Kastamonu – Merkez – Hasan Çelebi camii İsmailbey Mahallesi’nin Tenekeci Sokağı’nda kain Hasançelebi Camii’nin harimi dahilindedir. Cami ile aynı kapıyı paylaşan türbenin duvarları kerpiç malzeme ile yapılmıştır. Döşeme tavan, duvarların iç tarafı ve çatısı ahşaptır. Üzeri cami ile beraber kiremitle örtülmüştür. 8.20 Metre uzunluğu ve …
İran – Hazar denizi Kıyısındaki Gilan eyaletindeki Lahinca’da
İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Ruşen Emîr bin Yâbil bin Bidâr-ül-Kürdî es-Sincâni olup, künyesi Ebü’s-Safvet ve lakabı Tâcüddîn’dir. Doğum târihi tesbit edilemiyen İbrâhim Zâhid-i Geylânî, Azerbaycan’da bulunan Geylân nahiyesine bağlı Siyâverûd isimli köyde doğdu. 705 (m. 1305) senesinde Geylân yakınlarında bulunan Lenger-i Künân denilen yerde vefât etti. Kabri oradadır.
İlim tahsilini Geylân’da tamamlayan İbrâhim Geylâni’nin, baba ve dedeleri de kendisi gibi ilim ve fazilet sahibi zâtlar idi.
Nakledildiğine göre Seyyîd Cemâleddîn-i Ezheri, hocası Şihâbüddîn-i Tebrîzî’nin huzûrunda kemâle gelip, insanlara İslâmiyet bilgilerini anlatmak üzere Geylân’a gitmesi emredilince, Geylân’a gelip yerleşti.
Bu günlerde İbrâhim Zâhid çocuk idi ve kitapları koltuğunun altında mektebe gidip geliyordu. Cemâleddîn hazretleri birgün yolda, aynı şekilde mektebe gitmekte olan İbrâhim Zâhid’i gördü. Elini onun başına koyarak; “Hocam Şihâbüddîn, bizi buraya, bu ma’sûm yavruyu yetiştirmek üzere gönderdi” buyurdu.
İbrâhim Zâhid-i Geylânî, zâhirî ilimlerde tahsilini tamamlamak üzere Şîrâz’a gitti. Orada zâhirî ilimleri ikmâl ettikten sonra, bâtın yolunda da ilerlemek için, Ehl-i sünnet âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden olan Sa’di Şîrâzî hazretlerinin huzûruna vardı. Ona talebe oldu. Onun sohbetleri bereketi ile, yüce makamlara, üstün derecelere kavuştu.
Sa’di Şîrâzî hazretleri, birgün İbrâhim Zâhid’e; “Evlâdım! Bizim yanımızdaki terbiyen tamam olmuştur. Bundan sonraki yetişmen ve yükselmen ise, Seyyid Cemâleddîn’e havale edilmiştir. Geylân’a git. Cemâleddîn’in hizmetinde bulun” dedi.
Bundan sonra Geylân’a gidip, orada Lâhicân’da oturan Cemâleddîn hazretlerinin dergâhına vardı ve ona talebe oldu. Sohbet ve hizmetinden ayrılmadı. Burada, yüksek olgunluklara, üstün makamlara ulaştı. Çok kerâmetleri görülmüştür.
Bir defasında, geçtiği bir yerde bulunan yabanî otlardan biraz kopardı. O otların, elinde ham gümüş olduğunu görünce hayret etti. Hâlbuki onun, böyle şeylerde gözü ve gönlü yoktu, istemezdi. Dünyalık şeylerin elde bulunmasını kabahat ve kusur sayardı. “Ne kabahat işledim ki böyle oldu?” diye ağlayarak secdeye kapandı. Tövbe ve istiğfar etti. Sonra yolunu değiştirip, başka tarafa doğru gitti. Bu defa eline aldığı otların hâlis altın olduğunu görüp, sıkıntı ve üzüntüsü daha da arttı. Sür’atle hocası Cemâleddîn’in yanına geldi. Ağlayarak olanları anlattı. Yalvararak, bu hâlden kurtulmak istediğini, bunun için kendisine yardım etmesini hocasından istirhâm etti.
İbrâhim Geylâni’nin anlattıklarını dikkatle dinleyen hocası şöyle söyledi: “Bu öyle bir hâldir ki, tasavvuf yolunda ilerleyen sâliki, böyle şeylerle tecrübe ve imtihan ederler. Sen bu imtihanı kazandın. Bütün nebi ve velîlerin rûhları ile birlikte, yerde ve gökte olan melekler ve bütün mahlûkât, sana Zâhid dediler ve nâmını da Şeyh Zâhid koydular.”
Zâhid, haram ve şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu da terk eden, dünyâya ve dünyalık olan şeylere muhabbeti olmayan, kalbi bunlara meyletmeyen kimsedir.
Bir defasında hocasının emri ile, tarladan bir çuval pirinci omuzlayıp dergâha getiriyordu. Bir ara çok yorulduğu için, çuvalı yere koyup birazcık dinlenmek istedi. Bu esnada, çuvaldan bir adet pirinç tanesi düştüğünü gördü. Onu alıp ağzına atmak istedi. Fakat, bir tane olmasına rağmen buna ehemmiyet verdi. Bununla imtihan edilmekte olabileceğini düşündü ve o pirinç tanesini çuvala koydu, İbrâhim Zâhid, çuvalla birlikte dergâha geldi. Hocası Cemâleddîn hazretleri onu görünce; “Ey İbrâhim! Sözünde sadakât gösterdin. Ahdine vefa eyledin. Zâhid nâmına lâyık olduğunu isbât ettin” buyurdu.
Seyyid Cemâleddîn hazretlerinin huzûrunda yetişip kemâle gelen İbrâhim Zâhid-i Geylânî, fetvâ verecek dereceye geldi. Evliyânın büyüklerinden oldu.
