İstanbul – Topkapı ;Topkapı kabristanında. Takkeci İbrahim Ağa camii’nin yanındaki bölümdedir.(Google.map’deki işaretlediğimiz nokta Kabristan içerisindeki yerini göstermektedir.)
……
Evliya, Sahabe, Peygamber Kabirleri
Evliya ve Sahabe
İstanbul – Topkapı ;Topkapı kabristanında. Takkeci İbrahim Ağa camii’nin yanındaki bölümdedir.(Google.map’deki işaretlediğimiz nokta Kabristan içerisindeki yerini göstermektedir.)
……
İstanbul – Fatih camiinde Kıble tarafında Gazisüleyman Paşa’nın hemen yakınında
.Hayatı
![]() |
Hamil-i emanat-ı Sübhaniyye, cami’-i makamat-ı insaniye, mürebbî-i salikan-ı Rahmaniye el-Hac Ahmed Amiş el-Halvetî eş-Şa’banî-kuddise sırruhü- Hazretleri’nin ruh-ı şerîfiçün Fatiha.
Allah’ın emanetlerini taşıyan, insana mahsus makamları kendinde toplamış, Allah yolunda olanların yol göstericisi, Halvetîyye’nin Şabaniyye kolundan Hacı Ahmed Amiş Hazretleri’nin -Allah sırrını mukaddes kılsın- şerefli ruhu için Fatiha. |
![]() |
O, ebedîdir. Tek ve benzersiz yol gösterici Ahmed Hazretleri’nin temiz ruhuna (layık) yüce makam ilahî arşın gölgesidir, Allah’a kavuşanların yücesi ve velîlik feyzinin kaynasıdır. Bir’liğin sırrı temiz yüzünde görülürdü. Şaban-ı Velî yolunda zamanının en mükemmeli olup, hal ehline bir çok zaman irfan kıblesiydi. Ah! (Amiş), ilahî vahdet alemine yükseldi. Sonsuzluğun tecellî nurları içinde görünmez oldu. Onun yüzünün nurları kalbime neşe saçtıkça, önümde ölümsüzlük zevkinin şevkleri parlıyor. Bir’ligin cezbesiyle Sami tam tarih (ebced çeşidi) söyledim: “Cihanın biricik pîri Allah’ın cemalini seyredeceği gül bahçesine gitti.”
9 Mayıs 1920 (Hattat) Ömer Vasfi (yazdı) |
İstanbul – Eyüp’de Eyüp Sultan camii’nin hemen yakınında bulunan Kalenderhane caddesindeki Eski Kalenderhane tekkesinde (Yeni Eyüp Kur’an kursu )
……
İstanbul – Silivrikapı’da Merkez Efendi Kabristanın biraz aşağısında yer alan Eski Kozlu Kabristanında caddeye çok yakın
………
İstanbul – Kasımpaşa’da Kulaksız Kabristanında. Tersane tarafındanki kapıdan girdikten sonra Kuzeye doğru 300 metre solda. (google.map haritasındaki işaret tam olarak kabrinin olduğu yeri işaret eder)
Bugün Yunanistan’ın sınırları içinde bulunan Tırhala’da doğan İdris Muhtefi (k.s.) ; Hasan Kabaduz’dan sonra melami kutbu olarak tanınmıştır. Asıl adı Ali Rumi olan İdris Muhtefi ; küçük yaşta Veziriazam Rüstem Paşa’nın terzisi olan amcasının himayesinde iken, 1546 da Elfas seferine çıkan orduya iştirak etmiştir.Ordu Ankara’dan geçerken amcası ile Kutluhan’a uğrar ve bu köyde melemi şeyhi Hüsameddin Ankaravi ile görüşür. Bu görüşme de Ali rumi de kuvvetli bir sadakat ve istidat gören Hüsameddin Ankaravi , terzi Ali’yi yanına alır ve onun manevi terbiyesi ile bizzat ilgilenir. Mesleği Terzi olduğu için ; Hüsameddin Ankaravi Ali Rumi’ye ”İdris” mahlasını verir. Şan ve şöhretten uzak durması için ”Muhtefi” lakabını almıştır. ( Bir görüşe göre ; İdris Ali rumi Kutubluk makamına geçtikten sonra ; kendisini ve müridlerini devletin takibatından korumak faaliyetlerini son derece gizli yürüttüğünde dolayı ”Muhtefi” lakabını almıştır.)
