Ana Sayfa>Bursa(Sayfa 11)

Abdal Musa Baba

Bursa ‘da Zeyniler caminin üst tarafında yer alan Musa Baba camiinin avlusunda

Aslen Azerbeycan’ın Hoy şehrindendir. Piri de Yatağan Baba adında meşhur bir velidir. Ahmed Yesevi hz’nin halifelerinden Anadoluya gelen Horosan erenlerindendir.

Kaynaklarda ölüm ve doğum tarihi ile ilgili bir kayıt yoktur. Geyikli Babayla aynı zamanda yaşamıştır. Bursa’nın fethinden önce bursaya gelen kırk abdaldan biri olduğu rivayet edilir. Bursa’nın fethi esnasında Sultan Orhan’a maddi ve manevi yardımlarda bulunmuş, savaşlara katılmış, can-ı gönülden mücadele edip ,fetihden sonra da Emir Sultan semtinin üst taraflarında bağlık bahçelik yüksekce bir tepeye dergahını açmış ve burada vefat etmiştir.

Musa Baba camii ve haziresi

Musa Baba caminin kıble tarafında Abdal musa hz’nin türbesi vardır. Batı tarafında ise Şeyhülislam Abdülkadir efendinin aile mezarlığı bulunmaktadır. Ayrıca yazısız olan üç kabir taşı daha vardır.

Hazirede olanlar ;
1- Abdal Musa Baba
2- Şeyhülislam Abdülkadir Efendi
3- Hamza Dede ( Emir Sultan Halifesi 1601)

4- Kadrizade Seyyid Zeynelabidin. – Maraş kadısı 1634

Bir çok Anadolu velisinde olduğu gibi, Abdal Musa‘nın da yaşadığı ve tekkesini kurduğu yöre hakkında farklı görüşler ve belirsizlikler vardır. Bursa’da olduğu gibi Antalya’nın elmalı yöresinde Abdal Musa isminde bir Tekke vardır. Yeniçeri ocağının kaldırılmasına kadar Bektaşi tekkesi olarak faaliyet gösteren tekke daha sonra nakşilerin eline geçmiştir.

Kaynak ;
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları

Hasan Basri Öcalan – Bedri Mermutlu , Bursa Hazireleri , Bursa Kültür A.Ş. yayınları

 

Gözedeci Dede

Bursa’da Tahtakale mahallesinde yer alan İnebey Caddesi ile gözede sokağının kesiştiği yerde

Adı Gözedeci Mehmed Efendi‘dir . Ravza-i evliya ve Gülizar-ı İrfan’da ;” Mezarı ihtiyar ve genç, ziyaret edenlerin Allah rızası için yaptıkları duaların kabul olduğu yer olup her ne husus için ruh-ı şeriflerinde istimdad etseler , elbette muradlarına kavuşup faydasını gördükleri tecrübe ile sabittir. ”denir.

Bir başka rivayete göre de ; Bu zatın ” Aşık Cemal ” adında birisi olduğu ve sevdiği uğruna fedakarlık gösterdiği söylenmektedir.

Kaynaklar;
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları

 

Akbıyık Sultan (k.s.)

Bursa – Nalbantoğlu Mahallesinde Akbıyık caddesi üzerinde . İpekçioğlu sokağının tam karşısındadır.

Akbıyık Sultan Tekke ve Haziresi

Şimdiki türbesinin olduğu yerde dergahı ve mescidi vardır. Dergah bir müddet Bektaşilerin eline geçmiş, daha sonra terk edilerek ev olarak kullanılmıştır . Günümüzde ise Dergah Yok olmuş , türbe ve hazire ise kalmıştır. haziresinde ;
Mehmed Ağa Bin Ahmed
Hacı Hüseyin Kazım Efendi ( Akbaba ailesinde – müderris)
Hafız ahmed efendi
Seyyid Hacı Hafız İmadeddin Efendi ( Akbaba ailesinde – müderris)
Mehmed Emin Efendi
Edhem Efendi ( Kadı – Rufai )
ve on dort tanede isimsiz kabir taşı bulunmaktadır.[/toggle]

Akbıyık Sultan ; Meczub velilerden olup , II. Murat Ve Fatih Sultan Mehmet Han döneminde yaşamıştır. Asıl adı Abdullah , Muhyiddin veya Ahmed Şemseddin’dir. Babasının adı ; Hacıoğlu’dur. Doğum tarihi bilinmemektedir. Hacı Bayram Veli hz’nin sohbetlerine katıldı. Onun feyz ve bereketiyle kemale erdi. Onun huzurunda tevbe ve inabetle , mücahede ve riyazat edip kalblere şifa olan sözleri ile ileri derecelere ulaştı.

Akbıyık Sultan bir taraftan hocasının sohbeti ile bereketlenirken diğer taraftan İkinci Murâd Han’ın haçlılar ve diğer din düşmanlarına karşı giriştiği cihâd hareketine de katıldı. Giriştiği seferlerde, Hacı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin diğer talebeleri ile birlikte büyük kahramanlıklar gösterdi. Böylece Osmanlıların Rumeli’deki yayılmasında önemli hizmetler gördü.

Bu gazâlarda gösterdiği başarılardan birinin sonunda İkinci Murâd Han tarafından Yenişehir köylerinden bir tanesi kendisine temlik edildi (1437). Bu parayı ticarette kullanan Akbıyık Sultan kısa zamanda malının hesâbını yapamayacak kadar zenginleşti. Mal, mülk meşgûliyeti az zaman içinde, hocasının sohbetinden daha az istifâde etmesine yolaçtı. Bu sebeple birgün hocası Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, dünyâya ve onun geçici lezzetlerine bağlanmanın mahzurlarından bahsederek Akbıyık Sultan’a;

“Evlâdım bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı bâki kalan işlerle meşgul ol.”

Hocasının bu sözleri üzerine Akbıyık Sultan;

“Hocam! Peygamber efendimiz; “Dünyâ, âhiretin tarlasıdır.” buyuruyor. Bu sebeple dünyâ malı ile de meşgul olmak gerekmez mi?”

Hacı Bayram-ı Velî hazretleri uzun bir sükûttan sonra;

“Evlâdım! Mâdem ki dünyâyı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terket. Bu dergâhta dünyâ ile meşgul olanların işi yoktur.” buyurdu.

Akbıyık Sultan bu sözler üzerine kapıdan dışarı çıkarken tam eşik üzerinde başından sarığını düşürdü. Bunu hocasının bir kerâmeti bilip günü gelince sebebi meydana çıkar, düşüncesiyle alıp başına giymedi.

Akbıyık Sultan’ın bundan sonra topladığı altın ve gümüş para sayılamayacak ölçüde arttı. Ancak gönlünü hiç bir zaman para ve pula kaptırmadı. Eline geçen para da hiç bir zaman kendisinde kalmadı. Fakir, fukarâ, kimsesiz, öksüz, yetim, dul, borçlu ve gariplerin sığınağı oldu. Bursa’da büyük bir imâret yaptırarak gelen geçen yoksullara ikramlarda bulundu. Misâfirleri ağırladı. O dağıttıkça parası artıyor, parası arttıkça o da dağıtmaya devâm ediyordu. Bu arada Alâeddîn Ali el-Arabî hazretlerinin derslerine devam ederek ilimde ilerlemeye de gayret sarfediyordu.

Ve nihâyet… Hocasının kerâmeti tahakkuk etti. Sarığının eşik üzerinde düşmesinin esrârı aydınlandı. Yine şeyhi ve üstâdı Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin eşiğine yüz sürdü. Mübârek sohbetlerine tekrar kabûl olunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Hocasının sekiz halîfesinden biri olma şerefine kavuştu.

Akbıyık Sultan , İstanbul’un Fethi sırasında Fatih Sultan Mehmet Han’ın yanında bulunmuş devamlı askeri teşcî’ edip coşturuyor, duâ ve sözleri ile onları gayrete getiriyordu. İstanbul’un fethi Molla Gürani , Molla Fenari , Akşemseddin ve Akbıyık Sultan gibi gönül erlerinin himmeti ile gerçekleşmiştir.

Fâtih Sultan Mehmed Han fetihten sonra İstanbul’da yaptırdığı câmilere bu gâzi şeyhlerin isimlerini verdi. Akbıyık Sultan adına da Ayasofya’nın alt tarafında yer alan Cankurtaran civârında bir câmi yaptırdı.

