Muğla – Fethiye’nin 16 km yakınındaki Yeşilüzümlü köyünde Üzümlü Selçuk camii yanında
…..
Evliya, Sahabe, Peygamber Kabirleri
Evliya ve Sahabe
Muğla – Fethiye’nin 16 km yakınındaki Yeşilüzümlü köyünde Üzümlü Selçuk camii yanında
…..












Manisa – Saruhan Mahallesindeki Yiğitbaş camiinde
Ahmed Şemseddin Marmari Hazretleri , Manisa’ya bağlı Gölmarmara ilçesinde doğmuştur. Babasının adı İsa’dır. 1435’te doğmuş ve 1505’te Manisa’da vefat etmiştir. ‘’ Marma-ravi’’ diye tanınır. Kendini Camiu’l-Esrar adlı eserinde şöylece tanıtır ;
Saruhani İbn-i İsa Derviş Ahmed ismimiz
Marmara’da vaki olmuş mevlidimiz cismimiz
İlk Tahsiline babasının yanında başlayan Ahmed Şemseddin daha sonra yine onun vasıtasıyla Uşak2IN Kabaklı köyüne gitmiş ve orada irşad hizmetlerini sürdüren Alaaddin Uşşaki’den de manevi eğitimini tamamlamıştır. Maddi ve manevi ilimlerdeki tahsilini ikmal ettikten sonra Manisa’ya dönen Ahmed Şemseddin hazretleri burada vaaz etmiş ve ders vermiştir. 1485’de şeyhi Alaaddin Uşşaki hazretlerinin vefatı üzerine de onun halifesi olarak Manisa’da irşad faaliyetlerini yerine getirmek için memleketine dönmüştür.
Ahmed Şemseddîn hazretleri Manisa’da hocasının isteği doğrultusunda talebeler yetiştirmekle meşgûl oldu. Ancak bu sırada Şâh İsmâil de, Ehl-i sünnet îtikâdını, müslümanların Peygamber efendimizden gelen doğru inancı yıkmak için harekete geçmişti. Bu gâye ile Anadolu’ya “dâî” adı verilen halîfeler göndermiş, sahte şeyhler eliyle bozuk ve yanlış tarikatler kurdurmuştu. Ayrıca Antalya’dan Bursa’ya kadar pek çok yerde isyanlar çıkartarak halkı silâh gücü ile de sindirmek istemişlerdi. Karışıklık had safhada idi. Öyle ki bu sahte şeyhler Osmanlı merkezine kadar sızdılar. İstanbul sahte şeyhlerle doldu ve halk kime inanacağını şaşırdı.
Velî pâdişâh İkinci Bayezîd Han sahte tarîkatlerin ayıklanarak kapatılmasını istedi. Böylece halkın yanlış inanışlara kapılıp Ehl-i sünnet îtikâdından uzaklaşmasına mâni olmak üzere harekete geçti. Kurulan bir mecliste şeyhlerin imtihana tâbi tutulmasını istedi. Bu düğümü çözmek için de Ahmed Şemseddîn hazretlerini Manisa’dan İstanbul’a dâvet etti. Ahmed Şemseddîn hazretleri derhal bu ulvî görevi kabûl edip İstanbul’da Sultan Bâyezîd-i Velî hazretlerinin huzûruna çıktı ve Osmanlı Sultânının da hazır bulunduğu imtihan heyetine reislik etti.
O gün Ahmed Şemseddîn hazretlerinin tuttuğu şerîat süzgecinden hak ve doğru yolda bulunan şeyhler rahatlıkla geçerken sahteleri tutuldu. Bunlar mahcup ve perişan oldular. Tekkeleri kapatıldı ve yaptıkları işten men edildiler. Ahmed Şemseddîn hazretlerine, imtihan sırasında gösterdiği kemâl, dirâyet ve olgunluk sebebiyle “Yiğitbaşı” lakabı verildi. Pâdişâh çok hoşnut kaldığı ve takdir ettiği bu büyük velîyi hediyelerle taltîf etti. O ise bu hediyelerin tamamını fakirlere dağıttı. İstanbul’da kalması tekliflerine rağmen, tekrar Manisa’ya döndü. Bu hâdise dilden dile, şehirden şehire yayıldı. Sohbetine kavuşmak isteyenler Manisa’ya akın ettiler ve çevresinde geniş bir sohbet halkası meydana getirdiler.
Yiğitbaş veli hazretleri ; Tevhid , akaid, tasavvuf, taraikat, mürşid-mürid, ahlak ve edebe dair iri ufaklı manzum ve mensur 13 eser kaleme almıştır. Bu eserlerin çeşitli şehirlerdeki elyazma nüshasının bulunması, halk nezdinde ne derece hüsn-i kabul gördüğünün ifadesidir.
Ahmed Şemseddin Marmaravi Hazretleri ; İlim irfan yolundaki tahsili , vaaz ve tedris faaliyetleri, terbiye ve irşad hizmetleriyle dolu dolu geçen 70 senelik bereketli ömrünü 910 (1505)’te tamamlamış, Manisa’da vefat etmiştir. Kabri o tarihlerdeki Seyyid Hoca bugünkü adıyla Adakale Mahallesindeki dergahının ( Yiğitbaş camii) bahçesindedir. Günümüzde tekkenin bulunduğu yere bir cami yapılmış , kabri de bu caminin bahçesinde olup ziyaret edilmektedir. Yiğitbaşı Veli’den sonra tarikatı çok geniş bir coğrafyaya yayılmış ve yüzyıllar boyunca tesirleri devam etmiştir.
Halvetiler arasında ”Ortakol” olarak tanınan Ahmediyye şubesi daha sonraları dört ana kola, bu ana kollar da çeşitli kollara ayrılmışlardır ki kurucularının adıyla anılan bu kolların bazıları şöyledir ; Sinaniyye , Ramazaniyye, Cihangiriyye,Cerrahiye,Uşşakiyye, Mısriyye …. Bu kollar vasıtasıyla tesirleri Balkanlara kadar yayılmış ve günümüzde de devam etmektedir.
