Ana Sayfa>İller(Sayfa 19)

Şeyh İsmail Rumi

Kadiriyye Tarikatının Rumi Kolunun kurucusu Şeyh İsmail Rumi hazretleri ; 945/1538-9 senesinde Kastamonu’nun Tosya ilçesine bağlı Basna köyünde dünyaya teşrif etmiştir. İsmail Rumî’nin babası ; Çoban Ali isminde Tosya’nın köyünde çobanlık yapan kerametleri ile meşhur, manevî kemal sahibi bir zattır.

Gençlik yıllarında tahsil için, yaşadığı dönemde kaza merkezi olan Tosya’ya, oradan da Kastamonu’ya gitmiştir. Tasavvuf yoluna yönelip Kastamonu’da Halveti şeyhi Ahmed Efendiye intisab etmiştir. Seyr u sülükunu tamamlayıp irşad için icazet almak üzere iken bir gece rüyasında Abdülkadir Geylanî Hazretleri’nin kendisini Bağdata davet etmekte olduğunu görmüştür. Bunun üzerine Bağdata gelmiş ve Abdulkadir Geylani hazretleri’nin evlatlarından o dönemde Kadiri Asitanesi’nin şeyhi ve Bağdat Nakîbü’l-eşrafı Feyzullah Efendi’ye intisab ederek bir süre hizmetinde bulunmuştur. Kırk günlük çilesini tamamladıktan sonra Feyzullah Efendiden Kadiri icazeti almıştır.

Bağdat da bulunduğu günlerde Pîr Geylanî, mana aleminde bu defa, Anadoluya giderek tarikatı yaymasını emretmiştir. Bu manevî emir üzerine şeyhinden izin alan Rumî, üç yüz dervişiyle Bağdat’tan ayrılmış, Mısır’a gelmiştir. Mısır’daki Kadiri Şeyhüniyye Tekkesinde Geylanî’nin oğlu Şeyh Ahmed b. Mustafa ile görüşmüştür. Mısırlı şeyhin bir süre hizmet ve sohbetinde bulunarak kendisinden ikinci bir Kadiri hilafeti almıştır. Bundan dolayı bazı silsilenamelerde mürşidinin Feyzullah Efendi, bazılarında ise Ahmed Efendi olarak kaydedildiği görülmektedir.

İsmail Rumi Mısır’dan dönüşünde önce kendi memleketinden başlamak üzere aktab sayısına denk düşecek surette kırk yerde mekteb, medrese, tekke, zaviye, derviş odaları gibi bugün pek azı mevcut içtimaî, dinî ve terbiyevî hayır kurumlarını açmıştır. Buraların şeyhliğini, bazen evladına, bazen halîfe tayin ettiği yaşlı liyakatli dervişlerinden birine bırakıp nihayet 1612 (1020) senesinde İstanbul a gelmiştir.

Sultanahmet’te Atmeydanı’nda bulunan Sofular Cami ilk konak yeridir, îki büyük Halveti tekkesi arasında yer alan, Şeyhülislam Molla Hüsrevin yaptırdığı bu cami, o dönemde ‘kırklar makamı’ ve ‘ins ü cinnin toplandığı bir yer olarak meşhurdur. Bu sebeple Rumî’nin ‘reisü’l-aktab’ manevî payesi ile Sofular Camiini ilk olarak tercihi tesadüf değil, ilahi bir sevk kabul edilmiştir.

Burada bir müddet ikamet sonra Hızır (a.s.)ın emri ile Tophane taraflarına geçmiş ve Hacı Pîri (1630) isminde birine ait bostan üzerine, yine Hızır(a.s.)’ın delaleti ile Tophanedeki Kadiri Asitanesini inşa etmiştir. Zamanın şeyhlerini davet ederek dua ve zikirlerle açılış merasimi tertip eden İsmail Rumî ve Kadirihanesi, kısa bir sürede istanbul dergahları içinde hatırı sayılır bir üne kavuşmuştur. Nitekim Sultan I. Ahmed tarafindan yapılan Sultan Ahmed Camiinin açılışına (1616) dönemin büyük süfîlerinden Azîz Mahmud Hüdayî, Cihangiri Hasan Burhaneddin gibi İsmail Rumî de davet edilmiştir. Padişah kendisini karşılamış ve hünkar mahfilinde dinlenmesi için ona yer ayırmıştır. Rumî bu teveccüh karşisinda Sultana, zahirde onun davetlisi olarak gelmiş görünmekle birlikte manada tarikat ayiniyle görevli kılındığı için geldiğin! ve daha önce o mekanda Hızır (a.s.)’la buluştuğunu bildirmiştir.

