Ana Sayfa>türbe(Sayfa 23)

Seyyid Şeyh Said Efendi (k.s.)

ÇANAKKALE – GELİBOLU’DA Karamanlar caddesinde no 27 de Asb.Sadık beyin evinin bahçesinde yer alır.

Gelibolu’da 4’ü Alaattin Kalfa Mezarlığı, 2’si buranın hemen yakınındaki Halvetî Tekkesi Mezarlığı ve 2’si de Karamanlar Mahallesindeki bir evin bahçesinde yer alan Seyyidler Halvetî Mezarlığı olmak üzere üç ayrı yerde toplam 8 tane Halvetî mezar taşı bulunmuştur. Tasavvuf tarihine yönelik kaynaklarda Gelibolu’da Halvetî tekkesi bulunduğuna dair bir bilgi bulunmamakla birlikte bu durum bize Gelibolu’da en az iki Halveti tekkesi olduğunu düşündürmektedir.

Kutbul Arifin Seyyid Şeyh said efendinin kabri seydiler mezarlığında bulunur.Seydiler Mezarlığında şeyh efendi nin dışında Şeyh mehmet sufi efendi – Şamlı Yusuf dede – ahmet Dede ve Şeyh efendini halaları yatmaktadır.Bu mezarlık Karamanlar caddesinde Asb.sadık beyin evinin bahçesinde yer alır.Hakkında herhangi bir bilgiye rastlayamadık.

Kabir taşında şöyle yazar;
Hû
Tarîk-i Halvetî
Kutbü‘l-‘ârifîn
Merhûm Seyyid Şeyh Sa‘îd Efendi Rûhiyçün fâtiha
Sene 1250 -1835

 

Piri Baba – Çanakkale

Çanakkale – Gelibolu’da Gaziosmanpaşa camii nin giriş kapısının karşı sırasında

Gelibolu’nun büyük camii diye anılan Gazi Süleyman Paşa camii nin karşısında mezarı bulunan Piri baba Gelibolu’nun fethine katılarak şehrin fethinde büyük gayretleri geçen Alperen Dervişlerindendir. Fethi sırasında askere manevi şevk ve heyecan vererek onları çoştururmuş. Şu an ki kabrinin bulunduğu yerde bir çok şehidin yattığı kaydedilir.

 

Hallac-ı Mansur (k.s.) – Makam – Çanakkale

Çanakkale – Gelibolu’da Bayraklı Baba türbesine giderken solda / Yazıcızade camiinin karşısında

Gelibolu merkez, Fener yolu üzerindedir. Türbe; kare planlı olup yüksek kasnaklar üzerine oturan tek kubbe ile örtü­lüdür. Tuğla düzenler arasında kesme taşlarla almaşık teknikte yapılmıştır. Revaklı giriş bölümünün üzeri kubbe ile örtülüdür. Türbe’nin; doğu cephesi üzerinde iki dikdörtgen pencere, diğer cephelerde ise tek pencere ile aydınlatılmakta, bu pencerelerin üst bölümünde daha küçük sivri kemerli pencereler bulunmaktadır. Dikdörtgen büyük pencerelerin üst kısmına yapılan yalancı sivri kemerlerle cephe hareketlendirilmiştir.Türbe’nin saçak bölümü tuğlaları dışa çıkıntılı olarak ahşap görünümü verilerek saçağa kademe kazandırılmıştır. Türbe için­ de biri büyük diğeri küçük olmak üzere ilci lahit tipi mezar bulunmaktadır. Lahit mezarlardan biri küçük ve daha sadedir. Diğer mezar daha büyük ve üzeri geometrik bezeme ve palmetlerle süslüdür. Süslü olan bu büyük mezar türbenin gerçek sahibine ait olmalıdır.

Hallac-ı Mansur hazretleri, İslam dinindeki kendine özgü inanışların uğruna muhalifleri tarafından Bağdat’ta şehit edilmiş ve cesedi yakılarak, külleri denize dökülmüştür. Bu mübarek zatın türbesi Bağdat’tadır. Bir çok islam ülkesinde türbeleri vardır. Bunların hepsi makamdır. Yedi adet olduğu söylenen bu türbelere Hallac-ı Mansur makamı denmektedir. Gelibolu ilçesindeki bu türbe de bu yedi makamdan biridir.Türbenin içinde halen mevcut olan iki mezarın, sonradan buraya gömülen iki kişiye ait olduğu söylenir. Türbe , Mimari bakımdan iskender çelebi türbesine benzetilmektedir.

Bayraklı Baba – Çanakkale

Çanakkale – Gelibolu Merkezde hallacı Mansur makamının hemen ilerisinde hamzaköye bakan yamactadır.Gelibolu da kime sorsanız bilir Bayraklı babayı.

Asıl adının Karacabey olduğunu, Osmanlı ordusunda bayraktarlık yaptığı bu kutsal vazifeyi yaparken de şehit olduğu bilinmektedir.(H 813 / M 1411) Karacabey, Fetih sırasında Gelibolu’nun kuzey kapısından şehre girmeye çalışan ordumuzun saflarında yine bayrakla beraber savaşa katılıyor.Vuruşurken birkaç arkadaşıyla birlikte düşman tarafından sarılır.Kimisi şehit, kimisi tutsak olunca Karacabey de bayrağı ile birlikte esir veya şehit olma durumuyla karşılaşır.Bayrağın düşman eline geçme durumunu görünce çılgın bir uygulamaya girişir.

Bayrağı küçük parçalara ayırarak yutmaya başlar ve yutar.sonrada düşmanın üzerine saldırır. Yaralı olarak arkadaşları tarafında bulunduğunda bayrağı ne yaptığı sorulur.bayrağı düşmana kaptırmamak için yaptığı çılgın uygulamayı anlatır.Bazı arkadaşlarının bunun gerçek olamayacağını ima etmesi üzerine keskin palasıyla karnını yırtar ve yuttuğu bayrak parçalarının kanlarla birlikte ortaya çıktığı görülür.Gerçeğin ortaya çıkmasıyla son sözlerini söyler;” benim mezarımdan hiç bir zaman bayrak eksik etmeyin”. İşte o gün bu gündür türbesinden bayrak eksik olmaz.

Diğer bir rivayete göre de; Osmanlı donanmasında bayraktarlık yapan Karacabey, Marmara da yassıada açıklarında Bizans donanmasıyla yapılan bir savaşta elinde sancağı ile birlikte şehit düşmüştür.Donanmanın merkezi olan Gelibolu de sahile yakın bu yamaca gömülmüş, vasiyeti üzerine üzerine mezarı bayraklarla donatılmıştır.

Mezarının sağ tarafında Bolayır da yatan Gazi süleyman paşanın mezarında olduğu gibi eski Türk geleneklerinden olan atının mezarı bulunmaktadır.Sağ tarafında ise Onunla birlikte şehit olmuş Horosan erlerinden bir şehidimiz yatar.

Ahmed-i Bican (k.s.)

Çanakkale – Gelibolu Yazıcızade caminin karşısındaki parkın içinde

15 inci asırda yaşamış alim ve mutasavvıf bir zattır. Yazıcızade Mehmet Efendinin küçük kardeşidir. Babası alim bir zat ve katip olan salih efendidir.Eserinde yer alan “Hak teâlâ hazretleri, miskîn Ahmed-i Bîcân’ı, deniz kenarında, gâziler şehrinde Gelibolu’da yarattı.” ifâdesinden onun Gelibolu’da doğduğu anlaşılmaktadır. Babası Yazıcı Sâlih Efendi, bâzı rivâyetlere göre, Ankara veya Bolu civârında devlet hizmetlerinde kâtiplik yapmıştır. 1408′de tamamladığı, Anadolu’da astroloji sâhasında ilk Türkçe manzum eser olan Şemsiyye’sini Ankara’da İskender bin Hacı Paşaya ithâf etmiştir. Sonra Gelibolu’ya gelip yerleşmiştir.