Kazakistan – Otrar ( Türkistan’a 95 km – Çimkent’e 150 km )
Hak Rasulnın elçisi bâblar bâbı Arslan Baba
Taliblernin yolçısı bâblar bâbı Arslan Baba
(Hak Rasûl’ün elçisi bâblar bâbı Arslan Baba T
aliblerin yolgöstericisi bâblar bâbı Arslan Baba)
Hoca Ahmed Yesevi hazretlerinin mürşidi olan Arslan Baba hazretleri , Kazakistan’nın Otrar- Yesi bölgesinden Sayram’a kadar uzanan bölgede tanınan bir alimdir.
Türkistan’da yaygın olan menkıbelerde Hz. Rasûlullah’ın ashâbından bir kişi olarak gösterilen Arslan Baba, İslâm’ı öğrenmek maksadıyla Arabistan’a giderek, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile görüşüp İslâm’ı kabul eden ‘ozanlar pîri’ Korkut Ata ve Türkistan sûfîlerinin önde gelenlerinden Çoban Ata ile birlikte Türkistan’da İslâm’ı yayma faaliyetinin bilinen ilk öncülerindendir.
Menkıbeye göre Allah Resülü’nün seferlerinden birinde, ordu uzunca bir yol aldıktan sonra konaklar. Bazı sahabilerin erzakı tükenmiştir. Konakladıkları yerde yiyecek bir şeyler bulamadıklarından, Hz. Peygamber’in çadırına gelerek durumu arzederler. Fahr-i Kainat dua buyururlar. Allah Resulü’nün duasi üzerine Cenab-ı Hak, Cibril(a.s.)’ın vasıtası ile cennetten bir tabak hurma gönderir. Resülullah (s.a.v.) saadetli ellerini arkasina uzatır ve Hak Teala’nın ikramı olan hurmayı sahabe halkasinin ortasma bırakır. O esnada bu nasipli meclisin içinde Arslan Baba da bulunmaktadır. Ashap topluluğu bu ilahî ikramdan nasibini alırken, hurmalardan biri yere düşer. Bunun üzerine Cibrîl (a.s.) tabaktan düşen hurmanın sonradan gelecek olan ümmet arasında ”Ahmed” adlı bir zatın kısmeti olduğunu, o zatın ümmetin seçkinlerinden olacağını beyan eder ve hurmanın sahibi olacak Ahmed’in vasıflarından bahseder. Bunun üzerine Allah’ın elçisi yere düşen hurmayı mübarek eline alır ve meclisindekilerden, sonraki ümmetler arasinda bulunacak olan Ahmed’in emaneti olarak bu hurmayı sahibine ulaştırılması vazifesini üstlenecek bir sahabi sorar. Bir müddet sükuttan sonra Arslan Baba, Allah’ın inayeti ve Resülullah’ın (s.a.v.) duasının bereketiyle bu emaneti sahibine ulaştırma görevini üzerine alabileceğini bildirir. Hz. Peygamber tarafından ilm-i ilahi ile Arslan Baba hazretlerine hurmanın sahibinin nasıl, nerede bulunacağı tarif edilir. Ayrıca Arslan Baba hazretlerine gelecek ümmetin arasındaki o seçkin kulun manevi terbiye ve irşadı ile ilgilenmesi vazifesi de verilir. Böylece Arslan Baba’ya emanet edilen hurma, sahibi olan Ahmed’e ulaştırılmak üzere. Beni Kantura’nın yurduna, yani Türkistan topraklarına doğru yola çıkarılır. Yıllarca Türkistan bozkırlarıda dolaşan ve üzerindeki Muhammedi emaneti iletmek için Ahmed’i arayan Arslan Baba hazretleri. Peygamber (s.a.v.) emanetini yine Peygamber duasının bereketiyle taşıdığından uzun bir ömür sürer. Gönüllü taşıyıcısının damağında ıslatılarak taze kalması sağlanan hurma, Hace Ahmed Yesevi yedi yaşında iken Arslan Baba’nın Yesi’de kendisi ile karşılaşmasıyla sahibine ulaşmış olur.
Arslan Baba hazretleri, Yesi şehrine geldiğinde, medresenin önünde oyalanan bir grup çocuğun kendi aralarındaki konuşması esnasında kulağına Ahmed ismi ilişir. Bir taş üzerine oturup, hali diğer çocukların haline benzemeyen Ahmed’i seyretmeye koyulur. Uzakça bir mesafeden seyrederek “Acaba aradığım Ahmed bu mu? Ümmetin seçkin kullarından olacak o nasipli evlat bu mu?” diye düşünürken; çocuk, Arslan Baba’nın yanına gelir. Önce pîr-i fani olmuş, Muhammedi sevda ile yıllarca dağlar ağırlığında bir emaneti sahibine ulaştırmak üzere dolaşmış olan bu ulu zatın cemaline hayran hayran bakar. Arslan Baba hazretleri konuşmaya başlamadan evvel Hace Ahmed davranır, “Babam, bizim emanetimizi buyursanız” der. Arslan Baba hazretleri elindeki asaya dayanarak ani bir kalkışla, “Seni edepsiz çocuk…” diyerek Hace Yesevî’nin üzerine yürür. Hace Ahmed tek bir adım geri atmadan, olduğu yerde kıpırdamadan bekler. Zira Arslan Baba‘ya verilen emanetin kendisine ait olduğunu kesin bir bilgi ile bilmekte ve bilgisine iman etmektedir. Çocuğun bu halini gören Arslan Baba, “Elhamdülillah, gördüm” diyerek, Hace Ahmed Yesev’nin önünde usulca diz çöker. Hace Ahmed Yesevi de hemen karşısında edeplice oturur. Hadiseyi gören medrese ehli karşılıklı oturmuş ağlamakta olan, henüz çocuk yaştaki Hace Ahmed ile pîr-i fani olmuş Arslan Baba’yı seyretmektedir ve emanet hurma ortaya çıktığında çevreyi bir cennet kokusu kuşatır. Hurma bizzat Arslan Baba hazretleri tarafından Hace Ahmed’in ağzına konulur. Kendisine iletilen emanet ile beraber ilahi rahmete ve Muhammedi muhabbete vasıl olan Hace Ahmed ağlayarak, “Babam; hurmayı bana ilettiniz. Ancak benim sizden bir muradım vardır. Ben sizin kalbinizde gizli olan, bu hurmanın özüne talibim!” der. Arslan Baba, Hace Ahmed’i irşad halkasına kabul eder. Hadiseye şahit olan medresenin şeyh, molla ve talebeleri çocukluk çağlarında Allah’ın ikramına ulaşan Hace İbrahim’in oğlu Ahmed’e teberrüken dualar ederler, sırtını sıvazlarlar.