Akbıyık Sultan ömrünün son yıllarını Bursa’da talebe yetiştirmek, zikir taat ve ibadetle meşgul olmak ve yine fukaraya yardımda bulunmakla geçirdi. Bazı yazma mecmualarda rastlanan , ”Şems-i Huda” mahlaslı tasavvufi şiirlerin ona ait olduğu tahmin edilmektedir.

860 / 1456 senesinde aşk-ı ilahi ile beka alemine göçtüğünde Ulu cami’nin üst tarafında Sarrafiye Medresesi karşı hizasında mukim olduğu yerdeki mescid haziresine defnedildi. Arkasında pek çok hayır müesseseleri ve binlerce talebe bıraktı.

İstanbul’da bir, Bursa’da iki mahalle, dergah ve cami Akbıyık Sultan adıyla anılmaktadır.

Kaynak ;
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları
Mustafa Kara , Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler , Bursa Kültür A. Ş. yayınları
Hasan Basri Öcalan – Bedri Mermutlu , Bursa Hazireleri , Bursa Kültür A.Ş. yayınları

Alaeddin Ali Fenari (k.s.)

Bursa ‘da Aydede semtinin altında yer alan Molla Fenari caminin bahçesinde , dedesi Molla fenari hz’nin yanındadır. Ancak kabir taşı ne yazıkki hazirede yoktur.

Osmanlı devleti’nde yetişen büyük alim ve velilerdendir. Osmanlı’nın İlke Şeyhülislamı Molla Feneri hz’nin torunudur.Adı , Ali b. Yusuf Bali b. Şemseddin Muhammed Fenaridir. Gençliğinde tahsil için İran’da meşhur olan Herat’a gitti. Sonra Semerkand ve Buhara’ya döndü. İlmin her dalında ihtisas yapma imkanı buldu.Sonra memleketini çok özledi ve Fâtih Sultan Mehmed Hanın ilk zamanlarında Anadolu’ya geldi.

Diğer taraftan büyük âlim Molla Gürânî hazretleri, Fâtih Sultan Mehmed Hana her zaman Molla Fenârî‘nin çocuklarının korunmasını belirtir ve onlardan birisinin yüce dîvân üyesi olacağını söylerdi.

Alâeddîn Ali Anadolu’ya ayak basınca, durumunu Pâdişâh’a bildirdi. Âlimleri çok seven Fâtih Sultan Mehmed Han, Hocasının da sözlerini hatırlayarak onu Bursa’daki Manastır Medresesine müderris tâyin etti. Sonra da, Sultan İkinci Murâd Medresesinde vazîfelendirdi. Ardından Bursa kâdısı, en sonra da kâdıasker yaptı. On yıl bu yüksek mevkide kalarak, ilmin ve âlimlerin şerefini korudu. Pekçok âlim, onun yüksek himmetiyle, lâyık oldukları şerefli hizmetlerin zirvesine ulaştı. Bir süre sonra kâdıaskerlik vazîfesinden ayrıldı ve emekli oldu.

Sultan İkinci Bâyezîd Han pâdişâh olunca, Rumeli kâdıaskerliğine getirildi. Sekiz yıl bu vazîfede kaldı. Sonra bu vazîfeden ayrılıp, Bursa’ya döndü. Burada günlerini ders okutmak ve ibâdet etmekle geçirip, Cumâ ve Salı günlerinin dışında her gün ders verir, gayretle çalışırdı. Senenin üç mevsiminde, Keşîş Dağı eteğinde, halenKadı Yaylası denilen yerde bir ev yaptırıp, orada oturmağı âdet edinmişti. Derslerini de burada okuturdu. Ancak kışın şiddetli zamânında şehire inerdi. Dâimâ ilimle meşgûl olurdu. Yatakta yatmazdı. Uyku bastırınca duvara dayanır, önünde kitap dururdu. Uyanınca kitaba bakardı. Bu kadar çok ilim sâhibi olmasına rağmen, fazla kitap yazamadı. Çünkü vakitlerinin çoğunu, kâdılık ve ders okutmakla geçirdi. Sâdece nahivde Kâfiye Şerhi’ni ve bir de, matematikte Tecnîs’in bir kısmının şerhi olan bir risâleyi yazdı. Matematik ilminin her dalında mâhir idi. Kelâm, usûl, fıkıh, belâgat ilimlerinde pek derin bir âlim idi. Akıllı, edebli ve vakûr idi.

Alâeddîn Ali, tasavvuf ilmiyle uğraşmaktan da büyük haz duyardı. Aklî ve naklî ilimlerde yüksek derecelere eriştikten sonra, tasavvufta mürşid-i kâmil derecesine yükselmiş olan Şeyh Hacı Halîfe’nin huzûruna gidip, ona talebe oldu. Bu zât, Zeyniyye yolunun büyüklerinden idi. Vefâtına kadar onun yanından ayrılmadı, böylece yüksek mârifetlere kavuştu.

Alaeddin Ali Efendi ; 903/1497 yılında Bursa’da vefat etti ve Dedesi Molla Fenari’nin yanına defnedildi.
Kaynak ;
Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları

 

Molla Fenari (k.s.)

Bursa ‘da Aydede semtinin altında yer alan Molla Fenari caminin bahçesindedir. Üftade Tekkesi ve Üçkuzular caminin hemen yakınındadır . Bursa çarşıda Üftade hz’nin türbesinin arkasından dolmuşlar Üçkuzular camiine gidiyor.

Molla Fenari 751/1350 senesinde safer ayında Horasan’ın Maveraünnehir bölgesinde , Fenar kasabasında doğdu. Babasının adı Hamza idi.Bu köyde doğması veya babasının fenercilik sanatıyla meşgûliyetinden dolayı “Fenârî” nisbetiyle meşhur oldu. Molla Fenari ismi ile meşhur oldu. İlk tahsilini babasından aldı. Ve yine babası Hamza ve Şeyh Hamid-i Veli ‘den tasavvuf dersleri aldı. Yirmi yaşına geldiğinde ilim tahsilini arttırmak amacıyla Mısır’a gitti. Burada ünlü Alim Şeyh Ekmeleddin hz ve bir çok alimden Şeriat ilimleri , kozmoğrafya , matematik ve diğer bir çok ilimi tahsil etti. İlim tahsilini tammaladıktan sonra Anadoluya dönerek Bursa’ya yerleşti.

Bursa’ya geldikten sonra 770 senesinde Manastır medresesine müderris, 771 yılında da Bursa’ya Kadı oldu. Molla Fenari aynı zamanda Osmanlı Mülkünde Müftü idi ve bu üç görevi birlikte yürüttü. Bu ilmi hlak arasında şöhret buldu ve ; her cuma Camii şerife giderken havas ve avam bütün halk, evi ile cami arasında izdiham eder ve onu selamlarlardı.

Molla Fenari bir ara Sultan ile aralarında çıkan bir münazaradan sonra Sultana gücenerek , Bursa’daki hizmetlerini tamamen bırakıp Karaman’a gitti. Karaman Beyi ona çok iltifat ve ihsânlarda bulundu. Ders okutması için ricâda bulundu. Orada da ders verip talebe yetiştirdi. Burada, Yâkub-i Asfâr ve Yâkûb-i Esved gibi zâtlar ondan istifâde edip, ilimde yüksek dereceye ulaştılar. Molla Fenârî, bu iki talebesiyle dâimâ iftihâr ederdi. Karaman Beyinin kızı Gül Hâtun ile evlenerek, iki oğlu, iki kızı oldu. SonraOsmanlı Sultânının dâveti üzerine tekrar Bursa’ya geldi. Eski hizmetlerine devâm etti. İki oğlu da, kendisi gibi âlim olarak yetişti. Onlar da Bursa’da kâdılık yapmışlardır.

822 yılında, ilk defâ Hicaz’a gidip hac yaptı. Hacdan dönerken, Mısır Sultânı Melik Müeyyid, Mısır’da kalarak ders vermesini ricâ etti. Bir müddet kalıp, ders okuttu. Birçok ulemâ ve evliyâ ile sohbet etmiş ve çeşitli meseleleri muhâsebe ve müzâkere etmişlerdir. Bu yolculuğu esnâsında Kudüs-i şerîfi de ziyâret etmişti. Çelebi Sultan Mehmed Hân dâvet edince, Bursa’ya geldi. Bu haccında Medîne-i münevverede iken, orada vefât eden büyük velî Şâh-ı Nakşibend’in halîfesi Muhammed Pârisâ’nın cenâze namazında bulundu.

