Emir Ahmed Buhari

İstanbul – Fatih

Hayatı

Buharada tahminen 1443 yılında doğan Emir Ahmed Buhari hazretleri, Peygamber Efendimizin soyandan gelmesi sebebiyle Emir ve Seyyid sıfatlarıyla anıldığı gibi Buharalı oluşu nedeniyle Buhari nisbesiyle de tanınmaktadır, ilköğrenimini babası Muhammed’in yanında tamamladıktan sonra ilim tahsilinde ilerlemek amacıyla başta Semerkant olmak üzere bölgenin tanınmış ilim merkezlerine seyahatlerde bulundu. Nakşibendiyye silsilesinin on ikinci sırasında yer alan Mahmud Encirfağnevînin neslinden oluşu dikkate alındığında tasavvuf kültürüne aşina bir aileden geldiği görülmektedir.

Tasavvufa Yönelişi

Gençlik döneminde tasavvufa ilgisi artınca Semerkanta giderek dönemin meşhur Nakşi şeyhi Ubeydullah Ahrar’a (ö. 1490) intisap etti. Bir taraftan tasavvufi terbiyesini tamamlıyor, diğer taraftan farklı coğrafyalardan dergaha gelen derviş ve şeyhlerle tanışma imkanı buluyordu. O dönemde Anadoludan Semerkanta gelerek şeyhine bağlanan Molla Abdullah İlahî ile tanıştı. Emir Buharî, şeyhinin kendisine, gerek peygamberimizin soyundan gelmesi gerekse Encîrfağnevî’nin torunu olması hasebiyle göstermiş olduğu ikram ve saygıdan mahcup oluyor ve manevi terbiyesinde bunu bir perde olarak görüyordu. Bir gün dayanamayarak sebebini sorduğunda şeyhi “Size nasıl teveccüh ve ikramda bulunmayalım ki, sizi her gördüğümde iki ulu şahsın yüceliğini müşahede etmekteyim. Birincisi Hz. Peygamberin neslinden oluşunuz, diğeri ise Hace Mahmud’un dedeniz oluşudur” diye cevap verdi.

Anadolu’ya Gelişi

Molla Abdullah ilahi bir yıl sonra tasavvufi terbiyesini tamamlayıp hilafet aldığında Emir Ahmed, hem ilmî yeterliliğinden hem de manevi yapısından etkilendiği bu zatla birlikte Anadolu ya gitmek için şeyhinden izin istedi. Ubeydullah Ahrar’ın izin vermesi üzerine bütün malını ailesine bırakarak Abdullah İlahî ile birlikte Kütahyaya gitti. Şeyh İlahi, memleketi olan Simava yerleşince ona intisap etti ve yanında seyr ü sülükunu tamamlamaya çalıştı. Emir Ahmed Buharî, Nakşibendi tarikatına bağlılığını şu sözlerle dile getirmiştir:

Tarîk-i Hakk’ın alası tarîk-i Nakşibendîdir
Tarîk-i Nakşibendînin reisi Mir Efendi’dir
Müsellem cümle illerde onun yolu ve halidir
Kalan tesiri dillerde onun nush u pendidir
Şu denli zahir ü batın olubdur Hocanın nakdi
Görenler bir nazar onu diyeler kim o kendidir
Aceb ahü-yı vahşidir gönül kimseye sayd olmaz
Şikar eden hemen onu senin cezbin kemendidir
Demidir şimdiden geri nazar kılsan Buhari’ye
Ki ol biçare olgandan tapunun derdmendidir

Hac Yolculuğu

Emir Ahmed, Hac mevsimi yaklaştığında şeyhinden Hicaz bölgesine gitmek için izin istedi. Şeyhi kendisine on akçe yol harçlığı verdi ve ahırda bulunan bineklerden istediğini almasını söyledi. Akşam namazını şeyhiyle kıldıktan sonra dervişlerin sofrasından bir ekmek alarak koynuna koydu. Beraberinde bir Mushaf, bir Mesnevî ve şeyhinin verdikleriyle yola çıktı. Yolcuğu esnasında Mushafı çaldırmış, Mesnevîyi de bir kişinin ısrarı üzerine 200 akçeye hediye etmişti. Kudüse uğrayarak burada bir müddet kalan Emir Ahmed, ikamet amacıyla Mescid-i Aksanın yanındaki odalardan birine yerleşti. Bu süre zarfında vakıf imkanlarından faydalanmayı kabul etmedi ve kimseden sadaka almadan geçimini kitap istinsahı ile sağlamayı tercih etti. Maddi imkanlarının tükendiği bir sırada Cenab-ı Hakkın kendisine nasıl yardım ettiğini şu sözlerle anlatmaktadır:

“Kudüs’te bulunduğum zamanlarda mescidin imamı bizi sevdiği için Kudüs medreselerinden bir oda verdi, orada kaldım. “Medrese görevlisi bize iki ekmek getirir ve odanın tayini olduğunu söylerdi. Ben vakıf ekmeği yemeyi kabul etmedim ve ihtiyacının olmadığını söyledim. Bunun üzerine “Al da başkasına ver, çünkü zengindir diye seni bu odadan atarlar” deyince ekmeleri alıp yine ona verirdim. Daha sonra hatırımdan, yazı yazma gibi bir işim olsa da ondan günde bir akçe alıp geçimimi temin etsem düşüncesi geçti. Bu esnada bir Arap odadan içeri girerek her kağıdına bir akçe karşılığında bir kitabı yazmamı istedi, kabul ettim. Kalem, divit ve kağıt getirdi. Orada olduğum müddetçe günde bir kâğıt yazıp aldığım bir akçeyi nafaka edinerek kimseden sadaka almadan zenginler gibi geçindim.

Kudüs’teki ikametinin ardından Mekkeye giden Emir Ahmed, burada kaldığı dönemde çetin bir riyazet ve mücahede yolunu benimsedi. Mekke’de iken her gün yedi kere tavaf ve yedi kere say yapmaya kendi kendine söz verdi. Böylece haftada kırk dokuz tavaf ve bir o kadar say etmiş oldu. Geceleri Harem-i şerife karşı gah ayakta durduğunu gah oturarak ibadet ettiğini ve bir an bile yatıp uyumadığını söyler.

Simav’a Dönüş

Bir yıl sonra Abdullah İlahi hacca giden tüccarlarla haber göndererek Emir Buhari’yi Simav’a çağırdı. Şeyhinin davetini alır almaz Anadolu ya döndü ve uzun bir müddet Simav da kaldı. Bu dönemde tekkedeki işlerin yanı sıra imamlık görevini de üstlenen Emir Buharî, o günlerde yaşadıklarını şöyle dile getirmektedir:

“Hz. Şeyh ile Simav’da olduğumuz zamanlar beş vakit namazda bize imamlık görevini vermişlerdi. Şeyhin bir merkep ve katırı vardı. Güneş doğduktan sonra her gün onları sürüp öğle vaktine değin dağdan odun getirirdim. Öğle namazını kıldıktan sonra sürülecek varsa çift sürer, orak vaktinde orak biçerdim. Diğer zamanlarda da sırtımda çalı-çırpı götürür, şeyhin bağ ve bahçesinin duvarına bend ederdim. İkindi namazını kıldıktan sonra ise hazretin huzuruna varırdım. Geceleri uyumadığımdan odun kesmek için dağa gittiğim zaman kuşluk vaktinde davarları otlamaları için bir müddet salıverir ve o sırada bir ağaca yaslanır uyurdum”

Yaklaşık altı yıl boyunca bu görevini canla başla sürdürmüş ve şeyhinin ifadesiyle, bu süre zarfında geceleri hiç uyumayarak yatsı namazı için aldığı abdest ile sabah namazını kıldırmıştır. Bu sırada Fatih Sultan Mehmet, Abdullah İlahi’nin adını duymuş ve onu İstanbul’a davet etmişti. Ancak İstanbul’a gitmekte tereddüt gösteren Şeyh ilahi, müridi Ahmed Buharî’nin Anadolu’daki diğer şeyhleri ziyaret etme isteğini öğrenince, İstanbul’dan gelen davetleri göz önünde bulundurarak gitmesine izin verdi. Ayrıca ondan İstanbul’un dini ve tasavvufi durumunu kendisine bildirmesini de istedi.