Hace Ahmed Yesevi hazretleri Divan-ı Hikmetinde bu olayı şöyle anlatır.
”Yedi yaşta Arslan Baba’ya verdim selam,
Hak Mustafa emanetin kılın in’am;
O vakitte bin bir zikrin kıldım tamam,
Nefsim ölüp lamekana aştım işte ”
Arslan Baba, Hace Ahmed’e emanetini ilettikten sonra bir yıl kadar irşadıyla meşgul olur ve Hace hazretleri sekiz yaşında iken mürşidi Arslan Baba vefat eder. Hace hazretlerinin beyanından anlaşıldığı üzere Arslan Baba, vefat etmeden evvel ümmetin arasında bulunan seçkin ve nasipli kul olan Ahmed’i bir kez daha görmeyi diler. Hace hazretleri, babası Şeyh İbrahim’in vefatından sonra kendisine ilahî hediyeleri ulaştıran, irşad edip Hak yolunda yanık gönüllü bir aşık eyleyen, manevi baba kabul ederek eteklerine yapıştığı Arslan Baba hazretlerinin ahirete göçme zamanının yaklaştığını söylemesi üzerine, çocukluğunun verdiği masumlukla ağlar. Ve “Arslan Baba’m; genç cahil çocuğum, sizi kabre koymaya gücüm yetmez. Allah Resülü’nün sünnetlerini bilmeye ilmim yetmez” diyerek. Arslan Baba vefat etmeden önce, ona olan hasretini bildirir.
Bugün Arslan Baba’nın türbesi, bozkırın sükunetli ikliminde bir gönül nişanesi olarak hala ayaktadır. Arslan Baba’nın yetiştirdiği, vefatından sonra bir müddet dergahının hizmetini üstlenen müridlerinden bazıları da mürşidleriyle aynı makama defnedilmiştir. Hace Ahmed Yesevî Dergahı’nın ve türbesinin bulunduğu Yesi şehrine 70 km. mesafede, Otrar kasabasında bulunan Arslan Baba Türbesi, müminlerin Hakk’a dua edip, zatından istimdat dilediği ünlü ziyaretgahlardan biridir.
Arslan Baba Türbesi
Arslan Baba’nın tarihi Otrar şehri yakınlarındaki türbesi de Emir Timur tarafından inşa ettirilmiştir. Yesi’nin güneyinde yer alan ve Moğollar tarafından yağmalanıp toprak altına gömülen sonra Otrar şehri, günümüzde Emir Timur’un ölümüne tanıklık etmiş bir harabeler yığınından ibarettir. Emir Timur tarafından inşa ettirildikten sonra tabii etkilerle yıpranan Arslan Baba Türbesi, Kazak hanları tarafından tamir ettirilmiştir.
Uzun, yatık dikdörtgen biçimli ön cephenin köşelerinde birer minare , tam ortasında yüksek eyvan kemeri bulunur. Eyvanın sol tarafında görülen yüksek nispetli iki kubbenin bulunduğu bölüm türbedir. Diğer tarafta mescit kısmı yer alır. Ön cephe binanın ana kütlesinden daha yüksek yapılmıştır.
Cepheyi dikdörtgen kartuşlar ve kabartma çerevelerle meydana gelen bant kuşatır. Köşe minarelerinin kubbeli şerefe kısımları, bu bandın üzerinden yükselir. Soldaki minarenin kemerli şerefe açıklıkları tuğla ile örüldüğünden kule görünümündedir.
Derin giriş eyvanı, iki yanındaki çıkıntılı duvarların üzerindeki küçük kuleciklerle ve alınlık anlayışında kemer ile süslenir. Planda ve cephede kütleyi ikiye ayıran eyvan, toplanma ve dağılma alanı olarak düzenlenmiştir. Türbeye ve mescite eyvanın iki yan duvarındaki kapılardan ulaşılır.
Türbe iki mekanlıdır. Arka odada Arslan Baba’nın çok büyük lahdi bulunur ( Orta Asya’da Emir Timur’un lahdi bile insan boyundan kısa olduğu halde bu lahit 4 metredir.) Duvarlar modüler kemerlerle ayrılmış olup başkaca tezyini yoktur. Türbe i şerifte Arslan Baba’nın ayak ucunda yatan üç dervişin isimleri ise ; Şir Mambet , Karılgaç Bab , Laçın Bab yani sırasıyla Arslan Muhammed , Kırlangıç Baba , Şahin Baba ….
Mescidin girişinde, iki yanda küçük birer hücrenin ilerisinde mescit bölümü var. Mihrabın önünde ahşap sütunlarla taşınan küçük kubbe, dışarıdan görünmez.
Bugün Türkistan’da halk arasında yaşayan menkıbeler dikkate alınarak hala Ahmed Yesevî türbesi ziyarete edilmeden önce 70 km. mesafede olan Otrar yakınındaki Arslan Baba türbesinin ziyaret edilmesi yaygın bir uygulamadır. Bu türbe ziyaret edilmeden Yesevî türbesinin ziyaret edilmesi yöre halkı tarafından hoş görülmez. Bu hassasiyet, menkıbelerle nakledilen sözlü rivayetlerin halk bilincinde nasıl yer edip kök saldığının somut bir örneğidir. Bu hassas davranışın gerekçesini yansıtan rivayet, Arslan Baba’nın türbesinin yapımını da Hazret Sultan Yesevî’nin bir kerâmetine dayandırır:
MENKIBE
“Emîr Timur, manevî yönden saygı duyduğu Ahmed Yesevî’nin makâmı üzerinde şanına lâyık bir türbe yaptırmaya niyet eder. Yesi’deki Ahmed Yesevi kabri odak alınarak yapılmağa başlanan türbenin temelleri üzerinde duvarları yükseltilmeğe başlandığında garîb bir durum ortaya çıkar. Duvar ustaları temeller üzerine ördüğü tuğla duvarlar her gece yerle bir olmaktadır. Bu yüzden ertesi gün duvar yapımına yeniden sıfırdan başlanması gerekmektedir. Bu durumun türbe inşaatını olumsuz etkileyeceğini ve tamamlanmasının gecikmesi nedeni ile Emîr Timur’un gazabına uğrayacaklarından korkan ustalar çaresiz kalınca geceleri duvarların nasıl yıkıldığını anlamak için bir gece pusuya yatarlar. Gece karanlığı çökünce iri bir beyaz bir öküzün aniden belirerek boynuz darbeleri ile yükseltilen duvarları yere indirdiğini görerek şaşırırlar. Bunun sebebinin ne olacağını danıştıkları bir velî, Arslan Baba kabri imar edilmeden kendi kabri üzerinde türbe inşa edilmesine Hazret Sultan Yesevî’nin râzı olmadığını söyler.
