Taraklı Sultan

Kastamonu – Merkez – Hasan Çelebi camii İsmailbey Mahallesi’nin Tenekeci Sokağı’nda kain Hasançelebi Camii’nin harimi dahilindedir. Cami ile aynı kapıyı paylaşan türbenin duvarları kerpiç mal­zeme ile yapılmıştır. Döşeme tavan, duvarların iç tarafı ve çatısı ahşaptır. Üzeri cami ile beraber kiremitle örtülmüştür. 8.20 Metre uzunluğu ve …

Hz. Muhammed (s.a.v.)

Medine – Mescid-i Nebevi

Peygamber efendimiz, Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Allahü teâlânın yarattığı varlıkların en şereflisi Muhammed aleyhisselâmdır. Her şey O’nun hürmetine yaratıldı. O, Allahü teâlânın resûlü, son peygamberidir. Allahü teâlâ bütün peygamberlerine ismiyle hitâb ettiği hâlde, O’na “Habîbim” (sevgilim) diyerek hitâb etmiştir. Nitekim Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde: “Sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım!” buyurdu. Bütün mahlûkâtı O’nun şerefine yaratmıştır. Allahü teâlâ kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu göstermek için çeşitli kavimlere zaman zaman peygamberler göndermiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinlere gönderdi. Bunun için Peygamberimize “Hâtem-ün-nebiyyîn” ve “Hâtem-ül-Enbiyâ” denilmiştir.

Her peygamber, kendi zamânında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselâm ise, her zamanda, her memlekette, yâni dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiçbir kimse hiçbir bakımdan O’nun üstünde değildir. Allahü teâlâ her şeyden önce Muhammed aleyhisselâmın nûrunu yarattı. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Câbir radıyallahü anh; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ her şeyden evvel neyi yaratmıştır, bana söyler misin?” deyince, Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Her şeyden evvel senin peygamberinin yâni benim nûrumu kendi nûrundan yarattı. O zaman ne Levh, ne Kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ’ (gökyüzü), ne arz (yeryüzü), ne güneş, ne ay, ne insan, ne de cin vardı.” Âdem aleyhisselâm yaratılınca Arş-ı a’lâda nûr ile yazılmış “Ahmed” ismini gördü. “Yâ Rabbi! Bu nûr nedir?” diye sorunca Allahü teâlâ; “Bu, ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed olan senin zürriyetinden bir peygamberin nûrûdur. Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım.” buyurdu. Âdem aleyhisselâm yaratılınca alnına Muhammed aleyhisselâmın nûru kondu ve o nûr onun alnında parlamaya başladı. Âdem aleyhisselâmdan îtibâren babadan oğula intikal ederek asıl sâhibi Muhammed aleyhisselâma ulaştı.

Muhammed aleyhisselâm hicretten 53 sene evvel Rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabaha karşı, Mekke’de doğdu. Târihçiler, bu günün Mîlâdi takvime göre, 20 Nisan 571 tarihine rastladığını söylüyor. Doğmadan birkaç ay önce babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti. Bu sebepten Peygamber efendimize Dürr-i Yetîm (yetimlerin incisi) lâkâbı da verilmiştir. Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in yanında kaldı. Dedesi de vefât edince, amcası Ebû Tâlib O’nu yanına aldı. Yirmi beş yaşındayken Hadîcet-ül Kübrâ ile evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kâsım idi. Bundan dolayı Peygamberimize Ebü’l-Kâsım yâni Kâsım’ın babası da denildi. Araplarda böyle künye ile anılmak âdetti. Kırk yaşında, bütün insanlara ve cinne peygamber olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi. Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmağa başladı. Elli iki yaşında mîrac vukû buldu. 622 yılında 53 yaşında olduğu hâlde, Mekke’den Medîne’ye hicret etti. Yirmi yedi defâ muhârebe yaptı. 632 (H. 11) senesinde rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi günü öğleden evvel 63 yaşında vefât etti.
[toggle title=”Mübarek Soyu” load=”hide”] Muhammed aleyhisselâmın nûru, Âdem aleyhisselâmdan itibâren temiz babalardan ve temiz analardan geçerek gelmiştir. Kur’ân-ı kerîmde Şu’ârâ sûresi 219. âyetinde meâlen; “Sen, yâni senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır.” buyrulmaktadır. Nitekim Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücûda getirdi. Sonra, bu kısımlarından en iyisini (Arabistan’da) seçti. Beni bunlardan vücûda getirdi. Sonra evlerden, âilelerden en iyisini seçip, beni bunlardan meydana getirdi. O hâlde, benim rûhum ve cesedim mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdâdım en iyi insanlardır.” buyurmuşlardır.

Yaratılan ilk insan olan Âdem aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâmın zerresini taşıdığı için alnında O’nun nûru parlıyordu. Bu zerre hazret-i Havvâ’ya, ondan Şît aleyhisselâma ve böylece, temiz erkeklerden temiz kadınlara ve temiz kadınlardan temiz erkeklere geçti. Muhammed aleyhisselâmın nûru da, zerre ile birlikte alınlardan alınlara geçti. Melekler ne zaman Âdem aleyhisselâmın yüzüne baksalar, alnında Muhammed aleyhisselâmın nûrunu görürler ve ona salevât okurlardı. Yâni; “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed.” derlerdi. Âdem aleyhisselâm vefât edeceği zaman oğlu Şît aleyhisselâma dedi ki: “Yavrum! Bu alnında parlayan nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru, mü’min, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et! Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına böyle vasiyet etti. Hepsi bu vasiyeti yerine getirip, en asîl, en kibâr kız ile evlendi. Nûr, temiz alınlardan, temiz kadınlardan geçerek sâhibine ulaştı. Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem dedelerinden birinin iki oğlu olsa, yahut bir kabîle iki kola ayrılsa Muhammed aleyhisselâmın soyu, en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda onun dedesi olan zât, yüzündeki nûrdan belli olurdu. O’nun nûrunu taşıyan seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda bu soydan olan zâtın yüzü pek güzel ve nûrlu olurdu. Bu nûr ile kardeşleri arasında belli olur, içinde bulunduğu kabîle başka kabîlelerden daha üstün, daha şerefli olurdu. Âdem aleyhisselâmdan beri evlâttan evlâda geçerek gelen bu nûr İbrâhim’e ondan da oğlu İsmâil’e aleyhimüsselâm geçmiştir. Onun da alnında sabâh yıldızı gibi parlayan nûr, evlâdlarından Adnan’a, ondan Me’ad ondan Nizâr’a intikal etmiştir. Nizâr doğunca babası Me’ad, oğlunun alnındaki nûru görüp sevinmiş, büyük ziyâfet vermiştir. “Böyle oğul için, bu kadar ziyâfet az bir şey.” dediği için de oğlunun adı Nizâr (az bir şey) kalmıştır. Bundan sonra da nûr sıra ile intikal ederek asıl sâhibi olan sevgili Peygamberimize ulaşmıştır.

Sevgili Peygamberimiz; “Ben, Abdullah, Abdülmuttalib, Hâşim, Abdü Menaf, Kuseyy, Kilâb, Mürre, Ka’b, Lüveyy, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Mudrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Me’ad, Adnân oğlu Muhammed’im. Mensup olduğum topluluk, ne zaman ikiye ayrılmış ise, Allah beni muhakkak onların en hayırlı olan tarafında bulundurmuştur. Ben, câhiliyyet ahlâksızlıklarından hiçbir şey bulaşmaksızın, ana ve babamdan meydana geldim. Ben, Âdem’den babama ve anneme gelinceye kadar, hep nikâhlı anne babadan geldim. Ben ana ve baba îtibâriyle en hayırlınızım.” Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Allahü teâlâ, İbrâhim oğullarından İsmâil’i seçti. İsmâil oğullarından Kinâne oğullarını seçti. Kinâne oğullarından Kureyş’i seçti. Kureyş’ten Hâşim oğullarını seçti. Hâşim oğullarından Abdülmuttalib oğullarını seçti. Abdülmuttalib oğullarından da beni seçti.” buyurdu.

Peygamberimiz Kureyş kabîlesinin Hâşim oğulları kolundandır. Babası Abdullah’dır. Abdullah’ın babası Abdülmuttalib, annesi de Fâtımâ binti Amr’dır. Dedesi Abdülmuttalib, Mekke’nin hâkimi ve Arapların şeref îtibâriyle en üstün kabilesi olan Kureyş kabîlesine mensuptu. Abdülmuttalib’in alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parladığından Kureyş kavmi onunla bereketlenirdi. Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, oğulları arasında en çok Abdullah’ı severdi. Çünkü onun alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parlıyordu. Abdullah’ın güzelliği Mısır’a kadar şöhret bulmuştu. Alnındaki nûr yüzünden iki yüze yakın kız, onunla evlenmek arzusu ile Mekke’ye gelmişti. Abdülmuttalib ise, O’nu her yönüyle O’na denk olan bir kız ile evlendirmek istiyordu. Bunun için Benî Zühre kabîlesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menâf’ın kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a istedi. Vehb’in kızı Âmine; güzellik, ahlâk ve neseb îtibâriyle Kureyş kızlarının en üstünü idi. Ayrıca soy bakımından Abdullah ile birkaç batın yukarıda birleşmekte idi. Abdülmuttalib, Vehb’in kızını oğlu Abdullah’a isteyince Vehb şöyle dedi: “Ey amcam oğlu, biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine’nin annesi bir rüyâ gördü. Anlattığına göre evimize bir nûr girmiş, aydınlığı yeri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda dedemiz İbrahim’i gördüm. Bana; “Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım. Onu sen de kabûl et.” dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânın tesiri altındayım. Acaba ne zaman gelecekler, diye merak ediyordum.” Bu sözleri duyan Abdülmuttalib sevincinden“Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi. Nihâyet oğlu Abdullah’ı Vehb’in kızı Âmine ile evlendirdi. Bu konuda başka rivâyetler de vardır.

Abdullah, Âmine ile evlenince alnında parlayan nûr, hanımına intikal etti. Abdullah’ın evlendiği geceye Türkiye’de ve birçok İslâm memleketlerinde bir asırdan beri Regâib kandili ismi verilmekte ise de bu yanlıştır. Regâib gecesi, Receb ayının ilk cumâ gecesidir. Muhammed aleyhisselâmın nûru ise hazret-i Âmine’ye Cemâzilahir ayında intikal etmiştir. Câhiliyye devrinde Arapların harbi haram saydıkları aylarda harp etmek istedikleri zaman ayların ismini ve sırasını değiştirmeleri yâni Cemâzilahir ayına o sene Recep demeleri sebebiyle halk içinde bu yanlışlık yayılmıştır. Gerçekte bunun dînen ve ilmen bir kıymeti yoktur. O halde Nübüvvet yâni peygamberlik nûrunun Âmine vâlidemize intikali, şimdiki Cemâzilahir ayındadır, Regâib gecesinde değildir. Âmine’nin Muhammed aleyhisselâma hâmile olduğu sırada Kureyş kabilesinde büyük bir darlık, kıtlık ve pahalılık olmuştu. Kureyş çok sıkıntı içinde idi. Muhammed aleyhisselâmın ana rahmine düşmesiyle birlikte, O’nun hürmetine Allahü teâlâ Kureyş kabîlesinin bağ ve bahçelerine, mahsûllerine öyle bereket verdi ki, hepsi zengin oldular. Araplar o seneye “Senet-ül feth ve’l ibtihac” yâni sevinç ve bolluk yılı dediler. Âmine Hâtun Sevgili Peygamberimize hâmile iken kocası Abdullah ticâret için Şam’a gitmişti. Dönüşünde hastalanıp Medîne’ye geldiği sırada dayılarının yanında vefât etti. Bu haber Mekke’de duyulunca çok büyük bir üzüntüye sebep oldu. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah ibni Abbas radıyallahü anh şöyle bildirmiştir: “Peygamberimizin babası Abdullah, oğlu doğmadan önce vefât edince melekler; “Ey Rabbimiz, Resûlün yetim kaldı.” dediler. Allahü teâlâ da; “O’nun koruyucusu ve yardımcısı benim.” buyurdu.”

Âmine Hâtun şöyle anlatmıştır: “Ben altı aylık hâmile iken, bir gece rüyâmda karşıma bir zât çıkıp dedi ki: “Ey Âmine, bilmiş ol ki, sen âlemlerin en hayırlısı olan kimseye hâmile oldun. Doğurunca ismini Muhammed koy ve hâlini hiç kimseye açmayıp, gizli tut!” Başka bir rivâyette de; “İsmini Ahmed koy.” şeklinde bildirilmiştir.