Ahmed-i Bîcân küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Zamânın ilimlerini tahsil etti. Arapça ve Farsçayı çok güzel öğrendi. Zâhirî ilimlerdeki tahsîlini tamamladıktan sonra ağabeyi Muhammed Bîcân ile birlikte mânevî ilimlerde de yükselmek istiyor, kendilerini irşâd edecek, doğru yolun mânevî zevklerini tattıracak bir evliyâ arıyorlardı. İki kardeş arayış içinde iken, devrin büyük velîsi Hâcı Bayram-ı Velî hazretleri misafir olduğu Edirne’den ayrılarak yanındakilerle birlikte Ankara’ya gitmek için yola çıkmıştı. Epey yol aldıktan sonra, yanındakiler Gelibolu’ya yaklaştıklarında yolu şaşırdıklarını anlayıp, telaşlandılar. Hâcı Bayram-ı Velî durumu fark edince; “Evlatlarım! Devâm ediniz. Belki orada bekleyenlerimiz vardır.” dedi. Gelibolu’ya vardıktan sonra, Hâcı Bayram Velî odasında dinlendiği sırada, huzûruna girmek için Muhammed ve Ahmed Bîcan kardeşler izin istediler ve içeri girip selâm verdiler. Kendilerini tanıtmak istediklerinde Hâcı Bayram-ı Velî; “Biz sevdiklerimizi daha iyi tanırız.” dedi. Onlara muhabbet nazarları ile bakıp duâ etti, sonra; “Yağ ve kandil hazırmış, bize yalnız kibriti yakmak kalmış.” buyurdu.

Ahmed-i Bîcân ve ağabeyi, Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerinin huzûrunda mânevî ilimlerde yükseldikten sonra Bayramiye tarîkatına göre insanları terbiye etmeye başladılar. Bayramiye esaslarından olan devamlı oruç tutup çile çıkardıkları, aşk ve muhabbet çokluğundan yemeden içmeden kesildikleri için Bîcân lakabını aldılar. Eserinde geçen; “Elhamdülillah ki Gelibolu’da nice kez kâfir ile cenk idüp gazalar idüp dururuz. Gâh kâfir bize geldi. Gâh biz kâfire varup dururuz.” sözünden birçok savaşlara katıldığı anlaşılmaktadır. Ahmed Bîcan böylece sünnete uyarak, nefsini ıslâh için yaptığı halvet, yalnızlık, çile ve riyâzetleri yâni cihâd-ı ekberi yâni büyük cihadı cihad-ı asgarla, küçük cihadla tamamladı.

Ahmed-i Bîcân hazretleri insanlara doğru yolu göstermeye devam ederken bir gün Ağabeyi Muhammed Bîcân’a; “Ağabey! İlim ve irfanın ziyâdedir. Tek arzum ve sizden dileğim, yâdigâr bir eser yazmanız ve bunun her yerde okunmasıdır. Dünyâ geçici, günlerin ise hiç vefâsı yok.” dedi. Muhammed Bîcân hazretleri onun bu isteği üzerine Megârib-üz Zeman adlı eserini yazdı. Bir süre sonra Muhammed Bîcân, kardeşine gelerek; “Kardeşim Ahmed! Bizi memnun etmek istersen Megârib-üz-Zaman’ı Türkçeye tercüme et. Güzel üslûbun ile herkes istifâde etsin.” dedi. Bunun üzerine Ahmed-i Bîcân hazretleri eseri Envâr-ül-Âşıkîn ismiyle tercüme etti.

Ahmed-i Bîcan hazretleri Gelibolu’da vefât etmiştir. Kaynaklarda vefât târihi ihtilaflı olup, 1453 (H.857) veya 1455 (H.859) olarak kaydedilmiştir. Ahmed-i Bîcân birçok eser yazmıştır. Eserlerinde son derece sade bir dil ve anlaşılması kolay ve akıcı bir üslûb kullanmıştır. Genellikle babasının ve ağabeyinin yazdıkları Arapça eserleri Türkçeye tercüme ve şerh etmiştir.

Yazıcızade Mehmed Efendi (k.s.)

Çanakkale – Gelibolu da Yazıcızade cami nin hemen yanında

Yazıcıoğlu Mehmet Efendi 15. asrın ilk yarısında yetişen ve Sultan II. Murat ile kısmen oğlu Fatih Sultan Mehmed devirlerini idrak eden Molla Fenari, Akşemseddin, Molla Yegan, Zeynel Arap gibi zamanın alimlerinden ve mutasavvıf müelliflerinden biridir.
Aşkı ve irfanı ile ün yapmış veli bir şahsiyettir. Gelibolu ve yöresinde yetişen Mutasavvuf ve bilginlerin içinde Türk İslam kültürüne ve edebiyatına hizmet edenlerin başında gelir.

Babası Yazıcı Salih diye anılan Şemsiye ve Risale-i Fit-Tıb adlı eserlerin sahibi alim bir zattır. Mehmed Efendi Malkara’nın Kadıköy’ünde doğmuş, bilahare babası ile Gelibolu’ya gelip ikamet etmiştir. Tahsilini kemale erdirmek üzere İran ve Maveraünnehir ve İstanbul’a giderek Haydar Hafı ve Zeynel Arap gibi meşhur zatlardan istifade etmişse de asıl manevi feyzini Hacı Bayram Veli Hazretlerinden almıştır.

Mehmed Efendi Arapça da biliyordu. Aynı şekilde Farsça’ya da derin vukufıyeti vardı. Zira bu dillerde rahatlıkla şiirler kaleme aldığını görmekteyiz. İlk eseri de Arapçadır. Eserlerini hazırlarken faydalandığı kaynakların Arapça, Farsça olmaları yanında mevzuları bakımından da tefsir, hadis, kelam, fıkıh ilimlerinde rahatlıkla ifadede bulunup, sadece kalde (sözde) kalmayıp, hal (manen) olarak yaşayacak kadar tasavuffun inceliklerine nüfuz edebiliyordu. Bu husus O’nun disiplinli ve sistemli bir tahsil devresi geçirdiğini gösterir. O’nun yazdığı Muhammediye’si kendi devrinde ve sonraki asırlarda tesir sahası bir hayli geniş olmuştur.

Evliya Çelebi nice binlerce insanın Muhammediye’yi ezbere bildiğini yazar. Eskiden hemen her evde veya en azından her camide bir Muhammediye nüshası bulunurdu. Kış gecelerinde okunur yer yer ağlayanlar olurdu. Mevlid gibi besteli okunur, okuyanlara Muhammediyan denilirdi. Muhammediye’nin birçok yerinde ve bilhassa kasidelerde tasavvufi hususiyetler yer yer basit kelimelerin arkasına gizlenmiş, yer yer anlaşılması bir hayli güç olarak onun dokusuna girmiştir. Fakat bu mevzuda İslamın (Şeriatın) hudutlarını zorlamamış, bilakis şeriatsız tarikatın ve hakikatin olmayacağını işaret etmiştir. Dünya; Cellad, ejderha, iki yüzlü, külhan, büyücü, Gökyüzü; at, cevher kuşaklı, mina, lacivert çadır, ters dönmüş kadeh, Ay; akıl, gümüş, kurs, cam, rakkas, vezir. Güneş; def, bey, padişah, kadeh, kalp. Gönül; Utarid, yazıcı, zühre. Sevgili; Mirrih, çeri, müşteri, kadı, Zuhal, ekinci… gibi misallerde de görüleceği gibi Muhammediye’de Klasik Edebiyatın bir çok mazmun ve mefhumlarının, mitolojik unsurları zorlamadan kullandığını söyleyebiliriz. Kısacası Yazıcızade Mehmed Efendi’nin Muhammediye’si Tasavvufi, Dini ve Ladini hususiyetleri ile Türk Milleti’nin Dini ve Ahlaki kültürünü besleyen zengin bir kaynak olmuştur.

Gelibolu’ya Gelişi 
İlim tahsili için İslam coğrafyası içinde değişik beldeleri gezen Yazıcızade Mehmed Efendi olgunluk döneminde İstanbul’da ikamet ederken zamanın vezirlerinden Mahmut Paşa Çarşısı’nın bamsı Kasapoğlu Mahmut Paşa ile büyük bir dostluk kurar. Eserinde Kasapoğlu Mahmut Paşa için “Bu vezir, mükemmel ilimle bezeli idi. Tam manası ile irfan sahibi olmuştu. Üstün değerleri ile tanınmıştı. Paşa anlatılan üstünlükleri ile beni severdi. O’nun sevgisi adeta bana bir sığınaktı. O hal içinde gidip Gelibolu’ya yerleştim. Gelibolu’ya gelince de, çevremde aşıklar belirdi. Onlarda beni sevdiler, değerimi bildiler. Orada kaldığım sürede beni görseydin, sanırdın ki; mercan içinde bir inciyim. Bende onları sevmiştim, candan bilmiştim. Hem ömrümü onlara harcadım durdum. Hak yoluna da bağlı, emirlere tutulu idim. Allah’a hamd olsun. O zaman, nice irfan sahipleri vardır. Onların üstün namları dünyayı doldurmuştu.”