İstanbul Yolunda

İstanbula ulaşan Emir Ahmed, ilk olarak daha önce adını duymuş olduğu Zeyniyye meşayıhından Şeyh Vefanın (ö. 1491) tekkesine misafir oldu:

“İstanbul’a gittim, gurbet eli. Ne ben kimseyi tanıyorum ne de kimse beni. Şeyh Vefa hazretlerinin makamını sordum ve camilerine vardım. Bir köşede ikindi namazının sünnetini kıldım.

Şeyh Vefa, mihrap içindeki kapıyı açarak geldi ve imamlık yaptı. Namazdan sonra dervişlerle meşgul oldu. Ben de bir yere oturup uzaktan şeyhe bakıyordum. Başımı kaldırıp şeyhin tarafına her baktığımda şeyh de başlarını kaldırıp bana bakardı. Evrad tamam olunca musafaha yapmak niyetiyle yerimden kalktım. Şeyh de yerlerinden kalkıp bana doğru geldi ve beni bağrına bastı. Bir müddet hiç konuşmadan sessizce oturdum. Dervişlere, “Kendileri misafirimizdir, ona iyi bakınız” deyip gitti. Üç gün orada kaldıktan sonra şeyhten izin alıp ayrıldım.” İstanbul’daki ziyaretlerinin sonucunda şeyhine, şehirdeki sosyal karmaşayı ima eden bir mektup yazarak,

Burada gönlü rahat olan o kimsedir ki
Yarin eteğine yapışmış ve bir köşeye çekilmiştir

anlamındaki şiiriyle Simav’da kalmasını tavsiye etti. Sonrasında Abdullah ilahînin İstanbul’a gelmesi üzerine Emir Buharî, şeyhi ile birlikte irşad görevini sürdürdü. Ancak İstanbul’un karmaşasından sıkılan Şeyh İlahî, Vardar Yenicesine giderken yerine Emir Buhar’yi halife olarak bıraktı.

Kurduğu Tekkeler

Bir Nakşi şeyhi olarak önceleri Fatih Camii civarındaki evinde müritlerinin tasavvufi terbiyesi ile ilgilenen Emir Buharî, zamanla burasi yeterli olmayınca Sultan II. Bayezid’in desteği ile aynı semtte bir mescid ve tekke inşa etti. Bunu 1512 de Ayvansaray da kurulan ikinci bir tekke izledi. Bu açıdan bakıldığında Emir Ahmed Buharî, Nakşibendiliğin İstanbul da yayılmasını sağlayan sufî olarak tasavvuf tarihi kayıtlarına girmiştir.

Vefatı

Temmuz 1516 yılında, yetmiş üç yaşında, kuşluk vaktinden evvel vefat eden Emir Buharînin cenaze namazı, Zenbilli Ali Efendi tarafından kalabalık bir cemaat eşliğinde kıldırıldı ve Fatih’teki tekkesinin bahçesine defnolundu. Vefatından önce bütün müritleri ve sevenleriyle helalleşerek veda eden Emir Buharî, onları zühd ve takva üzere yaşamaları ve istikametten ayrılmamaları konusunda uyardı. Halifelerinden Mahmud, şeyhinin vefatı ile ilgili şu olayı kaydetmektedir:

“Efendi hazretleri vefat edince mübarek bedenlerini bir çadır içinde yıkamıştık. Bir derviş su döküyordu, bir derviş de mendille devamlı benim terimi siliyordu. Hayadan tere boğulmuştum. O esnada yaşayan bir kişi gibi üç defa gözlerini açıp baktılar. Kabre indirip toprağa koyduğum zaman hemen kendileri kıbleden yana sağ taraflarına döndüler. Olaya şahid olan hafızlar gayr-ı ihtiyari salavat getirmeye başladılar.”