Caminin temel şeyhi Azîz Hüdayî, Cuma hutbesini, Hasan Burhaneddin Cuma vaazını yaptığı gibi, Rumi de namazdan sonra Kadiri ayinini icra etmiştir. Bu tarihten itibaren her Cuma günü ikindiden sonra Kadiri ayini yapılması için padişah, şeyhin ve dervişlerin kolayca gidip gelmesini temin için caminin vakfından tahsisatta bulunmayı irade etmiştir. Ancak İsmail Rumî bu ödeneği kabul etmeyerek, kendi vakfına bu adetin devam ettirilmesini şart koymuş ve daha sonraki Kadirîhane şeyhleri tarafından bu usul devam ettirilmiştir.

Asitane dahilinde kendi sığabileceği genişlikte bir odacık da bir yandan vakitlerinin çoğunu ibadetle geçirdiği gibi şiddetli bir riyazet ve mücahede ile de dervişlerini terbiye etmiştir. Mürîdlerini uyanık tutmak amacıyla, saçlarından kendilerini asmaları için yedi derviş hücresinin tavanına halkalı çivi taktırmıştır. Onun sülükuna her mürîd dayanamadığı için bazılarının Eşrefî usülüne göre terbiye ettiği bilinmektedir. XV. yüzyılda Bursa’da kurulan Eşrefiyye kolu ile birlikte bu tarikatın Osmanlı topraklarında yaygınlık kazanmasında önemli rol oynamıştır. Bu tesir sebebiyle “pir-i sani” unvanıyla da anılır.

Dediler tarîh-i nakl pîr-i sahib-i izzete
Bu an îsmail-i Rümî göçdü bezm-i vahdete

mısralarıyla irtihaline tarih düşürülen İsmail Rumî Hazretleri, 1631 yılında doksan altı yaşında iken alem-i Cemale intikal etmiştir. Dönemin Sultanı IV Murad’ın da iştirak ettiği, Kılıç Ali Paşa Camiinde kılınan cenaze namazından sonra Kadirihanenin hazîresindeki türbesine sırlanmıştır.

İsmail Rumi – IV. Murad ve zamanın kutbu
Meşhur menkıbeye göre, Şeyh İsmail Rumi’ye karşı son derece hürmetkar olan IV. Murad, kendisiyle bir araya geldiğinde sürekli alemin kutbunun kim olduğunu sormaktadır. Rumî, padişaha niçin bunu öğrenmek istediğini sorunca, “Amacım ümmetin düzeni, selametidir. Her işimi de onun isteğine uygun yaparak, namımın bu alemde onanla yürümesini temenni ederim” diye cevap vermiştir. İsmail Rumî, bu sırrı açıklama izni olmadığını söyleyerek diğer büyüklere sormasını söylemiştir. IV. Murad zamanın meşayihine yöneldiğinde imaları İsmail Rumî yi işaret etmekteydi. Bundan sonra padişah Pîr Rumî ile görüşmek konusunda eskisinden daha ısrarcı davranmıştır. Bunun üzerine İsmail Rumî, vefatına yakın bir zamanda padişaha haber göndererek cuma günü Kılıç Ali Paşa Camiine davet etmiş ve orada zamanın kutbu ile görüşmesinin mümkün olacağını bildirmiştir. Kendisi de cuma gecesi irtihal edeceğini dervişlerine haber vererek yıkanıp kefenlendikten sonra tabutunun üstüne taç ve hırka konulmadan Kılıç Ali Paşa Camii nin musallasına konulmasını vasiyet etmiştir. İrtihali vuku bulduktan sonra vasiyeti yerine getirilerek cuma namazından sonra cenaze namazı kılındı. IV. Murad da namaz kılanlar arasındaydı. Dervişleri naaşın tekrar asitaneye götürürken taç ve hırkasını tabutunun üstüne koydular. Büyük bir kalabalığın tevhit ve feryadı ile giden cenazenin İsmail Rümî’ye ait olduğunu öğrenen padişah, kendisini , kendisinden soruşturmasından dolayı büyük bir pişmanlık duymuştur. Kadirîhanenin son şeyhi Gavsî Efendinin oğlu Misbah Erkmenkul Beyefendi’nin anlattığı bu meşhur menkıbeye göre IV. Murad, Rumî’nin tabutunu açtırarak kefenini çözmüş, ayaklarının altından öpmüş ve “Katilin oldum ey şeyh, beni bağışla” diyerek bu konudaki ısrarından duyduğu pişmanlığı ikrar etmiştir.


