Ana Sayfa>Ankara(Sayfa 5)

Taptuk Emre

Ankara – Nallıhan – Emrem Sultan köyü.

Anadolu’nun manevi mimarlarından ve Yunus Emre’nin şeyhidir. Türbesi, Nallıhan ilçesine bağlı  Ermemsultan Köyündedir. Hayatı ve kimliği hakkında tarihi kaynaklarda bilgi olmayıp, menkıbevi şahsiyeti yazılı ve sözlü kültürümüzde kabül görmüştür. Tabduk Emre, Cengiz istilası üzerine Buhara tarafından Anadolu’ya gelmiş Sinan Efendi, yahut Sinan Ata adlı Orta Asyalı bir Türk şeyhi tarafından irşad edildiği hakkındaki görüş Anadolu dervişleri arasında kabül görmüştür.

Menkıbevi hayatında ismi Emre’dir. Sakarya ırmağı kenarında bir köye yerleşmiş bir “Anadolu (Rum) eri”, ermişidir. Günümüzdeki Ermemsultan köyü olarak bilinen köyde kurduğu dergahta irşad faaliyetlerini sürdürmüştür. Hacı Bektaş-ı Veli de Horasan bölgesinden Anadolu’ya gelmiş ve irşada başlamıştır. Sakarya boylarında bulunan erenler Hünkar’ın gelişi duymuşlar ve ziyaret etmek için bir araya gelmişler, Emre’nin de kendileriyle gelmesi için davet etmişler. Bunun üzerine Emre gelemiyeceğini söyler. Erenler sebebini sorunca, Emre şu cevabı verir:
“Erenlere Dost divanında nasib verildiğinde, Hacı Bektaş Hünkar adlı bir kimseyi görmedik, işitmedik.” Erenler topluluğu Hünkar’ı ziyarete varınca, Emre’nin bu sözünü Hacı Bektaş-ı Veli’ye söylerler. Hünkar müridi Sarı ismail’i, Emre’ye gönderir ve dergahına davet eder. Davete ica­bet eden Emre’ye Hünkar şu suali sorar:
“Dost meclisinde erenlere nasib veren erin nişanı nasıldı?” Bu suale Emre şu cevabı verir:
“Yeşil perde ardından biri çıkıp, cümle erenlere nasip dağıttı. Avuç içinde güzel, nurani, yeşil bir ben vardı.” Hacı Bektaş sorar: “O eli görsen tanırmısın?” Emre: “Evet” cevabını verir.
Bunun üzerine Hünkar elini açıp, avucunu gösterir. Hacı Bektaş’ın avucundaki yeşil beni gören Emre:
“Tapduk, Hünkarım, Tabduk.” diye üç defa tekrar eder. Hemen ayağa kalkar ve kapının eşiğine yüz sürer. Özür diler ve tacını Hünkar’ın önüne koyar. Hacı Bektaş Emre’nin özrünü kabul eder, tacını giydirir, dua eder. Bu olaydan sonra “Tabduk Emre” olarak anılır. Hünkar’la sohbet edip, Sakarya kıyılarında bulunan derğahına geri döner.

Hacı Bektaşi Veli’nin irşad gücü ve kerametleri Anadolu’da duyulur. Her taraftan mürid olmak için dergahına akınlar başlar ve muhipleri çoğalır. Halk arasında ve menkıbelerde Yunus Emre’nin, Tabduk Emre ile tanışması şöyle anlatılır:
Yunus isminde, çiftçilikle geçinen, çok fakir bir adam vardır. Bir sene kıtlık olur. Daha da fakirleşen Yunus, bir çok kerametle­rini duyduğu Hacı Bektaş-ı, Veli’den yardım almak için ziyaretine gider. Hacı Bektaş-ı Veli’ye dağdan topladığı bir miktar alıçı (yabani elma) hediye götürür. Suluca Karahöyük’te (Hacıbektaş kazası) bulunan dergaha gelir ve Pirin ayağına yüz sürer, hediye­sini verir ve müşkilini şöyle anlatır:
“Ben fakir bir kimseyim, bu yıl ekinimden ürün alamadım, siz­ den bir miktar buğday almaya geldim.” Hacı Bektaş “kabül” der ve birkaç gün misafir kalmasını söyler. Yunus ise köyüne dönmek için acele eder. Dervişler Pir’e Yunus’un acelesini anlatırlar. O da:
“Sorun bakalım ne ister, buğday mı, yoksa erenler himmeti mi?”
Dervişler Yunus’a şeyhin arzusunu ilettiler. Yunus ise düşünmeden “buğday isterim” der. Bu cevabı öğrenen Hünkar:
“Getirdiği her alıç adedince himmet edelim, kendisine söyle­yin.” Yunus bu söze şu cevabı verir:
“Nefes (himmet) karın doyurmaz, evladı iyalim var, bana buğday gerek.” Bu sözü Hünkar’a arz ederler. Hünkar’da:
“Her ahçının çekirdeği karşılığında on nefes verelim.” Yunus isteğinde ısrarlı olup, cevabını tekrarlar:
“Nefes (himmet) istemiyorum. Çocuklarım var, evladı iyalim var, bana buğday gerek.” Bu sözü üzerine Hünkar istediği kadar buğday verilmesini emreder. Buğdayı Yunus’un öküzüne yük­ lerler ve uğurlarlar. Yunus köyün çıkışına varınca ayıkır. Kendi kendine şöyle söyleşir: “Hünkar bana himmet (nefes) vermek istedi. Ben ise buğday istedim. Halbuki buğday yenince biter, nefes ise öyle değil. Hünkar’ın himmetini reddederek ona karşı edep hatası da yaptım” der ve geri dergaha döner. Hünkar’ın dervişlerine yaptığı hatayı anlatır ve:
“Hünkar’a arzedinde buğdayı geri alsın, bana himmet (nefes) ver­sin” der. Durumu Hünkar’a arzederler, Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli:
“Biz Yunus’un anahtarını Tabduk Emre’ye verdik. Gitsin nasi­ bini ondan alsın” cevabını verir. Yunus Emre büyük bir nedamet­ le dergahtan ayrılır. Tabduk Emre’nin dergahına gelir, başından geçenleri şeyhe anlatır. Tabduk Emre de:
“Safa geldin, halin bizce malumdur. Hizmet et, emek ver, nasibini al” der. Yunus Emre, Tabduk Emre’nin dergahında kırk yıl hizmet eder.

Yunus şiirlerinde Tabduk Emre’yi onaltı yerde zikreder.
Taptuk ‘un tapusunda kul olduk kapusuna
Yunus miskin çiğidi bişdi elhamdülillah

Doğum tarihi tam olarak bilinmemekle beraber, kendisinin Selçuklu Devletinin son zamanları ile Ertuğrul ve Osman Gazi dönemlerinde yaşamış olduğu sanılmaktadır. Yunus Emre ekseri görüşe göre 1320’li yıllarda vefat etttiğine göre,  şeyhi Tabduk Emre’nin de 1200’lü yıllarda  yaşadığı tahmin edilebilir. Menkıbelerde Tapduk Emre ile Hacı Bektaş Veli aynı tarihlerde yaşadığı gösterilir. Tabduk Emre nin irşad metodu ile ilgili bilgileri ve tasavvufi terbiye esaslarını en büyük eseri olan Yunus Emre’de görmekteyiz. Hanefi mezhebi esaslarına ve sunni akidelere bağlı, Horasan melametiliğini benimsemiş olduğu, Yunus Emre’nin şiirlerindeki dile getirdiği tasavvufi düşünceden anlaşılmaktadır.