İstanbul’a dönüp irşad faaliyetlerine başlayan İdris Muhtefi , bu görevini tanınmadan 46 yıl sürdürmüştür. Bir kaç defa hacca gidip gelmiş , aynı zamanda ticaretle uğraşmış ve bu amaç Filistin , Sofya, edirne ve Belgrada gidip gelerek hem ticari olarak zenginleşmiş hemde Melamiliğin bu bölgelerde yayılmasında etkili olmuştur. Daha sonra ticareti yakınlarına bırakarak Sultan Selim civarında (Mehmet Ağa camii yakınında) geniş arazisi olan bir ev alıp kendisini tamamiyle irşad ve rizayata vermiştir.
İdris Muhtefi hazretleri; Şeyhi Hüsameddin Ankaravi , İsmail Maşuki ve Hamza bali (k.s.) ile silsiledki bazı kutupların trajik ölümlerinde dolayı (idam) kendini gizlemiş ve meçhul olmak istemiştir. Tam bir melameti tavır ile hareket eden İdris Muhtefi , melamiliğe daha önce hiçbir melemi kutbunun öne çıkarmadığı bir yorum geitrmiştir. Kimi çevrelerde önde gelen eşraf, tanınıp bililnen , hürmet edilen servet sahibi bir tüccar ” Tüccar Ali Bey’ iken, madalyonun diğer yüzünde etkili vaazlar veren, semt semt cami cami dolaşan ve kısa zamanda hüsnü kabul gören sırlı bir Melami kutbudur. Söylenceye göre ; İstanbul’da Ali , Mekke’de Hasan , Medine’de Muhammed, Kahire’de İbrahim diye tanınan bir gizli hazine idi.
İdris Muhtefi’nin konağının altı çarşı olup dükkanları bağlıları tarafından çalıştırmaktaydı. Ayrıca Kırkçeşme’deki Peştemalcılar Hanı esnafı da ona tabi idi. Onun faaliyetleriyle birlikte esnaf ve fütüvvet mensupları melami zümreleri ile tekrar bütünleşmiş ve Gölpınarlı’ya onun zamanında Melamilik en parlak zamanını yaşamıştır.
İrşad hizmetini en parlak şekilde yapan İdris Muhtefi hazretleri bir süre sonra İstanbul’daki konuşmalarından ve vaazlarından ötürü diğer ulema ve meşayihin kıskançlığından kurtulamamış ; O dönemin en etkili isimlerinden Şeyh Sivasi Efendi bile , ”İdris denen bu adamın” küfre girdiğini tez zamanda yakalanıp icabına bakılmasını söylemiştir. Bu sebeple kısa zamanda İdris Muhtefi hazretleri hakkında ferman çıkar ve yakalanıp şer an idamı istenir.
Hatta bu olayla ilgili şöyle bir menkıbe anlatılır;
”Onun hakkında soruşturma yapmakla vazîfelendirilen Tercüman Yunus Tekkesi Şeyhi Ömer Efendi, iyi halleriyle ve akıllı bir kimse olarak tanıdığı Hacı Ali Beyi dâvet etti. İdris-i Muhtefî hakkında bâzı şeyler sordu ve onun bozuk inanış ve hareketlerinden bahsederek; “Şehrimizde büyük bir fitne peydâ oldu. Hiçbir yolla mâni olunamadı. Netice nereye varacak bilemiyoruz. Ali Bey bu hususta sizin görüşünüz ve düşünceniz nedir acabâ? Bu fitne nasıl bertaraf edilebilir. İdris derler bozuk îtikâtlı ve sapık bir kimse ortaya çıkmış. Sözleri ve hareketleri sebebiyle katl edilmesi gereken bu kimse nice müslümanın dalâlet ve sapıklık çukuruna düşmesine sebeb olmuş, başına topladığı serseri kimselerden olan bir gürûhla birlikte fitnelerini yaymaktaymış. Bu zamâna kadar ne kendisi, ne de etrâfındakilerden kimse ele geçirilemedi. Bu hususta sizin bildiğiniz bir şey var mı, yardımınız olur mu?” dedi.