Hocası Seyyid Cemâleddîn, vefâtı yaklaştığında İbrâhim Zâhid-i Geylânî’ye vasıyyet edip buyurdu ki: “Vefâtımdan sonra, insanlara faydalı olmak, onların hidâyete kavuşmalarına vesîle olmak maksadıyla, memleketin olan Geylân taraflarına git Orada taşlık ve dağlık bir bölge ile karşılaşırsın. Orada, dağ içinde bulunan bir vadiye ulaşırsın. O vadide o kadar sık ağaçlar vardır ki, içine girip yol almak mümkün değildir. O ağaçların yanına vardığında, selâm verirsin. O ağaçlar, hâl lisanları ile senin selâmına cevap verirler ve ikiye ayrılıp sana yol gösterirler. Orayı da geçtikten sonra karşılaştığın yer, senin hizmet yerin olsun.”
Bunları dikkatle dinleyip; “Baş üstüne” diye karşılık veren Zâhid’i Geylânî, hocasının vefâtından sonra, aynı ta’rîf edilen şekilde gitti. Herşey hocasının bildirdiği gibi oluyordu. Nihâyet bildirilen yere vardı ve orada yerleşti.
Burada uzun seneler hizmet ile meşgûl olup, insanlara çok fâideli oldu. Birçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesîle oldu.
Nefse uymamakda çok yüksek idi. Gündüzleri oruç tutar, geceleri de namaz kılmakla, Kur’ân-ı kerîm okumakla, Allahü teâlâyı zikretmekle vakit geçirirdi. Hiç uyumazdı. Gündüzleri oruç tutmakla birlikte, tarlasında çalışır, boş durmazdı. Geceleri uyumamak için, ucu demirli bastonunun sivri demirini boğazının altına dayar, böylece uyanık kalmayı sağlardı.
Bir defasında seyahate çıkan İbrâhim Zâhid hazretlerinin yolu Erdebîl’e düştü. Orada Abdülmelik mescidi diye bilinen bir mescidde misâfir oldu. Mescidin vazîfeli müezzini o gece rü’yâsında, mescidin bânisi (inşâ ettireni) olan Abdülmelik hazretlerini gördü. Abdülmelik, müezzine; “Bu gece mescidimize bir misâfir geldi. Git bak. Onu ağırla” dedi. Müezzin de, misâfire ikram edecek birşeyi bulunmadığını söyledi Bunun üzerine Abdülmelik; “Evin falanca yerindeki yağ ile, falan kimsenin hediye ettiği pirinci ve falan yerdeki eti pişir. Mescidde bulunan misâfirimize ikram eti” dedi. Bundan sonra uyanan müezzin, rü’yâya i’timâd etmeyip tekrar yattı. Aynı rü’yâyı tekrar gördü. Uyandı. Tekrar yattı. Aynı rü’yâyı üçüncü defa görüp biraz da ikâz edilince, kalktı ve mescide geldi İbrâhim Zâhid ( radıyallahü anh ) mescidde oturup, Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl idi. Müezzin ona, rü’yâdan hiç bahsetmeden; “Efendim! Hoş safa geldiniz. Birşeyim yok ki size ikram edeyim” dedi. O da; “Şimdi geri git, Abdülmelik’in ta’rîf ettiği şekilde yemek yap getir! Ona i’tirâz etme! Sonra zarar görürsün” dedi. Onun bu apaçık kerâmeti karşısında hayrete düşen müezzin, karşısındaki şahsın, sıradan bir kimse olmadığını, evliyâ bir zât olduğunu anlayıp ellerine sarıldı. Hemen gidip yemeği hazırladı, İbrâhim Zâhid hazretlerine ikram etti ve onun talebelerinden oldu.
Had Ali isminde bir zât şöyle anlatır: “Şeyh Zâhid diye bilinen İbrâhim Zâhid-i Geylânî ile birlikte bir gemide yolculuk ediyorduk. O zamana kadar ben kendisini şahsen tanımıyordum. Fakat hâlinden derviş bir zât olduğu anlaşılıyordu. Gemide bir köşede oturuyor ve kimseye karışmıyordu. Bir ara bir fırtına çıktı. Gemi sallanmaya başladı. Hepimiz batacağız zannettik.
Bu hengâmede, yine bir köşede sakin sakin oturmakta olan İbrâhim Zâhid’in yanına vardım. Kendisine; “Ey şeyh, böyle tehlikeli bir anda, bir köşede oturacağınıza, birşeyler yapıp, kurtulmamıza vesile olsanız olmaz mı?” demeyi düşünüyordum. Hemen yerinden kalkıp, gemicinin yanına geldi Dümeni eline aldı ve çok güzel idâre etmeye başladı. Onun dümeni eline almasıyla fırtına sakinleşti ve gemimiz düzgün gitmeye başladı, İbrâhim Zâhid bana hitaben; “Ey Hacı Ali! Gemi böyle kullanılır değil mi?” dedi. Ben de; “Evet” dedim. Biraz sonra sâlimen karaya ulaştık. Gemide bulunanlar dışarı çaktılar. Ben de çıktım, İbrâhim Zâhid’in yanına yaklaşıp selâm verdim. “Ve aleyküm selâm ey Hacı Ali Erdebilî” dedi. Ben ellerine sarılıp; “Beni nasıl tanıdınız? ismimi ve nereli olduğumu nereden öğrendiniz?” dedim. “Allahü teâlânın izni ile gönlünden geçeni bilen. İsmini ve memleketini bilemez mi?” diye cevap verdi. Bunun üzerine, “Allahü teâlâ, evliyâsının gözlerinden perdeyi kaldırır ve gizli olan birçok şeyi onlara gösterir” sözünü hatırladım.
Şerefüddîn isimli bir zât şöyle anlatır: “Âdetimiz olduğu üzere, bir arkadaşım ile beraber İbrâhim Zâhid’i ziyârete gidiyorduk. Yanımızda, ona hediye olarak götürecek bir şeyimiz de yoktu. Bunun endişesiyle yola devam ederken, Geylân nehri kenarına geldik. O sırada nehrin sularının kabardığını, büyük bir balığın sahile vurduğunu hayretle gördük. Biz, gözümüzün önünde bir anda meydana gelen bu hâl karşısında hayrette iken, nehrin suyu tekrar sâkinleşti. Bizim hayretimiz daha da arttı. Bu balığı, hocamıza hediye olarak götürmeye karar verdik. Vardığımızda, bizi huzûruna kabûl etti. İltifât ederek hediyemizi (büyük balığı) aldı ve mutfağa gönderdi O balığı pişirdiler. Orada bulunan herkes yiyip doyduğu hâlde, balığın eti bitmemişti.