Tasavvufa karşı derin bir ilgisi ve alakası vardı. Özelikle Somuncu Baba’dan çok feyz almıştır. Büyük bir velî ve yüksek âlimlerden olan Somuncu Baba, önceleri Bursa’da yaptırdığı fırında pişirdiği ekmekleri satarak geçinirdi. O sırada Molla Fenârî de Bursa’da kadılık yapıyordu.Somuncu Baba’nın ilimdeki ve velîlikteki üstünlüğünü bilenlerdendi. Sultan Yıldırım Bâyezîd, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmiyi inşâ ettirmeye başlamıştı. İnşâat sırasında, câmide çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba karşılamıştı. Câminin inşâsı bittiğinde, açılış günü Cumâ hutbesini okumak üzere Pâdişâhın dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan hazretlerine vazife verilmişti. O gün orada, Molla Fenârî ile berâber büyük bir âlim topluluğu da vardı. Tam Cumâ vakti gelince, Emîr Sultan hazretleri; “Sultânım, zamânımızın büyüğü burada bulunurken, bizim hutbe okumamız edebe uygun değildir. Bu câmii şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık zât, şu kimsedir!” diyerek Somuncu Baba’yı işâret etti. Şöhretten son derece sakınan bu büyük velî, Pâdişâhın emri üzerine mimbere doğru yürüdü. Emîr Sultân’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im! Niçin böyle yapıp, benim hâlimi ele verdiniz?” dedi. Emîr Sultan da: “Sizden daha üstün bir kimse göremediğim için böyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret içinde kalmıştı. Somuncu Baba’nın okuyacağı hutbeyi merakla beklemeye başladılar. Mimbere çıkan Somuncu Baba, öyle güzel bir hutbe îrâd buyurdu ki, o zamana kadar cemâat böyle bir hutbeyi hiç kimseden dinlememişti. Hutbede; “Ulemâdan bâzısının, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı bulunmaktadır. Onun için, bugünkü hutbemizde bu sûrenin tefsîrini yapalım.” buyurdu. Fâtiha sûresinin yedi türlü tefsîrini yaptı. Bu konuda nice hikmetli sözler beyân eyledi. Herkes hayret içinde kaldı. Bursa’da onun büyüklüğünü anlamayan kalmamıştı. Başta kâdı Molla Fenârî; “Somuncu Baba, önce bizim bu sûrenin tefsîrindeki müşkilimizi halletti. O, bunun büyük bir kerâmetiydi. Çünkü, Fâtiha’nın birinci tefsîrini bütün cemâat anlamıştı. İkinci tefsîrini, cemâatin bir kısmı anladı. Üçüncüsünü anlayanlar çok azdı. Dördüncü ve sonraki tefsîrlerini, içimizde anlıyan yok gibiydi.” demekten kendini alamamıştı.

Namazdan sonra hemen evine giden Somuncu Baba’yı ilk ziyâret eden Molla Fenârî oldu. Bu ziyâret sırasında ona; “Efendim, bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat anlıyamadığım bâzı yerleri vardı.Bu hutbeniz ile, anlıyamadığım yerleri açıklamış oldunuz. Medresede, hizmetlerimizin karşılığında kazandığımız beş bin akçe paramız vardır. Helâl olmasında hiç şüpheniz olmasın. Kabûl buyurursanız, bunu size hediye etmek ve ayrıca sizin talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum.” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh edip duâ eyledi. Molla Fenârî, çok feyz ve mârifetlere kavuştu. Yazdığı tefsîrlerinde bu ince mârifetleri beyân eyledi. Bir cild büyüklüğündeki Fâtiha Tefsîri, bu ince bilgilerle doludur.

Bu hâdiseden sonra büyüklüğü herkes tarafından anlaşılan Somuncu Baba; “Sırrımız ifşâ oldu. Herkes bizi tanıdı.” diyerek Bursa’dan ayrılmak istedi. Bir sabah erkenden, Gaves PaşaMedresesinden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı.Somuncu Baba’nın Bursa’yı terk etmekte olduğunu haber alan Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip, Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricâlarda bulundu. Fakat, kabûl ettiremedi. Sonunda Bursalılara duâ etmesini taleb etti. Bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli ve bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti. Birbirine vedâ ederek ayrıldılar. “Duâ Çınarı” denilen bu ağaç, Bursa’nın Ankara yolu çıkışındadır.

XV. yüzyılın ilk yarısında Bursa’ya gelerek tarikatını neşreden Abdullatif Kudsi, allame Molla Fenari ile görüşürüp onu tarikatına almıştır. Molla Fenari daha sonra Zeyniyye tarikatının Osmanlı’da yayılmasında birinci derecede rol oynamıştır.

Molla Fenârî, İpekçilikten çok iyi anladığından, kendisine yetecek kadar parayı sağlamak için bu işle uğraşır ve yiyeceği, giyeceği için lâzım olan parayı kendi emeği ile kazanırdı. Süslü elbiselerle dolaşmaktan hiç hoşlanmazdı. Gâyet mütevâzî giyinir, başında bir dolama ile dolaşırdı. Böyle giyinmesinin sebebini soranlara; “Elimin kazancı, daha fazlasına yetmiyor.” cevâbını verirdi.

Molla Fenari’nin vefatında kütüphanesinde on bin cilt kitabının olduğu görülmüş olup , tefsir , fıkıh , usul-i fıkıh , mantık ve daha başka ilimlerde 100 den fazla eser yazmıştır. Başlıcaları şunlardır: 1) Ayn-ül-A’yân: Fâtiha sûresinin tefsîridir. 2) Füsûl-ül-Bedâyi’ fî Usûl-iş-Şerâyi’, 3) Îsâgûcî Şerhi: Mantık ilmine dâir, bir günde yazdığı çok kıymetli şerhtir. Îsâgûcî’ye yaptığı bu şerhi, mantık ilmini çok güzel açıklamaktadır. Buna, bir gün sabahleyin başlamış, güneş batarken bitirmiştir. Bu mantık kitabı, medreselerde uzun zaman ders kitabı olarak okutulmuştur. 1886 (H.1304) yılında İstanbul’da basılmıştır. 4) Enmûzecü’l-Ulûm: Yüze yakın ilme âit meseleyi ihtivâ eden ansiklopedik bir eserdir. Bu eser, oğlu Muhammed Şâh tarafından şerh olunmuştur. 5) Ferâiz-i Sirâciyye Şerhi, 6) Şerh-i Mevâkıb üzerine Ta’likât, 7) Esâs-üt-Tasrîf, 8) Esmâ’il-Fünûn, 9) Es’ile, 10) Risâletü Ricâl-il-Gayb, 11) Risâletün fî Menâkıb-iş-Şeyh Behâüddîn-i Nakşibendî, 12) Şerhu Usûl-il-Pezdevî, 13) Şerhu Telhîs-il-câmi’ el-Kebîr: Fıkıh ilmine dâirdir. 14) Şerhu Telhîs-il-Miftâh: Me’ânî ilmine dâirdir. 15) Şerh-ur-Risâlet-il-Esîriyye fil-Mîzân, 16) Şerhu Fevâid-il-Gıyâsiyye: Me’ânî ve beyân ilimlerine dâirdir. 17) Şerhu Mukatta’ât. 18) Şerh-ul-Mevâkıb: Kelâm ilmine dâir bir eserdir. 19) Hâşiyetün alâ Şerh-ış-Şemsiyye: Seyyîd Şerîf Cürcânî’nin eserine yaptığı kıymetli bir hâşiyedir. 20) Hâşiyetün alâ Dav’ıl-Miftâh, 21) Şerh-ul-Misbâh: Nahiv ilmine dâirdir. 22) Hâşiyetün alâ Şerhây-is-Seyyid ves-Sa’d lil-Miftâh, 23) Uveysât-ül-Efkâr fî İhtiyâri ülil-Ebsâr: Aklî ilimlere dâir yazdığı bir eser olup, fen ilimlerinde zor problemlerin çözüm şekillerine karşı îtirâzları inceler. 24) Misbâh-ul-Uns, Beyn-el-Ma’kûl vel-Meşhûd fî Şerh-i Miftâh-i Gayb-il-Cem’i vel-Vücûd: Sadruddîn-i Konevî’nin Miftâh-ul-Gayb adındaki eserinin şerhidir. 25) Mukaddimet-üs-Salât.