Yine Mahmud Çelebi anlatıyor:

“Mübarek mezarlarının yanında bir defne ağacı vardı, ağacın kesilmemesini, mana aleminde dört defa vasiyet etmişlerdi. Bu vasiyete bakıp galiba kabrinin üzeri örtülmesin demek istiyor diye düşündüm. Zamanla dostlar, kabrinin üzerini örtmek ve türbe yapmak istediklerinde ağacın kesilmesi gerekti. Bana danıştılar, zahiren izin vermedim ama ben gittikten sonra bildiginiz gibi yapın dedim. Gittikten sonra o ağacı kesmişler, etrafını duvar yapıp üzerini örtmüşler. Mübarek kabirleri rıhtım üzerinde ve taştan idi. Defne ağacı yeniden çıkıp büyümüştü. Taptaze ve yemyeşil uzayıp gidiyordu”

Emir Ahmed Buharînin diğer tarikat şeyhleri tarafından da sevildiği ve itibar gördüğü anlaşılmaktadır. Nitekim o dönemde yaygın tarikatlardan biri olan Halvetiyye’nin önemli şeyhlerinden ve aynı zamanda ulemadan olan Kasım Çelebi (ö. 1518), şeyhin vefat ettiği gece ay tutulanca “Hay Emir Buharî hazretleri vefat etti” diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir.

Emir Buharînin vefatına binaen, müritlerinden Bursa Kaplıca Medresesi müderrisi Hızır Bey Çelebi, aşağıdaki manzumeyi söylemiştir:

Müşkil imiş firkati şeyhin be-gayet ah şeyh
Kande gitti bilmezin ol mazharullah şeyh
Bu firak ve hasrete, bu hicre ve bu hakte
Gönlüme dedim ki de tarih, dedi vah şeyh

Halifelerinden Lamiî Çelebi de Emir Buharînin vefatı üzerine bir manzume söylemiş ve bu manzumenin tarih içeren şu son beyti, aynı zamanda türbenin de kitabesi olarak hakkedilmiştir:

Can dimağın çünkü bu sevda buharı kapladı
Dil dedi tarih Ey Seyyid Buhahî ah vah

HALİFELERİ

Nakşibendîlik, Emir Ahmed Buharî’nin sohbet ve irşat halkasında yetişen birçok halifesi sayesinde başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde yayılma imkanı bulmuştur. Halifeleri arasında özellikle Mahmud Çelebi, Hekim Çelebi, Piri Halife Hamidi ve Lamiî Çelebi ön plana çıkmıştır.

1. Mahmut Celebi

Aslen Amasyalı olan Mahmut Çelebi, zahirî ilimleri tamamlamasının ardından tasavvufa yöneldi ve bir müddet Abdullah ilahînin sohbetlerinden istifade ettiyse de şeyhinin vefatının ardından Emir Buharîye intisap ederek tasavvufî terbiyesini onun yanında tamamladı. Aynı zamanda şeyhin kızı Fatma Hanımla evlenerek damadı oldu. Emir Ahmed Buharî’nin vefatından sonra da baş halife olarak Fatih’teki tekkede yerine geçti ve burada yaklaşık on altı yıl irşad vazifesini sürdürdü.

Öte yandan Edirnekapıda yaptırdığı tekkenin de meşihatini üstlendi. Tekkesinde Mesnevi okuttuğu ve anlaşılmayan yerlerin tasavvufi izahlarını yaptığı nakledilir.

Mahmud Çelebi, 1532 yılındaki vefatı üzerine Şeyhülislam İbn Kemal tarafından Fatih Camii’nde kıldırılan cenaze namazının ardından Edirnekapı’daki dergaha defnolunmuştur. Ulema çevresinden yetiştirdiği alimler arasında Gelibolulu Muslihuddin Mustafa Sururî ve Bursada kurduğu tekke ile Nakşîliği yaymaya çalışan Müşemmilzade Mehmet Efendi bulunmaktadır.

2. Hekim Çelebi

Emir Ahmed Buhari’nin yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden biri de Hekim Çelebi diye bilinen Şeyh Mehmet b. Seyyid Ahmed’tir. Bir süre medrese tahsili gördükten sonra tasavvufa olan meyli sebebiyle Emir Ahmed Buharî’ye intisap ederek onun gözetiminde seyr ü sülükunu tamamladı, İzmitli olan Şeyh Mehmet Efendiye tıp ilmindeki maharetinden dolayı “Hekim Çelebi”, hikmet ilmine vukufiyeti sebebiyle de “Hakim Çelebi” denildiği belirtilir.

Şeyhinin vefatından sonra ilk zamanlarda tekke kurmayarak bazen İstanbul, bazen de Bursa da zahidane bir şekilde hayatını sürdürdü ve bu dönem zarfında birkaç defa hacca gitti. Müritlerinden Damat Rüstem Paşanın ısrarı üzerine Koska semtinde kendi adına kurulan tekkede 1567 yılındaki vefatına kadar irşat görevine devam etti.

