Hz. Huzeyfe Bin El Yeman (r.a.)

Irak  –  Medain Selman Farisi Türbesinde

Medine’de doğdu. Bir kan davası yüzünden Mekke’den kaçarak Medine’ye yerleştiği ve orada aslen Yemenli olan Abdüleşheloğulları ile bir antlaşma yaptığı için babasına (bazı rivayetlere göre büyük dedesi Cirve b. Hâris) Yemân denilmiş, Huzeyfe de İbn Yemân diye anılmıştır. Annesi Abdüleşheloğulları’nın Evs kolundan Rebâb bint Kâ’b Hz. Peygamber’e biat eden ensar kadınlarındandır.

Huzeyfe (r.a.) babasıyla birlikte Bedir Gazvesi’nden önce müslüman oldu. Bu gazvede Resûl-i Ekrem’in yanında yer almak üzere yola çıkan baba oğul yolda müşriklere yakalandılar. Ancak Peygamber’e katılmayacaklarına dair söz vermeleri üzerine serbest bırakıldılar. Resûlullah’a durumu anlatmaları üzerine de Resûl-i Ekrem kendilerine sözlerinde durarak savaşa katılmamalarını söyledi. Huzeyfe (r.a.) daha sonra yapılan bütün gazvelere katıldı. Uhud Gazvesi’nde bulunan müslümanlar düşman tarafından tanınmamak için yüzlerini örttüklerinden babası Huseyl müşrik zannedilerek öldürüldü. Huzeyfe, bir hayli yaşlı olan babasının ölümüne çok üzülmekle beraber bunun bir hata sonucu meydana geldiğini düşünerek teselli bulmaya çalıştı. Hz. Peygamber ona babasının diyetini ödemek istediğinde kabul etmeyip fakir müslümanlara bağışladı. Hendek Gazvesi’nde Resûl-i Ekrem Huzeyfe (r.a.) ‘ı müşrik ordusu hakkında bilgi toplamakla görevlendirdi. Hz. Peygamber’in duasını alarak müşriklerin arasına sızan Huzeyfe şiddetli bir fırtınanın onları perişan ettiğini ve bu sebeple Medine’yi terkettiklerini Resûlullah’a haber verdi.

Muhacirlerle ensar arasındaki kardeşlik antlaşması sırasında Hz. Peygamber Huzeyfe (r.a.) ‘ı Ammâr b. Yâsir’le kardeş ilân etti. Huzeyfe (r.a.) ‘nın Resûl-i Ekrem’in zekât işleriyle görevli kâtiplerinden olduğu, Hz. Peygamber’in onu Debâ’da oturan Ezd kabilesine zekât âmili olarak gönderdiği ve kendisine zekât esaslarını ihtiva eden bir mektup verdiği bilinmektedir.

Huzeyfe (r.a.) Hz. Ömer döneminde Medâin’e vali tayin edildi. Cesur ve kudretli bir yönetici olan Huzeyfe (r.a.) Medâin’i imar etti. Nihâvend Savaşı’nda (21/642) ordu kumandanı Nu’mân b. Mukarrin öldürülünce kumandayı ele aldı ve düşmanı teslim olmaya mecbur etti. Nihâvend merzübânı her yıl Huzeyfe (r.a.) ‘a belli miktarda haraç vermek üzere onunla antlaşma yapmak zorunda kaldı. Dînever, Hemedan ve Rey şehirleri de Huzeyfe tarafından fethedildi. Onun Nusaybin’e giderek orada evlendiği ve cuma günleri Medâin’den Kûfe’ye gittiği söylenir. Medâin ve Kûfe’de okuduğu bazı cuma hutbeleri kaynaklarda yer almaktadır.

Huzeyfe b. Yemân (r.a.) 36 (656) yılında Hz. Osman’ın öldürülmesi ve Hz. Ali’ye biat edilmesinden kırk gün sonra Medâin’de vefat etti. Huzeyfe’nin Ebû Ubeyde, Safvân, Sa’d, Saîd ve Simâkadlı dört oğlu ile Ümmü Seleme adlı bir kızı olup oğulları Ebû Ubeyde, Simâk, Medâin kadısı olan Sa’d ve kızı kendisinden hadis rivayet etmiştir. Ölürken oğullarına Hz. Ali’ye itaat etmelerini öğütlemiş, kendisi de Hz. Osman’ın ölümünden hemen sonra Hz. Ali’ye biat etmiştir. Oğullarından Safvân ile Saîd Sıffîn Savaşı’nda Hz. Ali’nin yanında yer almış ve şehid olmuşlardır.

Huzeyfe b. Yemân (r.a.)’nın en önemli özelliği Hz. Peygamber’in sırdaşı olmasıdır. Resûlullah’ın hiçbir sahâbîye vermediği bir kısım bilgileri ona verdiği, bundan dolayı ashap içerisindeki münafıkların adını ve ileride meydana çıkacak fitne hareketlerini ondan başka kimsenin bilmediği rivayet edilmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Ali onun bu özelliğini açık bir şekilde ifade etmişlerdir. Halifeliği sırasında Hz. Ömer’in Huzeyfe b. Yemân (r.a.)’a valileri arasında münafık bulunup bulunmadığını sorduğu, onun da bir tane bulunduğunu söylediği, Huzeyfe’nin isim vermemesi üzerine ondan aldığı bilgilerden münafık olduğunu tahmin ettiği bir valiyi hemen azlettiği bildirilmektedir.

Kitap ve Sünnet konusunda çok titiz davrandığı bilinen Huzeyfe b. Yemân (r.a.), Azerbaycan ve İrmîniye seferinde Iraklı ve Suriyeli askerler arasında Kur’an’ın farklı kıraatlerle okunduğunu görünce bu karışıklığa son vermesi için Hz. Osman’ı uyarmış ve Mushaf nüshalarının çoğaltılmasını sağlamıştır. Huzeyfe b. Yemân (r.a.) aynı zamanda en karışık davaları çözüme kavuşturacak güçte bir kadı idi. Resûl-i Ekrem, kamıştan yapılmış bir evle ilgili olarak anlaşmazlığa düşen ve kendisine başvuran kişileri ona havale etmiş, o da kararını verip sonucu kendisine bildirdiğinde Resûlullah isabetli bir karar verdiğini söylemiştir.

Huzeyfe zühd ve takvâsı ile de tanınmıştır. Vali olarak gittiği Medâin’e merkebinin sırtında girmiş, şehrin ileri gelenleri Hz. Ömer’in tâlimatına uyarak ona ne kadar maaş istediğini sorduklarında sadece kendisi doyacak kadar yiyecek ile merkebi için bir miktar yem istemiştir. Valiliği sırasında Hz. Ömer onu bir ara yanına çağırmış, yaşadığı sade hayatta herhangi bir değişiklik olmadığını görünce çok sevinmiş, kendisini tebrik ederek tekrar Medâin valisi olarak görevlendirmiştir.

Onun yakut kaşlı, üzerinde “elhamdülillâh” yazılı ve karşılıklı iki turna resmedilmiş altın bir yüzüğü olduğundan bahsedilmişse de bunun erkeklere altının haram kılındığını bildiren hadislere ters düştüğü, Huzeyfe b. Yemân (r.a.)’nın ise hadise aykırı bir davranışta bulunmayacağı belirtilerek bu iddia reddedilmiştir. Nitekim ölürken bile kendisine pahalı kefen alınmamasını özellikle tembih etmiş, Allah’ın huzuruna gösterişli kefenle değil samimi bir iman ve ibadetle çıkmanın önemli olduğunu hatırlatmıştır.

Huzeyfe b. Yemân’ın hikmetli sözleri de vardır:
“Sizin en hayırlılarınız âhiret için dünyayı dünya için âhireti terkedenler değil fakat her ikisi için de çalışanlardır”, “Öyle bir zaman gelecek ki iyiliği emretmeyen ve kötülükten menetmeyen kimseleri içinizde en hayırlı kişiler olarak gö- receksiniz”.
Huzeyfe’nin bir adama, “İnsanların en kötüsünü öldürmen seni sevindirir mi?” diye sorduğu, “evet” cevabını alınca da, “0 zaman sen ondan daha kötü olursun” dediği rivayet edilir.

