Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde. Kanuni sultan Süleyman Han’ın Türbe-i şerifinin hemen önünde

“Beynelmilel şöhrete sahip, nâdirü’l-emsâl, meşhur bir İslâm alimi, gerçek bir âbid ve zâhid, cihâd-ı ekberi ve cihâd-ı küffârı bihakkın eda etmiş örnek bir mücahid, turuk-ı aliyyemiz silsilelerinde kendi adına özel bir şube teşkil edecek kadar ileri mertebede bir şeyhler şeyhi, aşkın en yüksek tasavvufî makam olduğuna dair bir eser yazmış olmasına rağmen, şöhret ve şatafata kapılmamış, ilm-i zâhiri ve ilm-i bâtını, tasavvufu, tarikati ve şeriati beraber götürmüş, ehl-i sahh ve ehl-i temkinden, çok ciddi ve çok vakur bir ârif-i kâmil; yüzden fazla kâmil mürebbî ve halife yetiştirmiş bir mürşid-i kâmil ve mükemmil, nice nice hadis, kelam, fıkıh ve tasavvuf eseri yazmış çok velud bir müellif; muhaddis, mütekellim, fakih, kutbu’l-aktâb, gavsü’l-vâsılîn” Ahmed b. Mustafa b. Abdurrahman el-Gümüşhânevî 1228/1813 senesinde Gümüşhane’nin Emirler Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir.

Ondokuzuncu yüzyıl gibi Osmanlı Devleti’nin çalkantılı, buhranlı bir devrinde yaşamış olan Gümüşhânevî hazretleri; tarikat anlayışı, tekkesi, irşat hususiyeti, bir milyondan fazla müridi, padişahlar nezdindeki nüfuzu, tasavvuf, fıkıh ve hadise dair eserleri ve dünyanın çeşitli bölgelerine gönderdiği 116 halifesiyle günümüzde de halen canlılığını muhafaza eden bir tesir ve şöhrete sahiptir.

YETİŞMESİ

Gümüşhânevî hazretlerinin çocukluğundan beri ilim tahsiline ayrı bir merak ve kaabiliyeti vardır. Beş yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i hatmeder, sekiz yaşına geldiğinde iseKasâid, Delâil-i Hayrât ve Hizb-i A’zâm adlı eserleri hatmedip icazet alır.

On yaşlarına geldiğinde ailesiyle birlikte Trabzon’a göç eder. Ağabeyinin askere gitmesiyle yalnız kalan babasına işyerinde yardım etmektedir ama bir taraftan da o yörenin alimlerinden sarf, nahiv ve fıkıh dersleri almaya başlar. Hem ilim tahsili hem ticari işler altında ezilmesinden endişe eden babası, ağabeyi askerden gelince onu İstanbul’a Dârü’l-Ulûm’a göndermeye söz verir. O da bunun sevinciyle bir taraftan derslerine devam eder; hıfzını tamamlar, bir taraftan da eli ile ördüğü para keselerini satarak ileride ihtiyacı olacak parayı biriktirmeye başlar.

Düşündüğü, hayal ettiği ve en çok arzuladığı şey ise mâsivâdan soyutladığı bedenini yalnızca ilim tahsiline hasretmektir.

İLİM TAHSİLİ

18 yaşlarına geldiğinde ticari alış-veriş için amcasıyla İstanbul’a gelir. Babasının verilmiş bir sözü vardır, ağabeyi de askerden dönmüştür. Bunları göz önünde bulunduran genç Ahmed, gerekli malzemeleri satın alıp amcasına teslim ettikten sonra Trabzon’a onunla dönmeyeceğini, ilim tahsili için artık İstanbul’da kalmaya karar verdiğini uygun bir dille anlatır. İhtiyaçları için biriktirdiği bir miktar parayı da, kendisine hiç pay ayırmadan babasına gönderir.

“Yardımcı ve dost olarak Allah bana yeter.” diyerek İstanbul’da hiç bir tanıdığı, yanında da tek kuruş parası olmadığı halde Rabbi’ne tam bir teslimiyet ve tevekkül duygusu içinde Bayezid Medresesi’nde yapayalnız kalır. Burada bir velînin mânevî murakabesinde Hikmet, Ahbâr, Tasavvuf ve Fen gibi aklî-naklî ilimleri tahsil eder. Bu zâtın vefatının ardından Mahmudpaşa Medresesi’nde bir hücreye yerleşerek kendisini ilme verir.

Çocukluğundan beri hep Şeyh Salim, Şeyh Ömer el-Bağdâdî, Şeyh Ali el-Vefâî ve Şeyh Ali gibi şeyhlerin dizi dibinde olan Gümüşhânevî (ks.), mânevî bir olgunluk içerisindedir. Bir gece Süleymaniye Camii ile ilgili dehşetli ama bazı mânevî müjdelere de işaret eden bir rüya görür. Bu rüya Süleymaniye menşeli Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin (ks.) yine Süleymaniye menşeli Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî’yi O’nun irşadı ile görevlendirmesi ve nihayet kendi türbesinin de Süleymaniye Cami-i Şerîfi avlusunda bulunmasıyla geniş tabirini bulmaktadır. Mahmudpaşa Medresesi’nde Sultan Abdülaziz, Abdülmecid ve II. Abdülhamid’in hocası Abdullah el-Mekkî el-Erzincânî’nin halifesi ve daha sonra kendisine intisap eden Şehri Hafız Muhammed Emir el-İstanbulî ile Erzincanlı Nakşî Şeyhi Kürd Hoca namıyla bilinen Abdurrahman el-Harpûtî’den ders okumuştur. Bu hocaların rahle-i tedrisinde gerekli ilimleri tahsil ederek İstanbul’daki 13 yıllık tahsil hayatı sonunda 1844’de icazet almıştır.

Şer’î ve zâhirî ilimleri, padişah ve saray hocalarının ders halkasında tamamlayan, icazet almadan önce ardadaşlarına ders verebilecek kadar başarılı olan Gümüşhânevî hazretleri, icazet aldıktan sonra Bayezid ve Mahmudpaşa medreselerinde müderrisliğe başlar. Bir yandan geceli gündüzlü 30 yıl sürecek olan ilmî eserler tertip ve telîfine çalışırken bir yandan da gittikçe ders halkasını genişletir.

TASAVVUFA İNTİSABI

Gümüşhânevî hazretleri, şer’î ilimlerde zirvede iken, bâtınını teslim edip gönül bağlayabileceği, kâmil bir mürşit arayışı içine girmiştir. Bu sıralarda, 1845’de İstanbul’a gelip yerleşen ve Üsküdar Alacaminare Tekkesi’nde tarikat neşrine çalışan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin İstanbul halifelerinden Abdülfettah el-Ukarî (v. 1281/1864) ile bir sohbet meclisinde tanışır. Kendisine intisap etmek isteyen Gümüşhânevî’nin bu arzusunu ileride gelecek olan bir zâtın buna izinli olduğunu söyleyerek kabul etmez.

Nihayet bir gün Abdülfettah Efendi’nin bulunduğu tekkede kendisi için önceden tayin edilmiş ve yalnızca kendisinin mânevî irşadıyla görevli olarak İstanbul’a gönderilmiş bulunan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin bir başka halifesi Trablusşam Müftüsü diye anılan Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî ile karşılaşır ve ona intisap eder. Onun mânevî murakabesi altında seyr u sülûkünü tamamlar.

İki yıl aralıkla iki defa halvete giren Gümüşhânevî, ikinci halveti müteakip 1848’de şeyhi Ervâdî’den Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye, Şâzeliyye, Desûkiyye, Halvetiyye, Müceddidiyye, Mazhariyye, Rifâiyye, Hâlidiyye tarikatlerinden hilâfet-i tâmme ile icazet alır. Bu ledün ilmi alış verişi 16 yıl sürer. Kendileri artık mânevî ilimlerin de bir zirvesi olmuştur.

Pek çok meşayihin mânevî bir işaretle varlığını öğrendikleri mürşitlerini arayıp bulmak için diyar diyar gezdikleri ve uzun yolculuklar yaptıkları bilinir. Gümüşhânevî hazretlerinde ise tamamen farklı bir durum sözkonusudur. Şems-i Tebrîzî’nin Mevlânâ’yı arayıp bulmasında olduğu gibi Ervâdî’nin de Şam’dan İstanbul’a kadar gelerek Gümüşhânevî’yi irşat etmesi onun ileride Hâlidiyye Tarîkati içindeki yerinin önemine ve değerine işaret etmektedir.

Ervâdî hazretleri, 1858 senesinde Şam’da bu dünyadan ayrılır. Şeyhinin tavsiyesi üzerine Gümüşhânevî, onun vefatı ardından Abdülfettah Efendi’yi sohbet şeyhi ittihaz eder. Bu bağlılığını kendisi Cağaloğlu’nda, Ukarî hazretleri de Üsküdar’da olduğu halde haftada bir defa karşılıklı ziyeretlerle devam ettirir. Gümüşhânevî, Hâlidî âdâbına riayet ederek, bu zâtın vefatına kadar müstakil hareket etmekten sakınmış ve böylece Mevlânâ Hâlid’in İstanbul halifelerinde bulunmasını istediği en kıdemli halifeye uygun hareket etme esasına riayet etmiştir.

1864’de Abdülfettah Efendi’nin âhirete göçmesine kadar tarikat neşrinden daha çok ilmî çalışmalarda bulunmuş, kitap çalışmalarının tamamını bu tarihe kadar tamamlamıştır.

1864’de başladığı haftalık sohbetlerde Râmûzü’l-ehâdîs’in şerhedilmesi ve yorumlandırılması ile Levâmiu’l-ukûl adlı eserini meydana getirmiştir. 16 yıl müridlerine Nakşibendiyye ve Hâlidiyye usûlü zikir tâlim etmiş ve Hatm-i Hâce zikri icra eylemiştir.

Bu dönemden sonra artık irşat faaliyetlerine de hız vermiş, pek çok talebe yetiştirmiştir.

Onun bu ilmî seviyeye gelmesinde etkili olan hocalarından Şehri Hafız Muhammed Emin el-İstanbulî ilk önce Abdullah-ı Mekkî hazretlerinden hilafet aldığı halde daha sonradan Ervâdî hazretlerinden Hâlidî Tarikati üzere irşat icazeti alan talebesi Gümüşhânevî’ye intisap etmiştir. Hocalarından bir diğeri de belirtildiği gibi Kürt Hoca diye meşhur olan Abdurrahman el-Harpûtî’dir.

SEYAHATLERİ VE EVLİLİĞİ
Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleri, ömründe iki defa hacca gitti. Birinci yolculuğunda İskenderiye ve Mısır’a uğradı. Buradaki enbiyâ ve evliyâ kabirlerini ziyaret etti. Bir buçuk ay süren bu ziyaretinde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin sohbetiyle şereflenenlerden Küçük Âşık Efendi ile sohbette bulundu. İlk haccından sonra 63 yaşında iken Şeyhülharem-i Nebevî Mehmed Emin Paşa’nın kızı Havva Seher Hanım’la evlendi. Hanımı kendisinden 18 sene sonra bu dünyadan ayrıldı.

İkinci hac yolculuğuna ailesiyle beraber çıkmış, Mekke ve Medine’de pek çok kişi ile görüşmüştür. Bunlardan bazılarına hadis okutmuş, bazılarına da tarikat telkininde bulunmuştur. Hac dönüşünde Mısır’a uğramış ve burada üç yıldan fazla kalmıştır. Bu süre zarfında Tanta, Kahire, Nâsıriyye, Câmiu’l-Ezher ve Seyyidinâ Hüseyin câmilerindeRâmûz okutmuş, beş kişiye de tarikat hilâfeti vermiştir.

VEFATI
Gümüşhânevî hazretleri, 7 Zilkâde 1311/13 Mayıs 1893 senesinde sabahleyin saat on sularında ansızın gözünü açıp “Hepsini isterim yâ Kibriyâ’!” diyerek dâr-ı bekâya irtihal eylemiştir. Kabri, Süleymaniye Camii avlusunda Kânûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin kıble tarafındadır. Yanlarındaki kabirde zevceleri Havva Seher Hanım yatmaktadır.

Mehmed Nuri Şemseddin Nakşibendi (k.s.)