3. Piri Halife Hamidi

Emir Ahmed Buharînin Nakşibendîliği yaymak için Anadolu’ya gönderdiği halifelerindendir. Şeyhinden hilafet aldıktan sonra Ispartaya yerleşerek vaktinin çoğunu halkı irşat etmek için harcadı. Keramet sahibi zat olarak tanınan Pîrî Halife’nin akıl hastalarını da tedavi ettiği bilinmektedir. Halkın yanı sıra devlet adamlarının da uğrak yeri olan tekkesi, bölgede şöhret buldu. Damat Rüstem Paşa Kanunînin gazabına uğradığında Isparta’ya giderek şeyhin himmetine sığınmış ve kendisine akıl vermesini istemiştir.

Piri Halife, halkın istifadesi için yaptırdığı çeşmelerden başka evine yakın bir yerde bir mescitle bir de mektep inşa etmiştir.

4. Lamiî Celebi

16. yüzyılın önemli mutasavvıf ve güçlü ediplerindendir. Bursalı olan Lamii Çelebinin asıl adı Mahmud’dur. Babasi II. Bayezid’in defterdarlarından Osman Çelebi, dedesi Nakkaşlığın Anadolu’da yayılmasında emeği geçen ve Yeşil Türbenin nakışlarını yapan Nakkaş Ali b. Ilyas Alidir.

Gençliğinde zahirî ilimleri tamamlayan Lamiî Çelebi, Emir Ahmed Buharînin gözetiminde tasavvufî terbiyesini tamamladı, icazet aldıktan sonra da Bursa’ya gelerek dedesinin bina ettiği Nakkaş Ali zaviyesine yerleşti. Adı geçen tekkede irşad faaliyetlerini sürdürürken ayrıca Gülşeni şeyhi İlhamî Efendi vasıtasıyla Gülşeniyye Tarikatı’na intisap ettiği kaydedilmektedir.

Nazım ve nesir olarak telif ve tercüme ettiği sayısı otuza ulaşan eserleri sayesinde başta tasavvuf muhitleri olmak üzere ilmiye ve sanat ortamında da haklı ve kalıcı bir yer edinen Lamii Çelebi ye asıl şöhret kazandıran, hiç şüphe yok ki Caminin Nefehatul-üns isimli eserini Türkçeye tercüme etmesidir. Bu sebeple Anadolu’nun Camîsi (Camî-i Rum) lakabıyla meşhur oldu. 938/1531 yılında vefat etmiş ve hizmet ettiği tekkenin hazîresine defnedilmiştir.

Kaynak ; İstanbulda Buharalı Bir Derviş – Emir Ahmed Buhari , Prof. Dr. Abdurrezzak Tek , Diyanet İşleri Bakanlığı

Şeyhülislam İbn Kemal Efendi

istanbul – fatih – mısır tarlası kabristanında

Osmanlı şeyhülislamı ve tarihçisi. Asıl adı Şemseddin Ahmed’dir. Babasının adı Süleyman, dedesinin adı ise Kemal Paşa‘dır. Şehzade Bayezid’e (II. Beyezid) lalalık yapan büyük babası Kemal Paşa’ya nispetle “Kemal Paşazade” veya “İbn-i Kemal” diye anılır. 15 Mayıs 1469’da dünyaya geldi. Doğum yeri olarak bazı kaynaklar Tokat’ı, bazıları da Edirne’yi kaydederler. İstanbul’un fethinde bulunan babası Süleyman, 1474’te Amasya, 1478’de de Tokat sancak beyliklerine tayin edilmiştir. Kemalpaşazade‘nin annesi, İran’dan gelip Tokat’a yerleşen Fatih Sultan Mehmed dönemi kazaskerlerinden Küpelioğlu Muhyiddin Efendi’nin kızıdır.

Küçük yaşta Kur’an-, Kerim’i ezberledikten sonra Amasya alimlerinden Arap dili ve edebiyatı, mantık ve Farsça öğrenimi gören Şemseddin Ahmed, askerlikle temayüz etmiş bir ailenin mensubu olarak, aile geleneğine uyarak askeriyeye intisap etmiştir. Altı bölük sipahisi olarak II. Bayezid’in seferlerine katıldı.

Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa’nın maiyetinde iştirak ettiği bir sefer esnasında, Sadrazam’ın huzurunda bir toplantı yapılır. Filibe’de yapılan bu toplantıya, Filibe’de müderris olarak bulunan Molla Lütfi de katılır. Müderris, orada bulunan paşalara ve beylere hiç aldırmadan en üst tarafa geçip oturur. Bu durum İbn-i Kemal’i çok etkiler. Alimlerin devlet adamlarından daha çok itibar gördüğüne kani olur. Ve: “Ne kadar uğraşsa da askerlikte böyle bir itibar kazanamayacağını, fakat çalışarak Molla Lütfi gibi olabileceğini”düşünür. Hemen askerlikten ayrılıp ilmiye sınıfına geçmeye karar verir. Sefer bitip Edirne’ye döndükten hemen sonra kararını hayata geçirir. O sırada Edirne Darülhadis’ine tayin edilen Molla Lütfi’nin derslerine başlar. Sur’atle ilerler. Edirne’nin en meşhur müderrislerinden ders görerek tahsilini tamamlar.

Bulunduğu Görevler

İlk olarak Edirne’deki Taşlık Medresesi’ne müderris olarak tayin edilir. Bu arada kendisine 33.00 akça ihsan edilip Türkçe bir Osmanlı Tarihi yazmakla görevlendirilir. Arkasından sırasıyla Üsküp İshak Paşa Medresesi (1505), bir yıl sonra Edirne’deki Halebiye ve Üç Şerefeli medreseleri, İstanbul’daki Sahn-ı Seman Medresesi müderrisliklerinde bulunur. Bunlardan sonra da o tarihlerde Osmanlı Devleti’nin en büyük medreselerinden olan Edirne’deki Sultan Bayezid Medresesi müderrisliğine 1511’de tayin edilir.

Şiiler hakkında yazdığı risalesinde, Şiiler’le yapılacak savaşın cihad sayılacağını belirtmesiyle şöhreti artan Kemalpaşazade Yavuz Sultan Selim’in nezdinde büyük itibar kazanmıştır. Bu yüzden Yavuz kendisini 1515’te Edirne Kadılığı’na, 1516’da da Anadolu Kazaskerliği’ne getirmiştir.

İbn-i Kemal, Kazasker olarak Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine katılmıştır. Sefer dönüşünde, İbn-i Kemal‘in atının ayağından sıçrayan çamur padişahın kaftanına isabet eder ve kaftanı kirletir. Bunun üzerine Yavuz: “Ulemanın atının ayağından sıçrayan çamurların medar-zinet ve bais-i mefharet” olacağını söyleyerek, çamurlu kaftanının, ölümünden sonra sandukası üzerine örtülmesini vasiyet eder (1517).

Kemalpaşazade’nin en önemli özelliklerinden biri de Ehl-i Sünnet itikadı, inancını savunuculuğudur. Bu durumunu Kanuni (1520-1566) devrinde de sürdürür. Kanuni devrinde de büyük itibar görmüştür. Kanuni devrindeki ilk görevi 100 akçeli Edirne Darü’l-hadis’i müderrisliğidir. (1520). Bu görevde iken Kanuni’nin seferlerine de iştirak etmişti. 1522’de Edirne Sultan Bayezid Medresesi, 1524’te İstanbul Fatih Medresesi müderrisliklerine tayin edilmiş ve görevini sürdürmüştür.

Şeyhulislamlığı

Devrin büyük alimlerinden, şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi‘nin vefatı üzerine, Mayıs 1526’da İbn-i Kemal şeyhülislamlığa getirilmiştir. Vefat tarihi olan 16 Nisan 1534 gününe kadar bu makamda kalmıştır. Böylece askeriyeden ayrılıp ilmiye sınıfına geçmesinin mükafatını görmüş oldu. İlmiye sınıfının en yüksek makamı olan şeyhülislamlığa yükselerek hayatını tamamladı .

İlmi şahsiyetinde gösterdiği üstün liyakatten dolayı kendisi “Müftiyu’s-sakaleyn” (insanların ve cinlerin müftüsü) diye anıla gelmiştir. O’nun vefatı üzerine: “Kemal ile birlikte ilimler öldü gitti:’ diye tarih düşülmesi, onun ilmi kişiliğinin bir ifadesidir.