Hz. Peygamber’den pek çok hadis dinleyen Huzeyfe ondan bizzat duymadığı bazı hadisleri de Hz. Ömer’den öğrenmiştir. Hz. Ömer, Hz. Ali ve Câbir b. Abdullah gibi sahâbîler yanında Ebû Vâil, Zir b. Hu- beyş, Zeyd b. Vehb, Abdurrahman b. Ebû Leylâ, Ebû İdrîs el-Havlânî gibi tâbiîn âlimleri de ondan hadis rivayet etmişlerdir. Hadis kitaplarında Huzeyfe’nin rivayet ettiği 225 hadis yer almaktadır. Buhârî ve Müslim’in el-Câmi’u’ş-şahîh’lefmde on iki, yalnız Sahih-i Buhari’de sekiz, yalnız Sahih-i Müslim’de on yedi rivayeti bulunmaktadır.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”] Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 18 , sy 434-435 , Hazırlayan ; Selman Başaran
[/toggle]

Hz. Abdullah bin Cabir El Ensari (r.a.)

Irak  – Medain Selman Farisi Türbesinde

Hicretten on altı yıl önce (607’de)’de dünyaya geldi. Hazrecoğullarının Benî Seleme kabilesinden olup Ebû Abdurrahman ve Ebû Muhammed künyeleriyle de anılır. Babası Uhud Gazvesi’nde ilk şehid düşen sahâbî Abdullah b. Amr b. Harâm, annesi Resûlullah’a biat eden kadın sahâbîlerden Enîse (Oneyse) bint Aneme’dir.

Nübüvvetin on üçüncü yılında (622) yapılan İkinci Akabe Biatı’na babası ile birlikte katılan Câbir yetmiş kişilik heyetin en küçük üyesi idi. Söylediğine göre o zaman henüz taş bile atamayacak kadar küçük bir çocuktu. Onun Bedir Gazvesi’nde bulunduğu ve suların azlığı sebebiyle kuyuya girerek kovaları doldurduğu kendisinden rivayet edilmekte ise de (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 141), sahih rivayetlerden anlaşıldığına göre (Müslim, “Cihâd”, 145) bu gazvede bulunmamıştır. Çünkü yedi (veya dokuz) kız kardeşine bakacak kendisinden başka kimseleri bulunmadığı için savaşlarda babası onu kardeşlerini kollamakla görevlendirmiş, Uhud Gazvesi’nde babası şehid düşünceye kadar hiçbir gazveye katılmamıştı. Bundan sonra hiçbir gazveyi kaçırmayan Abdullah b. Cabir (r.a.) iştirak ettiği ilk gazve, Uhud Gazvesi’nin hemen ardından düşmanları kovalamak üzere yapılan Hamrâülesed Gazvesi idi. Bu gazveye sadece bir gün önce Uhud’da çarpışmış olanlara katılma izni verildiğini öğrenince Hz. Peygamber’in huzuruna çıkarak kızkardeşlerine bakma mecburiyeti dolayısıyla savaşa iştirak edemediğini söyledi ve ondan özel izin aldı. Daha sonra ise Resûl-i Ekrem’le birlikte on dokuz gazveye katılmıştır.

Hudeybiye’de Bey’atürrıdvân’da bulunmuş ve Hz. Peygamber’in orada bulunan 1400 kişiye hitaben, “Bugün sizler yeryüzünün en hayırlı insanlarısınız” (Buhârî, “Me- ğâzî”, 35) dediğini rivayet etmiştir. Hayatının son yıllarında bu olaydan söz ederken, eğer gözlerini kaybetmemiş olsaydı altında biat ettikleri ağacı gösterebileceğini söylemiştir. Hz.Peygamber’in vefatından sonra Abdullah b. Cabir (r.a.)’in muhtelif savaşlara katıldığı ve özellikle Şam’ın fethinde bulunduğu bilinmektedir. Hz. Ömer tarafından kavmini temsil etmekle görevlendirilmiştir. Muâviye b. Ebû Süfyân’ın kumandanlarından Büsr b. Ebû Ertât, halkı halifeye biat ettirmek üzere Medine’ye geldiğinde (40/ 660), Abdullah b. Cabir (r.a.) biat etmeden kimsenin biatini kabul etmeyeceğini ilân etti. Bunun üzerine Câbir müminlerin annesi Ümmü Seleme ile istişare ettikten sonra istemeyerek de olsa biat etmek zorunda kaldı. Yine Muâviye b. Ebû Süfyân 670 yılında, Medineliler’in Hz. Osman’ı katlettiklerini söyleyerek Hz. Peygamber’in minberiyle asâsını alıp Şam’a götürmek istediği zaman, rivayete göre, onu bu düşüncesinden Ebû Hüreyre ile Câbir b. Abdullah vazgeçirdiler. 692’de Haccâc Mekke ve Medine valisi sıfatıyla Medine’ye gelince Hz. Osman’ı şehid ettikleri ithamıyla şehir halkına hakaret ettikten başka bazı sahâbîlerle birlikte Abdullah b. Cabir (r.a.)’in da ellerini kurşunla damgalattı.

Hayatının sonlarına doğru gözlerini kaybeden Abdullah b. Cabir (r.a.), 78 (697) yılında Medine’de vefat etti. 68, 73 ve 77’de vefat et- tiği de söylenmektedir. Doksan dört yıl yaşadığı, bu sebeple muammerûn’dan olduğu söylenmekte ve cenaze namazını Haccâc’ın kıldırmamasını vasiyet ettiği, öldüğünde de namazını Hz. Osman’ın Medine Valisi olan oğlu Ebân b. Osman’ın kıldırdığı rivayet edilmektedir. Abdullah b. Cabir (r.a.)’in cenaze namazını Haccâc’ın kıldırdığına dair bir rivayetten söz edilmekte ise de Zehebî bu rivayetin garîb, hatta münker olduğunu ileri sürmüştür. Akabe Biatı’nda bulunanlardan en son vefat eden odur. Etekleri topuğuna değmeyen bir izâr giydiği, başına beyaz bir sarık sardığı ve sarığın ucunu arka taraftan dışarı sarkıttığı, bembeyaz saçını ve sakalını zaman zaman sarıya (bazı rivayetlerde kırmızıya) boyadığı bildirilmektedir.

Abdullah b. Cabir (r.a.) Resûl-i Ekrem’in özel iltifat ve ilgisine mazhar olan sahâbîlerden biridir. Hz. Peygamber bir defasında onu devesinin arkasına bindirmiş, hastalandığı zaman ziyaretine gitmiş, babasının şehadeti dolayısıyla üzüldüğünü görünce, onun Allah Teâlâ’nın iltifa- tına nâil olduğunu haber vererek kendi- sini teselli etmiştir. Abdullah b. Cabir (r.a.)’in Peygamber’e olan yakınlığını gösteren bazı rivayetler hadis kitaplarında önemli bir yer tutar. Bunların en önemlileri şunlardır: Câbir babasının vefatı dolayısıyla sadece yetim kardeşlerine bakmaya değil aynı zamanda babasından kalan borçları da ödemeye mecbur olduğu için maddî bakımdan çok zor durumda kaldı. Çoğu yahudi olan alacaklılar hurmaların toplanma zamanı gelince Câbir’den alacaklarını istediler. O da hurma bahçesinden başka gelirleri olmadığını ve o yılki mahsulün borcunu karşılamaya yetmeyeceğini Hz. Peygamber’e arzetti. Resûl-i Ekrem toplanan hurmaları birkaç öbek halinde yığdırdı. Sonra da bunlar- dan en büyük öbeğin yanına oturarak ölçeği eline aldı ve herkese alacağı nisbetinde hurma vermeye başladı. Hz. Peygamber’in bir mûcizesi olarak Câbir’in bütün borçları ödendikten sonra da hurmaların eksilmediği görüldü (Buhârî, “Ve- sâyâ”, 36, “Meğâzî”, 18).

