Ana Sayfa>Silsile(Sayfa 18)

Şeyh Yakupzade Hafız Mustafa Efendi

Uşak şehir merkezindeki Şehitler Kabristanında. Kabristanının üst kapısından girdiğimizde 50 metre aşağı yürüyoruz . Sol tarafta 20 metre ileride.

Yakupzade Şeyh Mustafa Özyürek
Yakupzade Şeyh Mustafa Özyürek

Halvetı/Şabani Azizlerinden Yakupzade Hafız Mustafa (Özyürek) Efendi (d. 1887-ö. 1973) Uşaklı­ dır. Annesi Alime hanım, babası Mehmed Efendi’dir. Her ikisini de küçük yaşlarında kaybeder. Teyzesi tarafından büyütülür. Teyzeoğlu ile birlikte hafızlık tahsil eder. On sekiz yaşında Rukiye Hanım (nam-ı diğer Rukiye Molla) ile evlenir. Bu evlilikten Ah­met, Mehmet, Nurettin, Hatice (Kayahan), Ulviye (Aksekili), ve Alime (Vidinlioğlu) adlı çocukları dünyaya gelir. İyi bir halıcı olan Rukiye Hanım’ın da des­teğiyle Uşak’taki medrese tahsilinden sonra Birinci Dünya Harbi sı­rasında İstanbul’a Harbiye’ye nakleder. Buradaki tahsilini ikmalden sonra 1 Temmuz 1915 tarihinde Kafkas Cephesi’ne gönderilir. Üçün­cü Orduda teğmen rütbesiyle görev yapar ve üç sene sonra Uşak’a geri döner. Memleketine döndükten sonra ticaret ve Yeşil Cami’de imamet ile meşgul olmaya başlar.

Yakup Baba tesirli hutbeleri ve va’zlarıyla tanınmış ve saygı du­yulmuş bir azizdir. Onu yakinen tanıyanların ifadelerine göre halk üzerinde fevkalade tesiri olan ileri görüşlü bir kişidir. Hutbelerinde ”Allah’ı isteyen eteğimi tutuversin” diyecek kadar açık sözlü olmasına rağmen tasavvufi yönünü halktan gizlemeyi de bilmiştir.

Kendinden önceki piran gibi aşka ve irfana dayalı süluk anlayı­şıyla sohbetlerinde ısrarla vahdet bilincini vurgulayan Yakupzade Hazretlerine göre “Süluk, gönülden önce, dil; kulak, göz, el ve ayak eği­timidir. Dil Hakkı söyleyecek, kulak Hakkı duyacak, göz hakkı görecek! Bunlar eğitilmeden, gönül Çalab’ın tahtı olmaz! Bu eğitim birkaç gün­ de gerçekleştirilecek bir şey olmadığı gibi, ne sadece bedeni, ne de ruhi bir eğitimdir. Kırk sene hizmetin sırrı, topyekun bir gönül eğitimiyle ilgilidir. Yunus’un dergaha kırk yıl hizmet etmesi, gönül (insan) terbi­yesinin ne kadar zor ve hassas olduğunu göstermektedir. Ayrıca bu hizmet sırasında dervişin içten içe idrak etmesi gereken nüktelerden birisi de, “halka hizmetin Hakk’a hizmet ve ibadet olduğu” bilincine ulaşmakla ilgili­dir. Bu bilince bazıları kırk günde bazıları da kırk senede ulaşır. Kırk günde gelene “nerede kaldın?”; kırk senede gelene “ne kadar erken geldin!” demişlerdir. Hasıl-ı kelam, vücud-ı vahidi anlamak, cemal ve celali birlemek, sonra dönüp vücud içinde kendi aslını seyretmek kolay değildir. Kırk gün veya kırk sene tabirlerinde kabiliyet nüktesi gizlidir!

Yakup Aziz, büyük bir alim ve natık­tır. Fakat eline kalem alıp ilmini kitaba dökmemiş, ömrünü insan yetiştirmeye hasretmiş ve insan-ı kamiller yetiştirmiş­tir. Bu sebeple bizzat kaleme aldığı “Ey gözüm nuru ne bilsin gizlidir esrarımız/ Cahil ü nadan ne bilsin anlamaz ahvali­miz” matlaıyla başlayan tek nutkundan başka edebi değeri haiz bir şey bırakma­mıştır. Menakıbı maalesef derlenme­miştir. Müntesipleri tarafından dilden dile aktarılan cümlelerinden birisi “Türkiye’de ve dünyada bütün sınırlar bir gün kalkar!” sözüdür.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Yakupzade hazretlerinin insanın kalbine ok gibi tesir eden bir sohbeti var idi. Yanına gelen müftü, müderris yahut ulemadan her kim olursa olsun edeben susar, mey­danı azize bırakmak durumunda kalırdı. Yamalı Dede’ye derviş olan devrin büyük alimlerinden Fatih medreselerinden mezun Yusuf Ziya Bey, bilahire Yakupzade hazretlerine gelerek tekmil-i süluk etmiş ve ondan hilafet almış velayet erbabındandır. Bu zat Cuma hutbesi ve­rirken dahi Aziz içeri girse, hutbeyi keser, tazim ettikten sonra “des­ tur” der söze öyle devam ederdi. Bulunduğu mecliste otururken içeri girse ayağa kalkar, hürmet ederdi. Oğlum bunu yapma, istirham ederim derse de: -Aziz efendim, istirham ederim, işte bunu benden istemeyiniz der, saygıda kusur etmezdi. Bu Yusuf Ziya Hazretleri ciltler dolusu kitap yazabilecek kabili­yette olduğu halde, Aziz hazretlerinin huzurunda bir saatlik sohbet­te binlerce müşkilinin çözüldüğünü belirtirdi… Bu zat, Yamalı Dede’nin Tac-ı şerif ve asa gibi emanetlerini ya­şadığı bir hal üzere Yakupzade hazretlerine getiren kişidir aynı za­manda..

Yamalı Dede ile başlayan çağdaş kıyafet tercihi, Yakupzade haz­retleri ile devam etmiş olduğu için, gerek Yamalı, gerek Yakupzsde ve gerek onun takipçileri dönemlerinin modern kıyafetleriyle dikkat çekmişlerdir.

Yakupzade hazretleri hem şiir hem de musiki vadisinde yete­nekli olduğu halde önceki azizler gibi bu konularla doğrudan ilgi­lenmemiştir. Meclislerinde kendilerinden meşkeden bilhassa zakir­ başıları Cemaleddin Kunat ve Uşak Kurşunlu Camii Müezzini Hafız Abdullah Tez (ö. Uşak 2010) vasıtasıyla meşkettiği bazı besteli ilahiler günümüze intikal etmiştir. El yazısıyla bıraktığı tek ilahi defteri eli­ mizde olup, içinde kendilerine ait iki nutk-ı şerifleri, Salih ve Yamalı Babaların şahide kitabeleri ve zikir meclislerinde okuduğu ilahiler kayıtlıdır.

Yakup Aziz’in hatıraları bir bütün olarak toplanmamıştır. Onun yetiştirdiği pek çok zat bugün vefat etmiştir veya yaşlılık dönemini yaşamaktadır. Yakup Aziz sohbetlerinde tasavvufi tecrübelerini sa­vaş hatıralarıyla kaynaştırıp ayrı bir çeşni vermiştir fakat derlen­mediği için bunların çoğu unutulup gitmiştir. Özellikle Uşak’taki ih­vanından derlenecek hatıralar fevkalade kıymeti haizdir. Bildiğimiz şu ki onun yerine posta geçen zat silsiledeki pek çok meşayih gibi mahfi yaşamıştır. 15 Mart 2013 tarihinde göçen Cemalettin Kunat zat postu olarak kırk sene irşad görevinde bulunmuş ve sessiz seda­sız bu alemden göçmüştür.

Ahmed Şemseddin Marmaravi – Yiğitbaş Veli (k.s.)

Manisa – Saruhan Mahallesindeki Yiğitbaş camiinde

Ahmed Şemseddin Marmari Hazretleri , Manisa’ya bağlı Gölmarmara ilçesinde doğmuştur. Babasının adı İsa’dır. 1435’te doğmuş ve 1505’te Manisa’da vefat etmiştir. ‘’ Marma-ravi’’ diye tanınır. Kendini Camiu’l-Esrar adlı eserinde şöylece tanıtır ;
                              Saruhani İbn-i İsa Derviş Ahmed ismimiz
                             Marmara’da vaki olmuş mevlidimiz cismimiz
İlk Tahsiline babasının yanında başlayan Ahmed Şemseddin daha sonra yine onun vasıtasıyla Uşak2IN Kabaklı köyüne gitmiş ve orada irşad hizmetlerini sürdüren Alaaddin Uşşaki’den de manevi eğitimini tamamlamıştır. Maddi ve manevi ilimlerdeki tahsilini ikmal ettikten sonra Manisa’ya dönen Ahmed Şemseddin hazretleri burada vaaz etmiş ve ders vermiştir. 1485’de şeyhi Alaaddin Uşşaki hazretlerinin vefatı üzerine de onun halifesi olarak Manisa’da irşad faaliyetlerini yerine getirmek için memleketine dönmüştür.

Ahmed Şemseddîn hazretleri Manisa’da hocasının isteği doğrultusunda talebeler yetiştirmekle meşgûl oldu. Ancak bu sırada Şâh İsmâil de, Ehl-i sünnet îtikâdını, müslümanların Peygamber efendimizden gelen doğru inancı yıkmak için harekete geçmişti. Bu gâye ile Anadolu’ya “dâî” adı verilen halîfeler göndermiş, sahte şeyhler eliyle bozuk ve yanlış tarikatler kurdurmuştu. Ayrıca Antalya’dan Bursa’ya kadar pek çok yerde isyanlar çıkartarak halkı silâh gücü ile de sindirmek istemişlerdi. Karışıklık had safhada idi. Öyle ki bu sahte şeyhler Osmanlı merkezine kadar sızdılar. İstanbul sahte şeyhlerle doldu ve halk kime inanacağını şaşırdı.

Velî pâdişâh İkinci Bayezîd Han sahte tarîkatlerin ayıklanarak kapatılmasını istedi. Böylece halkın yanlış inanışlara kapılıp Ehl-i sünnet îtikâdından uzaklaşmasına mâni olmak üzere harekete geçti. Kurulan bir mecliste şeyhlerin imtihana tâbi tutulmasını istedi. Bu düğümü çözmek için de Ahmed Şemseddîn hazretlerini Manisa’dan İstanbul’a dâvet etti. Ahmed Şemseddîn hazretleri derhal bu ulvî görevi kabûl edip İstanbul’da Sultan Bâyezîd-i Velî hazretlerinin huzûruna çıktı ve Osmanlı Sultânının da hazır bulunduğu imtihan heyetine reislik etti.

O gün Ahmed Şemseddîn hazretlerinin tuttuğu şerîat süzgecinden hak ve doğru yolda bulunan şeyhler rahatlıkla geçerken sahteleri tutuldu. Bunlar mahcup ve perişan oldular. Tekkeleri kapatıldı ve yaptıkları işten men edildiler. Ahmed Şemseddîn hazretlerine, imtihan sırasında gösterdiği kemâl, dirâyet ve olgunluk sebebiyle “Yiğitbaşı” lakabı verildi. Pâdişâh çok hoşnut kaldığı ve takdir ettiği bu büyük velîyi hediyelerle taltîf etti. O ise bu hediyelerin tamamını fakirlere dağıttı. İstanbul’da kalması tekliflerine rağmen, tekrar Manisa’ya döndü. Bu hâdise dilden dile, şehirden şehire yayıldı. Sohbetine kavuşmak isteyenler Manisa’ya akın ettiler ve çevresinde geniş bir sohbet halkası meydana getirdiler.

Yiğitbaş veli hazretleri ; Tevhid , akaid, tasavvuf, taraikat, mürşid-mürid, ahlak ve edebe dair iri ufaklı manzum ve mensur 13 eser kaleme almıştır. Bu eserlerin çeşitli şehirlerdeki elyazma nüshasının bulunması, halk nezdinde ne derece hüsn-i kabul gördüğünün ifadesidir.