Yemekten sonra sohbete başlayan İbrâhim Zâhid hazretleri, söz sırasında buyurdu ki: “Tam bir teveccüh ile Allahü teâlânın velî kullarına yönelenler, Allahü teâlânın ve mahlûkâtın sevgilisi olurlar. Hattâ gökte ve yerde olan şeyler bile, onlara yardım, ikram ve hürmet ederler.” Biz, onun bu sözünü, bizim hakkımızda söylediğini, kerâmet olarak hâlimize vâkıf olduğunu anladık.”
İbrâhim Zahid-i Geylânî’nin talebelerinden olan Ahmed isimli bir zât şöyle anlatır: “Birgün hocamızla birlikte bir yerden geçiyorduk. Yanımızda ba’zı talebe arkadaşlarımız da vardı. Haddîni bilmez ba’zı kimseler, bizi görünce birbirlerine; “Hey! Bakın pilav düşmanları geçiyor. Kimbilir nereye yağlı pilav yemeye gidiyorlar. Bunlar dışarıdan sûfî görünüyorlar, ama Allah bilir, tenhâda yalnız kaldıklarında neler işliyorlar!” gibi uygunsuz ve edebsiz şeyler söylediler. Bu sözler hocamızın gayretine dokundu. Çok üzüldü. O kimselere karşı döndü: “Eğer biz, sizin dediğiniz gibi değilsek, hidâyete kavuşmuş olup, başkalarını da bu yola da’vet eden, nefsinin arzularını hakîr gören, nefsine ve şeytana uymayan, cenâb-ı Hakka şükredenlerden isek ayaklarınız dökülsün mü?” dedi. İbrâhim Zâhid hazretlerinin sözü biter bitmez, o kimselerden herbiri kötürüm oldular. Ayakda duramayıp, yere yıkıldılar ve hepsi de, binlerce elem ve sıkıntı içinde, acılarla kıvrana kaldılar. Orada bulunan herkes de, bu hâli görüp ibretle seyrettiler. Orada bulunan diğer insanlar, Allahü teâlânın veli kullarına sataşmanın, onları incitmenin ne büyük felâket olduğunu, gözleriyle görerek anlamış oldular. Bununla beraber, bu kimselerin bu acılarının, âhırette çekecekleri, azap ve sıkıntılar yanında pek hafif kalacağını da düşünüp; “Allahü teâlânın evliyâsını incitmekten Allahü teâlâya sığınırız” dediler.
Birgün İbrâhim Zâhid-i Geylânî hazretlerinin huzûruna, gözyaşları içinde bir kadıncağız gelerek, çok sıkıntıda olduğunu, duâsını almaya geldiğini, derdine hiç kimsenin çâre bulamadığını, lütfen kendisine bir çâre göstermesini rica edip, derdini şöyle anlattı: “Dünyâda bir oğlumdan başka kimsem yoktur. Oğlum bir hastalığa tutuldu. Hastalığın verdiği elem ile, kendinden geçmiş bir şekilde bir ağacın altında uyurken, bir yılan gelip, ağzından mi’desine girerek orada duruyor. Ba’zan da ısırıp çok elem veriyor. Çok yerlere müracaat ettim. Fakat bir netice alamadım. Ne olur siz yardımcı olunuz!” Kadının anlattıklarını üzüntü ile dinleyen İbrâhim Zâhid’in önde gelen talebelerinden Şeyh Safi de orada idi. İbrâhim Zâhid bu talebesine buyurdu ki: “Git, o yılana; “Şeyh Zâhid’in emri var” de. Oradan çekip gitsin ve bir daha o yiğide zarar vermesin.”
Kadın biraz rahatlamış olarak evine döndü. Biraz sonra da Şeyh Safi o eve geldi. Bu hâli haber alanlar meraklanıp, acaba nasıl olacak diye o kadının evinde toplanmışlardı. Şeyh Safi, delikanlının yanına varıp, hocasının söylediklerini söyledi. Sözünü bitirir bitirmez, gencin ağzından çıkan yılan, hemen oradan uzaklaşıp gözden kayboldu. Orada bulunanların hepsi, bu hâle şâhid olup, hayretle seyrettiler. Genç ve annesi, sevinçlerinden Allahü teâlâya çok şükredip, İbrâhim Zâhid ve talebelerine çok duâ ettiler. Onlara olan muhabbetleri de kat kat arttı.
Allahü teâlânın evliyâsı için böyle işler, olamıyacak şeyler değildir. Nitekim ba’zı büyükler; “Velî olan zâta, Allahü teâlâ öyle ihsânlarda bulunur ki, bırakın başka mahlûkları, dağlar ve taşlar bile ona hizmet eder, onun emrindedir. Bir velî zât, bir dağın yerinden ayrılıp başka bir yere gitmesini istese, Allahü teâlâ o sevgili kulu hürmetine o dağın yerini değiştirir” demişlerdir.
Vefâtı yaklaştığında, yanında bulunan talebeleri ve yakınları, ona yalvararak dediler ki: “Efendim! Uzun zamandır ağzınıza bir şey koymadınız. Hep oruçlu oluyorsunuz. Bununla beraber, iftar ve sahurda da birşey yemiyorsunuz. Bu sebeple rahatsız olmanızdan, hastalığınızın artmasından endişe ediyoruz.” Onların bu sözlerine karşı iltifât edip tebessümle karşılık veren İbrâhim Zâhid; “Güzel bir et olsa, suyla pişirilip yahni yapılsa..” dedi. Bildirdiği gibi güzel bir yemek pişirilip akşama hazırlandı. Akşam olup, namazdan sonra sofraya oturdular. Kendisi su ile iftar eden İbrâhim Zâhid hazretleri, o yemekten yemedi. “Efendim! Bir miktar da olsa yeseniz” diyenlere; “Siz yeyiniz. Talebelerimin yemek yemelerini, ağızlarının hareketlerini seyretmek bana ayrı bir zevk veriyor” buyurdu. Ertesi gün yine oruca niyet etti ve oruçlu olarak vefât etti. Yetiştirdiği talebelerinin sayısı pekçok olup, önde gelenleri ve kendisinden sonra halîfesi olan dört tanesinin isimleri şunlardır: Safi, Ahî Yûsuf, Pir Hikmet ve Ahî Muhammed.
