara İslâm dîninin gayr-i müslimler ile alâkalı hukuku tatbik edilerek, vergilendirildi.

Uzun kuşatma ve abluka neticesinde Bursa, 1326’da teslim olmak mecburiyetinde kaldı. Osman Gâzi’nin hastalığı, Bursa’nın fethinden sonra arttı. Hocası Şeyh Edebâlî’nin ve arkasından hanımının vefâtıyla hastalığı daha da şiddetlendi. Vefât edeceği zaman, oğlu Orhan Bey’e yaptığı vasiyetnamesi, Osman Gâzi’nin İslâmiyet’e olan sevgi ve saygısını, Türk milletinin rahat ve huzurunu ne kadar çok düşündüğünü ve insan haklarına olan gönülden bağlılığını açıkça göstermektedir. Osmanlı sultanları, bu vasiyetnameye candan sarılıp, devletin altı yüz sene hiç değişmeyen anayasası yaptılar. Osman Gâzİ, 1326 senesi Ağustos ayında Söğüt’de vefât etti. Vasiyeti üzerine Bursa’daki Gümüşlü Küntbet’e defnedildi. Osman Gâzi’nin Bursa fethinden kısa bir müddet önce vefât ettiği de rivayet edilmiştir. Osman Gâzi’nin, Orhan Bey’den başka; Alâeddîn Bey, Çoban Bey, Hamid Bey, Melik Bey, Pazarlu Bey adlarında oğulları ve Fâtımâ Hâtûn adında bir kızı vardı, ölümünden sonra devletin başına oğlu Orhan Bey geçti.

Osman Gâzi, sâlih bir müslüman olup, İslâm ahlâkının iyi ve güzel vasıflarına sahipti. Az sayıdaki aşîret kuvvetleriyle, Bizans ordusunu ve tekfurlarını üst üste mağlûb edip, zaferler kazanan üstün bir kumandandı. Dört yüz çadırla, dünyânın en uzun ömürlü hânedânını ve en büyük devletlerinden birini kurdu. Osman Gâzi, kurduğu hânedânla üç kıt’a yedi iklim, her çeşit ırk, din, dil, mezhep, fikir, kültür ve medeniyetteki insanı bünyesinde, Osmanlı adı altında toplayan, Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve İslâm âlimlerince öğütlenen manevî hizmetlerin mirasçısı ve idarecilik vasfının on dördüncü asırdan yirminci asra kadar nesilden nesile intikâlcisidir. Osmanlı Devleti, dînî mes’elelerini, kuruluşundan îtibâren Hanefî mezhebi hükümlerince kaza merkezlerine, şehirlere tâyin edilen kâdılar vasıtasıyla gördü. Osman Gâzi zamanında askerî teşkîlât aşiret kuvvetlerine dayanıyordu.

Kaynaklar;
1) Tâc-üt-tevârih;
2) Âşıkpaşazâde Târihi
3) Neşrî Târihi
4) Ed-devlet-ül-Osmâniyye (Seyyid Ahmed bin Zeynî Dahlân, İstanbul-1986); cild-2, sh. 110
5) Münşeât-ı selâtin (Feridun Bey); cild-1, sh. 64
6) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3127
7) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-1, sh. 2
8) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 40
9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1056
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-10, sh. 375
11) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-2, sh. 251
12) Osmanlı Devleti Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-1, sh. 103
13) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-2, sh. 28
14) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 262

Mehmed Muhyiddin Üftade (k.s.)

Bursa Merkez ‘de Üftade camiinde

Mehmet Muhyiddin Efendi ( Üftade) , Sultan II. Bayezid devri 1490 yılında Araplar mahallesinde dünyaya gelmiştir. Babası Manyaslı, annesi ise Hamamlıkızık köyün’dendir. İlk dini bilgilerini ailesinde ve mahalle camiinde tamamlayan Üftade Hazretleri, çocuk yaşlarda iken Selçuk Hatun Camii imamlığını yapan Muslihiddin Efendiden yakın ilgi ve alaka görmüş, dini konularda yetişmesinde büyük emeği geçmiştir. Çok genç yaşlarda Bursa’da post seren Sufilerden Abdal Mehmed ile yakın ilişki içerisine girip sohbetlerinde bulunmuştur. Babasının mesleği ipekçilik (kazzaz) olduğu için oğlunu da aynı mesleğe yönlendirilerek bir kazzazın yanına çırak olarak verilen Muhyiddin Efendi, ilmini geliştirmede oldukça sıkıntı çekmiştir.