Ahmed Şemseddin Marmaravi Hazretleri ; İlim irfan yolundaki tahsili , vaaz ve tedris faaliyetleri, terbiye ve irşad hizmetleriyle dolu dolu geçen 70 senelik bereketli ömrünü 910 (1505)’te  tamamlamış, Manisa’da vefat etmiştir. Kabri o tarihlerdeki Seyyid Hoca bugünkü adıyla Adakale Mahallesindeki dergahının ( Yiğitbaş camii) bahçesindedir. Günümüzde tekkenin bulunduğu yere bir cami yapılmış , kabri de bu caminin bahçesinde olup ziyaret edilmektedir. Yiğitbaşı Veli’den sonra tarikatı çok geniş bir coğrafyaya yayılmış ve yüzyıllar boyunca tesirleri devam etmiştir.

Halvetiler arasında ”Ortakol” olarak tanınan Ahmediyye şubesi daha sonraları dört ana kola, bu ana kollar da çeşitli kollara ayrılmışlardır ki kurucularının adıyla anılan bu kolların bazıları şöyledir ; Sinaniyye , Ramazaniyye, Cihangiriyye,Cerrahiye,Uşşakiyye, Mısriyye …. Bu kollar vasıtasıyla tesirleri Balkanlara kadar yayılmış ve günümüzde de devam etmektedir.

Abdulkadir Geylani (k.s.)

Irak – Bağdat – Rusafa Bölgesinde Kifah caddesi üzerindeki Abdulkadir Geylani caminde.

470’te (1077) Hazar denizinin güney- batısındaki Gilan eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Arapça’da “el- Cîlî, el-Cîlânî”, Farsça’da “Gîlî, Gîlânî”, Türkçe’de ise “Geylânî” şeklinde telaffuz edilen nisbesiyle şöhret buldu. Babası Ebû Sâlih Mûsâ’nın dindar bir kimse olduğu bilinmekte, ancak hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır.

Hz. Ali’ye ulaşan soy şeceresi kaynaklarda şöyle verilmektedir: Abdülkâdir-i Geylânî b. Mûsâ b. Abdullah b. Yahyâ b. Muham- med b. Mûsâ el-Cevn b. Abdullah el- Kâmil b. Hasan el-Müsennâ b. Hasan b. Ali. Hz. Hasan soyundan gelen şerifler İdrîsîler, Sa’dîler (Filâniyyün) ve Kadiriler adı verilen üç kola ayrılırlar. Babasının “Zengî-dost” (zenci dostu) unvanıyla anılması ve kendisinin Bağdat’ta, a’cemî (Arap olmayan, yabancı) olarak tanınması gibi hususlar bahis konusu edilerek, Hz. Hasan’a varan soy şeceresinin sonradan ortaya konulmuş olduğu da ileri sürülmüştür. Devrin tanınmış zâhid ve sûfflerinden Ebû Abdullah es- Savmaînin kızı olan annesi Ümmü’l- Hayr Emetü’l-Cebbâr Fâtıma’nın da kadın velîlerden olduğu kabul edilir.

Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülkâdir, annesinin yanında ve dedesi Savmaî’nin himayesinde büyüdü. Kendisi on yaşında mektebe gidip gelirken melekler tarafından korunduğuna inanırdı. Bütün gayesi tahsiline devrin en önemli ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’ta devam etmekti. On sekiz yaşına gelince annesinden izin alarak bir kafileye katılıp Bağdat’a gitti (1095). Orada Ebû Gâlib b. Bâkıllânî, Ca’fer es-Serrâc, Ebû Bekir Sûsen ve Ebû Tâlib b. Yûsuf gibi âlimlerden hadis; Ebû Saîd el-Mu- harrimî (Mahzûmî), Ebû Hattâb ve Kâdî Ebû Hüseyin gibi hukukçulardan fıkıh; Zekeriyyâ-yı Tebrîzî gibi dilcilerden de edebiyat okudu. Kısa zamanda usul, fürû ve mezhepler konusunda geniş bilgi sahibi oldu. Bağdat mutasavvıflarıyla yakın dostluklar kurduğu bu yıllarda Ebü’l-Hayr Muhammed b. Müs- lim ed-Debbâs (ö. 525/ 1 131) vasıtasıyla tasavvufa intisap etti. Kaynaklar tarikat hırkasını Debbâs’tan giydiğini ve onun damadı olduğunu bildirirler.

Hocası Ebû Saîd’in kendisine tahsis ettiği Bâbülerec’deki medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuttu ve vaaz vermeye başladı. Ancak bir süre sonra bütün bunları bırakarak inzivaya çekildi. Menkıbeye göre, yirmi beş yıl kadar süren inziva döneminin sonunda, başka biri yedirmedikçe kendi eliyle hiçbir şey yememeye ahdetmiş, aradan kırk gün geçtiği ve içinden “açım, açım” sesleri geldiği halde olağan üstü bir dayanma gücü göstererek direnmiş, nihayet bu hali Ebû Saîd el-Muharrimrye mâlum olmuş, o da bunu alıp evine götürerek eliyle doyurmuş ve daha sonra da kendisine şeyhlik hırkasını giydirmiştir.

Cüneyd-i Bağdâdi’ye ulaşan tarikat silsilesi şöyledir: Ebû Saîd Mübârek el-Mu- harrimî, Ebü’l-Hasan el-Hekkârî, Ebü’l- Ferec et-Tarsûsî, Abdülvâhid et-Temîmî, Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî. Muhtemelen inziva döneminin sonunda oğlu ile birlikte hacca gitti. Mekke’de tanıştığı birçok sûfîye hırka giydirdi. Sühreverdî, onun dört kadınla evli olduğunu söyler. Ancak ne zaman evlendiği bilinmemektedir. Herhalde halvete çekildiği zaman evli ve çocuk sahibi idi. Bağdat’ta vefat etti.

Abdülkâdir-i Geylânî, 1127’de ilk defa vaaz vermeye başladığı zaman ancak birkaç kişiye hitap ediyordu. Fakat daha sonra cemaati giderek arttığı ve medrese dar gelmeye başladığı için vaaz meclisini Bâbülhalbe’deki bir camiye nakletti. Açık havada verdiği vaazlarını dinlemek için yetmiş bin kişinin Bağdat’a geldiği, arka saflarda bulunanların ön saflardakiler kadar sesini rahatlıkla işittikleri rivayet edilir. Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için “Bâzullah” (Allah’ın şahini) ve “el-Bâzü’l- eşheb” (avını kaçırmayan şahin) unvanıyla da anılan Abdülkâdir’e bu unvan, Demîrî’ye göre şeyhi Debbâs’m meclisinde verilmiştir. Vaazlarında dinleyicilerine kurtuluşu ve cenneti vaad ettiğini, bu konuda onlara teminat verecek kadar inançlı ve kesin konuştuğunu, hitabetinin son derece etkili olduğunu kaynaklar görüş birliği içinde zikrederler.

Daha sağlığından itibaren kendisinden birçok keramet nakledilerek kişiliği tam mânasıyla menkıbeleştirilmiş, gerçek kimliği ise önemini yitirmiş ve unutulmuştur. İbnü’l-Arabî, “kün” ilâhî kelimesine mazhar olduğu için Abdülkâdir’den çok keramet zuhur ettiğini söyler. Tasarruf ve kerametlerinin ölümüden sonra da devam ettiğine inanıldığı için müridlerinin darda kaldıkları zaman söyledikleri ” Medet Ya Abdülkadir” sözü bir tarikat geleneği olmuş, özellikle kadınlar, çaresiz kalanlara imdat ettiğine inandıkları Abdülkâdir’in ruhaniyetine samimi bir bağlılık gös- termişlerdir. Veysel Karanî ve İbrâhim b. Edhem gibi Abdülkâdir-i Geylânî de Türk halk edebiyatı ve folklorunda önemli bir yer tutmuştur. Yunus Emre’ye nisbet edilen, “Seyyâh olup şu âlemi araşan/Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz” mısralarıyla başlayan şiir ile Eşrefoğlu Rûmî’nin, “Arısının balıyım bahçesinin gülüyüm/Çayırının bülbülüyüm yâ şeyh Abdülkâdir!” gibi şiirlerinde ona karşı duyulan derin hayranlık terennüm edilmiştir.

Abdülkadir Geylani Hazretletleri’nin vefatı ;
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri vefât edeceği sırada, oğullarına: Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde sizinle, bâtında sizden başkasıyla (ya’nî Allahü teâlâ ile) beraberim. Yine o esnada buyurdular: Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın! Yine buyurdu: Aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü, Allahü teâlâ beni ve sizi mağfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin! Bismillah gayre müvedde’în. Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.

Oğlu Şeyh Abdurrezzâk anlatır: Gavs-ül-a’zam, o esnada, ellerini kaldırıp, uzattı ve: “Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz ve size geliyorum denilenlerin safına giriniz!” buyurdu.

Vefât ederken iki defa, Allahümme refîk’al a’lâ deyip: “Size geliyorum, size geliyorum” buyurdu. Tekrar buyurdu ki: “Durun!” Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken: “Bana kimse birşey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim” buyurdu.

Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr, babacığım, bedenin acı duyuyor mu? diye arz edince, “Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir.”

Abdulkadir Geylani hazretlerinin Türbe-i şerifi
Külliyenin yerinde daha önce Hanbeli Fakihi Ebu Said el Muharrimi’nin ders veridiği bir medrese bulunmaktaydı. Muharrimi’nin talebesi ve ve halefi olan Abdülkadir Geylani medreseyi genişleterek bir tekke ilave etmiş, 561’de ölümü üzerine buraya defnedilerek adına bir türbe yapılmıştır. Bağdat’taki diğer örnekler gibi mukarnas kubbeli olduğu sanılan ilk türbe, Kanûnî Sultan Süleyman’ın emriyle 1534’te yenilenerek yanıbaşına bir cami, etrafına da imaret, medrese ve tekke hücreleri yaptırılmıştır. Planlarını Mimar Sinan’ın hazırladığı külliye, 1574’te Bağdat Valisi Elvendzâde Ali Paşa zamanında tamamlanmıştır. Daha sonra 1638’de IV. Murad, 1674’te Silâhtar Hüseyin Paşa, 1708’de III. Ahmed, 1865’te Abdülaziz, 1900-1904 yılları arasında II. Abdülhamid ve 1970-1974 yılları arasında da mütevellileri tarafından tamir ettirilmiştir.

Etrafı yüksek duvarlarla çevrili geniş bir avlu içinde yer alan külliyeye, doğu ve batı tarafından iki taçkapıyla girilmektedir. Cephe duvarlarını aşan kademeli, sivri kemerli taçkapılarla süslemeleri, Selçuklu üslûbu taklit edilerek 1974’te yenilenmiş, külliyenin güneyindeki hazîre ile bahçe duvarı ise modern mimari anlayışıyla düzenlenmiştir. Güneyde bulunan türbe ile cami ile birlikte ele alınmış ve caminin planı, daha eski olan türbeye uydurulduğu için de genel planda bir çarpıklık meydana gelmiştir. Cami ve türbe; üç taraftan çifte revakla çevrelenmiştir: Revaklar siyah mermer sütunların taşıdığı otuz sekiz küçük kubbeyle örtülüdür. Kubbelerin cami ve türbeye açılan bölüm üzerindeki dördü mukarnas dolgulu,diğerleri sadedir. Külliyenin çekirdeğini teşkil eden türbe kare planlı olup üzeri, köşe kubbelerine yaslanan kubbeyle örtülüdür. Önünde dört eyvanlı Selçuklu yapılarını hatırlatan küçük bir geçiş mekânı bulunmaktadır. Üç kapıyla girilen türbenin içi son tamirde altta mermer, üstte kristal camlarla, miğfer şeklindeki dış kubbe ise kasnaktan itibaren halı desenli çinilerle kaplanmıştır. Çeşitli hatlarla ve motiflerle süslü sanduka Osmanlı eseridir ve gümüş bir kafesle muhafaza edilmektedir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Kaynak ;
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 1 , sy 240-241 , Hazırlayan ; Süleyman Uludağ
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 1 , sy 242-243 , Hazırlayan ; Abdüsselam Uluçam
İslam Alimleri Ansiklopedisi

[/toggle]

Seyyid Nur Muhammed Bedayuni (k.s.)