Daha sonra evlenen Abdullah b. Cabir (r.a.) Zâtürrikâ Gazvesi’ne gidildiğini duyunca Hz. Peygamber’le birlikte savaşa katıldı. Bu gazveden dönerken onun zayıf ve bakımsız devesinin en geride kaldığını gören Resûl-i Ekrem Abdullah b. Cabir (r.a.)’e devesini çöktürmesini söyledi: sonra da eline aldığı bir sopa ile deveye vurunca dermansız hayvan birçok deveyi geride bırakacak kadar canlanıp süratlendi. Bu sırada Câbir’le sohbet eden Hz. Peygamber onun evlendiğini öğrenince bir kızla mı, yoksa dul bir hanımla mı evlendiğini sordu. Evlendiği kadının dul olduğunu öğrenen Resûlullah’ın, bir kızla evlenmenin daha mutlu sonuçlar doğurabileceğini hatırlatması üzerine Abdullah b. Cabir (r.a.), çocukları başına toplayıp onlarla meşgul olabilecek bir kadını özellikte tercih ettiğini, kardeşlerinin arasına onların yaşında birini getirmeyi doğru bulmadığını söyleyerek Hz. Peygamber’in duasını aldı. Yine bu yolculukta Hz. Peygamber, maddî sıkıntı içinde bulunduğunu bildiği Câbir’den devesini kendisine satmasını istedi. Uzun bir pazarlıktan sonra ve Medine’ye varınca teslim etmek şartıyla deveyi satın aldı. Gazve dönüşü Abdullah b. Cabir (r.a.) deveyi teslim etmek üzere götürünce, Resûlullah ona olan borcunu ödedi ve deveyi de kendisine hediye etti. Bu olay “Leyletü’l-ba’îr” (deve gecesi) diye anılır. Câbir o gece Resûl-i Ekrem’in kendisi için yirmi beş defa istiğfar ettiğini söyler.

Abdullah b. Cabir (r.a.) Hz. Peygamber’den, Hz. Ebû Bekir, Ömer, Ali, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Muâz b. Cebel, Zübeyr b. Avvâm ve diğer sahâbîlerden pek çok hadis rivayet etmiştir. Binden fazla hadis nakleden altı sahabiden biri olan 1540 rivayet ettiği hadislerden elli sekizi Buhari ve Müslim’de 126’sı Müslim’de yer almaktadır. Rivayetleri toplu olarak da Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde bulunmaktadır.
[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”] Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 6 , sy 532-533 , Hazırlayan ; M. Yaşar Kandemir
[/toggle]

Hz. Selman Farisi (r.a.)

Irak – Medain

Aslen İranlı olup, İsfehan yakınında bir köyde doğup, büyüdü. Gençliğinde mecûsî iken, hıristiyan rahibleriyle tanışıp, mecûsîliği terk etti. Kiliseye girip hıristiyan oldu. Çok ilim öğrenip âlim oldu. Sonra da uzun yıllar değişik yerlerde kaldı. Nihâyet Medine’ye gelip Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) hicret edince maksadına kavuşup müslüman oldu ve Ehl-i beytten sayıldı. Müslüman olmadan önce, ismi Mabeh idi. Müslüman olunca, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), O’na Selmân ismini verdi. İranlı olduğu için de Fârisî denildiğinden ismi Selmân-ı Fârisî olarak meşhûr oldu. Nesebi ise; Mabeh bin Buzanşâh bin Mursilân bin Behbudah bin Firûz’dur. Lakabı Selmân-ül-Hayr, künyesi ise Ebû Abdullah’tır.

Ebü’l-Ferec ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: Abdullah İbn-i Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) yanında idim. Bana Selmân-ı Fârisî’nin bir gün hayatını şöyle anlattı:
Selmân dedi ki: “Ben Fâris (İran)’ın, İsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini olup, arazîmiz ve malımız çoktu. Ben babamın tek çocuğu idim. Beni herkesten çok severdi. Bunun için beni kız gibi yetiştirdi. Evden çıkmama izin vermezdi. Babam mecûsî (ateşperest) olduğu için mecûsîliği de bana evde tam bir şekilde öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar biz ona tapar secde ederdik. Babamın malı ve mülkü çok olduğu için beni bir ara dışarıya çıkardı ve dedi ki: “Yavrum ben öldüğüm zaman bu malların sahibi sen olacaksın, onun için git mallarını ve arazilerini tanı.” Ben de “peki” deyip bahçelerimizi dolaştım. Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde bir hıristiyan kilisesine rastladım. Onların seslerini işittim. Gidip baktım ki, içerde ibâdet ediyorlar. Ben daha önce öyle bir şey görmediğim için çok hayret ettim. Zira bizlerin ibâdeti bir miktar ateş yakar ve ona secde ederdik. Fakat onlar görünmeyen bir Allah’a ibâdet ediyorlardı ve kendi kendime dedim ki, vallahi bunların dîni haktır ve bizimki batıldır. Onun için akşama kadar onları seyrettim. Tarlalarımıza gitmedim, akşam oldu. Onlara dedim ki: “Bu dînin aslı nerededir?” bana, “Bu dînin aslı Şam’dadır” dediler. “Peki dedim ben de Şam’a gitsem beni de bu dine kabûl ederler mi?” “Evet kabûl ederler” dediler. “Sizlerden yakında Şam’a gidecek kimseler var mıdır?” diye sordum “Bir müddet sonra bir kervanımız Şam’a gidecektir, diye cevap verdiler. (İsfehan’daki bu Hıristiyanlar, İsfehân’a Şam’dan gelmişlerdi ve sayıları da az idi.)
Ben bunlarla meşgûl olurken vakit geç oldu. Babam benim dönmediğimi görünce, beni aramak için adam göndermiş. Beni aramışlar bulamamışlar ve bulamadıklarını babama söylemişler. Tam bu sırada, ben de eve döndüm. Babam “Bu zamana kadar nerede kaldın. Seni aramadığımız yer kalmadı” dedi. Ben de “Babacığım ben bu gün tarlaları dolaşmak için yola çıktım fakat yolda karşıma bir nasrânî kilisesi çıktı. Ben de içeri girdim, baktım ki; görmedikleri ve herşeye hâkim ve kadir olan bir Allah’a îmân ediyorlar. Onların ibâdetlerine şaşdım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki onların dîni haktır.” dedim. Babam “Ey oğlum sen yanlış düşünüyorsun senin babalarının ve dedelerinin dîni, onların dîninden daha doğrudur. Onların dîni bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma” dedi. Ben de “Hayır babacığım onların dîni bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dîni haktır. Bizimki (ateşperestlik) ise bâtıldır.” Babam buna çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan bağlayıp eve hapsetti. Ben daha önce kilisede hıristiyan rahiblere; bu dînin aslının nerede olduğunu sormuştum. Onlar da Şam’da olduğunu söylemişlerdi. Ben evde hapis iken devamlı Şam’a gidecek olan kervanı beklerdim. Nihâyet hıristiyan rahibler Şam’a gidecek kervanı hazırlamışlardı. Bunu haber alınca beni bağlayan iplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu kiliseye gittim. Buralarda duramayacağımı anlattım. O kervanla beraber Şam’a gittim. Şam’da hıristiyan dîninin en büyük âlimini sordum. Bana bir âlimi tarif ettiler. Onun yanına gittim. Ona durumu anlattım. Onun yanında kalmak istediğimi ona hizmet edeceğimi söyleyip, Ondan bana nasrânîliği öğretmesini Allahü teâlâyı tanıtmasını rica ettim. O da kabûl etti. Ben de Ona hizmet etmeye kilisenin işlerini yapmaya başladım. O da bana dîni öğretmeye başladı. Fakat sonradan Onun kötü kimse olduğunu anladım. Çünkü hıristiyanların fakîrlere vermesi için getirdikleri sadaka altın ve gümüşleri kendine alır, fakîrlere vermezdi. Böylece şahsına yedi küp altın ve gümüş biriktirdi. Fakat bunu benden başka kimse bilmezdi. Bir müddet sonra o âlim vefât etti. Nasrânîler onu defn etmek için toplandılar. Onlara “Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz, o hürmete layık bir insan değildir.” dedim. “Sen bunu nereden çıkarıyorsun” dediler ve bana inanmadılar. Ben de biriktirdiği altınların yerini bildiğim için onlara gösterdim. Nasrânîler yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar ve “Bu, defne ve techîze lâyık bir kimse değildir dediler ve bir yere atıp üzerini taşla kapattılar. Sonra onun yerine başka bir âlim geçti. Çok âlim zâhid bir kimse idi. Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Âhirete tâlib bir kimse olup, hep âhıret için çalışıyordu. Gece-gündüz hep ibâdet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Onun ve kilisenin hizmetini yapar ve de onunla ibâdet ederdim. Vefât zamanı geldi ve ona “Ey benim efendim uzun zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü sen Allahü teâlânın emirlerine itaat ediyorsun ve men ettiklerinden kaçıyorsun. Sen vefât ettiğin zaman ben ne yapayım. Bana ne tavsiye edersin” diye sordum. Bana “Oğlum Şam’da insanları ıslâh edecek bir kimse yok. Kime gitsen seni ifsâd ederler. Fakat Musul’da bir zât vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim” dedi. “Ben de peki efendim” dedim. O zât vefât edince Şam’dan Musul’a gittim. Onun tarif ettiği zâtı buldum. Başımdan geçenleri anlattım. Beni hizmetine kabûl etti. O da diğer zât gibi çok kıymetli zahid âbid bir kimse idi. Onun vefât zamanı aynı soruları ona da sordum. O da bana Nusaybin’de bir zâtı tavsiye etti. O vefât ettikten sonra ben de derhal Nusaybin’e gittim. Bahsedilen kimseyi bulup yanında kalmak istediğimi söyledim. İsteğimi kabûl etti ve bir müddet de O’nun hizmetinde kaldım. Bu zât da vefât etmek üzere iken, beni başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye’deki bir Rum şehrinde bulunan başka bir kimseyi tarif etti. Vefâtından sonra da oraya gittim. Tarif edilen bu son şahsı da bulup, hizmetine girdim. Uzun bir zaman da O’nun yanında kaldım. Artık O’nun da vefâtı yaklaşmıştı. O’na da beni birine havale etmesini rica edince, vallahi şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhir zaman Peygamberinin gelmesi yaklaştı. O Arablar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Alâmetleri şunlardır: Hediyeyi kabûl eder, sadakayı kabûl etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır, diyerek alâmetlerini saydı. Yanında bulunduğum son zât da vefât edince, O’nun tavsiyesi üzerine, Arab diyarına gitmeye hazırlandım.
Ben Amuriye’de çalışıp, bir kaç öküz ile bir miktar koyun sahibi olmuştum. Benî Kelb kabilesinden bir kâfile Arap beldesine gitmek üzere idi. Onlara dedim ki, bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arap vilâyetine götürün. Kabûl edip beni kâfilelerine aldılar. Vâdiy-ül-Kura denilen yere gelince bana ihânet edip, köledir diyerek beni bir yahûdiye sattılar. Yahûdinin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm. Âhir zaman Peygamberinin hicret edeceği yer herhalde burasıdır diye düşündüm. Fakat kalbim oraya ısınmadı. Bir müddet yahûdinin hizmetinde kaldım. Sonra beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da alıp Medine’ye getirdi. Medine’ye varınca, sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim, öylesine ısındım. Artık günlerim Medine’de geçiyor, beni satın alan yahûdinin bağında bahçesinde çalışıp, ona hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma arzusuyla bekliyordum.
Bir gün beni satın alan yahûdinin bahçesinde bir hurma ağacı üzerinde çalışıyordum. Sahibim, yanında biri ile bir ağaç altında oturup konuşmakta idi. Bir ara dediler ki, Evs ve Hazrec kabileleri helak olsunlar. Mekke’den bir kimse geldi. Peygamber olduğunu söylüyor. Ben bu sözleri işitince kendimden geçip az kalsın ağaçtan yere düşüyordum. Hemen aşağı inip, O şahsa ne diyorsun? dedim. Sahibim bana bir tokat vurdu ve “Senin nene lâzım ki soruyorsun sen işine bak” dedi. O gün akşam olunca bir miktar hurma alıp, hemen Kûba’ya vardım. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) yanına girip “Sen sâlih bir kimsesin yanında fakîrler vardır. Bu hurmaları sadaka getirdim” dedim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) yanında bulunan Eshâba “Geliniz hurma yiyiniz” buyurdu. Onlar da yediler. Kendisi asla yemedi. Kendi kendime işte bir alâmet budur. Sadaka kabûl etmiyor dedim. Eve dönüp bir miktar hurma daha alıp, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) getirdim. Bu hediyedir dedim. Bu defa yanındaki Eshâb ile birlikte yediler. İşte ikinci alamet budur dedim. Götürdüğüm hurma yirmibeş tane kadar idi. Halbuki yenen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mucizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime bir alameti daha gördüm dedim. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanına ikinci defa varışımda bir cenâze defn ediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım. Benim muradımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübârek sırtı açılınca Nübüvvet mührünü görür görmez varıp öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i şehâdeti söyleyerek müslüman oldum. Sonra da Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) uzun yıllardan beri başımdan geçen hâdiseleri bir bir anlattım. Halime teaccüb edip, bunu Eshâb-ı kirama da anlatmamı emir buyurdu. Eshâb-ı kiram toplandı, ben de başımdan geçenleri bir bir anlattım..”