1) Lemezât (Süleymâniye Kütüphânesi, Halet Efendi kısmı. 281 numaralı kitap.)
Kütahya Merkez’de Musalla Kabristanındaki Sunullah Gaybi hazretlerinin hemen yanında dır.
Aziz Mehmet Dumlu Hazretleri Kütahya’da doğmuştur. Baba tarafından soyu Buhara’ya uzanmaktadır. Dedesi Eşref Efendi Nakşibendi şeyhidir. Dedesinin dedesi Hurşit Efendi
Buhara’da tahsilini tamamlamış bir Nakşibendi şeyhidir. Soyunda anne tarafından gelen bir manevi çizgi de mevcuttur. Anneanneleri Gülsüm hanımın Eskişehirli Sadık Efendi Aziz Hazretlerinden biatlı bir Şabani dervişi olduğu bilinmektedir.
Mehmet Dumlu Hazretleri ilk eğitimini Kütahya’da yaptı. Daha sonra hafızlık eğitimine başladı. Sekiz ayda Kuranı kerim hafızı oldu. Askerlik görevini İzmir Gaziemir’de tamamladı. Askerlik dönüşü kısa bir süre memurluk yaptı. Memurluktan ayrılıp Kütahya Şehitler Camii imamlığına tayin edildi. Müftülük kadrosunda Kuran Kursu öğretmenliği yapt 1953 yılında Kütahya’da Ayşe hanımla evlendi. Evliliğinden iki oğlu bir kızı oldu. Oğulları Kamuran bey ve Sacit bey Kütahya’da ticaretle uğraşmaktadırlar. Kızı Asuman hanım da evlidir ve Kütahya’da yaşamaktadır. Mehmet Dumlu Hazretleri, eşi ile 47 yıllık bir evlilik hayatı sürdü. Eşi Ayşe hanımefendi, özenli, namazlarını kazaya bırakmamış bir hanımefendiydi. 2000 yılında Ayşe hanım vefat etmişlerdir. Bu tarihten sonra Mehmet Dumlu hazretleri büyük oğlu Kamuran beyle birlikte oturmuştur.
Aziz Mehmet Dumlu Hazretleri tasavvufa ilk olarak Mevlevi Şeyhi Kütahya’lı Akif Dede’ye intisab ederek girmiştir. O sırada Nakşibendi halifelerinden Altıntaş’lı Hacı Mehmet Efendi’nin sohbetlerine de devam etmektedir. İzmir Gaziemir’de askerlik görevini yaptığı sırada Kadiri şeyhi Sezai Efendi ile tanışır ve onun sohbetlerine katılır. Askerden terhis olduktan sonra Kütahya’ya dönen Mehmet Dumlu Hazretleri, Altıntaşlı Hacı Mehmet Efendinin vefat ettiğini öğrenir. Bunun üzerine kendisinde bir kamil mürşid arayışı başlar. Kütahya eşrafından Elifzade Nuri Efendi vasıtasiyle Uşak’ta bulunan Halveti Şabani Şeyhi Hoca Mustafa Efendi Aziz Hazretlerine biat ederek Halveti Şabani yolunda tasavvuf eğitimine başlar. Dervişliği çok coşkulu olan Mehmet Dumlu Hazretleri, kısa sürede şeyhinin takdir ve teveccühüne mazhar olmuştur.
Tasavvuf eğitimi yanında müzik eğitimine de devam eden Aziz Mehmet Dumlu Hazretleri, usul ve makam konularında kendisini yetiştirmiştir. Çok sayıda ilahiyi makam ve usulu ile ezberinde bulundurduğu için ilahiler konusunda araştırma yapan müzisyenlere yol göstermiştir. Dervişliği sırasında, hizmette ve gayrette önde yer alan Mehmet Dumlu Hazretleri şeyhinin vefatından önce irşad ile görevlendirildi. 1973 yılında vefat eden Uşaklı Mustafa Efendi Aziz Hazretleri’nin Halveti Şabani çizgisini aslına uygun olarak devam ettirmiştir. Kütahya, İstanbul, İzmir, Bursa, Ankara, Konya, Kastamonu ve Erzurum vilayetlerinde sohbetleriyle; irfan yolunda istekli olanlara tasavvuf eğitimi vererek hizmeti sürdürmüştür. İrfan yolunda yüzlerce öğrenciyi, nefisleriyle mücadelede gerekli yol ve yöntemleri göstererek, irşad ve ıslah etmiştir. Aziz Mehmet Dumlu Hazretleri, 27 Ağustos 2011 tarihinde Kütahya’da Cemal Alemine yürümüştür. Naaşı, Kütahya’da, Sunullah Gaybi Hazretlerinin Türbesi yanında, toprağa verilmiştir.
Bolu – Mudurnu’da Kanuni Sultan Süleyman camii bahçesindeki Halveti tekkesinde.
Osmanlılar zamanında Mudurnu’da yetişen evliyâdan. Ali Bey adında bir zâtın oğlu olup, “Uzun Dâvûd” ve “Dâvûd-i Mudurnî” diye tanınırdı. Doğum târihi belli değildir. Halvetî şeyhlerinden Seyyid Yahyâ-i Şirvânî’nin yüksek talebelerinden Şeyh Habîb’in sohbetlerine devam edip, tasavvufun yüksek ma’rifetlerine kavuştu. Meczûb bir zât idi. İsfendiyâroğlu Kızıl Ahmed adında bir zât, Şeyh Davud’a bir mektûp yazarak, tasavvuf talebeleri arasında pek ma’lûm, başkalarına ise mestur (gizli) olan “devâir-i hamse”den bahseden bir eser yazmasını rica etmişti. Şeyh Dâvûd da, onun ricasını kabûl edip, devâir-i sülûktan yedi dâireyi açıklayan “Gülşen-i tevhîd” adında bir kitap yazıp gönderdi. Bu eser, Arabca ve Türkçe şiirlerle, tasavvufta cezbe ve sülûk hâllerini anlatmaktadır. Tasavvuf ehli arasında çok okunmuş ve uyulmuştur. Tasavvuftaki yüksek hakîkatleri anlatan kıymetli bir eserdir. Ayrıca halîfelerinden “Kâşifi” mahlaslı bir şâirin, Şihristânî’nin “Milel ve Nihâl” kitabı tarzında, “Tehzîb-ül-akâid ve müfîdet-ül-fevâid” isminde bir eseri de mevcûttur. Dâvûd-i Halvetî, 913 (m. 1507) sesinde Mudurnu’da vefât etti.