Zeynel Arap hazretlerinin kabri şerifi
Zeynel Arap hazretlerinin kabri şerifi

Yazıcızade Mehmed Efendi tahsil devrelerini eserinde şöyle anlatır;
“Hem üstadım benim Zeynel Arab’dı. Kim içi dışı ilim ile edebdi.
Cü himmeti etti erdim. O’na ön ben. Eriştim Haydar-ı Hafiye son ben.
Ara yerde çok ettim istifade, Hem ön, son kim ettiyse ifade.”

Ancak Muhammed Efendi, asıl feyzi, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinden aldı. Hacı Bayram Veli, Sultan ikinci Murad Han’ın davetine uyarak Edirne’ye gitti. Ve orada bir müddet kaldı. Daha sonra Ankara’ya döndü. Bu gidiş ve dönüşlerinde Mehmed Efendi ve kardeşi Ahmed-i Bican’ı gördü. Onlarla görüşüp, sohbet ve irşadda bulundu. Kısa zamanda ikisi de Evliyalık derecelerine ulaştılar. Mehmet Efendi eserinde Hacı Bayram Veliden bahsederek şöyle demektedir;

“Cihanın kutbu mah-ı Hacı Bayram, Cihanın Şah-ı Hacı Bayram,
Çü Şeyhim bu sözü işrab kıldı. Sözünü canıma mihrab kıldı. Selamullah erişsin size Şeyh.
Tükenmez himmet eylen bize ya Şeyh.”

Bu hadiseden sonra bir ara II. Murat Gazi, Mehmet Efendi’yi sefaretle Mısır’a gönderdi. Bundan sonra Gelibolu’ya döndü ve ömrünü ibadet ve tekerrürle geçirdi. Eserler yazdı. İtikaf ve inviza yaşadı. Gelibolu’nun namazgah yöresinde, Hamzakoy sahillerinde büyük bir kayaya oyulmuş küçük bir Hücrede ibadet ve tefekkürle meşgul oldu. Bu halini şöyle anlatır;
“Meğer günlerden bir gün emri Takdir. Oturmuştum Gelibolu’da sırra.
Elimi çekmiş idim cümle halktan. Dilimde zikir idi kalbimde Zikra.”

Muhammediye’nin Yazılması 
Eserlerinin büyük bir kısmını bu çilehanesinde yazmıştır. ilk eseri; MEGARİBÜZZAMAN’dır. Arapçadır. İkinci eseri MUHAMMEDİYE’dir. Ancak Muhammediye ve kardeşinin ENVARÜL-İ AŞİKİN’İ, Megarübüzzaman’ın tercümesinden ibaret olduğunu söyleyebiliriz.

Muhammediye’nin yazılmasında, Gelibolulu Hak Aşıkları’nın kendisini ziyarete gelip; “Ey Dost Hz. Peygamber vasfında bir kitap niçin yazmasın” demeleri ve asıl rüyasında Hz. Peygamber Efendimizi görüp irşad almış bulunması büyük rol oynamıştır, Yani Yazıcıoğlu’na Resullullah (A.S.) Efendimizi rüyada görmesi, böyle bir eser yazması için, emir mahiyetinde tavsiye almasıdır.

Bunu şu mısralarından anlıyoruz; Eserlerini yazılış gayesini anlatan satırlarda “Son Peygamberin emri ile bu hizmete girdiğimden, bu kitaba şu ismi verdim: “MUHAMMEDİYE KİTABI” der ve manzum olarak ta şöyle ifade eder: “O cümle kainatın Afıtab’ı Çüm emri itti bana düzdüm kitabı”

Mehmed Efendi kendisini ziyaret edenler için eserinde güzel bir duada bulunmaktadır. “Her kim bana dua edecek olursa, Onun bir derdine bin deva ver?’ “Onun duası ile istediğinden daha yüksek eyle; daha çok ver. Onun duasına karşılık, hesapsız hatalarını sil?’ Bir başka duasında da; “Özellikle Gelibolu diyarı halkına rahmet eyle, hemen herkesten önce yarın onlara şefaat eyle. Burada ne kadar imanlı kullar varsa, Ey Rahman Allah’ım güneşi, onların başına kıyamet günü gölge gönder. Onların ölüsünü dirisini gör, şefaatini, şefkatini onlardan esirgeme?’

Kavuştuğu manevi makamının sırrını da şöyle ifade etmektedir; “Eğer ben bu yola bu şekilde erdimse, geldimse, Baba, ana duasını almakla geldim” der. Yetişmesinde büyük emeği geçen hocalardan bahsederken de; Benim Hocam da Zeynel Arap idi. O’nun içi dışı ilim idi, edep idi. Himmet eyledi, kendisine ilk önce ben kavuştum. Ondan sonra da Haydar Hafi’ye eriştim:’ demektedir.

Yazıcızade Mehmed Efendi Muhammediye’sinde Gelibolu’ya gelişini şöyle ifade ediyor: Gelibolu’ya gelince de, çevremde aşıklar belirdi. Onlarda beni sevdiler, değerimi bildiler. Orada kaldığım sürede beni görseydin sanırdın ki, Mercan içinde bir inciyim, Bende orıları sevmiştim, candan bilmiştim. Hep ömrümü onlara harcadım durdum. Hak yoluna da bağlı, emirlere tutkulu idim. Allah’a hamd olsun. O zaman nice nice irfan sahipleri vardı. Onların üstün namları dünyayı doldurmuştu..:’

Eserin yazılmasına muhtemelen H/850 – 1446’da başlamış olup H/853/1449’da tamamlamıştır. Bu eserini bize tanıtırken Bu Muhammediye kitabının üstün bir özelliği daha vardır. Şöyle ki; Her kim bunu okursa nasibi artar. Bu kitap, her ne kadar çok okunursa, tekrar edilirse, okuyanın bedeninde, beyninde misk kokuları yayılmaya başlar:’ der. Muhammediye’nin beyit sayısı muhtelif kaynaklarda değişiklik gösterilmekle birlikte 9119 civarında olmalıdır. Baştan başa bir nat ve münacaat gibidir. Bu yüzden tıpkı Süleyman Çelebi’nin Mevlidi gibi yüzyıllarca okunmuştur. Türk Milleti’ne Peygamber Efendimizi (A.S.) sevdiren eserlerin başında gelmiştir. Böylece Mehmet Efendi eseri ile milletimizin manen besleyen zengin bir kaynak olmuştur.

Hulasa Yazıcıoğlu’nun kabri, şahsiyetinin Kemalat’ı ve Muhammediye’sinin şöhreti tesiriyle meşhur ziyaret yerlerinden biriolmuştur. Ancak camisinin yıkılıp da bir ara ibadete kapanması eski şöhretini kaybetmesine sebep olmuşsa da, şimdiki haliyle, yeni camisiyle ve bakımlı çevresiyle önceki şöhretli vaziyetini kazanmaya da başlamıştır.

Mezarı da şimdiki Yazıcızade Caminin bitişiğindedir. Kardeşi Ahmed-i Bican Efendinin mezarı da Yazıcızade Çeşmesi’nin üzerinde ve hemen Hamza Koy Limanına giden yol üzerindedir. Mehmet Efendi’nin türbesinin bitişiğindeki mescidin kitabesinde;
“Ziver gelip bir ehli dil söylendi bu tarih-itam yaptı. Yazıcı Zade’nin bu türbesinin Şah-ı Cihan Sultan Abdülmecid Han tamir ettirdi” yazılıdır.
Müellifin Kendi Hattı Olan Eserin Son Durumu:
Muhammediye’nin müellif hattıyla son nüshası Vakıflar Genel Müdürlüğü, Arşiv ve Neşriyat Müdürlüğünde 431 / A numarasıyla kayıtlı bulunuyor. Cilt, kahverengi ve meşindir. 326 yaprak, ilk sayfadaki müellifin vasiyetine göre, eser yakın zamana kadar Gelibolu’da kalmıştı. İkinci Dünya Savaşı tehlikesine karşı tedbir bakımından Ankara’ya alınmıştır. Halen Sultan ikinci Abdülhamid Han tarafından yapılan sedef kakmalı abanoz ağaçtan bir sandık içinde muhafaza edilmektedir.