Selmân-ı Fârisî îmân ettiği zaman Arap lisanını bilmediği için tercüman istemişti. Gelen yahûdi tercüman, Selmân-ı Fârisî’nin Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) meth etmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnada Cebrâil (aleyhisselâm) gelip Selmân’ın sözlerini doğru olarak Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bildirdi. Durumu yahûdi anlayınca, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.

Selmân-ı Fârisî müslüman olduktan sonra, köleliği bir müddet daha devam etti. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ), “Kendini kölelikten kurtar yâ Selmân!” buyurması üzerine sahibine gidip, âzâd olmak istediğini söyledi. Buna zorla râzı olan yahûdi, üçyüz hurma fidanı dikerek yetiştirip ve hurma verir hâle getirmesi ve kırk rukye altın (o zamanki ölçüye göre bir miktar altın) vermesi şartıyla kabûl etti.

Bunu Resûlullaha haber verdi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Eshâbına; “Kardeşinize yardım ediniz” buyurdu. Onun için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Bunların çukurlarını hazır edip, tamam olunca bana haber ver” buyurdu. Çukurları hazırlayıp, haber verince Resûlullah ( aleyhisselâm ) teşrîf edip, kendi eliyle o fidanları dikti. Bir tanesini de Hazreti Ömer dikmişti. Hazreti Ömer’in diktiği hâriç, hepsi, Allahü teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. O bir taneyi de söküp, kendi mübârek eli ile yeniden dikti ve diktiği anda hurma verdi. Bundan sonra Ehl-i suffâ arasına katıldı.

Buyurdular ki: Bir gün bir zât beni arıyor ve “Selmân-ı Fârisî’yi Mükâtib-i fakîr (Efendisi ile hürriyetine kavuşmak için belli miktarda anlaşan köle) nerededir” diye soruyordu. Beni buldu ve elindeki yumurta büyüklüğündeki altını verdi. Bunu alıp Peygamberimize ( aleyhisselâm ) gittim ve durumu arz ettim.

Resûlullah ( aleyhisselâm ) altını tekrar Selmân-ı Fârisî’ye verip, “Bu altını al borcunu öde” buyurdu. Selmân-ı Fârisî, “Yâ Resûlallah bu altın yahûdinin istediği ağırlıkta değil” deyince, Resûlullah ( aleyhisselâm ) o altını alıp, mübârek dilinin üzerine sürdü. “Al bunu! Allahü teâlâ bununla senin borcunu eda eder.” buyurdu. Selmân-ı Fârisî, “Allah hakkı için o altını tarttım, tam istenilen miktarda geldi. Götürüp onu da sahibime verdim. Böylece kölelikten kurtuldum” dedi.

Uzak diyarlardan geldiği için Eshâb-ı kiramdan biriyle kardeşlik kurması emir buyurulunca, Hazreti Ebû Derda ile kardeş oldu. Hendek savaşından itibâren bütün gazâlara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra, Medine üzerine üçüncü defa yürüyen müşriklere karşı nasıl bir savunma yapılması gerektiği istişâre ediliyordu. Bütün müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta Selmân-ı Fârisî, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) hendek kazmak sûretiyle savunma yapmayı söyledi. O’nun bu teklifi kabûl edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu savaşa, Hendek Savaşı denildi. Selmân-ı Fârisî, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yemân, Nu’man bin Mukarrin ile Ensâr’dan altı kişinin bulunduğu bir grubla beraber bulunuyordu. Kendisi güçlü ve kuvvetli bir zât idi. Hendek kazma işinde gayet mahir ve becerikli idi. Yalnız başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Câbir bin Abdullah ( radıyallahü anh ): “Selmân’ın ( radıyallahü anh ) kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda, beş arşın derinliğinde yeri vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm.” buyurmuştur. Selmân’ın ( radıyallahü anh ) çalışmasına Kays bin Sa’sâ’nın gözü değmiş ve Selmân ( radıyallahü anh ) birdenbire yere yıkılmıştı. Eshâb-ı kiram hemen Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) koşmuş ve ne yapmaları lâzım geldiğini sormuşlardı. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), “Kays bin Sa’sâ’ya gidin Selmân için bir kabta abdest alsın. Abdest suyu ile Selmân yıkansın. Su kabı Selmân’ın arkasından baş aşağı çevirilsin”buyurmuştur. Eshâb-ı kiram, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) buyurduğu gibi yapınca Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) bulunduğu halden kurtulmuş, kendine gelmiş ve açılmıştı. Hendek savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı Selmân-ı Fârisî’ye Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Selmân-ül-Hayr” (Hayırlı Selmân) buyurdu.