Kaynak
Abdülkadir Geylani ve Kadirilik , Adalet Çakır , İsam yayınları
İstanbul Evliyaları , Türkiye Gazetesi
Keşkül dergisi 18. sayı ( Tasavvufun En etkin mektebi Kadiriyye )
Tufe-i Rumi , Seyyid Sırrı Ali , Asitane yayınları
İslam Ansiklopedisi , Türkiye Diyanet Vakfı
[

Mehmet Emin Tokadi (k.s.)

Mehmed Emin Tokadi hazretlerinin türbesi ; İstanbul -Unkapanında Zeyrek Yokuşunda dır.

” Benim vefatımdan sonra kabrime gelip bir fatiha okuyanın vücudu cehennem ateşinde yanmasın ”

İstanbul evliyâsının büyüklerinden. İsmi Mehmed Emin bin Hasan bin Ömer Nakkâş Tokâdî, lakabı Cemâleddîn, künyesi Ebü’l-Emâne ve Ebû Mansûr’dur. Aziz Mahmûd Ermevî dervişlerinden bir zâtın oğludur. 1664 (H.1075) târihinde Tokat’ta doğdu. 1745 (H.1158) târihinde İstanbul’da vefât etti. Kabr-i şerîfi, Unkapanı’na inen cadde ile Zeyrek Yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanındadır. Kendisini vesîle ederek, kabri başında yapılan duâ müstecâbdır, makbûldür. Tanıyıp sevenler kabrini ziyâret ederek feyz almakta, murâdlarına kavuşmaktadırlar.

Mehmed Emîn Efendi, ilim tahsîline memleketinde başlayıp, bir müddet ilim öğrendikten sonra, 1698 senesinde İstanbul’a geldi. Şeyhülislâm Mirzâzâde Muhammed Efendiden uzun müddet ders alıp, ilim öğrendi ve çok iyi yetişti. SonraMekke’de Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrenip, tasavvufda talebe yetiştirebilecek duruma geldi. İkinci Hicaz seferinde hadîs âlimlerinden Ahmed Nahlî’den hadîs ilmini öğrenip icâzet aldı. Ayrıca İstanbul’a ilk geldiğinde, ilim tahsili sırasında, hat yâni yazı sanatını Yedikuleli hattat Abdullah Efendiden öğrendi. Değişik hat çeşitlerinde mahâret sâhibiydi.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, İstanbul’a ilk geldiğinde, birkaç ay Pîrî Paşa Medresesinde ikâmet etti. Bu sırada Başrûznâmeci (Günlük gelir ve masrafların defterini tutan, ayniyât kaydı amiri) Ali Efendi adında bir zâtın oğluna ders vermeye başladı. Ayrıca kendisine Reîs-ül-Küttâb (Hâriciye vekili) makâmının yazı işlerinde kâtiplik vazifesi de verildi. Bu vazifede iken Başrûznâmeci Ali Efendi, kendi evinde bir yer ayırıp, kalması için dâvet etti. Bunun üzerine Rûznâmeci Ali Efendinin evinde kalmaya başladı. Hem kaldığı bu evde, hem de Şehzâde Câmiinde talebelere ders vermeğe başladı. İstanbul’da bulunan meşhûr âilelere mensûb kimseler de onun derslerine devâm etti. Ali İzzet Paşa ve Yeğen Muhammed Paşa bunlardandır. Etrâfında çok talebe toplandı. Üstün ve olgun hâllerini görenler, ona; “Ârif-i Muhlisi” lakabını verdiler.