Molla Fenari 1431 / 834 yılında Recep ayında vefat etti. Kabri şerifi ;Bursa ‘da Aydede semtinin altında yer alan Molla Fenari caminin bahçesindedir. Üftade Tekkesi ve Üçkuzular caminin hemen yakınındadır

Kaynaklar ; Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2

Abdal Mehmed – Bursa

Bursa Cumhuriyet Caddesi yakınında, Abdâl Caddesi, Tahıl Caddesi ve Gül Sokağı’nın kavşağındaki Abdal Mehmet Camisinin karşısındadır.

Osmanlı Beyliği’nin kuruluş aşamasında, Gâziyân-ı Rûm, Abdalân-ı Rûm ve Bâciyân-ı Rûm dediğimiz manevi şahsiyetlerin önemli rolleri olduğu bilinmektedir. Abdal Musa, Abdal Murat, Doğlu Baba ve Geyikli Baba gibi Abdal Mehmet bunların en meşhurlarıdır. Bunlardan başka Bursa Evliyası denilen bu kimselerin içinde daha birçok azizin de olduğunu unutmamak gerekir, yeri geldikçe onlardan da bahsedilecektir. Baldırzade Selisi Şeyh Mehmet Efendi’nin Ravza-i Evliya adlı eserinde “Sâhib-i keşf ü kerâmât, menba-ı vecd ü hâlât, meczûb-ı Hak, mahbûb-ı mutlak” şeklinde tarif edilen Abdal Mehmet, Bursa’nın evliyasındandır.

Emir Sultan hazretlerinin çağdaşıdır ve onun ile çok sohbette bulunmuştur. Bugün, kendi adıyla anılan mahalledeki caminin avlusundaki çınar ağacının dibinde oturur, oradan geçerken elini öperek dua isteyen insanlara dualarda bulunurmuş. Emir Sultan hazretlerinin, haftada bir gün, Yeni Kaplıca yakınlarındaki Akça Hamam’a gitmek adetleri varmış, Emirsultan Mahallesi’nden kalkıp da Sırameşeler-Sıcaksu bölgesindeki Akça Hamam’a giderken yol üzerindeki Abdal Mehmet’e de uğrar ve onunla derin muhabbet ve sohbet bulunurlarmış. Fakat yanına gelmeden önce bir adam gönderir ve eğer Abdal Mehmet’in cezbe ve istiğrak hali çok fazla ise oraya uğramayıp aşağı yoldan giderlermiş. O mahallede Başçı İbrahim adında bir esnafın başçı dükkânı vardır, Başçı İbrahim aynı zamanda Abdal hazretlerinin müridlerindendir ve ona hergün pişmiş bir kelle verir ve her türlü hizmetini görmektedir. Başçı İbrahim, kendi adına bugün Maksem semtinin alt tarafındaki cami, zaviye, imaret ve hamamdan oluşan Başçı İbrahim Külliyesi ve çok sevdiği Abdal Mehmet’in adına da bugünkü cami ile türbeyi inşa ettirmiştir. Başçı İbrahim öldüğünde külliyesinin haziresine defnedilmiştir. Abdal Mehmet hazretlerinin birçok kerametlerinden bahsedilmektedir. Baldırzade diye meşhur olan Selisi Mehmet Efendi’nin Bursa’da Bâb Mahkemesi kâtipliği yaparken yaşadığı bir olay kayıtlara geçtiğinden burada bahsetmek gerekmektedir: Bir gün adamın biri mahkemeye gelir ve “–Abdal Mehmet Mahallesi’ndeki bir şahısta alacağım vardır, bana bir yardımcı verin de gidip o adamı alıp mahkemeye getireyim” der ve mahkeme görevlilerinden birini alıp gider. Görevli ile birlikte borçlu adamı evinden alıp mahkemeye gelirlerken, mahkeme görevlisi türbenin önünde durup aziziz ruhuna bir Fatiha okumak ister, tam o sırada borçlu kişi görevlinin elinden kurtulup türbeye girerek Abdal Mehmet’in sandukasına sarılır ve “-Ey azizim! Beni kurtar” diye feryad ü figân eder.Mahkeme görevlisi içeri girip adamcağızı oradan alıp zorla dışarı çıkararak götürürken orada bulunup da olaya şahit olanlar, görevliye: “-Gel zora baş vurma, zorla götürme, sonra bir zarar görürsün ve nâdim olur yürürsün” demelerine rağmen görevli, bu uyarılara kulak asmayıp adamı yaka paça mahkemeye götürür ve kadı efendinin huzuruna çıkarır. Bursa Kadısı Azmi-zade Efendi, adamı muhakeme eder ve onu hapse yollar. Bir hafta sonra yine aynı günde kadı efendi, adet olduğu üzere kabir ziyaretlerine çıktığında Abdal Mehmet türbesine de gelir ve atından inerek dua için türbeye girer. O sırada, mahkeme görevlisi de dışarıda atın yanında onun çıkmasını beklerken, atın bir çiftesiyle yere yığılıp kalır ve evine götürürlerken de yolda ruhunu teslim eder.

Bir diğeri de şöyledir ki: Kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsilîn Şeyh Abdullah bin Eşref bin Mehmet el-Mısrî el-Kadirî el-İznikî yani halk arasında bilinen adıyla İznikli Eşrefoğlu Rûmî hazretleri de bütün cihanda Bursa Sultânîsi diye meşhur olan, Çelebi Mehmet’in inşa ettirdiği külliyenin bir yapısı olan Yeşil Medrese’de öğrenci iken aynı zamanda Abdal Mehmet Efendi’nin müridlerinden imiş. Bir medreseden arkadaşları ile birlikte Mehmet Efendi’nin huzurunda otururken efendi ona döner ve “-Medreseden danişmendler var, hadi bize köfteli çorba getir” demesi üzerine, Eşrefzade hemen çarşıya gider, her yere sorduğu halde bir türlü köfteyi bulamayıp sadece çorbayı alıp döner. Ortaya konan çorbada köfte olmadığını söylemeleri üzerine Abdal Mehmet hemen yan taraftaki arsadan bir parça toprak alır, balçık haline getirir ve onlardan küçük parçalar halinde köfteler yaparak çorbanın içine atar ve “-Hadi buyurun” demeleri üzerine o yemekten yiyenler nefis bir köfte olduğunu görürler. Emir Sultan hazretlerinin sağlığı bozulduğunda ve eceli yaklaştığında, yakınları ve sevenleri, Hazret-i Emir’in huzuruna çıkarak “-Sizden sonra biz kime tabi olalım ve kimin eteğine sarılalım da feyz alalım” diye sorduklarında, “-Ben vefat ettikten ve bu fânî âlemi terk ettikten sonra halifemin kim olacağını Abdal Mehmet hazretlerine sorup öğrenin ve o aziz efendi kimi işaret ederse ve kimi tayin ederse onun gösterdiği kişiye tâbi olun” diye emir vermişlerdir. Emir Sultan hazretlerinin vefatından sonra da o insanlar Abdal Mehmet’e giderek durumu ve kendilerine sultanın vasiyetini anlatmaları üzerine, Mehmet Efendi, hepsini etrafına toplar, her birine tek tek bakar ve sonunda kendilerine Hasan Hoca’nın halife olması gerektiğini ve ona uymalarını söyler. Hasan Halife, Abdal Mehmet hazretlerinin manevi işaretiyle Emir Sultan’ın halifesi olmuştur.

Molla Fenârî hazretleri de çoğunlukla Abdal Mehmed’in mahallesinden geçer ve onu gördüğünde atından inerek ona hürmet edermiş.

Osman Gazi

Bursa – Tophane’de İstiklal savaşı şehidliğinde

Osman Gazi 1324 yılında. Bursa’yı alamadan ölmüştü. Ölmeden önce de, çok uzaklardan görülen Gümüşlü Kubbe’ye gömülmesini vasiyet etmişti. Gümüşlü Kubbe, bugün Tophane’de bulunan, Osman ve Orhan Gazi’nin gömülü olduğu yerdeki Saint Elie Manastır idi. Uzaktan parıldayan kubbeleri nedeniyle bu adıyla anılmıştır.
Bu manastır, 1855 depremi ile öyle yıkıldı ki, onu tekrar eski haline getirmek asla mümkün olamadı. 1863 yılında Sultan Abdulaziz tarafından yeniden yapılmaya başlanınca, manastır iki yapıya ayrıldı. Osman ve Orhan Gazi türbeleri dışındaki yapılar yıkıldı. Ancak Orhan Gazi türbesinin zemin mozaikleri, halen o eski Bizans Manastırına aittir.
Osman Gazi türbesinin ortasında; sedef kakmalı süslerle bezenmiş muhteşem kabir, parmaklıklarla çevrili sanduka, sırma işlemeli yazılı örtü ile lahit. Osmanlı’nın ilk Sultanı Osman Gazi Han’a aittir. Giriş kapısına en yakın olan kabir, büyük oğlu Alaüddin Bey’e (1331) aittir.Murad Hüdavendigar’ın oğlu Savcı Bey (1385) kardeşi İbrahim ve Orhan gazi’nin hanımı Asporça Hatun’un kabirlerinin de yer aldığı türbe için de ayrıca 17 kabir daha bulunmaktadır. Türbe içerisinde varolduğu bilinen davul ve diğer eşyalar ise günümüze ulaşamamıştır.