Selmân-ı Fârisî müslüman olup, kölelikten kurtulduktan sonra, geçimini sağlamak için ince hurma dallarından sepet örüp satarak geçimini temin ederdi. Kazancının bir kısmını da fakîrlere sadaka olarak dağıtırdı. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) yakınlarından olup, bazı geceler huzûrunda bulunarak başbaşa saatlerce sohbetinde kalırdı. Eshâb-ı kiram tarafından da çok sevilip hürmet görürdü. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) dünyâya hiç rağbet etmezdi. Ayakta duramayacak hale gelinceye kadar namaz kılar, sonra bedeni yorulunca oturur dili ile zikr ederdi. Dili yorulduğu zaman da Allahü teâlânın yarattığı şeylerdeki hikmetleri düşünürdü ki, bu tefekkürü Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) “Bir saat tefekkür bin sene ibâdetten hayırlıdır” buyurdukları tefekkürdü. Birazcık dinlenince “Ey nefsim sen iyi dinlendin. Şimdi kalk Allahü teâlâya ibâdet et.” Diline de “Ey lisânım, sende Allahü teâlânın zikrine başla” derdi. Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca akşamdan sabaha kadar böyle ibâdet etti. Hiç bir gece bu ibâdetleri kaçırmadı. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) zaten Eshâb-ı Suffe denilen ve Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) bizzatihi kendilerini ilim öğrenmekle vazîfeli kıldıkları ve Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) hazarda ve seferde bir an ayrılmayan kimselerdendi.

Kalbinde zerre kadar Allah ve Resûlullah aşkından başka birşey bulunmayan Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ), kendisine gelen bütün dünyâ malını Allah rızası için dağıtırdı. Elinde mal bulundurmazdı. Kınde kabilesinden bir hanım ile evlenmişti. Evlendiği kadının evine girdiği zaman duvarlarına süs eşyalarının asılmış olduğunu gördü. Zinetli, süs örtülerin Kâ’be-i Muazzamaya yakışacağını söyledi ve eve girmedi. Kapının örtüsü hariç bütün örtüler kaldırıldı. Eve girdiği zaman bir hayli mal gördü. “Bunlar kimin içindir” diye sordu. Dediler ki, “Senin ve hanımının malıdır. Buyurdu ki: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana bunu tavsiye etmedi. Fakat bana bir yolcunun malından ve ihtiyâcından fazla bir şey bulundurmamamı tavsiye etti.” Biraz sonra bir hizmetçi gördü. “Bu hizmetçi kimin” diye sordu. “Senin ve ehlinindir (hanımınındır)” dediler. Buyurdu ki: “Halîlim ( aleyhisselâm ) bana bunu tavsiye etmedi ve evinde nikâhlı zevcenden başka kimse bulundurma, buyurdu. Eğer bulundurursam onlar kadınların yapması icabeden şeyleri (yalanı, geçimsizliği, dedikoduyu) yaparlar diye tavsiye etti.” Bunun üzerine hizmetçi kadını da gönderdi. Daha sonra hanımının yanına girdi ve ona “Sen bana emrettiğim şeylerde itaat edecek misin” diye sordu. Hanımı “Senin meclisine itaat etmek üzere oturdum.” Yani sana itaat etmek üzere geldim, evlendim dedi. Bunun üzerine Halîlim ( aleyhisselâm ) bana buyurdu ki,“Sen ehlinle Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek üzere bir araya gel” dedi. Bundan sonra namaz kılmaya kalktı ve ehline de namaz kılmasını emretti. Çok ibâdet edip gözyaşı döktü ve bereketli kılması için Allahü teâlâ’ya duâ etti. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) hanımı ile de gayet zâhidâne bir hayat sürdüler. Eshâb-ı Suffe içerisinde Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) önünde, İslâm ilimlerini öğreniyordu. Selmân ( radıyallahü anh ) senelerce fakîrlik ve kölelik içerisinde çektiği sıkıntıları, vahiy pınarının berrak sularından, kana kana içip gideriyordu. Ehl-i Suffe içerisinde Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) en yakın olan Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) idi. Hazreti Âişe buyuruyor ki: “Selmân-ı Fârisî geceleri uzun zaman Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile beraber kalırdı ve sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resûlullah’ın yanında bizden fazla kalırdı. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Allahü teâlâ bana dört kişiyi sevdiğini bildirdi. Ve bu dört kişiyi sevmemi emretti. Bunlar: Hazreti Ali, Ebû Zerr-i Gıfârî, Mikdâd ve Selmân-ı Fârisî” buyurdular.

Hazreti Ebû Bekir devrinde Medine’den ve Hazreti Ebû Bekir’in sohbetinden bir an ayrılmayan Hazreti Selmân, Hazreti Ömer zamanında İran fethine katılmıştır. İslâm ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu bu seferlerde Selmân-ı Fârisî’nin ( radıyallahü anh ) çok büyük hizmetleri olmuştur. İranlılar hakkında büyük malûmat sahibi idi. Çünkü kendisi İranlıydı. İranlıları kendi lisanlarıyla dine davet ediyor, onlara İslâmiyeti anlatıyordu. İranlılar savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şaşırdılar. Hazreti Selmân fillerle nasıl çarpışılacağını ve nasıl öldürüleceğini İslâm askerlerine gösterdi. İran’ın Medayin şehri alınınca, Onu Hazreti Ömer şehre vâli tayin etti. İlmi, basîreti, vazîfesindeki adâleti ve nezâketi ile Medayin halkı tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece İslâmiyet orada süratle yayıldı.

Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) Hazreti Ömer zamanında Medayin vâlisi iken otuzbin kişiye hutbe okuduğu zaman yanında da iki parçadan müteşekkil bir hırka vardı. Hırkasının bir parçasını namazlık olarak serer namaz kılar, diğer parçasını da giyerdi. Ondan başka hiçbir elbisesi yoktu. Vâli olduğu için kendisine maaş verildi. Maaşını aldığı zaman ondan hiçbir şey harcamaz hepsini fakîrlere dağıtırdı. Kendi el emeği ile geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile bir daha tabak yapmak için malzeme alır, bir dirhemini sadaka verir bir dirhemiyle de evinin ihtiyâcı olan şeyleri alırdı. Üzerinde damı (tavanı) bulunmayan basit bir evde yaşardı. Bir taraftan güneş gelince, duvarlardan güneş gelmeyen yere geçer, oraya güneş gelince güneş gelmeyen diğer tarafa geçerdi. Medayin’de vâli iken Şam’dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selmân-ı Fârisî’yi ( radıyallahü anh ) tek bir hırka ile görünce işçi zannetti ve “Gel şunu taşı” dedi. Selmân ( radıyallahü anh ) çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Selmân’ı ( radıyallahü anh ) tanıyanlar adama “Sen ne yapıyorsun bu vâlidir” dediler. Adam Selmân’a ( radıyallahü anh ) dönüp “Kusurumu bağışlayınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı indirin” dedi. Selmân ( radıyallahü anh ) “Hayır niyet ettim gideceğin yere kadar götüreceğim” dedi ve adamın evine kadar götürdü. Selmân ( radıyallahü anh ) böylesine de tevâzu sahibi idi.

Çok sade bir hayat yaşayan Selmân-ı Fârisî, Hazreti Osman devrinde hastalandı. Bu sırada kendisini ziyârete gelen Sa’d bin Ebî Vakkas’a artık dünyâdan ayrılacağını ve bütün servetinin bir kâse (tas), bir leğen, bir kilim ve bir hasırdan ibâret olduğunu söyledi. Kendisini ziyârete gelen Eshâb-ı kiram nasîhat isteyince, onlara hasta olduğu halde devamlı nasîhatde bulunuyordu. Bu hastalığı neticesinde Medayin’de vefât etti. Vefât ettiğinde ikiyüzelli yaşında bulunuyordu 35 (m. 655).