Ömer Efendinin sözü bitince söz alan Hacı Ali Bey; “Siz hiç o adamı gördünüz mü? Dediğiniz halleri o kimse sizin huzûrunuzda îtirâf etti mi? Yâhut o kimsenin halleriyle ilgili olarak size kesin bir bilgi ulaştı mı?” diye sordu. Ömer Efendi ve yanındakiler bu sorulara “Hayır” diye cevap verdiler. Hacı Ali Bey tekrar söz alıp; “O halde hakkında kesin bilgi sâhibi olmadığınız bir müslüman hakkında bu derece iftirâ ve taşkınlık edilmesinin sebebi nedir?İşte sizin bahsettiğiniz ve hakkında pekçok şeyler söylediğiniz kimse benim. İsmim Ali, lakabım İdris’tir. Beni nasıl bilirsiniz? Bu söylediğiniz haller bende var mıdır?” deyince, Ömer Efendi söylediklerine tövbe edip pişman oldu. Hacı Ali Beyden özür diledi ve helallığını istedi. Söze devâm ederek; “Ben sizi salâh, iyi hal ve takvâda yâni haramlardan sakınmak husûsunda üstün bir zât ve pîrim, azîzim makâmında bilirim. Sizden bu anlatılanlar doğrultusunda ne bir söz işittim, ne de bir hareket gördüm.” dedi. Hacı Ali Bey; “O halde meseleyi böylece bilin. Hakkında kesin bilgi sâhibi olmadığınız kimseler hakkında uygunsuz konuşulmasına müsâde etmeyin.” dedi. Ömer Efendi ve yanındakiler pâdişâha, anlatılanların aslının olmadığını bildirdiler. Böylece bir fitne ve iftirâ ateşi söndürülmüş oldu.
Buradan da belli olduğu gibi ; gerek Abdulmecit Sivasi’nin gerkese Ömer Efendi’nin İdris Muhtefi hakkındaki suçlamaları esasen bir bilgiye değil dedikoduya dayanmaktadır. Hatta İdris Muhtefi, kendisiyle ilgili suçlamalar sebebiyle Sivasi Efendi’yi şikayet etmiş ve bunun üzerine mensuplarından Sadrazam Halil Paşa tarafından Sivasi Efendi Bursa’ya sürgüne gönderilmiştir.
46 yıl süren irşad vazifesi sonrasında 1615 yılında 83 yaşında büyük ve müeddep bir melamet kutbu olarak hakkın rahmetine kavuştur.
İrşad faaliyetleri sırasında evine her gün 50-60 mürid ve ziyaretçinin geldiği, yaklaşık 24.000 müridinin bulunduğu ve cenazesinde 40.000 kişinin hazır bulunduğu kaynaklarda zikredilir. Bu rakamlar dikkate alındığın, Hazreti Muhtefi’nin ne büyük bir gizlilik ve müessiriyet içerisinde irşad faaliyetlerini yürüttüğün anlamak mümkün olur. Hatta Hüseyin Vassaf’ın kaydına göre , baba-oğul-kardeş kendisinin bağlısı olduğu halde Hazretin cenazesine katılıp birbirlerini teşhis edinceye kadar birbirlerinin bağlılığında haberdar olmamışlardır.
Kabir taşında şunlar yazılıdır;
Rıhlet Etti ol aziz-i muhterem
Ravza-i cennat-ı Adn ona harem
Rahmet olsun dediler cümle ümem
Namıdır Hacı Ali Ali Himem
Hem Rebiülevvel ayın ahiri
Bin yirmi dört idi sal-i rakam
<p>
</p>
Edirne – Londra asfaltından Darulhadis camiine giderken Tabakhane caddesi üzerinde.
Anadolu velîlerinden. İsmi, Şücâeddîn‘dir. Aslen Aksaraylı olup, Karamânî nisbetiyle meşhûr olmuştur. Doğum ve vefât târihleri bilinmemekle birlikte, Çelebi Sultan Mehmed Han ve İkinci Murâd Han zamanlarında yaşadığı bilinmektedir. Edirne’de vefât etti ve bu şehirde Debbağlar Mahallesindeki mescidi ve dergâhının bulunduğu yerde defnedildi.
Zamânının büyük velîsi Şeyh Hamîd-i Kayserî’nin (Somuncu Baba’nın), sohbetinde bulunup, ondan aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti ve feyz aldı. Yüksek derecelere kavuştuktan sonra, Edirne’de talebe yetiştirip, Allahü teâlânın yüce dînini ve Peygamber efendimizin güzel ahlâkını anlatmakla meşgûl oldu.