Türbe-i Şerifi
Türbe, Emremsulan Köyü girişinin sağında hafif meyilli bir arazi içerisinde bulunan mezarlık içerisinde yer alır. Köyün mezarlık sahası olarak belirlenen özel mülkiyetteki ve koruma altındaki bir arazidedir. Kare planlı ve kubbelidir. Duvarları içerden 6 x 6 metre boyutunda ve 1.6 metre kalınlığındadır. Sarıyar Barajı‟nın yapımı sırasında 1954-1958 yıllarında Etibank tarafından türbe olarak onarılırken kubbeyi korumak ve akıntıyı önlemek amacıyla kubbenin üzerine kiremit kaplı şemsiye külah şeklinde, dışa taşkın saçaklı bir çatı yapılmıştır. Türbeye doğu yönünden, oldukça sade ve basık kemerli alçak bir kapıdan girilir. Orijinal ahşap kapı kanatları türbeden çıkarılmıştır ve köydeki yeni camide saklanmaktadır. Basık kemerli, kapı girişinin üstünde devşirme bir antik mermer üstüne oyulmuş dört satırlık kitabesi mevcuttur.
Güney duvarında 1.5 metre yüksekliğinde 67 cm genişliğindeki dikdörtgen pencere tek açıklıktır. Taşıyıcı duvarlar moloz taştan inşa edilmiş olup, kubbe ve pandantifler ise tuğla örgüdür. Kare planlı türbede ayrı bir mezar odası bulunmadığından cenazeler doğrudan ziyaret (mescit) kısmına gömülmüştür. İçeride altı sanduka yer almaktadır. Ortada 3.7 metre uzunluğunda ve 72 cm genişliğinde Tapduk Emre‟nin sandukası vardır. Tabduk Emre‟nin eşi ve dört çocuğuna ait olduğu sanılan beş sanduka daha bulunur. Türbenin 20 metre batısında ise Tabduk Emre‟nin hatiplerinin türbesi vardır.

Şeyh İzzettin

Ankara  -Altındağ ilçesinde Şeyh İzzettin camii yanında

Ankara’da yaşamış ve vefat etmiş sufilerdendir. Şeyh İzzed­din (k.s.)’in hayatı ve kimliği hakkında yazılı kaynaklarda bilgi yok denecek kadar azdır. Halk arasında Hacı Bayram-ı Veli’nin Arapça hocası olduğu rivayeti yaygındır.

Ankara camileri hakkında araştırma yapan rahmetli İ. Hakkı Konyalı, Ankara Etnoğrafya Müzesi’nde bulunan Şeyh İzzeddin Türbesi kitabesindeki tarihi 1306 miladi yılı olarak okumuştur. 1306 yılında vefat eden Şeyh İzzeddin’in 1340 yılında doğan Hacı Bayram-ı Veli (Numan b. Ahmed)’nin hocası olması mümkün değildir. Bu konuda Hacı Bayram-ı Veli soyundan gelen rahmetli Fuat Bayramoğlu ise Şeyh İzzeddin’in vefat tarihinin miladi 1352 olarak kabul edilmesi ve Hacı Bayram-ı Veli’nin de doğum tarihi­ nin kendisince ileri sürülen 1339/1340 senesi kabul edildiği takdir­ de, halk arasında yaygın olan görüşün doğru olabilecegi kanaatini taşır. Buna rağmen bu görüşlerin varsayımdan öte geçemiyeceğini kabul eder. Ankara şehri üzerine araştırma yapan E. Mamboury ise Şeyh izzeddin’in vefat tarihini 1350 olarak kabul eder.

İ. Hakkı Konyalı “Ankara Camileri” isimli eserinde:
“Yıkılan türbesine ait kitabe taşı Ankara Etnoğrafya Müzesi’ndedir. Bu kitabe aynı zamanda vakfiye olduğu için fev… kalade mühimdir. Şimdi üç satır halindeki kitabeyi okuyalım:
Şeyh izzeddin yediyüzbeş hicri senesinin Şaban ayında Allah’ın rahmetine kavuştu. Bütün emlakini vakfetti.
Etnoğrafya Müzesi Müdürü Osman Ferit Sağlam’ın bana söylediğine göre “türbe mahruti şekilde yapılmış ve çok kıymetli bir esermiş. Bakımsızlık yüzünden çökmüş, kitabesi de müzeye nakledilmiştir.”

Günümüzde Ulus semtinde, kendi adı ile anılan Şeyh İzzeddin Mahallenin Sonevler Sokağının 6 kapı numarası taşıyan yapıda kabri, aynı mahallede Yay ve Yokuş sokaklarının birleştiği köşede de Şeyh izzeddin Mescidi vardır. Mezarının bulunduğu yapının dış duvarında, giriş kapısının sağında ve solunda birer  adet kitabe taşı parçası mevcuttur. Bu kitabelerin birisinde 752 hicri / 1352 miladi yılı yazılıdır. Diğer kitabe taşı parçasında ise bir hatun’dan bahsedilir. Kanaatimizce bu iki kitabe parçası onarım esnasında sonradan buraya konulmuştur.

438 numaralı “Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri”nde “Şeyh İzzeddin Zaviyesi Vakfı” ve “Şeyh izzeddin Mahallesi Mescidi Vakfı” kaydı vardır. 1522 tarihli Tapu-Tahrir Defterinde Şeyh izzeddin mahallesinin nüfusu takriben ellidir. Bu tarihlerde de Şeyh izzeddin Zaviyesi’nin şeyhliğini ise Mustafa oğlu İbra­him yapmaktadır. 25 Ağustos 1798 tarihli bir belgede de: “Medine-i Ankara’da medfun es-seyyid eş-şeyh İzzeddin kuddise sırruhu aziz hazretleri evkafından…” ibaresinden “seyyid” ve pir tarikata mensup olduğunu anlıyoruz.

Kabrinin olduğu yer sonradan imar edilmiş ve kurulan der­ nekçede fakirlere her gün yemek verilmektedir.

Kaynak ; Manevi Mimarlarıyla Ankara , Abdülkerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir Belediyesi Yayınları
Ankara Velileri I-II , Abdülkerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir Belediyesi Yayınları

Kazancı Baba

Ankara – Kalecik ‘de Kalecik kalesi eteklerinde

Kalecik ilçe merkezinde türbesi bulunan Şeyh Baba Nahhasi Ankaravi (k.s.) hazretleri halk arasında “Ka­zancı Baba” ve ”Kazgancı Baba” olarak bilinmektedir. Kaynaklara göre asıl adı “Bedreddin”dir. ‘Nahhasi” Arapça bir kelime olup bakırcı anlamına gelmektedir. Baba Nahhas Ankaravi, Hacı Bayram-ı Veli hazretlerine intisab ederek kemale eri­şen velilerdendir.

Mehmed Mecdi Efendi, “Şakayiki Numaniye”de Şeyh Baba Nahhas’ın Hacı Bayram-ı Velin’in halifelerinden olduğunu zikreder; Arif-i billah Şeyh Baba Nahhasi-i Ankaravi rahimehullah, Şeyh Bedreddin (Kı­zılca Bedreddin) gibi bunlar dahi Hacı Bayram Sultan’ın eshabından idi. Ol haz­retin bedrika-i irşadının imdadiyle tarik-ı tasavvufun müntehasına vasıl ve nail oldu. Misi-vücudunu şeyhin cevher-i irşadiyle zer-i halis edüb kimya-yı saadete zafer buldu. Kaddesallahu sırrehu’l-aziz.  Mecdi Efedi’nin ifadesinden Baba Nahhas Ankaravi’nin, Hacı Bayram-ı Veli (k.s.)’nin halifelerinden olduğunu, O’nun irşadıyla tasavvufi sırları öğ­renerek kemale ulaştığını, vücudunun bakırını Hacı Bayram-ı Veli’nin irşad cevheriyle saf altın yaparak, ilahi sırlara ulaştığı anlaşılmaktadır.