Selmân-ı Fârisî, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) altmış civarında hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Bunlardan otuz kadarında Buhârî ve Müslim ittifâk edip, kitaplarına almışlardır. İlim öğretmeyi çok severdi. Çok âlim yetiştirmiştir. Ebû Sa’îd el-Hudrî, İbn-i Abbâs Evs bin Mâlik, Onun talebeleri arasında idi. Ebû Hureyre ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Tabiînin büyüklerinden ve o zaman Medine’de Fukaha-i Seb’a denilen, yedi büyük âlimden biri olan, Kâsım bin Muhammed de Selmân-ı Fârisî’nin talebelerindendir. O’nun derslerinde ve sohbetlerinde kemâle gelmiştir.
Selmân-ı Fârisî, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrunda ve sohbetlerinde kemâle geldi. Zâhir ve batın ilimlerinde çok yüksek derecelere kavuştu. Eshâb-ı kiramın hepsi de böyle olmuştu. Fakat Resûlullahdan herkes, kendi kabiliyyeti ve kapasitesi kadar feyz alırdı. Hazreti Ebû Bekir’in kavuştuğu derecelere hiçbir Sahâbî kavuşamadı. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ), Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) sonra Hazreti Ebû Bekir’in sohbetinde ve hizmetinde de çok bulunarak, O’ndan da feyz aldı.

Hanımı anlatır: Vefâtına yakın bana: “Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve başımın etrâfına saç, insan ve cin olmayan kimseler (melekler) yanıma geleceklerdir” dedi. Söylediği gibi yaptım. Dışarı çıktım. Odadan, “Esselâmü aleyke, ey Allah’ın velisi ve Resûlullahın arkadaşı” diyen bir ses duydum. İçeri girdiğimde rûhunu teslim etmişti. Yatağında uyuyor gibiydi.

Sa’îd bin Müsseyyeb, Abdullah bin Selâm’dan naklen anlatır: “Selmân-ı Fârisî bana: “Ey kardeşim hangimiz evvel vefât edersek, vefât eden kendini, hayatta olana göstersin” dedi, ben de bu mümkün müdür? dedim. “Evet, mümkündür. Çünkü mü’minin rûhu bedeninden ayrılınca, istediği yere gidebilir, kâfirin rûhu Siccinde habsedilmiştir” dedi. Selmân ( radıyallahü anh ) vefât etti. Birgün kaylûle yaparken (gün ortasında uyurken) Selmân’ın geldiğini gördüm. Selâm verdi. Selâmına cevap verdim. Yerini nasıl buldun diye sordum, “İyidir. Tevekkül et. Tevekkül ne iyi şeydir” dedi ve üç kere tekrarladı.”

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]

1) Sahih-i Buhârî cild-6, sh. 63

2) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh. 351

3) El-İsâbe cild-2, sh. 62

4) El-İstiâb cild-2, sh. 56

5) Hilyet-ül-Evliyâ cild-1, sh. 185

6) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-1, sh. 185, cild-4, sh. 75

7) İbn-i Hişâm cild-1, sh. 232

8) Şifâ-i şerîf cild-1, sh. 278

9) El-Kâmil fit-târîh cild-2, sh. 178

10) Câmi-ul-Kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 84

11) Kâmûs-ül-A’lâm cild-4, sh. 2606

12) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1063

13) Eshâb-ı Kirâm sh. 391

14) Herkese Lâzım Olan Îmân sh. 315

15) Hadâik-ul-verdiyye sh. 15

[/toggle]

Hz. Safvan B. Muattal (r.a.) – Adıyaman

Hz. Safvan B. Muattal Türbesi ; Adıyaman İlinin Samsat ilçesine bağlı Taşkuyu köyü sınırları içerisindeki tepelik bir alandadır. Türbe Adıyaman il merkezine 40 km , Adıyaman Havaalanına 30 km, Samsat ilçe yoluna 1,5 km uzaklıktadır. Bu Mevkie ulaşım rahat ve yılın her ayı sorunsuzdur.

Andolu’nun başka hiçbir yerinde, geldiği yeni vatanından 40 yıl yaşayıp, oraya defnedilen Bir sahabi bulunmamaktadır.

” Ben onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum” Hz. Muhammed (s.a.v.)

Hz. Safvan B. Muattal (r.a.) hicretin 18. yılından, hicretin 60 yılındaki vefatına kadarki 40 yılı aşkın süreyi Adıyaman bölgesinde geçirdi. Vatan edindiği bu topraklarda İslamiyetin yaygınlaşması içib Bizans ile amansız savaşlara girdi. Yaralandı ve Adıyaman’da şehit düştü.

Hicretin 5. (627) yılından önce müslüman oldu. Hendek Gazvesi’ne ve daha sonraki gazvelere katıldı. Uykusu çok ağır olduğu, ancak kendiliğinden uyanabildiği için Resul-i Ekrem onu ordunun artçısı olarak görevlendirir, o da unutulan eşyayı sahiplerine verirdi. Hz. Safvan B. Muattal’ın katıldığı ilk gazvenin İfk Hadisesi’nin cereyan ettiği Mustalik (Müreysi) Gazvesi olduğu kaydedilir. Bu gazvede yine arkada kaldığından konak yerinde birinin uyumakta olduğunu görmüş, “inna li’llah ve inna ileyhi raciun” ayetini (Bakara 56) yüksek sesle okuyunca orada uyumakta olan Hz. Aişe uyanmış, Safvan da tesettür ayetinden önce kendisini gördüğü için onu tanımıştı. Hz. Aişe gece karanlığında ihtiyacını gidermek için ordugahtan uzaklaşmış, dönüşünte gerdanlığını kaybettiğini farkedip onu aramaya koyulmuş, bu arada birlik onun hevdecinde olduğunu sanarak yola girmiş, Hz. Aişe de herkesin gittiğini görünce kendisini almaya gelmelerini beklerken uyuya kalmıştı. Hz. Safvan B. Muattal devesini çökertip onu bindirdi ve hayvanı yedeğine alarak kuşluk vakti ordunun konakladığı yere ulaştı. Daha sonra bu olay Abdullah B. Übey B. Selül’ün dedikodusu yüzünden Safvan İle Hz. Aişe hakkında iftiraya dönüştü. Fakat nazil olan ayetlerle onların suçsuzluğu ortaya çıktı. Ayet inmeden öncede Resul-i Ekrem ” Ben onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum” diyerek Hz. Safvan’ın dürüstlüğünü dile getirmişti.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in deve çobanını öldü­rüp develerini kaçıran kişilerin yakalanma­sı için Kürz b. Sabit ile birlikte görevlendi­rilen Safvân ayrıca İyâz b. Ganm kuman­dasında İslâm fetihlerine katıldı. Hz. İyaz B. Ğanm komutasındaki ordunun sol cenah komutanı olarak önce Urfa’yı fethetmiş, sonrada Ermeni merkezi olan Adıyaman- Samsat’ı feth ederek oraya yerleşmiş, yıllarca burada komutanlık/ Valilik  yapmış, İslma’ın Anadolu topraklarına yayılmasına öncülük etmiş ve burada şehit olmuştur.  Hz. Safvân, Resûl-i Ekrem (asv)’den iki ha­dis rivayet etmiş (hadisler için bk. Müs­ned, V, 312), kendisinden Saîd b. Müseyyeb, Ebû Bekir b. Abdurrahman, Saîd b. Ebû Saîd el-Makbürî gibi tabiîler rivayette bulunmuştur.

Hz. Malik Bin Ejder (r.a.)

Şehrin güney tarafında, merkeze 6 km uzaklıkta Aksu Mahallesi

Esas adı Malik Bin Ester olan Malik, Yemen’de Naha adlı bir oymağın beyidir. Bundan dolayı kendisine Naha’ya nisbetle El-Nahai de denilmiştir. El-Eşter ise lakabıdır. Rivayete göre Malik Bin Ejder Hazretleri 636 yılında Bizanslılarla Suriye’de yapılan Yermük Savaşı’nda gözünden yaralanmış bundan dolayı kendisine El Eşter (göz kapakları ters) denilmiştir. Anlaşıldığına göre Malik Bin Ejder, Suriye’den Maraş’a gelerek şehrin şimdiki güney taraflarına karargahını kurmuş ve buradan geçitleri aşarak Bizans topraklanna akınlar yapmış ve büyük kahramanlıklar göstermiştir. Bu sırada yalnız olmadığı da anlaşılan Malik Bin Ejder‘in buraya Meyserete Bin Mesruku’l Abesi ile birliktegeldiği ve muharebe neticesinde burada şehit olduğu da rivayet edilmiştir.