Kâtiplik vazifesine ve talebelere ders vermeye bir müddet devâm ettikten sonra, Başrûznâmeci Ali Efendinin, 1702 senesinde vazifeli olarak Edirne’ye gönderilmesi üzerine, onunla birlikte Edirne’ye gitti. Orada ileri gelen birçok kimseyle görüşüp sohbet etti. Edirne’de bulundukları sırada, ders vermekte olduğu Başrûznâmeci Ali Efendinin oğlu vefât etti. Bunun üzerine ders vermekten vazgeçerek, bulunduğu vazifeden de ayrılıp, hacca gitmeğe karar verdi. Karar verdiği günün sabâhı, Edirne’deSaraçhâne yakınındaki çalıştığı dâiresine gitmek üzere evden çıkmıştı. Yolu meşhûr Kâdirî şeyhi ve büyük bir zât olanKasabzâde Muhammed Efendinin dergâhına uğradı. Oraya yaklaşınca, Muhammed Efendinin oğlu Abdülkâdir Efendinin, dergâhın önünde beklediğini gördü. Abdülkâdir Efendi, yanına yaklaşıp; “Babam sizi dergâhta bekliyor, buyursun bir kahve içelim diyor.” dedi. Bu dâvet üzerine Kasabzâde Muhammed Efendinin yanına gidip elini öptü. O da; “Safâ geldiniz Hacı Emîn Efendi.” dedi ve elinden tutup odasına götürdü. Oturup sohbete başladıkları sırada, Mehmed Emîn Efendi; “Elhamdülillah bizi hacc-ı şerîf ile müjdelediniz.” deyince, Muhammed Efendi; “Evet, siz bu gece hacca gitmeye niyet ettiniz biz de tebrik ettik.” deyip sohbete başladı. Sohbet sırasında Mehmed Emîn Efendiye, fıtraten yüksek bir kâbiliyete sâhib olduğunu ve çok büyük nîmetlere kavuşacağını müjdeledi. Mekke’ye varınca, evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretlerinin yetiştirdiği yedi bin büyük evliyâdan biri olan Ahmed Yekdest Cüryânî’nin huzûruna gitmesini, kendisinin de selâmını ve hürmetlerini arzederek, onun talebesi olmasını tavsiye etti.

Mehmed Emîn Efendi, bu zâtın yanından ayrıldıktan sonra,Başrûznâmeci Ali Efendiye de gidip hacca gideceğini söyledi.Ali Efendi memnun olup, ona yolda harcaması için bir miktar para verdi. Mehmed Emîn Efendi, bundan sonra birkaç gün içinde bütün dostlarıyla vedâlaşıp, İstanbul’a gitmek üzere yola çıktı. İstanbul’a ulaşınca, hacıları götürecek gemiye bindi. On günde Kâhire’ye vardı. Oradan da bir kâfile ile Mekke’ye hareket etti. Mehmed Emîn Efendinin, hayâtının önemli bir safhası, Mekke’ye bu ilk gidişi ile başladı. Çünkü, orada madde ve mânâ ilimlerinde yükselmiş, büyük rehber ve zamânının en kıymetli âlimlerinden biri olan Ahmed Yekdest Cüryânî’yi tanıyıp, ona talebe oldu.Derslerine ve sohbetine üç yıl devâm edip, kemâle ulaştı. Bu hususta o zâttan icâzet, diploma aldı.