“Şakâyık-ı Nu’mâniyye” kitabının sahibi şöyle anlatır: Doğduğum andan bülûğ yaşına girinceye kadar dilim çözülüp konuşamamıştım. Birgün babam beni alıp, Şeyh Davud’a götürdü ve benim bu hastalıktan bir an önce kurtulmam için duâ etmesini rica etti. Tâhâ sûresi 25-28. âyet-i kerîmelerinde nieâlen: “Ey Rabbim! Benim, göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Dilimden düğümü (şu peltekliği) çöz. Böylece sözümü iyi anlasınlar!” buyurulduğu gibi duâ etti. Kendi mübârek ağızlarından, benim ağzıma birşeyler okudu. Dilim hemen çözüldü. Evimize döndüğümde annemi görünce; “Anacığım, artık ben konuşuyorum” diye seslendim.”
Yine şeyhin dostlarından biri şöyle anlatır. “Ba’zı arkadaşlarımla Karaman diyârına seyahate çıkmıştık. Yolumuz susuz bir bozkıra uğradı. Susuzluk ve sıcak hava hâlimi perişan etmiş, helak olayazmıştım. Bu hâlde iken, karşıdan bir kalabalık topluluk göründü. Onlarda su bulabilirim ümidi. İle sevinmiştim. Yakınımıza geldiklerinde gördüm ki, meczûb bir derviş, zikrederek (Allah, Allah diyerek) yürüyordu ve elinde su dolu bir ibrik taşıyordu. Bana doğru bakınca, elindeki ibriği havaya fırlattı. Havadan yere düştüğünde, o ânda hararetim geçiverdi. Bu zâtın kim olduğunu araştırınca, kâfilenin reîsinin Şeyh Dâvûd ve meczubun da, talebelerinden Şeyh Süleymân adında bir kimse olduğunu anladım. Hemen Şeyh’e koştum. Onun bu açık kerâmetini görünce, büyüklüğünü anlayıp ona talebe, oldum.”
Kaynaklar ; 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 374
2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye cild-1, sh. 415
3) Sicilli Osmânî cild-2, sh. 324
4) Tâc-üt-tevârih cild-2, sh. 597
5) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 69
Denizli – Merkezefendi ilçesine bağlı İlbade Mahallesi’nde, İlbade Mezarlığı içerisinde bulunmaktadır.
Şeyh Mehmet Şirvani Türbesi, Merkezefendi ilçesine bağlı İlbade Mahallesi’nde, İlbade Mezarlığı içerisinde bulunmaktadır. Türbe, mezarlığın ortasına yakın bir noktada konumlanmıştır. Türbe, Azerbaycan’ın Şirvan kentinin Zerdab köyünde doğmuş olan Şeyh Mehmet Şirvani’ye aittir. Şeyh Mehmet Şirvani, bilinmesi gereken tüm ilimleri öğrenmiş, birçok yerde İslamiyet’i anlatıp talebe yetiştirmiş, daha sonra da Denizli’ye yerleşmiş ve Miladi 1851 yılında Denizli’de vefat etmiş ünlü bir din adamıdır.
Kareye yakın bir plana sahip olan türbenin üzeri, sac kaplı beşik çatıyla örtülüdür. Türbenin tavanı ahşap kaplıdır. Yapının kapı ve pencereleri dikdörtgen formlu ve sadedir. Kıble yönündeki duvarda yer alan mihrap oldukça dikkat çekicidir. Türbenin içinde Şeyh Mehmet Şirvani’ye ait büyük bir sanduka ile başka bir kişiye ait küçük bir sanduka bulunmaktadır.
Fotoğraf ve Metin için Kaynak ;
Denizli Kültür Envanteri , Denizli Belediyesi , 2014 , sy 69 İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları , sy 287
II. Mahmut devrinin önemli kişilerinden Emin Efendi’nin oğlu olan Ahmed İzzet Efendi , Unkapanı’nda Bir Şazeli Şeyhine intisap etmiş iken, çocukluğunda bir rüya üzerine Sineklibakkal’daki Tekke’de zamanın kutbu Kuşadalı İbrahim Halveti hazretlerine intisap etmiştir. Onun gözde halifelerinden birisi olmuştur.
Bulundukları Tekke yandığı zaman Şeyhi , Ahmet Efendi’ye ” Oğlum, üzülme masivayı yaktın , geleceğine bak.” demiştir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) neslinden gelen , Ahmed İzzet Efendi , Keçecizade Ali Efendi’nin halefi , Muhammed Kırımi vefatı üzerine Kazasker Hasan Rafet Efendi Tekkesi diye anılan , şu anda medfun bulunduğu mekana Şeyh tayin edilmiştir. Bu görevi süresinde çok kıymetli alimler ve tasavvuf büyükleri yetiştirmiştir.
Ömrünün son yıllarını, imamlık ve Şeyhlik vazifesiyle geçiren Ahmet İzzet Efendi (1875) tarihinde vefat etmiş zamanın büyüklerinde Cerrahi Şeyhi Ali efendi , Seyyid Nizam dergahı şeyhi Mahmut Celaleddin ve Ulemadan Tikveşli Yusuf Efendi tarafından yıkanmıştır.
Fakirlere ve talebelere destek verir, yedirip içirmeyi çok sever. Mekke ve Medine fakirlerine buradan devamlı yardım gönderirdi. Ayrıca önemli özeliklerinden birisi de hastalara bakar dertlerine deva olurdu. Çaresiz insanlara yol gösterirlerdi.
Buhari-i Şerifi her yıl bu dergahta hatim ettirirlerdi.