Hindistan – Yeni Delhi’de , Nizameddin Evliya dergahı yakınında

Evliyanın büyüklerindendir, seyyid olup soyu Rasülullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e ulaşır. Hindistan’ın Bedayun şehrindedir. Doğum tarihi bilinmemektedir.

Seyyid Nur Muhammed Bedayüni Hazretleri ilmini ve feyzini İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin torunu, büyük alim ve mürşid-i kamil Muhammed Seyfüddin Faruki Hazretleri’nden aldı. Şeyhinin ölümünden sonra Abdülhak Muhaddis ed-Dehlevî (Rahimehullah)ın oğlu Hafız Muhammed Muhsin (Rahimehullah)ın sohbetlerine devam etti.

Seyfüddîn-i Farükî Hazretleri’nin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip icazet aldı. İlimde o kadar yükselmişti ki sarf, nahiv, mantık, me’ anî, tefsîr, hadîs ilimlerinde ve tasavvufta zamanının yegane alimi ve rehberi idi. Tasavvuf ehli onunla iftihar etmişlerdir, insanlar ondan feyiz almak için sohbetine koşmuşlardır. Bir teveccühü ile talebelerinin kalpleri zikretmeye başlardı. Yetiştirdiği talebelerin en meşhuru ve halîfesi Muhammed Can-ı Canan el-Mazhar Hazretleri olup evliyanın büyüklerindendir.

Seyyid Nur Muhammed Bedayünî Hazretleri dînin emirlerine tam uyardı. Şüpheli şeylerden ve haramlardan sakınma husüsunda gayreti son dereceye ulaşmıştı. Yiyeceği ekmeğin ununü helalden tedarik eder, hamumnu kendi yoğump, pişirir ve açlık ağır bastıkça azar azar yerdi.

İstiğrak ve cezbe halleri yani tasavvufta ilahî aşk ve kendinden geçme hali pek ziyade idi. On beş sene bu hal üzere yaşadı ve tasavvufi hallere gark oldu. Ömrünün son zamanlarında bu halden ayıklık haline dönmüştür. Sünnet-i Seniyye’ye ittiba’a çok dikkat gösterirdi. Rasülüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in hayatını yüksek ahlakını anlatan kitapları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hallerinde ve işlerinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)e uymaya çalışırdı.

Bir gün birisi yiyecek bir şey hediye getirmişti. Kendisine takdim edilince, nazik bir tavırla “Bu yiyecekte bir zulmet gözüküyor, bir araştırınız.” buyurdu. “Bu yiyecek helaldendir.” diye arzettiler. Fakat araştırınca, bu yiyeceğin gösteriş niyetiyle hazırlandığını anladılar.

Dünyaya düşkün olan bir kimse, kendisinden emanet bir kitap istediğinde verirdi. Kitap geri getirilince o kitabı bir yere koyar ve üç gün bekletirdi. Verdiği kimseden kitap üzerine sirayet eden zulmet, sohbetinin bereketiyle dağıldıktan sonra alip okurdu.

Evliyanın büyüklerinden ve Seyyid Nur Muhammed Bedayuni Hazretleri’nin en başta gelen talebesi olan Habibullah Can-ı Canan el-Mazhar Hazretleri ondan bahsederken gözleri yaşla dolar ve talebelerine şöyle derdi: “Sizler Seyyid Nur Muhammed Bedayüni Hazretlerine yetişemediniz, onu görmediniz. Eğer görmüş olsaydınız, imanınız tazelenir ve ”Allah-u Te’ala ne büyük kudret sahibidir ki. böyle mübarek bir zat yaratmış” derdiniz. Onun keşfi son derece kuvvetli idi. Başkalarının baş gözüyle göremediklerini o, kalp gözüyle görür ve anlardı.Hayatı baştan sona fazilet ve kerametlerle doludur.

1135 (1722) senesinde Delhi’de vefat etti. Mürîdlerinden Newab Mükerrem Han’ın Nizameddin Evliya Türbesi civarında bulunan bağına defnedildi. En önemli halîfesi olan Can-ı Canan el-Mazhar Hazretleri daha sonra buraya bir türbe yaptırdı.

Şeyh Seyfeddin Faruki (k.s.)

Hindistan – Serhend’de İmam Rabbani hazretlerinin 200 metre güneyinde

İmam-ı Rabbani Hazretleri nin torunu ve eI-Urvetü’l-Vüska Muhammed Masum el Faruki Hazretleri’nin altıncı oğludur, ismi Muhammed Seyfüddîn, nisbesi Farükî’dir. Muhyi’s-sünne (sünneti ihya eden) lakabıyla meşhur olmuştur. 1055 (1645) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrinde doğdu. 1684 (H. 1095) senesinde aynı yerde vefat etti. Kabri, babası Muhammed Masum el-Faruki Hazretleri’nin türbesinin yakınındaki türbededir.

Seyfüddin-i Farükî (Kuddise Sirruhü) küçük yaşından itibaren ilme yönelip ders okuyabilecek yaşa geldiği zaman Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Sonra amcası Muhammed Sa’id’den akli ve nakli ilimleri tahsil edip kısa zamanda çok şeyler öğrendi. Zamanının marifet deryası olan babası Muhammed Ma’sum-i Faruki Hazretleri’nin teveccüh ve sohbetleriyle, Nakşibendiyye yolunun usul ve adabı üzere tasavvuf yolunda ilerleyip, kısa müddet içinde manevi mertebeleri kat etti, birçok hallerin ve kerametlerin sahibi oldu. Manevî derecelere kavuşup, arifler semasının ayı ve alimlerin baştacı oldu. Kendisine, ilahî hazinelerin kapıları aralanıp, birçok ihsanlara kavuştu.

Zahiren ve batinen olgunlaştıktan sonra babasının emriyle insanlara, Allah-u Te’ala’nın dinin, Rasullulah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in güzel ahlakını anlatmak ve vaktin sultanı Evrengzib AIemgir Han’ın dini terbiyesi için vazifelendirilip Delhi’ye gitti.

Sohbetlerinin bereketiyle Hindistan’da yayılmış birçok bidat ve sapıklık, Sultan Alemgir Han tarafından ferman çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in unutulmuş ve kaybolmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, valiler ve devlet adamları da Seyfüddin-i Faruki Hazretleri’nin sohbetleriyle şereflenip hidayete kavuştular. Ona son derece saygı duyup huzurunda ayakta dururlardı.

Muhammed Seyfüddin-i Faruki Hazretleri’nin himmet ve bereketiyle, Hindistan’ın her tarafında İslamiyet yayılıp Müslümanlar kuvvetlendi. Bidat sahipleri ve kafirler perişan olup, hiçbir yerde kabul görmediler. Hindistan hiçbir zaman böyle bir devir görmemişti.

Muhammed Seyfüddin-i Faruki Hazretleri, Delhi’deki bu gelişmeleri ve Sultan Alemgir Han’ın sevindirici halini babasına mektup yazarak bildirdiği zaman, babası çok sevinip dua etti.

Delhi’de, onun sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kafirler, facirler, fasıklar da onun sohbet meclisine gelip, yüksek huzuruyla şereflenince, hidayete kavuşup eski günahlarına tevbe edip, istiğfar ederek geri dönerlerdi.

Onun sohbeti bereketiyle, binlerce kişi hidayete ve kemale kavuşup, yüksek derecelere ulaşmıştı. Dergahına her gün binlerce kişi gelir feyz alırdı. Delhi’de kurduğu tekkeden pekçok halifeler yetişti. Burada yetişen halifeler aracılığıyla, Nakşibendiyye’nin Müceddidiye kolu, Afganistan, Türkistan, Irak ve Şam bölgelerine yayıldı.

Ömrünü islamiyet’in emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanlara anlatarak onların dünyada ve ahirette saadete, kurtuluşa ermeleri için sarf eden Muhammedi Seyfüddin Hazretleri bin dört yüz veli yetiştirdi. Birçok velî ve mürşid-i kamil yetiştirip, insanların hidayete kavuşmalarına vesile oldu. Seyyid Nur Muhammed Bedayuni (Kuddise Sirruhü) yetiştirdiği talebelerinin en büyüğü ve kamilidir.

Sekiz oğlu vardı. Üçü kendi huzurunda kemale geldi. Beşi henüz küçüktü. Büyük olan oğulları Şeyh Muhammed Azam, Şeyh Muhammed Hüseyin ve Şeyh Muhammed Şu’ayb’dır. Diğer oğulları Muhammed İsa, Muhammed Musa, Muhammed Kelimetullah, Muhammed Osman ve Abdurrahman’dır. Altı kızı vardı. Bunların isimleri de Cennet, Habibe, Saire, Şehrî, Refiunnisa ve Zehra’dır. (Rahmetullahi Aleyhim ve Aleyhinne Ecma’în)

”Mektubat-ı Seyfiyye” adlı bir eseri olup, için de yüz doksan mektup vardır. Bu kıymetli eseri, oğlu Muhammed Azam (Rahimehullah) toplayıp kitap haline getirmiş, Hindistan’ın Haydarabad şehrinde basılmıştır.

Kaynaklar ; Lalegül dergisi – Cübbeli Ahmet Hoca Efendi
(Muhammed Fazlullah es-Serhendi, ‘Umdetü’l-makamat, sh:392; Yusuf en-Nebhanî, Cami’u keramati’l-evliya, 1/204; Muhammed Zahid el-Kevserî, İrgamü’l-merîd, sh:75; ‘Abdülmecid el-Ham, el-Kevkebü’d-dürriyye ‘ale’l-Hadaiki’l-verdıyye fi ecillai’s-sadati’n-Nakşibendiyye, sh:593-595; Ahmed Hilmî, Hadîkatü ‘1-evliya, sh:112; İslam Alimleri Ansiklopedisi, 16/173)

Muhammed Masum (k.s.)

Hindistan – Serhend’de İmam Rabbani Hazretlerinin türbesinin 200 metre kuzeyinde

Asıl adı Muhammed’di. Günaha düşmekten ve şüphelilere yaklaşmaktan çok sakındığı için ”Ma’sum” lakabıyla anılırdı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğludur. 1599 (H. 1007) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan Mülk-i Haydar mevkıinde doğdu.

O daha küçük iken, babası onda tam bir olgunluk ve irşâd eserleri gördü. İstidâdının yüksekliğini anlayınca teveccüh ve nazarları ile ona yönelip, istidâdının altında gizli kemâlâtın açığa çıkmasını bekledi. Buyurdu ki: “Hâl, ilimden sonra olduğu için, ilim okumaktan başka çâre yoktur.” Bu sebeple oğluna aklî ve naklî ilimleri okutmağa başladı. En zor ve en derin kitapları satır satır, yaprak yaprak okumasını emretti. Böylece Muhammed Ma’sûm hazretleri, ilim tahsîline başladı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; “İlim tahsîlini çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz vardır.” buyururdu. Daha on dört yaşında iken babasına; “Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur.” diye arzedince, babası; “Sen zamânının kutbu olursun.” buyurarak müjde verdi. Nitekim daha sonra bunu kendisi şöyle belirtmiştir: “Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun. Vâd edilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine kavuştum.”

Muhammed Ma’sûm, ilminin çoğunu babasının huzûrunda öğrendi. Bu tahsîli sırasında İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektubunda onun hakkında şöyle yazmıştır: “Bu günlerde oğlum Muhammed Ma’sûm, Şerh-i Mevâkif’i bitirdi. Bu arada Yunan felsefecilerinin kusur ve hatâlarını iyi anladı. Nice faydalara kavuştu. Allahü teâlâya bu ihsânından dolayı hamd ve senâlar olsun.” İlminin bir kısmını da büyük ağabeyi Muhammed Sâdık’tan ve babasının halîfelerinden olan büyük âlim Muhammed Tâhir-i Lâhorî’den öğrendi. Ayrıca başka âlimlerden de ilim öğrendi. Hadîs ilminde babasından icâzet, diploma aldı.