Osmanlı pâdişâhlarının birincisi. Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundan Ertuğrul Gâzi’nin oğlu olup, 1258 senesinde Söğüt’te doğdu. İslâm terbiyesi ile yetiştirildi. İslâm ilimlerini öğrenen Osman Gâzi, devrin örf ve âdetince mükemmel bir askerî tâlim ve terbiye gördü. Babasının silâh arkadaşları ve kumandanlarından kılıç kullanmayı, kargı savurmayı, ata binmeyi öğrendi. Onların gazâlarını dinleyip, yaptıklarından ibret alarak, gençliğinden îtibâren gazâlara katılıp, zaferler kazanarak, kumandanlık vasıflarını geliştirip kuvvetlendirdi.

Bizans’ın hakimiyetindeki batı Anadolu cihâd diyarı olduğundan, bölgede gazâ niyetiyle pek çok kumandan, mücâhid derviş ve herbiri gönül sultânı şeyh ve âlim bulunuyordu. Osman Gâzi, Anadolu’nun İslâmlaştırılıp, Türkleşmesi faaliyetine katılan bu gönül sultanlarından ve ahîlerden biri olan Karamanlı Şeyh Edebâlî’nin sohbetlerini hiç kaçırmamaya gayret ederdi. 1277 senesinde, Edebâlî hazretlerinin dergâhında misafir olduğu bir gün acâib bir rüya gördü. Rüyasında, hocası Edebâlî’nin koynundan bir ayın çıkıp, kendi koynuna girdiğini, arkasından da kendi göbeğinden bir ağacın bitip, âlemi tuttuğunu, gölgesinde nice dağların bulunup, nehirlerin aktığını, bir çok insanların kaynaştığını, kimisinin bahçe ve tarla sulayıp, kimisinin çeşmeler akıttığını gördü. Gördüğü rüyayı ertesi gün hocasına anlattı. Şeyh Edebâlî ona; “Müjde ey Osman! Hak teâlâ sana ve senin evlâdına saltanat verdi. Bütün dünyâ, evlâdının himayesinde olacak, kızım Mâl Hâtûn da sana eş olacak” deyip rüyasını” tâbir etti. On dokuz yaşında iken Şeyh Edebâlî’nin kızı Mâl Hâtûn ile evlendi. Bu izdivaçtan Orhan Gâzi doğdu. Orhan Gâzi’nin doğduğu sırada, Ertuğrul Gâzi de vefât etti (1281). Bâzı kaynaklarda Edebâlî’nin kızının adı Bâlâ Hâtûn olarak geçmekte ve Mâl Hâtun’un Ömer Bey’in kızı olduğu yazılmaktadır. Ertuğrul Gâzi, cesareti, zekâsı, cömertliği, İslâm dînine sadâkati ve güzel ahlâkı ile, kardeşleri arasında en üstünü olan Osman Gâzi’yi kendisinden sonra kayıboyu beyliğine aday göstermişti. Osman Gâzi, babasının vefâtından sonra, bey seçilip, idareyi ele aldı.

Osman Gâzi, bey olduğu zaman Türkiye Selçuklu Devleti’nin Bizans hududundaki Kayılar, Söğüt kışlağı ile Domaniç yaylağı arazisine hâkim idiler. Osman Bey Kayıların başına geçince, hudut komşusu Bizans tekfurları ile iyi geçinmeye çalıştı. Bunlar arasında en çok Bilecik tekfuru ile anlaşıyordu. Boyda, eskiden beri yaylağa çıkarken, ağır eşyaları Bilecik tekfuruna emânet etmek, buna karşılık tekfura bâzı hediyeler vermek geleneği vardı. Emânetin teslîmi ve alınması, silâhsız kimseler ve kadınlar tarafından yapılırdı. Aşiretin yaylağa çıkış ve dönüşlerinde, İnegöl tekfuru yollarını keserek onlara zarar veriyor, bu yüzden de sık sık çarpışmalar oluyordu. Osman Bey’in nüfuzunun hızla arttığını gören İnegöl tekfuru Nikola, komşularından tedbir alınmasını istedi. İnegöl tekfurunun Bizanslılara ittifak teklifi, Bilecik tekfuru tarafından Osman Gâzi’ye haber verildi. Tekfur Nikola’nın, Ermenibeli’nde (Pazarköy) kuvvet topladığı tesbit edilince, Osman Gâzi, Kayı aşireti ileri gelenleri, kumandanlar ve arkadaşlarından Akçakoca, Abdurrahmân Gâzi, Aykut Alp, Konur Alp, Turgut Alp ile istişare etti. Bu istişarenin sonunda İnegöl’ün fethine karar verildi. 1284’de Pazarköy’de meydana gelen muhârebede, Osman Gâzi’nin yeğeni Bay Hoca şehîd düştü. Osmanlı târihinin ilk muhârebesi olarak kabul edilen Pazarköy çarpışmasında Osman Bey pek muvaffak olamadı. Bir süre sonra Kolca kalesi feth edildi. Bunu hazmedemiyen İnegöl tekfuru ile Karacahisar tekfuru birleşti. 1288 yılında Domaniç yakınında Erice (Ekizce)’de yapılan muhârebede, tekfurlar mağlûb oldu. Bu muhârebede Osman Gâzi’nin kardeşi Sarı Yatu (Sarı Batu) şehîd oldu.

Osman Gazi’nin Vasiyetnamesi 
Âkıbet-i kâr budur herkese, bâd-ı fena pir ve civana ese Azmi-bekâ eylersem ben bu dem, devlet-i ikbal ile ol muhterem! Çünkü, senin gibi halef koymuşum, rihlet edersem bu cihândan ne gam, Lîk vasiyyet ederim gûş kıl! Gayri gam-ı denî ferâmûş kıl. Dilerim ey sâhib-i ikbâl-câh! İtmeyesin cânib-i zulme nigâh! Adl ile bu âlemi âbâd kıl! Resm-i cihâd ile beni şâd kıl! Râh-ı cihâd içre edip fütûhat, memleket-i Rûm’da kıl adl-ü dâd! Eyle riâyet ulemâya temâm. Tâ ki bula, emr-i şerî’at nizâm! Her nerede işidesin ehl-i ilm, göster ona rağbet-ü ikbâl ü hilm! Asker ve mal ile gurur eyleme! Şer’i şerif ehlini dûr eyleme! Şer’dir mâyeşi şâhi ve bes! Şera muhalif işe etme heves! Matlabımız dîn-i Hudâdır bizim! Mesleğimiz râh-ı Hudâdır bizim. Yoksa kuru mihnet ve gavga değil, şâh-ı cihân olmaya dâva değil! Nusret-i din oldu çû maksad bana, maksadıma kasd yaraşır sana. Âleme in’âmını âm ide gör. Memleket emrini temâm ide gör! Hıfz-ı re’âyâ çalış rûzü şeb! Tâ ki karîn ola sana lutf-i Rab!

Vasiyetnamenin özü şöyledir:

“Allahü teâlânın emirlerine muhalif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini şerî’at ulemâsından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana, itaat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adaletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya ri’âyet eyle ki, şerî’at işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, şerî’at ehlinden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yoludur. Ve maksadımız Allah’ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik dâvası değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâima herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum!”