Burhaneddin Hasan Cihangiri hazretleri’nin kabri ; İstanbul Cihangir’de Cihangir camiinde.Cihangir de Özoğul sokağında
Halveti yolunun büyüklerinden olan Şeyh Hasan Efendi ;Harput kasabasının Perçin köyünde dünyaya gelmiştir.Uzun yıllar İstanbul’daki Cihangir semtindeki tekkesinde faaliyet gösterdiği için Cihangiri lakabıyla anılır.
İlk ilim ve tahsilini Harput’ta yaptı. Daha sonra Celali isyanları sebebiyle Bursa’ya giderek Halveti Şeyhlerinden Yakub Fani Efendi’ye intisap eder. celali isyanları Bursa’yı da tehdit etmeye başlayınca şeyhiyle beraber İstanbul’a giderek Eyüp’te Baba Haydar Tekkesi’ne yerleşti. Bu yıllarda mürşidinin şeyhi Şerbetçi Mehmed Efendi ile onun şeyhi ve Halvetiyye’nin Ramazaniyye kolunun piri olan Ramazan Mahfi Efendi’nin sohbetlerine katılma fırsatını buldu. Sekiz yıl hizmetinde bulunduğu Ramazan Efendi tarafından kendisine 1020 (1611) yılında hilafet verildi ve Cihangir Camii’ne meşihat konularak buraya şeyh tayin edildi.
Hasan Burhaneddin Efendi Cihangir Camii’ne şeyh tayin edildikten sonra caminin yanına yaptırdığı tekkede vefatına kadar elli iki yıl irşad faaliyetini sürdürmüş, bu uzun süre içinde birçok halife yetiştirmiştir. Halifeleri istanbul ve civarıyla Gebze, Safranbolu, İznik, Edirne, Bolu, Bursa, Gelibolu, Tavşanlı,Malatya ve Şam’da faaliyet göstermiş. kendisine nisbet edilen Cihangiriyye tarikatının geniş bir sahada yayılmasını sağlamışlardır. Üsküdar’da tekkesi bulunan Çamlıcalı Mehmed Efendi en meşhur halifelerindendir.
Halvetiyye’nin seyrü süluk adabına ve atvar-ı seb’aya dair iki risalesi ve bazı ilahileri olduğu bildirilen Hasan Burhaneddin Efendi 90 yaşlarında Reblülahir 1074’te (Kasım 1663) vefat etmiş ve Cihangir Camii’nin haziresine defnedilmiştir. Kendisinden sonra yerine halife bıraktığı Fethullah Efendi de 1703-04 tarihinde vefat etmiş ve şeyhinin yanına defnedilmiştir.
Şeyh Hasan Efendi’nin mezar taşında şu ibare yazılıdır ; ‘‘ Kutbu’l-arifin Cihangiri merhum eş-şeyh Hasan Efendi kaddesallahu ruhuna bişefaati’l-fatiha 1074 ”
Kaynaklar;
İstanbul Halveti Tekkeleri , Fatih Köse , Maramara Üniversitesi İlahiyat Fakultesi yayınları
Sefine- Evliya , Hüseyin Vassaf
İstanbul’un 100 sufisi
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
İstanbul Evliyaları , Türkiye Gazetesi
Sümbül Efendi hazretlerinin Türbesi ; İstanbul – Kocamustafapaşa’da Sümbül Efendi camiinde
”Aşk ile iki cihanda şah olan gelsin beri, Rah-ı Hak’ta bende-i dergah olan gelsin beri. Devlet-i dünya ile mağrur olanlar gelmesin, Aşk-ı fani, fena fillah olan gelsin beri. Sümbülî, ince durur kıldan sırat-ı müstakim Destgiri daima Allah olan gelsin beri.” Sümbül Efendi
Sümbül Sinan, Halvetiyye Tarikatı’nın bir kolu olan Sümbüliyye şubesinin kurucusudur. Asıl adı Yusuf, lakabı Zeynüddin, şöhreti ise Sümbül Sinan’dır. Babasinin adı Ali, dedesininki Kaya Bey’dir. 1475 – 1480 yılları arasında Merzifon Borlu/Hamideli nahiyesinde doğmuştur. İlk tahsitini doğduğu yer olan Merzifon’da yaptıktan sonra, İstanbul’a gelerek, dönemin tanınmış alimlerinden Efdalzade Hamideddin (ölm. 903/1497)’in talebesi olmuştur. Medresedeki tahsili sırasında süfîlerin aleyhinde bulunduğu halde, sonradan meydana gelen bir rastlantı; devrin tanınmis Halveti şeyhlerinden olan ve Kocamustafapaşa Külliyesi’nde tarikat faaliyetlerinde bulunan Muhammed Cemaleddin (Çelebi Halife) île tanışmasına ve O’na bîat edip, intisabına vesile olmuştur.
Bu karşılaşma şöyle olur ; Çelebi Halife’nin müridlerinden bir genç, Sümbül Sinan’la aynı tahsili görüyordu. Hatta Sümbül Sinan zaman zaman bu arkadaşına, “bu süfîlerin meclisinde ne bulursun” diye takılırdı. Birgün bu arkadaşı ile medreseden çıkmış yürüyorlardı. Yolda Çelebi Halife île karşılaştılar. Arkadaşı “işte bizim efendimiz geliyor” deyince, Sümbül Sinan arkadaşının kulağına eğilerek; “plav aşıkı bir süfîye benziyor” der. Fakat arkadaşı bu duruma aldırmaz. “İnsan, uzaktan görmekle ve kıyafetine bakmakla anlaşılmaz. Gel beraber bir kere toplantısında bulunalım. Sohbetini dinle, sonra karar ver” diyerek. Sinan’ı ikna eder. Toplantıya giderler ve sohbet esnasında Çelebi Halife, Sümbül Sinan’a dönerek; “dileyen ister, isteyeni (şeyh) vasıl eyler; bir nazarla maksudun hasıl eyler” deyip bir nazar eyler. Bu bakış Sümbül Sinan’ı kendinden geçirip bayıltır. Sohbet sonunda, Şeyh Efendi, Sümbül Sinan’ın başını dizine alarak, “getirin benim tenkitçi Sümbül’ümün feracesini, kendi elimle giydireyim” derken, Sümbül Efendi ayılır ve Şeyhin elini öperek, bugüne kadar yaptığı tenkitlerden pişmanlık duyar.