Hayâtında önemli bir dönüm noktası olan bu hocasıyla tanışmasını bizzat kendisi şöyle anlatır: “Mekke’ye varınca, ilk gün, Kâbe’yi tavâf ve ziyâretle geçti. Ertesi gün sabah namazını Harem-i şerîfde (Kâbe’nin yanında) kıldıktan sonra dışarı çıkacağım sırada, Harem-i şerîfin bir köşesinde otuza yakın kimsenin bir halka hâlinde oturduklarını gördüm. Niçin böyle halka olmuşlar acabâ, ders için hocalarını mı bekliyorlar diyerek yanlarına yaklaşıp oturdum. Hepsinin başlarını eğip edeble oturduklarını gördüm. Ben de oturup başımı eğerek bekledim. Bir ara başımı kaldırıp baktığımda, halkanın ortasında duran bir zâtı karşımda gördüm. Dikkatle bana bakıyordu. Bakışlarından ve heybetinden ürperip başımı eğip gözlerimi yumdum. Bir müddet daha öyle durduktan sonra yine dikkatle bana baktığını gördüm. Sonra o zât ellerini kaldırıp duâ etti. Duâdan sonra Fâtiha okundu ve herkes kalkıp dağılmağa başladı. Ben de kalkıp giderken o mübârek zât bana yaklaştı, yanıma gelip selâm verdi ve; “Hoş geldin Emîn Efendi.” dedi. Hâlimi hatırımı sordu. Sonra beni yanına alıp, Harem-i şerîfin yakınında bulunan evine götürdü. İçeri girip oturduktan biraz sonra hizmetçisi sofrayı kurdu. Sofrada sıcak bir ekmek ve fincan içinde içecek bir şey vardı. O mübârek zât ellerini ekmeğe uzatınca, bir elinin bileğinden kesik olduğunu gördüm. Hemen Edirne’deki Şeyh Muhammed Efendinin tavsiyesi aklıma geldi ve bahsettiğinin bu mübârek zât olduğunu anladım. Fakat o anda selâmını söylemeyi unutmuşum. Yemekten sonra yolculuğumdan, geçip geldiğim yerlerden sorup cevap aldıktan sonra; “Edirne’de size emânet edilen şeyi unuttunuz” buyurdu. Hemen Edirne’deki Muhammed Efendinin selâmını hatırladım ve söyledim. O da muhabbet ve sürûr içinde selâmı aldı. Artık beni talebeliğe kabûl edip, ders vermeye başladı ve Allahü teâlânın ismini zikretmemi söyledi. Sonra da şu beyti okudu:

Otuz kırk yıl geçince eylemiş tahkîk Hâkânî
Ki bir dem Hakkı zikretmek değer mülk-i Süleymânı.

Bundan sonra dille anlatılmaz hâllere ve nîmetlere kavuştum. Fârisî bildiğim için, ekseriyetle Fârisî kelimelerle konuşurdu. Benden iki sene önce huzûruna gelen Tatar Ahmed Efendi adında bir zât ona hizmet etmekteydi. Ben huzûruna kavuşunca, Tatar Ahmed Efendiyi Medîne’de bulunan ve orada insanlara rehberlik yapan talebesi Abdürrahîm Buhârî’nin hizmetine gönderdi. Sonra benim İstanbul’a döneceğim sırada, Tatar Ahmed Efendiyi tekrar Mekke’ye çağırıp, icâzet verip, Anadolu’ya insanları irşâd için gönderdi.

1702 senesi hac mevsiminden, 1705 senesi hac mevsimine kadar, üç sene, Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerinin hizmetinde, derslerinde ve sohbetlerinde bulundum. Nihâyet 1705 senesinde hacıların dönmesi sırasında, hocamın izni üzerine İstanbul’a döndüm.” (Bkz. Ahmed Yekdest Cüryânî)