İstanbul- Beşiktaş’da Yahya Efendi Dergahında

Mehmed Nuri Şemseddin Nakşibendi hazretleri ; Abdülkadir Geylani hazretlerinin onbeşinci batın evladlarından olup, Kastamonu ilinin Ayvalı kasabasından Emirzadelerden Şehid Seyyid Hüseyin efendinin oğludur. H. 1216 yılında , İstanbul’da doğmuşlar ve tahsil çağına girdiklerinde, evleri yakınında bulunan Mercanağa mektebinde Kur’an’ı öğrenmeye başlamıştır.

H. 1230 yılında 14 yaşlarında iken Hafız olmuş ve 1231 yılında Beyazıd camii şerifinde ders veren Baltacı namıyla anılan Hasan Efendi’den Sarf, Nahiv ve mantık ilmi öğrenmeye başlamıştır. H. 1242 yılında hacca gitmiş ,dönüşte Süleymaniye camii alimlerinde Şehri Hafız efendi olarak ünlenmiş İstanbullu Hafız Mehmed Efendi’den derslerine devam etmiştir. Ve daha bir çok hoca efendiden de dersler almıştır.

H. 1232 yılında ; Kayseri’nin tanınmış evliyâlarından ve Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden olan Şeyh Mehmed Saîd Efendi,  hocası Şeyh Ahmed Behcetî el-Kayserî ile birlikte İstanbul’a geldi. Bir süre sonra Mehmed Nûri Efendi ile karşılaştılar. Şeyh Ahmed Behcetî Efendi, talebesi Mehmed Saîd Efendiye; “Bu genci, sen yetiştireceksin. Ümmet-i Muhammed’den birçoğu, onun vesîlesiyle doğru yolu bulacaklar.” dedi. Bundan sonra Mehmed Saîd Efendi, uzun süre Mehmed Nûri Efendiyi göremedi. On sekiz sene sonra bir Ramazân-ı şerîf ayında, vâz ve nasîhat etmek için İstanbul’a gelen Mehmed Saîd Efendi, hocasının işâret buyurduğu zamânı bekledi. 1248 senesi Ramazân-ı şerîf ayında, Mehmed Nûri Efendi, Mehmed Saîd Efendinin huzûruna gelerek, kendisini talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti. Mehmed Saîd Efendi, hocasının işâreti üzerine onu talebeliğe kabûl etti. Mehmed Nûri Efendi, 1252 senesine kadar tasavvuf yolunun edebini ve esaslarını öğrendi , hilafet ve velayet rütbesine ulaşmıştır.

H. 1256 yılında mürşidleri Mehmed Said Efendi , II. Mahmud tarafından Hacı Bektaş-ı Veli Dergahının meşihatı görevi verilmiş; birlikte Kırşehir’e gitmişler , üç ay orada kaldıktan ve mürşidi ile kırk gün çile çektikten sonra irşad vazifesi ile görevlendirilip İstanbul’a gönderilmiştir. İstanbul da Uzunçarşı başında bulunan evlerinde tarikat saliklerini ve hakikat arayanları irşada başlamışlardır.

Beşiktaş ‘da medfun bulunan Mevlana Yahya Efendi hazretlerinin türbedarı Şeyh el- Hac Ali Efendi’nin vefatı üzerine onun yerine türbedarlığa tayin olmuş aynı zamanda da Nusretiye camiinde Şifa-ı şerif dersleri vermektedir.

Beş sene Yahya Efendi türbesinde müridlerine irşada devam etmiştir. Menar , Mülteka ve tarikat-ı Muhammediye’yi ders olarak okutmuşlardır. H. 1257 yılında ikinci defa hacca gitmiştir.

İstanbul’a döndükten sonra H. 1282 senesi Şevval ayına kadar 25 yıl daha irşad makamında bulunmuştur.

H. 1282 Şevval ayının ondördüncü gecesi sayılı nefeslerini tamamlayarak Dergah-ı Rabbül izzete yürümüşlerdir. Cenaze namazları, Beşiktaş daki Sinan Paşa camii kebirinde meşayih , ulema ve çok  kalabalık bir cemaatle kılındıktan sonra Yahya Efendi dergahında sırlanmıştır.

Mehmed Nûri Efendinin herşeyi, dîn-i İslâma ve sünnet-i seniyyeye uygun idi. Güzel tabiatlı, zâhid, cömert ve kâmil bir zât idi. Çok talebe yetiştirdi.

Buyurdu ki: Şu hususa çok dikkat etmelidir. Babadan kalmış veya bir kolayını bulup gelir temin etmek gâyesiyle bir dergâh ele geçirmiş kimseler vardır. Bunlar tasavvuf yolunda, bâzı kitap ve risâleleri okuyarak âriflik iddiâ ederler. “Şeyhiz” diyerek, insanlara doğru yolu göstermek isterler. Fakat kendileri doğru yolun hangisi olduğunu bilmezler. Böyle kimseler kör bir insan gibidir. Bunların talebeleri de kör olur. Bunların, eninde sonunda tehlikeli bir uçuruma düşmelerinden korkulur.

Bir başka grub daha vardır ki, bunların ne gusl abdesti, ne abdesti, ne namazı, ne de oruçları vardır. Her türlü yasakları mübâh derecesinde işlerler. “Bizim guslümüz ezelîdir. Abdestimiz o zaman alınmıştır. Namaz ve oruçlarımız o zaman edâ olmuştur”, “Biz cemâl âşıkıyız. Bizim Cennet ve Cehennemle işimiz yoktur” derler. Bu gibi kimselerden uzak olmak lâzımdır. Bu kimselerden uzak kalmak, Allahü teâlâya yakın olmaktır. Bu gibiler pisliğe batmışlardır. Yanlarına varanlara pislik bulaşır.

Bir hoca, ilim öğrenmek isteyen talebesine şu beş şeyi emreder: 1) Devamlı abdestli olmak, 2) Farz namazları, cemâati terk etmeyerek vaktinde kılmak, 3) Kazâya kalmış namaz ve oruç borcu varsa, onları da en kısa zamanda tam olarak edâ etmek, 4) Yalan söylemekten ve dedikodu etmekten son derece çekinmek ve sakınmak, 5) Hiç kimsenin aleyhinde olmayıp, kendi kusurlarının affedilmesi için duâ ile meşgûl olmak.

Nûri Efendinin yazmış olduğu risâlelerden bâzıları şunlardİr: 1) Miftâh-ul-Kulûb, 2) Murâkabe, 3) Tasavvuf Yolunun Şartları, 4) Vasiyetnâme, 5) Pendiye, 6) Evrâd-ı Fethiyye Evrâd-ı Behâiyye.

Abdülhayy Efendi ( Öztoprak)

İstanbul – Beşiktaş’da Çırağan sarayının karşısında yer alan Yahya efendi dergahında.

Yahya Efendi dergahının son şeyhidir. Babası Fikri efendi , dedesi Şerif Ali Efendi , annesi ise Zeynep hanımdır. 1884 de İstanbul’da dünyaya gelmiştir.

Abdülhayy Efendinin dedesi Şerîf Ali Efendi Mekke’den kalkarak İstanbul’a geldi. Bir müddet Aksaray’daki Oğlanlar Tekkesinin şeyhliğini yaptı. Sonradan Tosya’ya giderek Kâdirî tekkesi şeyhi İsmâil Rûmî hazretlerinin torunlarından biriyle evlendi. Tekrar Mekke’ye giderek orada yerleşti. Mekke’de Fikri adında bir oğlu oldu. Fikri Efendi Mekke’den Mısır’a giderek oraya yerleşti. Askerlik mesleğine girip albaylığa kadar yükseldi. Gördüğü bir rüyâ üzerine Mısır’dan İstanbul’a gelip Kaygusuz Baba dergâhına intisâb etti. Sultanahmed’deki bu dergâha uzun müddet kırba ile su taşıdığı için kendisine “Kırbacı Baba” ismi takıldı. Bütün bu hizmetlerine rağmen dergâhın şeyhi, kendisini talebeliğe kabûl etmedi. Fakat bir gün şeyhin, bir köpeğe attığı artıklarını, köpekle birlikte yemeye teşebbüs etti. Bunun üzerine şeyh kendisini talebeliğe kabûl etti. Kaygusuz Babanın vefatından sonra da dergaha postnişin oldu.

Fikri Efendi bir müddet bu tekkede kaldıktan sonra Zeyrek yokuşu başındaki yanmış olan Ümmü Gülsüm Câmiini tâmir ettirdi. Mısır kuyumcularından birinin Zeynep Hanım adındaki kızıyla evlendi. Bu evlilikten Abdülhay Efendi dünyâya geldi. Üç aylıkken babası vefât eden Abdülhay Efendi, yetim kaldı. Annesi oğlunu alıp Ümmü Gülsüm Câmiinin meşrûtasına yerleşti.

Yetim kalan Abdülhay efendi , annesinin titiz nezaretinde 11 yaşında hafız oldu. Zamanın usulune göre ciddi bir medrese tahsili gördü. 18 yaşına geldiğinde Ümmügülsüm camiine imam oldu. 21 yaşında kendisi gibi münevver ve şair bir hanım olan Naciye Hanım ile evlenir. Fatih ders hocalarından Rıza Efendi’den İslami ilimelere dair icazet aldı. Nakşibendi tarikatı’nın Rabbani kolu dersini İntisap ettiği Şeyhi Hacı Nuri efendi’den alır. Şeyh Hacı Nuri Efendi’nin vefatından sonra da Gümüşhanevi Şeyhi İsmail Necati hazretlerinden icazetname alır.

Bir ara Çiçekçi Câmi İmâm-Hatipliğini yaptı. Yahyâ Efendi dergâhının şeyhliğini yürüttü. Bir taraftan da Baytar mektebinde ayniyat muhâsipliği yaptı. Daha sonra buradan emekli oldu. Soyadı Kânunundan sonra Öztoprak soyadını aldı. Zaman zaman sevenleriyle sohbet edip onları irşâda çalıştı. Mütevazi, ilim sahibi , yumuşak huylu, cömert, misafirperver , haramlardan sakınma hususunda son derece titizdi. Sofrasında bir fakir almadan oturmazdı. Arapça ve Farsçayı çok iyi bilirdi.

Abdülhayy Efendi ,ömrünün son yıllarında, vücudunda arız olan çeşitli hastalıklarla (özelikle ağır bir fıtık rahatsızlığı) uğraştı, bilhassa 1961 de rahatsızlıkları fazlalaştı. Şeyh Efendi camiye gelse namaz kıldıramaz hale gelmişti. Daha sonraları dergaha bitişik olan evinden çıkamamış ve bir müddet sonra yatağa düşmüş ve 16 Temmuz 1961 pazar günü 19:30 çivarında sağa dönük halde yüzlerini süüsleyen derin bir ” Huuuu ” sesiyle Hakk’a kavuşurlar.
Allah şefaatlerine nail eylesin..

Kaynak ;

Türkiye Gazetesi , İstanbul Evliyaları
Yahya Kutluoğlu , Yolumuzu Aydınlatanlar , İstanbul Kültür a.ş. , 2014
Tarık Velioğlu , Osmanlı’nın Manevi Sultanları , Ufuk Yayınları

Neccarzade Muhammed Rızauddin Efendi (k.s.)

İstanbul – Beşiktaş’da Sinan Paşa camii bitişiğindeki türbesinde

Anadolu’nun manevi zenginliği olan velilerdendir. Adı Muhammed Rızauddin , babasının adı İbrahim’dir. 1090 (miladi 1679) yılında Şebinkarahisar’da doğdu. 1159 yılında (m 1746) İstanbul’da vefat etti.

Neccârzâde doğmadan önce babası İbrâhim Efendiye rüyâsında bir zât; “Allahü teâlâ sana sâlih bir evlâd verecek. Bu evlâdın âlim ve ârif bir zât olacak. Çok evliyâ ve sâlih müslüman yetiştirecektir. Doğduğu zaman ismini Mustafa koyunuz ve iyi yetişmesi için çok gayret ediniz.” demişti. Bunun üzerine o doğunca babası ismini Mustafa koydu. Yetişmesinde büyük bir dikkat ve titizlik gösterdi.

Babası İbrâhim Efendi, Neccârzâde doğduktan bir müddet sonra İstanbul’a yerleşerek saray topçuları arasına girdi. Fen ilimlerine vâkıf olan bu zât, seferler sırasında bilgisiyle hizmette bulunduğu gibi, köprülerin kurulmasına da nezâret etmiştir. Bu sebeple kendisine marangoz mânâsında, Neccâr, oğluna da Neccârzâde lakabı verilmiştir.