Kısa bir süre sonrada babası vefat etmiş kız kardeşi, erkek kardeşi ve annesi ile yalnı kalmıştır. Bir müddet işine devam etmiş bu arada annesi de ona ipek bükmek suretiyle yardımcı olmuştur. Daha sonra erkek kardeşi vefat etmiş ardından kız kardeşi evlenip ayrılmış annesi de kız kardeşinin yanına taşınmıştır. Böylelikle tamamen yalnız kalmıştır.

Hızır Dedeyi bu işe başladığı sıralarda tanıyıp ona intisap eden Üftade Hazretleri , 8 yıl boyunca onun ölümüne kadar hizmetinde bulundu. Karacabey’de Çobanlık yaparken soğuktan dizleri donarak yürüyemez hale gelip kötürüm (Muk’ad) olan Hızır Dede Bursa’ya gelerek Ulucami yakınlarında bir yere yerleşti. Üftade Hazretleri hizmetine girdiği Muk’ad Hızır Dedeyi sırtında kendi yaşıtlarının alaylıbakışları ve söylemleri arasında Kaplıcalara taşıyarak şifa bulması için oldukça fazla çaba sarf etti. Hızır Dede, Üftade hazretleri 16 yaşlarında iken 1506 yıllarında vefat etti. Vefatı sonrası rivayetlere göre Kuzgunlukta bir mağaraya veya Üçkozlar Zaviyesi’nin alt tarafında bir yere defnedildi. Halk arasında ‘ Çoban Şeyh ‘ olarak tanınan Hızır Dede, Üftade hazretlerinin zahiri ilimleri tahsil etmesi için teşvik etti. Bu telkinlerle kendisini yetiştiren Üftade, şeyhinin ölümünü müteakip 18 yaşlarında Ulucamii fahri müezzini olarak görev aldı.

”Üftade” ismini alması gençlik yıllarına rastlar. Sesinin güzelliğiyle dikkat çeken Mehmet Efendi bir yandan Doğan Bey camii diğer yandan da Ulu camii’nin vakfını yöneten mütevelli heyeti kendisine hizmetleri karşılığında ücret takdir etti. Bu ücreti aldığı günün gecesi rüyasında şöyle bir ses duyduğu rivayet olunur: ‘ Sen Üftade oldun’ ( Üftade; Farsça , düşen düşmüş olan manasındadır) yani dini bir hizmeti maddi bir şeyle sattığın için manevi olarak bulunduğun makamdan aşağıya düştür denilir. Yaptığı davranıştan oldukça fazla pişmanlık duyan Mehmet Muhyiddin Efendi daha sonra yazacağı şiirler bu sıfatı mahlas olarak kullandı. O kadar ki Üftade sıfatı zamanla esas isminin önüne geçti.

Düzenli bir medrese eğitimi almamakla birlikte çeşitli kaynaklarda arapça ve farsçayı iyi bildiği, tefsir, hadis, siyer, kelam gibi ilimlere hakim olduğu bildirilir. Farsçayı sonradan öğrenen Üftade, bununla ilgili halifelerinden Veli Dede’ye yaşadıkları bir olaydan sonra şu kısa bilgiyi anlatır. ” Mevlana Celaleddin Rumi gelerek ‘ Benim kitabım Mesneviyi vaazda naklediniz’ diye buyurdular. Ben dahi, ‘ Kat’a lisan-ı Farisi bilmezem’ deyince Hazret-i Mevlana dahi ‘ Hele sen başla, o lisan sana münkeşif olur’ buyurdular. Veli dede o günden sonra Üftade’nin bir Mesnevi aldırıp vaazlarında okuduğunu ifade eder.