Osman Gâzi’nin Ekizce muvaffakiyeti, Türkiye Selçuklu sultânı ikinci Gıyâseddîn Mes’ûd Şâh tarafından mükâfatlandırıldı. Bir fermanla, beylik alâmetleri olarak; tabl, alem, tuğ göndererek, İnönü ve Eskişehir’i de Osman Gâzi’ye verdi. Mîrî vergiden muaf tutuldu. Selçuklu Sultânı’nın hediyeleri alınıp fermanı okunduktan sonra, Osman Gâzi akınlarına daha da hız verdi. İznik’e akın tertiplendi ise de, kale alınamadı. Karacahisar ile Yarhisar tekfurları, Osman Gâzi aleyhine ittifak kurdular. Bunlara karşı sefer düzenleyen Osman Gâzi, Karacahisar’ı aldıktan sonra, Kuzey Sakarya vadisine yöneldi. Mudurnu taraflarında aşiret reisi olan Samsa Çavuş’un yardımı ile Taraklı ve Göynük civarını ele geçirdi.

Teşkilâtlanmaya ağırlık veren Osman Gâzi’nin ileriye dönük faaliyetleri, huduttaki Bizans tekfurlarını daha da telaşlandırdı. Bizans-Rum tekfurları, Osman Gâzi’yi muhârebe meydanında öldürüp yenemeyeceklerini anlayınca, hîle ile öldürmek istediler. Bilecik tekfuru da Osman Gâziye karşı ittifak içine girdi. Yarhisar tekfurunun kızıyla evlenecek olan Bilecik tekfurunun düğününe Osman Gâzi’yi davet edip, öldürmeyi plânladılar. Bu sû-i kasd tertîbi, Osman Gâzi’ye dostu Harmankaya beyi Köse Mihal tarafından haber verildi. Osman Gâzi, bu durum karşısında bâzı tedbirler aldı. Düğün hediyesi olarak Bilecik tekfuruna bir sürü kuzu gönderdi. Düğün sonrası yaylağa çıkacağını bildirerek eskiden olduğu gibi değerli eşyalarının kadınlar vasıtasıyla kaleye alınmasını ve düğünün açık bir yerde yapılmasını istedi. Bilecik tekfuru, Osman Gâzi’nin bu tekliflerini kabul ederek, düğün yeri olarak Çakırpınar kabul edildi. Osman Gâzi, aşîretin eşyası yerine, atlara silâh yükletip, kırk kadar Gâziyi kadın kılığında Bilecik’e gönderdi. Kadın kılığında kaleye giren yiğitler, sâdece nöbetçilerin kaldığı kaleyi kolayca ele geçirdiler. Bu durumu öğrenen tekfurlar ile meydana gelen çarpışmada, Osman Gâzi düğüne katılanların çoğunu öldürdü ve bir kısmını esir aldı. Gelini ele geçirerek Nilüfer adını verip, oğlu Orhan Gâzi ile nikahladı. Ertesi gün Yarhisar kalesini kuşatıp, ele geçirdi. Osman Gâzi’nin kumandanlarından Turgut Alp ve Gâziler de İnegöl’ü feth ettiler.

Osman Gâzi, Bizans hududunda fetihlerde bulunurken, İlhanlılar da Anadolu’yu istilâ ettiler. İlhanlı hükümdarı Gâzân Han, Türkiye Selçuklu sultânı Alâeddîn Şâh’ı İran’a götürdü. Bütün Türkiye Selçuklu Devleti’nin toprakları, İlhanlıların eline geçti. Moğol zulmünden hicret eden bir çok Türkiye Selçuklu emîri ve maiyyeti, Osman Gâzi’nin gazâlarına katılmak için hizmete geldi. Osman Gâzi 1281 yılından beri arazisini devamlı genişletip, gazâ niyetiyle hizmetine katılanlarla devamlı güçleniyordu.

Türkiye Selçuklu Sultanlığı’nın fetret devrindeki iktidar boşluğundan faydalanarak, Türk beyleri istiklâllerini îlân ediyordu. Nitekim Osman Gâzi de 1299’da istiklâlini îlân ederek devlet teşkilâtının müesseselerini kurmaya başladı. Her kaleye subaşı, dizdar ve kâdı tâyin etti. Köyler tımar olarak sipahilere dağıtıldı. Osman Gâzi adına Karacahisar’dâ Cuma hutbesi, Eskişehir’de de bayram hutbesi okundu. Hocası ve kayınpederi Edebâlî’nin talebelerinden Dursun Fakih’i, Karacahisar’a kâdı ve hatîb tâyin etti. Fetva ve hüküm işlerini ona bıraktı. 1301’de Yurdhisar ve Yenişehir kaleleri fethedildi. Osman Gâzi, Yenişehir’i merkez yaptı. Yeni merkezde; idarî, iktisâdı ve sosyal müesseseler inşâ ettirip, evler, dükkanlar, hanlar, çarşı ve hamamlar yaptırdı. Bilecik’i de kayınpederi Edebâlî’ye verdi. Hanımını ve annesini de Bilecik’te bıraktı. Oğlu Alâeddîn Paşa’yı yanına alarak, Orhan Bey’e Sultanönü (Karahisar), Gündüz Alp’e Eskişehir, Aykut Alp’e İnönü, Hasan Alp’e Yarhisar, Turgut Alp’e İnegöl bölgelerinin idaresini verdi.

Böylece dört yüz çadırla Türkiye Selçuklu-Bizans hududuna yerleştirilen kayı aşîreti, 1299’da Osman Gâzi’nin adına izafeten, Osmanlı hânedânı ve devletini kurdu. Osman Gâzi, İslâm dîninin esaslarını, Türk örfünü, teşkîlât ve müesseselerini safha safha yerleştirip, mükemmelleştirdi. Teşkilât ve müessesesini kurarken İslâm dîninin farzlarından olan cihâd emrini hiç ihmâl etmedi. Devamlı genişleyip, teşkilâtlanan Osmanlı Devleti’nin meydana getirdiği tehlikeyi, huduttaki tekfurlarla hâlledemiyeceğini anlayan Bizans kayseri ikinci Andronikos Poleologos, hassa kumandanlarından Musalon’u Osman Gâzi üzerine sefere gönderdi. Musalon kumandasındaki Bizans kuvvetleri ile Osman Gâzi, İznik’in kuzeydoğusundaki Koyunhisar kalesi mevkiinde karşılaştı. 1301 Temmuz’unda yapılan muhârebeyi Osman Gâzi kazandı. Bu zaferden bir sene sonra Koyunhisar kafesi fethedildi. 1303’de Yenişehir’in güneybatısındaki Marmaracık kalesi feth edilip, İznik şehrinin kuzeyindeki Katırlı dağı eteğine kale yapıldı. Kaleye Taz Ali kumandasında yüz asker bırakılarak, İznik ablukaya alındı. 1306’da Bursa tekfurunun idaresindeki müttefik Bizans tekfurlarına karşı sefer düzenlendi. Osman Gâzi, müttefik Bizans tekfurlarının kuvvetini Dinboz’da mağlub etti. Kestel, Kite ve Ulubat kaleleri Osmanlıların eline geçti. Aynı sene Osmanlılar, ilk defa Ulubat tekfuruyla askerî andlaşma imzaladılar. Andlaşmaya göre; mültecî Kite tekfuru Osmanlılara iade edilecek, Osman Gâzi’nin neslinden hiç kimse de Ulubat köprüsünü geçmeyecekti. Andlaşmayı Osmanlılar hiç bozmadı. Âl-i Osman neslinden hiç kimse o köprüden geçmedi. Hep kayıkla geçtiler. Osman Gâzi’nin, topraklarını devamlı genişletmesi, Bizanslıları telâşa düşürdü. Kayser, İlhanlılar ile akrabalık kurarak, Osmanlı taarruzlarından kurtulmak istedi ve kızı Maria’yı İlhanlı hükümdarı Gâzân Han’a nişanladı. Onun ölümüyle de, Olcayto Han’a nişanlayıp, Osmanlı hakimiyetindeki arazilerin geri alınmasını ümid etti. Osman Gâzi, Bizans kayserinin ittifak arayışı sırasında da gazâlarını sürdürdü. 1307’de İznik’i kuşatıp, Yalova’ya akın düzenleyerek denize ulaştt. 1308’de Marmara denizindeki İmralı adası fethedilip, deniz üssüne sâhib olundu. Bizans’ın Bursa ile deniz ulaşımı ve irtibatı kontrol altına alındı. İznik civarındaki Koçhisar fethedildi.