Neccârzâde Mustafa Efendinin yetişmesine babası çok önem verdi. Ömrünün son günlerinde ona şöyle nasîhat ve vasiyet etti: “Aman evlâdım ilim öğren. Annen seni işe verirse kabûl etme. Zîrâ sen büyük hizmetler için yaratıldın. İlimde ve mârifette yüksek mertebelere çıkacaksın. Bu hususta çok gayretli ve dikkatli ol!” Babası vefât edince, annesi onu bir işe vermek istedi. Fakat o, babasının vasiyetine uyarak ilim tahsîline başladı. Zamânın âlimlerinden ilim öğrenip, kısa zamanda yetişti. On yedi yaşında Beşiktaş’taki Sinân Paşa Câmii yanındaki medresede ders vermeye başladı. Bu müderrisliği sırasında, Üsküdar’da Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerinin dergâhında insanları irşâd ve terbiye ile meşgûl olan Yâkûb Efendinin babası Odabaşı Şeyhi diye tanınan Şeyh Fenâî Efendinin derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Kısa zamanda ilerledi. Bu hocasından Celvetiyye yolunun âdâbını öğrendi ve icâzet aldı. Bu esnâda Mustafa Efendi kendisinden önce bu yola girmiş olanları geçip, akranlarının vasfını bile duymadığı derecelere kavuştu.

Fenâî Efendi bir neşeli vakitlerinde Mustafa Efendinin kıymetini bildirmek için ona hitâben; “Gözümün nûru Mustafa Efendi! İnşâallah, siz öyle bir rehber olursunuz da, inci, cevher olan hikmetli sözleriniz büyük küçük herkesin kulağına küpe olur.” buyurdu. Zaman zaman, Mustafa Efendide yüksek hallerin meydana geleceği müjdesini tekrar ederdi.

Neccârzâde Mustafa Efendi, daha sonra Beşiktaş Mevlevîhâne Şeyhi Memiş Efendinin sohbetlerine devâm etti. Ondan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sinin ince ve derin mânâlarını öğrendi. Neccârzâde Mustafa Efendi, hep ilimle meşgûl olup, dünyâya ve dünyâ malına gönül vermedi. Kanâat ve tevekkül yolunu tuttu. Çok güzel hattı vardı ve geçimini kitap yazmakla sağlardı. Bunun yanında kalbi Allahü teâlâ ile meşgûl olup, zâhirini, dışını dînin emir ve yasaklarına uymakla süslemişti. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesinden kıl payı ayrılmaz, farz, vâcib ve nâfileleri yerine getirmekte çok gayretliydi. Sinan Paşa Câmiinde imâmlık, müezzinlik yaptı ve vâz etti. Bu hizmetlerinden sonra o sıralarda Rusya üzerine açılan sefere katılıp Moskoflara karşı cihâd etti. Bu cihâdda zafer kazanıp dönerken Edirne’de Arabzâde Hacı Muhammed İlmî Efendinin sohbetlerinde bulundu. Ondan Müceddidiyye yolundan icâzet aldı. Ötedenberi bu yolda yetişmek ve bu yolun feyzlerine kavuşmak için cân atıyordu. Hocasından mutlak icâzet alıp, irşâda me’zun oldu. Böylece tasavvufda asıl üstünlük ve olgunluklara kavuştu. İlâhî sırlara ve mârifetlere mazhâr oldu.

Müceddidiyye yolundaki hocası Muhammed Hacı İlmî Efendi, Ebû Abdullah Muhammed Semerkandî’nin talebesi idi. Bu zât Ahmed-i Yekdest Cüryânî’nin talebesi idi. Ahmed Yekdest Cüryânî ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek evlâdı Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm Fârûkî’nin önde gelen talebesindendi.

Arabzâde İlmî Efendi, Neccârzâde’ye tasavvufda Müceddidiyye yolundan icâzet verirken, tevâzû göstererek lâyık olmadığını söyleyince; “Evlâdım bunu biz tâyin etmedik, bu yolun büyüklerinin işâreti ile senin buna liyâkatin bildirildi. Emr edilene uy” dedi. Neccârzâde Edirne’de bir sene kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. Beşiktaş’da Sinân Paşa Câmii yanında bir arsa satın alıp burada bir mescid yaptırdı. Burada Müceddidiyye yolunun yüksek mârifetlerini yaydı. İnsanlara rehberlik etti. İlim, irfân ve Hak âşıklarına Allahü teâlânın dînini öğretti. İslâm ahlâkının yayılmasına, insanların refah ve saâdete kavuşmasına hizmet etti. Sadrâzam Hekimbaşı Nûh Efendinin oğlu Ali Paşanın Altı-mermerde Cerrah Paşa Hastahânesi karşısındaki câmi 1734’de yapılınca, buranın ilk vâizi oldu. Ahmed Yekdest Cüryânî’nin talebesinden Eğrikapı’da Karamânî mescidi imâmı Tatar Ahmed Efendi ile sohbetleri meşhûrdur.

Neccârzâde 1740 (H.1153) senesinde hacca gitti. Bu sırada Tuhfet-ül-İrşâd adlı dîvânında toplanan güzel şiirlerini yazdı. Peygamber efendimiz için yazdığı na’t-ı şerîf ve medh ü senâ için yazdığı şiirler birer şâheserdir. Hac farizasını yerine getirdikten sonra Cumâ kaptanın gemisiyle yanında bâzı dostları ve talebeleri ile birlikte Hicâz’dan İstanbul’a dönmek üzere yola çıktı. Yolculukları sırasında Mısır’a uğradılar. Mısır vâlisi Hekimoğlu Ali Paşa Neccârzâde’yi hürmetle karşılayıp, bir dâire tahsîs etti. Sonra sarayına dâvet edip çok ikrâmda bulundu. Sohbetini dinleyip duâsını aldı. Bu sohbeti sırasında söylediği bir şiir şöyledir:

“Yâ Rab tarîk-i vuslata emn ü emân ver!
Hasretkeş-i zemân-ı visâlim zemân ver!
Râh-ı Rızâ’da merd-i garîb etme bendeni
Çâbük-süvâr-ı şevki bana hem-inân ver.”

İstanbul’a döndükten sonra yine Beşiktaş’da ikâmet edip, vefâtına kadar nasîhatlarına ve sohbetlerine devâm etti. Tuhfet-ül-İrşâd adlı dîvânı meşhûrdur. Ebû Abdullah Semerkandî’nin Muhtasar-ül-Vilâye kitabını Fârisî’den Türkçe’ye tercüme etmiştir. Tövbe ile ilgili Arabî bir kitab da yazmıştır.

TÖVBE ETMEK

Neccarzâde buyurdu ki: “Bütün müslümanların günahlarına tövbe etmesi lâzım ve zarûrîdir. Ölünceye kadar dâimâ tövbe ve istiğfâr etmek lâzımdır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde müminlerin tövbe etmesini emr buyuruyor. İstiğfârdan murâd tövbedir. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm hadîs-i şerîfde buyurdu ki:

“Allahü teâlâya tövbe ediniz. Ben her gün yüz defâ tövbe ediyorum.” Mahlûkâtın efendisi hiç günâhı olmadığı, mâsûm ve pâk olduğu hâlde böyle yaparsa biz her hâlükârda tövbe ve istiğfâra muhtâcız. Sonra kul hayâtı boyunca günâh ve kusûrdan, gafletten ve yüksek makamlardan mahrûm kalma hâllerinden kurtulamaz. Tövbe ile ilgili diğer bir incelik de şudur ki: Bütün günâhları terkedip hakîkî tövbe etmedikçe noksan yapılan tövbe kemâle ermek için kâfî gelmez. Çünkü günâhlar sebebiyle kalbde hâsıl olan karartılar ve lekeler, Allah yolunda ilerlemeye mâni olurlar. Bütün günâhlara tövbe etmek lâzımdır.”

1) Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s.365
2) Menkıbe-i Evliyâiyye fî Ahvâl-i Ridâiyye (Ahmed Nüzhet Efendi, Esad Efendi Kütüphânesi, No:1752, vr.4b
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.446
4) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.12, s.265
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.309

Kaynak ; Türkiye Gazetesi , İstanbul evliyaları

Neccarzade Muhammed Sıddik Efendi (k.s.)

İstanbul – Beşiktaş’da Sinan Paşa camii bitişiğindeki türbesinde

Anadolu yetişen büyük velilerden 1131 (m 1719) yılında İstanbul’da doğdu. Büyük veli Neccarzade Mustafa Efendi’nin oğludur. Küçük yaşta ilim tahsiline başlamış ; ilim ve tasavvuf yolunu babasından ve Mustafa Fenciye Efendiden öğrendi. Nakşibendiyye ve Halidiyye yolundan hilafet aldı ve Babasının vefatından sonra Rumeli hisarındaki dergahda irşad faaliyetine başladı.

Bir ara Aziz Mahmud Hudai dergahına tayin edildi. Tâyin edildiğinde Aziz Mahmûd Hüdâî’nin türbesine girip bir müddet içerde kaldı. Biraz sonra dışarıya çıkınca; “Hazret-i Hüdâî efendimiz bize bir salkım üzüm verdi. Bizim bu dergâhda şeyhlik müddetimiz on bir ay olsa gerektir, fazla değildir.” buyurdu. On bir ay burada vazîfe yaptıktan sonra tekrar kendi dergahına geri döndü.

Talebelerinden birisi şöyle anlatır: “Dört oğlum tâûn hastalığından arka arkaya vefât etmişti. Hem oğullarımın vefât acıları hem de ben ve hanımım yaşlı olduğumuz için artık çocuğumuz olmayacağını da düşünerek üzgün ve perişan bir haldeydik. Gerçi Şeyh Muhammed Sıddık Efendinin tesellileri ile biraz rahatlıyordum. Fakat yaşlılığımız sebebiyle artık çocuğumuz olmayacağı hatırıma geldikçe bir hayli üzülüyordum. Şeyh Muhammed Sıddık Efendi benim bu hâlimi anlayıp bir gün yine huzûrunda mahzûn mahzûn dururken; “Sen evlâd acısıyla ve bundan sonra daha çocuğun olmayacağını düşünerek kendini perişan ediyorsun. İnşâallah Allahü teâlâ sana çocuk verir.” buyurdu. Gerçekten bir müddet sonra hanımım yaşlı olmasına rağmen hocamın duâsı ile bir çocuğumuz oldu.

Talebelerinden birinin çocuğu üç yaşına gelmesine rağmen henüz yürümüyordu. Bu duruma babası çok üzülüyordu. Bir gün bu çocuğunu hocası Muhammed Sıddık’ın huzûruna getirdi ve durumunu arz etti. Muhammed Sıddık hemen çocuğun elinden tutup, besmele çekerek yürütmeye başladı. Çocuk, Allahü teâlânın izniyle yürür oldu.

Sevenlerinden birisi çok hastalanmıştı. Durumunu arz etmek ve duâ istemek için Muhammed Sıddık Efendiye bir haberci gönderdi. Biraz sonra gönderdiği haberci içeri girerek; “Muhammed Sıddık Efendi hâlinizi sormak için birini göndermiş.” dedi. O zât bu duruma çok şaşırdı. Gelen kişi; “Hoca Efendi size selâm söyledi. Hastalığınızın zamânının tamam olduğunu bildirmemi emretti.” dedi. O zât Allahü teâlânın izniyle o gün iyileşti.

Bir gün Eyüp’teki Kaşgarî Mescidinden biri gelip, hocaları Îsâ Efendinin şifâ bulması için duâ istedikte; “Selâmet-i hâtimesi için Fâtiha okuyalım.” buyurdu. Îsâ Efendinin o saatte vefât ettiği anlaşıldı.

Sevenlerinden biri ziyâret etmek maksadıyla huzûruna gelmişti. Mustafa Sıddık Efendi o zâtı görünce; “Arkadaşın falan zât üç güne kadar makam sâhibi olacak. Git kendisine müjdele.” buyurdu. O da gidip durumu müjdeledi. Üç gün sonra Allahü teâlânın izniyle dediği gibi oldu.

Muhammed Sıddık Efendinin şiirlerinin toplandığı bir Dîvân’ı ve Esfâr-ı Erbaa isimli bir eseri vardır.

kaynak ; Türkiye gazetesi , İstanbul evliyaları 2

Hace Muhammed Baba Semmasi (k.s.)