Bir gün Sultan İkinci Murâd Hân, Edirne’de abdest tâzelemek üzere çıktığı zaman ayağı kayıp düştü. O sırada nûr yüzlü bir kimse peydâ oldu. Sultânı elinden tutup, o tehlikeli hâlden kurtardı ve âniden kayboldu. Sonra Pâdişâh, kendini tehlikeden kurtaran o zâtla görüşmek istedi. Edirne’nin bütün sâlih kimselerini huzûruna dâvet etti. Ancak, dâvet ettiği kimseler arasında aradığı zât yoktu. Nihâyet bütün Edirne halkını bir yere toplatıp, birer birer gözden geçirdikten sonra, aralarında, elinden tutup kurtaran Şücâeddîn Karamânî’yi buldu. Ona hürmet edip, iltifât ve ihsânlarda bulundu. Debbaglar Mahallesinde ona bir mescid ve bir dergâh yaptırdı. Talebelerine Murâdiye evkâfından maaş bağlatıp, ihsânlarda bulundu.
Şücâeddîn Karamânî, kendi mezarının duvarını, kendi eliyle kerpiçden yaptı. Her kerpici, yerine üç defâ İhlâs sûresi okuyarak koydu.
Kânûnî Sultan Süleymân Hân, pâdişâhlığı zamânında Edirne’ye geldiğinde, mescidini büyültüp câmi hâline getirdi. OrayaKur’ân-ı kerîm okuyan hâfızlar, müezzin ve hatîb tâyin etti. O sırada dergâhında vazifeli olan Cerrahzâde Mustafa Çelebi, Şeyh Şücâeddîn Karamânî hazretlerinin yaptığı duvarı yıktırmayıp, bereketlenmek için olduğu gibi bıraktırdı.
Şücâeddîn Karamânî, dergâhını ve mescidini büyütüp îmâr eden müslüman olmayan mîmârın rüyâsına girip, onu İslâma dâvet etti. O da ertesi gün İslâmı kabûl edip, hidâyete kavuştu ve ismini “Hidâyet” olarak değiştirdi.
Şeyh Şücaeddin Dergahı ;
Tabakhane caddesi üzerinde yer alır. Tekke’nin ilk önce , Sultan II. Murad Han ‘ın emri ile Şücaeddin Karamani hazretleri için inşa edildiği daha sonra Kanuni Sultan Süleyman emri ile 1535 ‘de camiye çevrilerek minare ilave edilmiştir. Camii 1751 deki büyük deprem de yıkılmış olup , çatısındaki kurşunlar ile bazı kalıntılar satılarak yeniden yapılmıştır.
Tekke’de Şeyh Şucaeddin Karamani‘den başka , Cerrahzade Alaeddin Efendi , Cerrahzade Muslihiddin efendi ve Emre Çelebi postnişin olmuştur. Daha sonra Nakşi Şeyhlerinin kontrolüne geçen tekkede , XX. asrın başlarında Şeyhi Uşşakiyeden , Şeyh Hüseyin Efendi postnişin olmuştur.
Günümüzde tekke ve camiden yalnızca minare ile Şeyh Şücaeddin hazretlerinin kabri kalmıştır. Çok şükür ki , Edirne Valiliği Tekke2nin yeniden inşası için çalışma başlatmıştır.
kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Necati Seçkin , Edirne Evliyaları , 1971
Dr. Selami Şimşek , Edirne’de Tasavvuf Kültürü , Buhara Yayınları , 2008
Çanakkale – Gelibolu Yazıcızade caminin karşısındaki parkın içinde
15 inci asırda yaşamış alim ve mutasavvıf bir zattır. Yazıcızade Mehmet Efendinin küçük kardeşidir. Babası alim bir zat ve katip olan salih efendidir.Eserinde yer alan “Hak teâlâ hazretleri, miskîn Ahmed-i Bîcân’ı, deniz kenarında, gâziler şehrinde Gelibolu’da yarattı.” ifâdesinden onun Gelibolu’da doğduğu anlaşılmaktadır. Babası Yazıcı Sâlih Efendi, bâzı rivâyetlere göre, Ankara veya Bolu civârında devlet hizmetlerinde kâtiplik yapmıştır. 1408′de tamamladığı, Anadolu’da astroloji sâhasında ilk Türkçe manzum eser olan Şemsiyye’sini Ankara’da İskender bin Hacı Paşaya ithâf etmiştir. Sonra Gelibolu’ya gelip yerleşmiştir.