Osman Gâzi’nin Bizans hududunda te’sis ettiği âdil idare, tekfurların zulmünden, sergilerin ağırlığından bıkan hıristiyan ahâliden başka, Rum kumandanların da takdîrini kazandı. Rumlar, Osman Gâzi’nin idaresine geçmeye başladılar. Nitekim 1313’de Harmankaya tekfuru Köse Mihâl, Osman Gâzi’nin maiyyetine girip, müslüman oldu. Köse Mihâl, Gâzi adını alarak, muhârebelere katıldı ve pek çok hizmeti geçti,

Marmara sahilinden Karadeniz istikâmetine akınlara devam eden Osmanlılar, 1313’de Akhisar, Geyve, Lüblüce, Lefke (Osmaneli), Hisarcık, Tekfurpınarı, Yenikale, Karagöz ve Yanıkçahisar kalelerini feth ettiler. Bursa, Osmanlı arazisi ortasında kalınca, şehir ablukaya alınıp Kaplıca ve Uludağ istikâmetinde iki kale yapıldı. Kaplıca istikametindekinin kumandanlığına Osman Gâzi’nin yeğenlerinden Aktimur, Uludağ tarafındakine de Balaban tâyin edilip, kalelere kumandanlarının isimleri verildi.

Bizans’a karşı devam eden seferler sırasında, Moğol istilâsından Batı Anadolu’ya gelip, Kütahya’ya yerleşen Çavdarlı aşîreti’nin Osmanlı’ya düşmanca hareketleri, Osman Gâzi’nin oğlu Orhan Gâzi tarafından durduruldu. Oymahisar’da yapılan muhârebede, Çavdaroğlu esir edilip, aşiretin saldırganları cezalandırıldı. 1317 yılında Orhan Gâzi ve kumandanlarından Konur Alp, Sakarya ve Karadeniz istikametindeki Karatekin, Ebesuyu, Karacebeş, Tuzpazarı, Kapucuk ve Keresteci kalelerini fethedip, bu mevkileri Osmanlı hâkimiyetine aldı. Akça Koca, Sakarya nehrinin batısında İznik kalesine kadar olan mevkiyi fethetti. Buralara adına izafeten Kocaeli denildi.

Osman Gâzi’nin gençliğinden beri Rum ve düşman tecâvüzlerine karşı askerî hazırlığı ve mücâdelesi, devlet kurarken idâri ve siyâsî faaliyetleri, onu altmış yaşından îtîbâren iyice yormaya başladı. Nikris (romatizma) hastalığından da muzdaripti. Gazâ akınlarında yetişip, yiğitliği, cesareti, bilgisi ve İslâm dînine sadâkati ile düşmanlarını korkutan, müslümanların takdirini kazanan oğlunun idare tarzını sağlığında görebilmek için, son yıllardaki fetih hareketlerinde, siyâsî hâdiselerde Orhan Gâzi’yi vazifelendirdi. Osman Gâzi, oğlu Orhan’ı 1321’de Mudanya, Kara Timurtaş Bey’i de Gemlik seferine gönderdi. Mudanya’nın fethi ile Bursa’nın ablukası daha da kuvvetlendirildi. On sekiz ay devam ile Osmanlı akınında Bizans topraklarından pek çok ganimet alındı. Bizans iktisadî buhrana uğratıldı. Akınlara devam edilerek 1323’de Akyazı, Ayanköy, 1324’de Karamürsel, 1325’de Orhaneli denilen Atranos fethedildi. Ayrıca Bolu, Kandıra, Ermenipazarı ve Devehisar’ı ele geçirildi. Fethedilen bölgelerin tamâmı imâr olunarak, sahipsiz evler Gâzilere dağıtıldı. Osmanlı teşkilât ve müesseseleri kuruldu. Hıristiyan ahâliden Osmanlı ülkesinde oturanlara İslâm dîninin gayr-i müslimler ile alâkalı hukuku tatbik edilerek, vergilendirildi.

Uzun kuşatma ve abluka neticesinde Bursa, 1326’da teslim olmak mecburiyetinde kaldı. Osman Gâzi’nin hastalığı, Bursa’nın fethinden sonra arttı. Hocası Şeyh Edebâlî’nin ve arkasından hanımının vefâtıyla hastalığı daha da şiddetlendi. Vefât edeceği zaman, oğlu Orhan Bey’e yaptığı vasiyetnamesi, Osman Gâzi’nin İslâmiyet’e olan sevgi ve saygısını, Türk milletinin rahat ve huzurunu ne kadar çok düşündüğünü ve insan haklarına olan gönülden bağlılığını açıkça göstermektedir. Osmanlı sultanları, bu vasiyetnameye candan sarılıp, devletin altı yüz sene hiç değişmeyen anayasası yaptılar. Osman Gâzİ, 1326 senesi Ağustos ayında Söğüt’de vefât etti. Vasiyeti üzerine Bursa’daki Gümüşlü Küntbet’e defnedildi. Osman Gâzi’nin Bursa fethinden kısa bir müddet önce vefât ettiği de rivayet edilmiştir. Osman Gâzi’nin, Orhan Bey’den başka; Alâeddîn Bey, Çoban Bey, Hamid Bey, Melik Bey, Pazarlu Bey adlarında oğulları ve Fâtımâ Hâtûn adında bir kızı vardı, ölümünden sonra devletin başına oğlu Orhan Bey geçti.

Osman Gâzi, sâlih bir müslüman olup, İslâm ahlâkının iyi ve güzel vasıflarına sahipti. Az sayıdaki aşîret kuvvetleriyle, Bizans ordusunu ve tekfurlarını üst üste mağlûb edip, zaferler kazanan üstün bir kumandandı. Dört yüz çadırla, dünyânın en uzun ömürlü hânedânını ve en büyük devletlerinden birini kurdu. Osman Gâzi, kurduğu hânedânla üç kıt’a yedi iklim, her çeşit ırk, din, dil, mezhep, fikir, kültür ve medeniyetteki insanı bünyesinde, Osmanlı adı altında toplayan, Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve İslâm âlimlerince öğütlenen manevî hizmetlerin mirasçısı ve idarecilik vasfının on dördüncü asırdan yirminci asra kadar nesilden nesile intikâlcisidir. Osmanlı Devleti, dînî mes’elelerini, kuruluşundan îtibâren Hanefî mezhebi hükümlerince kaza merkezlerine, şehirlere tâyin edilen kâdılar vasıtasıyla gördü. Osman Gâzi zamanında askerî teşkîlât aşiret kuvvetlerine dayanıyordu.

Kaynaklar;
1) Tâc-üt-tevârih;
2) Âşıkpaşazâde Târihi
3) Neşrî Târihi
4) Ed-devlet-ül-Osmâniyye (Seyyid Ahmed bin Zeynî Dahlân, İstanbul-1986); cild-2, sh. 110
5) Münşeât-ı selâtin (Feridun Bey); cild-1, sh. 64
6) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3127
7) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-1, sh. 2
8) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 40
9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1056
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-10, sh. 375
11) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-2, sh. 251
12) Osmanlı Devleti Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-1, sh. 103
13) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-2, sh. 28
14) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 262

Mehmed Muhyiddin Üftade (k.s.)

Bursa Merkez ‘de Üftade camiinde

Mehmet Muhyiddin Efendi ( Üftade) , Sultan II. Bayezid devri 1490 yılında Araplar mahallesinde dünyaya gelmiştir. Babası Manyaslı, annesi ise Hamamlıkızık köyün’dendir. İlk dini bilgilerini ailesinde ve mahalle camiinde tamamlayan Üftade Hazretleri, çocuk yaşlarda iken Selçuk Hatun Camii imamlığını yapan Muslihiddin Efendiden yakın ilgi ve alaka görmüş, dini konularda yetişmesinde büyük emeği geçmiştir. Çok genç yaşlarda Bursa’da post seren Sufilerden Abdal Mehmed ile yakın ilişki içerisine girip sohbetlerinde bulunmuştur. Babasının mesleği ipekçilik (kazzaz) olduğu için oğlunu da aynı mesleğe yönlendirilerek bir kazzazın yanına çırak olarak verilen Muhyiddin Efendi, ilmini geliştirmede oldukça sıkıntı çekmiştir.

Kısa bir süre sonrada babası vefat etmiş kız kardeşi, erkek kardeşi ve annesi ile yalnı kalmıştır. Bir müddet işine devam etmiş bu arada annesi de ona ipek bükmek suretiyle yardımcı olmuştur. Daha sonra erkek kardeşi vefat etmiş ardından kız kardeşi evlenip ayrılmış annesi de kız kardeşinin yanına taşınmıştır. Böylelikle tamamen yalnız kalmıştır.