Özbekistan – Buhara ‘ya 32 km uzaklıkta bulunan Ramiten’e bağlı Decha bölgesinde

Muhammed Baba Semmasi hazretleri, Hace Ali Ramiteni hazretlerinin yetiştirdiği büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin on üçüncüsüdür. Buhara’ya bağlı Semmas köyünde doğdu.

Tasavvuf ilmini büyük âlim Ali Ramiteni hazretlerinden öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek dereceye ulaştı. Hocası, kendisinden sonra yerine, Muhammed Baba Semmasi’yi vekil bıraktı. Diğer talebelerine de, ona tâbi olmalarını vasiyet etti.

Hocasının vefatından sonra onun yerine geçen Muhammed Baba Semmasi, çok talebe yetiştirdi ve içlerinden bir kısmını tasavvufta yüksek makamlara kavuşturdu.

Bu talebelerinin başında, kendisinden sonra yerine geçen ve ilim deryasında sedef olan Seyyid Emir Gilal hazretleri gelmektedir. Bir talebesi de, Behaeddin-i Buhari hazretleridir. Henüz o doğmadan önce, hocası Muhammed Baba Semmasi onun doğduğu yerden geçerken; “Bu yerden büyük bir zatın kokusu geliyor. Pek yakında burası, Kasr-ı ârifân [arifler sarayı] olur” buyurdu.

Bir gün yine oradan geçiyordu. “Şimdi o güzel koku daha çok geliyor. Ümit ederim ki, o büyük zat dünyaya gelmiştir” buyurdu. Böyle buyurduğu zaman, Behaeddin-i Buhari hazretleri doğalı üç gün olmuştu. Dedesi, çocuğun göğsünün üzerine hediye koyup, Muhammed Baba Semmasi’ye getirince; “Bu bizim oğlumuzdur. Biz bunu kabul eyledik” buyurup, talebelerine de; “Kokusunu aldığım işte bu çocuktur. Zamanının rehberi ve bir tanesi olacaktır” buyurdu. Sonra halifesi Emir Gilal hazretlerine, bu çocuğun iyi yetiştirilmesini tembih etti.

Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
“Evlenmek istediğim zaman, dedem beni Muhammed Baba Semmasi hazretlerine gönderdi. Ona gideceğim günün gecesi, içimde gözyaşı ve dua isteği kabardı. Onun mescidine gidip iki rekat namaz kıldım ve Allahü teâlâya şöyle dua ettim: “Ya rabbi, bana, belalarına tahammül için kuvvet ver!”
Sabahleyin hocamın huzuruna varınca; “Bir daha dua ederken, “Ya Rabbi, senin rızan nerede ise, bu kulunu orada bulundur!” diye dua et! Eğer Allah, dostuna bela gönderirse, yine inayeti ile o belaya sabır ve tahammülü de ihsan eder. Fakat, Allahtan ne geleceğini bilmeden, bela ister gibi dua etmek doğru değildir” buyurdu. Bir gece önceki hâlimi keşfetmekteki kerametini anladım ve ona tam bağlandım.”

Yetiştirdiği, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmalarına vesile olduğu yüzlerce veliden dördünü kendisine halife seçmiştir. Bunlardan birincisi Hâce Sufi Suhâri, ikincisi kendi oğlu Hâce Muhammed Semmasi, üçüncüsü Mevlana Danişmend Ali, dördüncüsü ise Seyyid Emir Gilal hazretleridir.

Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
Hocam Muhammed Baba Semmasi ile yemek yiyorduk. Yemek bitince, bana bir ekmek uzatıp; “Al, bunu sakla, belki lazım olur” buyurdu. Yemek yediğimiz halde, bana bu ekmeği vermesinin hikmetini düşünmeye başlamıştım. Ben düşünürken, “Faydasız düşüncelerden kalbi muhafaza etmek gerekir” buyurdu. Sonra yolculuğa çıktık ve bir tanıdığımın evinde misafir olduk. Misafir olduğumuz evin sahibinin sıkıntılı bir halde olduğu görülüyordu. Hocam ona; niçin üzgün olduğunu sordu. O da; “Bir kâse sütüm var, fakat, sütün yanında yemek için ekmeğim yok. Ona üzülüyorum” dedi. Hocam bana dönüp; “Acaba bu ekmek ne olacak düşünüp duruyordun. Ekmeği sahibine ver” buyurdu.

Hace Abdulhalık Goncdüvani (k.s.)

Özbekistan – Buhara’nın 50 km Kuzeyinde Yer alan Gijduvan kasabasındaki İlçe merkezinde yer alan büyük Park’ın içerisindedir.

Evliyânın önderlerinden, İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. Babası Abdülcemîl Malatyalı idi. İmâm-ı Mâlik hazretlerinin neslinden olup âlim ve ârif idi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüksekti. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi. Bir gün Hızır aleyhisselâm kendisine: “Ey Abdülcemîl! Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak. İsmini Abdülhâlık koyarsın.” buyurdular. Abdülcemîl bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Buhârâ’ya göçtü ve Goncdüvân kasabasına yerleşti. Çok geçmeden Hızır aleyhisselâmın buyurduğu gibi bir erkek evlâda sâhib oldu. İsmini Abdülhâlık koydu. Abdülhâlık çocukluğunu burada geçirdi.

Beş yaşına geldiğinde ilim öğrenmesi için Buhârâ’ya gönderildi. Büyük âlim Hâce Sadreddîn hazretlerinden Kur’ân-ı kerîm ve tefsîrini öğrenmeye başladı. Bir gün okuma esnâsında; “Rabbinize tazarrû’ ederek (boyun büküp yalvararak) ve gizli duâ ediniz!” (A’râf sûresi: 55) meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince Abdülhâlık hocasına: “Efendim! Bu “gizli”den murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve duâ, âşikâr, sesli bir şekilde dil ile olursa riyâdan korkulur. Araya riyâ girerse, lâyık olduğu şekilde zikredilmemiş olur. Şâyet kalb ile zikretsem; “Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır.”hâdis-i şerîfi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu müşkülümü halletmenizi istirhâm ederim, efendim!”diye arz etti.

Hocası, büyük âlim Sadreddîn hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun kendisinin bile anlayamadığı böyle bir suâl sormasına hayran kaldı ve cevap olarak: “Evlâdım! Bu mesele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allahü teâlâ nasîb ederse, sana bu ilimleri öğretebilecek bir üstâda kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu müşkülün halledilmiş olur.” buyurdu. Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) bu işâret üzerine, meselelerini halledecek o büyük zâtı beklemeye başladı.

Bir gün Hızır aleyhisselâm yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretme, anma yollarını öğretti ve mânevî evlâtlığa kabûl edip; “Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!” diye târif etti. Abdülhâlık hazretleri de, târif üzere, bu mübârek kelime-i tevhîdi sessiz sessiz kalben söylemeğe başladı. Bunu, kendisi için ders kabûl etti. Bu hâl mânevî makamlarda yükselmesine sebeb oldu.

Bu sıralarda Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri Buhârâ’ya geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Bu hususta kendileri şöyle anlatırlar: On iki yaşında idim. Hızır aleyhisselâm bana Yûsuf-ı Hemedânî hazretlerinden ilim öğrenmemi tavsiye buyurdular. Bu sırada onun Buhârâ’ya geldiğini işiterek derhâl yanına gittim. Ondan pekçok istifâdelere kavuştum. Böylece Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstâdı Yûsuf-i Hemedânî, zikir tâlim hocası da Hızır aleyhisselâm oldu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri hâlini insanlardan gizli tutardı. Nefsinin isteklerine uymayıp, istemediği şeyleri yapmakta kendisini pek ağır imtihanlara tâbi tutar fakat hiç kimseye bir şey sezdirmezdi. Hele onun Hızır aleyhisselâm ile ulaştığı mânâda ilim tahsîline hiç kimse vâkıf olmazdı.

Abdülhâlık Goncdüvânî gerek Hızır aleyhisselâm ve gerekse büyük İslâm âlimlerinin tahsil ve terbiyesi altında zamânının bir tânesi oldu. İnsanlar dünyânın dört bir yanından kâfileler hâlinde ondan istifâde etmek için gelmeye başladılar.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri beş vakit namazını Kâbe-i muazzamada kılar, tekrar Buhârâ’ya dönerdi. Bir Aşûre günü talebelerine derste velîlik hâllerini anlatıyordu. Müslüman kıyâfetinde olan bir genç içeri girip, talebelerin arasına oturdu. Bir müddet sohbetini dinledikten sonra söz isteyerek: Efendim! Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Mü’minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allah’ın nûru ile bakar.” buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir? diye sordu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri gence heybetle nazar ettikten sonra; “Öyleyse belindeki zünnârı, hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı olan parmak kalınlığındaki yuvarlak ipi kes de îmâna gel.” dedi.

Hocanın bu sözleri oradakiler üzerinde şok etkisi yaptı. Genç, telaşla; “Hâşâ! Yemîn ederim bende böyle bir şey yok.” diye söylendi.

O zaman Abdülhâlık hazretleri talebelerinden birine gencin hırkasını çıkarmasını işâret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde düğüm düğüm zünnâr bağlı olduğu görüldü. Bu hâdise karşısında genç, çok mahcûb oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine muhabbet, sevgi duymaya başladı. Böylece evliyânın, Allahü teâlânın nûruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık talebelerinden oldu.

Büyük mürşid bundan sonra etrafındakilere dönerek: “Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnârımızı keselim. Îmân edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnârı kesti, biz de kalbe âid zünnârı keselim. O da, kibr ve gururdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa kavuşalım.” buyurdu.

Talebeleri bir anda hazret-i Hâce’nin gönül yaralarına sunulan şifâ şerbetini içtiler, tövbelerini yenilediler. Böylece kalblerinin Allahü teâlâdan başka bir şeye bağlılıkları kalmadı.

Bir gün huzûruna gelen bir kimse; “Eğer Allahü teâlâ beni Cennet ile Cehennem arasında muhayyer kılsa, ben Cehennemi seçerim. Zîrâ bütün ömrümde nefsimin arzusu üzerine amel etmedim. O halde Cennet nefsin murâdıdır. Cehennem ise, Allahü teâlânın murâdıdır.” dedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri bu sözü red ederek: Kulun seçme hakkı yoktur. Her nereye git derlerse oraya gideriz. Nerede kalın derlerse orada kalırız. Kulluk budur. Senin dediğin kulluk değildir. buyurdu. O kimse bu sefer; “Efendim! Tasavvuf yolunda bulunan kimseye şeytan yaklaşabilir mi?” diye sordu.

“Tasavvuf yoluna yeni gelmiş bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, bir şeye öfkelendiği zaman şeytan ona yaklaşabilir. Şâyet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise, o kimsede öfkelenmek yerine, gayret hâsıl olur. Her ne zaman gayret etse, şeytan ondan kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki, Hakk’a yönelsin. Allahü teâlânın Kitâbına ve Resûlünün sünnetine sarılsın. Bu iki nûr arasında tasavvuf yolunda yürüsün.” buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, Allahü teâlânın indinde duâsı makbûl kimselerden idi. İnsanlar ve cinler duâsına kavuşmak için, uzak yerlerden gelirlerdi.

Bir gün Abdülhâlık Goncdüvânî’nin huzûruna uzak yerden bir misâfir, biraz sonra da yanlarına, güzel sûretli, temiz giyimli bir genç geldi. Abdülhâlık hazretlerinden duâ isteyip hemen ayrıldı. Misâfir; “Efendim! Bu gelen genç kimdi acaba? Gelmesi ile gitmesi bir oldu.” dedi. O da; “Bizi ziyârete gelip duâ isteyen bir melek idi.” buyurdu. Misâfir hayret etti ve; “Efendim! Son nefeste îmân selâmeti ile gidebilmemiz için bize de duâ buyurur musunuz?” diye niyâzda bulundu. Bunun üzerine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri:

“Her kim farzları eda ettikten sonra duâ ederse, duâsı kabûl olur. Sen, farz olan ibâdeti yaptıktan sonra duâ ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için duânın kabûl olmasına vesîle olur.” buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin âhiret âlemine göç etmesi yaklaşmıştı. Kendisine bağlı talebelerinin terbiyesini Ahmed Sıddık, Evliyâ Kebir, Şeyh Süleymân Germinî ve Ârif-i Rivegerî adlarındaki dört büyük halîfesine bıraktı. Onlara nasîhatlerde bulundu. 1180 (H.575) yılında Goncdüvân’da vefât etti. Goncdüvânî hazretleri bugün Nakşibendiliğin prensipleri diye bilinen on bir temel düstûru da ortaya koydu. Bu prensiplerin esası “kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi oradan çıkarıp atmak ve onu dâimâ Allahü teâlâ ile meşgûl hâle getirmek”tir. Vefâtından sonra da kerâmetleri görülmüştür.