Mehmed Süreyya, “Sicill-i Osmani”de asıl adının “Bedreddin” olduğunu zikreder: Bedreddin (Baba Nahhasi), Bayramidir. II. Mehmed (Fatih) devri (1451-1481) başlarında vefat etti.

Evliya Çelebi, “Seyahatname”sinde Kalecik’e geldiğinde Kazancı Baba Sultan ziyaretini anlatır: ”Kazancı Baba Sultan ziyareti: Kalenin ancak bir sarp yolu vardır. Batı tarafına bakar kapısına gidecek çetin yolun aşağısında çarşıya yakın bir ufak tefek yerde medfundur. Allah sırrını aziz eylesin.”

Kazancı Baba Türbesi:
Kalecik ilçe merkezinde ve Kalecik Kalesi’nin kuzeydoğu eteğinde, Ahi Kemal (Şenyurt) Mahallesi’nde ve bir bahçe içinde bulunan Kazancı Baba Türbesi, meyilli bir arazide bulunmaktadır. Kazancı Baba Türbesi, doğu cephesine yapılan betonarme ve düz damlı bir oda ve kuzey cephesine yapılan beton duvar ve çevresindeki bahçe ile ku­şatılmıştır. Sonradan yapılan gayri ciddi onarımlarla da özgün mimari özel­liğini kaybetmiştir. Giriş kapısının sağında Türkçe yazılmış kitabe ise bir yanlışlar manzumesidir: Kaçkancı Baba, 300 sene önce Evliya Çelebi’nin Kaleciğe geldiğinde bu türbe­den bahsetmiş erek bahis iderek sirre kadem basmış denilmektedir. Türbe ha­rap olduğundan 1969 yılında hükümetçe tamir edilmiştir.
Kitabede yazılı “kaçkancı” kelimesi arabacı anlamına gelir. Kazancı Baba ise bakırcı ustasıdır. Ayrıca Evliya Çelebi, “kuddise sırrehü’-l-aziz” (Allah kut­lu sırlarını aziz etsin) ifadesini kullanmıştır. “Sirre kadem basmış” ise “sırra kadem basmak”, yani gözden kaybolmak anlamında kullanılır.

Kare planlı, kübik bir gövde üzerinde çokgen kasnaklı ve piramidal kü­lahlı bir yapı olan türbenin temelinde ve duvarlarda moloz taş, kubbe kas­nağında kesme taş ve tuğla, kubbede ise sadece tuğla kullanılmıştır. Beden duvarları üzerinde, pandantifle sağlanan geçitle, çokgen (ongen) bir kasnak oturmaktadır. Kubbe kasnağının güney, kuzey ve doğusunda, aynı üslupta, birer pencere görülür. Türbenin gövdesi ile taş ve tuğladan örülmüş kas­nağının bazı kısımları sonradan sıvanarak, özgün duvar gizlenmiştir. Kirpi saçakla biten yüksek kasnaktan sonra türbenin üzeri kiremit kaplı bir çatı örtülmüştür. Mevcut haliyle türbenin dış cepheleri bakımsız bir haldedir. Türbeye doğu cephesinde bulunan ve sonradan ilave edilen betonarme bir odadan girilir. Bazı onarımlar gördüğü açıkça belli olan bu giriş kapısını, alınlıktan sonra bir sivri kemer çerçevelemektedir. Kapı dikdörtgen ve ze­ minden yüksekcedir. İki ahşap kanatlı kapı, geometrik motiflerle işlenmiş ve kısmen de bozulmuş, sonradan yeşil renk yağlı boya ile de boyanmıştır. Türbe içi sade ve sıvalıdır. Sanduka sonradan sıvandığı için yapı malze­mesi görülmemektedir. Sandukanın başucunda taştan yapılan büyük bir sarık vardır. Güney duvarında dikdörtgen bir nişle “hacet/ dualık” penceresi açılmış­tır. Ayrıca türbe içinde geyik boynuzları görülür. Duvar 1318/1900-1901 ta­rihli bir hat levhada “Ya Hazret-i Baba Kazgani kuddise sırreh “yazılıdır.

Kaynak ; Manevi Mimarlarıyla Ankara , Abdülkerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir Belediyesi Yayınları
Ankara Velileri I-II , Abdülkerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir Belediyesi Yayınları

Gazi Gündüzalp

Ankara -Beypazarı – Hırkatepe köyünde

Beypazarı ilçesi Hırka tepe Köyü’nde türbesi bulunan Gazi Gün­düz Alp, yazılı kaynaklara gore Osman Beyin dedesi ve Ertuğrul Gazi’nin babasıdır. Hırkatepe, Beypazarı ilçe merkezine 24 km uzaklıktadır. Uyku Dağı’ ın kuzeybatı yamacında ve Aladağ Çayı’na karışan Bağlarbaşı Deresi vadisinde bulunan Hırkatepe, eski adıyla “Hırka” Köyü, 1530 tarih­li Hüdavendigar Livası Tahrir Defteri’nde Beğ-bazarı kazasına bağlı bir köy olup Mir-liva hassı ve 18 hanedir. Tarihi kaynaklarda ise Hırka Köyü’nün adı “Kızılcasaray/Kızılsaray” olarak yazılmıştır.

Tarihçiler, Ertuğrul Gazi’nin babasının ismi konusunda iki ayrı görüş ileri sürmüşlerdir. Birinci görüşe göre, Ertuğrul Gazi’nin babası Caber Kalesi’nde türbesi bulunan “Süleyman Şah”tır. İkinci görüşe göre ise Ertuğrul Gazi’nin babası “Gündüz Alp”tir. Günümüz tarihçileri tarafından ikinci görüş genel ka­bul görerek, Gündüz Alp’in Ertuğrul Gazi’nin babası olduğu kabul edilmiştir.

 

Alışoğlu Türbesi

Ankara – Kalecik ilçesinde Kale mahallesinde

Ankara’nın Kalecik İlçesinde, Kale Mahallesi cami altı semtindedir. Türbede Horasan’dan gelen ve bir Nakşibendî Şeyhi olan Alışoğlu Ali Efendi, annesi ve kızı yatmaktadır. Türbe 1231 yılında kendisi tarafından yaptırılmış ve vasiyeti üzerine oraya defnedilmiştir. Türbe Dikdörtgen plânlı basit bir yapıdır. Kerpiçten yapılmış Türbe ahşap olup çatısı kiremitle kaplıdır. İki tane odası vardır. İkinci odada üç tane Sanduka bulunmaktadır.

Müstemilatında; bahçe, avlu, konaklama odası, çeşme ve tuvaleti mevcuttur. Türbe her türlü hastalık için bilhassa bel, yel ve romatizma ağrıları için ziyaret edilmektedir. Şifa için burada yatılıp uyunmakta ve şifa bulu narak gidilmektedir. Eğitimini Horasan’da yaparak gelmiştir. Mesleği askeri hakimlikmiş, Hacı Bayram Veliallah ‘ın akrabalarından olup, Kayseri’de hakim iken Hacı Bayram Veli tarafından Kalecik’de hakim olması uygun görülmüştür. Burada vazife yapıp yerleşmiş ölünce de buraya defnedilmiştir. Yılda 1.500 kadar ziyaretçisi olan türbenin bakım ve temizliğini Fevziye Yıldız isimli bir vatandaş tarafından yapılmaktadır.