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, hocası Ahmed Yekdest hazretlerinin sohbetlerinde yetişip, tasavvufda yüksek derecelere ulaştıktan sonra İstanbul’a dönünce, hocasının talebelerinden Muhammed Kumul Efendinin evine yerleşti ve İstanbul’da beş sene daha kaldı. Bu sırada Nakşibendî, Kâdirî, Şâzilî, Şettârî yollarında yetişmiş bulunuyordu. İstanbul’da kaldığı bu beş sene müddetince Şehzâde Câmiinde ve Sultan Mahmûd Câmiinde talebelere ders verdi. Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden Muhammed Kumul Efendi, Mevlânâ Hâce Ziyâüddîn, Halvetî büyüklerinden Mevlânâ Şeyh Îsâ-yı Mahvî ve Sünbüliyye meşhûrlarından Seyyid Nûreddîn Sünbülî ile sohbet etti. Sonra Muhammed Kumul Efendi ile önce Habeş eyâletine sonra Kudüs’e gitti. Oradan da Mekke ve Medîne’ye gitti. Bu esnâda hocası Ahmed-i Yekdest hazretleri vefât etmiş ve dört sene geçmiş idi.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri altı sene süren bu seferi esnâsında, Kudüs’te Ahmed Nahlî’den hadîs ilminde icâzet aldı. Medîne-i münevverede Abdürrahîm Buharî ve Beşîr Ağa ile sohbetlerde bulundu. Ayrıca Şeyh Ahmed el-Benâî Dimyâtî’den, Mevlânâ Hüseyin Alemî er-Rufâî’den de hadîs rivâyeti icâzeti aldı. Remle şehrinde Kutbülebdâl Şeyh Cumâ hazretleri ile de sohbette bulundu. 1717 senesinde Hicaz’dan İstanbul’a döndü. İstanbul’a dönünce, Muhammed Kumul Efendinin evinde üç sene daha ikâmet etti. Bundan sonra Muhammed Kumul Efendinin vefâtı üzerine Filyokuşu’nda bir ev kirâladı ve evlenip orada oturdu. İlim ve mârifet yaymaya devâm etti. Bir ara Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin türbesinde türbedârlık yaptı. Bu sırada âlim, fâdıl ve sâlih zâtlar onun sohbetine koştular. Bundan sonra da Peygamber efendimizin türbesinde, Ravda-i mutahherada hizmet etme vazifesi verildi. Bu vazifeye tâyin edilince, kavuştuğu nîmete şükrederek; “İki cihan sultânının türbesinde bekçi ve hizmetçi oldun. O’nun yüksek kapısının süpürgecisini, Mevlâ mahrûm eylemez, zarara uğratmaz. Cihânın sultânı olan Resûlullah’ın hizmetçisini kimse incitmez. Ey Emîn (sana müjdeler olsun)! Resûlullah efendimizin kapısında zâhiren ve bâtınen hizmetçi olmakla şereflendin.” mânâsında da bir şiir söyledi.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin talebesi Seyyid Yahyâ Efendiden naklen, talebesi Seyyid Hasîb Efendi anlatır: “Bursa’da bulunan Şeyh İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri, vefâtına yakın bir zamanda, talebelerinden; İvaz Mehmed Paşayı, Yeğen Mehmed Paşayı ve el-Hâc Ahmed Paşayı Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine gönderip, tasavvufta yetiştirilmesini ricâ etmişti. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri bu ricâyı kabûl edip, gönderdiği bu üç talebeyle ilgilendi. Bunlardan YeğenMehmed Paşa, çeşitli vazîfelerde bulunduktan sonra, 1737 senesinde Nemçe (Avusturya) seferini yapmakla görevlendirildi. Yeğen Mehmed Paşa bu sırada Sultan Birinci Mahmûd Hânın vezîr-i âzamı idi.

Yeğen Mehmed Paşa, İstanbul’dan hareket etmeden önce, Aksaray civârında oturmakta olan kızının evini MehmedEmîn Tokâdî hazretlerine tahsis edip, oraya dâvet etti. Mehmed Emîn Tokâdî de kabûl edip, orayı teşrif etti. Burada ikâmet ettiği sırada Yeğen Mehmed Paşa sık sık ziyâretine gidip, sohbetinde bulunurdu. Huzûruna girerken pâdişâhın huzûruna girer gibi edeb ve hürmet gösterirdi. Mehmed Emîn Efendi, ona latîfe yollu takılırdı. Fakat o dâimâ edeb ve hürmetle huzûrunda dururdu. Yeğen Mehmed Paşa, çıkacağı Avusturya seferi ile ilgili yaptığı hazırlıkları anlatıp duâ istedi.Mehmed Emîn Efendi de, gözyaşı dökerek zafere kavuşması için duâ etti.