Şöyle ki: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin vefât etmesinin üzerinden 332 sene geçmişti. 1512 (H.918) yılında Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîler yüz bin kişilik tâlimli asker ile Ceyhun Nehrini geçerek Mâverâünnehr vilâyetlerine hücûm ettiler. Çok kan döküp büyük tahrîbât yaptılar. Oradan Buhârâ’ya yöneldiler. Pekçok kaleyi zaptettiler. Girdikleri yerlerde Ehl-i sünnet âlimlerinin kabirlerini ve türbelerini yıkıp hakâret yapıyorlardı. Nihâyet Goncdüvân kalesini de abluka altına aldılar. Niyetleri burada bulunan ve Ehl-i sünnet müslümanlarının ziyâretgâhı olan Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin kabirlerini yakmak idi. Ancak şehre karşı hücuma geçtikleri sırada kaleden çıkan beş bin Özbek askerinin etrafında bulunup kendilerine saldıran beyaz atlı beyaz elbiseli ve yeşil sarıklı askerleri gördüler. Başlarında heybetli ve nûrânî, mübârek bir zât elinde iki ağızlı kılıç ile Safevîleri işâret edip hücûma geçtiklerinde ekin tarlasına giren orakçılar gibi düşmanları biçmeye başladılar. Ehl-i sünnet düşmanları kısa sürede bozguna uğrayıp geri dönmemek üzere kaçtılar.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin daha vefâtından evvel söylediği:

Dosta mübârekim ve düşmana musîbetim
Cenkte demir gibi ve sulhta mum gibiyim

Nûr çeşmesinin başı Goncdüvân, menzilimizdir
Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum

şeklindeki sözleri de onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerâmetiydi.

Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Özbekistan Evliyaları

Mencek Baba (k.s.)

Tarsus’da Ulucamii’nin 2 dk uzaklığında Türkistan cad no 35′de. Sayman caddesi ile Türkistan caddesinin kesiştiği noktada

14. yy’da Türk- İslam ahlakını yaymak için gelen alperenlerdendir. Ramazanoğullarının bu havalide egemen olmalarından önce bölgeye gelen, Üçok koluna mensup Varsak Türkmenlerindendir. Mencek Baba kurduğu tekkesiyle ilim, irfan yayarken yolcu, fakir ve kimsesizlere de kol kanat germiştir.

Nakşibendi Tarikatı Şeyhlerindendir. Türbesinin kapısındaki tamir kitabesinden anlaşıldığına göre Hacı Mustafa efendi adında bir oğlu vardır.

Vakfiye sendinden yola çıkılarak bulunan tarihe göre 1379 yılında Tarsus’da vefat etmiştir. Kayıtlara göre Mencek Baba Türbesinin yanında bir de Zaviye* binası vardır. Mencek Baba zaviyesi yüzyıllar boyunca Orta Asya’dan ( Türkmenistan – Semerkand – Duşenbe – Buhara – Hive – Belh vb.) Anadolu’ya göçen dervişlerin iskan edilmeleri, ticaret erbabı , gazi ve seyyahların barınmalarını temin etmiştir. Türkistandan göç edip gelenler ilkin zaviyeye komşu olmak maksadıyla zaviyenin yakın çevresine yerleşmiş ve zaman içerisinde bir mahalle teşekkül etmiştir , şimdiki Mencek Baba Türbesinin bulunduğu Tekke mahallesi ismini buradan almaktadır.

Mencek Baba zaviyesi vakıf olarak hükmi şahsiyetini 1909 yılına kadar sürdürmüştür.Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasından sonra vakıflar idaresince mülkiyeti özel kişilere satılmış, zamanla zaviye binası ortadan kaybolmuştur. Türbesinin bulunduğu yerin ortaya çıkması ise 1996 yılında Tarsus Belediyesi tarafından gerçekleşmiştir.

*Zaviye : Herhangi bir tarikata mensup dervişlerin, bir şeyhin idaresinde topluca yaşadıkları ve geçen yolculara bedava yiyecek ve yatacak yer sağlayan şehir merkezinde veya yol güzergahı üzerindeki bina veya binalar topluluğu
Kaynak ; Çukurovanın Manevi sultanları ; Kazım Temir

Hızır Hoca (Hızır Ali Muratoğlu) (k.s.)

İstanbul – Edirnekapı’da Sakızağacı şehitliğinde

1942 yılında Rize’de Yakup (ö.1972) ile Hamdiye (ö.1999) çiftinden dünyaya gelen Hızır Ali Muratoğlu, ilk ve orta tahsilini Rize’de tamamladı. O yıllarda insanlar şiddetli geçim sıkıntısı çektiği için Ramazan ayı yaklaşınca aileside aynı zorlukları iyice hissetmeye başladılar. Rize’nin zengin ve hayırsever eşrafından birisi Ramazan ayının ilk gecesi kendilerine yetecek kadar erzak yardımında bulununca epeyce rahatlarlar. Bundan birkaç gün sonra dünyaya gelen bebeğe bu sebepden dolayı annesi Hızır ismini koyar. Küçük yaşlardan itibaren arkadaşları ve kardeşleri arasında dini hassasiyeti ile temeyyüz etmiş ve daha o günlerden itibaren molla lakabını alır.

Balıkçılıkla uğraşan babası mert ve cömert bi insandı. Namazını aksatmaz ve çocuklarınıda yaz aylarında Kur’an kursuna yollardı. Mahalle camisinin imamı Mahmut Hoca Efendi onda farklı bir hal olduğunu söyler ve küçük Hızır’la yakından ilgilenirdi. Annesinin küçük Hızır’ı yıkamak için hazırladığı suyu görünce ”Anneciğim cehennemde böyle sıcak mı olacak?” diyerek düşünce iklimindeki kıvamı izhar ederdi. Temizlik, düzen ve tertipli olmak hususunda çevresinin dikkatini çekecek derecede ileri seviyedeydi. Üç erkek iki kız toplam beş kardeş arasında en sevilen çocuktu.

Liseyi başarıyla tamamladıktan sonra Tıp Fakültesinde okuyup doktor olması için ailesi kendini İstanbul’a gönderir. O yıllarda her üniversite kendi yaptığı imtihanla talebe alırdı. Bindiği otobüs arızalanıp Tıp Fakültesine kayıt yaptıramayınca Edebiyat Eakültesi’nin Arapça-Farsça Bölümü’ne başlar. Kocamustafapaşa’da Sarıgüzel Korkutata sokak’ta ikamet ederken İmam-ı Azam Nuri Efendi’nin görev yaptığı Gül camisine gider gelirdi.

Birgün Nuri Efendi’ye gelerek kendisinden Arapça dersi almak istediğini söyler. Nuri Efendi de kendisine, ”sen bana okul derslerinde yardımcı olursan bende sana arapça okuturum” diye cevap verir. Bu sayede Nuri Efendi vasıtasıyla İsmailağa Camisi İmam hatibi müstakbel şeyhi ve kayın pederi Mahmut Efendi Hazretleri (k.s.) ile tanışır. Bu arada ”kırk gün sabah namazını Fatih Camisi’nde kılan Hızır’ı görür” sözüne binaen sabah namazlarını Fatih camisi’nde kılmaya başlar. Kırkıncı gün sünneti kılıp farzı beklerken birisi omzuna dokunup ”Aradığın Hızır İsmailağa camisi’nde” diyerek kaybolur.

Bu tanışmadan sonra aradığı güneşi yanı başında bulmanın sevinci ile üniversiteyi ihmal ederek Hoca efendinin sohbetlerine devam eder. ”Üniversitede en çok hoşuma giden koridorda cübbemi yere serip şalvar ve sarığımla namaza durduğumda, insanların bana gülüp geçmeleriydi.” dediği günleri geride bırakıp kendini tamamen Tekke’ye verince, ilmen ve manen tekamülü çok kısa sürede herkesin dikkatini çeker. Bu terakkisi bazılarını gıptaya, bazılarını şaşkınlığa, bazılarınıda kıskançlığa sevk eder.

Hızır Efendi’nin seyr-u sülük yolundaki mahareti teslimiyetinin bir meyvesi idi. Efendi Hazretleri’nin Müritlerinden biri şöyle anlatıyor: ”Hızır Efendi’nin çok kısa sürede hepimizi geçmesi ve Efendi Hazreleri’ne bizden yakın oluşu beni rahatsız etmişti. Bir gece rüyamda Efendi Hazretleri’ni elinde bir bıçak olduğu halde bize şöyle derken gördüm. ”Hazırlanın! ikinizi de (Hızır Hoca ve ben) biraz sonra keseceğim.” Kesmek için bıçağı bilerken ilk olarak bana işaret etti. Ben ona doğru giderken; ”Yahu insan kesmek İslamın neresinde var? tarikatta böyle şey olurmu? Bu da nereden çıktı?” diyerek yanına vardım başımı uzattım. Tam bıçağı uzatınca hemen kaçıp bir duvarın arkasına gizlendim. Daha sonra Hızır Efendi’ye işaret buyurdular. Hızır Efendi tebessümle gelek başını Şeyh’inin önüne koydu. Bıçak boynunu kestiği halde tebessümü devam ediyordu. Bu rüyayı gördüğüm gecenin sabahı Hızır Efendi’nin camisine gittim; elini öpüp helallik istedim.

EFENDİ HAZRELERİ’NİN DAMADI OLUŞU

”yürü kim meydan senindir bu gece” saday-ı lahutisinin muhatabı olmuşçasına günlerini tekkede ilim ve ibadetle geçirirdi. İsmailağa camii şerifinde rahlenin başında ders müteala ederken Şeyhi Mahmut Efendi Hazretleri gelip kendisine; ”Hızır Hoca kızımı sana veriyorum der ve ayrılır. Beklenmeyen bu büyük nimet karşısında secdeye kapanarak sevinç gözyaşları döker. Yıllar sonra bu hadiseyi hatırladıkça duygulanır ve ilk günün heyecanıyla; ”Ben kainatın en şanslı insanıyım” derdi. ”Niye hocam?” denildiğinde, ”Allah beni müslüman yaptı, en büyük peygamberin ümmetiyim, en büyük mezhep olan İmam-ı Azamın mezhebindeyim ve Nakşi tarikatını en tavizsiz yaşıyan zatın damadıyım.” buyururdu.

26 yaşında 1968’de Fatma hanımla gerçekleşen evliliğinden Ali Haydar(d.1981) ve Aişe(d.1988) isminde iki evladı dünyaya geldi. İlk çocuğu dünyaya geldiği sene bazı hoca efendilerle (Selahattin Hoca, Abdulmetin Hoca vs..) hocaefendilerle emr-i b’il-maruf maksadı ile sefere çıktılar. yolda her gördüğü sevimli çocuğa hatta kediye, kuzuya Ali Haydar diye seslenmesi Selahattin Hoca’nın dikkatini çeker ve ona ”Hocam Ali Haydar’da fani oldunuz galiba. Her gördüğünüze Ali Haydar diye sesleniyorsunuz” deyince, Hızır Efendi; ”Yakup (A.S) Yusufum! diyerek gözlerini yitirdi!” cevabıyla evlat sevgisinin şer’i mesnedine dikkat işaret buyurdular.