Muhammed aleyhisselâmın doğmasına iki ay kadar zaman varken Fil vak’ası meydana geldi. İnsanların her taraftan akın akın gelip Kâbe’yi ziyâret etmesine engel olmak isteyen Yemen vâlisi Ebrehe, Bizans İmparatorunun da yardımıylaSan’a’da büyük bir kilise yaptırdı ve insanların burayı ziyâret etmelerini istedi. Araplar ise eskiden beri Kâbe’yi ziyâret etmekte olup, Ebrehe’nin yaptırdığı kiliseye hiç îtibar etmediler. Hattâ hakâret gözüyle baktılar. İçlerinden biri kiliseyi kirletti. Bu hâdiseye kızan Ebrehe, Kâbe’yi yıkmaya karar verdi ve bu maksatla bir ordu hazırlayıp Mekke üzerine yürüdü. Ebrehe’nin ordusunda önde yürütülen, zaferin kazanılmasında en büyük payı alacağı tahmin edilen Mahmud adında bir fil vardı. Ebrehe Kâbe’ye saldırmaya başlayınca bu fil yere çöktü ve Kâbe yönünde yürümedi. Yönü Yemen’e çevrilince koşarak geri dönüyordu. Böylece Mekke’ye yaklaşıp hücum etmek istediği halde hücum edemeyen Ebrehe ve ordusu üzerine Allahü teâlâ ebâbil (dağ kırlangıcı) denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Ebâbil kuşlarının herbiri, biri ağzında ikisi de ayaklarında olmak üzere, nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyorlardı. Bu taşları Ebrehe’nin ordusu üzerine bıraktılar. Taş isâbet eden her asker, ânında yere düşüp öldü. Ebrehe kaçmak istedi. Taşlardan ona da isâbet edip, kaçtıkça etleri parça parça dökülerek öldü. Bu husus Kur’ân-ı kerîm’de Fil sûresinde bildirilmektedir. Böylece Kureyş kabîlesi doğmak üzere olan Muhammed aleyhisselâmın hürmetine büyük bir düşmanın şerrinden kurtuldu. Muhammed aleyhisselâmın geleceği Âdem aleyhisselâmdan îtibâren her peygambere ve ümmetlerine müjdelene gelmiş, doğması yaklaşınca da birçok haber ve müjdeler verilip alâmetler ortaya çıkmış, çeşitli hadiseler meydana gelmiştir.
[/toggle] [toggle title=”Efendimizin Doğumu ve İsimleri ” load=”hide”] Muhammed aleyhisselâm Hicret’ten 53 sene evvel Rebîulevvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke’nin Haşimoğulları mahallesinde, Safâ Tepesi yakınında bir evde doğdu. Bu gün, Mîlâdî takvime göre 20 Nisan 571 tarihine rastlamaktadır. O gün henüz güneş doğmadan âlem nûr ile doldu. Âdem aleyhisselâmdan beri babadan evlâda intikal edegelen nûr asıl sâhibine ulaştı.

O’nun doğumunu annesi hazret-i Âmine şöyle anlatıyor: “Doğum ânı geldiğinde heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip kanadı ile beni sığadı. O andan sonra bendeki korku ve ürpertiden eser kalmadı. Yanımda süt gibi beyaz bir kâse şerbet gördüm. O şerbeti bana verdiler. O anda çok susamış idim. Verilen şerbeti içtim. Baldan tatlı ve soğuk idi. İçer içmez susuzluğum gitti. Sonra büyük bir nûr gördüm, Evim o kadar nûrlandı ki, o nûrdan başka bir şey görmüyordum. O sırada çok hâtun gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Etrafımı sarıp, bana hizmet eden bu hâtunlar, Abdü Menâf kabîlesinin kızlarına benzerlerdi. Yine o sırada beyaz, uzun ve gökten yere uzanmış ipek bir kumaş gördüm. Dediler ki: O’nu insanların gözünden örtün. O anda bir grup kuş peydâ oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yâkuttandı. Gümüş ibrikler tutarak havada duruyorlardı. Bana korku gelip terlemiştim, ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O halde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Doğudan batıya kadar bütün yeryüzünü gördüm. Üç alem (bayrak) dikildi. Onların biri meşrik (doğu), biri mağrip (batı) biri de Kâbe’nin üstünde idi. Etrafımda çok sayıda melekler toplandı. Muhammed doğar doğmaz, mübârek başını secdeye koydu ve şehâdet parmağını kaldırdı. O anda gökten bir parça beyaz bulut indi. O’nu kapladı. Bir ses işittim; “Onu mağripden meşrıka kadar her yerde gezdirin. Tâ ki cümle âlem onu, ismiyle, cismiyle ve sıfatıyla görsünler.” diyordu. Sonra o bulut gözden kayboldu ve Muhammed’i bir beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada yüzleri güneş gibi parlayan üç kişi gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Muhammed’i o leğenin içine koydular. Mübarek başını ve ayağını yıkadılar ve ipeğe sardılar. Sonra mübârek başına güzel koku sürüp, mübârek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular.”

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu sırada hazret-i Âmine’nin yanında Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifâ Hâtun, Osman bin Ebü’l-Âs’ın annesi Fâtımâ Hâtun ve Peygamberimizin halası Safiyye Hâtun vardı. Bunlar da gördükleri nûru ve diğer hâdiseleri haber verdiler. Şifâ Hâtun şöyle anlatıyor: “Ben, o gece Âmine’nin yanında idim. Muhammed aleyhisselâmın doğar doğmaz duâ ve niyâz ettiğini işittim. Gâibden; “Yerhamüke Rabbüke” diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp o kadar ışık verdi ki, doğudan batıya kadar her yer göründü…” Bundan başka birçok hâdiseye şâhit olan Şifâ Hâtun; “Ne zaman ki, O’na peygamberlik verildi; hiç tereddüt etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum.” dedi.

Safiyye Hâtun da şöyle anlatmıştır: “Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada her tarafı bir nûr kapladı. Doğar doğmaz secde etti, mübârek başını kaldırıp açık bir dille “Lâ ilâhe illallah, innî resûlullah” dedi. O’nu yıkamak istediğimde, biz O’nu yıkanmış olarak gönderdik.” denildi. O sünnet olmuş ve göbeği kesilmiş görüldü. O’nu kundağa sarmak istediğimde sırtında bir mühür gördüm, mühürün üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı idi. Doğar doğmaz secde ettiği sırada hafif sesle bir şeyler söylüyordu, kulağımı mübârek ağzına yaklaştırdım; “Ümmetî, Ümmetî” (Ümmetim, ümmetim) diyordu…”

Resûl-i ekrem efendimizin doğduğunu dedesi Abdülmuttalib’e Kâbe’de Allah’a yalvarıp duâ etmekteyken müjdelediler. Abdülmuttalib bu müjdeyi alınca çok sevinip O’nu görmeye giti ve; “Bu oğlumun şânı, şerefi çok yüce olacaktır” dedi. Sonra da O’nun doğumunu kutlamak için doğumun yedinci gününde Mekke halkına üç gün ziyâfet verdi. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer keserek insan ve hayvanların istifâde etmesi için bıraktı. Ziyâfet sırasında çocuğa hangi ismi koydun diyenlere Muhammed ismini verdim dedi. Neden atalarından birinin ismini vermedin diyenlere; “Allah’ın ve insanların O’nu medh etmelerini, övmelerini istediğim için.” cevabını verdi. Annesi de Ahmed ismini koydu.

Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada ve doğduktan sonra pekçok hâdise meydana geldi.

Muhammed aleyhisselâmın dünyâya geldiği gece bir yıldız doğdu. Bunu gören Yahûdî bilginleri Muhammed aleyhisselâmın doğduğunu anladılar. Eshâb-ı kirâmdan Hassân bin Sâbit anlatır: “Ben sekiz yaşında idim. Bir sabah vakti Yahûdînin biri, hey Yahûdîler! diye çığlık atarak koşuyordu. Yahûdîler ne var, ne yırtınıyorsun diyerek yanına toplanınca şöyle söyledi: “Haberiniz olsun Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyâya geldi…”

Muhammed aleyhisselâm doğduğu gece Kâbe’deki putlar yüz üstü yere yıkıldı. Urvetübni Zübeyr rivâyet eder: “Kureyşten bir cemaatin bir putu vardı. Yılda bir defâ onu tavâf ederler, develer kesip şarap içerlerdi. Yine öyle bir günde putun yanına vardıklarında onu yüzüstü yere yıkılmış buldular. Kaldırdılar, yine kapandı. Bu hal üç defâ tekrarlandı. Bunun üzerine etrâfına iyice destek verip diktikleri sırada şöyle bir ses işitildi: “Bir kimse doğdu yer yüzünde her yer harekete geldi. Ne kadar put varsa hepsi yıkıldı. Kralların korkudan kalbleri titredi.” Bu hâdise tam Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceye rastlıyordu.

Medâyin şehrindeki İran Kisrâsının sarayının on dört kulesi (burcu) yıkıldı. O gece gürültüyle ve dehşetle uyanan Kisrâ ve halkı yine kendilerinden bâzı ileri gelenlerin gördükleri korkunç rüyaları tâbir ettirdiklerinde bunun büyük bir şeye alâmet olduğunu anladılar.

Yine o gece Mecûsîlerin yâni ateşe tapanların bin yıldan beri yanmakta olan kocaman ateş yığınları âniden söndü. Ateşin söndüğü târihi not ettiler. Kisrânın sarayından burçların yıkıldığı geceye isâbet ediyordu.

O zaman insanların mukaddes saydıkları Sâve Gölü de yine o gece bir anda suyu çekilip, kuruyuverdi.

Şam tarafında bin yıldan beri suyu akmayan ve kurumuş olan Semave Nehrinin vâdisi de, o gece, su ile dolup taşarak akmaya başladı.

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceden îtibâren şeytan artık Kureyş kâhinlerine vukû bulacak hâdiselerden haber veremez oldu. Kehânet sona erdi…

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu gece ve daha sonra o zamâna kadar görülmemiş bu hâdiselerden başka pekçok hâdise vukû buldu, bunların hepsi son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın dünyâyı teşrif ettiğine işâret olmuştur.

Peygamber efendimizin en çok söylenilen ismi “Muhammed”dir. Bu isim, Kur’ân-ı kerîm’de Âl-i İmrân sûresi 144. âyette, Ahzab sûresi 40. âyette, Fetih sûresi 29. âyette ve Muhammed sûresi 22. âyetinde olmak üzere dört defâ geçmektedir. Saf sûresi 6. âyetinde ise Îsâ aleyhisselâmın ümmetine Ahmed ismiyle haber verdiği bildirilmektedir. Kur’ân-ı kerîm’de Muhammed ve Ahmed isminden başka, Resûl, Nebî, Şâhid, Beşîr, Nezîr, Mübeşşir, Münzîr, Dâ’i-i ilallah, Sirâcen Münîr, Raûf, Rahîm, Musaddık, Müzekkir, Müdessir, Abdullah, Kerîm, Hak, Mübîn, Nûr, Hâtemün-Nebiyyîn, Rahmet, Ni’met, Hâdi, Tâhâ, Yâsîn… diye anılmıştır. Bundan başka yine bâzıları Kur’ân-ı kerîm’de ve bâzıları da hadîs-i şerîflerde bir kısmı da daha önceki peygamberlere gönderilen mukaddes kitaplarda geçmiştir. Daha önceki peygamberlere indirilen kitaplarda geçen isimlerin çoğu, sıfat olup, mecâzen isim sayılan kelimelerdendir. Bunlardan bâzıları da şöyledir. Dahûk, Hamyata, Ahid, Paraklit, Mazmaz, Müşaffah, Münhamennâ, Muhtar, Rûhûl-Hak, Mukimüssünneh, Mukaddes, Hırz-ul-Ümmiyyîn, Mâlum… Peygamberimizin ismi İncîl’de “Ahmed” (Paraklit), Tevrât’ta ise “Münhamenna” olarak geçmiş olup, Süryanicede Muhammed ismi karşılığıdır. İncîl’de Peygamberimizin geleceği müjdelenip Paraklit kelimesiyle de ifâde edilmiştir ki, Ahmed ve Muhammed mânâsınadır. İncîl tahrif edilince bu kelimeler kasten değiştirilmiştir.

Peygamberimizin hadîs-i şerîflerinde ise Mâhi, Hâşir, Âkıb, Mükaffi, Nebüyyür-rahme, Nebiyyüt-Tevbe, Nebüyy-ü Melâhim, Kattâl, Mütevekkil, Fâtih, Hâtem, Mustafa, Ümmî, Kusem (her hayrı kendinde toplayan) isimleri geçmektedir. Bir hadîs-i şerîfte Sevgili Peygamberimiz; “Bana mahsus beş isim vardır: “Ben Muhammed’im. Ben Ahmed’im, ben Mâhi’yim ki, Allah benimle küfrü yok eder. Ben, Hâşir’im ki halk, kıyâmet günü benim izimce haşrolunacaktır. Ben, Âkıb’ım ki benden sonra peygamber yoktur.” buyurdu.

Peygamberimizin hazret-i Hadîce’den doğan ve küçük yaşta vefât eden oğlu Kâsım’dan dolayı kendisine Ebü’l-Kâsım künyesi verilmiştir. Yine peygamberliği bildirilmeden önce O’ndaki doğruluk, îtimâd, emîn, güvenilir olması gibi sayılamayacak kadar üstün meziyetlerden dolayı Kureyş kabîlesi ona “El-Emîn” ismini vermiştir.
[/toggle] [toggle title=”Efendimizin Çocukluğu” load=”hide”] Sevgili Peygamberimiz doğduktan sonra dokuz gün kadar annesi Âmine Hâtun tarafından emzirildi. Sonra Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe Hâtun onu günlerce emzirdi. O zaman Mekke halkının çocuklarını bir süt annesine vermeleri âdetti.

Mekke’nin havası çok sıcak olduğundan, çocukları havası iyi, suyu tatlı olan civar yerlerdeki yaylalara gönderirler, çocuklar bir müddet oralarda, verildikleri süt annelerinin yanında kalırlardı. Her sene bu maksatla Mekke’ye birçok süt anaları gelir, birer çocuk alıp giderlerdi. Çocukları büyütüp teslim edince de çok ücret ve hediyeler alırlardı.