Hızır Dedeyi bu işe başladığı sıralarda tanıyıp ona intisap eden Üftade Hazretleri , 8 yıl boyunca onun ölümüne kadar hizmetinde bulundu. Karacabey’de Çobanlık yaparken soğuktan dizleri donarak yürüyemez hale gelip kötürüm (Muk’ad) olan Hızır Dede Bursa’ya gelerek Ulucami yakınlarında bir yere yerleşti. Üftade Hazretleri hizmetine girdiği Muk’ad Hızır Dedeyi sırtında kendi yaşıtlarının alaylıbakışları ve söylemleri arasında Kaplıcalara taşıyarak şifa bulması için oldukça fazla çaba sarf etti. Hızır Dede, Üftade hazretleri 16 yaşlarında iken 1506 yıllarında vefat etti. Vefatı sonrası rivayetlere göre Kuzgunlukta bir mağaraya veya Üçkozlar Zaviyesi’nin alt tarafında bir yere defnedildi. Halk arasında ‘ Çoban Şeyh ‘ olarak tanınan Hızır Dede, Üftade hazretlerinin zahiri ilimleri tahsil etmesi için teşvik etti. Bu telkinlerle kendisini yetiştiren Üftade, şeyhinin ölümünü müteakip 18 yaşlarında Ulucamii fahri müezzini olarak görev aldı.

”Üftade” ismini alması gençlik yıllarına rastlar. Sesinin güzelliğiyle dikkat çeken Mehmet Efendi bir yandan Doğan Bey camii diğer yandan da Ulu camii’nin vakfını yöneten mütevelli heyeti kendisine hizmetleri karşılığında ücret takdir etti. Bu ücreti aldığı günün gecesi rüyasında şöyle bir ses duyduğu rivayet olunur: ‘ Sen Üftade oldun’ ( Üftade; Farsça , düşen düşmüş olan manasındadır) yani dini bir hizmeti maddi bir şeyle sattığın için manevi olarak bulunduğun makamdan aşağıya düştür denilir. Yaptığı davranıştan oldukça fazla pişmanlık duyan Mehmet Muhyiddin Efendi daha sonra yazacağı şiirler bu sıfatı mahlas olarak kullandı. O kadar ki Üftade sıfatı zamanla esas isminin önüne geçti.

Düzenli bir medrese eğitimi almamakla birlikte çeşitli kaynaklarda arapça ve farsçayı iyi bildiği, tefsir, hadis, siyer, kelam gibi ilimlere hakim olduğu bildirilir. Farsçayı sonradan öğrenen Üftade, bununla ilgili halifelerinden Veli Dede’ye yaşadıkları bir olaydan sonra şu kısa bilgiyi anlatır. ” Mevlana Celaleddin Rumi gelerek ‘ Benim kitabım Mesneviyi vaazda naklediniz’ diye buyurdular. Ben dahi, ‘ Kat’a lisan-ı Farisi bilmezem’ deyince Hazret-i Mevlana dahi ‘ Hele sen başla, o lisan sana münkeşif olur’ buyurdular. Veli dede o günden sonra Üftade’nin bir Mesnevi aldırıp vaazlarında okuduğunu ifade eder.

Üftade hazretleri 18 yaşında iken başladığı fahri müezzinliği 18 yıl boyunca sürdürdü. Perşembe günleri Doğanbey camiinde bazı cumları Namazgah’da , bazı günlerdeKayhan camiinde vazife yaptı. 18 yıl boyunca da Emir sultan camiinde Mesnevi dersleri verdi. İsmail hakkı Bursevi hazretleri, Üftade’nin Bursa’da muhtelif makamları bulunduğunu tarif ederek; Atik Ali paşa camiinde Halvet, Kayhan camiinde İtikaf ettiği, Umur Bey camiinde Cuma Kıldığı, doğan Bey mahallesinde bir evde ayda bir kez ikamet ettiğini ifade eder. Yine ‘vakıat’ adlı eserinde keşfinin şeyhinin ölümünü müteakiben açıldığını bildirir. Halkın içerisinden hiç bir zaman ayrılmayıp onlarla adeta bütünleşen Üftade Hazretleri Celvet prensibini bu suretle geliştirdi. 30 yaşına kadar müezzinlik ve imamlık yaparak hayatını sürdüren zat bu yaştan sonra tamamen vaaz ve irşad görevini yerine getirdi. Aziz Mahmud Hüdai onu Kayhan camiinde dinlemiş ve bu suretle intisab etmiştir.

41-48 yaşlarında iken Resmi görevli olarak Emir Sultan camiine imam hatip görevlisi olarak tayin edilmiş ancak bunu kabul etmek istememiştir. Rüyasında Emir sultan Hazretlerinden aldığı tavsiye üzerine bu görevi kabullenmiş ancak aldığı ücreti dervişlere harçlık olarak taksim etmiştir.

Üfta hazretleri 90 yaşında iken 26 tammuz 1580 yılında vefat etmiş, namazı Zakir Başı Emir Efendi tarafından kıldırılarar bugünkü türbesine defnedilmiştir. Vefat tarihine kadar Emir sultan camiindeki görevini sürdürmüştür. Sayısız mürid yetiştiren Üftade hazretleri’nin kamil manada en önemli mürdileri Aziz Mahmud Hüdai ve Veli dede adındaki zatlardır. Üftade hazretleri hakkında okunması tavsiye edilen bir çok menkıbe anltılmaktadır. Üftade Hazretleri ilmi yanında şair bir kişiliğe sahiptir. Divanı ve bir adet hutbe mecmuası vardır.

Üftade hazretlerinin silsilesi
Somuncu Baba
Hacı Bayram veli
akbıyık Sultan
Hızır dede
Üftade hazretleri

Üftade hazretlerinin eserleri

1- Divan ; Altmış kadar şiiri ihtiva eder ve tasavvufi düşüncesinin bazı konularını açıklayan divan ,aşıkların , sadıkların , vasılların, sairlerin , rasihlerin hülasa bu yolun yolcuların hallerini izah eder.
2- Vakıat-ı Üftade ; Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinin müritlik döneminde 1576-1579 yılalrı arasında mürşidinin din ve tasavvuf dünyası ile ilgili düşüncelerini aktardığı bir eserdir.

Üftade Tekkesi
Bursa’da hizmet veren tekkelerin en meşhurlarından ve yapıldığı tarihten itibaren hiç kesintiye uğramadan 1925 yılına ( Tekkelerin kapatılmasına kadar ) varlığını sürdüren kurumlardan birisidir.
Dergahta hizmet veren şeyh efendiler isimleri , vefat tarihleri ve görev süreleri şöyledir ;

Üftade Hazretleri
Mehmet Efendi – 1585 – 6 sene ( Üftade hz’nin küçük oğludur.)
Mustafa Efendi – 1608 – 23 sene ( Üftade hz’nin büyük oğludur. Üftade hazretleri küçük Oğlu Mehmet Efendiyi işaret ettiği için ondan sonra dergah şeyhi olmuştur. Ve babsının yanında defnedilmiştir.
İbrahim Efendi – 1678 – 72 sene ( Şeyh Mustafa Efendinin oğludur. Önce Medrese eğitim almış sonra Şah efendi kensiyle ilgilenmiştir. Tasavvufi eğitimini ise Aziz Mahmud Hüdai hazretleri yanında tamamlamıştır. Burada 4 sene kalan İbrahim efendi babsının vefatıyla dergahın şeyhi olmuştur. Şeyh İbrahim Efendi , 1670 tarihinde büyük bir meblağda para harcayarak dergahı tamir ettirmiştir. Şeyh İbrahim Efendi 1677 tarihinde vefat etmiş ve dedesinin yaptırdığı caminin bahçesine defnedilmiştir.)
Mehmet Efendi – 1697 -20 sene ( Şeyh İbrahim Efendi’nin oğludur.
Mustafa Efendi – 1721 – 25 sene
Hayreddin Efendi – 1758 – 38 sene
Mustafa Efendi – 1802 – 45 sene
Ahmed Hasib Efendi – 1808 – 6 sene
Burhaneddin Efendi – 1845 – 39 sene
Mehmet Efendi – 1912 – 69 sene
Mehmet Efendi – 1913 – 1 Sene
Hakkı Efendi – 1923 – 10 Sene
Muhtar Efendi – 1925 – 2 Sene ( tekkeler kapatıldığında muhtar efendi tekke şeyhi idi.)

Kaynaklar ;

Mustafa Kara , Aşk Bülbülü Hz. Üftade ve Dergahı , Bursa Büyükşehir Belediyesi yayınları , 2014