BENİ KABİRDE BİZZAT ALLAH KARŞILADI

Cemaatin her türlü irşat ve tedris hizmeti ile meşgul olurken 1991 yılında Çukurbostan Cami’sinde imamlık vazifesine başlar. Şeyhinin bulunmadığı yada hasta olduğu zamanlarda onun yerine sohbet ederek cemaati teselli ederdi. Bu çalışmalar yoğun bir şekilde devam ederken ”şeyhimin emaneti” dediği hanımı ağır bir rahatsızlığa yakalanır. Ömrünün sonuna kadar farklı yoğunlukta devam eden bu hastalık hali, evin hanımının ve çocuklarının bütün hizmetlerini de Hızır Hocanın omuzlarına yıkar. ”Allah’ımın bana bir imtihanıdır, biz bu hizmeti seve seve yapıyoruz” dediği bu mesuliyeti, iki yıl gibi uzun bir zaman onu camii hizmetinden uzak bırakır. Hasta eşinin hizmetine giderken hiçbir olumsuzluk belirtisi göstermeden; ”Nereye hocam?” diyenlere ”Efendimin parçasının yanına gidiyorum” diyerek cevap verirdi. Vefakar ve fedakar oluşunun karşılığını fazlasıyla alan Hızır Efendi’yi şehadetinden sonra bir dostu mana aleminde görür. Ay gibi parlayan yüzü ile gayet mutlu görünen Hızır Efendi’ye sorar.
”Nasılsın hocam? Allah sana nasıl muamele etti?”
Hızır Efendi:
”Hasta olan hanımıma hizmet ettiğim için kabre konulduğum zaman beni bizzat Allah karşıladı” buyurur.

İmamlığı esnasında halkın seviyesine inerek sevecen, güler yüzlü, şakacı ve etkileyici üslubuyla kısa zamanda çevresinde bulunanların hayranlığına sebap olur. Sevenlerine hem dünya hem ahiret hususunda yaptığı konuşmalarıyla Çukurbostan camisi cemaati hızla artar. Cemaat camiye sığmamaya başlayınca caminin genişletilmesi kararı alınır. Kendi elleriyle çizdiği cami projesini kendi elleriyle inşa ederken arkadaşlarından birisi ilave bölümün dikdörtgen olmasında ısrar etmesine rağmen Hızır Efendi camiyi girintili çıkıntılı yaptırır. Buna gerekçe olarak da ‘Tarikat ehli dervişler camide kuytu köşeler ararlar.’ buyurur.

Cami inşaatı tamamlanınca örülen duvarların uzunluğunu bizzat kendisi ölçer. Yevmiyesini almak için gelen ustaya kaç metre duvar ördüğünü sorunca; kırk metre kare cevabını alır. Hızır Efendi, tekrar ölçmesi için gönderdiği ustadan tekrar aynı cevabı alır. Hocanın ölçümüne göre 47 metre kare çıkan hesap usta tarafındanda doğrulanınca işçinin hakkı eksiksiz verilmiş olur. Bursa Ulu Camii’sinde olduğu gibi, kendisinin görev yaptığı camiidede su sesinin olmasını arzuladığı için iç kısma bir havuz yaptırır, hatta içine balıkta koyar. Bahçesini kendi elleriyle diktiği güllerle süsler ve her gün bakımınıda ihmal etmeden yerine getirir.

Bir gün yeğenlerinden birisi güllerden birini eliyle tutup kendine çekerek koklamak isteyince; ”Dur gül öyle koklanmaz.”diyerek, Peygamber Efendimizin rumuzu olan gülü iki avucunun içine aldılar ve eğilip koklayarak güle yakışan ince edebe işaret buyurdular. Yakınlarından bir hafıza; ”Hafızlık icazetini bana ver bende sana diplomamı vereyim.” diyerek Kur’an hıfzına olan özlemini ifade eden Hızır Efendi, günde bir ayet ezberleyerek hafızlığını tamamlamaya çalışırdı. Eline tespihini alıp zikretmeye başladığında görenleri özendirecek şekilde zevkle zikrederdi. Şeyhinin ”Bu yolda kendini gizle.”tenbihine sadık kalarak manevi hallerini bir sır gibi saklar etrafındakilere kendini sıradan bir hoca olarak tanıtmasını iyi becerirdi. Bu sebeple üstadı bir gün şöyle buyurdu; ”Bu kapıda bazı hocalar manevi hallerini gizlemeyip aşikar ettikleri için müritlerimizle bizim aramızda perde olmuş ve bir çok ihvanın kaybedilmesine sebep olmuştur. Hızır Efendi ise ihvan ile aramızda köprü olup bir çoklarının kazanılmasına vesile olmuştur.”

Bazılarının Efendi Hazretlerinden sonra kendisini şeyhliğe namzet görmelerinden çok rahatsızlık duyar ve her vakit şeyhinden önce ve onun elleriyle kabre konulma arzusunu ifade ederdi. Cuma hutbelerinde ve son yaptığı hacda cemaatin huzurunda ”tavizsiz yaşayan zaatın(Mahmut Efendi Hazretleri) sohbetinden sonra ruhumu al ya Rab” diyerek dua ederdi.

İrşat maksadı ile zaman zaman yurt dışına da (Azarbaycan, Almanya, İran)giden Hoca Efendi, Almanya’ya gittiğinde büyük bir coşku ile karşılanır.Gür sakalı , beyaz sarığı ve temiz giyinişi ile temsil ettiği İslam’a Almanlar’da hayran olur. Sohbet ilanı için gazeteye yazılan ”Efendi Hazretleri’nin damadı ve vekili” cümlesindeki ”vekil” sözüne razı olmayıp silinmesini tenbih eder. Misafir kaldığı evde yatağının hiç bozulmaması hane sahibine ”Ya hiç uyumuyor yahut yatağını kendi elleri ile düzeltiyor” dedirtirdi. Ayrılacağı gün ev sahibinden iki zarf ister ve gizlice üçyüzmarkı zarfın içine koyarak ”Efendi Hazretlerinin kerimesinin hediyesi” yazarak bir kenara bırakır. Hocaları hep alan ve isteyen olarak tanıyan ev sahipleri hiç beklemediği bu davranış karşısında şaşırır.

Şaka ve latifeyi şeriatın sevilmesi ve öğrenilmesi için ustalıkla kullanan Hızır Efendi, etrafındakileri söz ve hareketleri ile sık sık güldürürdü. Zengin birinin kendini çok cömert olarak anlattığı bir mecliste, Hızır efendi gizlice kalkıp bir çarşaf giyerek geri döner ve o zenginden yardım ister. Zengin, dilenci kılığındaki şahsı yanından kovup ona bir ekmek parası bile vermeyince Hızır Efendi üzerindeki çarşafı çıkarıp ”sen bir dilenciye ekmek parası bile vermiyorsun, nasıl cömert olabilirsin?” der. Cami cemaatinden Berber Orhan Abi diye bilinen birisi bayram yaklaşınca cemaate gelmeyi bırakmıştı. Camide asılı duran gri bi cübbesi vardı, namaz kılarken onu giyerdi. hızır efendi çok hisli bir insandı. Hemen şu şiiri yazıp Orhan Abi’nin cübbesinin cebine koydu:
Ey sahipsiz garip cübbe,
Terkedildin yalnız ipte.
Sahibin on gündür traş ediyor,
Sayılı günler gelip geçiyor.
Unultuldun bayram parası için,
Asılı kaldın bu dostluk ne biçim.
Bu manada daha devamıda olan bu şiiri Orhan Abi cüzdanında saklar ne zaman okusa ağlardı.

ÇİĞ KÖFTE CEMAATİ

Cematten 5-6 kişi onu bir gece çiğ köfte yemeye davet etti. Onlar evde hazırlık yaparken yatsı ezanı okundu, ancak onlar hazırlıkları bitirelim diye cemaate gitmediler. Hızır Efendi camide namazı bitirip geldiğinde bu arkadaşlar namaza durmuşlardı. Hızır Hoca sessizce çiğköfte tepsisini alarak sokağa çıktı ve camiden çıkan cemaate dağıtmaya başladı. ”Cemaatimden altı kişi çiğ köfte cemaatidir, onların ikramıdır”diyerek herkese dağıttıktan sonra eve döndüler. Çoğu dağıtıldığı halde geri kalanlara da yetecek kadar bereketli olmuştu. Şehadetinden iki ay önce hutbede üç hafta üstüste şunu anlatmıştı. Rasul (s.av) buyurdular:
” Bir hanımın efendisi vefat edip arkasında iki veya üç yetim kalırsa, o hanım yetimlerini yetiştirmek için saçlarını beyazlatırsa cennette benimle beraberdir.”
Bunu anlatır sonrada hüngür hüngür ağlardı.

EY BALIKLAR! REİSİNİZ KİM?

Zuhurat ve keramete hiç kıymet vermediği halde lüzumunda salahiyetini ortaya koyardı. Malatya’nın Darende ilçesinde emr-i bil-maruf için gittiklerinde, bir havuz kenarında istirahat ediyorlardı. Abdulmetin hoca şakayla karışık Hızır Efendi’ye havuzdaki balıkları göstererek;
__ Hocam sen bizim kafile reisimizsin! Şu balıkların da bir reisi olmalı. Ona seslensenizde yanımıza gelse! dedi.
Hızır Efendi ısrara dayanamayıp balıklara;
__ Ey balıklar! Ben Mahmut Efendi Hazretleri’nin damadı Hızır Şu anda ben bu cemaatin reisiyim. Sizinde reisiniz kimse çıksın şuracıkta önümüze gelsin, diye seslendi.
O anda arkalardan büyükçe bir balık çıkıp öne doğru gelip başını sudan çıkarıp Hızır Efendi’ye bakmaya bakmaya başladı. Bu manzara karşısında cemaat hayrete düşmüş, Hızır efendi ise mahcup duruşu ile tebessüm ediyordu.
Dinin temizlik olduğunu kendine has bir uslüpla ihsas ettiren Hızır Efendi sabunla elini yıkadığında sabunu da yıkar yerine koyardı. Cemaatine de, ”lavaboda ağzınızı çalkaladığınızda çalkaldığınız suyu yutun ki yemek kırıntıları lavaboya dökülmesin” buyururdu.

VEFATI (şehadeti)

Birçokların cefasına katlanmayı, terk etmekten daha hafif gördüğü dünya, onun gözünde bir bedenin sığacağı mezardan ibaretti. Şehitlik mezarlığında bir mezarı olmadığı için üzüldüğünden bu dünyada gam çektiği başka birşeyi yoktu. Sonunda çok istediği şehitliği de, mezarıda genç yaşında elde etmiş, giderken geride bıraktığı sevdiklerine, bağlı bulunduğu asil yolun mensubuna neler bahşaettiğini öğreten temiz bir hayat hediye etmiştir.

Şeriatı tavizsiz yaşayan zatın Pazar sohbetini dalgın dalgın dinledikten sonra kendisine vaad edilen şehadet rütbesini almak için İsmailağa Camii Şerifine gelir. İhvanın ders ve dertlerini dinledikten sonra Duha namazını kılmak için kıbleye döner ve müminin miracı olan son namazına durur. Kulun Mevla’ya en yakın olduğu o esnada, insanlığın en uzağında olan hain eller vucüduna yedi el ateş eder. Kanlar içinde vücudu yere yığılırken bütün şanlar ve şerefler huzurunda selam duracak şekilde başı göğe erer.

Sema ehli, sofralarında onada yer ayırırken Muhammed ümmeti bir hüzün yılını daha yaşar. Ertesi gün Fatih Camisi yüz binlerin gözyaşlarına şahit olur. Sessizliğin en büyük ses, yalnızlığın en büyük dost olduğu hicran gününde eller onu diri diri toprağa gömmeyip başlarına taç edinirler. Vefat ettiğinde Sakızağacı Şehitlik Mezarlığı’na defnedilme arzusu, sevenlerinden birinin (Fevzi Başak’ın) kendi yerini bu şehide bağışlamasıyla yerine gelir. Takvimler 17 mayıs 1998’den itibaren yeni bir not düşerler sayfalarına: 36. Nakşi Şeyhi Mahmut Efendi’nin damadı 55 yaşında İsmailağa Cami-i Şerifinde şehit edilmiştir. Rasul (s.a.v.)e her yönüyle benzeyen Efendi Hazretleri(k.s) damadı da Hazret-i Ali (r.a) benzer şekilde terki diyar eylemiştir. Şehitler kendileri için yaşamazlar ve hiç ağlamazlar kendi acılarına. Bir damla rahmet için gözyaşlarına boğulan, tavaf ile mamur olan gönül kabelerini handan etmek için gelirler. Ve ”yaklaşıyor yaklaşmakta olan” diye haykırarak gam ordusuna katılıp giderler aşk otağına.

SİLSİLEDE İSMİ OKUNSUN

Şehadetinden birkaç ay sonra Şeyhi Mahmut Efendi Hazretleri Buhara’da Şah-ı Nakşibend Hazretlerini ziyaret eder. Manada zuhur eden şah-ı nakşibend hazretleri, ”Hızır Efendi’nin ismi silsile-i şerifde okunsun” tenbihinde bulunurlar. Kısacık bir ömrü bu meydan-ı hakikatte ebediyyet kesbine muvaffak kılan Hızır Efendi’ye Cenabı Hak’tan sonsuzluğun en büyük ikramlarına nail olmasını temenni ederiz.