Peygamberimizin doğduğu sene de yaylalarda yaşayan Benî Sa’d kabilesinden bir çok süt anne Mekke’ye gelip herbiri emzirmek üzere birer çocuk almıştı. Benî Sa’d kabilesi Mekke civârındaki kabileler arasında şerefte, cömertlikte mertlik ve tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta meşhur olduğundan Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri çocuklarını, daha çok, bu kabîleye vermek isterlerdi. O sene Benî Sa’d kabîlesinin yurdunda şiddetli bir kuraklık ve kıtlık olduğundan ücretle çocuk emzirip sıkıntılarını gidermek üzere, her senekinden daha çok süt annesi Mekke’ye gelmişti. Bilhassa zengin âilelerin çocuklarını alıyorlardı. Gelen kadınların herbiri birer çocuk almışlardı. Peygamber efendimiz yetim olduğu için fazla ücret alamama düşüncesiyle, henüz O’na tâlib olan çıkmamıştı. Gelen kadınlar içinde iffeti, temizliği, hilmi (yumuşaklığı), hayâsı ve yüksek ahlâkıyla tanınmış Halîme Hâtun da vardı. Binek hayvanları zayıf olduğu için Mekke’ye ötekilerden geç gelmişti. Kocası ile Mekke’de dolaşarak zengin âilelerin çocuklarının alınmış olduğunu görmüşler, eli boş dönmemek için bir çocuk aramaya başlamışlardı. Nihâyet görünüşü ile hürmet celbeden, sîması çok sevimli bir zat ile karşılaştılar. Bu, Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib idi. Onunla torununu almak üzere anlaştılar. Abdülmuttalib, Halîme Hâtunu Âmine’nin evine götürdü. Halîme Hâtun şöyle anlatır: “Çocuğun baş ucuna vardığımda O’nu, yünden beyaz bir kundağa sarılı, yeşil ipekten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyur gördüm. Etrafa misk kokusu yayılıyordu. Hayret içinde kalıp bir anda O’na öylesine ısındım ki uyandırmaya kıyamadım. Elimi göğsüne koyduğumda uyandı ve bana bakıp öyle bir tebessüm etti ki, kendimden geçtim. Annesi, böylesine güzel ve mübârek çocuğu bana vermez korkusuyla derhal yüzünü örtüp kucağıma aldım. Sağ mememi verdim, emmeye başladı. Sol mememi verdim, emmedi. Abdülmuttalib bana dedi ki: “Sana müjdeler olsun ki, hanımlar içinde senin gibi nîmete kavuşan olmadı.” Âmine Hâtun da bana çocuğunu verdikten sonra şöyle dedi. “Ey Halîme, üç gün evvel bir nidâ işittim ki: “Senin oğluna süt verecek kadın Benî Sa’d kabîlesinden Ebû Züeyb soyundandır.” diyordu.” Ben de dedim ki; “Ben, Benî Sa’d kabîlesindenim ve babamın künyesi Ebû Züeyb’dir.”

Halîme Hâtun yine şöyle anlatmıştır: “Âmine Hâtun bana daha nice vakaları anlattı ve vasiyette bulundu. Ben de Mekke’ye gelmeden önce bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda bana; “Ey Halîme! Mekke’ye var, orada çok faydalanırsın. Sana bir nûr, arkadaş olur. Bu rüyâyı kimseye anlatma, gizle!” denildi. Mekke’ye gelirken de sağımdan solumdan sesler duyardım ve bana gâibden; “Sana müjdeler olsun ey Halîme, o parlak nûru emzirmek sana nasip olacak” diye seslenilirdi.” Halîme Hâtun şâhit olduğu daha nice hâdiseleri anlatmıştır.

Halime Hâtun der ki: “Muhammed’i alıp Âmine’nin evinden ayrıldım. Kocamın yanına gelince kocam O’nun yüzüne bakıp kendinden geçti: “Ey Halîme! Bugüne kadar böyle güzel yüz görmedim” dedi. O’nu yanımıza alır almaz kavuştuğumuz bereketleri görünce de; “Ey Halîme, bilmiş ol ki, sen çok mübârek bir çocuk almışsın.” dedi. Ben de; “Vallahi, ben de zâten böyle dilerdim” dedim.”

Halîme Hâtun, kocası ile birlikte Muhammed aleyhisselâmı alıp Mekke’den ayrıldıkları andan îtibâren O’nun bereketine kavuşmaya başladılar. Çelimsiz ve hızlı gidemeyen merkebleri öylesine hızlı yürüyordu ki, beraber geldikleri kâfile, onlardan önce yola çıkıp çok uzaklaşmış olmasına rağmen, onlara yetişip geçmişti. Benî Sa’d yurduna vardıktan sonra görülmemiş bir bolluğa ve berekete kavuştular. Sütü az olan hayvanları bol bol süt veriyordu. Bunu gören komşuları hayret edip, bunun emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu açıkça anladılar.

Kuraklık sebebiyle çok sıkıntıya düştüklerinde yağmur duâsına giderken O’nu yanlarında götürüp duâ ederek O’nun hürmetine bol yağmura ve berekete kavuştular.

Sevgili Peygamberimiz süt annesi Halîme Hâtunun sağ memesini emer, sol memesini emmezdi. Onu da süt kardeşine bırakırdı. İki aylıkken emekledi. Üç aylık olunca ayakta durur, dört aylıkken duvara tutunarak yürürdü. Beş aylıkken yürüdü, altı aylıkken çabuk yürümeye başladı. Yedi aylıkken her tarafa gider oldu. Sekiz aylıkken anlaşılacak şekilde, dokuz aylıkken gâyet açık konuşmaya başladı. On aylıkken ok atmaya başladı. Halîme Hâtun şöyle anlatmıştır: “İlk konuşmaya başladığında, “Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Velhamdülillahi rabbil âlemîn.” dedi. O günden sonra “Bismillâh” demeden hiçbir şeye elini uzatmazdı. Sol eliyle bir şey yemezdi. Yürümeye başladığında çocukların oynadıkları yerden uzak dururdu ve onlara “Biz, bunun için yaratılmadık.” derdi. Her gün O’nu güneş ışığı gibi bir nûr kaplar ve yine açılırdı. İki yaşına girdiğinde gelişmiş, gösterişli bir çocuk olmuştu. Üzerinde beyaz bir bulut dâimâ birlikte hareket eder ve O’nu gölgelerdi. Bir gün Halîme Hâtun farkında olmadan süt kardeşi Şeymâ ile öğlenin yakıcı sıcağında kuzuların yanına gitmişti. Halîme Hâtun, onu yanında göremeyince hemen arayıp buldu. Şeymâ’ya, “Niçin sıcakta dışarı çıktınız?” dedi. Şeymâ; “Anneciğim! Kardeşimin başı üzerinde bir bulut O’nu dâimâ gölgeliyor.” dedi.

Yine bir gün süt kardeşi Abdullah ile evlerinin yakınında bulunan kuzuların arasına gitmişlerdi. Süt kardeşi koşarak eve gelip; “Beyaz elbiseli iki kişi, Kureyşli kardeşimi yere yatırıp karnını yardılar, ellerini karnına soktular!” dedi. Halîme Hâtun ile kocası Hâris, süratle koşup yanına geldiler. Baktılar ki rengi değişmiş, semâya bakıyor ve tebessüm ediyor.“Sana ne oldu yavrucuğum?” diye sorduklarında şöyle anlattı: “Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi kar dolu bir tas vardı. Beni tutup, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkardılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler ve kapatıp kayboldular.” dedi. Bu hâdiseye “Şakk-ı sadr” (göğsünün yarılması) denir. Bu, Kur’ân-ı kerîm’de İnşirah sûresi ilk âyetinde bildirilmektedir.

Muhammed aleyhisselâma peygamberlik verildikten sonra Eshâb-ı kirâmdan bâzıları; “Yâ Resûlallah, bize kendinizden bahseder misiniz?” deyince; “Ben ceddim İbrahim’in duâsıyım. Kardeşim Îsâ’nın müjdesiyim! Annemin ise rüyâsıyım. O bana hâmileyken Şam saraylarını aydınlatan bir nûrun kendisinden çıktığını görmüştü. Ben Sa’d bin Bekr oğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kardeşimle birlikte evimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar, kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler.” buyurdu.

Halîme Hâtun, dört yaşından sonra O’nu Mekke’ye götürüp annesine verdi. Dedesi Abdülmuttalib, Halîme Hâtuna çok büyük hediyeler verip ihsânda bulundu. Halîme Hâtun O’nu Mekke’ye bırakınca; “Sanki canım ve gönlüm de O’nunla birlikte kaldı.” demiştir.

Muhammed aleyhisselâm altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşındayken annesi, Ümmü Eymen adındaki câriye (hizmetçi) ile birlikte akrabâlarını ve babası Abdullah’ın mezârını ziyâret için Medîne’ye gittiler. Medîne’de bir ay kaldılar. Bu sırada Muhammed aleyhisselâm Benî Neccar kuyusu denilen havuzda yüzmeyi öğrendi. Sırtındaki nübüvvet mührünü ve diğer bâzı alâmetlerini gören Yahûdî âlimlerinden bir kısmı; “Bu çocuk âhir zaman Peygamberi olacak!” demişlerdir. Onların bu sözlerini duyan Ümmü Eymen, durumu Âmine’ye haber verince Âmine Hâtun O’na bir zarar gelmesinden çekinerek, Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı. Ebvâ denilen yere geldiklerinde hazret-i Âmine hastalandı. Hastalığı artıp sık sık kendinden geçiyordu. Başında duran oğlu Muhammed aleyhisselâma bakarak şu beyitleri söyledi:

Eskir yeni olan, ölür yaşayan,
Tükenir çok olan, var mı genç kalan.

Ben de öleceğim tek farkım şudur:
Seni ben doğurdum şerefim budur.

Geride bıraktım hayırlı evlad,
Gözümü kapadım, içim pek rahat.

Benim nâmım kalır dâim dillerde,
Senin sevgin yaşar hep gönüllerde.

Biraz sonra vefât etti. Orada defnedildi. Ümmü Eymen, Muhammed aleyhisselâmı Mekke’ye getirip dedesi Abdülmuttalib’in yanına bıraktı.

Muhammed aleyhisselâmın babası ve annesi İbrâhim aleyhisselâmın dîninde idi. Yâni mümin idiler. İslâm âlimleri; onların İbrâhim aleyhisselâmın dîninde olduklarını ve Muhammed aleyhisselâm peygamber olduktan sonra da O’nun ümmetinden olmaları için diriltilip, Kelime-i şehâdeti işittiklerini ve söylediklerini, böylece O’nun ümmetinden olduklarını bildirmişlerdir.

Muhammed aleyhisselâm sekiz yaşına kadar da dedesinin yanında büyüdü. Dedesi Abdülmuttalib Mekke’de sevilen ve çeşitli işleri idâre eden bir zât olup, heybetli, sabırlı, ahlâkı dürüst, mert ve cömertti. Fakirleri doyurur, hattâ aç, susuz kalan hayvanlara bile su ve yiyecek verirdi. Allah’a ve âhirete inanan, kötülüklerden sakınan, câhiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak duran bir zâttı. Mekke’de zulme, haksızlığa engel olur, oraya gelen misâfirleri ağırlardı. Ramazan ayında Hira Dağında inzivâya çekilmeyi âdet edinmişti. Çocukları seven ve şefkat sahibi olan Abdülmuttalib, Muhammed aleyhisselâmı bağrına basıp gece gündüz yanından ayırmadı. O’na büyük bir sevgi ve şefkat gösterirdi. Kâbe’nin gölgesinde kendisine mahsus olan minderinde O’nunla beraber oturur, mâni olmak isteyenlere; “Bırakın oğlumu, O’nun şânı yücedir!” derdi. Sevgili Peygamberimizin dadısı Ümmü Eymen’e, O’na iyi bakmasını önemle tembih eder; “Oğluma iyi bak! Ehl-i kitab, benim oğlum hakkında, bu ümmetin peygamberi olacak, diyorlar.” derdi. Ümmü Eymen demiştir ki: “O’nun çocukluğunda açlıktan ve susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde; “İstemem, tokum.” derdi.“Abdülmuttalib uyurken ve odasında yalnızken, O’ndan başkasının yanına girmesine müsâade etmezdi. O’nu dâimâ öper, okşar, sözlerinden ve hareketlerinden son derece hoşlanırdı. Sofrada onu yanına alır, dizine oturtur; yemeğin en iyisini ve en lezzetlisini O’na yedirir ve O gelmeden sofraya oturmazdı. O’nun hakkında nice rüyâlar görüp birçok hâdiseye şâhit oldu. Bir defâsında, Mekke’de kuraklık ve kıtlık olmuştu. Abdülmuttalib, gördüğü bir rüyâ üzerine Muhammed aleyhisselâmın elinden tutup Ebû Kubeys Dağına çıktı ve; “Allah’ım, bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir.” diyerek duâ etti. Duâsı kabul olundu ve bol yağmur yağdı. O zamanki şâirler bu hâdiseyi şiirler yazarak dile getirmişlerdir.

Abdülmuttalib, bir gün Kâbe’nin yanında otururken, Necranlı bir râhip yanına gelip onunla konuşmaya başladı. Bir ara; “Biz İsmâiloğullarından en son gelecek olan peygamberin sıfatlarını kitaplarda bulduk. Burası (Mekke) O’nun doğum yeridir. Sıfatları şöyle, şöyledir!” diyerek birer birer saymağa başladığı sırada, Peygamberimiz yanlarına geldi. Necranlı râhip, O’nu dikkatle seyretmeye başladı, sonra da yaklaşıp gözlerine, sırtına, ayaklarına baktı ve heyecanla; “İşte, O budur. Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Abdülmuttalib; “Oğlumdur!” deyince, Necranlı râhip; “Kitaplarda okuduğumuza göre O’nun babasının sağ olmaması lazım!” dedi. Abdülmuttalib; “O, oğlumun oğludur. Babası daha O doğmadan, annesi hâmile iken ölmüştü” deyince, râhip; “Şimdi doğru söyledin.” dedi. Bunun üzerine Abdülmuttalib oğullarına; “Kardeşinizin oğlu hakkında söylenileni işitin de, O’nu iyi koruyun!” dedi.

Abdülmuttalib vefâtı yaklaşınca oğullarını toplayıp Sevgili Peygamberimize; “Yavrum, bu amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin” diye sordu, Resûl-i ekrem efendimiz koşup amcası Ebû Tâlib’in kucağına oturdu. Onun yanında kalmak istediğini söyledi. Abdülmuttalib de O’nu oğlu Ebû Talib’e bıraktı ve O’na iyi bakmasını önemle vasiyet etti. Bundan sonra da vefât etti.