Üftade hazretleri 18 yaşında iken başladığı fahri müezzinliği 18 yıl boyunca sürdürdü. Perşembe günleri Doğanbey camiinde bazı cumları Namazgah’da , bazı günlerdeKayhan camiinde vazife yaptı. 18 yıl boyunca da Emir sultan camiinde Mesnevi dersleri verdi. İsmail hakkı Bursevi hazretleri, Üftade’nin Bursa’da muhtelif makamları bulunduğunu tarif ederek; Atik Ali paşa camiinde Halvet, Kayhan camiinde İtikaf ettiği, Umur Bey camiinde Cuma Kıldığı, doğan Bey mahallesinde bir evde ayda bir kez ikamet ettiğini ifade eder. Yine ‘vakıat’ adlı eserinde keşfinin şeyhinin ölümünü müteakiben açıldığını bildirir. Halkın içerisinden hiç bir zaman ayrılmayıp onlarla adeta bütünleşen Üftade Hazretleri Celvet prensibini bu suretle geliştirdi. 30 yaşına kadar müezzinlik ve imamlık yaparak hayatını sürdüren zat bu yaştan sonra tamamen vaaz ve irşad görevini yerine getirdi. Aziz Mahmud Hüdai onu Kayhan camiinde dinlemiş ve bu suretle intisab etmiştir.

41-48 yaşlarında iken Resmi görevli olarak Emir Sultan camiine imam hatip görevlisi olarak tayin edilmiş ancak bunu kabul etmek istememiştir. Rüyasında Emir sultan Hazretlerinden aldığı tavsiye üzerine bu görevi kabullenmiş ancak aldığı ücreti dervişlere harçlık olarak taksim etmiştir.

Üfta hazretleri 90 yaşında iken 26 tammuz 1580 yılında vefat etmiş, namazı Zakir Başı Emir Efendi tarafından kıldırılarar bugünkü türbesine defnedilmiştir. Vefat tarihine kadar Emir sultan camiindeki görevini sürdürmüştür. Sayısız mürid yetiştiren Üftade hazretleri’nin kamil manada en önemli mürdileri Aziz Mahmud Hüdai ve Veli dede adındaki zatlardır. Üftade hazretleri hakkında okunması tavsiye edilen bir çok menkıbe anltılmaktadır. Üftade Hazretleri ilmi yanında şair bir kişiliğe sahiptir. Divanı ve bir adet hutbe mecmuası vardır.

Üftade hazretlerinin silsilesi
Somuncu Baba
Hacı Bayram veli
akbıyık Sultan
Hızır dede
Üftade hazretleri

Üftade hazretlerinin eserleri

1- Divan ; Altmış kadar şiiri ihtiva eder ve tasavvufi düşüncesinin bazı konularını açıklayan divan ,aşıkların , sadıkların , vasılların, sairlerin , rasihlerin hülasa bu yolun yolcuların hallerini izah eder.
2- Vakıat-ı Üftade ; Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinin müritlik döneminde 1576-1579 yılalrı arasında mürşidinin din ve tasavvuf dünyası ile ilgili düşüncelerini aktardığı bir eserdir.

Üftade Tekkesi
Bursa’da hizmet veren tekkelerin en meşhurlarından ve yapıldığı tarihten itibaren hiç kesintiye uğramadan 1925 yılına ( Tekkelerin kapatılmasına kadar ) varlığını sürdüren kurumlardan birisidir.
Dergahta hizmet veren şeyh efendiler isimleri , vefat tarihleri ve görev süreleri şöyledir ;

Üftade Hazretleri
Mehmet Efendi – 1585 – 6 sene ( Üftade hz’nin küçük oğludur.)
Mustafa Efendi – 1608 – 23 sene ( Üftade hz’nin büyük oğludur. Üftade hazretleri küçük Oğlu Mehmet Efendiyi işaret ettiği için ondan sonra dergah şeyhi olmuştur. Ve babsının yanında defnedilmiştir.
İbrahim Efendi – 1678 – 72 sene ( Şeyh Mustafa Efendinin oğludur. Önce Medrese eğitim almış sonra Şah efendi kensiyle ilgilenmiştir. Tasavvufi eğitimini ise Aziz Mahmud Hüdai hazretleri yanında tamamlamıştır. Burada 4 sene kalan İbrahim efendi babsının vefatıyla dergahın şeyhi olmuştur. Şeyh İbrahim Efendi , 1670 tarihinde büyük bir meblağda para harcayarak dergahı tamir ettirmiştir. Şeyh İbrahim Efendi 1677 tarihinde vefat etmiş ve dedesinin yaptırdığı caminin bahçesine defnedilmiştir.)
Mehmet Efendi – 1697 -20 sene ( Şeyh İbrahim Efendi’nin oğludur.
Mustafa Efendi – 1721 – 25 sene
Hayreddin Efendi – 1758 – 38 sene
Mustafa Efendi – 1802 – 45 sene
Ahmed Hasib Efendi – 1808 – 6 sene
Burhaneddin Efendi – 1845 – 39 sene
Mehmet Efendi – 1912 – 69 sene
Mehmet Efendi – 1913 – 1 Sene
Hakkı Efendi – 1923 – 10 Sene
Muhtar Efendi – 1925 – 2 Sene ( tekkeler kapatıldığında muhtar efendi tekke şeyhi idi.)