Kaynak ;http://www.ismailaga.com.tr/hizir-ali-muratoglu-hoca-efendinin-hayati.html

Abdülaziz Bekkine (k.s.)

Kabr-i Şerifi Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğindedir.Şehitliğin kapısından girince 200 m dosdoğru yürüyoruz sol tarafta tabelada ismini göreceğiz.

Abdülaziz Efendi hazretleri 1313/1895 senesinde İstanbul Mercan’daki evlerinde dünyaya geldi. Tasavvufta ilerlemiş ve mânevî dereceler kesbetmiş bir derviş olan babası, zengin ve itibarlı bir zât olan Kazanlı tüccar Halis Efendi’dir.

Abdülaziz Efendi, çok küçük yaşlarda Kaptanpaşa Camii İmamı Halil Efendi’den Arapça ve İslâmî ilimler dersleri alarak ilim tahsiline başlar. Daha sonra Dârüttedrîs mektebini bitirir. Çocukluğunun bir bölümünü İstanbul’da geçirdikten sonra 1910’larda ailesiyle beraber ev ve arazilerinin bulunduğu memleketleri Kazan’a giderler. Burada bir müddet kaldıktan sonra Buhara’ya geçerek orada beş sene kadar ilim tahsili ile meşgul olur ve buradan tekrar Kazan’a döner. Oradaki günlerinden şöyle bahsederlermiş: “Beş altı yaşımdan itibaren seherden sonra hiç uyumadım. Yedi sekiz yaşlarımda iken her sabah namazından sonra bahçeye çıkardım. Büyük ağaçlıklı olan bahçemizde, saatlerce, kuşların öterek “HÛ” deyip Allah’ı zikrettiğini dinlerdim. Babam bana hiç iş vermezdi. ‘Sağlığımda dinlen evliya, benden sonra çalışırsın.’ derdi.”

İlim tahsiliyle meşgul talebelere ve sohbet meclislerine ayrılmış otuz odalı geniş evlerindeki saadetleri babalarının vefatıyla gölgelenir. Bu sıralarda Rus İhtilali de olmuştur. Abdülaziz Efendi, kardeşlerini de alarak 1921’lerde tekrar İstanbul’a döner. İki anneden olma on ikisi kız üçü erkek onbeş kardeşi vardır. Erkek kardeşleriyle beraber Asmaaltı’nda bir dükkan açmışlarsa da bu ticaret meşgalesi çok kısa sürmüştür. Ardından bir süre Çarşıkapı’daki Bayezid Medresesi’ne devam etmişlerdir.

İmamlıkta ilk vazifeleri Beykoz’da, daha sonra ise Aksaray’da bir camide olmuştur. Bundan sonra sırası ile Yazıcı Baba, Kefeli ve Zeyrek Çivizade Ümmü Gülsüm Camii’nde İmam-Hatiplik hizmetinde bulunmuştur. Zeyrek Camii’ndeki vazifesi on üç sene kadar devam etmiştir.

Kazan’dan İstanbul’a döndükten sonra İstanbul’da mevcut pek çok tekkeyi ve şeyh efendiyi ziyaret etmiştir. Bunlar arasında Nakşî şeyhi Hacı Feyzullah Efendi’nin halifesi Küçük Hüseyin Efendi de vardır. Mülayim, zarif bir zât olan ve zamanında çok sevilen Küçük Hüseyin Efendi bir duvar saatinin altına oturmuş, başını eğmiş murakabe yapmaktadır. Aziz Efendi de başını eğer, karşısına oturur, bekler, bir müddet sonra saatin Allah’ı zikrettiğini duymaya başlar. Saat her vurduğunda İsm-i Celâl söylemektedir. Devamını kendileri şöyle anlatıyorlar:

“O zaman ben gözümü açtım. Şeyh Efendi de gözünü açtı. Bana dedi ki: ‘Bizim derviş, saatin zikrine âgâh oldunuz galiba?’ Onun üzerine ben, ‘Tamam, bu Hocaefendi’den ders alınır.’ dedim. Kendisine, ‘Efendim, ben müsaadenizle sizden ders alacağım.’ dediğim zaman, “Nasibin bizde değil oğul, ara bulacaksın. Ama dervişliğe talip ol, derviş ol, sakın mürşidliğe talip olma. Mürşidlik çok zor.’ diye nasihat etti. Şimdi anladım ki çok zormuş.” Nihayet medrese arkadaşı Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh vasıtasıyla Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi (ks.) ile tanışarak aradığını bulmuştur. Böylece küçük yaşlarından beri içinde yanan ilâhî aşkı mürşidinin himmeti ile kemâle erdirmişti. Hemen aynı yıl henüz yirmi yedi yaşlarında iken mânevî ilimlerde irşad selahiyeti ile Râmûzü’l-Ehâdîs’i okutma icâzeti almışlardır.

Abdülaziz Efendi (ks.) şeyhinin mânevî murakabesindeki bir halvetini şöyle anlatır:
“Şeyh Efendi, ‘halvet var’, dedi. Herkes postunu aldı. Ben de zayıf, narin bir insandım, ben de postumu aldım, geldim. Şeyh Efendi, kapıda herkesi tek-tek içeri alıyordu. Sıra bana geldi. ‘Git yatağını al’ dedi, çok üzüldüm, şaşırdım ve ağladım. Gittim yatağı aldım, içimden ‘bu nasıl dervişlik, herkes postla girerken ben halvete yatakla giriyorum’ dedim. Böylece kapıya geldim. İçeri girerken şeyhim kulağıma eğilerek; ‘verecek olan Allah (cc.) postta da yatakta da verir’ dedi. Halvete yatakta girdim. Hayatımda manzum olacak hiçbir şey söylemedim, yazmadım. Müsaade de etmediler. Çünkü bir gün halvette o kadar çok şey söylemek geldi ki içimden, geleni yazmaya başladım. Herhalde kasîde olarak kitaplar dolacak kadar. Elimi ağzıma koydum, kapattım ve bekledim. O anda bir kaç söz ağzımdan döküldü. Hayatımda bütün halvetlerim içerisinde bir tek bir cümle ağzımdan çıktı. ‘Cemâlullah nurudur, nûr-ı cemâlin Yâ Resûlallah’ dedim. Tam o sırada Şeyh Efendi kapıdan içeriye girdi, yanıma gelerek ‘yut, yut, yut’ dedi. Ondan sonra artık ağzımdan bir şey çıkmadı.”

Abdülaziz Efendi büyücek başlı, sivrice çeneli, mavi gözlü, yüzleri sarıya çalar buğday renkli idi. Tenleri beyazdı. Sakalları sarı, uzunca ve seyrekçe idi. Kendisi Hz. Ali Efendimiz’i hatırlatan bir vücut yapısına sahipti. Orta boylu, güçlü, kuvvetli, göğsü geniş ve görüntüsü heybetliydi. Öne doğru eğik olarak, elleri arkasında bağlı, kendilerine has bir yürüyüşü vardı. Genellikle arabaya binmezler ve gidecekleri yere yürüyerek giderlerdi. Kendisinden evvel postnişîn olan otuz yaş kadar büyüğü Hasib Efendi hazretlerinin “Evi tekkedir, işi Allah iledir.” dediği Abdülaziz Efendi, gece-gündüz demeden sabahlara kadar oturup anlatır, karşısındakini ikna edip hidayetine vesile olmak için uğraşır, bu yola gönül verenlerin de mânevî terakkilerine öncülük ederdi. Binlerce talebe yetiştirmiş, Râmûzü’l-ehâdîs’i de defalarca okutmuştur. Abdülaziz Efendi hazretlerinin ilk haccı mânevî bir esrar perdesi altında gerçekleşiyor. 1942’de “Ben hacca gidiyorum.” diyerek çıkıyor. Ne pasaport ne başka bir hazırlık… Sınırı geçiyor, nasıl geçtiğini bilen yok. Suriye’de bir köyde beş gün kalıyor. Köy halkı sohbetlerinden mest oluyor. Uğurlamaya geldiklerinde köy halkının hepsi ağlayarak şöyle diyorlar: “Hocam, keşke sizi hiç tanımasaydık.” Hakikaten de Aziz Efendi’nin sohbetleri tadına doyulmaz, hususî bir güzelliğe sahipmiş.

Her seviyeden, her yaştan insana ayrı ayrı hitabedebilme gücü, umumiyetle sorulu cevaplı olan ilgi çekici vecîz üslubu ile sohbetini bir dinleyen bir daha vazgeçemezmiş. Doktorasını Sorbon’da Felsefe dalında yapmış bir kişi olan Nureddin Topçu, bir arkadaşının vasıtasıyla onun sohbetine katılır, gece yarısı oradan ayrılırlarken daha dış kapıdan çıkmadan Topçu duraksar ve arkadaşına “Yahu, tekrar içeri girsek ayıp olur mu?” deyiverir.

Nureddin Topçu’nun Aziz Efendi hazretlerine muhabbeti ve bağlılığı bu görüşmeden sonra artarak devam eder. Merhum Topçu, birgün, “Hocam çok gafiliz.” der. Aziz Efendi; “Tabi gafil olacağız, gafil olmazsak hiçbir şey yapamayız.” diye cevap verir. Aziz Efendi’nin hastalığı sırasında bir gün Nureddin Topçu yelpaze ile serinletmektedir. Hocaefendi “Senin işin yok mu?” der. Topçu da, “Yok, Efendim.” deyince bu sefer Aziz Efendi; “ Bundan daha iyi iş mi olur?” diyerek mürşide hizmetin takdire şayan bir iş olduğunu ifade eder. Hocaefendi, hutbelerinde ellerine herhangi bir kitap alır, fakat irticâlî konuşurlarmış. Zeyrek Camii’nin arka tarafında genişçe bir bahçe vardır. Orada, bir köşede bir setin üzerinde yetişmiş bir incir ağacı altında, yaz günleri tatlı bir serinlik içinde küçük cemaat gruplarıyla sohbet ederlermiş. Yahut da evinin alt katındaki büyükçe odada. Her iki yer de geniş bir perspektiften Süleymaniye’yi görüyor.

Aziz Efendi zamanını, ilmini, malını ve ailesini Allah (cc.) yolunda feda etmeyi cana minnet sayacak kadar fedakardır. Canına çok cömerttir. Öyle ki irtihalinden dört gün öncesine kadar, hastalığı dolayısıyla konuşamayacak derecede sesi iyice kısılmış haliyle, sevdiklerine gece yarısına kadar nasihatte bulunmuştur. Bir insanda bir arada bulunması zor olan üç haslet onda mevcuttur: Feragat, sadâkat ve kanaat. Kapısına gelenlere vakit ayırmadaki cömertliğinde eşsiz! Gece vakti hangi saatte olursa olsun “Sohbet olan odada ışık varsa kapıyı çalıp girebilirsiniz!” dermiş.

1949 senesinde Hasib Efendi’nin Hakk’a yürümesinden sonra postnişîn olan Abdülaziz Efendi gece gündüz kapısını sevenlerine ve ziyaretçilerine açık tutmuş, oldukça sınırlı bir zamanı olduğunu bilircesine irşad vazifesini yerine getirmede olanca gayretini göstermiştir. Kendisine gelenlere bir seçim yapmalarını tavsiye eder, “Bir kapı her kapı, her kapı hiç kapı!” dermiş. Gerçekten seçmesini bilmeyenler, her zaman, seçilmişlerin değerini anlamada ve yerlerini belirlemede güçlük çekerler. Abdülaziz Efendi, o zamanın entellektüeli, üniversite mensupları ve talebe gençlerle çok yakından ilgilenmiş, namaz kılsın kılmasın hatta itikadî meselelerde zayıf da görse herkesle görüşmüş evinde uzun sohbetlerde bulunmuştur. Üniversite gençliğine bilhassa, evinde hizmetten zevk duymuş, onlara himmetini esirgememiştir. Sorularını cevaplayıp sorunlarını çözmeye çalışmıştır. O devrede Hocaefendi’nin sohbetlerine devam eden biri şunları söylüyor: “O zamanlar biz gençler olarak Aziz Efendi’ye giderdik, alnımızı secdeye getirdi. Üniversitede bize her yönden destek olan, bize istikamet veren, bizi müsbet hamlelere iten çok önemli, çok değerli, çok muhterem bir zâttı. ‘Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.’ sözü onundur.”