Yazıcızade Mehmet Efendi’nin Çilehanesi
Birçok veli, ehli tasavvuf, çeşitli şekillerde çile doldurmuşlar veya zaman zaman itikafa çekilmişlerdir.
Sebeb-i hikmet ise; Hakka yakınlık, “Ölmeden önce ölünüz, ölüm gelmeden, ölüme hazırlanınız” sırrına mazhar olmaya çalışmak içindir. Mehmed Efendi de bu merhaleyi aşmış, ölümde beka sırrına ulaşmıştır. Mehmed Efendi bu olgunluğa ulaşmak ve ölmeden önce ölmek için girdiği çilehane veya başka bir ifade ile ibadethanesi Gelibolu’da Namazgah yöresinde Hamzaköy sahillerinde, büyük bir kaya blokunda oyulmuş, birbiri içinden geçilen iki küçük hücreden ibarettir. Buradaki hücrenin biri de kardeşi Ahmet Efendiye ait olduğu rivayet edilir.

 Kaynak ; Gelibolu’nun Gönül Erleri , Ahmet Tuna

Emir Sultan (k.s.)

Bursa – Yıldırım’da Emir Sultan camiinde

Asıl adı Muhammed Şemseddin olan Emir Sultan, 1368′de Buhara’da doğmuştur. Babası, çömlekçi mânâsına gelen “Emir Külâl” lâkabı ile tanınan devrinin mutasavvıflarından Seyyid Ali’dir. Kaynaklar, kendisinin seyyid olduğundan bahsetmektedir ki; soyları Hz. Hüseyin’e (ra), ondan Hz. Ali (kv) ve dolayısıyla Peygamber Efendimiz’e (sas) dayanır. Bu yönüyle peygamber sülâlesinin altın silsilesine dahildir. Soyları itibarıyla “Emir”, Buhara’da doğmalarından dolayı “Emir Buhari” veya “Emir Şemseddin-i Buhari” dendiği gibi, veli olmasından ve aynı zamanda Sultan Yıldırım Bayezid’e damat olmasından dolayı da, “Emir Sultan” denmektedir.

Emir Sultan’ın babası Seyyid Ali, Buhara’da âriflerin yolundan gidenlerdendi. Şöhretten ve gösterişten kaçınır, halkın hizmetine koşardı. Kıt kanaat da olsa alın teri, el emeği ile geçinmeye itina gösterir, çömlekçilik yapardı. Oğlunu Kur’an-ı Kerim ve Sünnet ışığında yetiştiriyordu. Ona: “Hz. Kur’an rehberin olacak, hadisler sana yol gösterecek.” diyordu.

Emir Sultan Hazretleri ilk tahsilini her şeyiyle Müslümanlığın yaşandığı aile ocağında görmüştür. Onun ilk hocası yukarıda vasıflarını saymaya çalıştığımız, Allah Resulü’nü (sas) kendisine rehber edinmiş bulunan babası, Emir Külâl Hazretleridir. Babası, yedi yaşında iken annesi vefat eden oğlu Muhammed Şemseddin’in (Emir Sultan) örnek bir insan olarak yetişmesi için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Oğlunu, İslâm’ın özünde var olan yüksek insan sevgisi ile yetiştirmeye çalışıyordu. Bunun yanında oğluna kendi mesleği olan çömlekçiliği öğretiyordu. Babası ona başka sevgileri değil; Allah sevgisi, Peygamber sevgisi ve O’nun (sas) ashabının sevgisini öğretiyordu. İşte oğluna verdiği nasihatlerden bir misal: “Oğlum! Peygamberi anandan ve babandan daha çok sev. Soyunla övünme. Yalan söyleme, her gününü son gününmüş gibi tamamlamaya çalış. İlim öğren ve bunda aslâ üşenme. Yaşlılığında bile cihadı hiç bırakma. Selâm vermeden hiçbir topluluğa girme. Hz. Kur’an ve hadîsler sana yol gösterecek. Hayra koş; kötülükten kaçın. Unutma ki en büyük silâhın Allah’a (cc) ettiğin dua olacaktır.”
Görüldüğü gibi Emir Sultan bu nasihatlerin ışığında, dinin yaşandığı bir ailede ve Emir Külâl gibi muhterem bir babanın yanında yetişmişti. Ayrıca babasının önde gelen müridlerinden Şeyh İsa gibi zamanın ünlü mutasavvıflarının da sohbetlerinde bulunarak olgunlaşmıştır. Emir Sultan, on sekiz yaşlarında iken, en önemli dayanağı babasını kaybetmişti. Bir süre babasının yakın dostları ve özellikle Seyyid İsa’nın yanında kalmış eğitimini tamamlamıştır.

Buhara’dan Bursa’ya
Genç yaşta mânevî kemâlâta eren Emir Sultan, Allah ve Peygamber aşkı ile Hicaz’a gitmek için Buhara’dan ayrılır. Ayrılırken de Buhara’da bulunan vefakâr baba dostlarıyla, âlimlerle ve erenlerle vedalaşıp, hac kervanıyla yollara düşer. Merv, Nişabur, Isfahan, Bağdat ve Basra üzerinden Hicaz’a ulaşır. Haccını tamamladıktan sonra Medine-i Münevvere’ye yerleşir. Gâyesi Allah Resûlü’nden (sas) feyz alarak huzurlu bir hayat yaşamaktır. Bu maksatla orada ikamet etmeye başlar.
Günler geçmekte, yirmi yaşlarındaki Peygamber âşığı genç, dinamik ve mütevazı Emir Sultan, yeni dostlar edinmekte, güzel bir hayat yaşamaktadır. Âlim ve ariflerle, Allah dostu ve Resulullah âşığı muhterem zatlarla sohbet ederek ilmini, irfanını geliştirmektedir. Medine’deki bu durumu çok fazla devam edemeyecektir. Zira görmüş olduğu bir rüyada Efendiler Efendisi’nden (sas) kendisine mânevî bir işaret gelir. Şöyle ki; Resûl-i Ekrem’in (sas) huzurunda edeple oturmaktadır. Yanlarında Hz. Ali de vardır. Kendisine denir ki: “Ey oğul! Hak Tealâ tarafından sana işaret olundu ki, Diyâr-ı Rum’a (Anadolu) varıp ceddin Hz. Muhammed’in (sas) sünnetinin âdâbını Müslümanlara takva yolu ile açıklayasın. Bu yolculukta yanan üç kandil sana yol gösterecek. O kandiller nerede sönerse, oraya yerleşeceksin ve kabrin de orada olacak.” Bu işaret Emir Sultan’ı o cennetler kadar güzel Medine’den ayıracaktır. Medine’ye giden bir Peygamber âşığının “Bana Medine o kadar güzel geldi ki, farz-ı muhal o anda cennetin bütün kapıları ardına kadar açılsaydı, ihtimal cenneti değil, Medine’yi tercih ederdim.” dediği o güzel beldeden, Allah rızası için, mübarek emre itaat edip hicret etmiştir.