Bu sırada Emîr Timur da bir gece rüyasında Ahmed Yesevî’ye türbe yaptırmasından önce mürşîdi Arslan Baba’nın türbesini inşa ettirmesi ve daha sonra Yesevî külliyesi inşaatının sürdürülmesi gerektiği bildirilir. Bu durum üzerine Emîr Timur önce Arslan Baba türbe yapılmasını ve sonra- sında Ahmed Yesevî külliyesi inşaatına devam edilmesi emrini verir.”
[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Pir-i Türkistan Hace Ahmed Yesevi , Mümin Munis , Mostar yayınları
Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi , Dr. Hayati Bice , Ahmet Yesevi üni. yayınları
[/toggle]






Kazakistan – Çimkent – Türkistan’da şehirin hemen dışında ( Otrar’a giderken)
Gevher Şehnaz Hatun , Hoca Ahmed Yesevi hazretlerinin ablasıdır. Yesevi hazretleri dünyaya geldikten birkaç sene sonra annesi vefat eder. Çocukluk döneminde evladının terbiyesi ve irşadıyla babası Şeyh İbrahim Ata meşgul olur. Yesevi hazretleri altı yaşında iken Şeyh İbrahim Ata de ahirete irtihal eder.
İbrahim Ata hazretleri vefat etmeden evvel oğlunu ablası Gevher Şehnaz Hatun’a emanet eder. Vefat etmeden birkaç gün öncede kızına şu nasihatta bulunur ;
”Kızcağızım… Gönlümüze gelen o hoşluktur ki Allah’ın bize bu dünyada bağışladığı ömrün son günlerindeyiz. Kardeşin Ahmed’e sahip çıkasın, onu yalnız bırakmayasın… Bilesin ki Allah ona velayet makamından büyük bir ikram verecek. Ümidim odur ki Ahmed kendi zamanının en büyük velilerinden olacak. Dergahımda bağlı duran bir sofra bulunur. Ahmed o sofrayı açtığında, anlaki Ahmed’in meydana çıkma günü gelmiştir. Bu sözlerim sana vasiyetim ve nasihatimdir.”
Kıymetli babalarının vefatından bir müddet sonra Gevher Şehnaz Hatun, henüz altı yaşındaki kardeşi Hace Ahmed’i alarak, dedeleri ve Şeyh İbrahim Ata’nın halifesi olan Şeyh Musa’nın dergahını kurduğu, yakınlarının ve akrabalarının bulunduğu; bugünkü adı Turkistan olan Yesi şehrine hicret eder. Gevher Şehnaz Hatun, akraba ve yakınlarının desteğiyle Yesi’nin alimlerinden biri olan Hoca Ata ile evlenir. Hoca Ata ileriki yıllarda kayınbiraderi olan Hace Ahmed Yesevi’nin irşad makamına nail olmasıyla ona intisap edecek ve Yeseviyye yolu içerisinde halifelik makamina kadar yükselecektir. Gevher Şehnaz Hatun da Yesevi yolunda Hanımların tarikat meseleleriyle ilgilenecektir. Allah ikisininde sırrını takdir eylesin.
[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak
Pir-i Türkistan Hace Ahmed Yesevi , Mümin Munis , Mostar yayınları
[/toggle]












Kazakistan – Çimkent -Sayram ‘ın girişinde
Hace Ahmet Yesevi hazretlerinin babası olan; Hace İbrahim Ata hazretleri; menkıbeleri ve kerametleriyle halk arasında tanınan, herkesin kendisine saygı duyduğu ve muhabbet beslediği büyük bir zat idi. Hace ibrahim hazretleri hem yüksek ilmi ve temiz nesebiyle hem de yürüttüğü hizmet ile önemli bir şahsiyettir. Zira dergahının bulunduğu ve irşad hizmetini yürüttüğü Sayram kasabası o dönemde bir ribat şehri halindeydi, İslamiyet’in hızla yayıldığı Türkistan topraklarında, özellikle sınırları korumak amacıyla uç şehirlere kurulan ribatların birer ilim merkezi olarak da islam dininin yayılmasında ve yaşanmasında önemli bir yeri vardı.
Yesevi hazretleri dünyaya geldikten birkaç sene sonra annesi vefat eder. Çocukluk döneminde evladının terbiyesi ve irşadıyla babası Şeyh İbrahim Ata meşgul olur. Yesevi hazretleri altı yaşında iken Şeyh İbrahim Ata de ahirete irtihal eder.
İbrahim Ata hazretleri vefat etmeden evvel oğlunu ablası Gevher Şehnaz Hatun’a emanet eder. Vefat etmeden birkaç gün öncede kızına şu nasihatta bulunur ;
”Kızcağızım… Gönlümüze gelen o hoşluktur ki Allah’ın bize bu dünyada bağışladığı ömrün son günlerindeyiz. Kardeşin Ahmed’e sahip çıkasın, onu yalnız bırakmayasın… Bilesin ki Allah ona velayet makamından büyük bir ikram verecek. Ümidim odur ki Ahmed kendi zamanının en büyük velilerinden olacak. Dergahımda bağlı duran bir sofra bulunur. Ahmed o sofrayı açtığında, anlaki Ahmed’in meydana çıkma günü gelmiştir. Bu sözlerim sana vasiyetim ve nasihatimdir.”
Hace Ahmed Yesevi hazretleri ; Divan-ı Hikmetin de babası Şeyh İbrahim Ata hazretlerini yadederek ;
‘‘Arzuluyum akrabalık vilayete,
Ulu Babam ravzaları Ak Türbet’te
Babamın ruhu saldı beni bu gurbete,
Hiç bilmem nasıl taksir kıldım işte ”
Yesevî hazretlerinin “Ak Türbet” olarak ifade ettiği yer, babası ve ilk mürşidi şeyh İbrahim Ata hazretlerinin merkadi saadetleridir. Bugün Sayram kasabasinda, mutevazi bir kubbe altında bulunan Şeyh İbrahim Ata Türbesi, Allah dostlarının “iki dünyanın anahtarı” olarak buyurdukları bir mekan-ı aşk olarak ziyaret edilmektedir.