Sümbül Sinan o gece eve dönmemiş, dergahta kalmış ve bir rüya görmüştür. Rüyasında bir kuyunun başında toplanmış ve kuyudan kovalarla su çekmek isteyen insanlar görür. Su içmek arzusuyla kendisi de su çekmek ister ve bu amaçla kuyunun başına varır. Bu sırada kuyunun suyu dolarak taşmaya başlar. Herkesin büyük zorluklarla ulaşmaya çalıştığı suya kolayca kavuşur ve susuzluğunu giderir. Sabahleyin hemen Şeyhi’nin yanına koşar. Rüyasını anlattığında, Şeyhi Çelebi Halife, “Mevlana, senin gönlünde ilahi füyuzatın coşkunluğu vardır. Sana karşı geliyor.Niçin onu kuvveden fille çıkarmazsın. Rüyanın hakikat olmasını istemez misin?” deyince, hemen Şeyh Hazretlerine intisap eder ve tarikate girer.
Bu gelişmeler üzerine Çelebi Halife ile yeni müridi arasında büyük bir ünsiyet ve muhabbet doğar. Şeyhi, O’nu hemen bir hücreye alır ve halvete sokar. Burada üç yıl kadar süren riyazet ve mücahedesini tamamladıktan sonra, dördüncü yılda halifelik icazetini alır. Halifelik icazetiyle irşad yetkisini kazanan Sümbül Sinan Şeyhi’nin arzusu doğrultusunda; 1493-1494 yılları arasında Mısır’a gider ve Sümbül Sinan hazretlerinin burada 3 yıl kaldığı tahmin edilmektedir.
II Bayezd (1481-1512) devrinde ; İstanbul’da büyük bir zelzele ve arkasından da veba hastalığı zuhur eder. Bu tabiî afet karşısında Padişah; 40 muridi ile birlikte dua etmesi için Çelebi Halife’nin hacca gitmesini ister. Bunun üzerine şeyh Efendi; Mekke’ye gelmesi için Mısır’da butunan Sümbüî Sinan’a Mekke’ye gelmesi için haber gönderir. Sümbül Sinan Harem-i Şerife geldiğinde, Şeyhi’nin Şam / Tebük Korusu denilen yerde vefat ettiğini ve oraya defnedildiğini, hacdan sonra İstanbul’a dönerek, yerine posta oturmasını ve kızı Safiye Hanımla evlenmesini vasiyet ettiğini öğrenir. Vasiyet doğrultusunda İstanbul’a dönen Sümbül Sinan , Safiye Hanımla evlenir ve Kocamustafapaşa Tekkesinde şeyh olarak göreve başlar. Vefatına kadar 33 yıl bu tekkede Şeyhlik yapar.
Sümbül Sinan bir taraftan müridlerinin yetiştirilmesiyle meşgul olurken, diğer taraftan da, Fatih ve Ayasofya camilerinde halkı aydınlatıyor, Kur’an-ı Kerim’i tefsir ediyordu. Toplumu bilgilendirmeye yönelik bu çabalarının yanında; Yavuz Sultan Selim Camii inşa edildikten sonra, burada ilk vaaz verme şerefine nail olduğuna bakılırsa, Sümbül Sinan’ın mutasavvıf kimliğinin yanında iyi bir hatip olduğu tahmin edilmektedir. Tefsir, hadis ve tasavvufî ilimler sahasında oldukça geniş bir bilgiye sahip olduğu. Arapça’yı çok iyi bildiği devran ve sema zikrini savunmak maksadıyla kaleme aldığı risalelerinde başvurduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır.
İstikamet itibariyle adil, mezheben kuvvetli, metin ve celil sahibi bir zat olan Sümbül Sinan; hücresinin perdeyle kapalı penceresinde yaşar, Peygamber (sav) ve velilerin ruhları île dolu olduğuna inanarak odanın içini boş bırakırdı. Doğum tarihi itibariyle Sümbül Efendi. 50 – 55 yaşlarında bulunduğu bir sırada hayata gözlerini yummuştur. Vefat tarihi Pazartesi gecesi Muharrem 936 / Eylül 1529’dur. Cenaze namazı Fatih camii’nde kılındıktan sonra Kocamustafa Paşa Hangahına getirilerek, hangahın bahçesine defnedildi. Sonra üzerine türbe yapıldı.
Kocamustafapaşa’daki Türbesi bugünkü şeklini ; 1834-35 yılında Sultan II. Mahmud zamanında yapılan onarım ile Serasker Rıza Paşa’nın vefatından bir müddet önce gerçekleştirdiği restorasyon sonucu almıştır. Asıl Türbenin planı sekizgendir. Bugünkü türbe binası yuvarlık planlı ve kubbeli bir yapıdır. Bunun güney yönünde, yamuk planlı bir giriş bölümü eklenmiş, gerek Sümbül Efendi , gerekse de bitişik olan Serasker Rıza Paşa Türbesi’nin kapıları giriş bölümüne açılmıştır. Sekizgenin dörtgen kenarında şadırvan avlusuna açılan demir şebekeli birer penceresi vardır. Bu pencerelerin üzerinde, oval tepe pencereleri vardır. Enlemesine yerleştirilen tepe pencereleri, alçıdan mamul sümbül demetleri ile çevrelenmiştir. Türbeyi örten ahşap kubbe, dışarıdan kurşunla kaplıdır. Kubbe eteğinden hareket eden kurşun kaplı saçak , türbenin ve giriş bölümünün cephelerinde dalgalanarak uzanır , türbe içi ise süsleme bakımından sadedir.
Türbede Sümbül Efendi hazretleri tek başına yatmaktadır. Türbe girişinde , Serasker Rıza Paşa’nın türbesi vardır. Rıza Paşa’nın Türbesi torunlarınca yapılmıştır. Ayrıca cami bahçesinde; Safiye Sultan , Şeyh Rıza EFendi , Şeyh Nureddin Efendi , Çifte Sultanlar, Zincirli Selvi ve Daye Hatun türbeleri vardır.