Kaynaklar ;

Mustafa Kara , Aşk Bülbülü Hz. Üftade ve Dergahı , Bursa Büyükşehir Belediyesi yayınları , 2014

Ali Rıza Bezzaz (k.s.)

Balıkesir , Bandırma’da; Tekke camiinde

İslam alimlerinin ve silsile-ialiyyenin 34. kişisidir. Doğum tarihi bilinmemektedir.  Hicri 1330 yılında Bandırma da vefat ettiği bilinmektedir. Doğum yeri Bulgaristan , Burgaz  , Ahyolu dur. Hacı Ali Rıza EL-Bezzaz Hz’lerinin 3 oğlu vardır .1.Hafız Sami Efendi Beylerbeyi camii imamı doğumu 1866 vefatı 1962
2.Mustafa Efendi Bandırma Mezbaha Müdürü
 3.Hafız Bahattin Mustafa Efendinin ve Hafız Bahattin’in doğum ve ölüm tarihleri bilinmemektedir. Efendi Hz’lerinin hanımı Fatımatüzehra validemizdir. Efendi Hz’lerinin vefatından üç sene sonra vefat etmiştir.
Hafız Sami babasından kalan servetle gemi nakliyatı yapar. İki gemisi olan Hafız Sami gemilerini kurtuluş savaşında cephane taşımak üzere muharebeye gönderir. Büyük milli mücadelemizde üstün hizmetlerde bulunmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk Hafız Sami’yi Ankara’ya çağırarak kendisine milletvekilliği teklif etti. Hafız Sami Atatürk’ü nazik bir dille kabul etmemiştir. Yapılan işin karşılık beklemeden yapılması gerektiğini savunan bir kişiliğe sahipti. 96 yaşında vefat etti.
Kendisi beylerbeyi mezarlığında medfundur. Yüce Rabbimiz Hafız Sami Efendi’ye ve kurtuluş savaşında mücadele gösteren tüm dedelerimize rahmet etsin, ruhları şad olsun…

Ali Rıza Efendi (k.s) , Bezzaz ismi ile tanınmıştır. Kendisi çok zengindir, bezzaz yani  manifaturacı dükkanları vardır. Ayrıca Türkiye nin her yerine nakliye yapan ticaret gemileri vardır. Bihayli zengindir. Ölmeden önce zenbil sırtında bütün malını mülkünü ihtiyacı olan kişilere bağışlamıştır.  Manifaturacılık yaparken  kumaşı iki oluna açarak ölçer ve bunu bir metre kabul ederdi. Şeyhi Halil Nurullah efendi ‘nin 1893 te vefat etmesiyle meşihat makamında irşad, insanlara doğru yolu gösterme görevi Hacı Ali Riza El-Bezzaz (ks) ye verildi.
Hacı Ali Riza El-Bezzaz (k.s) efendi nin 20 sene müezzinliğini yapmış Süleyman dede isimli zat, Ali Rıza efendi ye intisab ettiğinde, bir sene merkebiyle dergaha gelip gider: -”bir senedir gelip gidiyorum. hala birşey bulamadım.” der. 
Ali rıza efendi bunun üzerine ona, gözlerini kapatmasını söyler. Süleyman gözlerini kapatıp açtığında  Ali Rıza efendi yi kaplayan bir nur olduğunu görür  ve dayanamayıp düşüp bayılır.  Ali Rıza efendi ona , ayıldığında  – ”bu muydu görmek istediğin , bir daha böyle şeyler isteme, bunlar marifet değildir ”der