Yeğen Mehmed Paşa, sefer devâm ettiği müddetçe, Mehmed Emîn Efendinin, tahsis ettiği evde ikâmet etmesini arzu ediyordu. Sefer için ordunun hazırlanıp, Dâvûd Paşa semtine hareket edeceği sırada, tekrar ziyâretine gelmişti. Mehmed Emîn Efendi, sefer başlayınca kendi evine döneceğini söyledi. Bunun üzerine Yeğen Mehmed Paşa pek ziyâde üzülüp, tahsis ettiği bu evde kalmasını ve sefer boyunca duâ etmesini, böylece zafere kavuşacağını çok ümid ettiğini söyledi. Hattâ, tahsis ettiği bu evden ayrıldıklarını duyduğu yerde, vazifesinden istifâ edip, seferden de vazgeçeceğini söyledi. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi, Vezîr-i âzam Yeğen Mehmed Paşayı kucaklayıp bağrına bastı. Bir müddet böylece tuttu. Sonra ağlayarak zafer kazanmaları için duâ etti. Fâtiha-i şerîfe okudu. Bundan sonra biraz daha sohbet ettiler. Sohbet sırasında yeğen Mehmed Paşaya; “Bizi eve dâvet edip getirmeni sana kim tavsiye etti?” dedi. O da; “İşlerin çokluğu sebebiyle benim hatırıma böyle bir şey gelmemişti. Fakat Dârüsseâde ağası (İstanbul vâlisi) Beşîr Ağa birâderiniz hatırlattı.” dedi. Yeğen Mehmed Paşa, çok sevdiği hocası Mehmed Emîn Efendinin duâsını alarak, Avusturya seferine çıkmak üzere evden ayrıldı.

Osmanlı ordusu, Vezîr-i âzam Yeğen Mehmed Paşa komutasında Avusturya seferine çıktıktan sonra, Mehmed Emîn Efendi, ordunun zafere ulaşması için çok duâ etti. Hattâ geceleri uyumayıp zafer için duâ edip yalvardı. Bu hâl yirmi günden fazla devâm etti. Bu sebeple tedâviye ihtiyâç duyacak derecede rahatsızlandı. Talebesi Seyyid Yahyâ diyor ki: “Bir sabah huzûruna gittiğimde, hastalanmış gördüm. Benden ilâç istedi, temin ettim. İlâcı kullandı. Sonra berâberce, talebelerinden Kafesdâr Abdülbâkî Efendinin evine gittik. Bu talebesi, Mehmed Emîn Efendinin neşeli hâlini görünce bana; “Hamdolsun İslâm askeri mansur ve muzaffer olmuştur. İnşâallah birkaç güne kadar fütûhât haberi gelir!” dedi. Sonra dostlara ziyâfet ve sadakalar verdi. Dört gün sonra Tatarlar, Ada kalesinin İslâm ordusu tarafından fethedildiği haberini getirdiler. Bundan sonra, İslâm askeri İstanbul’a geldi. Herkes birbirinin gazâsını tebrik etti. Yeğen Mehmed Paşa, Mehmed Emîn Efendinin ziyâretine geldi, ağlayarak mübârek ayaklarına kapandı. Her ikisi de bir müddet ağladılar. Paşa, Efendinin âdetini bildiğinden, seferde olanları anlattı. Koynundan iki atlas kese altın çıkarıp, seferde iken fakirlere vermek üzere adadığını bildirdi ve fakirlere dağıtmalarını ricâ etti. Mehmed Emîn Efendi de onların bu adağını övdü ve netîce verdiğini bildirdi. Kendilerinin halleri ve meşgûl olmaları dolayısı ile, bunu bizzat kendisinin dağıtmalarının daha çabuk ve kolay olacağını söyledi. “Haftada iki gün tebdîl-i kıyâfetle (kıyâfet değiştirerek) çık. Her çıktığında cebini doldur. Yedikule civârından başla. Orada çok fakir evi vardır. Kapılarını çal. Kim çıkarsa saymadan eline ne gelirse ver. Ve böyle kapı çalarak devâm et. İnşâallah iki haftada dağıtırsın. Şimdi biz versek, hâlimizce vermemiz îcâb eder. Geç verilir. Çok versek halk alışır. Hep umarlar. Böyle hareket bize yakışmaz” buyurarak, keseleri zorla yine Paşaya verdi. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri birkaç gün sonra kendi evine döndü.”