Ahmed-i Bîcân küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Zamânın ilimlerini tahsil etti. Arapça ve Farsçayı çok güzel öğrendi. Zâhirî ilimlerdeki tahsîlini tamamladıktan sonra ağabeyi Muhammed Bîcân ile birlikte mânevî ilimlerde de yükselmek istiyor, kendilerini irşâd edecek, doğru yolun mânevî zevklerini tattıracak bir evliyâ arıyorlardı. İki kardeş arayış içinde iken, devrin büyük velîsi Hâcı Bayram-ı Velî hazretleri misafir olduğu Edirne’den ayrılarak yanındakilerle birlikte Ankara’ya gitmek için yola çıkmıştı. Epey yol aldıktan sonra, yanındakiler Gelibolu’ya yaklaştıklarında yolu şaşırdıklarını anlayıp, telaşlandılar. Hâcı Bayram-ı Velî durumu fark edince; “Evlatlarım! Devâm ediniz. Belki orada bekleyenlerimiz vardır.” dedi. Gelibolu’ya vardıktan sonra, Hâcı Bayram Velî odasında dinlendiği sırada, huzûruna girmek için Muhammed ve Ahmed Bîcan kardeşler izin istediler ve içeri girip selâm verdiler. Kendilerini tanıtmak istediklerinde Hâcı Bayram-ı Velî; “Biz sevdiklerimizi daha iyi tanırız.” dedi. Onlara muhabbet nazarları ile bakıp duâ etti, sonra; “Yağ ve kandil hazırmış, bize yalnız kibriti yakmak kalmış.” buyurdu.
Ahmed-i Bîcân ve ağabeyi, Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerinin huzûrunda mânevî ilimlerde yükseldikten sonra Bayramiye tarîkatına göre insanları terbiye etmeye başladılar. Bayramiye esaslarından olan devamlı oruç tutup çile çıkardıkları, aşk ve muhabbet çokluğundan yemeden içmeden kesildikleri için Bîcân lakabını aldılar. Eserinde geçen; “Elhamdülillah ki Gelibolu’da nice kez kâfir ile cenk idüp gazalar idüp dururuz. Gâh kâfir bize geldi. Gâh biz kâfire varup dururuz.” sözünden birçok savaşlara katıldığı anlaşılmaktadır. Ahmed Bîcan böylece sünnete uyarak, nefsini ıslâh için yaptığı halvet, yalnızlık, çile ve riyâzetleri yâni cihâd-ı ekberi yâni büyük cihadı cihad-ı asgarla, küçük cihadla tamamladı.
Ahmed-i Bîcân hazretleri insanlara doğru yolu göstermeye devam ederken bir gün Ağabeyi Muhammed Bîcân’a; “Ağabey! İlim ve irfanın ziyâdedir. Tek arzum ve sizden dileğim, yâdigâr bir eser yazmanız ve bunun her yerde okunmasıdır. Dünyâ geçici, günlerin ise hiç vefâsı yok.” dedi. Muhammed Bîcân hazretleri onun bu isteği üzerine Megârib-üz Zeman adlı eserini yazdı. Bir süre sonra Muhammed Bîcân, kardeşine gelerek; “Kardeşim Ahmed! Bizi memnun etmek istersen Megârib-üz-Zaman’ı Türkçeye tercüme et. Güzel üslûbun ile herkes istifâde etsin.” dedi. Bunun üzerine Ahmed-i Bîcân hazretleri eseri Envâr-ül-Âşıkîn ismiyle tercüme etti.
Ahmed-i Bîcan hazretleri Gelibolu’da vefât etmiştir. Kaynaklarda vefât târihi ihtilaflı olup, 1453 (H.857) veya 1455 (H.859) olarak kaydedilmiştir. Ahmed-i Bîcân birçok eser yazmıştır. Eserlerinde son derece sade bir dil ve anlaşılması kolay ve akıcı bir üslûb kullanmıştır. Genellikle babasının ve ağabeyinin yazdıkları Arapça eserleri Türkçeye tercüme ve şerh etmiştir.
Çanakkale – Gelibolu da Yazıcızade cami nin hemen yanında
Yazıcıoğlu Mehmet Efendi 15. asrın ilk yarısında yetişen ve Sultan II. Murat ile kısmen oğlu Fatih Sultan Mehmed devirlerini idrak eden Molla Fenari, Akşemseddin, Molla Yegan, Zeynel Arap gibi zamanın alimlerinden ve mutasavvıf müelliflerinden biridir.
Aşkı ve irfanı ile ün yapmış veli bir şahsiyettir. Gelibolu ve yöresinde yetişen Mutasavvuf ve bilginlerin içinde Türk İslam kültürüne ve edebiyatına hizmet edenlerin başında gelir.