Kaynaklar ;
Sümbüliye Tarikatı ve Koca Mustafapaşa Külliyesi , Nazif Velikahyaoğlu , Çağrı yayınları
Fotoğraflar ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey ve Mustafa Gürelli Bey den Allah razı olsun
http://www.erolsasmaz.com/
http://www.mustafagurelli.com/
İstanbul – Eyüp Nişanca cadesinde Pir Abdulmecid Sivasi tekkesinde
Abdülmecîd-i Sivâsî’nin tesbit edebildiğimiz kadarıyla biri erkek dört çocuğu dünyaya gelmiştir. Bunlardan biri, Abdülbâki Efendi’dir. Diğer çocukları ise kız olup, en küçüğü; Râziye, ortanca kızı; Safiye, büyük kızı ise; Âlime Hatun’dur. Hüseyin Vassâf, Sivâsî’nin kızlarından Raziye Hatun’u 1033/1623 târihinde Abdülehad Nûrî ile evlendirdiğini nakletmektedir.
Abdülbâki Efendi 1023/1614 tarihinde Reisü’l-Küttâb La’li Efendi (ö.1009/veya daha sonra)’nin Abdülmecîd-i Sivâsî’ye hediye ettiği Eyüp Nişanca’da bahçe içinde bulunan bir evde dünyaya gelmiştir.İbtidâ ilimleri babasından tedris eden Abdülbâki Efendi, döneminin muhakkik ve müdakkik üstâdlarından da zâhirî ilimleri tedrîse devâm etmiş, bilâhare Şeyhulislâm Yahyâ Efendi’ye mülâzım (stajyer) olmuştur. Medrese tahsîlinde ilerleyerek Medâris-i Erba’îniyye (Kırk akçe medreseleri)’den mezun olmuş, resmî olarak haric medreselerinden birinde hocalık yapmıştır. Daha sonra Nazmi Efendi’nin ifadesiyle; “
Biz sûfî-i sâfi-dil, ihlâs be-dûşuz.
Biz meclis-i dil-dârda gerçi ki hâmûşuz.
Bir katrasını nûş ideli bâde-i aşkın,
Âlemlere ser-mâyede cûş u hurûşuz.”
rubâîsini vird-i zebân edip, babasına bîat ederek tasavvuf yoluna intisâb etmiştir. Önceleri zâhirî ilimlere yönelmiş iken bilâhare bâtınî ilimlerde ilerleyerek zamânının seçkin sûfîlerinden birisi olmuştur. Abdülbâki Efendi’nin dönemin seçkin ve muteber sufilerinden oluşunu, Edirne ve civarındaki bazı imaret tesislerinin vakıf gelirlerinin bilanço kayıtlarında zevâid- hor denilen zümrelere tahsis edilen ödenekten günlük sekiz akçenin İstanbul’a Abdülbâki Efendi için gönderildiğine dair kayıtlar da göstermektedir. Bu ödenek Osmanlı döneminde örfen hizmet mukabili olmayarak vakfın gelirinden salah, ilim ve fakr sahiplerine verilmiştir . Edirne ve vivarındaki imaret tesislerinin Bilaço kayıtlarında Zevâid-hor denilen zümre mensupları arasında İstanbul’da bulunan bazı kadınlara da ödenek gönderildiği anlaşılıyor. Barkan’ın tespit ettiği bilanço kayıtlarında Âlime Hatun (Bülbülzâde’nin eşi), Safiye Hatun ve Raziye Hatun isimleri de geçmektedir ki, bu hanımlar eğer Abdulmecî-i Sivâsî’nin kızları ise yapılan ödeneğin Sivâsî ailesine yönelik olarak olduğu da düşünülebilir.
Abdülbâki Efendi babasının ölümü üzerine onun Yavsi Tekkesi’ndeki makamında post-nişin olmuş ve talibleri irşada devam etmiştir. Yine Sultan Ahmet Câmii’nde babasının yerine Cuma vâizliği, Sultan Mehmed Han Camii (Fâtih Câmii)nin ise Çarşamba günü vâizliği kendilerine tevcîh olunmuştur.
Abdülbâki Efendi’nin eserleri ve görüşleri hakkında bilgi sahibi değiliz. Ancak onun Süleymâniye Ktp. Lala İsmâil, nr. 453/1′de bulunan mecmuanın 19a’da yer alan şu ilâhîsi Hoca-zâde’nin belirttiği hasletlere iştiyakının kendi diliyle ifadesini göstermektedir:
İlâhî sen beni yarlığa lütf et Ledünni ilmine mazhar olam tâ
Ledünnî ilmine mâlik olanlar Ne denlü alçak ise olur a’lâ
Cemi’-i Halvetîler hürmetine Dilim eyle me’ârif ile gûyâ
Budur senden niyâzım gece gündüz Kulun Bâkî’ye ihsan et Hüdâyâ
Abdülbâkî Efendi yetmiş üç yıl ser halka-i Tevhîd ve tezkîrde bulunmuş, kürsülerde hadîs ve tefsîr dersleri vermiştir. Muhammed Nazmî’nin ifâde ettiğine göre O, zâhid, müteşerri’, verâ ehli, kerâmet ve makâm sâhibi birisi olup, pek çok halîfe ve muhibbi vardı. Katında pâdişah ve köle bir olup, halk tarafından da oldukça çok sevilirdi. Aşırı derecede tevâzu ehli birisi olup, yaşı doksana ulaştığı hâlde ziyâretçileri bizzat kendisi kapıda karşılar ve uğurlarmış35. Sivâsî-zâde Abdülbâkî Efendi 1122/1710 senesi Rebiülevvel ayının 15. çarşamba gecesi vefât etmiş, cenâzeleri Eyüp Nişanca’da babasının türbesine defnedilmiştir.Vefâtından sonra Sultan Ahmed Câmii va’ziyesi, Yenibahçe’li Çelebi Şeyh Mehmed Efendi’ye, zâviyeleri (Yavsi Zâviyesi)de kerîme-zâdesi Şeyh Mehmed Efendi(ö.1143/1730)’ye verilmiştir.
Yararlanılan Kaynaklar :
Eyüpte medfun Bir Halveti-sivasi Şeyhi: Sivasizade Abdulbaki efendi ; Yrd. Doç. Dr. Cengiz gündoğdu