On altı yaşında iken, bütün ilimlerin tahsîlini bitirdi. Bundan sonra tamâmen tasavvufa yönelip, babasının feyzlerine, üstün makamlara, büyük derecelere ve yüksek kemâlâta kavuştu. Kendinden önce yaşayan büyük velîlerin bir ömür harcayarak elde ettiklerini, o daha çocukluğunda elde etti. Bu durumu kendisi şöyle ifâde etmiştir: “Bu fakîr, (yâni Muhammed Ma’sûm) o esrar denizlerinin dalgıcı oldum. O yüksek efendim (İmâm-ı Rabbânî), dâimâ bu fakîrin hâlini kontrol ve teftiş ederdi. İlerlememi yakından incelerdi. Çok teveccüh buyururdu. Gizli hakîkatleri beyân eyledikleri zaman bu fakîrden başkası, şerefli huzurlarında yoktu. Kavuştuğum şeyleri sorduktan sonra çok iltifât eylediler. Yüksek hâllere kavuştuğumun müjdesini verdiler. Allahü teâlâya bunun ve verdiği nîmetler için hamd ü senâlar olsun.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri ömrünün son günlerinde onu husûsî odasına çağırıp buyurdu ki: “Benim bu dünyâya bağlılığım yalnız bu kayyumluk vazifesi ve muâmelesi sebebiyle idi. Devamlı teveccühlerden sonra o sana verildi. Bütün mahlûkât tam bir şevk ile yüzünü sana dönüyor. Şimdi bu fânî dünyâda kalmak için sebep bulamıyorum. Bu denî, aşağı ve hakîr dünyâdan göç etmem yaklaştı.” Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî buyurdu ki: “Bu fakîr, bu gizli müjdeyi duyduğum hâlde kalbim parçalandı. Gözlerim yaşla doldu. Büyük bir elem ve üzüntü ile kendimden geçtim. Ne dilimde konuşacak kuvvet, ne kulağımda dinleyecek kudret kaldı. Bendeki bu değişmeyi görünce, şefkât ve merhametinin çokluğundan bir müddet daha yaşayacağını işâret edip; “Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; birini kendine çağırır, diğerini onun yerine oturtur.” buyurdu.

Muhammed Ma’sûm, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra, vâz ve irşâd makâmına geçip talebe yetiştirmeye başladı. O da ilim ve feyz saçarak insanları doğru yola dâvet etti. İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti onun ki kadar yaygın olan bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuz yüz bin kişi ona talebe olup elinde tövbe etmiş, talebelerinden yüz kırk bini evliyâlık mertebelerine kavuşmuş, yedi bini de mürşid-i kâmil, tam ve olgun bir âlim olarak yetişip, irşâd ile emrolunmuştur. Talebeleri onun huzûrunda bâzan bir ayda, bâzan bir haftada evliyâlık kemâlâtına ererlerdi. Bâzılarını bir teveccühde, makamların hepsine ulaştırırdı.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin yetiştirdiği mürşid-i kâmillerden herbiri, bulunduğu yerlerde insanlara feyz vererek, onları irşâd ettiler, hak olan doğru yolu anlattılar. Böylece onun feyz ve mârifeti her tarafa yayıldı. Yapılan bu mükemmel hizmetler, îzâh edilemeyecek kadar umûmileşti, yaygınlaştı ve asırlar sonrasına aksetti. Talebelerinin meşhûrlarından olan Murâd-ı Münzevî hazretlerinin kabri İstanbul’dadır. İstanbul’da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan biridir.

Muhammed Ma’sûm hazretleri 1657 (H.1068) senesinde hacca gitti. Bu sefere çıkıp mukaddes beldelere varınca buyurdu ki: “Bu yerlerin her tarafını Peygamber efendimizin nûrları ile dolmuş buluyorum.” Mekke ve Medîne’de bulundukları müddetçe, beyâna sığmaz hâller müşâhede eyleyip, bir kısmını yakınlarına anlatmıştı. Buyurdu ki: “Mekke-i mükerremeye geldiğim zaman tavâf-ı kudûm yaptım. Melekler ve hûrilerin Kâbe’yi tavaf ettiklerini, böyle şevk ve kavuşma hasretinin insanlarda olamayacağını gördüm. Her defâsında Kâbe’yi üç defâ medhederlerdi. Kâbe’nin etrâfından göğe kadar her yeri kaplamışlardı.”

Yine şöyle buyurdu: “Mekke’den Arafat’a gitmek için yola çıktım. Mina’ya varınca, namaz kılmak için Mescid-i Hîf’e girdim. Peygamber efendimiz o mescidin yakınında çadır kurmuş, konaklamışlardı. Aynı zamanda orada Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmın makamları vardı. Bu mescidde oturduk. Allah’ın Peygamberi tam bir heybet ve celâl ile geldi. O’nun o mübârek latîf vücûdu sebebiyle yer gök nûr ile doldu. Her şey o nûrun içine gömüldü.”

Mekke-i muazzamada bulunduğu sıralarda, büyük kardeşi Hâce Muhammed Saîd hastalanmıştı. Hastalığı da ağırdı. Kurtulması için duâ etti.Teveccüh buyurdu. Ağlayarak Allahü teâlâya sığındı. Ellerini kaldırarak, içli duâ eyledi. Sonra buyurdu ki: “Duâ esnâsında müşâhede eyledim ki; huşû ile ellerimi kaldırıp, Allahü teâlâya duâ ettiğim sırada, mahlûkatdan milyonlarcası, bana uyarak ellerini kaldırdılar. Murâdımın hâsıl olması için, duâma iştirak ettiler. Böylece duâm kabûl oldu. Ağabeyimin rahatsızlığı geçip tam sıhhate kavuştu.”

Yine buyurdu ki: “Kâbe’de idim. Hazret-i İbrâhim’i, makâm-ı İbrâhim’de gördüm. Onun yakınında inanılmıyacak zuhûrlar ve garîb hâller buldum.”

Peygamber efendimizin dünyâyı şereflendirdikleri Rebî’ul-evvel ayının on ikinci gecesi, Kabe’de Mültezem’in yanında iken, irşâd ile meşgûl olayım mı, yoksa bu işi bırakıp uzlette, kendi başıma mı ibâdetle meşgûl olayım diye Resûlullah efendimize tazarrû, yalvarma ve ilticâda bulundum. Çok kıymetli olan irşâd ile meşgûl olmam için emrolundum. Allahü teâlânın rızâsının tamâmen bu işte olduğunu ve bu işe gayret etmemi bildirdi. Hattâ bunu terketmemin hiçbir şekilde rızâsına uygun olmadığı anlaşıldı.

Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm hazretleri Mekke-i mükerremeden ayrılıp, Cidde’ye geldiği zaman buyurdu ki: “Nûrlar ve esrâr, Harem-i şerîfin dışında, içindekilerden daha çok görünmeğe başladı. Zîrâ, huzurda iken, nûrların ziyâsının çokluğu, onlara bakmamıza mâni oluyordu. Bu yüzden hiçbir tarafa bakamıyordum ve her şeyi iyice anlayamıyordum. Nûrların azalması, bakmayı kolaylaştırdığı için, anlamak da mümkün oluyor.” Sonra Medîne’ye gitmek üzere yola çıktı.

Medîne-i münevvere yoluna büyük bir sevgi ile koyuldu. Mescid-i nebînin nûrlarının eserlerinin, dalgalarının görünmesi, duyulmağa başlaması, bir an evvel bu kıymetli yerlere kavuşmağı hızlandırıyordu. Bunun gibi Sahâbe-i kirâmın mübârek mezârlarına ulaşmak için tam gayret ediyordu. Bedir vâdisine gelince, Sugra’da yatan Bedir muhârebesi şehîdlerinden hazret-i Abdülhâris’in mezârını ziyârete gitti. Yanındakilerle berâber, bir müddet mezârın başında murâkabe eyledi. Sonra; “Onun mezârının başında teveccüh ettim. Kendisini bulamadım. Bir müddet sonra görünüp, bize doğru geldi. Büyük bir neşe ile beni karşıladı.” buyurdu.Sonra Medîne’ye girdiler. Medîne’de Peygamber efendimizin kabrini ziyâret ederek, uzun müddet murâkabe ile meşgûl oldu ve; “Peygamberlerin sonuncusu, kereminin çokluğundan ve merhametlerinin fazlalığından gözüküp yanıma geldi.Lütf ve inâyet buyurup beni kucakladı. O kadar nîmete kavuştum ki, bunun gibisine bu zamâna kadar kavuşmamıştım.” buyurdu. Orada bulunduğu müddetçe Peygamber efendimizi bu şekilde defâlarca görmüştür.

Muhammed Ma’sûm hazretleri Medîne-i münevverede bulunan Eshâb-ı kirâmdan birçok zâtın ve diğer büyük zâtların medfûn bulunduğu Bakî’ kabristanını da ziyârete gitti.Bu ziyâreti sırasında da, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin rûhâniyeti ile görüştü. Bakî’ kabristanında vedâ ziyâreti yaparken, hazret-i Osman’ın nûr saçan mezârı başında oturdu. Diğer mezârları da ziyâret için oradan ayrılırken, hazret-i Osman’ın rûhâniyeti gözüküp onu uğurladı ve üç defâ öptü. Ayrıca hazret-i Abbâs’ın, hazret-i Âişe’nin, hazret-i Fâtıma’nın, Peygamber efendimizin küçük yaşta vefât eden mübârek evlâdı İbrâhim’in ve diğer büyüklerin rûhâniyetini görmüştür. Onların da feyz ve bereketlerine kavuştuğunu, herbirinden ayrı ayrı hâller gördüğünü bildirmiştir.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin, vefât ettiği sene, Şa’bân ayının on beşinci gecesi, yâni duâların kabûl olduğu, ecellerin takdir edildiği Berât gecesinde, talebelerinden bâzı hâdiseleri sorup cevap aldı. Sonra da; “Bir kutbun ismini yaşayanlar defterinden sildiler.” buyurarak, vefât edeceğine işâret etti.Yine vefâtına yakın bir zamanda bir yerde durup; “Pek yakında kemâl sâhiplerinden birinin mezârı burası olur.” buyurdu. Vefât edince kabrinin orası olduğunu görenler bu sözdeki işâreti anladılar. Yine o günlerde babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kabrini ziyâret ettiği sırada ondan âhiretin hâllerini sorduğunu ve babasının cevâbında; “Burada her şey rahmet iledir” buyurduğunu bildirdi ve ertesi gün vefât etti.Vefâtları 1668 (H.1079) senesi Ağustos ayının on yedinci günü öğle vakti idi. Cenâzesini, Ahund Sücâdil yıkadı. Mübârek ağzını yıkamaya sıra gelince, yıkayıcı; “Bu mübârek ağzı açmaya tâkat getiremiyorum.” dedi. Bunun üzerine Muhammed Ma’sûm hazretleri kendisi, hayatta olanlar gibi ağzını açtı, suyu ağzına aldı ve ağzını çalkaladı. Orada bulunanlar bu hâli görünce şaşırdılar. Namazını en küçük kardeşi, Şeyh Yahyâ kıldırdı. Mezârı, hayatta iken; “Burada kemâl mertebelerine kavuşan bir fakîrin mezârı bulunur” buyurduğu yer oldu. Bâbür sultânı ve talebesi olan Evrengzîb Âlemgir, kabri üzerine yüksek kubbeli bir türbe yaptırdı. Türbesi, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesinin birkaç yüz metre kuzeyindedir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ında, bu oğluna yazdığı mektuplar vardır.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin kıymetli neslinden pekçok veli yetişmiş ve zamanlarının kutbu olmuşlardır. Bütün İslâm memleketlerine feyzleri yayılıp nûrlandırmıştır. Ecdâdlarının vârisleri ve yeryüzünün meşhûrları olmuşlardır. Hidâyet ve irşâdda yüksek derece kazanmışlardır.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin üç ciltlik;Mektûbât-ı Ma’sûmiyye adlı bir eseri vardır. Bu üç cildde toplam altı yüz elli iki mektup vardır. Son olarak 1976 (H.1396) senesinde Pakistan’ın Karaçi Şehrinde bastırılmıştır. Fârisî olan bu mektuplar arasından yüz kırk bir adedi seçilerek; Müntehâbât-ı Ma’sûmiyye adı ile İhlâs Holding A.Ş. tarafından bastırılmıŞtır.