Bir rivayete göre de halife Hz. Ali, Malik Bin Ejder‘i Cizre. Hz. Ebubekr’in oğlu Muhammed’i de Mısır valiliğine atar. Bu atamadan kısa bir süre sonra Muaviye Şam’da halifeliğini ilan eder ve ilk icraat olarak da Mısır valiliğine Amr îbnu’l As’ı atar. Burada kargaşa çıkar ve halk vali ‘Muhammed’e’ karşı ayaklanır. Hz. Ali ayaklanmaları bastırması için Malik Bin Ejder‘i görevlendirir. Görevi kabul eden Malik Bin Ejder Hazretleri, 6.000 kîsilik orduyla Mısır’a doğru yola çıkar. Kalzum adlı yerleşim biriminde bir eve misafir olur ve Muaviye tarafından örgütlenen ev sahibi tarafından şehit edilir. Bunun tabii bir ölüm oldugunu zanneden askerler Malik Bin Ejder‘i Kufe’ye gömmek isterler. Bunun için Kufe’ye gidilmesi gereklidir. Ancak güneyden yol olmadığı için önce Harran’a oradan da Kufe’ye gidilmesi gereklidir. Dolayısıyla Hz. Osman’ın katlinden sorumlu olduğunu iddia eden Muaviye’nin, Malik’in cenazesine hakaret edebileceğini düşünen Malik Bin Ejder‘in oğlu, babasını Filistin ve Şam topraklarına gömülmesini istemez. Onun Hz. Ali’ye bağlılıkları ile bilinen Maraş’a -şu anda bulunduğuyere- gömülmesini ister.

Evliya Çelebi’ye göre Malik Bin Ejder Hazretleri, Hz. Peygamber’in silahşörüdür ve kemerini bizzat Hz. Ali bağlamıştır. Rivayete göre ise Hz. Peygamber, Malik Bin Ejder île Osman Dede’yi Maraş’ın fethine görevlendirir. Her iki sahabe de Maraş’ın dışında bir çeşme başına gelir ve yorgunluktan oracıkta uyuyakalırlar. Uyandıklarında etraflarının düşman askerleri tarafından sarıldığını görür ve savaşmaya başlarlar. Aralarında çetin bir muharebe olur. Bu sırada Osman Dede günümüzde mezarının bulunduğu yerde şehit olur. Malik Bin Ejder ise yaralı halde Kumaşır Gölü’nün olduğu yere kadar ulaşır. O sırada Kumaşır Gölü yoktur. Gölün olduğu yerde Hristiyanlann yasadığı bir köy vardır. Malik Bin Ejder, içmek için köylülerden su ister. Ancak köylüler ona su vermez, aksine onu köylerinde istemez ve üzerine köpeklerini salıverirler. Bu duruma çok üzülen Malik Bin Ejder, kılıcını çeker ve köyün doğusunda yer alan kayaya vurur. Aynı anda kaya birkaç parçaya ayrılır. Bu sırada parçalanan kayaların arasından su kaynamaya başlar, kısa sürede köy sular altında kalır ve bu günkü Kumaşır Gölü oluşur. Bir başka rivayete göre Malik Bin Ejder köylülerden su ister onlarsa bu isteği yerine getirmezler. Bunun üzerine O, yakınlarda bulunan suya “Ak su, Ak su!” diye seslenir ve su kendisine doğru akmaya başlar. O günden sonra nehrin adı “Aksu” kalır. Köyün helak olduğunu gören Malik Bin Ejder hazretleri ise o sırada günümüzde kendi adıyla anılan tepeye çıkar, orada şehit olur ve aynı yere defnedilir.

Şehrin güney tarafında, merkeze 6 km uzaklıkta Aksu Mahallesi. sınırlarında bulunan yapının aslen 1201 yılında yaptırıldığı belirtilir. Kumaşır Gölüne bakan tepede yer alan yapı; Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi tarafından yeniden yapılan merkezi planda küçük mescidi, türbe kısmı ve çevre düzeni ile atıl durumdan kurtarılmış, ziyarete açılmıştır.

Hz. Ebu Derda (r.a.) – Makam – Üsküdar

İstanbul – Üsküdar’da Karacaahmet kabristanınında – Karaahmet Türbesinin hemen arkasında kalan bölümde..

Ebü’ d-Derda hazretlerinin ikinci makam-kabri Üsküdar’da ‘ Karacaahmet Türbesi ‘nin kuzey tarafında kabristanın istinat duvarı yakınlarında bulunmaktadır.

İ. Hakkı Bey, Merakıd-ı mutebere-i Üsküdar adlı eserinde bu makam hakkında şu bilgiyi vermektedir. ”Üsküdar’daki makamın 1983 yılındaki görünümü Bezm-i Alem Valide

1983 yılında türbe
1983 yılında türbe

Hazretleri (v. 1251/1853) tarafından hürmeten ve lütfen bu makamı ihya buyurdukları anlaşılmaktadır. Kabri etrafına mükemmel bir de şebeke ve kandil konması ve yakılması için Karacaahmet hazretleri türbedarına zeytinyağı verilerek bu hizmet görülmekte iken, senede Zilhicce arifesinde Valide-i Atik Vakfı ‘ndan kurbanlar ve kandil yakılması için zeytinyağları verilerek Karacaahmet Hazretleri türbedarı yakın zamana kadar bu vazifeyi ifa eyledikleri … “

Türbenin şebeke demirleri ve kandillikleri yok olmuştur. Etrafındaki sadaka taşlarından da sadece iki tanesi kalmıştır. 1983 tarihli fotoğra fında da kabrin sıradan bir beton işçiliğiyle yeniden yapıldığı anlaşılmaktadır. Kabir, daha sonra ne zaman yapıldığı belli olmayan özelliksiz bir demir şebeke ile tekrar çevrilmiştir. Etrafı tam bir perişanlık içindedir. Hemen yakını, tahrip ve yok edilen mezar taşları çöplüğü gibidir. Gerek bu taşlar, gerekse yeni mezarlar bu makamın etrafındaki tahribatı gösterdiği gibi Karacaahmet’in, tarihiliği’nin hızla tarihleşeceğini/tarihleştirildiğini de ortaya koymaktadır. Makamın etrafında eski mezarlar azalmış, yeni mezarlar ise bir hayli artmıştır. Yeni mezarların, eski mezarları yok ederek yapıldığı ise sağa sola serpilen kırık mezar taşlarından ve yığınlarından anlaşılmaktadır.

Hz. Ebü’d-Derda’nın üçüncü makamı ise Konya Ereğlisi’ndedir.

Kaynak

İstanbullu sahabeler , Dr. Necdet Yılmaz , Dr. Coşkun Yılmaz , Bilge Yayım Habercilik ve Danışmanlık , 2013

Hz. Mahmud Ensari (r.a.)

Hz. Mahmud Ensari(r.a.)’ın türbesi ;Adıyaman’ın 7 km doğusunda bulunan Elifli (İpekli) Köyünün yanında bulunan yüksek ve sivri Ali Dağındadır. Türbenin bulunduğu yer Adıyaman’dan bakılınca görülmektedir.

Mahmut El-Ensarî’nin türbesi, şehir merkezinin yedi km. kadar doğusunda Elif (İpekli) köyü civarında, Adıyaman’dan bakıldığı zaman görülen yüksek ve sivri bir dağın (Ali Dağı) üzerindedir. Türbenin Bağdat Seferi dönüşünde, IV. Murat’ın buyruğu ile sahabeden Mahmud el Ensari adına yaptırılmış olduğu kabul edilir. Bu zâtın da Medineli olduğu sanılmaktadır. Bir rivâyete göre, Hz. Muhammed El-Ensâri hazretlerine, ”Hısn-ı Mansur’a gidip İslâmiyet’i yayacaksın.” der. Mahmud el Ensari din uğruna savaşırken burada şehit olur. Bu zâtın yattığı yerde başka şehit mezarlarının da olduğu belirtilmektedir. Türbe, Ebu- Zer Gıfari türbesi yakınlarındadır.