Ahi Şerafeddin

Ankara – Altındağ ilçesindeki Aslanhane Cami ( Ahi Şerafettin cami) yanında

Ankara’da yaşayan “tımar” sahibi “ahi” büyüklerindendir. Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde bulunan ve daha önce Ahi Şerafeddin (Aslanhane) Camii’nde muhafaza edilmiş olan 692 hicri/1293 miladi tarihli şecere (soy kütüğü), 12.21 metre uzunluğunda 0.21 metre genişliğindedir. Samani aharlı kağıt üzerine bölüm başları ve asıl isimler sülüs, diğer isim ve bilgiler nesih ile yazılmış, dışına mumlu bez yapıştırılmıştır. Bu şecere Bursa Mebusu Tahir Bey’in tavsiyesi üzerine, 1910 yılında Tarih-i Osmani Encümeni adına İstanbul’a götürülmüş, merhum Ahmet Tevhid Bey tarafından kopya edilerek aslı Vakıflar Genel Müdürlüğüne iade edilmiştir.

Şeceredeki bilgilere göre Ahi Şerafeddin, Hazreti Ali’nin oğlu Hazreti Hüseyin soyundandır. Atalarından Muhammed Caferi oğlu Hasan, Huy şehrinde kalmış ve orada “fütüvvet” libasını giymiştir. Arapların “Ahi Ali Bessak” dedikleri şahsiyettir. Ahi Şerafeddin sülalesinde ahilik buradan başlar.

Ahi Şerafeddin‘in ecdadı Il. Kılıçarslan zamanında Ankara’ya yerleşir. Ahi Şerafeddin‘in altı batın yukarı dedesi olan Abdullah oğlu Süleyman ve onu takiben ecdadından İbrahim oğlu ishak, Seyit Ali, ishak oğlu Seyit Hüsam, Alaeddin ishak oğlu Ali ve Ahi Şerafeddin’in babası Ahi Hüsameddin Hüseyin, dedesi Seyit Şemseddin Ahi Yusuf, amcası Ahi Kemaleddin Hasan’ın kabirlerinin Ankara’da olduğu şecerede zikredilir.

“Bu şecere Allah’ın zayıf ve aciz kulu Mehmed bin Ahı Hüsam el Hüseyni’nin şeceresidir.”

Ahi Muhammed, Ahi Şerafeddin diye bilinir. Babaları Mehmed bin Ahi Hüsameddin, Hüseyin bin Seyyid Şemseddin oğlu Ahı Fethuddin Hüseyin ve oğulları Mehmed, Ahmed ve İbrahim. Ahi Yusuf bin Ahı ishak bin İsmail bin Seyyid Ali bin Abdullah ve çocukları Ali, Hasan ve Hüseyin. Seyyid Ali bin Abdullah oğlu Ali’nin oğulları Mehmed, Ahmed, İbrahim. Seyyid Ali bin Abdullah oğlu Hüseyin, ondan Ali ve oğulları Yusuf, Cafer ve Mahmud bin Muhammed bin el-Hasen el­ Caferi bin Muhammed bin el-Hüseyni bin Ali bin Muhammed bin Ali bin Musa er-Rıza bin el-imam el-Cafer es-Sadık bin el-İmam el-Muhammed el-Bakır bin el-imam Zeynelabidin Ali bin emiru’l-mü’minıni’I muhsinın bin el-imami’l-müslimın ve emiru’l-mü’minın Ali bin Ebutalib.

Ahi Muhammed (Ahi Şerafeddin)’in evlatları Hüseyin, Hasan ve Yusuftur. Ahi Şerafeddin’in oğlu Hüseyin’den es-Seyyid Hüsam, ondan es-Seyyid Paşa, ondan es-Seyyid Hüseyin, ondan es­ Seyyid Hüseyin ve oğulları Hüseyin, Yahya’dır.

Ahi Şerafeddin’in oğlu Hasan’dan Paşa, ondan Hüseyin, ondan Seyyid Cafer ve oğulları Hıdır, İhsan, Tayyib’dir. Ahi Şerafeddin’in Ankara Etnoğrafya Müzesi’nde teşhirde bulunan ahşap sandukasında vefat tarihi H. 751 – M. 1350’dir.
Bir sanat şaheseri olan ahşap sandukada şu ibare yazılıdır:· “Cömertlerin babası, müslümanların, İslamın ışığı, Hakk’ın ve dinin övdüğü, ahilerin büyüğü, mürüwet ve fütüwet sahi­bi, sultanın delili, iftihar-ı ali Resulullah, seçilmiş, es-seyyid, eş-şehid, yarlıganmış, rahmete kavuşmuş Hüsameddin oğlu Muhammed. Allah onların kabirlerini nurlandırsın, yerlerini cennet kılsın ve onlardan razı olsun. Cuma günü namaz vaktinde, Receb ayının yirmiyedisinde yediyüzellibir yılında vefat etti.”

Türbesi, Ankara Atpazarı semtindedir. Türbenin güney cephesindeki pencere üzerinde mermer bir kitabe vardır. Kitabenin Türkçe metninde: “Bu imaretin; lütüfkar Rabbinin rahmetine muhtaç olan zayıf kul Ahı Hüsameddin el-Hüseyni oğlu Muhammed -Allah Hz. Hüseyin, onun kardeşi, ceddi. babası, annesi ve evladı hürmetine- onun dünyada ve ahirette kalbini nurlandırsın. 731 ( 1331 ) yılında yapılmasına çalıştı.”
Bu kitabe metninden zaviyenin M. 1331 yılında yapımına başlandığı anlaşılmaktadır. Vakıf kayıtlarında, Ahi Şerafeddin Zaviyesi vakfı mevcut olup, Ankara’nın değişik yerlerinde vakıf arazileri olduğu zikredilir.
Ahi Şerafeddin Türbesinin içinde, kızı Devlet Hatun’a ait bir mezar vardır. Devlet Hatun‘un mezar taşında aşağıdaki ibareler yazılıdır: “Emirlerin büyüğü, seçilmiş Mehmed oğlu Hüsameddin oğlu Ahı Şerafeddin kızı Devlet Hatun 773 ( 1372) yılında vefat etti. Allah kabrini nurlandırsın.” Türbede bulunan kitabesiz ikinci kabri de de “Ahi Muhammed Şerafeddin oğlu Ahı Hüseyin” olarak okumuştur. 1720 tarihli Sultan Üçüncü Ahmed’in bir fermanında: “Emirlerin emiri, soyu temiz, itibar şahibi, ululanmış, hürmet ve kadir sahibi, sabırlı ve_ haşmetli, ….” ifadeleri Ahi Şerafeddin için kullanılmaktadır. Ankara’nın gerek yönetiminde gerekse imarında birçok hizmetleri olmuştur.

Kaynak ; Manevi Mimarlarıyla Ankara , Abdülkerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir Belediyesi Yayınları

Hacı Bayram Veli

Hacı Bayram Veli Hazretlerinin Türbesi ; Ankara – Hacı bayram Veli camii yanındadır.

Bayramîlik yolunun kurucusu , büyük arif ve veli Hacı Bayram-ı Velî, 1352 yılında Ankara’nın Solfasol köyünde doğdu. Asıl adı Numan, babasının adı Koyunluca Ahmed’dir. ‘Bayram‘ ismini, Somuncu Baba’ya intisabı bir kurban bayramı gününe rastgeldiği için şeyhi kendisine vermiştir.

Hacı Bayram Veli, dinî ilimlerde tahsilini tamamladıktan sonra. Kara Medrese diye bilinen Melike Hatun Medresesi’nde müderris oldu. Burada talim ve tedrisle meşgulken, Kayseri’de tasavvuf yolunu neşreden Hamidüddin Aksarayî’nin (Somuncu Baba) davetine uyarak tasavvuf yoluna intisap etti ve müderrisliği bıraktı. Rivayete göre Somuncu Baba, müridi Şeyh Suca Karamanî’ye: “Ankara’da Kara Medrese’de Numan adlı bir kimse vardır. Var onu davet eyle, yanıma gelsin” diye gönderir. Şeyh Suca Ankara’ya varır. Hacı Bayram’ı medresesinde ders verirken bulur. Şeyhinin davetini iletir. Hacı Bayram bir teslimiyetle “Davete icabet lazımdır” diyerek medresesini bırakıp Kayseri’ve varır. Genellikle müridler mürşidlerini arar ve bulmak için büyük zahmetler çekerken. HacıBayram Veli’nin bir mazhariyeti de, mürşidinin onu bulup davet etmesidir.