[toggle title=”Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretleri Mektûbât-İ Ma’sûmiyye’sinin 1. cild 4. mektubundaşöyle buyurmaktadır:” load=”hide”]
“Bu bir köşede unutulmuşu hatırlıyarak, kardeşim Mevlânâ Muhammed Hanîf ile gönderdiğiniz mektup geldi. Okuyunca, çok sevindirdi. Ortağı, benzeri olmayan cenâb-ı Hakk’a bağlılığınızı ve O’nun muhabbetinin ateşi ile yandığınızı okuyunca, sevincimiz kat kat arttı. Bu âhir zaman fitne ve zulmeti içinde, Allahü teâlâ, bir kulunun kalbine, kendi sevgisini yerleştirir ve kendi hicrânı, ayrılığı ile onu yakarsa ne büyük nîmettir! Bu nîmetin kıymetini bilip, şükrünü yapmak lâzımdır. Durmayıp, bunun artmasına çalışarak, aşk-ı ilâhînin, en son derecesine yükselmesini beklemelidir. Hakîkî matlûbdan başka hiçbir şeye gönül bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle uğraşmamalıdır. Muhabbet ateşi, nefs-i emmârenin azgınlığından, yükselmesinden meydana gelen, izzet-i nefs perdesini tamâmen yakarak, ezelî ve ebedî kemâlâtİn nûrlarİ, kalbi aydİnlatmalİdİr. “Nîmetlerime Şükrederseniz, onlarİ arttİrİrİm.” (İbrâhim sûresi: 7) buyrulmuŞtur.

Ey mes’ud ve bahtiyâr kardeşim! Allahü teâlânın sevdiği kullarının yolunda yürümek arzusunda isen, bu yolun şartlarını ve edeblerini gözetmelisin! En önce, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Çünkü Allahü teâlânın sevgisine ulaştıran yolun esâsı bu ikisidir. İşlerinizi, sözlerinizi ve ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin sözlerine ve kitaplarına uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve söylemekte aşırı gitmeyip, orta derecede olmalısınız. Seher vakti (yâni gecelerin sonunda) kalkmağa gayret etmelisiniz. Bu vakitlerde istigfâr etmeyi, ağlamayı, Allahü teâlâya yalvarmayİ ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle berâber olmayİ aramalİsİnİz. “İnsanİn dîni, arkadaŞİnİn dîni gibidir.” hadîs-i şerîfini unutmayınız! Şunu, iyi biliniz ki, âhireti, seâdet-i ebediyyeyi isteyenlerin, dünyâ lezzetlerine düşkün olmaması lâzımdır.

Mübâh olan lezzetleri bırakamazsanız, hiç olmazsa, haramlardan ve şüphelilerden kaçınınız. Böylece âhirette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altın ve gümüş eşyânın ve çayırda otlayan hayvanların ve ticâret eşyâsının zekâtını, topraktan, tarladan, ağaçtan alınan mahsüllerin öşrünü de her hâlükârda vermek lâzımdır. Bunların verilecek mikdârları, fıkıh kitaplarında bildirilmiştir.

Zekâtı ve fıtraları, İslâmiyetin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyı ziyâret etmeli, mektupla gönüllerini almalıdır. Komşuların haklarını gözetmelidir. Fakirlere ve borç isteyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, İslâmiyetin izin vermediği yerlere harcetmemeli, izin verilen yere de, isrâf etmemelidir. Bunlara dikkat edince, mal zarardan kurtulur ve dünyâlıklar, âhiretlik hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez.

İyi biliniz ki, namaz dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmayanın dîni yıkılır. Namazları, müstehap zamanlarda, şartlarına ve edeblerine uygun kılmalıdır. Bunlar fıkıh kitablarında bildirilmiştir. Namazları cemâatle kılmalı, birinci tekbîri imâm ile birlikte almağa çalışmalıdır ve birinci safta yer bulmalıdır. (Câmiye geç gelip, birinci safa geçmek için, safları yarmak, cemâate eziyet vermek haramdır.) Bunlardan biri yapılmazsa mâtem tutmalıdır. Kâmil bir müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhirete girer. Çünkü dünyâda Allahü teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıktır. Âhiret ise, asla yakınlık yeridir. İşte namazda, âhirete girerek, burada nasîb olan devletten hisse alır. Bu dünyâda hasret ve firâk ateşi ile yanan susuzlar, ancak namaz çeşmesinin hayat suyu ile serinleyip rahat bulur. Büyüklük ve mâbûdluk sahrâsında şaşırmış kalmış olanlar, namaz gelininin çadır etekleri altında vuslatın (matlûba kavuŞmanİn) kokusunu duyarak hayrân olurlar. Allahü teâlânİn sevgili Peygamberi buyurdu ki: “Bir mümin namaz kİlma?a baŞlayİnca, Cennet kapİlarİ onun için açİlİr. Rabbi ile onun arasİnda bulunan perdeler kalkar. Cennet’te olan hûriler onu karŞİlar. Bu hâl, namaz bitinceye kadar devâm eder.”

Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar; Kur’ân-ı kerîm okuyarak, ibâdetleri yaparak, kıymetli kitaplarda ve hadîs-i şerîflerde bildirilen duâları, tesbihleri okuyarak vakitlerinizi mâmûr ediniz! Bu duâ, tesbîh ve ibâdetlerden bir kısmını bu fakîr, toplamıştım. Mevlânâ MuhammedHanîf almıştı. Zamânınızın çoğunu; “Lâ ilâhe illallah” kelimesini söylemekle geçiriniz. Kalbi temizlemekte çok tesirlidir. Her gün, belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli ve abdestsiz söylenebilir. Bu yolun büyüklerini sevmeyi saâdetin sermâyesi biliniz! Bu yolda ilerleten en kuvvetli vâsıtanın, bu muhabbet olduğunu biliniz.Fârisî beyt tercümesi:

Aradığın hazînenin nişânını verdim sana!

Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da!

Allahü teâlâ size ve doğru yolda gidenlerin hepsine selâmet ve rahatlıklar versin!” (Birinci cild, on dördüncü mektup.)

[/toggle]

[toggle title=”Mübarek Sözleri” load=”hide”]
Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretleri buyurdu ki: “Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip, sevâblarını meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet olur.”

“İnsanlar arasına karışmak, eğer onların haklarını yerine getirmek için olursa zikr olur.”

“Belâların ve şiddetli şeylerin kalkması için istigfâr, tövbe etmek çok faydalıdır.”

“Kulun ıslah olması, kalbinin ıslah olmasına bağlıdır. Fesâdı da kalbin fesâdına bağlıdır.”

“Sâlih amellerin sevâbını bütün müminlerin rûhuna hediye etmek iyi ve makbûldür. Her birine ayrı sevâb ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyet edilip okunan ve hediye edilen meyyitin sevâbı hiç eksilmez.”

“İnsanın izzeti, îmân ve mârifet iledir. Mal ve mevkî ile değildir.”

“İnsan her neye kavuşursa, başına ne gelirse bunların hepsi takdir-i ezeliyye iledir.”

“İnsandan bu fânî dünyâda istenen, kulluk vazifesini yerine getirip, ibâdetleri yapmasıdır.”

“Allahü teâlâ insanı beyhûde yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun. İstediğini yapsın, hevâ-yı nefse ve hoşuna giden şeye uysun!O, emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsine, arzu ve hevesine uyanlar, âsi, inadcı olup, Allahü teâlânın gazabına uğrarlar ve çeşitli azablara müstehak olurlar.”

“Vakitleri zikr ve tefekkür ile mâmûr etmek lâzımdır. Vakti en mühim işler ile geçirmelidir. Yalnızken ve başkaları ile birlikte iken takvâ ve havf (korku) üzere olmalı ve ölüm ânını düşünüp, tefekkürü terk etmemelidir.”

“Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikr ve tefekkür ile geçirmek lâzımdır. Gecelerin karanlığını istiğfâr ile aydınlatmalı(geceleri çok tövbe etmeli) ve bu az vakitte (dünyâ hayâtında) âhiret azığını hazırlamalıdır.

“Bid’atler yayılıp sünnetler terkedildiği zulmetli zamanda, İslâm ilimlerinin tahsîli ve neşri en mühim işlerdendir. Ve Muhammed aleyhisselâmın sünnetini yaymak en büyük maksattandır.”

“Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o günah amel defterine yazılmaz.”

“Tövbe kapısı açıktır. Allahü teâlâ raûf ve rahîmdir. Kimse kusurdan hâli değildir. Ümidli olmalıdır.”

“Kur’ân-ı kerîm okumak, Allahü teâlâ ile tekellüm (konuşmak) olur.”

“Cennet’e girmek ancak rahmet-i ilâhî iledir.”

“Ömrün en kıymetli zamânı gençlik zamânıdır. En kıymetli şey ise mârifetullahdır. Gençliğini en kötü şey olan hevâ ve heves peşinde harcayıp, mârifetullahı, ömrün en kötü zamânı olan ihtiyârlık zamânına bırakanlara yazıklar olsun!”

“Kıymetli ömrünü bu fânî ve denî, alçak olan dünyâ için sarf eden kâbiliyetli gençlere çok yazık! Onlar gençliklerini dünyâ için harcamakla, aldatıcı bir kahpeye âşık olmuşlar, kıymetli cevherleri saksı parçaları ile değişmişlerdir!”

“Müminin hesâbı kısa bir zaman için olacaktır. Birinin hesâbı diğerinin hesâbını geciktirmez.”

“Dünyâ hayâtı çok kısadır. Bu birkaç günlük kısa fırsat zamânında, kabri ve kıyâmeti unutmamak (hazırlanmak) lâzımdır.”

“Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebeb olacak işleri yapan ve âhiret azığını hazırlayandır.”

“Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk’ın dostları bu derde tutulmuş, giriftâr olmuşlardır.”

“Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu birkaç günlük hayâtı ganîmet bilip, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya sarfetmek lâzımdır. Alçak dünyânın nîmetlerine dalmayıp, âhireti istemek lâzımdır. Ebedî olan âhireti ve âhiret nîmetlerini kazanmak için çalışmalıdır.”

“Rızık mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan veya ziyâde olması, Hak teâlânın husûsî fazlı iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur.”

“Sadakanın sevâbını evvelâ Resûlullah efendimizin rûhuna, sonra da diğer meyyitin rûhuna hediye etmelidir.”

“Seher vakitlerinde ağlamayı ve istigfâr etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş olarak addetmelidir.”

“Seher vaktinde uyanık olmayı mümkün olduğu kadar elden bırakmamalı ve ağlayarak namaz kılıp istigfâr etmeyi ganîmet bilmelidir.”

“Attâr-ıŞiblî kırk sene ağladı ve başını kaldırıp semâya bakmadı. Ağlamasının sebebi sorulunca; “Kabrin korkusundan ve kıyâmet gününün heybetinden ağlamaktayım” dedi. Semâya neden bakmıyorsun? diye sorulunca da; “Meclislerde kahkaha atarak çok güldüm. Bu yüzden utanıp başımı kaldırıp bakamıyorum.” buyurdu.”

“İslâmiyete uymadıkça, hiçbir vakit mârifet-i ilâhî hâsıl olmaz.”