Yunan harbi zamanında Ali Rıza efendi tekkesine Yunan Askerleri doldular, subaylardan birinin köpeği Ali Rıza efendi nin kabrine pislemek isteyince, köpek çarpılır. Köpeğin çarpıldığını gören subaylar kabire tekme atma teşebbüsünde bulununur ,  subaylarda çarpılır.  Bu olayı gören yunan askerleri korkup , tekkeyi bırakıp kaçarlar. Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri’nin müezzini olan Süleyman Efendi, ezan okumak için minareye çıktığında ezan okumadan önce tefekküre dalıp içinden: “Şeyhim bana minareden kendini aşağıya at dese, atarım.” der. Minarenin yanından geçip namaza gitmekte olan Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri minareye doğru seslenerek; “Yapamazsın evladım! Yapamazsın.” diye seslenir.

Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri orta boylu, ince yapılı, uzuna yakın ve gayer güzel yüzlü, siyah gözlü, nurani buğday tenliymiş. Kendisi zekat mallarından dağıttığı kumaşlardan, zekat kumaşı olarak alan bir hanımefendi, aldığı zekatlık kumaşı pazarda satarken gören  Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri: “Kızım niçin satıyorsun?” dediğinde, “Efendi Hazretleri, benim kumaşa ihtiyacım yok! Paraya ihtiyacım var efendim!” der. Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri dükkanına gelerek, dükkanında çalışan elemanlara bundan böyle zekat olarak kumaş değil de nakit para verileceğini söyler.

Tekke camii cematımızdan Hacı Sami Abimizin kendisi bir ramazan akşamında sohbet ederken: “Hocam babam Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri’nin yanında çalışmış. Çok kibar insanmış, güleç yüzlü, nurani bir Osman beyefendisi.” Diye bana anlatırdı ve yine “Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri’nin yanında kim çalıştıysa onun vefatından sonra hepsi dükkan açtılar.” Diye bana anlatmıştı. Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri yaptırdığı tekke camii de hergün Hatmi Hacegan (Zikir Halkası) yapar muridleriyle zikir ederlerdi. Yine bir keresinde bir sabah tekkede Hatmi Hacegan esnasında müridlerinden birinin aklına bağının budanacağı gelir. Eve dönüp kahvaltı yapan ve biraz istirahat eden mürit Livatya’daki bağını budamak için yola çıkar. Bağa vardığında bağın işlerinin çokluğunu görüp kederlenir. O arada kendisine bir uyku çöker uyandığında günün bir hayli ilerlemiş olduğunu gören müridin telaşı daha da artar. Ancak o anda bağın budanmış olduğunu görür. Şaşkınlık içinde evine dönen mürit ertesi sabah tekkedeki Hatmi Hacegan’a katılır. O zaman Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri’nin dilinden şu sözler dökülür: “Ehlullah Allahın izniyle insanların yardımına koşabilir hatta bağını da budayabilir.”

Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri Bandırmamızın birçok yerlerine çeşmeler, sebiller yaptırmıştır. Çelme ustalarına yaptırdığı çeşmeleri gidip yerinde dahi görmemiştir. Çeşme ustası efendi hazretleri çeşmeyi yaptım görebilirsiniz deyince evladım gerek yok deyip ücretini verirmiş. Bandırmamızın birçok köylerinde ve merkezde halen çeşmeler ve sebiller mevcuttur.

Sort

Şeyh Ali Semerkandi (k.s.)

Çamlıdere Ankara’dan 105 km uzaklıkta ve Ankara’ya göre İstanbul istikametindedir. İstanbul İstikametine doğru Kızılcahamam’ı, anayolu takip ederek 10 km geçince, Çamlıdere yol güzergahında bulunan Yanıkköy’e 18 km uzaklıkta yer almaktadır.

Şeyh Ali Semerkandi hz. ‘i Hicri 720 Miladi 1300 senesinde İsfahan’da doğdu. Hz. Ömer(r.a.)’in dördüncü batından zuhur eden nesline mensup torunudur. Peygamber Efendimizle de akrabalığı vardır. Babası Muhterem Yahya Efendidir.