Somuncu Baba’nın nezaretinde seyr ü sülükünü tamamlayan ve velayet basamaklarında ilerleyen Hacı Bayram, mürşidinden, o nereye giderse onun yanında beraber gelmek istediğini söylemiş, o da bunu kabul etmiştir. Bundan dolayı mürşidi Bursa’ya gittiğinde Hacı Bayram da yanında gitmiş, Bursa’dan ayrıldıktan sonra onunla beraber hacca gitti. Hac vazîfelerini yaptıktan sonra Aksaray’a geldiler. Orada hocasının 1412 (H. 815) senesinde; “Halîfem, vekîlim sensin.” emri üzerine, bu ağır vazîfeyi üzerine aldı. Aynı sene hocası vefât edince, defn işleriyle meşgûl olup, cenâze namazını kıldırdı. Aksaray’da vazîfesini bitirdikten sonra Ankara’ya döndü. Ankara’da dînin emir ve yasaklarını insanlara anlatmaya, onlara doğru yolu göstermeye, yetiştirmeye başladı. Her gün pekçok kimse huzûruna gelir, hasta kalplerine şifâ bularak giderlerdi. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya, akın akın gelmeye başladılar. Kısa zamanda ismi her tarafta duyuldu.

O dönemde Ankara ve genel olarak Osmanlı devleti siyasî, sosyal, ahlakî ve dinî bir kargaşalık yaşıyor; Timur istilası, Yıldırım Han’ın oğullarının taht kavgası, Şeyh Bedreddin olayı, sosyal çözülme ve bunun neticesi olarak sefahat ve ahlakî bozukluklar, devleti ciddi biçimde tehdit ediyordu. Böyle bir dönemde müderrisliği bırakıp tasavvuf yoluyla halkı irşada başlayan Hacı Bayram, Anadolu’nun ortasında bir sevgi ve kardeşlik mektebi kurdu, toplumun tekrar birleşmesinde büyük bir manevî rolü oldu. Halved ve Nakşbendî öğretilerini birleştiren yeni bir tasavvuf ekolü talim etmeye ve Anadolu’nun manevî ıslahını gerçekleştirmeye girişti. Onun tasavvuf ekolü, kendisinden sonra Bayramîlik diye anılacaktır.

Hacı Bayram-ı Veli’ye , Anadolu’nun her yanından ona mürid olmak üzere gelenler arasında Esrefoğlu Rumî, Akbıyık, Göynüklü Uzun Selahaddin, Yazıcızade Mehmed ve kardeşi Ahmed Bîcan, Germiyanlı Şeyhî, Molla Zeyrek, Akşemseddin, Dede Ömer Sikkinî de vardı. Halifeleri arasinda Akşemseddin’den başka Bayramî-Melamîliğin pîri olan Dede Ömer Sikkinî ile Celvetîliğin Bayramiyye’ye bağlanmasını sağlayan, Hz. Üftade’nin şeyhi Hızır Dede de vardır. Böylelikle Hacı Bayram, Osmanlı maneviyat tarihinde merkezî bir konumda bulunmuş oluyordu.

Hacı Bayram Velî, Ankara’da inşa ettiği zaviyesinde ömrünün sonuna kadar bir yandan her zümredenHacı Bayram Veli doğduğu ev müridlerini terbiye ile meşgul olurken, diğer taraftan da müridlerine örnek olmak için gerekli miktarda dünya işleriyle meşgul oluyor, beraber üretip beraber paylaşmanın en güzel örneklerini vererek küçük ölçekli bir fazilet toplumu modeli ortaya koyuyordu. Yaşlılığına rağmen, zaviyesindeki dervişleri île kendi aile fertleri için burçak ekiyor, hasat zamanı gelince imece usulüyle dervişleriyle birlikte hasatı topluyordu. Müridlerine kimseye yük olmayıp ellerinin emeğiyle geçinmelerini öğütlemiş ve kendisi de bütün hayatı boyunca bu hususta örnek olmuştur.

Hacı Bayram-ı Velî, bu şekilde hem talebelerini yetiştiriyor, hem de belli saatlerde câmide insanlara vâz ve nasîhat ediyordu. Herkes Hacı Bayram-ı Velî’nin vâazlarına koşuyor, bâzı kerâmetlerini görünce, ona daha çok bağlanıyorlardı. Bu şekilde Hacı Bayram’ın etrafında pekçok kimsenin toplandığını gören bâzı hasetçiler, Pâdişâh İkinci Murâd Hana; “Sultânım! Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. Aleyhinizde bâzı sözler söyleyip saltanatınıza kasdedermiş. Bir isyân çıkarmasından korkarız!” diyerek iftirâlarda bulundular. Bunun üzerine sultan, durumun tetkik edilmesi için iki kişi vazifelendirip; “O kimseyi hemen gidip huzûrumuza getirin. Emrimize baş kaldırıp isyân ederse, zincire vurarak getirin!” emrini verdi.

Vazifeli çavuşlar, ellerinde pâdişâhın fermânı olduğu hâlde, Edirne’den kalkıp süratle Ankara’ya gittiler. Şehre yaklaştıklarında önlerine, yaşlı, nûr yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı. Selâmlaştıktan sonra ihtiyâr zât; “Evlâtlarım! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?” diye sorunca, onlar da; “Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, etrâfına adamlar toplayıp, Pâdişâhımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp pâdişâhın huzuruna götüreceğiz.” dediler. Çavuşların bu sözünü bekleyen ihtiyâr zât; “O aradığınız Hacı Bayram bu fakîrdir.” diyerek, kendisini gösterdi. Çavuşlar bir fermâna baktılar, bir de Hacı Bayram-ı Velî’ye. Aradıkları isyâncı bu olamazdı. Bu nûr yüzlü, hoş sözlü zât, hiç isyân edecek birine benzemiyordu. Hacı Bayram-ı Velî’ye tekrar tekrar dikkatle baktıktan sonra, birbirlerine; “Gidelim, Sultanımıza gidelim. Bu zâtın mâsûm olduğunu, söylenilenlerin yanlış olduğunu bildirelim.” dediler.

Hacı Bayram; “Evlatlar! Sizin geleceğinizi biliyorduk. Onun için yola çıkıp sizi bekledik. Pâdişâhımızın fermânı başımız üzerindedir. Haydi durmayınız, elimi zincirle bğlayınız ve bir an önce buradan gidelim.” buyurdu. Bu sözlere iyice hayret eden çavuşlar; “Sizi yanlış anlatmışlar efendim. Size karşı edepsizlik etmeye hayâ ederiz. Hele zincire vurmak hiç aklımızdan geçmez. Mâdem ki emrediyorsunuz, buyurunuz gidelim.” dediler.