[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak






Kazakistan – Çimkent – Sayram’da şehir merkezinde
Hoca Ahmed Yesevi’nin annesi Ayşe Hanım için inşa edilen türbe (11.-12yy) halk arasında Karaşaş Ana olarak bilinir. Karaşaş Ana , Ahmet Yesevi hazretleri 1-2 yaşlarında iken vefat etmiştir. Türbe-i şerifi ; yan yana iki cephesinin taçkapı anlayışıyla yükseltilmesiyle, diğer yapılardan farklılaşır. Türbe örten yüksek kubbe, alttaki sekizgen , üstteki silindirik formlu iki kasnakla yükseltilmiştir.






Kazakistan – Çimkent – Sayram’da İbrahim Ata hazretlerinin yakınında
Hace Ahmet Yesevi Hazretlerinin dedesidir.












İstanbul – Zeytinburnunda Seyyid Nizam camiinde
” Bir Veliyy-i Ali Şandır Hazreti Seyyid Nizam
Namına İnşa Olundu Mabed-i Revnak-Nüma
Söyledim İtmamına Tarih-i Hicri Bittamam
Cami-i Seyyid Nizam’a Gel Gönül Eyle Dua ”
İstanbul alimlerinden olup asıl adı Nizameddîn Ahmed Eba Nesîm’dir. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (sav) torunu Hz. Hüseyin evladından olup seyyiddir. Babasi Şehabeddin Efendi, Hz. Hüseyin’in Abdullah A’rec kolundan olan torunlarındandır. Peygamberimizin yirmi yedinci torunudur. Halk arasinda ‘Seyyid Nizam’ ismiyle bilinir.
Bağdat’ta doğdu. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 1550 (H.957) senesinde istanbul’da vefat etti. Kabri İstanbul Zeytinburnu’nda, Silivrikapı’da Seyyid Nizam Camii içindedir.
Aslen Bağdatlı olan Seyyid Nizam Efendi, Kasım Zülfikar Mazenderanî’nin ilim meclislerinde ve hizmetinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Yavuz Sultan Selim devrinde İstanbul’a geldi. Silivrikapı dışındaki dergaha şeyh oldu. Burada talebe yetiştirdi. İnsanlara İslam’ın emir ve yasaklarını anlatıp onların dünyada ve ahirette kurtuluşa ermeleri için gayret etti. Pekçok kimse onun sohbetlerinde bulunup feyz aldı.
BİR DAHA GİZLİ İŞ YAPARIM DİYE ZANNETME
Seyyid Nizam hazretlerinin talebelerinden birisi şöyle anlattı: —” Hocamdan gizli olarak bir iş yapmaya teşebbüs ettim. Bu yaptığımdan hocamın haberi olmaz diye düşündüm. Bir gecenin yarısında hocam yattığım odaya geldi. Beni uykudan uyandırarak: —” Yürü gidelim. Dergahta tevhîd edelim” buyurdu. Kalkıp abdest aldım, dergaha girdim. Baktım ki hocam uyuyor, nalınları rafta duruyor, sofiler etrafında toplanmışlar, kandiller yanıyor, melekler etrafında dönüyorlar. Hayret içinde kaldım. Bana bir korku geldi. Kendi odama döndüm. Sabaha kadar Kelime-i Tevhîd okudum. Beni uykumdan uyandırıp tevhide çağıran hocam, kendi odasında uyuyordu. Sabah namazından sonra hocam beni çağırdı ve sitemli bir tavırla: —”
Dervişi Bildin mi ve haline vakıf oldun mu? Meşayıh-ı kiramın (Büyük şeyhlerin) bilinen vücudundan başka bir cism-i latif-i nuranîlerinin (beş duyu ile idrak edilemeyen nurdan bedenlerinin) dahi var olduğuna inandın mı? Bir daha gizli iş yaparım diye zannetme!” buyurdu. Ben utandım. Yaptığıma pişman oldum. Yaptığım her işe istiğfar ettim ve böylece tasavvuf yolunda ilerleyip irşad makamına ulaştım”.
BETTULLAH DA GÖKYÜZÜNDE YÜRÜYORDU
Seyyid Nizam Efendi ile beraber hacca giden bir zat şöyle naklediyor: —” Seyyid Nizam hazretleri ile hacca gitmek üzere yola çıktık. Beytullaha ulaşmamıza on günlük yol varken bana: —” Oğlum aç gözünü temaşa kıl. Hak Teala Beytullah’ı bize istikbale (karşılamaya) göndermiş. Meğer hacılar içinde ne makbul kullar varmış” buyurdu. Gökyüzüne baktım. Olanları gördüm. Biz yer üzerinde yürürken Beytullah da gökyüzünde yürüyordu. Medîne-i Münewere’de Resulullah efendimizin Ravza-i mütahharasına vardık. Konaklamak için çadırlarımızı kurduk.
Seyyid Nizam hazretleri abdest alıp kabr-i saadete giderken ben de gizlice arkasına düştüm. Hazreti şeyh, Hücre-i Saadet’in kapısına yapışıp inleyerek feryad ediyor ve: —” Ey Ceddim! Huzurunuza girmek ve bizzat kabr-i saadete yüzümü sürmek istiyorum” diyordu. O sırada kabr-i seadetten: —” Bana gel ey oğlum” diye bir hitap geldi. Hücre-i Saadet’in kapısının kilidi açıldı. Kabr-i Saadet’ten etrafa nur saçıldı. Bütün bu hadiseleri görünce aklım başımdan gitti, bayılıp düşmüşüm. Daha sonra Seyyid Nizam hazretlerinin ne yaptığını göremeden orada kalmışım. Bir müddet sonra şeyh dışarı çıkmış, beni perişan bir halde bulmuş ve uyandırdı. Bana: Niçin böyle yaptın. Haberim olmadan niçin arkamdan geldin ,diyerek azarladı ve sakın gördüğün bu hali kimseye soyleme” buyurdu. Kendisi hayatta iken bu sırrı kimseye açmadım”.