Küçük yaşlarda ömrünün tamamını Allah Teala hz’nin yolunda geçirmek için varlığını bu mübarek yola adadı. Kendini tam yetiştirdi, pişti, kemale erdi ve veliler listesine girdi; manevi yönden indi ilahi’de yüksek mertebelere ulaştı, takdir topladı ve görevler aldı. Mana ikliminin sultanlarından oldu.40 yıl İsfehan da çilehanedinde inzivada kalmış, Mekke’ye(14 sene imam hatiplik), Medine’ye(7 yıl ravza da türbdarlık ) teşrif etti, Peygamber Efendimiz’in manen iltifatına mazhar oldu, onun manevi evladı olma şerefine erdi. Çin Hindi’ne gitti, sonra ülkesine döndü, babası, annesi ve kardeşleri ile görüştü. “Bahru’l-Ulum”* adındaki tefsir kitabını yazdı. Her çeşit ilme vakıftı, her yerde ve İslam dünyasında tanınıp ün yaptı. İrşad için üzerine vazife yüklendi. Rum diyarı bulunan Anadolu’ya hicret etti. Konya ve Karaman’a geldi. Benzeri kentlere uğradı. Karaman beyi dahil devlet erkanına nasihat edip ders verdi. Pek çok ülkelere , kentlere sefer etti. Hatta karyelerde bulundu. Alanya’ya ve Alanya’ya yakın yerlere gitti. Oralardan Örenşar’a geldi. Dünya ile ilgili makam ve ve meta’da gözünün olmadığı her fırsatta hissettirdi. Örenşar’dan Kızılcahamam’a bağlı Çatak karyesine geldi. Anadolu’da mütevazi ve sade yaşayışı ile ( halkın derdi ile hemdert) keramet ehlinden mübarek bir zat olarak bilindi. Gelip geçmiş bazı zevat gibi İslam’a ve insanlara yaptığı hizmetlerinin aşkı içinde dönüp dolaşırken müsait bir zaman ve zeminle karşılaşıp evlenemedi.

Çamlıdere’ye geldi ve ömrünün son bölümünü geçirmek üzere buraya yerleşti. Çamlıdere’nin insanlarına iltifat etti, bunlarla beraber gönül gönüle yaşamak istedi. Çamlıdere’nin pak neslini manevi evladı olarak ilan etti. Başta “”Şifalı Mübarek Çekirge Suyunu” başka bir deyişle “Sığırcık suyunu”, “ İbret dersi veren Saçayağını” “Keramet emmarelerini” Ve benzeri hatıralarını bırakıp Hicri 862, Miladi 1442 senesinde 142 yaşında iken Çamlıdere’de irtihal etti.

Bazı yerlerde bu zatın namını ve öyküsünü taşıyan türbelerde yatan zevat, bu zatın namı ile yaşamış olan halifeleri veya gelip geçmiş emsali (isim benzeri) bir başka mübarek zattır. Yahut sefer ettiği zamanlarda ikamet eylediği makamatı türbeler temsili ile yad edilmektedir.
Şeyh Ali Semerkandi hz’i Çamlıdere kazasının kabristanındaki türbesinde; mütevellileri , halifeleri , müridanı ve gönüldaşları ile beraber metfundur. Türbesinde kendisi ile beraber 11 kişi yatmaktadır. 3’ü solda , 7’si türbesinin sağ tarafında yatmaktadır. Bunlar üçler , yediler olarak vasıflandırılır.

Kabri’nin Çamlıdere de olduğunun delilleri
Bir zamanlar Karaman(larende) halkının ilgilileri bu konuyu takip edenler Konya’da mahkeme olmuş ve mahkeme heyeti Şeyh Ali Semerkandi hz’nin Çamlıdere de yattığına dair karar vermiştir. Osmanlı devlet hazinesinden ; çamlıdere’ye 45 bin kuruş yardım gönderirlirmiş tekke için Bunun 30 bin’i çamlıdere ye harcanır 15 bin’i mersin’e gönderilir miş. Mersin – Gülnar’da yatan Şeyh Ali Semerkandi hz’i . çamlıdere de yatan Ali Semerkandi hz’nin halifesidir.