Hicret bir davanın yayılması için çok önemli bir esastır. Tarihte hicret etmedik büyük bir dava ve mefkûre adamı yok gibidir. Peygamberlerin hayatında da hicreti görüyoruz. Hz. İbrahim’i (as) Babil’den Kenan’a, Suriye’den Mekke’ye göç ettiren bir dava vardır. Hz. İsa’yı (as) Filistin çevresinde dolaştıran, Arap Yarımadası’nı gezdirten, hatta Anadolu içlerine kadar getiren bir yüce mefkûre, Allah’ın kendisine tevdi ettiği bir vazife vardır. Hz. Musa’nın (as) da ideali uğrunda hicret eden nebilerden olduğunu biliyoruz. Bu kudsiler arasında en büyük muhacir, Efendimiz’dir (sas). Çünkü hicret, her şey gibi O’nunla (sas) tam mânâsını bulmuştur. Evet hicret, Allah’ın hoşuna giden bir ameldir. Çünkü hicret eden kimse, Allah için çok büyük bir fedakârlığa katlanır. Bir insanın ailesini, evlad ü iyalini, doğduğu yeri terk etmesi çok zordur.
Emir Sultan Hazretleri, Buhara’dan Medine’ye ve cennet misal bu yerden, yeni cennet beldeleri oluşturabilmek için Bursa’ya gelecektir. Bursa’ya geldiğinde, daha yirmi bir-yirmi iki yaşlarında bir gençtir. Bu bize günümüzde onun gibi gençlerin Anadolu’dan dünyanın dört bir yanına yaptığı hicreti hatırlatıyor.
Emir Sultan Hazretleri, bu mânevî işaret üzerine hacca gelen Buharalılardan ve bazı Medinelilerden oluşan kafile ile Anadolu’ya hareket etti. Kudüs’e uğrayıp Mescid-i Aksa’yı, Câmi-i Ömer’i ve orada bulunan peygamberlerin ve sâlih zatların kabirlerini ziyaret etti. Şam’a uğrayıp Ashâb-ı Kirâm’dan orada medfun bulunan Bilâl-i Hâbeşi’nin (ra), Muhyiddin-i Arabi (1165- 1240) gibi veli kulların, Hums’ta Halid bin Velid Hazretlerinin, Halep’te Hz. Zekeriyya’nın (as), Antakya’da Habib-i Neccar’ın, Konya’da Sadreddin-i Konevi (1210- 1274) ve Mevlâna Celâleddin’in (1207-1273) kabirlerini ziyaret etti. Karaman, Kütahya güzergahından yol alıp, İnegöl üzerinden Bursa’ya ulaştı. Kafile Bursa’nın doğu kısmında Gökdere vadisinde konakladı. Emir Sultan çevresindeki muhib ve müridlerine, Evliya Çelebi’nin dediği gibi: “Ey kardeşler! Bizim ömrümüzün kandili bu şehirde sönecek, makamımız bu şehir olacak.” dedi. Böylece Emir Sultan ve beraberindekiler Bursa’ya yerleşmiş oldu.

Bursa’ya yerleşen Emir Sultan, bir müddet inzivaya çekilmeyi tercih etmiştir. Ancak kısa bir süre sonra Bursa’nın Müslüman halkı bu cevheri keşfetmiştir. Zira Mecdi Efendinin, “Terceme-i Şakâik-i Numaniyye” eserinde dediği gibi: “Allah sevgisine ulaşan kişinin, kalblerin sevgilisi olacağı kesindir.” Bu sebeple Bursalılar ona büyük sevgi ve saygı besleyip ve onu baş tacı etmişlerdir. Bu sevgi günümüze kadar kesintisiz gelmiş ve halen de türbesine yapılan akın akın ziyaretlerle devam ettirilmektedir. Emir Sultan’a duyulan saygının bir göstergesi olarak, Ramazan geleneklerinden olan sahur davulu, Emir Sultan mahallesinde çalınmayıp, “pilâva, pilâva” seslenişi ile halk sahura kaldırılmaktadır.

Emir Sultan’ın Bursa’ya geldiği dönem, Yıldırım Bayezid (1389- 1402) devridir. Bu devir, Osmanlı’nın kuruluş döneminin en önemli hâdiselerinin yaşandığı devirdir. Bir yandan Anadolu Türk Birliği’ni sağlamak için beylikler teker teker Osmanlı’ya katılırken, diğer yandan İstanbul kuşatmaları ve Balkanların fethi çalışmaları devam ediyordu. Haçlılara karşı Niğbolu Zaferi kazanılıyordu. Devletin toprakları yaklaşık bir milyon kilometrekareye ulaşmıştı. Cihan hükümdârlığı mefkûresi, Yıldırım’la Timur’u karşı karşıya getirmiş ve genç Osmanlı Devleti, 1402 Ankara Savaşı neticesinde yıkılma tehlikesi ile karşılaşmıştı. Fetret Devri olarak bilinen bu dönem on bir yıl sürmüş ve nihayet Çelebi Mehmed’in 1413′te tek başına iktidarı elde etmesiyle devlet yeniden derlenip toparlanmıştır. Çelebi Mehmed ve sonrasında İkinci Murad yeniden devleti güçlü hale getirmişlerdir.

Bu üç hükümdârın dönemlerine ve hadiselerine şahit olan padişahlara dua ederek kılıç kuşatan, onları cihada teşvik eden, İkinci Murad dönemindeki İstanbul kuşatmasına (1422) bizzat talebeleriyle iştirak eden, devletin zor zamanlarında etrafındaki halka birlik ve beraberliğin önemini anlatan, padişah da olsa hiç çekinmeden gerektiğinde ikaz eden Emir Sultan Hazretlerinin önemli hizmetler yaptığını görüyoruz. Emir Sultan’ın emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkeri yerine getirmede çok cesur olduğunu söyleyen kaynaklar şöyle der: “Hür düşünceli, sözünü esirgemez, iyiliği emredip, kötülükten nehyederken, mevkii-mertebesi ne olursa olsun kişiler arasında hiç fark gözetmez, dinin emirlerini anlatmakta herkesi eşit tutardı. Özellikle dinî değerlere uymayan tutum ve icraatlar karşısında yönetim mevkiinde bulunanlara hakikatı söylemekte çok cesurdur. O gerçeği söyleyen bir münevverdi, dalkavukluk nedir, bilmezdi. Âlimlerin dalkavukluk yapmasının cihanı harab edeceğine inananlardandı.”
Emir Sultan’ın padişah kızıyla evlenmesi Yıldırım Bayezid’in kızı Hundi Fatma Sultan, rüyada aldığı mânevî bir emir üzerine, Emir Sultan ile evlenmiştir. Padişah kızı ile âlim ve Allah dostu birisi arasında gerçekleşen bu evlilik, Osmanlı Tarihi’nin ilklerindendir. Bu evlilik ile alâkalı olarak Yıldırım Bayezid zamanında Bursa kadısı olan ve daha sonra İkinci Murad Han döneminde Osmanlı’nın ilk Şeyhülislâm’ı olacak olan Molla Fenari (1350-1430), padişaha yazdığı bir mektupta Emir Sultan’ın büyüklüğünü şu sözlerle ortaya koyar: “…Emir Sultan’ın Resûl-i Ekrem’in (sas) neslinden değerli bir kimse olduğunu bilesiniz. Hz. Peygamber’in (sas) neslinden Anadolu’ya bunun gibi değerli bir zât gelmemiştir. Buhâra’dan peygamber soyundan böyle bir kişinin buraya gelmesi büyük mutluluktur. Ne mutlu size ki, Peygamberlerin Sultanı (sas) ile dünür oldunuz. Dünya ve âhirette mutluluğunuza vesile olacak işlerinizin giderek çoğalmasını Allah’tan dilerim. Şunu da bilmenizde fayda vardır ki, damadınız olan bu zât, Peygamber Efendimiz’in (sas): “Ümmetimin âlimleri İsrailoğulları’nın peygamberleri gibidir.” hadîsinde işaret ettiği şahsiyetlerden biridir. Hele hele Hz. Peygamber’in soyundan olması onun değerini bir kat daha artırıyor. Biz Hz. Resûl’den sonra bunlardan gördüğümüz eser ve tecellilerin başka hiç kimseden naklolunduğunu görmedik…”
Emir Sultan’ın ilim ve maneviyattaki büyüklüğünü anlayan Yıldırım Bayezid Han onunla iftihar eder. Niğbolu Savaşı sonrası, yirmi cami yaptırma adağını da Emir Sultan’ın tavsiyesi üzerine yirmi kubbeli Ulucami’yi yaptırmak sûretiyle gerçekleştirir.

Vefatı
İsmail Beliğ’in Güldeste’sinde ifade edildiği gibi, “Cenab-ı Hakk’ın füyüzatına mazhar keramet sahibi, velâyet tahtının sultanı” olan Seyyid Şemseddin Emir Sultan Hazretleri; mücadele, mücahede, riyazât, zikir, dua, niyaz, tazarru, cihad, hizmet ve sa’y-u gayret dolu bir hayatta binbir tatlı hatıra bıraktıktan sonra 1429 yılında Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Şair Ahmed Paşa şu mısralarıyla tarih düşmüştür:
“İntikal-i Emir Sultan’a
Oldu tarih: İntikâl-i Emir” Cenaze namazını Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri kıldırmıştır. Emir Sultan Hazretleri, türbesinde eşi Hundi Fatma Sultan, oğlu Emir Ali ve iki kızı ile yatmaktadır.
Türbesi Bursa’nın güneydoğusunda isminin verildiği mahallede, yüksek bir yerdedir. Türbesinin hemen karşısında, iki minareli Emir Sultan Camii vardır. Etrafında büyük bir mezarlık bulunur. Emir Sultan’a komşu olmak isteyen Bursalıların yattığı bu mezarlarda belki birkaç Bursa gömülüdür. Mermerle döşenmiş büyük bir avluya karşılıklı iki büyük kapıdan girilir. Doğu kapısının üzerindeki âyette, meleklerin cennete gireceklere söyleyeceği ifade yazılıdır: “Selâm üzerinize olsun. Ne hoşsunuz! Ebedi olarak içinde kalmak üzere cennete girin.” (Zümer, 73) Avlu ortasında gece-gündüz durmadan akan şadırvan, Emir Sultan makamının ilâhî havasına başka bir âhenk ve renk katar. Cami ve türbe, Cuma günleri tarihi günlerini yaşar. Namaz kılınacak yer bulunmaz. Allah’ın bu sevgili kulunun Bursa’ya kazandırdığı mânevî havadan herkes hissesine düşeni almaya çalışır.