Tavanı taş üzeri sıva olup, bir kubbe ile örtülü olan türbenin sol tarafında betonarme dört odalı bir bekçi evi, sağ tarafında ise briketten yapılmış mutfak ve depo, girişte de mescit bulunmaktadır. Türbe girişinin sağında on iki imamın adının bulunduğu bir yazı yer alır. Basık kemerli giriş kapısından içeri girildiğinde karşıda Mahmut el- Ensari’ye ait olduğu kabul edilen sanduka bulunmaktadır. Sandukanın üzeri yeşil örtülerle kaplı olup, başında büyük tespihler bulunmaktadır. Türbe kapısının üzerindeki kitabede H.1126 tarihi yazılıdır. Bu tarihin türbenin tamir tarihi olduğu tahmin edilmektedir. Halk arasında Mahmut el- Ensari’nin sahabeden biri olup, Ebu Zer Gıfari ile beraber şehit düşmüş olduğu anlatılır. Adıyaman bölgesinin fetih hareketlerine katılmak amacıyla İslâm ordusuyla buraya gelip, Ali Dağında şehit düştüğü, Mahmut el-Ensari adından da yola çıkılarak ensardan olduğu rivayet edilmektedir. Önceleri mezarında bekleyen kimsenin bulunmadığı, boş bir vaziyette olduğu kayıtlarda mevcuttur. Sonradan türbesi IV. Murat tarafından yaptırılmıştır.

Bu türbe, Alevî kesimi dahil birçok insan tarafından ziyaret edilmektedir. Türbe daha çok çocuğu olmayan ya da erkek çocuk sahibi olmak isteyen kadınlar tarafından tatil günleri ziyaret edilmekte ve daha sonra erkek çocuk sahibi olan kadınlar çocuğuna “Mahmut” ismini vermektedirler.

Kaynaklar ; Adıyaman Evliyaları – Abdulhalim Durma

Hz. Ebu Zer Gifari – Adıyaman

Adıyaman – Merkeze 7 km uzaklıktaki Ziyaret payamlı köyünde.

Ebu-Zer Gıfari hazretlerinin türbesi, Adıyaman’ın beş km. doğusundaki Ziyaret köyünde yüksekçe bir tepenin üzerinde yer alır. Bu türbe rivayetlere göre IV. Murat tarafından yaptırılmıştır. Anlatıldığına göre Ebu Zer Gıfari, Hz. Ali zamanında yöreye gelen bir İslâm ordusunun sancaktarıdır. 1939 -1940 yıllarında türbede bulunan sancağın yetkililer tarafından Malatya müzesine götürülmüş olduğu söylenir.

Burası, sürekli çalışan Ziyaret minibüslerinin yanı sıra, Ziyaret Çayının varlığı, zamanında su değirmenlerinin kattığı ayrı bir canlılık ve güzelliği, yeşil alanlarının bolluğu, hizmet birimlerinin mükemmelliği ve Ziyaret Kabristanı ile halk nazarında oldukça gözde bir mekandır. Düğünlerde, sünnetlerde konvoy eşliğinde bu türbeye gelinir. Gelin ve damat veya sünnet olacak çocuk ve yakınları sandukanın başında bir Fatiha okuyup, dua edip tekrar dönerler. Bu türbe, yöre halkı tarafından en çok ziyaret edilen türbelerin başında gelmektedir. Toplumun her kesiminden insan, kadın-erkek, Alevî-Sünnî, bu türbeyi ziyaret etmektedir. Evlenecek olan çiftler, düğün konvoyu ile bu türbeye gelir ve türbenin başında ömür boyu mutlu olmak için dua ederler. Ayrıca halk, özellikle şifa bulmak, çocuk sahibi olmak için buraya gelmektedir. Daha sonra çocuk sahibi olanlar, çocukları erkekse ismini Abuzer koymaktadır. Yörede Abuzer isminde birçok kişi bulunmaktadır. Türbeye, piknik amaçlı olarak da sıkça gelinmektedir. Burada genel olarak kurban adanmaktadır. Dileği gerçekleşenler kurbanlarını keserek burada pişirip türbede bulunanlara dağıtırlar ya da türbenin bulunduğu yerde kesip eşine dostuna dağıtır. Adarken nasıl niyet ettiyse adağını o şekilde gerçekleştirir. Ayrıca sünnet olan çocuklar veya evlenen çiftler düğün günü bu ziyarete getirilir ve burada dualar okunur.

Türbenin karşısında köy mezarlığı, ön tarafında mutfak, arka kısmında hayvan kesme yeri bulunmaktadır. Mescit ve türbe olmak üzere iki kısımdan oluşan türbe, betonarme bir yapıdır. Mescit, kadın ve erkekler için iki ayrı bölmeden meydana gelir. Türbenin girişinde sol taraf bayanlara ayrılmış mescit, sağ taraf ise erkeklere ayrılmış mescittir. Erkek mescidinin girişinde Ebu-Zer Gıfari’ye ait olduğu söylenen, “En garip ve muhtaç olduğun gün kabre konulduğun gündür”, yazısı bulunmaktadır. Türbenin solunda yer alan mescitte iki tane sanduka yer alır. Bunlardan birinin türbedarlardan birine ait olduğu söylenir. Türbe kısmına üç basamakla inilir. Üzerinde H.1136 yılına ait tarihli kitabesi olan kemerli bir kapı ile girilir. Bu kısım dört paye üzerine oturan bir kubbe ile örtülüdür. Kubbenin doğu, batı ve güneyinde bitişik tonozlar yer alır. Türbenin üzeri yeşil örtülerle kaplı olup, başında büyük tespihler bulunmaktadır.

Anlatıldığına göre, Ebu-Zer Gıfari, içlerinde Mahmut el-Ensari’nin de bulunduğu bir orduyla İslâm’ı tebliğ için Adıyaman’a gelir ve eski adıyla Piryun (yeni adı Pirin) olan yerde Bizanslılar ile karşılaşırlar ve  Savaş esnasında, EbuZer Gıfari’nin başı kopar, ama buna rağmen o başını koltuğunun altına alır.

Abdullah Aydınlı makalesinde, künyesiyle meşhur olduğundan adı adeta unutulan Ebu Zer el-Gıfari’nin, Haram Aylar’da bile yağmacılıktan ve yol kesmekten çekinmeyen Gıfar kabilesine mensup olduğunu yazar . Gıfari, kabilesinin en gözü pek yağmacılarından olsa da, halkı gibi putlara tapmaz ve hatta onlardan nefret eder. Kendisinin belirttiğine göre, İslamiyeti kabul etmeden birkaç yıl önce Allah’a ibadet etmeye başlar. Hz. Peygamber’in davetini duyunca, ilk bedevi Müslüman diye bilinen Ebu Zer, dördüncü veya beşinci kişi olarak İslamiyeti kabul eder. Hz. Peygamberin kendi kabilesine göndermesiyle halkının yarısı İslamiyeti kabul eder. Uhud veya Hendek gazvesinden sonra Medine’ye hicret eden Ebu Zer, artık hep Hz. Peygamberin yanında ve hizmetinde bulunur. Hz. Peygamber her zaman onun kendi yanında bulunmasını ister ve bazı konularda görüşünü alırdı. Son hastalığı sırasında yanına çağırtmış ve kendisini kucaklamıştır. Ebu Zer Gıfari Hz. Ömer zamanında fetihlerde bulunmak için Suriye’ye gider. Daha sonra Amr ibnü’l As ile Mısır’ın fethine katılır. Hz. Osman döneminde de fetih hareketlerinde bulunur. Bu dönemde Ammuriye’ye kadar giden ordu ile Anadolu fetihlerine, Kıbrıs fethine katılır. Halife ile arasındaki anlaşmazlık sebebiyle Medine’ye üç mil mesafede bulunan Rebeze’ye sürgün edilir. 653’te Rebeze’de vefat eder. Diğer bazı Sahabiler gibi İstanbul Ayvansaray’da da bir makam-kabri bulunmaktadır. Hz. Peygamber onun hakkında, “Gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebu Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur”, demiştir. Hz. Peygamber ile devamlı birlikte bulunması ve aklına gelen her şeyi sorması sebebiyle ilimde üstün bir seviye kazandığı kabul edilir. Ebu Zer’in hayatına dair müstakil eserler kaleme alınmıştır.