Yol tarifi : Çamlıdere Ankara’dan 105 km uzaklıkta ve Ankara’ya göre İstanbul istikametindedir. İstanbul İstikametine doğru Kızılcahamam’ı, anayolu takip ederek 10 km geçince, Çamlıdere yol güzergahında bulunan Yanıkköy’e 18 km uzaklıkta yer almaktadır.

*Şeyh Ali Semerkandi hz’nin Bahrü’l- ulum adında gayri matbu bir tefsiri vardır. Hatta zatına has menakıbı varmış. Belirli zevat tarafından görünüp okunmuş. Ancak 1926 yılında büyük bir yangın çıkıp Birkaç ev hariç Çamlıdere’yi yer ile bir etti. Bu yangın Şeyh Ali Semerkandi hz’nin tefsiri ve diğer bir çok kayıtlarında ateşler içinde kül olup gitmiştir.

Kaynak ; Çamlıdere’de medfun Kibar-ı Evliya’dan Şeyh Ali Semerkandi hayatı ve menkıbeleri , Hüseyin Aşık , İlim yayınları.

Sultan Suç’a

Diyarbakır – Mardin kapısında , Kervansaray oteli ile Hz. Ömer camiinin karşısından

Salnameler göre Sahabe-i kiramdan Sultan Şücaeddin Hazretleri, Diyarbakır’da Mardin kapıda yer alan Hz.Ömer Cami-i Şerifi civarında yer alan türbede medfundur. Türbe-i Şerifi mamurdur ve buraya iki değirmen vakfedilmiştir. Söz konusu türbenin 1869 yılında yıllık geliri 2400 kuruştur. Türbenin mimarı belli değildir. Türbe kesme ve moloz taşlardan yapılmıştır. Kare planlı olup, üzeri piramidal bir çatı ile örtülmüştür. Türbe içeriden kubbe ile örtülüdür. Kubbeye geçiş mukarnaslı tromplarla sağlanmıştır. Türbenin dış yüzünde değişik zamanlarda yapılan onarım izleri görülmektedir. Yapı siyah-beyaz yontma taş örgülü, kara planlı, konik biçimli üst örgüye sahiptir.”

Metin Sözen:” Kesme ve moloz taşlardan yapılmış olan Sultan Şüca Türbesi, yüksek bir kare gövde üzerine pramidal çatıyla örtülüdür. Bugün pramidal çatı, oluklu kiremitlerle kaplıdır. Bu görünüşü, ilk şekli konusunda pek bir fikir vermemektedir. Ayrıca dış yüzeylerdeki onarım izleri de yapının bazı ufak değişiklikler geçirdiğini göstermektedir. Orijinal yapının kesme taşlardan özenle yapılmış olduğu, türbenin içine girilince daha belli olmaktadır.” Diyerek, gözlemlerini aktarır: “Dışarıya pencere açıklığı bulunmayan türbenin içi, tamamen kesme taşlardan yapılmıştır. Bu durum kubbede de kendini göstermektedir. Bu şekil bazı Diyarbakır türbelerinde sık tekrarlanan bir durumdur. Kubbeye (geçiş tromplarla sağlanmış bu trompların bazıları mukarnaslarla bezenmiştir. Düz duvar yüzeylerine, iki yerde niş yerleştirilmiştir. Bunlardan kuzey – batı köşesindeki, yere kadar inmektedir. Türbenin iç görünüşü, yapının özenle ele alındığını göstermektedir. Bu durum, belki dışarıda da tekrarlanmıştı. Fakat geçirdiği onarımlar, bu izleri silmiş bulunmaktadır. Ayrıca türbenin içinde bu gün sanduka izine rastlanmayışı ilginçtir..”

Sultan Sucaaddin Vakfının günlük gelirinin 23 akçe olduğu,1518 Tarihli Evkaf Tahrir Defteri’nde yer almaktadır. Medrese’nin muhtemelen yol genişletme çalışmaları esnasında yıktırılması söz konusudur. Çeşmenin de yerinden alınarak, bu günkü yere nakledildiği bilinmektedir.