İSTANBUL’DA BENİM EVLADIMDAN NİZAM’I BUL
Seyyid Nizam hazretlerinin zamanında yaşamış ve hacca gitmiş olan bir kimse şöyle anlattı: —” Medîne-i Münevvere de Resulullah efendimizin mübarek Ravza-i mütahharasına karşı durup ağlayarak uyudum. Rüyamda Resulullah’ı gördüm. Bana buyurdular ki: —” İstanbul’da benim evladımdan Nizam vardır. Onu bul. Daima ziyaret et. Böylece beni görmüş ve cemalime ermiş olursun”. Ben hac dönüşü İstanbul’a gelip Seyyid Nizam hazretlerini buldum, sık sık ziyaret ettim ve mübarek sohbetlerinden istifade ettim”.
BİZ CEVABIMIZI VERDİK, SEN KENDİ CEVABINI HAZIRLA
Merkez Efendi hazretleri onun defni sırasında şahid olduğu bir hadiseyi şöyle nakletti: —” Seyid Nizam hazretlerini kabre indirdiler. Ben telkin verdim o anda hazret-i Seyyid’in bir sadasını işittim, buyurdu ki: ” Biz cevabımızı verdik. Var sen kendi cevabını hazırla
SEYYİD NİZAM HAZRETLERİNİN ŞAHSİYETİ VE VEFATI
Seyyid Nizam hazretleri uzun boylu, yassı yanaklı, ela gözlü, açık kaşlı, yuvarlak (değirmi) yüzlü, lisanı çok düzgün olup, Hazret-i Ali efendimiz gibi heybetli idi. Hatta onun için: —” Emîrül-müminîn Hazreti Ali’ye benzer” diye söylenirdi. Güzel ahlak sahibi olup pek cömertti. Seyyid Nizam hazretlerinin Seyyid Seyfullah Efendi isminde alim ve velî bir oğlu vardı.
Seyyid Nizam hazretleri altmış üç yaşına geldiğinde Muharrem ayının bir Cuma gecesinde rahatsızlandı. 1550 (H. 957) senesinde İstanbul’da vefat etti. Kabri İstanbulda, Silivrikapı’da Seyyid Nizam Camii içindedir. Seyyid Nizam hazretlerinin vefatı sırasında Kanunî Sultan Süleyman Han, Osmanlı padişahıydı. Vefatı sırasında sağ tarafına bakıp: —” Ceddim Resulullah aleyhisselam geldi. Bu dünyadan gidelim, Cennet’e uçalım” buyuruyor” dedi. Ruhunu teslim etmeden önce burnundan kan geldi. Ellerini kana bulaştırarak güzel yüzlerine sürdü ve: Allahü Teala’ya hamd ve şükürler olsun ki bugün dedem Hazreti Hüseyin’in kana bulaşmış oldukları gibi ben de öylece gidiyorum” buyurdu. “Ya Allah ve Şehadet getirerek” ruh un u teslim etti. Cenaze namazında on bin kişiyi aşkın cemaat bulundu. Namazını büyük velî Merkez Efendi hazretleri, Fatih Camii’nde kıldırdı. Silivrikapı’da yaptırdığı şimdi cami olan dergahın içine defnedildi.
Kaynaklar ; Bütün Menkıbeleriyle istanbul ve Anadolu Evliyaları , Mehmed emin Yılmaztürk , İpek Yayıncılık
Irak – Bağdat- Şeyh Ömer Sühreverdi Külliyesi içerisinde
Adı ve Nesebi: ·
Müellifimizin adı Ömer, babasının adı Muhammed’dir. Genellikle Ebu Hafs ve Ebu Abdullah künyesiyle anılır. İbnü’n-Neccar, Sühreverdinin “Ebu Nasr”, Zehebi ise hem Ebu Nasr ve hem de “Ebul-Kasım” künyelerini taşıdığını yazıyorsa da diğer kaynaklarda bu rivayete pek rastlanmamaktadır . İslami ilimlere vukufu ve asrında sağladığı tesir ve nüfuz sebebiyle “Şihabuddin”, “Şeyhu’l-İslam” ve “Şeyhu’ş-şüyüh” lakaplarıyla meşhur olmuştur. Kaynaklarda genellikle Hz. Ebu Bekir soyundan geldiği ve bu yüzden “el-Bekri”, “et-Teymi”, ve· “el-Kuraşi” nisbeleriyle anıldığı kaydedilir. Zehebi, İbnü’l-Hacib’den naklen, onun, Ebu’I-Ferec.İbnü’I-Cevzi ile aynı soydan geldiğini ve şecerelerinin Kasım b. en-Nadr’da birleştiğini yazmaktadır . Eflaki’nin Menakıbu’l-arifin’de verdiği bilgilere nazaran Sühreverdi’nin, Ebu Bekir soyundan olmak münasebetiyle Mevlana ile de akraba olduğu anlaşılmaktadır .
Ebu Hafs Ömer es-Sühreverdi, içlerinden pek çok alim ve sufi yetişmiş seçkin bir aileye mensuptur. Babası Ebu Cafer Muhammed, amcası Ebu’n-Necib Ziyauddin Abdülkahir es-Sühreverdi ve büyük dedesi Ammuye lakabıyla meşhur Abdullah b. Sa’d alim ve sufi kişilerdi. Babası Muhamhed’in, amcası Abdülkahir gibi, Sühreverd’den Bağdat’a gelerek Nizamiye medresesinde okuduğu; Es’ad el-Miheni’den fıkıh icazeti alarak bir süre aynı medresede müderrislik ve Kasr Camii’nde vaizlik yaptıktan sonra memleketi Sühreverd’e kadı olduğu rivayet edilmektedir. Ebu Ca’fer Muhammed, Sühreverd kadısı iken bir iftira sonucu idam edildiğinde Ebu Hafs Ömer es Sühreverdi, altı aylık bir küçük çocuktu .
Amcası Ebu’n-Necib es-Sühreverdi, onun hayatına yön veren hocasıdır. Sühreverdi Avarifu’l-maarif’te amcasından sık sık bahseder ve hadis senedlerini genellikle ona dayandırır.