Aziz Efendi’nin imamlık yaptığı Zeyrek Camii, sadece bir cami olarak değil aynı zamanda bir ilim ve fikir müessesesi olarak da ikinci bir işlev üstlenmiş, hizmet aşkıyla yananların istişare ve istifade merkezi olmuştu. Gümüşhânevî Mektebi her zaman olduğu gibi o devrede de ilim adamlarına, fikir adamlarına ve her seviyeden öğrenciye rehberlik etmiştir. -Bugün elli yaşın üzerindeki nesilden, İslâm’ın ölçü ve değerlerine bağlı olanlar; O’nun engin bilgi ve sevgisinin çevresinde, belirli bir ruh zenginliği kazanmış ilk üniversite kuşağındandırlar.

Sevenlerinden biri bir defa, şifa ümidiyle alkolik bir adamı kendisine getirmek için izin isteyince şöyle demiştir: “Buraya her çeşit insanı getirebilirsiniz, yalnız kibirli olmasın. Çünkü kibirli insan şeytana satılmış demektir.” Aziz Efendi maddî mânadaki cömertliğin de zirvesindedir. Zira o, yoklukta cömert olanlardandır. Kendisi zengin bir aile çocuğu olduğu halde babasından kalanların hemen hepsini dul kardeşlerine bağışlamış, yalnızca imamlık maaşı ile ailesini, dört çocuğunu geçindirmiştir. Aziz Efendi o zamanlar Zeyrek Camii’nde imamdır. Maaşı 19 lira. Bu nedenle çocuklarının iaşesi için keçi almış, keçilerin sütü ile çocuklarını beslemiş. Keçiler üremiş, her gün hale gider, pazar dağıldıktan sonra atılmış sebze artıklarını bir çuvala doldurur, eve getirir, keçilerini beslermiş. Dünyaya ve dünyalıklara kıymet vermez, elinde ve evinde fazla olanı sabaha bırakmazmış. Bazen maaşına hiç elini sürmeden ihtiyaç sahibi bir ihvanına gönderdiği vaki imiş.

Abdülaziz Efendi hazretleri otuz dokuz yaşlarında iken evlenmiş ikisi kız, ikisi erkek olmak üzere dört çocukları dünyaya gelmiştir. Vefakâr zevcesi Şazimet Hanım, zevci hakkında, “On sekiz senelik evlilik hayatımızda hiç bir geceyi tamamen uyuyarak geçirdiğini görmedim. Daima ibadetle meşgul olurlardı.” demiştir. Öğleden önce vakit bulurlarsa kaylûle uykusu uyurlarmış. Buna rağmen esnedikleri veya uyukladıkları vaki değilmiş. Güzel ahlâkın bütün inceliklerine sahiptir Aziz Efendi (ks.). O sünnet-i Seniyye’den hiç ayrılmamıştır. Düşünceli olduklarında sakalını sağ elle tutar ve ucuna bakarlarmış ki Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti de böyledir. Aziz Efendi’nin sofrasında muhakkak misafir bulunurmuş. Yemekte çok latîfe eder, çekingen davrananların ağızlarına kaşığı ile yemek verirmiş.

Bir gün kendisine, “Efendim, bu tekke âdâbında sorular dilden mi, yoksa gönülden mi sorulur?” diye sual edilince, “İkisi de olur, ama biz gönül yolunu tercih etmişiz.” demiştir. Abdülaziz Efendi, muhib ve müridleri üzerinde kuvvetli bir tasarrufa sahipti. Bunun içindir ki çeşitli seviyeden pek çok insanı etrafında toplayıp muhafaza edebilmişti. Her insanda Allah’ın sıfatlarının tecellileri vardır. Aziz Efendi’yi tanıyanlar onda “Celâl” sıfatının daha çok tecellî ettiğini söylüyorlar. Fakat bu celâlin altında cemâlin tebessümü gizlidir. Çünkü o, gayet hoşgörülü, mütebessim, kusur aramayan, mütevazi bir kimsedir.

Abdülaziz Bekkîne hazretleri, 1952 Ağustosu’nda îfâ ettiği ilk haccını müteakip rahatsızlanır. 2 Kasım 1952’de Pazartesi öğle vakti civarı genç denecek bir yaşta, 57 yaşlarında iken dâr-ı bekâya irtihal eder. Kabirleri Edirnekapı Sakızağacı Şehidliği’nde medrese arkadaşı Hasib Efendi hazretleri ile yanyanadır. Celal Hoca diye mâruf rahmetli Celaleddin Ökten’in Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh ile devam eden sıkı bağı ve gönül dostluğu Abdülaziz Efendi hazretleri ile başlamıştır.

Aynı ailenin ikiz evladı gibi birbirini çok seven Abdülaziz Efendi ve Mehmed Zahid Efendi dînî ilimlerdeki tahsillerini, bunun yanında öz gayelerine hizmet verebilme yolundaki gerekli çalışmayı, yani halveti yapmışlar, füyûzât ummanı Resûlullah Efendimiz’den gelen has ve saf kaynaktan talip ve layık oldukları nasibi de aynı zamanda beraber almışlardır. Mehmed Zahid Kotku hazretleri Nefsin Terbiyesi adlı eserinde şunları söyler: “Vaktiyle Beykoz’daki Yûşâ aleyhisselâm’ın ziyaretine sık sık giderdik. Rahmetli kardeşimiz Hacı Aziz Efendi de Kuddûsî hazretlerinin menâkıbını yanından hiç eksik etmezdi. Vapurda giderken biz de bir kamaraya girer onları tatlı tatlı okurduk. Okudukça da zevkimiz o kadar artardı ki…”

İnsan şahsiyetinin mükemmelliği, davranışlarında kendisini gösterir. Aziz Efendi, şahsiyetinin vakar ve izzetini korumuş bir kimse olarak, oturup kalkmasına, konuşmasına, başkasını dinlemesine ve her konuda âdâba çok dikkat etmiş etrafındakilere nümûne-i imtisâl (model) olmuştur. Abdülaziz Efendi hazretleri, zekâsı, hitabeti, takvası, cömertliği, talebelerine karşı olan sevgi ve muhabbeti ve fedâkârlıkları ile eşine az rastlanır mübarek bir zât idiler. Onun müdavimlerinden biri olan merhum Nureddin Topçu’nun Mürşidi Abdülaziz Bekkine hazretlerinin vefatı üzerine kaleme aldığı yazısının ilk paragrafı hayli duygu yüklüdür: “Ruhlarımızın önünde yürüyen o büyük varlığı kaybettim. Acılarım zamanın ve kaderin kollarıyla kucaklanmayacak kadar engindi. Onun bende şimdi muamma olan son bakışında melek masumluğu ile ilâhî bir emir birleşmiş gibiydi. Hicap ile ihtarın bir bakışta böyle birleştiğini ömrümde görmemiştim. Peygamberâne sakalının üstünde nâmütenâhiye kolayca dalan mavi gözler de kapandıktan sonra, sahipsiz kalmıştım. Sanki hakikat ve aşk âleminden atılmış da gölgeler ve yoksul mücrimler dünyasına sığınmıştım.”

Aziz Bekkine hazretlerinin Sözleri

“Bu işin (âhiret yolculuğunun) mihveri Allah’ın muhabbetidir.”
“Hüsn-i niyetin ardı arkası yoktur.”
“Bir kimse tam mütevekkil oldu mu kendisinden istikbal endişesi alınır.”
“Mü’minin nazarı dünyaya takılmaz. Dünyadaki zevk u sefaya bakar, arkasında cehennemi; meşakkate, hizmete bakar, arkasında cenneti görür.”
“İnsanlarda riyanın karışamayacağı, anlaşılabilir hakiki tek vasıf sabırdır. Sabır, musibet geldiği an, hiç şikayet edilmeden sineye çekebilme halidir. Şayet ilk anda feveran eder de sonra sineye çekerse ona sabırlı değil, mütehammil denilir.”
“Bu dünyaya kiracı gibi yerleş, ev sahibi gibi yerleşirsen gitmesi zor olur.”
“Ümit, Allahu Teâlâ’nın kullarına bir ikramıdır. Kulun hayatı ile alakalı değildir. Her kulun Allah’tan ümitlenmek hakkı vardır. Çok ibadet eden bir kulun bundan ümitlenmeye, ibadetini aksatan birinin de bundan dolayı ümitsizliğe düşme hakkı yoktur.”
“Dünyada herşeyin bir ölçüsü, tartısı vardır. Sevginin tartısı da fedâkârlıktır. Fedâkârlık yapmayanların sevgisine inanılmaz.”
“Talip, başkasının yükünü yüklenip kimseye yük olmayan kişidir.”
“Seni Mevlan’dan alıkoydu ise dünya bir çöp de olsa dünyadır.”
“Cenâb-ı Hakk’a ihtiyacımız olmayan an ve cephe yoktur. Gafletten hissedemiyoruz.”
“Nefsin izzeti olmaz, vasfın izzeti olur. Kim ki vasıflıdır. O izzetlidir.”
“Müslüman kadının kıyafeti, görüldüğünde dikkati çekmeyen ama saygı uyandıran bir kıyafettir. Bu da yüz hatlarının büyük bir kısmını örten bol bir baş örtüsü, vücut hatlarını göstermeyen bol ve uzun bir manto, kalın çorap, düz ayakkabı pekala olabilir.”
“İnsanlara giriş yolu gönül yoludur. Sevmeyen, insanlara kendini sevdirmeyen bir insan, insanlara bir şey anlatamaz. O zaman ilk vazifeniz, kendinizi sevdirmenizdir. İkinci vazifeniz, halinizle nümûne olmanızdır. İslâm yaşanan bir nizamdır. Yaşanırken konuşulur.”
“Bir gün danışacak hocalarınız da bulunmaz, öyle bir günde seçeceğiniz insanda arayacağınız vasıf sabırdır. O kimsenin sabrını kontrol edersiniz.”
1951 senesinde îrâd ettiği hutbelerinden biri şöyledir:
“Ey Cemaat!
“Hz. Musa, ümmetinden kendisine çok zenginlik vermiş Kârun’a ve ümmetine nasihat ediyor. ‘Fazla ferahlanma, Allahu zülcelâl hazretleri neşeleneni sevmez.’ Bu âyet-i kerîme umumdan dolayı söylenmiştir. Çünkü umumiyetle insanlar, fazla bir dünyalıkları olunca, dünyaları rahatlayınca, ferahlarlar ve sevinirler. Halbuki Allahu Teâlâ, âyet-i kerîmelerinde şöyle buyuruyorlar: ‘Siz Allah’ın fazlı ve ihsanıyla ferahlanın, bu sizin dünyalıklarınızdan çok hayırlıdır.’ Sonra âyet-i kerîmenin devamında, ‘Sen bu dünyalıklarla âhireti kazan’ yani bu dünyalıklarını Allah yolunda, Allah için harca. Bunu tekit ederek de âyet-i kerîmenin sonunda şöyle buyuruyor: ‘Allah sana nasıl ihsan ettiyse, sen de öyle ihsan et.’ Bu ihsanın iki mânada kullanılışı vardır:
“Biri ubûdiyette ihsan: Allahu Teâlâ seni nasıl kayırdı, seni nasıl gözetti ise sen de O’na karşı öyle kulluğunu yapıp öylece haddini bil.
“İkincisi umûmiyette ihsan; Allahu Teâlâ sana nasıl varlık verdiyse sen de onu öyle dağıt, demektir.”
“Dünyayı unutup âhirete çalışanlar sizin hayırlılarınız değildir, âhireti unutup dünyaya çalışanlar da değildir. Ya, her ikisini de birden yürütenlerdir.
“Hakikatte dünya ile âhiret birbirinden ayrılmaz ve âhiret de ancak dünyada ve dünyalıklarla kazanılır. Nasıl ki niyeti halis olan bir kimse, dünya işini yapmakla âhireti kazanırsa, gâfil ibadet edenler de kaybetmiş olur. Demek ki bütün iş kulun uyanık bulunmasıdır.
“Allahu Teâlâ yük olanları sevmez. Yani İslâm’da ben Rabbim’e ibadet ediyorum, diye kimseye yük olmak yoktur. Çalışmak ve vazife almak vardır.
“Allahu zülcelâl hazretleri cümlemizi gafletten uyandırsın!..”