Kare planlı kümbetin iç kenarı 4,07 dış kenarı 5,85 m dir. İçini kubbe dışını basık bir kare piramit örter. Üst örtü alaturka kiremit kaplıdır. Silmeleri, değiştirilmiştir. Bugün türbeye doğu yüzünden girilir. Aynı yönde bulunan 0,65×0,79 m lik üst penceresindeki ahşap parmaklık bir eklentidir. Kümbetin içi daha zengin görünüştedir. Döşeme hizasından kubbe kilit taşına kadar, bir sıra beyaz taş kullanılmıştır. İçteki toprak döşemesinden 2,75 m yukarıda, dört köşeye ve dört ana duvara oturan, iki merkezli sekiz adet kemerin özengileri başlar. Bu kemerlerin oluşturduğu sekizgen iç kasnak ile kare plandan kubbeye geçilir. Kubbe eteği sırası, beyaz taştan olup kasnağın sekiz köşesinde pahlanarak daireye dönüşmüştür. Sekizgen kasnağı oluşturan ana duvardaki dört kemer 0,10 m lik çıkıntı yapar. Kemer taşlarında da iki renkli dizi uygulanmıştır. Gaüneydoğu ve Kuzeybatı köşelere konan kemerlerin içini, renk dizisine uyarak 1⁄4 kubbe dilimi doldurur. Güneybatı ve kuzeydoğu köşesindeki kemerlerin içinde ise beyaz taşa işlenmiş beş sıra mukarnaslı dolgular kullanılmıştır. Karşılıklı köşelere gelen bu mukarnaslar, birbirinin eşidir. Her kemer dizisinin bingileri ayrıdır.

Kaynak : Diyarbakır Türbeleri – Prof Dr Yusuf Kenan Haspolat

Sort

Şeyh Sadık Ali – Sarı Saltuk

Diyarbakır – Sur içinde. Urfa kapının tam karşısında. Sarı saltuk mesicidnin içinde. Melik Ahmet paşa caddesinin hemen başında.

Urfa Kapı’da bulunan Gülşeniler Tekkesinde metfundur. Türbede Sarı Saltukla birlikte Gülşen-i Alizade ve Hacı Salih Hafız Efendi de yatmaktadır. Rivayetlere göre Sarı Saltuk gezgin bir evliyadır. Gazalara da katılmıştır. İnanışa göre Diyarbakır da yaptığı bir savaş sırasında şehit düşmüş ve türbenin olduğu yere gömülmüştür.

Sarı Saltukla ilgili çeşitli menakıblar ve rivayetler mevcuddur. Şüphesiz bu konudaki en önemli kaynak Sarı Saltuk’un hayatını konu alan Saltuk- name adlı eserdir. Ebulhayr-ı Rumi adındaki bir yazar Cem Sultan’ın emri üzerine Anadolu ve Rumeli’yi adım adım dolaşarak Sarı Saltuk’a ait menkıbeleri toplamış ve üç ciltlik bir eser haline getirmiştir. Eser tahminen 1480 yılında tamamlanmıştır. Saltuk-name’ye göre Sarı Saltuk’un asıl adı Şerif Hızır, babasının adı Seyyid Hasan dır.

16 . yy da inşa edilen türbe hem içten hem de dıştan sekizgen planlıdır. Türbenin dışı siyah ve beyaz renkte taş kullanılarak örülmüş ve kabartma yazılar kullanılarak hareketlendirilmiştir. İç mekanı da dış mekanı gibi taş süslemelerle vurgulanmıştır. Yazı sanatının en güzel örnekleri mak’ili ve sülüs hatlı yazıların yoğun olarak kullanıldığı görülmeye değer bir türbedir. Mak’ili yazılı panoların birinde ”saadet-bat” , diğerine ‘rabbil-ibad” yazıları bulunmaktadır.

Kaynak ; Diyarbakır Kutsal Yerler Atlası ; T.C. Diyarbakır Valiliği , editör Doç.Dr. İrfan Yıldız
Kaynak; Nebiler,I. Uluslar arası Sahabiler , Azizler ve Krallar Kenti Diyarbakır Sempozyumu 25-27 mayıs 2009 , diyabakır valiliği ve dicle üniversitesi , Diyarbakır camii hazirelerindeki Ulular ve Paşalar , Yrd.doç.Dr. Ahmet Akgüç

Sort