Babası Yazıcı Salih diye anılan Şemsiye ve Risale-i Fit-Tıb adlı eserlerin sahibi alim bir zattır. Mehmed Efendi Malkara’nın Kadıköy’ünde doğmuş, bilahare babası ile Gelibolu’ya gelip ikamet etmiştir. Tahsilini kemale erdirmek üzere İran ve Maveraünnehir ve İstanbul’a giderek Haydar Hafı ve Zeynel Arap gibi meşhur zatlardan istifade etmişse de asıl manevi feyzini Hacı Bayram Veli Hazretlerinden almıştır.
Mehmed Efendi Arapça da biliyordu. Aynı şekilde Farsça’ya da derin vukufıyeti vardı. Zira bu dillerde rahatlıkla şiirler kaleme aldığını görmekteyiz. İlk eseri de Arapçadır. Eserlerini hazırlarken faydalandığı kaynakların Arapça, Farsça olmaları yanında mevzuları bakımından da tefsir, hadis, kelam, fıkıh ilimlerinde rahatlıkla ifadede bulunup, sadece kalde (sözde) kalmayıp, hal (manen) olarak yaşayacak kadar tasavuffun inceliklerine nüfuz edebiliyordu. Bu husus O’nun disiplinli ve sistemli bir tahsil devresi geçirdiğini gösterir. O’nun yazdığı Muhammediye’si kendi devrinde ve sonraki asırlarda tesir sahası bir hayli geniş olmuştur.
Evliya Çelebi nice binlerce insanın Muhammediye’yi ezbere bildiğini yazar. Eskiden hemen her evde veya en azından her camide bir Muhammediye nüshası bulunurdu. Kış gecelerinde okunur yer yer ağlayanlar olurdu. Mevlid gibi besteli okunur, okuyanlara Muhammediyan denilirdi. Muhammediye’nin birçok yerinde ve bilhassa kasidelerde tasavvufi hususiyetler yer yer basit kelimelerin arkasına gizlenmiş, yer yer anlaşılması bir hayli güç olarak onun dokusuna girmiştir. Fakat bu mevzuda İslamın (Şeriatın) hudutlarını zorlamamış, bilakis şeriatsız tarikatın ve hakikatin olmayacağını işaret etmiştir. Dünya; Cellad, ejderha, iki yüzlü, külhan, büyücü, Gökyüzü; at, cevher kuşaklı, mina, lacivert çadır, ters dönmüş kadeh, Ay; akıl, gümüş, kurs, cam, rakkas, vezir. Güneş; def, bey, padişah, kadeh, kalp. Gönül; Utarid, yazıcı, zühre. Sevgili; Mirrih, çeri, müşteri, kadı, Zuhal, ekinci… gibi misallerde de görüleceği gibi Muhammediye’de Klasik Edebiyatın bir çok mazmun ve mefhumlarının, mitolojik unsurları zorlamadan kullandığını söyleyebiliriz. Kısacası Yazıcızade Mehmed Efendi’nin Muhammediye’si Tasavvufi, Dini ve Ladini hususiyetleri ile Türk Milleti’nin Dini ve Ahlaki kültürünü besleyen zengin bir kaynak olmuştur.
Gelibolu’ya Gelişi
İlim tahsili için İslam coğrafyası içinde değişik beldeleri gezen Yazıcızade Mehmed Efendi olgunluk döneminde İstanbul’da ikamet ederken zamanın vezirlerinden Mahmut Paşa Çarşısı’nın bamsı Kasapoğlu Mahmut Paşa ile büyük bir dostluk kurar. Eserinde Kasapoğlu Mahmut Paşa için “Bu vezir, mükemmel ilimle bezeli idi. Tam manası ile irfan sahibi olmuştu. Üstün değerleri ile tanınmıştı. Paşa anlatılan üstünlükleri ile beni severdi. O’nun sevgisi adeta bana bir sığınaktı. O hal içinde gidip Gelibolu’ya yerleştim. Gelibolu’ya gelince de, çevremde aşıklar belirdi. Onlarda beni sevdiler, değerimi bildiler. Orada kaldığım sürede beni görseydin, sanırdın ki; mercan içinde bir inciyim. Bende onları sevmiştim, candan bilmiştim. Hem ömrümü onlara harcadım durdum. Hak yoluna da bağlı, emirlere tutulu idim. Allah’a hamd olsun. O zaman, nice irfan sahipleri vardır. Onların üstün namları dünyayı doldurmuştu.”

Yazıcızade Mehmed Efendi tahsil devrelerini eserinde şöyle anlatır;
“Hem üstadım benim Zeynel Arab’dı. Kim içi dışı ilim ile edebdi.
Cü himmeti etti erdim. O’na ön ben. Eriştim Haydar-ı Hafiye son ben.