 

Abdal Mehmed – Bursa

Bursa Cumhuriyet Caddesi yakınında, Abdâl Caddesi, Tahıl Caddesi ve Gül Sokağı’nın kavşağındaki Abdal Mehmet Camisinin karşısındadır.

Osmanlı Beyliği’nin kuruluş aşamasında, Gâziyân-ı Rûm, Abdalân-ı Rûm ve Bâciyân-ı Rûm dediğimiz manevi şahsiyetlerin önemli rolleri olduğu bilinmektedir. Abdal Musa, Abdal Murat, Doğlu Baba ve Geyikli Baba gibi Abdal Mehmet bunların en meşhurlarıdır. Bunlardan başka Bursa Evliyası denilen bu kimselerin içinde daha birçok azizin de olduğunu unutmamak gerekir, yeri geldikçe onlardan da bahsedilecektir. Baldırzade Selisi Şeyh Mehmet Efendi’nin Ravza-i Evliya adlı eserinde “Sâhib-i keşf ü kerâmât, menba-ı vecd ü hâlât, meczûb-ı Hak, mahbûb-ı mutlak” şeklinde tarif edilen Abdal Mehmet, Bursa’nın evliyasındandır.

Emir Sultan hazretlerinin çağdaşıdır ve onun ile çok sohbette bulunmuştur. Bugün, kendi adıyla anılan mahalledeki caminin avlusundaki çınar ağacının dibinde oturur, oradan geçerken elini öperek dua isteyen insanlara dualarda bulunurmuş. Emir Sultan hazretlerinin, haftada bir gün, Yeni Kaplıca yakınlarındaki Akça Hamam’a gitmek adetleri varmış, Emirsultan Mahallesi’nden kalkıp da Sırameşeler-Sıcaksu bölgesindeki Akça Hamam’a giderken yol üzerindeki Abdal Mehmet’e de uğrar ve onunla derin muhabbet ve sohbet bulunurlarmış. Fakat yanına gelmeden önce bir adam gönderir ve eğer Abdal Mehmet’in cezbe ve istiğrak hali çok fazla ise oraya uğramayıp aşağı yoldan giderlermiş. O mahallede Başçı İbrahim adında bir esnafın başçı dükkânı vardır, Başçı İbrahim aynı zamanda Abdal hazretlerinin müridlerindendir ve ona hergün pişmiş bir kelle verir ve her türlü hizmetini görmektedir. Başçı İbrahim, kendi adına bugün Maksem semtinin alt tarafındaki cami, zaviye, imaret ve hamamdan oluşan Başçı İbrahim Külliyesi ve çok sevdiği Abdal Mehmet’in adına da bugünkü cami ile türbeyi inşa ettirmiştir. Başçı İbrahim öldüğünde külliyesinin haziresine defnedilmiştir. Abdal Mehmet hazretlerinin birçok kerametlerinden bahsedilmektedir. Baldırzade diye meşhur olan Selisi Mehmet Efendi’nin Bursa’da Bâb Mahkemesi kâtipliği yaparken yaşadığı bir olay kayıtlara geçtiğinden burada bahsetmek gerekmektedir: Bir gün adamın biri mahkemeye gelir ve “–Abdal Mehmet Mahallesi’ndeki bir şahısta alacağım vardır, bana bir yardımcı verin de gidip o adamı alıp mahkemeye getireyim” der ve mahkeme görevlilerinden birini alıp gider. Görevli ile birlikte borçlu adamı evinden alıp mahkemeye gelirlerken, mahkeme görevlisi türbenin önünde durup aziziz ruhuna bir Fatiha okumak ister, tam o sırada borçlu kişi görevlinin elinden kurtulup türbeye girerek Abdal Mehmet’in sandukasına sarılır ve “-Ey azizim! Beni kurtar” diye feryad ü figân eder.Mahkeme görevlisi içeri girip adamcağızı oradan alıp zorla dışarı çıkararak götürürken orada bulunup da olaya şahit olanlar, görevliye: “-Gel zora baş vurma, zorla götürme, sonra bir zarar görürsün ve nâdim olur yürürsün” demelerine rağmen görevli, bu uyarılara kulak asmayıp adamı yaka paça mahkemeye götürür ve kadı efendinin huzuruna çıkarır. Bursa Kadısı Azmi-zade Efendi, adamı muhakeme eder ve onu hapse yollar. Bir hafta sonra yine aynı günde kadı efendi, adet olduğu üzere kabir ziyaretlerine çıktığında Abdal Mehmet türbesine de gelir ve atından inerek dua için türbeye girer. O sırada, mahkeme görevlisi de dışarıda atın yanında onun çıkmasını beklerken, atın bir çiftesiyle yere yığılıp kalır ve evine götürürlerken de yolda ruhunu teslim eder.

Bir diğeri de şöyledir ki: Kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsilîn Şeyh Abdullah bin Eşref bin Mehmet el-Mısrî el-Kadirî el-İznikî yani halk arasında bilinen adıyla İznikli Eşrefoğlu Rûmî hazretleri de bütün cihanda Bursa Sultânîsi diye meşhur olan, Çelebi Mehmet’in inşa ettirdiği külliyenin bir yapısı olan Yeşil Medrese’de öğrenci iken aynı zamanda Abdal Mehmet Efendi’nin müridlerinden imiş. Bir medreseden arkadaşları ile birlikte Mehmet Efendi’nin huzurunda otururken efendi ona döner ve “-Medreseden danişmendler var, hadi bize köfteli çorba getir” demesi üzerine, Eşrefzade hemen çarşıya gider, her yere sorduğu halde bir türlü köfteyi bulamayıp sadece çorbayı alıp döner. Ortaya konan çorbada köfte olmadığını söylemeleri üzerine Abdal Mehmet hemen yan taraftaki arsadan bir parça toprak alır, balçık haline getirir ve onlardan küçük parçalar halinde köfteler yaparak çorbanın içine atar ve “-Hadi buyurun” demeleri üzerine o yemekten yiyenler nefis bir köfte olduğunu görürler. Emir Sultan hazretlerinin sağlığı bozulduğunda ve eceli yaklaştığında, yakınları ve sevenleri, Hazret-i Emir’in huzuruna çıkarak “-Sizden sonra biz kime tabi olalım ve kimin eteğine sarılalım da feyz alalım” diye sorduklarında, “-Ben vefat ettikten ve bu fânî âlemi terk ettikten sonra halifemin kim olacağını Abdal Mehmet hazretlerine sorup öğrenin ve o aziz efendi kimi işaret ederse ve kimi tayin ederse onun gösterdiği kişiye tâbi olun” diye emir vermişlerdir. Emir Sultan hazretlerinin vefatından sonra da o insanlar Abdal Mehmet’e giderek durumu ve kendilerine sultanın vasiyetini anlatmaları üzerine, Mehmet Efendi, hepsini etrafına toplar, her birine tek tek bakar ve sonunda kendilerine Hasan Hoca’nın halife olması gerektiğini ve ona uymalarını söyler. Hasan Halife, Abdal Mehmet hazretlerinin manevi işaretiyle Emir Sultan’ın halifesi olmuştur.

Molla Fenârî hazretleri de çoğunlukla Abdal Mehmed’in mahallesinden geçer ve onu gördüğünde atından inerek ona hürmet edermiş.

İsmail Hakkı Bursevi (k.s.)

Bursa’da İsmail Hakkı Bursevi camiinde.

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden. Babası Mustafa Efendi, aslen İstanbulludur. Mustafa Efendi, 1650 (H.1061) senesinde İstanbul Esir Hanında çıkan büyük bir yangında evi ve eşyâsı yandığından maddî sıkıntıya düştü. İstanbul’u terk ederek Trakya’da bulunan Aydos kasabasına yerleşti. İsmâil Hakkı Bursevî, 1652 (H.1063) senesinde Pazartesi günü Aydos’ta doğdu.