Tasavvuf tarihimizde onun ve amcasının dışında Sühreverdi nisbesiyle meşhur olan başka kimseler de vardır. Nitekim onunla çağdaş, Şihabuddin Yahya b. Habeş es-Sühreverdi, lakap ve nisbelerindeki benzerlik sebebiyle zaman zaman onunla karıştırılır.
Memleketi ve Doğumu:
Sühreverdi’nin biri doğup büyüdüğü, diğeri yetişip hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği iki memleketi vardır: Şihabuddin Ömer, İran’ın Irak-ı Acem bölgesinin, Kuzey-Batı köşesinde Cibal eyaletinde Zencan’a bağlı küçük bir kasaba olan Sühreverd’de doğdu. Doğum tarihi ile ilgili olarak kaynaklarda genellikle kabul edilen rivayet, talebelerinden İbnu’n-Neccar‘ın bizzat kendisinin ağzından tesbit ettiği 539 Hicri yılı Receb’inin son ve Şaban’ın ilk gecesi (27 Ocak 1145)’dir .
Şihabuddin’in memleketi Sühreverd, o günlerin büyük bir yerleşim bölgesi ve şehir merkezi hükmünde iken bugün küçük bir kasaba durumundadır. Sühreverdi nin ikinci memleketi Bağdat’tır. O, doğduğu memleketinde ilk ilimleri öğrendikten sonra on altı yaşlarında bir delikanlı iken amcası Ebu’n-Necib es-Sühreverdinin yanında Bağdat’a gitti. Amcasının vefatına kadar ondan, daha sonra Bağdat’ın diğer alimlerin den ilim tahsil etti ve ömrünün seksen yıla yakın bir kısmını Bağdat’ta geçirdi.
İbnu’n-Neccar ve ondan naklen diğer kaynaklar, Sühreverdinin ilim tahsilinden sonra uzunca bir süre insanlardan uzaklaşıp halveti ihtiyar ettiğini; oruç, namaz ve zikirle meşgul olmaya başladığını; ancak yaşı kemale erdikten sonra amcasının Dicle nehri kenarındaki medrese ve tekkesinde vaaz vermeye başladığını, son derece etkili konuşmalarının kısa zamanda geniş bir kitlenin hüsn-i kabulüne mazhar olduğunu ve pek çok kimsenin kendisine intisab ettiğini anlatmaktadırlar . en-Nücümü’z zahire’de, Ebu’l-Muzaffer sibt İbni’l-Cevzi’den naklen, O’nun 590/1194 yılında Makber mahallesinde toprak bir minber üzerinde vaaz ettiği rivayetine bakılırsa bu senelerde artık irşadla meşgul olmaya başladığı anlaşılır.
Sühreverdinin yaşadığı asır, tarikatların yeni kurulmaya başladığı bir dönemdi. Bu yüzden o, kendisini tasavvuf için hazır bir ortamda buldu. Ailesinin şöhreti, kendisinin ilmi kudreti, etkisini daha da artırdı: Özellikle Halife Nasır, ona yakın olmaya özel bir özen göstermekteydi. Bazı kaynaklarda kendisinden pek iyi sıfatlarla bahsedilmeyen Halife’nin, hadis rivayetiyle meşgul olacak kadar ilmi konulara, Sühreverdi‘nin tekkesinde kendisini ziyaret edecek kadar tasavvufi mevzulara ilgi duyması dikkat çekicidir. Halife’nin yapacağı işlerde onunla iştişare etmeden işe başlamadığı ve bunu bir teberrük saydığı , hatta Sühreverdiye intisab ettiği rivayet edilir.
Sühreverdi’nin müridlerinden İbnu’s-Sai’nin Ahbaru’z-zühhad adlı yazma eserinden naklen bilgiler veren Beşşar Awad Maruf, “Nasır’ın Bağdat Merzebaniyye tekkesinde şeyhle haşhaşa kaldığını” anlatmaktadır (13). Misbahu’l-hidaye müellifi İzzuddin Ali el Kaşi (veya el-Kaşani) aynı Halife’nin kendi adına yaptırdığı tekkeye Sühreverdiyi şeyh yaptığını anlattığına bakılırsa Halife’nin, ona intisab etmemiş olsa bile, derin bir saygı ile bağlı bulunduğu anlaşılmaktadır. Kaynaklar, Nasıriyye, Bistamiyye ve Me’muniyye tekkelerinin şeyhliğinin Sühreverdi’ye aid bulunduğunu ve kendisinin Bağdat’taki bütün tekkelerin irşadda nihai mürşidi sayıldığını zikrederler. Kendisi ne “Şeyhu’ş-şüyüh”, “Şeyhu’l-İslam”, “Şeyhu’l-Irak” unvanları verildiğine bakılırsa onun bu devirdeki etkisi daha iyi anlışılır.
Diplomatik seyahatleri
Sühreverdi nin Halife ve devlet ricaliyle yakın münasebetler kurması ve onların sempatisini kazanması, diplomatik görevlerle bazı seyahatler yapmasını gerektirmiştir. Fakat Halife Nasır döneminde Halife’nin siyasi otoritesini iade ve Selçuklu devletinin dağılması. gibi sebeplerle çıkan bazı fitneleri bastırmak, komşu İslam ülkeleriyle bazan dostluk münasebetlerini güçlendirmek, bazan da sulh sağlamak maksadıyla Sühreverdi’nin elçi sıfatıyla görev yaptığını görüyoruz.
Zehebi, onun bir kaç defa Şam’daki Melik Eşref diye anılan Eyyubi sultanına ve Halife ile arası pek hoş olmayan Harzemşah sultanına elçi olarak gönderildiğini anlatır. 614/1217 yılında 400.000 kişilik bir orduyla Bağdat’ı almak üzere yola çıkan Harezm sultanını bu fikrinden caydırmak üzere Halife, Sühreverdi’yi göndermişse de sultan bir türlü fikrinden vazgeçmemişti. O sırada mevsimin kış olması sebebiyle ya ğan kar, ordunun telef olmasına sebebiyet verince Sultan, Bağdat’ı işgal etmekten vazgeçerek geri dönmüştü .
Zehebi, tarihini kaydetmeden naklettiği Melik Eşref Musa’ya elçi olarak gidişinde Melik’in Sühreverdi‘yi çok iyi karşıladığını ve ona hiç bir elçiye yapılmayan hüsn-i muameleyi gösterdiğini anlatmaktadır. Sühreverdi’nin çağına yetişen fakat onunla görüşme imkanı bulamayan Ebu Şame el-Makdisi (665/1266) onun bir kaç defa Şam’a geldiğini ve vaaz verdiğini yazar.