Keramet ve Menkıbeleri

Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinin yüksek talebelerinden olan MuhammedHanîf-iKâbilî, gençlik yıllarında Kâbil şehrinde bulunurken, rüyâsında iki büyük zâtı görür. Kim olduklarını merak edince biri gelip; “Her ikisi de Müceddid-i elf-i sânî İmâm-ıRabbânî hazretlerinin oğludur. Biri rahmetler hazînesi Muhammed Saîd, diğeri Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm’dur.” dedi. O da beni Muhammed Ma’sûm’un huzûruna götür deyince, o şahıs da; “Ben senin yanına onun işâreti ile seni götürmek için geldim.” dedi. Onu alıp MuhammedMa’sûm hazretlerinin huzûruna götürdü. Muhammed Hanîf, büyük müjdelerle dolu olan bu rüyâsından uyanınca, gördüklerini yakınlarına anlattı. Büyük bir şevk ve cezbeye kapılmıştı. Bunun üzerine Kâbil’den Serhend’e gitti.Serhend’e varınca Muhammed Ma’sûm hazretlerinin huzûruna girip, aynen rüyâsındaki gibi gördü. Ona talebe olup bir müddet derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Hocasının büyüklüğü, ihsânı ve himmeti ile aklından, hayâlinden geçmeyen derecelere, kulakların duymadığı, gözlerin görmediği mârifetlere kavuştu. Hocasından icâzet ve hilâfet alarak memleketi olan Kâbil’e döndü. İnsanları irşâda ve yetiştirmeye başladı. Orada bulunan bir takım kimseler, hocasının ve onun üstünlüğünü anlayamayıp karşı çıktılar. Nihâyet bir grup insan aralarında anlaşıp, Hâce Muhammed Hanîf’e geldiler: “Biz bir kerâmet, bir hârika görmeyince, sizin büyüklüğünüze inanmayız.” dediler. Ve; “Biz bir ziyâfet hazırlayacağız. Üstâdınızı dâvet ediyoruz. Bugün yemek vaktinde onun Serhend’den Kâbil’e gelmesini bekliyoruz. Eğer gelirse, hepimiz senin taleben oluruz.” diye ilâve ettiler. Hâlbuki, hocası ile arasındaki mesâfe değil bir günlük, bir aylıktan daha uzak ve yüzlerce kilometre idi. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri, hocasına olan bağlılığının çokluğundan ve Allahü teâlânın kullarına şefkatinden, bunu kabûl eyledi ve; “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri yemeği ekseriyetle yatsı namazından sonra yer. Siz yemekleri hazırlayın, geleceğini ümid ederim.” dedi.

Oradakiler gülüp oynamaya, alaylı bir şekilde yemekleri ve misâfir odasını hazırlamaya başladılar. Vakit gelince Hanîf’e; “Yatsı vakti oldu. Artık yemek yiyelim.” dediler. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri de; “Yemeği getirin, üstâdımın yemek yeme zamânı bu zamandır.” buyurdu. Oradakilerin bir kısmı yemeğin getirilmesi ile meşgûl oldular. Bir de ne görsünler! MuhammedMa’sûm hazretleri altı oğlu ile birlikte evin kapısından girip kendileri için ayrılmış olan minder üzerine oturdu. Yüksek oğulları da babalarının etrâfında halka şeklinde oturdular. Oradakiler bu hâli görünce, hayretler içinde kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Özür ve af dilediler.

Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Yalnız MuhammedHanîf’in hatırı için geldim. Onu çok sevdiğim ve o da bana bağlı olduğu için onu kırmadım. Yoksa maksadım, niyetim kerâmet göstermek değil. Sakın bundan sonra evliyâdan kerâmet istemeyiniz. Büyük zarar ve ziyanlara düşersiniz.” Hep berâber yemeğe başladılar. Hem yediler, hem de konuştular. Konuşulanlar, yenenlerden tatlıydı. Orada bulunanlar, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetini dinleyerek kalblerindeki zulmetten kurtuldular. Onu sevenler arasına girip, saâdete erdiler. Her ne kadar Muhammed Ma’sûm hazretlerinin orada biraz kalmasını istediler ve bu bizim için en büyük saâdettir dedilerse de, Muhammed Ma’sûm hazretleri; “Hiç kimseye haber veremedim, bundan kimsenin haberi yok, belki bize bağlı olanlarda bir merak ve üzüntü hâsıl olur.” buyurup, ayrıldılar.

Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî anlatır: “MuhammedMa’sûm hazretleri bana icâzet verdikten sonra, memleketime gidip, insanları irşâd etmemi emretti. Bunun üzerine; “Efendim, irşâd makâmında bulunmak, masraf ister. Gelen giden çok olur. Benim ise sarfedecek bir şeyim yoktur.” dedim. Bu sözler üzerine bana; “Ey Sofi! Bir parça kırmızı ve bir parça da siyah kâğıt getir.” buyurdu. Hemen gidip getirdim. Mübârek elleri ile o kâğıtları, para şeklinde kesti. Sonra ıslatıp bana verdi. Bu kâğıtlar o anda altın ve gümüş para oldu. Hayretler içerisinde kaldım. Kendi kendime; “Bu tasarrufu bana ihsan etselerdi, ne iyi olurdu” dedim. Kalbimden geçeni anlayıp, bana tekrar buyurdu ki: “Peki bu tasarrufu Hak teâlânın izniyle sana verdim. Ama ihtiyâcın olduğu zaman, kullanırsın. Kırmızı kâğıdı yuvarlak yapar, ıslatırsan altın olur. Siyah kağıdı ıslatırsan gümüş olur.”Sonra izin alarak, memleketime gittim. Evimize her gün misâfir geliyordu. Buyurdukları gibi yapıyordum. Kâğıtlar, altın veya gümüş para oluyordu. Hocamın bu tasarrufu ile gereken her masrafı karşılayıp irşâd vazifesine devâm ettim. Halk tarafından çok sevildim ve böylece onlara hizmet ettim.” Bu talebesinin ismi, altın yapan Kâbilli Sofi mânâsında; “Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî” diye meşhûr olmuştur.

Hüdâperest Hân adında bir vâli, vâliliği bırakıp, Muhammed Ma’sûm hazretlerine talebe olmuştu. Bir gün evine altı misâfir gelmişti. Onlara yedirecek ve ikrâm edecek bir şeyi yoktu. Sohbet ve hatmi kaçırmamak için hocası Muhammed Ma’sûm’un huzûruna gitti. Hocası Muhammed Ma’sûm hazretleri sıkıntısını kerâmetiyle anlayıp, sohbetten sonra, kendisine ve altı misâfirine onar tâne olmak üzere yetmiş tâne, “Enbe” denilen yemiş verdi. Ayrıca altı misâfiri için, “Eşrefî” denilen altı altın para verdi ve; “Sen bizim oğlumuz yerindesin, burada bulunduğun müddetçe, sana misâfir gelirse hiç çekinmeden bize haber ver.” buyurdu.

MuhammedMa’sûm hazretlerinin, Sofî Pâyende Kerbâs adında bir talebesi, huzûrunda yetişip halîfelerinden oldu. Yanından ayrılıp memleketine giderken, ona biraz kumaş vermişti. Verirken de; “Bu kumaşta bereket vardır.” buyurmuştu. Sofî Pâyende uzun zaman o kumaştan bir parça keserek satıp ihtiyaçlarını temin etti. Kumaş hiç eksilmiyordu. Hayâtının sonuna kadar böyle devâm etti. Vefâtından sonra da vasiyeti üzerine o kumaş kendisine kefen yapıldı. Bunun için, kumaş yapan Sofî mânâsında “Sofî Pâyende Kerbâs” ismi ile meşhûr olup anıldı.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından ve halîfelerinden olan Hâce Muhammed Sıddîk’a, Peşâver’de irşad, talebe yetiştirme vazifesi verilmişti. Bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretlerini çok özlemiştim. Mübârek yüzünü görüp, sohbetinde bulunmak için Peşâver’den, Serhend’e gitmek üzere yola çıktım. Bir katıra binip yola devâm ediyordum. Yolda katır birden bire ürküp kaçmaya başladı. Sonra da beni düşürdü. Ayağım üzengiye takıldı, bir türlü kurtaramadım. Katır, beni sürüklemeye başladı. Yanımda ve çevremde beni bu hâlden kurtaracak hiçbir kimse de yoktu. Tam bir çâresizlik içinde iken hocam Muhammed Ma’sûm hazretlerini hatırladım. Allahü teâlânın izni ile hocamın imdâdıma yetişmesini istedim. Daha böyle düşünür düşünmez hocam âniden gözüküverdi. Katırı tutup durdurdu. Ben ayağımı üzengiden kurtarıp, yerden kalkıncaya kadar bekledi. Ayağa kalkınca hocamın ayaklarına kapanıp, bu yardımından dolayı memnûniyetimi ve muhabbetimi arzetmek istedim. Fakat ben ayağa kalkar kalkmaz hocam gözden kayboldu, onu orada göremedim.”

Yine, talebelerinin büyüklerinden HâceMuhammedSıddîk şöyle anlatmıştır: “Hocam MuhammedMa’sûm hazretlerinin sohbetine ve derslerine devâm ettiğim sırada, memleketime gidip gelmek üzere izin almıştım. Yola çıkıp bir müddet gittikten sonra, yolda derin bir su kenarında durdum. Gömleğimi yıkamak istedim. Fakat bu sırada ayağım kaydı. Birden bire suya düşüp batmaya başladım. Su beni boyluyordu. Yüzme de bilmiyordum. Bir batıyor bir çıkıyordum. Ölmek üzereydim. Tam bu sırada hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri gözüküp elimden tuttu ve beni boğulmaktan kurtardı. Sonra da gözden kayboldu.”

Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Bir gün kendimden geçip muhabbet ateşiyle yanarak sahralara düşmüştüm. O kadar gitmişim ki sahraya dalıp şehirden çok uzaklaşmışım. Sahrada öyle susamıştım ki, neredeyse susuzluktan ölecektim. Ben bu hâlde çâresiz iken, hocam Muhammed Mâ’sûm hazretleri uzaktan gözüküverdi. Hemen şevk ile sevinerek hocamın yanına koştum. Tam huzûruna varınca hocam gözden kayboldu. Fakat hocamın bana gözüküp, sonra da gözden kaybolduğu yerde bir pınar buldum ve suyundan içtim. Böylece şiddetli susuzluktan ve helak olmaktan kurtuldum.”

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetinde bulunmakla şereflenen ve talebesi Hâce Muhammed Sıddîk’ın talebesi olan bir zât şöyle anlatmıştır: “Bir defâsında hayvanıma odun yükleyip getirirken yük devrilip yıkıldı. Yalnızdım ve tekrar yüklemek için yardım edecek kimsem yoktu. Çâresiz kalakaldım. Tam bu sırada Muhammed Ma’sûm hazretleri birden bire karşıma çıkıverdi. Yıkılan yükü hayvanın üzerine koydu ve gözden kayboldu.”

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden olan Hâce Mûsâ şöyle anlatmıştır: “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri bana, icâzet-i mutlaka ve hilâfet verip; “Size itâat ederler, sözünüzü dinlerler.” buyurup, memleketime dönmemi söylediği zaman kendisine; “Bizim memleketimizdeki halk, sert tabiatlıdır, böyle şeyleri bilmezler, zâhirî bir kerâmet ve tasarruf görmezlerse bu yola girmezler. Hattâ böyle olunca alay ederler. Oradaki insanlar, sert tabiatlı ve sıkıntı vericidirler. Onlar hakkında öyle bir teveccüh buyurunuz ki, itâat etsinler. Böyle olunca elbette oradakiler de sevenlerden ve muhlislerden olurlar.” diye bildirdim. Bunun üzerine hocam; “Senin isminin anıldığı yerde, sana itâat ederler. Bir de, senin duân her hastalığa şifâdır. Onunla hastaları iyi edersin. Oradaki bütün insanlar sizi severler.” dedi. Gerçekten hocamın buyurduğu gibi oldu.”

Sa’dullah Hân, Şâh Cihân’ın yanındayken, Muhammed Ma’ sûm hazretlerinin büyük bir mürşid-i kâmil olduğunu inkâr ederek, dil uzatıp hâllerini yalanlamıştı. O anda kulunç hastalığına tutuldu. Bu hastalığa birdenbire yakalanıvermesinin, Muhammed Ma’sûm hazretleri hakkında söylediği kötü sözlerden olduğunun farkına vardı. Pişmân oldu ve MuhammedMa’sûm hazretlerine beş yüz rupye (o zamânın parası) ve bâzı hediyeler gönderdi. “Benim kusur ve anlayışsızlığımı affetsin.” diye haber yolladı. Bir bardak içerisinde de su gönderip şifâ olması için suya okumasını da istemişti. Fakat Muhammed Ma’sûm hazretleri bunları aslâ kabûl etmedi. Oğulları o kimseyi kurtarmak için çok yalvarınca, buyurdu ki: “Yalan söyleyenlerin nefesinde bereket ve şifâ olmaz. Bize yalancı dedi.” O Hânın adamlarına; “Çabuk gidiniz. Onun rûhu, bu cevâbı bekliyor.” buyurdu. Sa’dullah’ın adamları, utanarak geri döndüler ve duyduklarını söylediler. Sa’dullah Hân bu sözleri işitince o anda öldü.