Hacı Bayram ile yanındaki genç talebesi Akşemseddîn, çavuşlarla birliket Edirne’ye doğru yola koyuldular. Hacı Bayram-ı Velî, yol boyunca çavuşlarla sohbetler etti, onlar nasîhatlerde bulundu. Günler sonra  Edirne’ye geldiler. Sarayda Sultan İkinci Murâd Han, söylentilere göre devletin selâmetine kasdeden ve tahtına göz diken bir eşkıyâ beklerken, karşısında; nûr yüzlü, kâmil bir velî gördü. Hayretini saklamayarak, onu baş köşeye oturttu. Utancından bu büyük velînin yüzüne bakamadan; “Yolculuğunuz zahmetli oldu herhalde.” dedi. Hacı Bayram-ı Velî ise tebessümle; “İyi bir vesîle oldu. Birçok yerde ve buralarda epeyce mâneviyât âşıkları gördük ve tanıştık.” diyerek, pâdişâhı rahatlattı. Sohbete başladılar. Sultan Murâd, şehzâdeliğinden beri ilme pek meraklıydı ve büyük bir âlim olarak yetişmişti. Hacı Bayram-ı Velî konuştukça, ilminin yüksekliğini daha iyi anladı. Tâ Ankara’dan buraya kadar getirttiğine çok üzüldü, tanışmakla şereflendiği için de çok sevindi. Tasavvuftaki bâzı müşkillerini Hacı Bayram-ı Velî’ye sordu. Aldığı cevaplardan ziyâdesiyle memnun oldu. Pekçok ihsânda bulunup, hediyeler verdi. Fakat Hacı Bayram-ı Velî; “Sultânım! Bizim dünyâ malında gözümüz yoktur. Siz onları, ihtiyâcı olanlara veriniz.” diyerek nâzikçe reddetti. Pâdişhâh ısrar edince de; “Mutlaka ihsânda bulunmak istiyorsanız, talebelerimizin, devlete vereceği vergilerden muaf tutulmasını arzu ederiz.” dedi. Pâdişâh da memnuniyetle kabûl etti. Hacı Bayram-ı Velî’yi günlerce sarayda misâfir etti, izzet ve ikrâmda bulundu.

Başbaşa sohbet ettiği günlerden birinde; konu İstanbul’un fethine gelmişti. Murâd Han Gâzi; “Allahü teâlânın izniyle, evliyânın himmet ve bereketleriyle İstanbul’u almak istiyorum. Rahmetli dedem Yıldırım Bâyezîd Han bu işe girişti. Fakat bir netice elde edemedi. Devlet-i âl-i Osman’ın toraklarının ortasında bir Bizans Devletinin olmasına hiç gönlüm râzı değil. Sevgili Peygamberimizin de fethini müjdelediği bu İstanbul bize lâzım. Bunu almak için de himmetinizi, yardımınızı bekliyorum.” dedi. Murâd Han bu sözleri söylerken, Hacı Bayram-ı Velî derin bir tefekküre dalmış, onu dinliyordu. Sultanın sözü bittikten bir süre sonra şöyle konuştu: “Sultânım! Bu şehrin alınışını görmek ne size, ne de bize nasîb olacak. İstanbul’u almak, şu beşikte yatan Muhammed’e (Fâtih Sultan Mehmed Han) ve onun hocası, bizim Köse Akşemseddîn’e nasîb olsa gerektir.” müjdesini verdi. Sonra geleceğin Fâtih’ini kucağına aldı. Onun gözlerine bakarak, uzun uzun teveccühlerde bulundu. Sultan Murâd Han, bu müjdeye çok sevindi. Oğlu şehzâde Muhammed’e ve Akşemseddîn’e artık başka bir nazar ile bakmaya başladı.

Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne’de bulunduğu müddet içinde, câmilerde vâaz verip, halka nasîhatlerde bulundu. Edirneliler de onu çok sevdiler. Onun hangi câmide nasîhat edeceğini öğrenip, oraya akın akın giderlerdi. Pâdişâh da onun Edirne’de kalmasını istiyordu. Fakat Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya talebelerinin başına dönüp, onları yetiştirmeye devâm etmek istediğini bildirdi.

Pâdişâha nasîhatlerde bulunduktan ve onunla vedâlaştıktan sonra yola koyuldu. Önce Gelibolu’ya geldi. Orada Yazıcızâde Ahmed Bîcân ve Muhammed Bîcân kardeşlerle görüştü. Bir müddet onları yetiştirmek için orada kaldı. Onların Bayramiyye yoluna girerek, tasavvufta ilerlemelerine sebeb oldu. Muhammed Efendi, yazdığı Muhammediyye’yi hocası Hacı Bayram-ı Velî’ye takdim ettiğinde; “Ey Muhammed! Bu kitabı yazacağına, kalbinin nûrlanması için çalışsan, nefsini terbiye etmek için uğraşıp onu yola getirseydin daha iyi olmaz mıydı?” buyurduğunda, Muhammed Bîcân bir “Âhh!” çekti ki, o anda kitabın açık olan sahifeleri “Âhh” ateşinden kararıp simsiyah oldu. Hacı Bayram-ı Velî, kısa zamanda bu iki kardeşe icâzet, diploma vererek, insanları hak yola dâvet ve bu yolda ilerletmekle görevlendirdi.

Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya Sultan Murâd Hanın verdiği fermânla geldi. Fermanda, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgûl olmaları için, onların vergi ve askerlikten muâf tutulduğu bildiriliyordu. Bunu duyan pekçok kişi, vergi ve askerlikten kurtulmak için Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söylemeye başladı. Bunlar o kadar çoğaldı ki, Ankara’nın mâlî ve askerî düzeni bozuldu. Sonunda Sultan, Hacı Bayram-ı Velî’den talebelerinin bir listesini istemek zorunda kaldı.

Hacı Bayram-ı Velî de, Ankara’nın Kanlıgöl mevkiinde bir çadır kurdu ve; “Bize intisâb edenler, talebe olanlar burada toplansın.” diye ilân etti. Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söyleyen herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hacı Bayram-ı Velî; “Dervişlerim, müridlerim! Bana intisâb eden talebelerimi bugün burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını bana feda eden, çadıra girsin.” buyurdu. Bütün talebeleri bir korku aldı. Bir uğultu yükseldi. Vergiden kaçmaki çin talebe görünenler; “Bu ne biçim mürşit; bu nasıl müritlik.” diye söylenip duruyorlardı. Hacı Bayram-ı Velî de, eline keskin bir bıçak ile çadırın kapısında beklemeye başladı. Bu sırada topluluktan, bir erkek ile bir kadın kalabalığı yararak doğruca çadırın içine girdiler. Arkalarından Hacı Bayram-ı Velî de girdi. Daha önceden çadıra koyduğu koyunu içeride hemen kesti. Kırmızı bir kan, çadırdan dışarı çıktı. Kanı gören herkes hemen kaçtı. Meydanda kimse kalmadı. Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram-ı Velî; “Anladık ki, bu kadar talebemiz varmış. Bunlardan başka herkes, vergi vermek ve asrelik yapmak sûretiyle, devlete olan borcunu ödemelidir.” buyurdu.

Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak için uğraştı. Talebelerine ve sohbete gelen herkese, Allahü teâlânın emirlerini bildirip, yasaklarından kaçınmanın şart olduğunu anlattı. Hayâtı, hep verâ ve takvâ üzere, haramlardan şiddetle kaçıp, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını terk etmekle geçti.

Onun vefâtından sonra “Bayramiyye yolu”nu, talebelerinden Akşemseddîn ve Bıçakçı Ömer Efendi devâm ettirdiler.

Türbelerin kapatılma kararı çıktıktan sonra, her yere olduğu gibi Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin türbesine de kilit vurulmuştu. Fakat sabahleyin türbenin önünden geçenler kilidi kırılmış, kapıyı da ardına kadar açık gördüler. Olayın birkaç defâ tekerrür etmesi üzerine ilgililerden biri; “Böyle şey olmaz, bu kapıyı elbette bir açan var.” demiş. Sonra bunun için iki polis vazifelendirmiş ve; “Sabaha kadar bekleyin, gözetleyin. Şu kapıyı kim açıyorsa, hemen yakalayın.” iye de emir vermişti.