İbn Hallikan’ın verdiği bilgiye göre Sühreverdi Erbil Atabeklerine de elçi olarak gönderilmişse de, bu görevin hangi tarihte ve hangi Atabek zamanında olduğuna dair bir bilgiye sahip değiliz. Sühreverdi elçilik görevlerinden birini de Konya Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’a Halife Nasır’ın mesajını ulaştırmak üzere yapmıştır (618/1221). Sühreverdi, Halife’den aldığı mesaj ve itimadnameyi götürürken yolu üzerinde uğradığı Malatya’da Mirsadu’l-ibad müellifi “Necmeddin Daye” veya “Necm Razı’ lakaplarıyla meşhur, Necmeddin Ebu Bekir b. Muhammed (ö. 654/1256) ile karşılaşır , O sırada 45 yaşlarında genç bir ilim adamı olan ve Horasan diyarından Moğol işgalinden kaçıp gelen Necmeddin Daye, 78 yaşında bulunan yaşlı şeyhe hürmet gösterir ve eserinin ilk redaksiyonunu ona takdim eder. Sühreyerdi, onun bu eserini çok beğenir ve Konya’ya götürerek görüşme sırasında Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’a takdim ve tavsiye eder. Nefehat’ın Mevlana ve Sadreddin Konevi ile de görüştüğünü kaydettiği Necmeddin Daye, belk: de Sühreverdi ile birlikte Konya’ya gelmiş, oradan Kayseri ve Sivas bölgesine geçmiştir. Mirsadü’l-ibad’ın sonunda yer alan “Hatime-i tahrir-i düvvüm-i Mirsadü’l-ibad” başlığından eserin ikinci defa redakte edildiği ve bu redaksiyonun Sühreverdi’nin seyahatinden iki yıl sonra, 620/1223 yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır.
Eflaki’nin verdiği bilgilere nazaran Sühreverdi, elçilik göreviyle Konya’ya geldiğinde Alaaddin Keykubat, eğlenmek üzere Gavale kalesine gitmiş, Mevlana’nın babası Sultanu’l-ulema Bahaeddin Veled‘i beraberinde götürmüştü. Sühreverdi’nin Halife’nin mesajıyla geldiği haberini alan sultan, onun da Gavale’ye getirilmesini emretti. Sultan ile Sühreverdi, resmi görüşmelerini tamamladıktan sonra Sühreverdi ile Bahaeddin Veled, derin bir sohbete daldılar. Bahaeddin Veled’in Belh’ten gelirken uğradığı Bağdat’ta tanıştığı Sühreverdi’ye saygıda kusur göstermemesinin asıl sebebi, belki bu eski hukuklarıydı. Nitekim Sühreverdi, Bağdat’ta ona misafirperverlikte kusur etmemişti. Ayrıca hem Bahaeddin Veled, hem de Sühreverdi Hz. Ebu Bekir neslinden olduklarından kendilerini birbirlerine akraba sayıyorlardı. Sühreverdi, Sultan’ın ve Bahaeddin Veled’in bir kaç gün misafiri oldu. Sultan, gördüğü bir rüyanın tabiri münasebetiyle hem Bahaeddin’e, hem de Sühreverdi’ye pek kıymetli hediyye ve ihsanlarda bulundu. Sühreverdi bu seyahati sırasında henüz 14-15 yaşlarında genç bir delikanlı olan Mevlana ile de görüşmüş olmalıdır.
Sühreverdinin diplomatik seyahatlarından başka, hacc için doksan yaşına gelince ye kadar her yıl olmasa bile sıkça Mekke ve Medine’ye gittiğini, hayatından bahseden kaynakların hemen hepsine yakın kısmı, haber vermektedirler. O’nun hac seyahatlarının tarihleri ve seyri hakkında geniş bilgiye sahip değiliz. Kaynakların verdiği bilgiye göre en son 628 yılında (m. 1230) hac farizası için Mekke’de bulunduğu sıra da meşhur mutasavvıf şair İbnu’l-Farid ile görüşmüş, onun iki oğluna tarikat hırkası giydirmiştir. Sühreverdi aynca İ’lamu’l-hüda adlı eserini de Mekke’de kaleme aldığını ifade etmektedir. Bu ifadeler, onun zaman zaman Mekke’de mücavir olarak kaldığını göstermektedir. Nefahat müellifi Sühreverdi’nin Avarif’i de Mekke’de kaleme aldığını yazıyorsa da başka kaynaklarda ve Avarif’te bu konuda bilgiye rastlanmamıştıır. İbnü’l-Farid’in oğulları ve talebelerinden başka Mısırlı Ziyaeddin İsa b. Yahya el-Ensari es-Sebti aynı yıl, Mekke’de Sühreverdi’den tarikat hırkası giydi.
Vefatı
Sühreverdi, gerek diplomatik seyahatları ve gerekse hacc seferleri ve eserleri sebebiyle daha hayatında iken alem-şümul bir şöhrete kavuşmuştu. Bu yüzden hayatının son dönemlerinde onun yanına dünyanın her yerinden pek çok ziyaretçi gelmiş, elini öperek huzurunda tevbekar olmuştur. Asrının şeyhleri müşkillerini yazılı veya şifahi olarak ona sorarlar, o da bunlara cevap verirdi. Hatta onun kendisine sorulan suallere verdiği cevaplar, daha sonra bir eser haline getirilmiştir.
Sühreverdi bir asra yaklaşan ömrünün son zamanlarında gözlerini kaybetti ve kötürüm oldu. Buna rağmen evradını terketmediği gibi, cuma vaazlarına müridlerinin yardımıyla mahmil içinde çıkmaya devam ediyordu. Vefatına yakın günlerde ise iyice zayıflayıp dışarı çıkacak takati kalmamıştı. Nihayet 632 Muharrem’inin ilk gününde (26 Kasım 1234) vefat etti. Cenazesi ertesi gün büyük bir cemaatle kaldırılarak Verdiyye semtinde bulunan tekkesindeki türbesine defnedildi.
Kaynak ; ) Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, Vefâ Yayıncılık, s.99-105, İstanbul 1993. İlim ve Sanat Dergisi.