Berekât-ı Ma’sûmî kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Bir gün Evrengzîb’in oğlu, zamânın pâdişâhı Muhammed Muazzam Şâh’ın meclisindeydim. MuhammedMa’sûm hazretlerinin tasarruflarından bahsediliyordu. Muhammed Muazzam Şâh dedi ki: “Sultan Evrengzîb, Keşmîr’e giderken, irşâd diyârı olan Serhend’den geçiyordu. Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm hazretlerini ziyâret ile şereflendi. O sene, pâdişâh olmasının beşinci senesiydi. Ben de babamın yanındaydım. Muhammed Ma’sûm hazretleri; “Baban vefât ettikten sonra, pâdişâhlık sana geçecektir.” buyurdu. Kırk beş sene sonra bu müjdesi doğru çıktı. Evrengzîb’in pâdişâhlık müddeti elli sene idi.”

BOL NÎMET VE BEREKET

Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: Peygamber efendimizin mihrâbının yanında öğle namazını kılıyordum. Bu mübârek yerlerden ayrılık düşüncesinin verdiği hüzün ve elemin tesiriyle ağlamağa başladım. Bu üzüntü ve gam içerisinde iken, kabr-i seâdetten, o temiz ve en güzel kokulu mezârdan etrâfa nûr saçılmağa başladığını gördüm. Peygamber efendimiz tam bir heybetle o nûrlar arasından göründü. Mübârek kabrinden çıktı. Yanımıza geldi. Kerem ve ihsânının çokluğundan, benzerini hiçbir zaman göremediğim, sultanların tâcı ve hil’atı gibi, bir tac ve hil’atı bana giydirdi. Bu tac çok süslü ve pek kıymetliydi. O anda bana bildirdi ki: “Mübârek vücudlarına değen ve şimdi çıkarıp sana verdikleri bu hil’at, diğerlerine benzemez.” Görüyorum ki, Ravda-i mutahharadan, gece gündüz devâm üzere, bütün mahlûkâta nîmetler ve bereketler nehir gibi akİyor. Nitekim, onun hakkİnda Kur’ân-İ kerîmde Allahü teâlâ meâlen; “Biz seni ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik”buyuruyor.

İBRİĞİN SIRRI

Muhammed Ma’sûm, bir gün abdest alırken abdest aldığı ibriği kuvvetle duvara fırlattı. Hizmetinde bulunan talebesi gitti ve başka bir ibrik getirdi.Talebesi, önce verdiği ibriğin böyle atılıp kırılmasına üzüldü. “Acabâ ne kusur ettim.” deyip, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin yakınlarından birine gidip durumu anlattı. O da, talebesinin bu üzüntülü ve korkulu hâlini Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerine bildirdi. Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Ona söyleyiniz korkmasın. O ibriği attığım sırada, bizi sevenlerden birisi sahrada, kana susamış bir arslana rastladı. Arslan o anda onu orada öldürecek, parça parça edecekti. O talebem ise tam bir âcizlik içinde bizden yardım istedi. O anda elimde ve yanımda ibrikten başka bir şey yoktu. Bunun için ibriği arslana fırlattım ve o zavallıyı kurtardım.”

Bu hâdiseyi yaşayan talebesi başından geçenleri sonra şöyle anlattı: “Sahrâda âniden bir arslan gördüm. O anda Hocam, İmâm-ı Muhammed Ma’sûm hazretlerini hatırladım. Hemen baş gözüm ile gördüm ki, İmâm-ı Ma’sûm hazretleri geldi, elindeki ibriği arslana fırlattı. Arslanda hareket edecek kuvvet kalmadı.Sonra hocam gözümden kayboldu. Böylece beni o arslandan kurtardı. Sonra, o ibriğin kırılmış parçalarını yerden topladım. Hâlâ yanımda saklıyorum.”

KISA ÖMÜR

Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “İnsanın ömrü çok azdır. Sonsuz olan âhiret hayâtında, insanın karşılaşacağı şeyler, dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, dünyâdaki kısa hayâtında, âhirette iyi ve rahat yaşamağa sebeb olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım olan şeyleri hazırlar.”

“Bir kimse âhirete yönelirse, Allahü teâlâ keremiyle, onun dünyâ ve âhiret ihtiyaçlarını giderir.”

BOŞ HAYALLERDEN VAZGEÇ

Bir genç, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetine gelirdi. Bu genç, bir kıza âşık olup, dalgın ve dağınık bir hâldeydi. Muhammed Ma’sûm hazretleri bir gün o gencin hâlini anlayıp buyurdu ki: “Bu bozuk düşünceden ve lüzumsuz hayâlden vazgeç! Himmet ve arzu yüzünü hakîkat bahçesine çevir! Mârifet bostanından meyveler topla! Elbette bu diğerinden daha iyi olacaktır.” Bu hâl içerisinde ezilen ve sıkıntı içinde olan genç, Hâfız-ı Şirâzî’nin bir beytini okuyarak bu hâlden kurtulması için duâ ve himmet etmesini istedi. Muhammed Ma’sûm hazretleri, gencin bu sözü üzerine, o hâlden kurtulması için duâ ve himmet etti ve; “Seni bu hâlden kurtardılar!” buyurdu. Genç bu sözü duyar duymaz, kendini toplayıp aklı başına geldi. Mecazî olan aşk ve sevgisi, hakîkî aşka döndü. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sâdık talebelerinden oldu. Hattâ onun feyz ve bereketlerinden o kadar faydalandı ki, sâlih, velî ve kâmil bir zât oldu.

EHL-İ SÜNNETİN ŞEREFİ

Bir gün İran kumandanlarından râfızî îtikâdlı biri, Hindistan’ın başşehrine gitmek üzere yola çıkmıştı. Serhend şehrinden geçerken, alay edercesine, hizmetçilerinden birini Muhammed Ma’sûm hazretlerinin huzûruna gönderip, ziyâretine gelmek istediğini bildirdi. Muhammed Ma’sûm hazretleri; “Misâfir kâfir de olsa ona ikrâmda bulununuz.” sözü gereğince, misâfir için hazırlık yaptırdı. İkindiye kadar beklediler. Gelmedi. Sonunda o kumandanın gittiği haberi geldi. Maksadı, Ehl-i sünnetin en büyük âlimlerinden ve koruyucularından olan Muhammed Ma’sûm ile alay etmek, onu küçük görüp hafife almakmış. O sırada, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin en yüksek halîfelerinden olan Hâce Muhammed Hanîf-i Kâbilî misâfir geldi. Hazır olan yemekleri onun için getirdiler. Hâce Muhammed Hanîf, hediye olarak birkaç tâne bıçak getirmişti.Başka hediyeler de vardı. Muhammed Ma’sûm hazretleri bıçaklardan birini alıp; “Bir salatalık getirin.” buyurdu. Salatalık getirdiler. O bıçakla salatalığı kesti ve buyurdu ki; “Salatalığı keserken, bizimle alay etmeye kalkışan o râfizînin de başının kesildiğini gördüm.” Hakîkaten buyurduğu gibi oldu.

ON İKİ SENE SONRA

Ekberâbâd şehrinde tasavvufta yetişmiş bir âlim vardı. Hastalanıp ölmek üzere iken, talebesi olan kız kardeşinin oğlunu istedi. Sonra; “Senin hâllerin tamamlanmadı. Ben de ölüyorum. Şimdi senin, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin huzûruna gidip, sülûk eylemen, tasavvufta yetişmen ve böylece kemâl mertebelerine kavuşman gerekiyor. Zannedersem, bu büyük nîmete ancak, on iki sene sonra kavuşabileceksin.” buyurdu. Bu zât söylenilen müddet içinde, her ne kadar birçok yere gittiyse de, irşâd diyârı olan Serhend’e yolu düşmedi. Ancak on iki sene sonra, Serhend şehrine geldi. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin ziyâreti ile şereflendi. Muhammed Ma’sûm hazretleri onu görünce; “Üstâdının sana söylediği on iki sene bugün doldu.” buyurdu. Gelen talebe hesâb etti aynen buyurdukları gibiydi. Sonra buyurdular ki: “Bu mânâyı, üstâdının büyüklüğünü göstermek için izhâr eyledim. Burada bulunanlar da, onun kemâlini böylece öğrensinler diye söyledim.”

[/toggle]

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]

1) Mektûbât-ı Ma’sûmiyye (Muhammed Ma’sûm (kuddise sirruh)

2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1118

3) Zübdet-ül-Makâmât; s.315

4) Hadarât-ül-Kuds; s.262

5) Umdet-ül-Makâmât; s.251

6) Hadâik-ül-Verdiyye; s.191

7) Hak Sözün Vesîkaları; (2. Baskı) s.319

8) Kıyâmet veÂhiret; (5. Baskı) s.102

9) İrgâm-ul-Merîd; s.72

10) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.109

11) Reşehât Zeyli; s.39

12) Nesîmât-ül-Üns

13) Ma’den-i Cevâhir

14) Eşcâr-ül-Huld

15) Esmâr-ül-Eşcâr

16) Mahzen-ül-Envâr-ı Sâfî fî Keşfi Esrâr-il-Müceddidî

17) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.199

18) Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.291

19) Yevâkît-ül-Haremeyn

20) Makâmât-ı Ahyâr; s.28

21) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.89
[/toggle]

Muhammed Bakibillah (k.s.)

Hindistan – Delhi’de sadar Bazaar bölgesinde

Muhammed Bâki Billah hazretleri 1563 (H.971) senesinde Kâbil şehrinde doğdu. Babasının ismi Abdüsselâm olup, fazîletli bir zâttı. Annesi ise hazret-i Hüseyin’in soyundan olup, seyyide ve mübârek bir hanımdı.

Daha çocukluk zamanlarında, bâzan bütün gün odanın bir köşesinde başını önüne eğip sessizce oturur, tefekküre dalardı. Gençliğinde, ilim tahsîli için Kâbil’den Semerkand’a gidip, zâhirî ve aklî ilimleri, zamânının en büyük âlimlerinden olan Mevlânâ Sâdık-ı Hulvânî’den öğrendi. Yüksek yaradılışı ve kâbiliyeti ile kısa zamanda, hocasının talebeleri arasında en yüksek seviyeye ulaştı. Zâhirî ilimleri öğrenip bitirmeden tasavvufa yönelip, bâtınî ilimleri öğrenmek için, bu yolun büyük âlimlerinin sohbetlerine ve derslerine gitti. Yaratılışındaki zekâsının ve kâbiliyetinin üstünlüğü ile, ilimlerde yüksek bir dereceye ulaştı.

Muhammed Bâkî Billah’ın, zâhirî ilimleri tahsîl ettiği gençlik yıllarında, Nakşibendiyye yoluna karşı büyük bir muhabbeti vardı. Kendisini bu yolda yetiştirecek bir büyüğü arıyor, onun derslerinden ve sohbetlerinden feyz almak, faydalanmak istiyordu. Bu büyüklerin bulunduğu Mâverâünnehr’e giderek bir çoğu ile görüşüp tanıştı. Sohbetlerinde bulunarak feyz aldı.

Sonra Nakşibendiyye yoluna bağlanma arzusu ile yola çıktı. Semerkand’a geldiğinde rüyasında Ubeydullah Ahrar (k.s.) hazretlerini gördü. Ahrar, bu rüyada ona Hacegi İmkenegi hazretleri’ne intisap etmesini tavsiye etti, oda gidip İmkenegi hazretlerine mürid oldu. Başka bir rivayete göre, Baki Billah hazretleri zihnine tasavvufla ilgili iki soru takılmıştı. Bunların cevabını bir türlü bulamıyordu. Rüyasında gördüğü Ubeydullah Ahrar hazretleri ‘’ bu problemlerini kim çözerse senin zahiri şeyhin odur.’’ demişti. Görüştüğü şeyhlerden tatmin edici cevap alamayan Baki Billah hazretleri sonunda Hacegi İmkenegi hazretleri ile tanışıp sorularına cevap alına ona intisap etti.