İsmâil Hakkı Efendi üç yaşına girince, babası onu Celvetiyye yolunun büyüklerinden Seyyid Atpazarlı Osman Fadlî Efendiye götürdü. Osman Fadlî Efendi, elini öpen İsmâil Hakkı’ya; “Sen doğumundan beri, bizim hâlis talebemizsin.” dedi. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmâil Hakkı, on yaşına gelince, Osman Fadlî Efendinin Edirne’de bulunan ilk halîfesi Abdülbâkî Efendinin terbiyesi altına girdi. Abdülbâkî Efendinin yanında yedi sene kalan İsmâil Hakkı Efendi, ondan; sarf, nahiv, mantık, beyân, fıkıh, kelâm, tefsîr ve hadîs dersleri aldı. Fıkıhta Mültekâ, kelâmda Şerhi Akâid adlı eserleri okudu. Okuduğu bütün eserleri kendi el yazısı ile yazdı.

İsmâil Hakkı Efendi, 1674 (H.1085) senesinde, zamânın büyük âlimi Osman Fadlî’den ilim öğrenmek için, hocası Abdülbâkî Efendinin yazdığı bir mektubu alarak İstanbul’a gitti. Osman Fadlî Efendi ile Atpazarı’nda bulunan Kul Câmiinde buluştu. Osman Fadlî, onu eskiden tanıdığından hemen kabûl etti. İsmâil Hakkı Efendi bir müddet hocasına hizmet etti ve Allahü teâlânın zikri ile meşgûl oldu. Birgün hocası Osman Fadlî, onu yanına çağırarak; “Senin istidâdın gelmiş.” dedi. Sonra Besmele çekip, Fâtiha-i şerîfeyi okudu ve üzerine üfledi. “Seni Bursa’ya halîfe yaptım.” buyurdu.

Kendisi şöyle anlatır: “Hocam beni Bursa’ya halîfe olarak tâyin ettiği zaman Mutavvel adlı eseri okuyordum. Hocamın Fâtiha okuyup üzerime üflemesinden sonra, bende başka bir hâl zuhûr etti. Hocamın bu duâsından sonra ilâhî feyz ve mârifetlere kavuştum. Bundan sonra âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin tefsîr ve te’villerini yapmaya başladım. Muhyiddîn-i Arabî, Abdülkâdir-i Geylânî, İbrâhim Edhem, Üftâde ve Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinden mânevî olarak fâidelendim.”

İsmâil Hakkı Efendi, Bursa’ya gittikten bir süre sonra hocası tarafından Üsküp şehrine gönderildi. Burada insanlara vâz ve nasîhatta bulunmaya başladı. Bu sırada hocasının şu mektubu ile talebe yetiştirmeye başladı: “Oğlum Şeyh İsmâil Efendi! Aklen ve dînen, güzel ve beğenilmiş olan şeyleri yapmalarını halka söyle. Kötü ve beğenilmeyen şeyleri yapmaktan onları men et. Kalem sûresinin kırk sekizinci âyetinde yer alan hitâba hazır ol. Sabırlı ol, şükür edici ol. Gecelerinde ibâdet et. Gündüzleri oruç tut. Muttakî ol. Kötü zanna sebep olacak, töhmet altında bırakacak yerlerden sakın. Şâyet böyle yerlere dâvet olsan bile gitme. Nasıl olursa olsun halkı ilme ve amele dâvet eyle. Onları îtikâdî ve amelî yönden terbiye eyle. Yanında bulundukları ve bulunmadıkları zaman onlar hakkında iyi konuş. Ne şekilde olursa olsun kendi varlığını ortaya koyma.” On sene Üsküp’de kalan İsmâil Hakkı Efendi, 1685 (H.1096) senesinde yine hocasının emriyle Tekfur Dağı yoluyla Bursa’ya gitti.

Din ve dünyâ saâdetine sebep olan hocası Osman Fadlî, Kıbrıs’a gönderilince; “Canımız gitti, bedenimiz burada niye durur.” diyerek, Magosa’ya gitmek üzere yola çıktı. Magosa’ya vardığı zaman hocası ile birkaç gün sohbet etti. Birgün sohbet esnâsında sohbette bulunanları bir cezbe, kendinden geçme hâli kapladı. İsmâil Hakkı Efendi, o sırada, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin bir ilâhisini ve arkasından bir aşr-ı şerîf okudu. Bunun üzerine hocasının duâsına nâil oldu. Osman Fadlî Efendi, İsmâil Hakkı’ya dönerek; “Seni buraya getiren mîrâsındır. Çünkü senden başka kalbimde uygun bir kimseyi göremedim.” dedikten sonra, parmağını İsmâil Hakkı’nın ağzının ortasına koyup; “Bu nefes benden sonra sana nasîb olsun.” dedi. İsmâil Hakkı şöyle der: “Hocam böyle buyurduktan sonra bende öyle bir zevk ve hâller hâsıl oldu ki, maksadıma kavuştum.” Yine bir Cumâ günü Osman Fadlî, İsmâil Hakkı’yı yanına çağırdı. Bir tefsîr şerhini uzatıp; “Al şunu, otuz altı yıllık mahsulümdür. Allahü teâlâ sana daha ziyâdesini ihsân etsin.” diye duâ etti. O duâdan sonra İsmâil Hakkı Efendide daha yüksek hâller meydana geldi. Seyyid Osman Fadlî şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ bana öyle yüksek bir talebe verdi ki, hocam Şeyh Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye böyle yüksek bir talebe vermedi.”

İsmâil Hakkı Efendi, hocasının vefâtından sonra Konya, Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul yolu ile Bursa’ya geldi. Bu yolculuk sırasında hazret-i Mevlânâ’yı, Sadreddîn Konevî’yi ve Eşrefzâde Abdullah Rûmî’yi ziyâret etti.

Sultan İkinci Mustafa Hânın, dâveti üzerine, 1695 (H.1107) senesinde Edirne’ye gitti. Nemçe seferinde, orduya cihâdın sevâbını ve büyüklüğünü anlatarak, askeri coşturdu. Osmanlı Ordusu önceBelgrad’a vardı. Oradan Tuna’yı geçerek düşmanla çarpıştıktan sonra, kışın bastırması üzerine Edirne’ye geri döndü. Ertesi sene ordu yine Edirne’den ayrılarak Belgrad’a gitti. O sırada Sadrâzam Elmas Mehmed Paşa idi. İsmâil Hakkı Efendi, Elmas Paşanın hazır bulunduğu gazâların hepsine katıldı ve birkaç yerinden yara aldı. İsmâil Hakkı Efendi, ordunun zaferlerle geri dönüşünden sonra yaralı olduğu hâlde Bursa’ya döndü ve talebe yetiştirmeye, eser yazmaya devâm etti.
Hocası Seyyid Osman Fadlî’nin vefâtından yirmi sekiz sene sonra, gördüğü bir rüyâ üzerine âilesiyle birlikte Şam’a gitti. Şam’da üç sene kadar kaldı. Sonra Allahü teâlânın izni, Resûlullah efendimizin işâreti üzerine İstanbul’a gitti. Üç sene kadar Üsküdar’da kaldı. Bu sırada otuza yakın eser yazdı.

Kendisi şöyle anlatır: “Üsküdar’da iken bir gece Şeyh Üftâde ve Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin rûh-u şerîfleri gelip yanıma oturdu. Bursa tarafına gitmemi işâret ettiler. Sizi sağ tarafımıza alalım deyip, beni sağ taraflarına aldılar. Azîz Mahmûd Hüdâyî bana çok iltifât etti.” İsmâil HakkıEfendi, 1722 (H.1135) senesinde Bursa’ya gitti. İlk iş olarak bir dergâh yaptırdı ve ismini “Câmi-i Muhammedî”. koydu.Dergâh; mescid, semâhâne, çilehâne ve misâfir odalarından meydana gelmiştir. Câminin kitâbesi bizzatİsmâil Hakkı Efendi tarafından yazıldı.

Ömrünün son günlerini evine çekilerek, eser yazmakla geçirdi.Yetmiş altı yaşında iken, 1725 (H.1137) senesinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kabri, yaptırdığı ve bugün İsmâilHakkı Tekkesi diye anılan Câmi-i Muhammedî’nin mihrâbının arkasındadır. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın yakınlarındanHacı Ali Paşa hem türbesini, hem de Câmi-i şerîfi tâmir ettirmiştir. Kabrin üstü açıktır. Etrâfında ve üstünde demirden şebeke vardır.