Polisler aldıkları bu emir gereğince, hazret-i Şeyh’in türbesi önünde sabah ezânı okununcaya kadar beklemişler. Sabah vakti âniden kilidin çıkardığı “Çat” sesi ile irkilmişler. İşte o zaman açılan kapıdan Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tebessüm ederek kendilerine baktığını görmüşler. Türbeyi bekleyen polislerden biri şaşkınlıktan düşüp bayılırken, diğerinin dili tutulmuş. Bu olaydan sonra bir daha hiç kimse kapıda nöbet tutmaya cesâret edememiştir.

Kaynak
Ankara Erenleri I – II , Abdülkerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir Yayınları
Tarık Velioğlu , Osmanlı’nın Manevi Sultanları , Ufuk Yayınları
Türkiye Gazetesi , Orta Anadolu Evliyaları , cilt 1
Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012
İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun

Taceddin Veli (k.s.)

Taceddin Veli hazretlerinin Türbesi ; Ankara -Ankara – Hamamönü semtindeki , Şeyh Taceddin camii yanında

Şeyh Taceddin hazretleri, on yedinci yüzyılın başlarında Ankara’da yaşamış ünlü mutasavvıflardandır. Bursa’dan Ankara’ya göç ettiği ve burada dergah kurup , Bayramiye- Celvetiye yolununun irşadı ile meşgul olduğu bilinmektedir. Hayatı hakkında fazla bir malumat yoktur. Babas adına Taceddin Camii’ni ilk yaptıran oğlu Şeyh Mustafa Efendi’dir.

Osmanlı döneminde Ankara şehir merkezinde iki mahallede oturanlar vergiden muaf sayılırlardı. Birincisi Hacı Bayram-ı Veli mahallesi, ikincisi ise Taceddin-i Velî (Tekke Ahmed) Mahallesi sakinleri. Bu iki gönül sultanının “yüzü suyu hürmetine“, bu mahalle sakinleri özel istisnalara sahiptiler.

1522-1925 yılları arasinda Taceddin-i Velî hazretlerinin türbesinin ve dergahının bulunduğu mahalleye “Tekke Ahmed” mahallesi denilmiştir. Günümüzde bu mahalleye Sümer ismi verilmiştir. Hamamönü semtinde bulunan Taceddin Camii’nin bitişiğindeki türbesinin giriş kapışı üzerinde, yaldızlı bir tuğra ve kitabe vardır. Tuğra ikinci Abdülhamid Han-a’aittir. Kitabede şu
Tac-dare tac-daran hazret-i Sultan Hamid
Yaptı bu Dergah-ı Taceddini tahsine seza
Söyledi Cahid kulu lafzen tamam tarihi
Bin üçyüz ondokuzda oldu bu cami bina
Hulusi

Sultanlar sultanı hazreti Sultan Hamid bu Taceddin Dergahı’nı kale gibi sağlam yaptı, Cahid tarihini 1319 (1901) olarak söyledi.

Bu kitabeden caminin, türbenin ve dergah’ın İkinci Abdülhamid Han tarafından 1901 yılında yeniden inşa edildiğini öğreniyoruz. Hacı Bayram-ı Velî’nin halifelerinden birisi de Akbıyık Meczub Sultan olarak tanınan, Akbıyık Ahmed Şemseddin Efendi’dir. Şeyhin halifesi ise Hızır Dede’dir. Bursa’da ikamet eden Hızır Dede “Bayramî”liğin bir kolu olan “Celvetiye” şubesini kurmuş ve yerine Üftade (Muhammed Muhyiddin) hazretlerini irşada yetkili kılmıştır.

Bu kol Aziz Mahmud Hüdai ile devam etmiştir. Celvetiyye kaynaklarında Taceddin-i Veli’nin ismine ve Ankara Celveti dergahına ait bir bilgiye rastlamadık. Üftade hazretleri 1580 yılında Bursa’da vefat ettiğine göre, Şeyh Taceddin-i Veli onun veya Aziz Mahmud Hüdai’nin halifelerindendir.

Şeyh Taceddin-i Veli hazretlerinin Ankara Hamamönü semtinde bulunan türbesinde, oğlu Taceddin Mustafa Efendi’nin kabri de vardır. Taceddin Dergahı’nın son şeyhi Mustafa Taceddin Efendi’dir. 1937 yilinda vefat etmiştir.

Taceddin Velî Dergahı’nın. Türkiye tarihinde önemli bir yeri vardır. Bu yapı Cumhuriyet’in ilk yıllarında birçok olaylara tanıklık etmiştir. Milli şairimiz merhum Mehmed Akif Ersoy, Ankara’da kaldığı müddet zarfında burada ikamet etmiş, İstiklal Marşı’nı bu kutsal mekanda yazmıştır. Mehmed Akif Ersoy, 25 Aralık 1920’de Burdur Milletvekili olarak Ankara’da, Türkiye Büyük Millet Meclisi çalışmalarına katılır ve dergah evinde kalır. Meclis çalışmaları yanında da bu mekanda özel sohbetlerde bulunur. Mehmet Akif şu mısraları ile bu manevî mekanda zuhur eden ilahî hazzı anlatır:
Şafaklar ferş-i rahın, fecr-i sadıklar çerağındır;
Hilalim, göklerin kalbinde yer tutmuş, otağındır;
Ezanlar nevbetindir: inletir eb ‘adı haşyetten;
Cihanındır alemler, kubbeler, inmiş meşiyyetten;
Cemaatler kölendir. Kabe’ler haclen. Gel ey Leyla
Gel ey candan yakın canan ki gaiplerdedsin, hala!’


Kaynaklar ;

Ankara Erenleri , Abdükerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir Belediyesi yayınları
Manevi Mimarlarıyla Ankara , Abdülkerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir belediyesi yayınları
n

Bünyamin Ayaşi (k.s.)

Ayaş ilçe merkezindeki Bünyamin Ayaşi ilköğretim okulunun hemen yanında bulunan Bünyamin Ayaşi camiindedir

Asıl adı Mustafa’dır. ” Sultan İbn-i yamin el Ayaşi” lakabıyla da anılır ve Ayaşlı olduğu içinde Bünyamin Ayaşi ismiyle şöhret bulmuştur. Seyyid nesebli ve babasının adı Yamin’dir. Ayaş kazasında doğmuş ve burada vefat etmiştir. Doğum ve ölüm tarihleriyle ilgili kesin bir bilgi yoktur.

Bazı kaynaklarda ve Ankara Salnamesinde Hacı Bayram Veli hazretlerinin halifesi olduğu kabul edilse de Dede Ömer Sikkini hazretlerinin halifesi olduğu genel kabul görür. ( Özelikle Melami kaynaklarında) Hayatının ilk dönemiyle ilgili yeterli bilgi yoktur. Hüseyin Vassaf efendi ; Sefine-i Evliyasında Bünyamin Ayaşi hazretlerinin şeyhinden sonra 26 sene makam-ı hilafette bulunduğunu belirtir.

Melami Büyüklerinden Sarı Abdullah Efendi ” Semaratü’l – Fuad” ında Bünyamin Ayaşi hakkında şöyle bir menkıbe nakleder ; Bünyamin Ayaşi hazretleri irşad vazifesini yürütürken bazı kıskançlık ve iftiralar sebebi ile Kütahya Kalesine hapsedilir. Zamanın padişahı Kanuni Sultan Süleyman ise Rodos Kalesi’ni yedi ay muhasara etmesine rağmen adanın fethini gerçekleştiremez. Padişah bu başarısızlığın sebebini mahiyetindekilere sorar. Bünyamin Ayaşi’nin dostlarından ve Kanuni’nin çuhadarı olan bir kişi ” Sultanım Hacı Bayram Veli tarikatından Bünyamin Ayaşi bunca zamandır Kütahya Kalesinde mahpustur. Kuvvetli kanaatım budur ki Rodos’un İslam askerlerine şimdiye kadar mukavemet ederek fethedilmemesinin sebebi Bünyamin Ayaşi’nin mazlumen hapsolunmasıdır” der. Bu teklifi uygun gören Kanuni, hazretin serbest bırakılmasını ferman buyurur ve Bünyamin Ayaşi’nin hapisten çıktığı gün Rodos kalesi feth olunur.