Ara yerde çok ettim istifade, Hem ön, son kim ettiyse ifade.”
Ancak Muhammed Efendi, asıl feyzi, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinden aldı. Hacı Bayram Veli, Sultan ikinci Murad Han’ın davetine uyarak Edirne’ye gitti. Ve orada bir müddet kaldı. Daha sonra Ankara’ya döndü. Bu gidiş ve dönüşlerinde Mehmed Efendi ve kardeşi Ahmed-i Bican’ı gördü. Onlarla görüşüp, sohbet ve irşadda bulundu. Kısa zamanda ikisi de Evliyalık derecelerine ulaştılar. Mehmet Efendi eserinde Hacı Bayram Veliden bahsederek şöyle demektedir;
“Cihanın kutbu mah-ı Hacı Bayram, Cihanın Şah-ı Hacı Bayram,
Çü Şeyhim bu sözü işrab kıldı. Sözünü canıma mihrab kıldı. Selamullah erişsin size Şeyh.
Tükenmez himmet eylen bize ya Şeyh.”
Bu hadiseden sonra bir ara II. Murat Gazi, Mehmet Efendi’yi sefaretle Mısır’a gönderdi. Bundan sonra Gelibolu’ya döndü ve ömrünü ibadet ve tekerrürle geçirdi. Eserler yazdı. İtikaf ve inviza yaşadı. Gelibolu’nun namazgah yöresinde, Hamzakoy sahillerinde büyük bir kayaya oyulmuş küçük bir Hücrede ibadet ve tefekkürle meşgul oldu. Bu halini şöyle anlatır;
“Meğer günlerden bir gün emri Takdir. Oturmuştum Gelibolu’da sırra.
Elimi çekmiş idim cümle halktan. Dilimde zikir idi kalbimde Zikra.”
Muhammediye’nin Yazılması
Eserlerinin büyük bir kısmını bu çilehanesinde yazmıştır. ilk eseri; MEGARİBÜZZAMAN’dır. Arapçadır. İkinci eseri MUHAMMEDİYE’dir. Ancak Muhammediye ve kardeşinin ENVARÜL-İ AŞİKİN’İ, Megarübüzzaman’ın tercümesinden ibaret olduğunu söyleyebiliriz.
Muhammediye’nin yazılmasında, Gelibolulu Hak Aşıkları’nın kendisini ziyarete gelip; “Ey Dost Hz. Peygamber vasfında bir kitap niçin yazmasın” demeleri ve asıl rüyasında Hz. Peygamber Efendimizi görüp irşad almış bulunması büyük rol oynamıştır, Yani Yazıcıoğlu’na Resullullah (A.S.) Efendimizi rüyada görmesi, böyle bir eser yazması için, emir mahiyetinde tavsiye almasıdır.
Bunu şu mısralarından anlıyoruz; Eserlerini yazılış gayesini anlatan satırlarda “Son Peygamberin emri ile bu hizmete girdiğimden, bu kitaba şu ismi verdim: “MUHAMMEDİYE KİTABI” der ve manzum olarak ta şöyle ifade eder: “O cümle kainatın Afıtab’ı Çüm emri itti bana düzdüm kitabı”
Mehmed Efendi kendisini ziyaret edenler için eserinde güzel bir duada bulunmaktadır. “Her kim bana dua edecek olursa, Onun bir derdine bin deva ver?’ “Onun duası ile istediğinden daha yüksek eyle; daha çok ver. Onun duasına karşılık, hesapsız hatalarını sil?’ Bir başka duasında da; “Özellikle Gelibolu diyarı halkına rahmet eyle, hemen herkesten önce yarın onlara şefaat eyle. Burada ne kadar imanlı kullar varsa, Ey Rahman Allah’ım güneşi, onların başına kıyamet günü gölge gönder. Onların ölüsünü dirisini gör, şefaatini, şefkatini onlardan esirgeme?’
Kavuştuğu manevi makamının sırrını da şöyle ifade etmektedir; “Eğer ben bu yola bu şekilde erdimse, geldimse, Baba, ana duasını almakla geldim” der. Yetişmesinde büyük emeği geçen hocalardan bahsederken de; Benim Hocam da Zeynel Arap idi. O’nun içi dışı ilim idi, edep idi. Himmet eyledi, kendisine ilk önce ben kavuştum. Ondan sonra da Haydar Hafi’ye eriştim:’ demektedir.