Kendisi şöyle anlatır: “Allahü teâlâ, âdeti ilâhiyyesi üzerine beni bulunduğum dereceden daha yüksek bir dereceye yükseltti. Daha önce sâhip olmadığım bir meziyeti kalbime akıtarak, beni ilim ve irfân sâhibi eyledi.Allahü teâlânın bu şekilde derecemi yükseltip, bana ilim ve irfân ihsân etmesi yedi senede meydana geldi. Fakat bu feyz ve yüksekliğe kavuşmak, başa gelen belâ ve musîbetlerin, meşakkatlerin acısını tatmaya bağlı olduğundan, pekçok meşakkat ile karşılaştım. Bir taraftan diğer tarafa, bir memleketten başka memlekete gitmek sûretiyle çok meşakkat ve sıkıntılar çektim. Mihnet ve acı, insanı bulunduğu mertebeden aşağı indirmez. Bilâkis başa gelen belâ ve musîbeti kadere rızâ ile karşılamak iyi âkibetlere vesîle olur. İlk önce yolculuk yaptığım memleket Üsküp idi. Yedi sene sonra oradan Bursa’ya gittim. Yedi sene sonra Kıbrıs’a gitmem îcâb etti. Yedi sene sonra Harem-i şerîfe gittim. Yedi sene sonra Hicaz’a gittim. Orada çocuklarım vefât etti. Hac yolunda çok sıkıntılar çektim. Hattâ kıymetli kitaplarım ve eşyâlarımın hepsi elimden gitti. Bütün bunlar karşısında ilâhî emre boyun eğdim. Yedi sene sonraEbû Yümn’ün kabrini ziyâret maksadı ile doğum yerim olan Aydos’a gittim. Yedi sene sonra ikinci defâ olarak hacca gittim. Yedi sene sonra Bursa’dan Şam’a gitmem emrolundu. Bütün akrabâlarımdan uzak kaldım. İşte birçok musîbet ve çilelerle geçirdiğim bu yollar kırk seneyi geçiyor. Allahü teâlâ dilediğini yapar. Kimse O’na bunu niçin böyle yaptın diye soramaz. Karşılaştığım ve çektiğim bu sıkıntılar, tamâmen mânevî işâretlerle meydana gelmiştir. Güzel âkibet, ancak Allahü teâlânın fermânı üzere meydana gelendir. Resûlullah efendimiz; “Benim çektiğim sıkıntıyı hiçbir peygamber çekmemiştir.” buyurmuştur. İnsana gelen belâ ve sıkıntılar, kalbi aydınlatır. Belâ ve musîbet zamânında tecellî-i ilâhî meydâna geldiği için kalbi genişler. Bütün bunlardan dolayı en şiddetli meşakkat, peygamberler hakkında meydana gelmiştir. Onlarınkinden daha hafifi evliyâda görülür. Bu îtibârla büyük zâtlar hep meşakkat ve sıkıntı çekmişlerdir. Resûlullah efendimiz kendisine çok eziyet ve sıkıntı veren kavmi hakkında; “İlâhî! Kavmime hidâyet eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar.” buyurarak hidâyetleri için duâ ettiler.”

İsmâil Hakkı Bursevî buyurdu ki: “Evliyâyı inkâr etmeyip, muhabbet beslemek lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; “Kişi sevdiği ile berâberdir.” buyuruldu. Kıyâmet günü bu büyükler sevdiklerine şefâat edeceklerinden, onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helâkine sebeb olur.”

“Mâlûm ola ki, Muhammed aleyhisselâmın yoluna girene farz olan, Allahü teâlâdan başka olan şeyleri kalbinden çıkarmaktır. Meselâ; bir kimse bir iş için sefere çıktığında, önce vatanını, hısım ve akrabâsını terk edip yola devâm eder. Eğer kalbinde vatanının, hısım ve akrabâsının sevgisi var ve fazla ise sefere rahat rahat gidemez. Belki yola da çıkamaz. Bir peygamber gazâya çıkarken, bir işle uğraşan kimseyi gazâya götürmedi.Meşhûr sözdür ki; “Bir evde iki sarıklı olmaz!” Çünkü herbiri bir tarafa çeker. Evin huzûrunun bozulmasına sebeb olur. Nefs ve şeytan kalbe vesvese verince, insanın zâhiri de bozulur ve kötü işler yapmaya başlar. Namazın fâidesine inancı az olan kimse, kaç rekat kıldığını şaşırır. Ekseriyâ dînî meselelerde yanılır. Çünkü kalbi elinde değildir. Böyle kimselerin zâhirleri de harabdır. Onun için sûretten hakîkate istidlâl et. Arkadaşlarından ayrılma, yoksa yolda kalırsın veya dalâlete saparsın! Topluluktan ayrılan helâk olur. Tek olarak yola çıkma. Çünkü şeytan arkadaşın olur. Yolun başlangıcında olanlar âmâ gibidir önünü göremez. Her an bir tehlike ile karşı karşıyadır. Kendisine yol gösterecek birine ihtiyâcı olduğu gibi, tasavvuf yoluna yeni girenin de yol göstericiye o kadar ihtiyâcı vardır.

Kâmil bir hocanın elinde terbiye olunan bir insan, kısa bir süre içerisinde maksadına kavuşur. Bunun misâli dağlardaki meyvalar ile bahçelerdeki meyvalardır. Yâni dağlardaki ağaçların meyvaları terbiye ve bakım görmedikleri için geç olgunlaşır ve tatlı olmazlar. Fakat bostanlarda bahçıvanların bakımıyla yetişen ağaçların meyvaları hem kısa zamanda olgunlaşır hem de çok lezzetli olur.” Bursalı İsmâil Hakkı hazretleri yazmış olduğu şiirlerinde Hakkı mahlasını kullanmıştır.

İsmâil Hakkı Bursevî’nin 106 adet eseri vardır. Bunlardan altmış kadarı Türkçe olup, sâde bir üslûp ile yazmıştır. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân: Kur’ân-ı kerîmin tefsîridir. İsmâil Hakkı hazretleri bu tefsîrinde şöyle buyurur: “Mânevî pederim, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin delâleti ile, birgün rüyâmda Resûlullah efendimiz bana lütfedip arkamı sığadılar. Tatlı bir ifâde ile; “Ümmetim için bir tefsîr yaz!” diye emir buyurdular. Bunun üzerine Allahü teâlâdan ve Resûlullah efendimizin rûhâniyetinden yardım isteyerek üç cildlik bir tefsîr yazdım.” Bu tefsîr hem İstanbul’da hem de Mısır’da basılmıştır. Daha ziyâde bir vâz tefsîridir. 2) Şerh-i Muhammediyye (iki cild), 3) Şerh-i Mesnevî (iki cild), 4) Şerh-i Pendi Attâr, 5) Şerh-i Bostân, 6) Şerh-i Hadîs-i Erba’în, 7) Risâle fî İlm-i Hadîs, 8) Kitâb-ül-Kebîr, 9) Kitâb-ün-Netîce, 10) Şerh-i Mukaddime fî İlm-i Nahv, 11) Şerh-i Fıkh-ı Gîydânî, 12) Hüccet-ül-Bâliga, 13) Kenz-i Mahfî, 14) Nakd-ül-Hâl, 15) Risâlet-ül-Câmi’a, 16) Risâle-iVerdiyye, 17) Şerh-i Şuab-il-İmân, 18) Vesîlet-ül-Merâm, 19) Şerh-ul-Âdâb, 20) Kitâb-ül-Envâr, 21) Sülûk-ül-Mülûk, 22) Silsile-i Nâme-i Celvetî, 23) Kitâb-ül-Mir’ât, 24) El-Vâridat-ül-Kübrâ, 25) Hutab-ul-Hutabâ, 26) Risâle-i Vahdet-i Vücûd, 27) Şerhu Salât-iş-Şifâ, 28) Esrâr-ul-Hac, 29) Şerhu Dibâce-i Kasîde-i İbn-i Fârid, 30) Şerh-ul-Mukrî el-Cezerî fî İlm-it-Tecvîd, 31) El-Vesâyâ fil-Uhûd, 32) Risâlet-ün-Nesâyih, 33) Dîvân.