Dönemlerinde yaşadığı (II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim, Kanuni) üç padişahın sevgi ve saygısını kazanan Kemalpaşazade hadis, tefsir, fıkıh, İlm-i kelam gibi dini ilimler başta olmak üzere tarih, edebiyat, felsefe, dil ve tıp alanlarında da eserler vermiş çok yönlü bir alimdir. Birçok ilme olan vukufu ve bu alanlarda verdiği eserlerle 16. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı ilim ve kültürünün en büyük temsilcilerinden biri olarak görülmektedir. Çok değerli alimler yetiştirmiştir. Kendisinden önceki alimleri unutturmuştur.

Osmanlı alimleri arasında ilmi kudretinden dolayı kendisi “el-muallimü’l-evvel” olarak kabul edilmiştir. İlmiye mesleğine intisap ettikten sonra müderrislik, kadılık, kazaskerlik ve şeyhülislamlık makamlarını elde etmiş ve kısa sürede devamlı bir yükseliş göstermiştir. İlmi ihtisası, muhakeme ve münazara kudreti, şer’i meseleleri çözme ve fetva verme konularındaki kabiliyetinden dolayı ayrı bir şöhreti vardı .

Muhyiddin İbnü’l-Arabi hakkında verdiği meşhur olumlu fetvası, Yavuz Sultan Selim üzerinde etkili olmuş, padişah Mısır dönüşünde dört ay kadar kaldığı Şam’da Muhyiddin İbnü’l-Arabi’nin kabrini tespit ettirerek üzerinde bir türbe, yanında bir cami ve bir de imaret yaptırmıştır.

Muhyiddin ibnü’I-Arabi hazretleri 1165-1240 yılları arasında yaşamış büyük bir alim, mütefekkir ve mutasavvıftır. Ortaya attığı “Vahdet-i vücud” nazariyesi, İslam aleminde yüzyıllar boyunca çeşitli tartışmalara yol açmış ve kendisine değişik ithamlar yöneltilmiştir. İbn-i Kemal vermiş olduğu meşhur fetvasıyle onu ithamlardan kurtarmıştır. Bu meşhur fetvada İbn-i Kemal şöyle der: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla… Hamd, kulunu ihlaslı alimlerden ve nebi lerle resullerin varislerinden eyleyen Allah’a mahsustur. Salat, doğru yoldan sapanları ve saptıranları islah için gönderilmiş olan Muhammed (s.a.v.)’e O’nun aline, sapasağlam apaçık şeriatı tatbik etmek hususunda ciddiyet gösteren ashabınadır.

Ey insanlar! Biliniz ki, en büyük şeyh, kendisine tabi olunan en kerim kişi, ariflerin kutbu ve tevhid ehlinin imamı olan, Endülüslü Muhammed b. Ali el-Arabi, kamil bir müctehid ve faziletli bir mürşidtir. Onun, insanı hayrette bırakan menkıbeleri, harikulade haller, fazıllar ve alimler katında makbul birçok talebesi vardır. Kim onu inkar ederse, şüphesiz hata etmiştir. Ve o kişi, bu inkarında ısrar ederse dalalete düşmüştür. Sultana, o kişiyi terbiye etmek ve bu inancından döndürmek vacib olur. Çünkü sultan, iyilikle emretmek ve kötülükten nehyetmekle emredilmiştir.

Onun eserlerinde bazı meseleler vardır ki, keşif ve batın ehli olmayan zahir ehlinin idrak edemeyeceği gizliliktedir. Kim anlatılmak istenen manayı kavrayamazsa, Allah Teala’nın şu emrine göre, ona, bu konuda sükut etmek düşer: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Zira kulak, göz, kalb ve bütün hepsi ondan sorumlu olurlar” (İsra, 36 ). Allah doğru yola eriştirendir. Dönüş ve varış O’nadır. Bu sayfaya yazı yazan, şeriata uygun karar vermiştir. Bunu Ahmed b. Süleyman b. Kemal yazmıştır. Her şeyin sahibi yüce Allah onu affetsin:’

Kemalpaşazade birçok medreselerde görev alıp İslam hukuku alanında ders vermesi yanında kadı, kazasker ve şeyhülislam olarak uzun süre yasama ve yargı alanlarında da faaliyet göstermiş, İslam hukukunun usul ve füruuna dair çeşitli eserler kaleme almıştır. Osmanlı kanunnamelerinin hazırlanmasında etkin olmuş isimlerdendir. Yazdığı müstakil risaleler ve verdiği fetvalarla Osmanlı toplumunda birçok uygulamanın yerleşmesine öncülük etmiştir.