Peygamberimiz sekiz yaşından sonra amcası Ebû Tâlib’in yanında kalmaya başladı ve onun himâyesinde büyüdü. O zaman Mekke’de Ebû Tâlib de babası Abdülmuttalib gibi Kureyş’in ileri gelenlerinden, sevilen, saygı gösterilen ve sözü dinlenilen bir zât idi. O da Peygamberimize büyük bir sevgi ve şefkat gösterdi. O’nu kendi çocuklarından çok sever, yanına almadan uyuyamaz, bir yere gitmez ve; “Sen çok hayırlısın, çok mübâreksin!” derdi. O elini uzatmadan yemeğe başlamaz, önce O’nun başlamasını isterdi. Bâzan da ona ayrı sofra kurdururdu. Sabahları uyandığında yüzünden nur saçıldığını, saçlarının taranmış olduğunu görürlerdi. Ebû Tâlib’in fazla malı yoktu ve âilesi de kalabalıktı. Muhammed aleyhisselâmı himâyesine aldıktan sonra bolluğa ve berekete kavuştu. Mekke’de vukû bulan kuraklık sebebiyle halk sıkıntıya düştüklerinde Ebû Tâlib O’nu Kâbe’nin yanına götürüp duâ etti. O’nun bereketiyle bol yağmur yağdı. Kuraklıktan ve kıtlıktan kurtuldular.

Ebû Tâlib bir defâsında Şam’a ticâret için giderken Muhammed aleyhisselâmı da dokuz veya on iki yaşında bulunduğu sırada yanında götürdü. Ticâret kervanı uzun bir yolculuktan sonra Busra’da Hristiyanlara mahsus bir manastırın yakınında konakladı. Bu manastırda Bahîra adında bir râhip vardı. Önceden Yahûdî âlimlerindenken sonradan Hristiyan olan bu bilgili râhibin yanında elden ele geçerek saklanan bir kitap bulunmakta ve birçok şey ondan sorulmakta idi. Kureyş kervanı daha önceki yıllarda buradan defâlarca gelip geçmesine rağmen hiç ilgilenmeyen ve her sabah manastırın damına çıkıp kâfilelerin geldiği yöne bakarak merakla bir şey bekleyen râhib Bahîra’ya bu defa bir hâl olmuş ve heycanla irkilip yerinden fırlamıştı. Çünkü o, Kureyş kervanı uzaktan göründüğü sırada kervanın üstünde beyaz bir bulutun da onlarla birlikte akıp geldiği ve onların yanına oturduğu ağacın üstünde durduğunu görmüştü. Bu bulut Muhammed aleyhisselâmı gölgelemekte idi. Kervan konunca Muhammed aleyhisselâmın altına oturduğu ağacın dallarının üzerine doğru eğildiğini görerek iyice heyecanlanan râhip, hemen bir sofra hazırlatıp, acele ile bir de dâvetçi göndererek Kureyş kervanında bulunanların hepsini yemeğe dâvet etti. Kervanda bulunanlar Muhammed aleyhisselâmı mallarının yanında gözcü olarak bırakıp râhip Bahîra’nın yanına gittiler. Ona defâlarca buradan gelip geçtikleri hâlde şimdiye kadar kendilerini dâvet etmeyip de bugün dâvet etmesinin sebebini sorarlarken, Bahîra gelenlere dikkatle bakıp; “Ey Kureyş topluluğu, içinizden yemeğe gelmeyen var mı?” diye sordu. “Evet, bir kişi var.” dediler. Râhip Bahîra ısrarla, O’nun da çağrılmasını isteyince gidip çağırdılar. Gelir gelmez dikkatle O’na bakmaya, incelemeye başlayan Bahîra, yemekten sonra hallerine, işlerine dâir birçok soru sordu. Muhammed aleyhisselâm da cevap verdi. Bahîra gördüğü alâmetlerin ve aldığı cevapların hepsinin, âhir zamanda gelecek peygamberin sıfatları hakkında bildiklerine tam uyduğunu gördü. Sonra sırtını açıp nübüvvet mührüne baktı ve Ebû Tâlib’e; “Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Ebû Tâlib; “Oğlum” deyince Bahîra; “Kitaplarda bu çocuğun babasının sağ olmayacağı yazılı, O senin oğlun değildir.” dedi. Bu sefer Ebû Tâlib; “O benim kardeşimin oğludur.” dedi. “Babası ne oldu?” deyince de, O’nun doğumuna yakın öldüğü cevâbını alan Bahîra; “Doğru söyledin, annesi ne oldu?” dedi. Ebû Tâlib; “O da öldü.” deyince yine; “Doğru söyledin.” dedi. Sonra da ısrarla şöyle dedi: “Kardeşinin oğlunu hemen memleketine geri götür. O’nu, hasetçi Yahûdîlerden koru! Vallahi Yahûdîler bu çocuğu görüp, benim fark ettiklerimi fark ederlerse, O’na bir zarar vermeye kalkışırlar. Çünkü kardeşinin oğlunda büyük bir hâl ve şan vardır. Bu, peygamberlerin sonuncusu olacaktır. Getireceği din bütün yeryüzüne yayılsa gerektir. Sakın bu çocuğu Şam’a götürme, mübârek bedenine bir zarar verirler. Bunun hakkında çok ahd ve misak olmuştur.”

Ebû Tâlib “Mîsak nedir?” diye sorunca, Bahîra; “Allahü teâlâ bütün peygamberlerden ve en son da Îsâ aleyhisselâmdan ümmetlerine âhir zaman peygamberinin geleceğini bildirmeleri üzerine söz almıştır.” dedi. Ebû Tâlib, Bahîra’nın bu sözleri üzerine Şam’a gitmekten vazgeçti ve mallarını Busra’da ucuz fiyata satıp Mekke’ye döndü. Ebû Tâlib, Bahîra’dan işittikleri şeylerden sonra, Muhammed aleyhisselâmı daha da çok sevip ömrü boyunca O’nu korudu ve her işinde O’na yardımcı oldu. Her hâliyle fazîletler ve güzellikler sâhibi müstesnâ bir insan olarak büyüyen Muhammed aleyhisselâm, on yedi yaşına ulaştığı sırada Yemen’e ticâret için giden amcası Zübeyr, ticâretinin bereketli olması için O’nu da yanında götürdü. Bu seferde de nice hârikulade (olağanüstü) halleri görüldü. Mekke’ye döndüklerinde O’nun bu halleri anlatıldı ve Kureyş kabîlesi arasında; “Bunun şânı pek yüce olacak” diye söylenmeye başlandı.
[/toggle] [toggle title=”Efendimizin Gençliği” load=”hide”] Her bakımdan insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, daha gençliğinde Mekke halkı arasında, diğerlerinden farklı olarak, çok sevilmiştir. Güzel ahlâkı, insanlara görülmemiş bir şekil

 

Köstendilli Ali Efendi

İstanbul – Üsküdar’da Katibim Aziz Bey sokak ile Ethemağa sokağının kesişimindeki caminin haziresinde.

Nureddin Cerrahi Hazretleri’nin mürşidi.

Nureddin Cerrahî Hazretlerinin mürşidi olan Köstendilli Şeyh Ali Efendi, tanınmış evliyadandır, ilimde ve amelde zühd ve takvası herkesçe teslim edilmiştir. O da tarikatı Lofçalı Fazıl Aliyyü’r-Rumî Hazretlerinden almış ve uzun müddet mürşidine hizmet ile tarikat adabını ikmal eylemiştir.

Kerametleri halk dilinde dolaşan şeyhlerdendir. Halk arasında Köstendilli Kadısı Ali Efendi namı ile meşhur olan. bu zat Üsküdar’da Katibim Aziz Bey sokak ile Ethemağa sokağının kesişimindeki Hz. Selami’nin halen yıkılmış olan tekkesinin mezarlığında medfundur.

Adı geçen tekkeye şeyh olması hadisesini Evrenoszade Sami Bey şöyle anlatmıştır:
Zamanın padişahı, uzun müddet Medine’de kalan haremağalarından Beşir Ağa’ya sormuş :
— Bunca sene «Ravza-i Mutahhara»’da hizmet etmişsin, bu müddet zarfında hiç bir fevkaladelik görmedin mi?
Beşir Ağa:
— Evet Efendim, demiş. Bir gün şöyle bir vak’a oldu: Bir akşam üzeri türbenin kapıları kaparken bir adam hızla içeri girdi. «Ben Köstendil Kadısı Ali» dedi ve benden geç kaldığı için özür diledi ve ziyaret sebebi olarak bazı hadis hakkındaki iltibasın halli için huzur-u Peygamberi’ye geldiğini söyledi. Kendisini biraz bekledim ve beraberce türbenin kapısını kapayıp çıktık. Yolda ben birisine selam verdim, hal hatır sorarken bir de arkama bakayım ki Hazret kaybolmuş.

Beşir Ağa’nın anlattığı bu vakıa üzerine Padişah bu zatı arayıp bulmasını irade ediyor. Bir gün Beşir Ağa Beyazıt meydanında geçerken Kadıya rast geliyor. Köstendilli Ali Efendi:
— Bre ulan Arap! diyor, beni Padişaha neden gammazladın?
Beşir Ağa Padişahın zoru ile anlattığını söylüyor ve saraya avdet edince vaziyeti Padişaha arzediyor. Hükümdar da Ali Efendi’nin şeyhliği açık olan bir tekkeye tayin edilmesi hususunda Şeyhü’l İslamlığa irade ediyor. Köstendilli Ali Efendi bu vazifeyi kabul etmek istemiyor. Fakat
Şeyhü’l-îslam kendisine:
— İki şey reddedilmez, diyor. Biri padişahın iradesi, diğeri Şeyhü’lislam’ın mucibi.

Hazret ister istemez vazifeyi kabul edip Üsküdar’ın yolunu tutuyor. Üsküdar iskelesinde kendisini alayla karşılayıp Tekkekapusu’na götürüyorlar, fakat mahallelinin engeli ile karşılaşıyorlar Mahalleli tekkeye dervişlerden birinin şeyh olmasını arzu ettikleri için tekkenin kapısını iç tarafından açılmasın diye duvar örerek kapatmışlar. Bu vaziyet karşısında Kadı Hazretleri:
— Bize yalnız “Padişahın iradesi ile Şeyhü’l-İslam’ın mucibi red olumnaz” dediler, buna Evliyaullah’ın Fatihasını da ilave etmek lazım deyip bir Fatiha çekiyor. Kapı kendi kendine yıkılıyor ve post’a geçiyor.

Kabir taşı ;

“Tarikat-i Halvetiye’den, hatemu’l muctehidin Piri, Muhammed Nureddin-i Cerrahi Hazretleri’nin murşid-i azizi, Köstendil Mufti-yi kibarı, ricalullahtan Hazreti Şeyh Ali Alaaddin-i Halveti kuddise sırruhu’l-baki 1143 (1730-31) ile haremi Havva Bacı Hatun (k.s.) 1167 (1761-62) ruh-i şerifleri icin el Fatiha”

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak
İstanbul Evliyaları ve Fetih şehidleri ; Şevket Gürel
[/toggle]

Alaaddin Uşşaki (k.s.)

Uşak – Merkez’e bağlı Kabaklar köyünde

Halveti tarikatının ileri gelen büyüklerinden. Halvetiliğin üçünçü asıl şubesinden olan Ahmediyye kolunun kurucusu Yiğitbaşı Veli hazretlerinin mürşididir.

Akhisar’a bağlı Göl Marmara da doğan Yiğitbaş Veli, Uşak’a gelerek normal medrese eğitimini tamamlamıştır. Medreseden icazetini aldıktan sonra Şeyh Alaaddin Uşşaki hazretlerine intisap edip O’ndan tarikat ve feyz alarak seyr sülukunu tamamlamıştır. Hilafetini aldıktan sonra Manisa’ya dönen Yiğitbaş Veli hazretleri burada irşada başlamıştır.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak
Fotoğraflar için Şehit Mehmet Cambaz Bey’e teşekkür ederiz.
[/toggle]

Seyyid Ahmed Semerkandi (k.s.)

Uşak – Merkeze bağlı Kabaklar Köyünde

Halvetiye Tarikatının Uşşaki kolunun kurucusu Arif-i Billah Hasan Hüsameddin Uşşaki hazretlerinin hocasıdır. Hüsameddin Uşşaki hazretleri henüz Buhara da iken orada medrese tahsilini bitirip Kübreviyye ve Nur Bahşiyye tarikatlarına intisab etmiş ve bu tarikatların büyüklerinden feyz alıp teselli bulmaya çalışmışsada içindeki sıkıntısını bir türlü giderememiştir. Babasının ölümü üzerine her şeye küskün düşünmeye devam ederken bir gün gönlüne mana aleminden şöyle bir ses gelmeye başlamıştır.

Sen hakikaten nasibi olan kimsesin. Beyhude yere ticaretin yükü altında ezilme. Kesret çarşısından yüz çevirip Anadolu’nun güzel şehirlerinden birisi olan Uşak’ta oturan Şeyh Ahmed Semerkandi hazretlerine varıp mürid ol, uzlet köşesine çekilip kendini ve eleminin kaynağını bulmaya ve kurutmaya çalış. ” denilmiştir.

Daldığı bu alemden uyanınca babasından kalan tüm varlığını kardeşine bağışlayarak kendini dünyaya bağlayan bağlardan kurtulmuştur. Bir an önce mürşidine kavuşmak arzusu ile kendisini durmadan yakan ateşin kılavuzluğu ile yaya olarak günlerce sürecek uzun ve zahmetli yolculuk için Uşak yollarına düşmüştür. Bazı kaynaklar bu buluşmanın Erzincan’da gerçekleştiğini söylemektedir.