Şeyhi İmkenegi hazretleri, Baki Billah hazretleri ile üç gün halvet halinde sohbet etti, bu süre sonunda onu tasavvufa yeterli görüp irşad icazeti verdi ve Hindistan’a gidip Nakşibendiliği orada yaymasını tavsiye etti. Baki Billah hazretleri kendisini bu göreve hazır ve yeterli görmediği için kabul etmek istemedi. Bunun üzerine şeyhinin tavsiyesi ile istihare yaptı. Rüyasında dala konmuş bir papağan gördü ve ‘’bu papağan o daldan inip elime konarsa bu Hindistan seferi çok hayırlı olacaktır’’ diye düşündü. Böyle düşünürken papağanın uçup eline konduğunu gördü. Ağzının suyunu papağanın gagasına akıttı, papağan konuşmaya başladı ve Baki Billah’ın ağzına şeker döktü. Sabah uyandığında rüyasını Şeyhi İmkenegi hazretlerine anlatınca o; ‘’ Papağan Hindistan kuşlarındandır, hemen Hindistan’a gidiniz, orada sizin bereketli varlığınızdan hakikatleri konuşan bir aziz meydana gelecek, bize de onun sayesinde bir bereket ulaşacaktır ’’ dedi.

Muhammed Bâkî Billah hazretleri hocasının emriyle Hindistan’a gidip, bir sene Lâhor’da kaldı. Oradaki âlimler ve fâdıllar onun sohbetine gelip, istifâde ettiler. Sonra Delhi’ye gidip, vefâtına kadar orada kalıp, insanlara doğru yolu anlattı. İki-üç sene gibi kısa bir müddet irşâd makâmında bulunmasına rağmen, pekçok âlim ve velî yetiştirdi. Onun yetiştirdiği büyüklerin başında, kendisinden sonra halîfesi olan, hicrî ikinci bin yılının müceddidi, İslâm âlimlerinin gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî gelir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri yetişip kemâle gelince, Muhammed Bâkî-billah bütün talebesinin yetiştirilmesini ona bıraktı. Hâce Ubeydullah ve Hâce Muhammed Abdullah adında iki oğlu vardı. Bunların da yetiştirilmesini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bıraktı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ında bunlara yazılmış mektupları vardır. Oğulları tasavvufta yetişmiş kıymetli zâtlardandı.

Muhammed Bâkî-billah hazretleri, dâimâ hâllerini gizlerdi. Çok tevâzu sahibiydi. Suâl soranlara zarûret miktârınca, kısa cevap verirdi. Bununla berâber, tasavvuf yolunda karşılaşılan derin mânâların halli için sorulan suâlleri, soranın tamâmen anlayabileceği şekilde, açık şekilde îzâh ederdi.Belki yanlış anlar ve yanlış yola gider düşüncesiyle, bu hususta çok dikkatli davranırdı. Dâimâ hüzünlü ve üzüntülü olduğu hâlde, huzûruna gelenlerle neşeli ve tebessüm ederek konuşurdu. Müslümanlara çok yardım eder, iyi işlerinde onlara faydalı olmaktan aslâ kaçınmazdı. Âlimlere ve büyüklere, aşırı hürmetleri vardı.

Muhammed Baki Billah hazretlerinin Farsça bazı eserleri ve mektupları Külliyat-ı Baki Billah adıyla tek cilt içinde yayınlanmıştır. (nşr. Ebu’l Hasan Zeyd Faruki ve Burhan Ahmed faruki, Lahor 1967). Kırk yaşına geldiğinde hastalanan Baki Billah hazretleri 25 Cemaziyel-ahir (30 Kasım 1603) tarihinde genç yaşta vefat etti ve delhi’de Kademgah denen mevkide defnedildi. Burası bugün Nebi Kerim Mahallesi, İdgah ( Eidgah Road, Singara Chowk) olarak anılmaktadır.

Mazhar-ı Can-ı Canan (k.s.)

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin kabri şerifi ; Hindistan – Delhi’de

Tam adı Şemsüddin Habibullah Mirza Mazhar Can-ı Canan ibni Mirza Can ibni Abdissübhan ed-Dehlev’dir. 1 Ramazan 1110’da (3 Mart 1699), ailesi Dekken’den Ekberabad’a (Agra) göç ederken Kalabağ adlı küçük bir kasabada doğdu.

Can-ı Canan Hazretleri ‘nin babası bir Çiştî şeyhine intisab ederek tasavvuf yoluna girince 1110 (1699) yılında askeri görevinden istifa edip ailesiyle birlikte göç etmiş, Mazhar Hazretleri de bu yolculuk sırasında dünyaya gelmişti. Kendisine, babasının isminden kinaye olarak ve bir erkek çocuğun babasının asıl canı olduğunu ifade etmek üzere Can-ı Can adı verilmiştir. Ancak bu isim kısa bir süre sonra Can-ı Canan (Cancanan) olarak değiştirilmiş, Farsça ve Urduca şiirlerinde kullandığı “Mazhar” mahlası da zamanla adının bir parçası olmuştur.

Mirza Mazhar Hazretleri muhtemelen babasının son yıllarında veya onun 1130’da (1718) ölümünden kısa bir süre sonra Ekberabad’dan aynlarak Delhi’ye gitti. Başlangıçta tasavvufa pek az ilgi duyan Mazhar Hazretleri, Abdürrasül ed-Dehlevli’den tefsir ve İmam-ı Rabbani’nin torunu Hacı Muhammed Efdal es Sıyalkutî’den hadis ve fıkıh tahsili gördü.

Babasının mesleğini devam ettirmeyi düşünerek orduda bir görev almak için girişimde bulundu. Başvurusu reddedildiğinde Çiştî velîlerinden Kutbüddin Bahtiyar Kaki’nin, kendisine manen bütün gücünü manevî arayışa vakfetmesi tavsiyesinde bulunduğu kaydedilmektedir.

Mirza Mazhar Hazretleri bunun üzerine Nakşibendî-Müceddidî şeyhi Nur Muhammed el-Bedayuni Hazretleri’ne intisab etti, Bedayuni Hazretleri’ne bağlılığı onun vefatından sonra da devam etti ve türbesinde altı yıl süreyle inzivaya çekildi.

Bedayünî Hazretleri son dönemlerinde ona bir mürşid aramasını söylediği için kendisi Şah Muhammed Zübeyr, Şah Hafız Sa’dullah ve Muhammed Abid Sünamî (Kaddesellahu Esrarahum) adlı üç Nakşî-Müceddidî şeyhine daha intisab etti. Şah Hafız Sa’dullah bir şair olarak kabiliyetini geliştirmesine yardımcı oldu,Muhammed Abid Sünamî de ona Kadiri, Sühreverdi ve Çişti tarikatlarına intisab etmesi için ayrıca destek verdi. Böylece Mazhar (Kuddise Sirruhu) Hazretleri, Nakşibendî-Müceddidi silsilesinin dört ana kolunu kendi şahsmda birleştirmis oldu.

Sünami’nin vefatından (1160/1747) sonra yoğun bir şekilde irşad faaliyetine başlayan Mazhar Hazretleri, dergahını Delhi’de kurarak Müceddidiliğin merkezinin Sirhind’i de tehdit eden istikrarsızlığın hakim olduğu Pencap’tan Delhi’ye intikal etmesini sağladı. Halifelerini Gucerat, Pencap ve Dekken başta olmak üzere Hindistan’ın her tarafına gönderdi. Bazen onların faaliyet merkezlerini bizzat ziyaret etti.

Hadis alimlerinin meşhurlarından olan Şah Veliyyullah ed-DehIevi şöyle demiştir: “Allah-u Te’ala bize sahih keşifler ihsan eyledi. Bu zamanda, hiçbir yerde Mirza Can-ı Canan Hazretleri’nin benzeri yoktur. Makamlarda ilerlemek istiyen onun hizmetine gelsin.” Hadîs öğrenmek için kendisine gelenleri, istifade etmeleri için Can-ı Canan Hazretleri’ne gönderirdi. Ona yazdığı mektuplarda ; “Allah-u Te’ala faziletlerin tecelli mahalli olan sizlere uzun zaman selamet versin ve bütün Müslümanları bereketlerinize kavuştursun.” derdi.

Mirza Mazhar Hazretleri 1183’te (1769) Delhi’den ayrılıp aralarında çok sayıda müridinin bulunduğu Rohilla Afganlıları’nın geleneksel kalesi olan Rohilkband’a gitti. Sonra yine Delhi’ye döndü. Artık vücudu oldukça zayıf düştüğünden sadece ileri gelen mürîdlerinin huzuruna çıkmasına izin veriyordu. Nihayet cuma namazına gidemez oldu.
1195 yılı Muharrem ayının başında (Aralık 1780 sonu) dergahının önünden geçmekte olan Şi’i bir grubun taziye törenini görünce, onların hak ettikleri şekilde tahkîr edici bir değerlendirme yaptı. 5 veya 7 Muharrem’de (1 veya 3 Ocak 1781) dergahına gelen silahlı üç kişi tarafından vuruldu, üç gün sonra da (10 Muharrem Aşara Günü’nde) şehid oldu.

Saldırganların, taziye törenini kınadığından dolayı kendisinden intikam almak isteyen Şi’iler olduğu iddia edilmekteyse de bu konuda kesin bir delil bulunamamıştır. Katilleri siyasi ve dini sebeplerden dolayı Rohilla Afganlıları’na düşman olan Necef Han’in görevlendirmiş olmasi da muhtemeldir.

Mirza Mazhar Hazretleri üç önemli halife yetiştirmiştir. Bunlardan tefsir ve hadis alanında büyük bir alim olan Gazi Senaullah Panipeti, ”et-Tefsiru’l-Mazhari” adlı Arapça tefsiri Mirza Mazhar Hazretleri’ne ithaf emiştir. Hatta Can-ı Canan Hazretleri bu müridi hakkında “Kıyamet günü bana Ne getirdin denilince Senaullah Panipeti’yi getirdim, diyeceğim.” buyurmuştur.

Diğer halîfesi Na’imullah Behraiçî; Mazhar Hazretleri’nin hayatı, görüşleri ve uygulamaları hakkında ”Matmüuat-ı Mazhariyye” ve ”Bişarat-ı Mazhariyye” adıyla iki kitap kaleme almıştır.

Onun daha etkili halifesi Şah Gulam Ali diye de tanınan Abdullah ed-Dehlevi’dir. Mürşidi hakkında ”Makamat-ı Mazhariyye” adlı bir eser yazan Gulam Ali Dehlevi, Mirza Mazhar Hazretleri ‘nin türbesinin yaninda Hindistan’ın en önemli Müceddidi merkezi olan bir dergah inşa etmiştir.

İngilizler’in 1857’deki Hint ayaklanmasını bastırması sırasında yıkılan dergah Şah Gulam Ali’nin silsilesinden gelen Şah Ebü’l-Hayr tarafından onarılmıştır. Kendisine nisbetle Dergah-ı Şah Ebü’l-Hayr olarak tanınan dergah bugün de faaliyetini sürdürmektedir. Şah Ebü’l-Hayr ayrıca Mirza Mazhar Hazretleri, Abdullah ed-Dehlevî ve Ebü Sa’îd Ahmedi’nin kabirlerini aynı alanda yanyana gelecek
şekilde toplamıştır.

Mazhar Hazretleri’nin müridlerini irşad amacıyla Farsça olarak yazdığı mektuplar “Kelimat-ı Tayyibat” adlı eserde derlenmiş olup seksen dokuz mektup ihtiva etmektedir.

Abdullah ed-Dehlevi’nin ”Makamat-ı Mazhariyye “sinde de yirmi dört mektubu yer almaktadır. Bütün mektupları “Mirza Mazhar Can-Canan ki Hutut” adıyla Urduca’ya tercüme edilmiştir (nşr. Halîk Encüm, Delhi 1962). Mazhar Hazretleri’nin Farsça ve Urduca şürlerini ihtiva eden bir de dîvanı vardır (Kanpür
1271/1855).
Kaynak ; Lalegül dergisi , Mayıs 2017 sayısı , Cübbeli Ahmed Hoca Efendi