Bünyamin Ayaşi hazretlerinin ; Aziz Ruşen Efendi , Sivaslı Osman Efendi ve Bolulu Süleyman Efendi adlı üç halifesi olmakla birlikte melami silsilesi Bünyamin Ayaşi’nin halifesi olarak Pir Ali Aksarayi hazretleriyle devam eder.

Şeyh Bünyamin Ayaşi hazretlerinin vefat tarihi ihtilaflıdır. Mahmud Kefevi 1512 yılını , Müstakimzade 1510 yılını verir. Atai ve İ. hakkı Uzunçarşılı’da Dede Ömer Sikkini’nin halifesi olduğunu belirterek 1520 tarihini verirler.

Bünyamin Ayaşi hazretlerinin türbesi , Ayaş ilçe merkezindeki Bünyamin Ayaşi ilköğretim okulunun hemen yanında bulunan Bünyamin Ayaşi camiindedir.

kaynak ;
Abdülkerim Erdoğan , Ankara Erenleri II , Ankara B. Şehir Belediye yayınları , 2013
Sarı Abdullah Efendi , Semeratu’l – Fuad
Hüseyin Vassaf , Sefine-i Evliya , Kitabevi yayınları , 2013
Baki Yaşar Altınok , Hacı Bayram veli ve Bayramilik Melamilik , Ahi yayınları
Lalizade Abdulbaki Efendi , Aşka ve aşıklara Dair / Melami Büyükleri, Furkan Yayınları
Abdurrezzak Tek , Melamet Risaleleri , Emin Yayınları , 2007
Abdülbaki Gölpınarlı , Melamilik Ve Melamiler , Milenium Yayınları , 2011
Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012

Şeyh Ali Semerkandi (k.s.)

Çamlıdere Ankara’dan 105 km uzaklıkta ve Ankara’ya göre İstanbul istikametindedir. İstanbul İstikametine doğru Kızılcahamam’ı, anayolu takip ederek 10 km geçince, Çamlıdere yol güzergahında bulunan Yanıkköy’e 18 km uzaklıkta yer almaktadır.

Şeyh Ali Semerkandi hz. ‘i Hicri 720 Miladi 1300 senesinde İsfahan’da doğdu. Hz. Ömer(r.a.)’in dördüncü batından zuhur eden nesline mensup torunudur. Peygamber Efendimizle de akrabalığı vardır. Babası Muhterem Yahya Efendidir.

Küçük yaşlarda ömrünün tamamını Allah Teala hz’nin yolunda geçirmek için varlığını bu mübarek yola adadı. Kendini tam yetiştirdi, pişti, kemale erdi ve veliler listesine girdi; manevi yönden indi ilahi’de yüksek mertebelere ulaştı, takdir topladı ve görevler aldı. Mana ikliminin sultanlarından oldu.40 yıl İsfehan da çilehanedinde inzivada kalmış, Mekke’ye(14 sene imam hatiplik), Medine’ye(7 yıl ravza da türbdarlık ) teşrif etti, Peygamber Efendimiz’in manen iltifatına mazhar oldu, onun manevi evladı olma şerefine erdi. Çin Hindi’ne gitti, sonra ülkesine döndü, babası, annesi ve kardeşleri ile görüştü. “Bahru’l-Ulum”* adındaki tefsir kitabını yazdı. Her çeşit ilme vakıftı, her yerde ve İslam dünyasında tanınıp ün yaptı. İrşad için üzerine vazife yüklendi. Rum diyarı bulunan Anadolu’ya hicret etti. Konya ve Karaman’a geldi. Benzeri kentlere uğradı. Karaman beyi dahil devlet erkanına nasihat edip ders verdi. Pek çok ülkelere , kentlere sefer etti. Hatta karyelerde bulundu. Alanya’ya ve Alanya’ya yakın yerlere gitti. Oralardan Örenşar’a geldi. Dünya ile ilgili makam ve ve meta’da gözünün olmadığı her fırsatta hissettirdi. Örenşar’dan Kızılcahamam’a bağlı Çatak karyesine geldi. Anadolu’da mütevazi ve sade yaşayışı ile ( halkın derdi ile hemdert) keramet ehlinden mübarek bir zat olarak bilindi. Gelip geçmiş bazı zevat gibi İslam’a ve insanlara yaptığı hizmetlerinin aşkı içinde dönüp dolaşırken müsait bir zaman ve zeminle karşılaşıp evlenemedi.

Çamlıdere’ye geldi ve ömrünün son bölümünü geçirmek üzere buraya yerleşti. Çamlıdere’nin insanlarına iltifat etti, bunlarla beraber gönül gönüle yaşamak istedi. Çamlıdere’nin pak neslini manevi evladı olarak ilan etti. Başta “”Şifalı Mübarek Çekirge Suyunu” başka bir deyişle “Sığırcık suyunu”, “ İbret dersi veren Saçayağını” “Keramet emmarelerini” Ve benzeri hatıralarını bırakıp Hicri 862, Miladi 1442 senesinde 142 yaşında iken Çamlıdere’de irtihal etti.

Bazı yerlerde bu zatın namını ve öyküsünü taşıyan türbelerde yatan zevat, bu zatın namı ile yaşamış olan halifeleri veya gelip geçmiş emsali (isim benzeri) bir başka mübarek zattır. Yahut sefer ettiği zamanlarda ikamet eylediği makamatı türbeler temsili ile yad edilmektedir.
Şeyh Ali Semerkandi hz’i Çamlıdere kazasının kabristanındaki türbesinde; mütevellileri , halifeleri , müridanı ve gönüldaşları ile beraber metfundur. Türbesinde kendisi ile beraber 11 kişi yatmaktadır. 3’ü solda , 7’si türbesinin sağ tarafında yatmaktadır. Bunlar üçler , yediler olarak vasıflandırılır.

Kabri’nin Çamlıdere de olduğunun delilleri
Bir zamanlar Karaman(larende) halkının ilgilileri bu konuyu takip edenler Konya’da mahkeme olmuş ve mahkeme heyeti Şeyh Ali Semerkandi hz’nin Çamlıdere de yattığına dair karar vermiştir. Osmanlı devlet hazinesinden ; çamlıdere’ye 45 bin kuruş yardım gönderirlirmiş tekke için Bunun 30 bin’i çamlıdere ye harcanır 15 bin’i mersin’e gönderilir miş. Mersin – Gülnar’da yatan Şeyh Ali Semerkandi hz’i . çamlıdere de yatan Ali Semerkandi hz’nin halifesidir.

Yol tarifi : Çamlıdere Ankara’dan 105 km uzaklıkta ve Ankara’ya göre İstanbul istikametindedir. İstanbul İstikametine doğru Kızılcahamam’ı, anayolu takip ederek 10 km geçince, Çamlıdere yol güzergahında bulunan Yanıkköy’e 18 km uzaklıkta yer almaktadır.

*Şeyh Ali Semerkandi hz’nin Bahrü’l- ulum adında gayri matbu bir tefsiri vardır. Hatta zatına has menakıbı varmış. Belirli zevat tarafından görünüp okunmuş. Ancak 1926 yılında büyük bir yangın çıkıp Birkaç ev hariç Çamlıdere’yi yer ile bir etti. Bu yangın Şeyh Ali Semerkandi hz’nin tefsiri ve diğer bir çok kayıtlarında ateşler içinde kül olup gitmiştir.

Kaynak ; Çamlıdere’de medfun Kibar-ı Evliya’dan Şeyh Ali Semerkandi hayatı ve menkıbeleri , Hüseyin Aşık , İlim yayınları.