Manada işaret edilen hasretiyle yanıp kavrulduğu Şeyhi Ahmed Semerkandi hazretlerinin kabulüne mazhar olarak köyde tarikata intisab edip dergaha kapanmıştır. Köydeki dergahta bulunduğu kısa müddet içerisinde seyr sulükunu tamamlayıp kemale ve velilik rütbesine kavuşarak Seyyid Ahmed Semerkandi hazretlerinden hilafet almıştır. Köyde ” Fakir Dede ” diye anılan Seyyid Ahmed Semerkandi hazretleri , Hüsameddin Uşşaki hazretlerini yetiştirdikten ve O’na hilafet verdikten sonra zaviyede inzivaya çekilmiş ve burada vefat etmiştir. Şeyh Seyyid Ahmed Semerkandi’nin inzivaya çekildiği tarihin 1523 olduğunu, Şeyh Hasan Hüsameddin için yazılan şu dörtlükten anlamaktayız ;

” Çün 880(H) anın Mevlidi ( 1475 doğum tarihi )
Hem 930(H) unda Şeyh idi ( 1523 Şeyhlik tarihi)
Oldu 70 sene irşadi anın
Halvet uzlet idi mu’tadı anın ”

Bu duruma göre Hüsameddin Uşşaki hazretleri 157 yılında III. Murad’ın padişah olmasıyla İstanbula gittiği bilindiğine göre Uşak’ta 51 sene irşadda bulunmuştur. Uşşaki kolunun silsilesi şöyledir .
– Yiğitbaşı Veli ( Ahmed Şemseddin Marmaravi )
– Karamanlı Şeyh Hacı İzzettin Efendi
– Seyyid Şeyh Ahmed Semerkandi
– Seyyid Hüsameddin Uşşaki

Bu silsileden de anlaşılacağı gibi ; Seyyid Semerkandi hazretleri , hilafetini Karamanlı Şeyh Hacı İzzettin Efendi’den alarak köydeki dergahında irşada başlamıştır. İrşada başlama başlama tarihide pek muhtemel olarak Yiğitbaşı Veli hazretlerinin ölüm tarihi olan 1504 senesinden sonra olmuştur. Semerkandlı olduğu, oradan ne zaman Erzincan’a geldiği konusunda kesin bir bilgi mevcut değildir. Allah sırrını takdir eylesin.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Sadık Vicdani ; Tomar-ı Turuk Aliyye
Rahmi Serin ; Halvetilik ve Halvetiler ; Petek yayınları
Sıddık Naci Eren , En Yakın Yol , Demir Kitabevi
İstanbul Ansiklopedisi 1996
Fotoğraflar için Şehit Mehmet Cambaz Bey’e teşekkür ederiz.
[/toggle]

Şeyh Yakupzade Hafız Mustafa Efendi

Uşak şehir merkezindeki Şehitler Kabristanında. Kabristanının üst kapısından girdiğimizde 50 metre aşağı yürüyoruz . Sol tarafta 20 metre ileride.

Yakupzade Şeyh Mustafa Özyürek
Yakupzade Şeyh Mustafa Özyürek

Halvetı/Şabani Azizlerinden Yakupzade Hafız Mustafa (Özyürek) Efendi (d. 1887-ö. 1973) Uşaklı­ dır. Annesi Alime hanım, babası Mehmed Efendi’dir. Her ikisini de küçük yaşlarında kaybeder. Teyzesi tarafından büyütülür. Teyzeoğlu ile birlikte hafızlık tahsil eder. On sekiz yaşında Rukiye Hanım (nam-ı diğer Rukiye Molla) ile evlenir. Bu evlilikten Ah­met, Mehmet, Nurettin, Hatice (Kayahan), Ulviye (Aksekili), ve Alime (Vidinlioğlu) adlı çocukları dünyaya gelir. İyi bir halıcı olan Rukiye Hanım’ın da des­teğiyle Uşak’taki medrese tahsilinden sonra Birinci Dünya Harbi sı­rasında İstanbul’a Harbiye’ye nakleder. Buradaki tahsilini ikmalden sonra 1 Temmuz 1915 tarihinde Kafkas Cephesi’ne gönderilir. Üçün­cü Orduda teğmen rütbesiyle görev yapar ve üç sene sonra Uşak’a geri döner. Memleketine döndükten sonra ticaret ve Yeşil Cami’de imamet ile meşgul olmaya başlar.

Yakup Baba tesirli hutbeleri ve va’zlarıyla tanınmış ve saygı du­yulmuş bir azizdir. Onu yakinen tanıyanların ifadelerine göre halk üzerinde fevkalade tesiri olan ileri görüşlü bir kişidir. Hutbelerinde ”Allah’ı isteyen eteğimi tutuversin” diyecek kadar açık sözlü olmasına rağmen tasavvufi yönünü halktan gizlemeyi de bilmiştir.

Kendinden önceki piran gibi aşka ve irfana dayalı süluk anlayı­şıyla sohbetlerinde ısrarla vahdet bilincini vurgulayan Yakupzade Hazretlerine göre “Süluk, gönülden önce, dil; kulak, göz, el ve ayak eği­timidir. Dil Hakkı söyleyecek, kulak Hakkı duyacak, göz hakkı görecek! Bunlar eğitilmeden, gönül Çalab’ın tahtı olmaz! Bu eğitim birkaç gün­ de gerçekleştirilecek bir şey olmadığı gibi, ne sadece bedeni, ne de ruhi bir eğitimdir. Kırk sene hizmetin sırrı, topyekun bir gönül eğitimiyle ilgilidir. Yunus’un dergaha kırk yıl hizmet etmesi, gönül (insan) terbi­yesinin ne kadar zor ve hassas olduğunu göstermektedir. Ayrıca bu hizmet sırasında dervişin içten içe idrak etmesi gereken nüktelerden birisi de, “halka hizmetin Hakk’a hizmet ve ibadet olduğu” bilincine ulaşmakla ilgili­dir. Bu bilince bazıları kırk günde bazıları da kırk senede ulaşır. Kırk günde gelene “nerede kaldın?”; kırk senede gelene “ne kadar erken geldin!” demişlerdir. Hasıl-ı kelam, vücud-ı vahidi anlamak, cemal ve celali birlemek, sonra dönüp vücud içinde kendi aslını seyretmek kolay değildir. Kırk gün veya kırk sene tabirlerinde kabiliyet nüktesi gizlidir!

Yakup Aziz, büyük bir alim ve natık­tır. Fakat eline kalem alıp ilmini kitaba dökmemiş, ömrünü insan yetiştirmeye hasretmiş ve insan-ı kamiller yetiştirmiş­tir. Bu sebeple bizzat kaleme aldığı “Ey gözüm nuru ne bilsin gizlidir esrarımız/ Cahil ü nadan ne bilsin anlamaz ahvali­miz” matlaıyla başlayan tek nutkundan başka edebi değeri haiz bir şey bırakma­mıştır. Menakıbı maalesef derlenme­miştir. Müntesipleri tarafından dilden dile aktarılan cümlelerinden birisi “Türkiye’de ve dünyada bütün sınırlar bir gün kalkar!” sözüdür.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Yakupzade hazretlerinin insanın kalbine ok gibi tesir eden bir sohbeti var idi. Yanına gelen müftü, müderris yahut ulemadan her kim olursa olsun edeben susar, mey­danı azize bırakmak durumunda kalırdı. Yamalı Dede’ye derviş olan devrin büyük alimlerinden Fatih medreselerinden mezun Yusuf Ziya Bey, bilahire Yakupzade hazretlerine gelerek tekmil-i süluk etmiş ve ondan hilafet almış velayet erbabındandır. Bu zat Cuma hutbesi ve­rirken dahi Aziz içeri girse, hutbeyi keser, tazim ettikten sonra “des­ tur” der söze öyle devam ederdi. Bulunduğu mecliste otururken içeri girse ayağa kalkar, hürmet ederdi. Oğlum bunu yapma, istirham ederim derse de: -Aziz efendim, istirham ederim, işte bunu benden istemeyiniz der, saygıda kusur etmezdi. Bu Yusuf Ziya Hazretleri ciltler dolusu kitap yazabilecek kabili­yette olduğu halde, Aziz hazretlerinin huzurunda bir saatlik sohbet­te binlerce müşkilinin çözüldüğünü belirtirdi… Bu zat, Yamalı Dede’nin Tac-ı şerif ve asa gibi emanetlerini ya­şadığı bir hal üzere Yakupzade hazretlerine getiren kişidir aynı za­manda..

Yamalı Dede ile başlayan çağdaş kıyafet tercihi, Yakupzade haz­retleri ile devam etmiş olduğu için, gerek Yamalı, gerek Yakupzsde ve gerek onun takipçileri dönemlerinin modern kıyafetleriyle dikkat çekmişlerdir.

Yakupzade hazretleri hem şiir hem de musiki vadisinde yete­nekli olduğu halde önceki azizler gibi bu konularla doğrudan ilgi­lenmemiştir. Meclislerinde kendilerinden meşkeden bilhassa zakir­ başıları Cemaleddin Kunat ve Uşak Kurşunlu Camii Müezzini Hafız Abdullah Tez (ö. Uşak 2010) vasıtasıyla meşkettiği bazı besteli ilahiler günümüze intikal etmiştir. El yazısıyla bıraktığı tek ilahi defteri eli­ mizde olup, içinde kendilerine ait iki nutk-ı şerifleri, Salih ve Yamalı Babaların şahide kitabeleri ve zikir meclislerinde okuduğu ilahiler kayıtlıdır.

Yakup Aziz’in hatıraları bir bütün olarak toplanmamıştır. Onun yetiştirdiği pek çok zat bugün vefat etmiştir veya yaşlılık dönemini yaşamaktadır. Yakup Aziz sohbetlerinde tasavvufi tecrübelerini sa­vaş hatıralarıyla kaynaştırıp ayrı bir çeşni vermiştir fakat derlen­mediği için bunların çoğu unutulup gitmiştir. Özellikle Uşak’taki ih­vanından derlenecek hatıralar fevkalade kıymeti haizdir. Bildiğimiz şu ki onun yerine posta geçen zat silsiledeki pek çok meşayih gibi mahfi yaşamıştır. 15 Mart 2013 tarihinde göçen Cemalettin Kunat zat postu olarak kırk sene irşad görevinde bulunmuş ve sessiz seda­sız bu alemden göçmüştür.

Ahmed Şemseddin Marmaravi – Yiğitbaş Veli (k.s.)

Manisa – Saruhan Mahallesindeki Yiğitbaş camiinde

Ahmed Şemseddin Marmari Hazretleri , Manisa’ya bağlı Gölmarmara ilçesinde doğmuştur. Babasının adı İsa’dır. 1435’te doğmuş ve 1505’te Manisa’da vefat etmiştir. ‘’ Marma-ravi’’ diye tanınır. Kendini Camiu’l-Esrar adlı eserinde şöylece tanıtır ;
                              Saruhani İbn-i İsa Derviş Ahmed ismimiz
                             Marmara’da vaki olmuş mevlidimiz cismimiz
İlk Tahsiline babasının yanında başlayan Ahmed Şemseddin daha sonra yine onun vasıtasıyla Uşak2IN Kabaklı köyüne gitmiş ve orada irşad hizmetlerini sürdüren Alaaddin Uşşaki’den de manevi eğitimini tamamlamıştır. Maddi ve manevi ilimlerdeki tahsilini ikmal ettikten sonra Manisa’ya dönen Ahmed Şemseddin hazretleri burada vaaz etmiş ve ders vermiştir. 1485’de şeyhi Alaaddin Uşşaki hazretlerinin vefatı üzerine de onun halifesi olarak Manisa’da irşad faaliyetlerini yerine getirmek için memleketine dönmüştür.

Ahmed Şemseddîn hazretleri Manisa’da hocasının isteği doğrultusunda talebeler yetiştirmekle meşgûl oldu. Ancak bu sırada Şâh İsmâil de, Ehl-i sünnet îtikâdını, müslümanların Peygamber efendimizden gelen doğru inancı yıkmak için harekete geçmişti. Bu gâye ile Anadolu’ya “dâî” adı verilen halîfeler göndermiş, sahte şeyhler eliyle bozuk ve yanlış tarikatler kurdurmuştu. Ayrıca Antalya’dan Bursa’ya kadar pek çok yerde isyanlar çıkartarak halkı silâh gücü ile de sindirmek istemişlerdi. Karışıklık had safhada idi. Öyle ki bu sahte şeyhler Osmanlı merkezine kadar sızdılar. İstanbul sahte şeyhlerle doldu ve halk kime inanacağını şaşırdı.

Velî pâdişâh İkinci Bayezîd Han sahte tarîkatlerin ayıklanarak kapatılmasını istedi. Böylece halkın yanlış inanışlara kapılıp Ehl-i sünnet îtikâdından uzaklaşmasına mâni olmak üzere harekete geçti. Kurulan bir mecliste şeyhlerin imtihana tâbi tutulmasını istedi. Bu düğümü çözmek için de Ahmed Şemseddîn hazretlerini Manisa’dan İstanbul’a dâvet etti. Ahmed Şemseddîn hazretleri derhal bu ulvî görevi kabûl edip İstanbul’da Sultan Bâyezîd-i Velî hazretlerinin huzûruna çıktı ve Osmanlı Sultânının da hazır bulunduğu imtihan heyetine reislik etti.

O gün Ahmed Şemseddîn hazretlerinin tuttuğu şerîat süzgecinden hak ve doğru yolda bulunan şeyhler rahatlıkla geçerken sahteleri tutuldu. Bunlar mahcup ve perişan oldular. Tekkeleri kapatıldı ve yaptıkları işten men edildiler. Ahmed Şemseddîn hazretlerine, imtihan sırasında gösterdiği kemâl, dirâyet ve olgunluk sebebiyle “Yiğitbaşı” lakabı verildi. Pâdişâh çok hoşnut kaldığı ve takdir ettiği bu büyük velîyi hediyelerle taltîf etti. O ise bu hediyelerin tamamını fakirlere dağıttı. İstanbul’da kalması tekliflerine rağmen, tekrar Manisa’ya döndü. Bu hâdise dilden dile, şehirden şehire yayıldı. Sohbetine kavuşmak isteyenler Manisa’ya akın ettiler ve çevresinde geniş bir sohbet halkası meydana getirdiler.