Yazıcızade Mehmed Efendi Muhammediye’sinde Gelibolu’ya gelişini şöyle ifade ediyor: Gelibolu’ya gelince de, çevremde aşıklar belirdi. Onlarda beni sevdiler, değerimi bildiler. Orada kaldığım sürede beni görseydin sanırdın ki, Mercan içinde bir inciyim, Bende orıları sevmiştim, candan bilmiştim. Hep ömrümü onlara harcadım durdum. Hak yoluna da bağlı, emirlere tutkulu idim. Allah’a hamd olsun. O zaman nice nice irfan sahipleri vardı. Onların üstün namları dünyayı doldurmuştu..:’
Eserin yazılmasına muhtemelen H/850 – 1446’da başlamış olup H/853/1449’da tamamlamıştır. Bu eserini bize tanıtırken Bu Muhammediye kitabının üstün bir özelliği daha vardır. Şöyle ki; Her kim bunu okursa nasibi artar. Bu kitap, her ne kadar çok okunursa, tekrar edilirse, okuyanın bedeninde, beyninde misk kokuları yayılmaya başlar:’ der. Muhammediye’nin beyit sayısı muhtelif kaynaklarda değişiklik gösterilmekle birlikte 9119 civarında olmalıdır. Baştan başa bir nat ve münacaat gibidir. Bu yüzden tıpkı Süleyman Çelebi’nin Mevlidi gibi yüzyıllarca okunmuştur. Türk Milleti’ne Peygamber Efendimizi (A.S.) sevdiren eserlerin başında gelmiştir. Böylece Mehmet Efendi eseri ile milletimizin manen besleyen zengin bir kaynak olmuştur.
Hulasa Yazıcıoğlu’nun kabri, şahsiyetinin Kemalat’ı ve Muhammediye’sinin şöhreti tesiriyle meşhur ziyaret yerlerinden biriolmuştur. Ancak camisinin yıkılıp da bir ara ibadete kapanması eski şöhretini kaybetmesine sebep olmuşsa da, şimdiki haliyle, yeni camisiyle ve bakımlı çevresiyle önceki şöhretli vaziyetini kazanmaya da başlamıştır.
Mezarı da şimdiki Yazıcızade Caminin bitişiğindedir. Kardeşi Ahmed-i Bican Efendinin mezarı da Yazıcızade Çeşmesi’nin üzerinde ve hemen Hamza Koy Limanına giden yol üzerindedir. Mehmet Efendi’nin türbesinin bitişiğindeki mescidin kitabesinde;
“Ziver gelip bir ehli dil söylendi bu tarih-itam yaptı. Yazıcı Zade’nin bu türbesinin Şah-ı Cihan Sultan Abdülmecid Han tamir ettirdi” yazılıdır.
Müellifin Kendi Hattı Olan Eserin Son Durumu:
Muhammediye’nin müellif hattıyla son nüshası Vakıflar Genel Müdürlüğü, Arşiv ve Neşriyat Müdürlüğünde 431 / A numarasıyla kayıtlı bulunuyor. Cilt, kahverengi ve meşindir. 326 yaprak, ilk sayfadaki müellifin vasiyetine göre, eser yakın zamana kadar Gelibolu’da kalmıştı. İkinci Dünya Savaşı tehlikesine karşı tedbir bakımından Ankara’ya alınmıştır. Halen Sultan ikinci Abdülhamid Han tarafından yapılan sedef kakmalı abanoz ağaçtan bir sandık içinde muhafaza edilmektedir.
Yazıcızade Mehmet Efendi’nin Çilehanesi
Birçok veli, ehli tasavvuf, çeşitli şekillerde çile doldurmuşlar veya zaman zaman itikafa çekilmişlerdir.
Sebeb-i hikmet ise; Hakka yakınlık, “Ölmeden önce ölünüz, ölüm gelmeden, ölüme hazırlanınız” sırrına mazhar olmaya çalışmak içindir. Mehmed Efendi de bu merhaleyi aşmış, ölümde beka sırrına ulaşmıştır. Mehmed Efendi bu olgunluğa ulaşmak ve ölmeden önce ölmek için girdiği çilehane veya başka bir ifade ile ibadethanesi Gelibolu’da Namazgah yöresinde Hamzaköy sahillerinde, büyük bir kaya blokunda oyulmuş, birbiri içinden geçilen iki küçük hücreden ibarettir. Buradaki hücrenin biri de kardeşi Ahmet Efendiye ait olduğu rivayet edilir.
Kaynak ; Gelibolu’nun Gönül Erleri , Ahmet Tuna