Değişik konularda pek çok eser vermiş olan Kemalpaşazade nesir yanında nazmı da başarıyla kullanmıştır. Divanının dışındaki hemen her eserinin gerekil gördüğü kısımlarında Arapça, Farsça ve Türkçe manzumelere yer vermiştir. O şiiri, hikmetli söz olarak görür ve bir fayda sağlamasını ister. Dili sade, ifade yapısı sağlamdır. Atasözlerini ve deyimleri sıkça kullanır, cinas sanatını başarılı bir şekilde uygulamıştır. Divan şairlerinin aksine hiçbir şiirinde mahlas kullanmamıştır. Sadelik ve akıcılık özelliklerini muhafaza eden sanatkarane nesri, kendi döneminden itibaren takdir edilmiştir. Divanının yazmalarından başka yayımlanmış matbu bir nüshası da vardır.

Kemalpaşazade zeki, müttakı, kinsiz, garazsız, meseleleri ferasetle değerlendiren, münazara ve münakaşadan hoşlanan, hoş sohbet ve nüktedan bir ali m. Gösterişten uzak, halkın daha iyi anlayabileceği bir üslupla eserler vermiştir. Tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, felsefe, tarih, dil ve tıp gibi pek çok alanda eser vererek yalnızca devrinin değil bütün bir Osmanlı medeniyetinin en seçkin alimleri arasında yer almıştır.

Vefatı Şeyhülislam Kemalpaşazade, 16 Nisan 1534’te İstanbul’da vefat etti. Kabri, Edirnekapı dışındaki Mahmud Çelebi Zaviyesi haziresindedir. Onun ölümü üzerine: “Kemal ile birlikte ilimler öldü gitti:’ diye tarih düşülmesi, onun ilmi değerini ifade etmektedir.

Büyük hizmetlerde imzası bulunan ve 66 yıllık ömrü boyunca mütevazı ve sade bir hayat sergileyen Kemalpaşazade, vasiyetnamesinde cenazesinin dervişane bir şekilde kaldırılmasını ve kabri üzerine türbe yapılmayıp sadece bir taş dikilmesini istemesi de onun sade bir dini yaşayışı tercih ettiğini göstermektedir. Yeri Cennet, makamı ali olsun! Allah şefaatlerine nail buyursun! Amin, amin, amin.

Eserleri Velud bir müellif olan Kemalpaşazade birçok alanda Türkçe, Arapça ve Farsça eserler yazmıştır. Eserlerinin sayısı konusunda kesin bir rakam vermek zordur. Kaynaklarda 179, 209, 214 ve 226 olarak değişik rakamlar verilmektedir. 1. Tevarih-i Ali Osman: Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Kanuni devrindeki Mohaç seferi sonu olan 1527’ye kadar on padişah devrini işleyen on ciltlik büyük bir eserdir. Devrin siyasi olayları ağırlıklı olarak işlenmiştir. Eserde teşkilat ve kültür tarihine ait önemli kayıtlar vardır. Osmanlı Devleti’nin hızla ilerlemesinin, gelişmesinin sebepleri üzerinde de durulmuştur. Mısır seferi, Mohaç seferi, İstanbul’un fethi ayrı ayrı bölümlerde ifade edilmiştir. 2. Divan: Münacat, na’tlar, iki kaside, mesnevi tarzında manzumeler, 400’den fazla gazel ve çok sayıda mukatta’ ile müfredden meydana gelen önemli bir eser. 3. Yusuf ile Züleyha: 7777 beyitten oluşan bir mesnevi. 4. Kaside-i Bürde Tercümesi: Meşhur Busiri hazretlerinin aynı adı taşıyan kasid esin in çevirisidir.

Kaynak ; Yolumuzu Aydınlatanlar -1 , Yahya Kutluoğlu , İbb Yayınları