Yiğitbaş veli hazretleri ; Tevhid , akaid, tasavvuf, taraikat, mürşid-mürid, ahlak ve edebe dair iri ufaklı manzum ve mensur 13 eser kaleme almıştır. Bu eserlerin çeşitli şehirlerdeki elyazma nüshasının bulunması, halk nezdinde ne derece hüsn-i kabul gördüğünün ifadesidir.

Ahmed Şemseddin Marmaravi Hazretleri ; İlim irfan yolundaki tahsili , vaaz ve tedris faaliyetleri, terbiye ve irşad hizmetleriyle dolu dolu geçen 70 senelik bereketli ömrünü 910 (1505)’te  tamamlamış, Manisa’da vefat etmiştir. Kabri o tarihlerdeki Seyyid Hoca bugünkü adıyla Adakale Mahallesindeki dergahının ( Yiğitbaş camii) bahçesindedir. Günümüzde tekkenin bulunduğu yere bir cami yapılmış , kabri de bu caminin bahçesinde olup ziyaret edilmektedir. Yiğitbaşı Veli’den sonra tarikatı çok geniş bir coğrafyaya yayılmış ve yüzyıllar boyunca tesirleri devam etmiştir.

Halvetiler arasında ”Ortakol” olarak tanınan Ahmediyye şubesi daha sonraları dört ana kola, bu ana kollar da çeşitli kollara ayrılmışlardır ki kurucularının adıyla anılan bu kolların bazıları şöyledir ; Sinaniyye , Ramazaniyye, Cihangiriyye,Cerrahiye,Uşşakiyye, Mısriyye …. Bu kollar vasıtasıyla tesirleri Balkanlara kadar yayılmış ve günümüzde de devam etmektedir.

İbrahim Zahid Geylani

İran – Hazar denizi Kıyısındaki Gilan eyaletindeki Lahinca’da

İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Ruşen Emîr bin Yâbil bin Bidâr-ül-Kürdî es-Sincâni olup, künyesi Ebü’s-Safvet ve lakabı Tâcüddîn’dir. Doğum târihi tesbit edilemiyen İbrâhim Zâhid-i Geylânî, Azerbaycan’da bulunan Geylân nahiyesine bağlı Siyâverûd isimli köyde doğdu. 705 (m. 1305) senesinde Geylân yakınlarında bulunan Lenger-i Künân denilen yerde vefât etti. Kabri oradadır.

İlim tahsilini Geylân’da tamamlayan İbrâhim Geylâni’nin, baba ve dedeleri de kendisi gibi ilim ve fazilet sahibi zâtlar idi.

Nakledildiğine göre Seyyîd Cemâleddîn-i Ezheri, hocası Şihâbüddîn-i Tebrîzî’nin huzûrunda kemâle gelip, insanlara İslâmiyet bilgilerini anlatmak üzere Geylân’a gitmesi emredilince, Geylân’a gelip yerleşti.

Bu günlerde İbrâhim Zâhid çocuk idi ve kitapları koltuğunun altında mektebe gidip geliyordu. Cemâleddîn hazretleri birgün yolda, aynı şekilde mektebe gitmekte olan İbrâhim Zâhid’i gördü. Elini onun başına koyarak; “Hocam Şihâbüddîn, bizi buraya, bu ma’sûm yavruyu yetiştirmek üzere gönderdi” buyurdu.

İbrâhim Zâhid-i Geylânî, zâhirî ilimlerde tahsilini tamamlamak üzere Şîrâz’a gitti. Orada zâhirî ilimleri ikmâl ettikten sonra, bâtın yolunda da ilerlemek için, Ehl-i sünnet âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden olan Sa’di Şîrâzî hazretlerinin huzûruna vardı. Ona talebe oldu. Onun sohbetleri bereketi ile, yüce makamlara, üstün derecelere kavuştu.

Sa’di Şîrâzî hazretleri, birgün İbrâhim Zâhid’e; “Evlâdım! Bizim yanımızdaki terbiyen tamam olmuştur. Bundan sonraki yetişmen ve yükselmen ise, Seyyid Cemâleddîn’e havale edilmiştir. Geylân’a git. Cemâleddîn’in hizmetinde bulun” dedi.

Bundan sonra Geylân’a gidip, orada Lâhicân’da oturan Cemâleddîn hazretlerinin dergâhına vardı ve ona talebe oldu. Sohbet ve hizmetinden ayrılmadı. Burada, yüksek olgunluklara, üstün makamlara ulaştı. Çok kerâmetleri görülmüştür.

Bir defasında, geçtiği bir yerde bulunan yabanî otlardan biraz kopardı. O otların, elinde ham gümüş olduğunu görünce hayret etti. Hâlbuki onun, böyle şeylerde gözü ve gönlü yoktu, istemezdi. Dünyalık şeylerin elde bulunmasını kabahat ve kusur sayardı. “Ne kabahat işledim ki böyle oldu?” diye ağlayarak secdeye kapandı. Tövbe ve istiğfar etti. Sonra yolunu değiştirip, başka tarafa doğru gitti. Bu defa eline aldığı otların hâlis altın olduğunu görüp, sıkıntı ve üzüntüsü daha da arttı. Sür’atle hocası Cemâleddîn’in yanına geldi. Ağlayarak olanları anlattı. Yalvararak, bu hâlden kurtulmak istediğini, bunun için kendisine yardım etmesini hocasından istirhâm etti.

İbrâhim Geylâni’nin anlattıklarını dikkatle dinleyen hocası şöyle söyledi: “Bu öyle bir hâldir ki, tasavvuf yolunda ilerleyen sâliki, böyle şeylerle tecrübe ve imtihan ederler. Sen bu imtihanı kazandın. Bütün nebi ve velîlerin rûhları ile birlikte, yerde ve gökte olan melekler ve bütün mahlûkât, sana Zâhid dediler ve nâmını da Şeyh Zâhid koydular.”

Zâhid, haram ve şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu da terk eden, dünyâya ve dünyalık olan şeylere muhabbeti olmayan, kalbi bunlara meyletmeyen kimsedir.

Bir defasında hocasının emri ile, tarladan bir çuval pirinci omuzlayıp dergâha getiriyordu. Bir ara çok yorulduğu için, çuvalı yere koyup birazcık dinlenmek istedi. Bu esnada, çuvaldan bir adet pirinç tanesi düştüğünü gördü. Onu alıp ağzına atmak istedi. Fakat, bir tane olmasına rağmen buna ehemmiyet verdi. Bununla imtihan edilmekte olabileceğini düşündü ve o pirinç tanesini çuvala koydu, İbrâhim Zâhid, çuvalla birlikte dergâha geldi. Hocası Cemâleddîn hazretleri onu görünce; “Ey İbrâhim! Sözünde sadakât gösterdin. Ahdine vefa eyledin. Zâhid nâmına lâyık olduğunu isbât ettin” buyurdu.

Seyyid Cemâleddîn hazretlerinin huzûrunda yetişip kemâle gelen İbrâhim Zâhid-i Geylânî, fetvâ verecek dereceye geldi. Evliyânın büyüklerinden oldu.

Hocası Seyyid Cemâleddîn, vefâtı yaklaştığında İbrâhim Zâhid-i Geylânî’ye vasıyyet edip buyurdu ki: “Vefâtımdan sonra, insanlara faydalı olmak, onların hidâyete kavuşmalarına vesîle olmak maksadıyla, memleketin olan Geylân taraflarına git Orada taşlık ve dağlık bir bölge ile karşılaşırsın. Orada, dağ içinde bulunan bir vadiye ulaşırsın. O vadide o kadar sık ağaçlar vardır ki, içine girip yol almak mümkün değildir. O ağaçların yanına vardığında, selâm verirsin. O ağaçlar, hâl lisanları ile senin selâmına cevap verirler ve ikiye ayrılıp sana yol gösterirler. Orayı da geçtikten sonra karşılaştığın yer, senin hizmet yerin olsun.”

Bunları dikkatle dinleyip; “Baş üstüne” diye karşılık veren Zâhid’i Geylânî, hocasının vefâtından sonra, aynı ta’rîf edilen şekilde gitti. Herşey hocasının bildirdiği gibi oluyordu. Nihâyet bildirilen yere vardı ve orada yerleşti.

Burada uzun seneler hizmet ile meşgûl olup, insanlara çok fâideli oldu. Birçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesîle oldu.

Nefse uymamakda çok yüksek idi. Gündüzleri oruç tutar, geceleri de namaz kılmakla, Kur’ân-ı kerîm okumakla, Allahü teâlâyı zikretmekle vakit geçirirdi. Hiç uyumazdı. Gündüzleri oruç tutmakla birlikte, tarlasında çalışır, boş durmazdı. Geceleri uyumamak için, ucu demirli bastonunun sivri demirini boğazının altına dayar, böylece uyanık kalmayı sağlardı.

Bir defasında seyahate çıkan İbrâhim Zâhid hazretlerinin yolu Erdebîl’e düştü. Orada Abdülmelik mescidi diye bilinen bir mescidde misâfir oldu. Mescidin vazîfeli müezzini o gece rü’yâsında, mescidin bânisi (inşâ ettireni) olan Abdülmelik hazretlerini gördü. Abdülmelik, müezzine; “Bu gece mescidimize bir misâfir geldi. Git bak. Onu ağırla” dedi. Müezzin de, misâfire ikram edecek birşeyi bulunmadığını söyledi Bunun üzerine Abdülmelik; “Evin falanca yerindeki yağ ile, falan kimsenin hediye ettiği pirinci ve falan yerdeki eti pişir. Mescidde bulunan misâfirimize ikram eti” dedi. Bundan sonra uyanan müezzin, rü’yâya i’timâd etmeyip tekrar yattı. Aynı rü’yâyı tekrar gördü. Uyandı. Tekrar yattı. Aynı rü’yâyı üçüncü defa görüp biraz da ikâz edilince, kalktı ve mescide geldi İbrâhim Zâhid ( radıyallahü anh ) mescidde oturup, Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl idi. Müezzin ona, rü’yâdan hiç bahsetmeden; “Efendim! Hoş safa geldiniz. Birşeyim yok ki size ikram edeyim” dedi. O da; “Şimdi geri git, Abdülmelik’in ta’rîf ettiği şekilde yemek yap getir! Ona i’tirâz etme! Sonra zarar görürsün” dedi. Onun bu apaçık kerâmeti karşısında hayrete düşen müezzin, karşısındaki şahsın, sıradan bir kimse olmadığını, evliyâ bir zât olduğunu anlayıp ellerine sarıldı. Hemen gidip yemeği hazırladı, İbrâhim Zâhid hazretlerine ikram etti ve onun talebelerinden oldu.

Had Ali isminde bir zât şöyle anlatır: “Şeyh Zâhid diye bilinen İbrâhim Zâhid-i Geylânî ile birlikte bir gemide yolculuk ediyorduk. O zamana kadar ben kendisini şahsen tanımıyordum. Fakat hâlinden derviş bir zât olduğu anlaşılıyordu. Gemide bir köşede oturuyor ve kimseye karışmıyordu. Bir ara bir fırtına çıktı. Gemi sallanmaya başladı. Hepimiz batacağız zannettik.

Bu hengâmede, yine bir köşede sakin sakin oturmakta olan İbrâhim Zâhid’in yanına vardım. Kendisine; “Ey şeyh, böyle tehlikeli bir anda, bir köşede oturacağınıza, birşeyler yapıp, kurtulmamıza vesile olsanız olmaz mı?” demeyi düşünüyordum. Hemen yerinden kalkıp, gemicinin yanına geldi Dümeni eline aldı ve çok güzel idâre etmeye başladı. Onun dümeni eline almasıyla fırtına sakinleşti ve gemimiz düzgün gitmeye başladı, İbrâhim Zâhid bana hitaben; “Ey Hacı Ali! Gemi böyle kullanılır değil mi?” dedi. Ben de; “Evet” dedim. Biraz sonra sâlimen karaya ulaştık. Gemide bulunanlar dışarı çaktılar. Ben de çıktım, İbrâhim Zâhid’in yanına yaklaşıp selâm verdim. “Ve aleyküm selâm ey Hacı Ali Erdebilî” dedi. Ben ellerine sarılıp; “Beni nasıl tanıdınız? ismimi ve nereli olduğumu nereden öğrendiniz?” dedim. “Allahü teâlânın izni ile gönlünden geçeni bilen. İsmini ve memleketini bilemez mi?” diye cevap verdi. Bunun üzerine, “Allahü teâlâ, evliyâsının gözlerinden perdeyi kaldırır ve gizli olan birçok şeyi onlara gösterir” sözünü hatırladım.

Şerefüddîn isimli bir zât şöyle anlatır: “Âdetimiz olduğu üzere, bir arkadaşım ile beraber İbrâhim Zâhid’i ziyârete gidiyorduk. Yanımızda, ona hediye olarak götürecek bir şeyimiz de yoktu. Bunun endişesiyle yola devam ederken, Geylân nehri kenarına geldik. O sırada nehrin sularının kabardığını, büyük bir balığın sahile vurduğunu hayretle gördük. Biz, gözümüzün önünde bir anda meydana gelen bu hâl karşısında hayrette iken, nehrin suyu tekrar sâkinleşti. Bizim hayretimiz daha da arttı. Bu balığı, hocamıza hediye olarak götürmeye karar verdik. Vardığımızda, bizi huzûruna kabûl etti. İltifât ederek hediyemizi (büyük balığı) aldı ve mutfağa gönderdi O balığı pişirdiler. Orada bulunan herkes yiyip doyduğu hâlde, balığın eti bitmemişti.

Yemekten sonra sohbete başlayan İbrâhim Zâhid hazretleri, söz sırasında buyurdu ki: “Tam bir teveccüh ile Allahü teâlânın velî kullarına yönelenler, Allahü teâlânın ve mahlûkâtın sevgilisi olurlar. Hattâ gökte ve yerde olan şeyler bile, onlara yardım, ikram ve hürmet ederler.” Biz, onun bu sözünü, bizim hakkımızda söylediğini, kerâmet olarak hâlimize vâkıf olduğunu anladık.”

İbrâhim Zahid-i Geylânî’nin talebelerinden olan Ahmed isimli bir zât şöyle anlatır: “Birgün hocamızla birlikte bir yerden geçiyorduk. Yanımızda ba’zı talebe arkadaşlarımız da vardı. Haddîni bilmez ba’zı kimseler, bizi görünce birbirlerine; “Hey! Bakın pilav düşmanları geçiyor. Kimbilir nereye yağlı pilav yemeye gidiyorlar. Bunlar dışarıdan sûfî görünüyorlar, ama Allah bilir, tenhâda yalnız kaldıklarında neler işliyorlar!” gibi uygunsuz ve edebsiz şeyler söylediler. Bu sözler hocamızın gayretine dokundu. Çok üzüldü. O kimselere karşı döndü: “Eğer biz, sizin dediğiniz gibi değilsek, hidâyete kavuşmuş olup, başkalarını da bu yola da’vet eden, nefsinin arzularını hakîr gören, nefsine ve şeytana uymayan, cenâb-ı Hakka şükredenlerden isek ayaklarınız dökülsün mü?” dedi. İbrâhim Zâhid hazretlerinin sözü biter bitmez, o kimselerden herbiri kötürüm oldular. Ayakda duramayıp, yere yıkıldılar ve hepsi de, binlerce elem ve sıkıntı içinde, acılarla kıvrana kaldılar. Orada bulunan herkes de, bu hâli görüp ibretle seyrettiler. Orada bulunan diğer insanlar, Allahü teâlânın veli kullarına sataşmanın, onları incitmenin ne büyük felâket olduğunu, gözleriyle görerek anlamış oldular. Bununla beraber, bu kimselerin bu acılarının, âhırette çekecekleri, azap ve sıkıntılar yanında pek hafif kalacağını da düşünüp; “Allahü teâlânın evliyâsını incitmekten Allahü teâlâya sığınırız” dediler.

Birgün İbrâhim Zâhid-i Geylânî hazretlerinin huzûruna, gözyaşları içinde bir kadıncağız gelerek, çok sıkıntıda olduğunu, duâsını almaya geldiğini, derdine hiç kimsenin çâre bulamadığını, lütfen kendisine bir çâre göstermesini rica edip, derdini şöyle anlattı: “Dünyâda bir oğlumdan başka kimsem yoktur. Oğlum bir hastalığa tutuldu. Hastalığın verdiği elem ile, kendinden geçmiş bir şekilde bir ağacın altında uyurken, bir yılan gelip, ağzından mi’desine girerek orada duruyor. Ba’zan da ısırıp çok elem veriyor. Çok yerlere müracaat ettim. Fakat bir netice alamadım. Ne olur siz yardımcı olunuz!” Kadının anlattıklarını üzüntü ile dinleyen İbrâhim Zâhid’in önde gelen talebelerinden Şeyh Safi de orada idi. İbrâhim Zâhid bu talebesine buyurdu ki: “Git, o yılana; “Şeyh Zâhid’in emri var” de. Oradan çekip gitsin ve bir daha o yiğide zarar vermesin.”

Kadın biraz rahatlamış olarak evine döndü. Biraz sonra da Şeyh Safi o eve geldi. Bu hâli haber alanlar meraklanıp, acaba nasıl olacak diye o kadının evinde toplanmışlardı. Şeyh Safi, delikanlının yanına varıp, hocasının söylediklerini söyledi. Sözünü bitirir bitirmez, gencin ağzından çıkan yılan, hemen oradan uzaklaşıp gözden kayboldu. Orada bulunanların hepsi, bu hâle şâhid olup, hayretle seyrettiler. Genç ve annesi, sevinçlerinden Allahü teâlâya çok şükredip, İbrâhim Zâhid ve talebelerine çok duâ ettiler. Onlara olan muhabbetleri de kat kat arttı.

Allahü teâlânın evliyâsı için böyle işler, olamıyacak şeyler değildir. Nitekim ba’zı büyükler; “Velî olan zâta, Allahü teâlâ öyle ihsânlarda bulunur ki, bırakın başka mahlûkları, dağlar ve taşlar bile ona hizmet eder, onun emrindedir. Bir velî zât, bir dağın yerinden ayrılıp başka bir yere gitmesini istese, Allahü teâlâ o sevgili kulu hürmetine o dağın yerini değiştirir” demişlerdir.

Vefâtı yaklaştığında, yanında bulunan talebeleri ve yakınları, ona yalvararak dediler ki: “Efendim! Uzun zamandır ağzınıza bir şey koymadınız. Hep oruçlu oluyorsunuz. Bununla beraber, iftar ve sahurda da birşey yemiyorsunuz. Bu sebeple rahatsız olmanızdan, hastalığınızın artmasından endişe ediyoruz.” Onların bu sözlerine karşı iltifât edip tebessümle karşılık veren İbrâhim Zâhid; “Güzel bir et olsa, suyla pişirilip yahni yapılsa..” dedi. Bildirdiği gibi güzel bir yemek pişirilip akşama hazırlandı. Akşam olup, namazdan sonra sofraya oturdular. Kendisi su ile iftar eden İbrâhim Zâhid hazretleri, o yemekten yemedi. “Efendim! Bir miktar da olsa yeseniz” diyenlere; “Siz yeyiniz. Talebelerimin yemek yemelerini, ağızlarının hareketlerini seyretmek bana ayrı bir zevk veriyor” buyurdu. Ertesi gün yine oruca niyet etti ve oruçlu olarak vefât etti. Yetiştirdiği talebelerinin sayısı pekçok olup, önde gelenleri ve kendisinden sonra halîfesi olan dört tanesinin isimleri şunlardır: Safi, Ahî Yûsuf, Pir Hikmet ve Ahî Muhammed.

 

1) Lemezât (Süleymâniye Kütüphânesi, Halet Efendi kısmı. 281 numaralı kitap.)

Seyyid Yahya Şirvani

Seyyid Yahya Şirvani Hazretleri’nin Türbesi ; Azerbaycan – Bakü’de Şirvanşahlar Saray Külliyesinde

Seyyid Yahya b. Celaleddin b. Bahaeddin el-Baku’i (Bakuvi) es-Sufi el-Halveti eş­ Şirvani” isim ve nisbetleri ile maruf olan “Şeyh hazretleri, Halveti tarikati’nin ikinci pir’i olarak bilinmektedir. Halveti tarikati müntesibleri arasında “pir-i sani” olduğunda ittifak vardır . Halveti usulünde klasik isnad şeceresinde “Seyyidü’t-taife” (ta’ifenin efendisi) ünvanı ile maruf Şeyh Cüneyd-i Bağdadi kanalı ile Selman-ı Farisi (r.a.) halkası ile Hz. Ali b. Ebi Talib (k.v.) hazretlerine ulaşır.

Hz. Ali (k.v.) Efendimiz “Halvet” ve “Celvet” usulünün, “Kesret’de vahdet ve vah­detde vahdet” tariklerininin “imamı” olduğunda sufiyye literatüründe ittifak vardır. Bu nedenle Cehriyye yolunda “Ehl-i beyt” sevgi ve saygısı aşk ve cezbe hali galibdir. Cehri yolun seçkin mürşidlerinden olup, neseben de evlad-ı Resul’e müntesib bulun­ması sebebiyle, Seyyid Yahya Hazretlerinin tasavvuf tarihinde seçkin bir yeri vardır. Seyyid Yahya Hazretleri, aslen Azerbaycan’ın “Şirvan” vilayetinin “Şemmahı (Şemahi)” kasabasında doğmuştur.

Seyyid Yahya’nın babası “Seyyid Bahaeddin Efendi”, İmameyn’den 7. İmam “Musa Kasım”ın torunlarındandır, Azerbaycan vilayetinin “Nakibü’l-Eşraf”ı idi. Sey­yid Yahya, gençliğinde Akkoyunlu Türkmen Devleti Sultanı Uzun Hasan Bey’in “Nakibü’l-Eşraf”lığını ve vezirliğini yaptığını öğreniyoruz. Yine rivayetlere göre, daha çok küçük yaşlardan itibaren güzel bir çehreye (simaya) ve akranına üstün bir zekaya ve edebe sahip bulunan küçük Yahya, tahsil hayatı ve oyun arkadaşları arasında bile derhal seçilirdi. Kendisinden zahiri ilimler tahsil ettiği hocaşı “Şirvanlı Pirzade”nin de dikkatlerini üzerine çekmişti. Yine hace’sinin telkin ve tesiri ile tasawuf ve tarikate meyi ederek, Pirzade’nin kaimpederi ve şeyhi, “Halvetiyye Usulü”nün seçkin Pirlerinden Şeyh Sadreddin el-Halveti” ye intisab etmişti.

Bu olay, “Hulvi”nin “Lemezat” ında şöyle nakledilir: Küçük Yahya, bir gün akranı çocuklarla, topla, “Cevgan” (cuygan} adı verilen bir oyun oynuyordu. Oradan geçen Şeyh Sadreddin, damadı Pirzade ve bazı seçkin müridlerinin önüne doğru yuvarlanan top’un peşinden koşan Yahya, onları görünce; onların önünden geçmeyip, yolun kenarına çekilmiş, kendilerine edeble selam vermişti. Ancak Pirzade geçip gittikden sonra topunu alarak, tekrar oynamaya gitmişti. Küçük Yahya’nın bu edebi, Pirzade’ye hoş gelip, Seyyid’e dua kılarak, dervişlerine hitaben: “Gelin siz amin deyin, ben dua edeyim. Allah Teala bu sülaleyi Seyyid-i Alem aba u ecdadı yolunun saliki kılsın, esrar-ı Murtazavi’ye ve esrar-ı Mustafavı’ye müyesser ola” dedi. Sonra hayır dua etti. Allah’ın hikmetiyle kabul buldu. Pirzade bu hal ile evine döndü . Seyyid Yahya ve dostları evlerine geldiklerinde, gece uykuya varıp, rüyalarında Peygamberi­miz (s.a.v)’i müşahede etti, Efendimiz (s.a.v.) ona nasihat edip, Şeyh Sadreddin’i göste­rerek: “Bu senin manevi babandır. Bunun yanına var. Bizim ruhaniyyetimizin sırrı ve cehri tarikatin kurucusu Murtaza (Hz. Ali kv) halkası ile bize bağlıdırlar. Sadreddin de senin ceddin gibi Hayderi’dir” diyerek, Yahya’yı ona teslim ederler. Bu rüya’nın heyecanı ile uyanan genç Yahya, ertesi gün seherle hocası Pirzade’ye gitti. Rüyasını ona anlatmadan önce, onun isteği üzerine birlikte Şeyh Sadreddin‘in huzuruna gitti­ler. Şeyh’le mülakat esnasında Şeyh hazretleri bu rüyayı keşfederek; “Bu manevi bir işarettir. Acaba biz size rüyada gösterilen mürşidinize benziyormuyuz?” diye sordu. Yahya, ağlıyarak, hıçkırıklarla şeyhinin ellerinden öpüp kendisine hemen oracıkta bi’at etti. Şeyh Sadreddin’in uzun süre hizmetinde bulunup, mücahede ve nice hiz­metlerde bulundular. Hatta bazan Seyyid Yahya, üst üste halvet ve erba’inlere gire­rek, halvethanesinden çıktığında, mücahedesinin nuru yüzünde parlar, kimseler o halde yüzüne ve gözlerine bakamazlardı. 

Yine bir gün halvetten çıkıp, ana ve babasını ziyarete giderken, yolda bazı genç sufilerle oturup, sohbet ettiğinden bazı kötü sözler söylenir olmuştu. Bu dedikoducu cahil nadanlar Seyyid’i görünce, edepsizce sözler söylediler. onun gönlü çok incindi. Bu üzüntü ile evine gitmeyip, zaviye’deki hücresine kapandı. Şeyhinin daveti üzerine huzuruna vardığında, şeyhi : “Oğul niçin üzülüyorsun? Muhyiddin İbn Arabi‘nin yaptı­ğı gibi yap. Bir kağıda usulünce “Ya Kahhar” ism-i celalini yazıp, o kağıdı ister ateşe, ister suya at”dedi. Seyyid de usulü ile yapıp, kağıdı küçük parçalara ayırarak, yok etti. Rivayete görü: O dedikoducular uykularında öldürülmüş bulundular. Bu hal halk ara­sında Seyyid’e karşı büyük bir korku ve hürmetin doğmasına sebep oldu. Ayrıca onla­rın ona karşı olan itikadlarınıda kuvvetlendirdi. 

Seyyid’in bu hallerinden, aslen ulema’dan olan babası Hace Seyyid Bahaeddin Efendi hiç memnun değildi. Hatta oğlunun şeyhi olan Şeyh Sadreddin’i kötü niyetli bir kişi olarak görüyor ve velayetini de inkar ediyordu. Oğlu Yahya’yı  imtihan için; “Oğlum Yahya, Ekinlerimiz ve hayvanlarımız susuzluktan harab oldular. Yağmur için bir dua etseniz de tarlalarımız sulansa” deyince, Seyyid: “A babacağım, var git dua eyle ve oğlum Seyyid’in Seninle olan muamelesi hürmetine bize yağmur Ver” de, inşeallah evliyanın sırrına mülaki olursun” dedi. Babası Bahaeddin Efendi; “Ey Rabbim, oğlumla aranızdaki dostluk hürmetine benim tarlama yağmur nasib et” diye dua eder etmez, sadece onun tarlasına sağnak halinde yağmur yağıp, diğer tarlalara bir damla bile rahmet düşmedi. Oğluna gelerek: “Ey oğul, bizim tarlalara yağdı amma diğerleri mahzun oldular. Onalar da yağsaydı olmaz mıydı?” deyince, Seyyid: “Babacığım, Siz şayet duayı adabı ile yapıp, halkı da ansa idiniz, onlarında muradı olurdu” dedi ve de­diği gibi de oldu.

Yine babası Bahaeddin Efendi, oğlunun sufilerle oturup kalkmasını ve onlarla halvet­lere girmesini hazmedemiyor, Seyyid’e: “Senin şeyhin Sadreddin, senin hastalığında evimize kapıdan gireceğine bacadan girmişti” diyerek: “Sen, pirin için müteşşeri bir kimsedir dersin. Amma Şeyh’in hayırlı bir adam olsa idi, kapıyı bırakıp da bacadan girmezdi. Biz ebeveyninin iznini almadan böyle bir iş etmezdi” dedi. Bunun üzerine Şeyyid babasına: “Babacığım, senin yüzünün nefret ateşleri ve gazabı. Şeyhim Sad­reddin’in kapıdan değil de, bacadan yanıma gelmesine sebeb olmuştur” diye cevap vermişti. Bunun üzerine, babası Bahaeddin Efendi bu sözlerin tesirinde kaldı. Sözler onun kalbine tesir etti. Gönlü yumuşayarak, tarikate meyil etti. Sonra oğluna: “Oğul, Bana delalet eyle” diye rica ederek, Şeyh Sadreddin’e intisab etti, Fena mertebelerini kısa zamanda aşıp, baka makamlarının halleri ile kemal buldu. Şeyh Sadreddin, onu, nefsinin tedib ve tezkiyesi için, bir süre oğlu Seyyid Yahya‘nın hizmetine verdi. Bir yıl tamamlanınca, yine Şeyh tarafından Yahya’ya: “Eskisi gibi baba-oğul normal muamelesi üzere olması ve babasına hizmet etmesi” emir edildi.

Seyyid Yahya, şeyhi Sadreddin’e vefatına kadar candan hizmet etti. Asla yanın­dan ayrılmadı. Şeyhinin vefatı üzerine, onun postuna oturdu. Şeyh Sadreddin de vefat edeceğini anlayınca, dervişlerini etrafında topluvarak, kendisinden sonra “Sey­yid Yahya”ya bi’at etmelerini vasiyet etmişti. Fakat damadı Pirzade, Şeyhlik postuna oturmak isteyince, dervişler arasında anlaşmazlık çıktı. Yörenin hakimlerinin mesele­ de, Pirzade lehinde karar vermeleri üzerine gücenen Seyyid, postu Pirzade’ye terk ederek, “Sırr-ı esma ve hilafet-i uzma” ile halkı ve talibleri irşad etmek üzere “Şirvan’ın “Şemmahi” (Şemahi) kasabasına gitti. Bir süre orada irşadda bulunduktan sonra, Bakü’de hüküm süren Şirvanşahlar Sultanı’nın daveti ile “Baku” şehrine yerleş­ti.

Bakü’deki irşad faaliyetleri o derece yoğundu ki, rivayete göre on binden ziyade müridi, üçyüz altmış’a yakın halifesi “Esma’ullah”a mazhar olup, bir çok icazet vermiş­ti. Rumeli, Mısır ve Afrika’daki kırk küsur Halveti tarikati kol ve şubeleri Seyyid Yahya hazretlerinden kaynaklanmıştır.

Menkıbeleri

Seyyid’in nakl edilen menkıbelerinden biride şöyledir: Bir gün Seyyid, bağında pınar başında zikr üzere iken, kedisinden geçmiş bir halde, cezbe halinde istiğrak için­ de iken, o sırada bir avcı pınar başına gelip, su içmek ister. Şeyh’i tanımadığından O’na: “Bre eşek, şu tasa bir su koy da içelim” dedi. Fakat şeyh o sırada istiğrak halinde bulunduğundan, onu duyup görmemişti. Avcı bu hale öfkelenip hışım gibi atından aşağı inerek, elindeki yayla şeyhin başına vurup, onu yaraladı. Şeyh salve ge­lip, o halden sıyrılınca, gayretullaha gelip, ona bir kerre firaset nazarı ile bakmasıyla, avcı yere düşüp debelenmeye başladı. Şeyh: “Hey bre kan içici ne oldun?” dedi. Avcı Şeyh’in halini anlayıp, özürler dilediği, pınardan su içmek isteyince, kabına doldurdu­ğu pınar suyunun kan haline dönüştüğünü, tasını üç kerre doldurup her seferinde ay­nı hali gördüğünü, göz yaşları ile şeyhin ellerine sarılıp, hemen oracıkta kendisine bi’at eylediği nalk edilir:

Seyyid Yahya, yazları “Şirvan” sahrasına çıkarak, ”Gilan”a kadar uzanarak, çok sı­cak bir temmuz gününde, susuz ve yemeksiz, eğersiz bir çıplak deveye binerek, “Erba’in”e girdi. Burada devamlı “Halvet” ve itikaf üzere bulunurdu. Halvet sırasında yir­mi bir günde bir “Erba’in”e girerdi. Halifelerinden “Şeyh Mansur”un rivayetine göre: “Seyyid yine böyle bir günde erba’in’e girmiş ve on iki günde bir abdest alıp, üç gün­ de bir iftar eder hale gelmişti.

Seyyid Yahya, ömrünün sonlarına doğru altı ay süre ile kendini bütünü ile halvete verip, tüm varlığını Hakk’a tahsis etmişti. Bu süre içinde ne yemiş ve ne de içmişti. Bu süre içinde daimi olarak huzurda idi. Oğullarından “Emir Keke” babasına: “Sultanım, ne olur biraz yemek yeseydiniz. Cesediniz biraz kuvvet bulup, ibadetlerinize kolaylık sağlasaydı?” deyince, Şeyh hazretleri oğluna: “Oğul, bizim ibadetimiz için cesedim izdeki kuvvet yeme içmeden ve cesed kuvvetinden değildir. Amma sizin hatırınız için bir şirdenden (Azerbaycan yöresinde· çok meşhur olan iş­kembe şirdeninden yapılan bir pilav yemeği) olsaydı biraz yerdik” dedi. Derhal nefis bir şirdenli pilav yapılarak, önüne konuldu. Dervişleri ile birlikte sofraya oturunca, dervişleri yerken, o elinde bir dolu kaşıkla öylece durup, onlara bakıp, tefekkür eder, müridlerinin yediğinden zevk ve lezzet alırdı. Sonra aynı kaşığı tabağa geri kordu. Durumun farkına varan oğlu Emir Keke: “Niçin yemiyorsun?” deyince, “Lokman Hekim nice yıllar bu halka içine koyduğu terkible yetinip gıdalanmıştır. Bizim için böyle cezbedici güzel yemekler yemek hatadır” diye buyurmuşlardı.

Sözleri

“Şeyh olan zat, mücaz dervişleri her ne kadar olursa olsun hakim olanı üçtür: 1. Perverde olanlar, 2. Ka’im-i makam’a ehl-i medar olanlar, 3. Esrara vasıl olan kişi ki, bir tanedir. Bu zat onların arasında olup, belli olmaz. Şeyh hayatta iken bu böyledir. Şeyh’in vefatı ile “Esraru’llah” zahir olup, tevhid nurları apaçık ortaya çıkar. Hakikat de sahib-i İrşad olur. Diğerleri ise, telkin, tevhid, tabir ve teselli eylerler. Esmanın bereketiyle cezbe bahş ederler. Talibleri teselliye mazhar edemezler” diye buyururlardı.    ·

Seyyid Yahya eş-Şirvani hazretleri, “Osmanlı Müellifleri”ne göre: “Canişin-i cen­net” terkibine delalet eden ebcedle (862h./1457m.) tarihinde vefat etmiştir.  Hocazade’ye göre ise (869h.) tarihinde vefat etmiştir.  Yine “Lemezat” müellifi Hulvi Efendi ve “Sicil-i Osmani” müellifine göre ise (869h.) de vefat etmiştir. “Lugat-ı Tarihiyye” müellifi Rif’at Efendi, Mehmed Mecdi Efendi’nin “Şeka’ik Tercümesi”ne dayanarak Seyyid’in (868 h./1463 m.) tarihinde vefat ettiğini ileri sürmektedir­ler.(22)

Seyyid Yahya hazretlerinin kabri “Baku”da “Hisariçi” mevkiinde “Şirinmezdak” adı verilen yerdedir.

Seyyid Yahya hazretlerinin sayısız halifelerinden en ünlü ve içtihad sahibi Hulvt’nin “Lemezat”ında zikredilmektedir; Bunlar sırasıyla:

  1. Pir Şükrullah Halife,
  2. Alaeddin Ruhi el-Aydıni,
  3. Habib-i Karamani el-Halveti,
  4. Kaim-i makamı Pir Muhammed el-Erzincani, bir diğer rivayete göre ise: “Şeyh Pir Dede Ömer-i Ruşeni el-Aydıni” hazretleridir .

 

Nurettin Cerrahi (k.s.)

İstanbul – fatih – cerrahi asitanesi

Halvetiyye-Ramazaniyye tarikatının Cerrahiyye kolunun kurucusu. İstanbul’da Cerrahpaşa Camii’nin karşısındaki Yağcızade Konağı’nda dünyaya geldi. Adı Muhammed’dir. Babasının adı Abdullah Ağa, annesinin adı ise Emine Nesime Hatun’dur. Doğum tarihi konusunda kaynaklarda birbirinden farklı rakamlar vardır. Babası, IV. Mehmed döneminde sarayda mirahurluk görevinde bulunmuştur.

Nureddin Cerrahi ilköğrenimine Cerrahpaşa sıbyan Mektebi’nde başladı. Hocası Yusuf Efendi’den Kur’an okudu ve hüsn-i hat dersi aldı. Ardından Süleymaniye Medresesi’ndeki tahsili esnasında, daha sonra şeyhülislam olan Yenişehirli Abdullah Efendi‘nin öğrencisi oldu. Bu yıllarda tanıştığı meşhur divan şairi Nabi Efendi’den edebi konularda ders aldı.

Genç yaşta, 1696’da kadı olarak Mısır (Kahire) Mevleviyeti’ne tayin edildi. Devlet ricalinden olan dayısı Hacı Hüseyin Efendi’ye veda ziyareti için Üsküdar Toygartepe’deki konağına gitti. Dayısı onu konağın karşısındaki Selami Ali Efendi Tekkesi‘ne götürdü. Tekke’nin postnişini, Köstendil’de bir süre müftülük yapmış olan Halveti-Ramazani şeyhi Köstendilli Alaeddin Ali Efendi idi. Tekke’de icra edilen ayin sırasında vecde gelen Nureddin Cerrahi, şeyh efendinin gösterdiği yakın ilgiden de etkilenerek hemen orada şeyhe intisap etti. Mısır Mevleviyeti’ne tayin fermanı ile nişanını şeyhülislama iade ederek Mısır’a gitmekten vazgeçti.

Yedi yıl boyunca, ikamet ettiği Cerrahpaşa’dan Üsküdar’a geçip şeyhinin tekkesine devam eden ve zaman zaman şeyhinin izniyle halvete giren Cerrahi, seyrü sülukünü tamamlayarak 1703 yılı başlarında Halvetiye Tarikatı’ndan icazet aldı. Halife tayin edildi. Şeyhi tarafından kendisine taç ve hırka· giydirildi.

Darüssaade Ağası Hacı Beşir Ağa ile Sultan III. Ahmed’in gördüğü rüyalar üzerine, Sultan III. Ahmed’in emriyle Fatih -Karagümrük’teki Canfeda Hatun Camii’nin yanındaki konak satın alınıp yıktırıldı ve arsası üzerine Nureddin Cerrahi adına bir tekke inşa edildi.

1703’te törenle açılan tekkede Cerrahi hazretleri ömrünün sonuna kadar, on sekiz yıl fasılasız irşad faaliyetlerinde bulundu. Yedi halife yetiştirmiş, bu halifelerin faaliyetleri ve açtıkları tekkeler vasıtasıyla Cerrahiye tarikatı, 18 ve 19. yüzyıllarda yaygın tarikatlardan biri haline gelmiştir.

Vefatı
Nureddin Cerrahi hazretleri, kırk gün süren bir hastalık döneminin ardından 1 Ekim 1721’de vefat etti. Çok kalabalık bir cemaatin iştirak ettiği cenaze namazını Fatih Camii’nde devrin şeyhülislamı Molla Mehmed Efendi kıldırdı. Cenaze namazından sonra Karagümrük’teki tekkesine defnedildi. Yeri Cennet, makamı ali olsun! Şefaatlerini dileriz.

Cerrahi Tekkesi

İstanbul’un önde gelen tekke merkezlerinden biri olan tekke, zaman içinde dört defa yeni baştan inşa edilmiş, çeşitli onarımlara, değişikliklere ve ilavelere sahne olmuştur. 1844’te Sultan Abdülmecid tarafından tekke tamir edilmiş ve bir de şadırvan yaptırılmıştır. Türbede, altlarındaki kabirlerde birden fazla kişinin gömülü olduğu, toplam otuz kadar ahşap sanduka mevcuttur. Cerrahi tekkesi, gerek zamanında gerekse tekkelerin kapatılmasından sonraki yıllarda İstanbul’un tasavvuf kültürü ve musikisi açısından en önemli merkezlerden biri olmuştur. Pazartesi günleri icra edilen ayinler musiki tarihinde önemli yerleri olan zakirbaşılar tarafından yönetilmiştir .

Eserleri
1. Mürşid-i Dervişan,
2. Evrad-ı Kebir,
3. Evrad-ı Sağir.
4. Divan.
Divan şiiri geleneği içinde dini-tasavvufı mahiyetteki şiirlerini “Nuri” mahlasıyla yazardı.

Şiirlerinden biri:

Dil beyitini pak eden
Dervişi anka eden
Alem-i lahuta giden
Mevla zikridir zikri

Zikirden halet alan
Aşınay-ı ruh olan
Ukbada devlet bulan
Mevla zikridir zikri

Terk ehline karışan
Hem zevkine erişen
Bahr-ı ledünle görüşen
Mevla zikridir zikri

Kaynak ; Yolumuzu Aydınlatanlar -1 , Yahya Kutluoğlu , İbb Yayınları