Hattat Muhammed Râsim Efendi anlatır; “Cennetmekân Üçüncü Ahmed Hânın vefâtından sonra, şöyle bir rüyâ gördüm. Geniş bir sahrada orduyu hümâyûn kurulmuştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsûs bir çadır, çadırın etrafında ise büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp; “Bu ordunun kumandanı kimdir?” diye sordum. O da; “Âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâmdır.” dedi. Cehennem’e götürülecek bâzı kimseler bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefâat edilirse Cehennem’den kurtuluyordu. Yine birisine; “Peygamber efendimiz nerede bulunuyor?” diye sorduğumda; “Tepedeki büyük çadırda” dedi.Hemen çadırın yanına koştum. Çadırın kapısına vardığımda, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerini çadırın kapısında gördüm. Şefâat istiyenleri çadırın içine götürüp, getiriyordu. Çok şaşırdım. Biz bu zâtı anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına doğru getirdiklerini gördüm. “Bu kimdir?” diye sorduğumda, Sultan Ahmed’dir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, MehmedEmîn Tokâdî hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırın içine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine iltifât buyurdu. Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri; “Şefâat buyurulup affolundun, müjde olsun!” diye bağırdı. Dışarda sultanlara mahsus süslü bir at duruyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, sultânı tâzim ve hürmetle çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerin tebrikleri arasında, süratle oradan uzaklaştı.

Bu rüyâyı gördükten sonra ertesi gün talebelere hat dersi veriyordum. MehmedEmîn Efendi bâzı günler teşrif ederdi. O gün de dershânemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp elini öptüm. Bu sırada bana; “HocaEfendi, akşamki seyrâna ne dersin?” buyurdu. O gece gördüğüm rüyâyı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım. Mehmed Emîn Efendi de ağladı. Sonra şükredip bana; “Ben hayatta iken bu gibi ilâhî sırları yayarak, bizim hâlimizi teşhir etmene rızâ göstermem. Vefâtımdan sonra anlatmanda bir mahzûr yoktur.” buyurdu. Vefâtına kadar bunu kimseye anlatmadım. Vefâtından sonra güzel vasıflarını ve üstünlüğünü yâd etmek bakımından yeri geldikçe nakleder oldum.”

Seyyid Yahyâ Efendi şöyle anlatmıştır: “SultanBâyezîd Hân Câmi-i şerîfi avlusunda, oyma ustalarından Kefelizâde İbrâhim Halebî adında bir zâtın dükkanında, ilim-irfân sâhibi, kıymetli zâtlar toplanıp sohbet ederlerdi. Arasıra Mehmed Emîn Efendi de öğle namazından sonra o dükkanı teşrif eder, dostları ile çok kıymetli sohbeti olurdu. Bir gün yine böyle hoş bir sohbet sırasında medhedilen iyi vasıflı bir kâdı (hâkim) o dükkana geldi. Kâdıasker, bu kâdıya, bir meseleden dolayı dargın olduğu için, bir makâma tâyin edilmesi gerektiği hâlde ona; “Ben kâdıasker olduğum müddetçe, sana kadılık vazifesi vermem!” diyerek yemin ettiğini ağlayarak anlattı. Dükkanda bulunanlar bu hâdiseye çok üzüldü. Mehmed Emîn Efendi, yarım saat kadar başını eğip, gözleri kapalı bir vaziyette murâkabeye daldı. Sonra hakîkati gören gözlerini açıp, yardım talebi için gelen kâdıya verilmek üzere, dükkan sâhibi olan oyma ustası Kefelizâde İbrâhim Halebî’ye bir duâ târif edip yazmasını söyledi. O da yazdı. Bunu alıp mağdur kâdıya verdi. Üzerinde taşımasını söyledi. Sonra; “Doğruca kâdıasker efendiye git!” buyurup, kâdıyı gönderdi. İki-üç saat sonra kadı, sevinçle o dükkana tekrar geldi. Mehmed Emîn Efendiye büyük bir hürmetle memnûniyetle durumunu arzetti. Kendisine ne yaptığı sorulunca; “Kâdıaskerin makâmına girdim. Beni görünce birdenbire değişiverdi. Feryâd ederek; “Kâtibi çağırın.” dedi. Kâtip gelince; “Aman bir bak! Bu kâdı efendinin tâyin edilmesi için münâsib bir yer var mı?” dedi. Kâtip, kayıtları kontrol ettikten sonra; “Bir yer var ama şimdilik dolu.” dedi. Kâdıasker, kâtibe; “Olsun, hemen tâyin edelim, benim şu anda çektiğim sıkıntıyı ve tutulduğum ağırlığı bilmezsin!” dedi. Böylece tâyinim derhal yapıldı.” diye anlattı. Mehmed Emîn Efendi yazdırıp verdiği duâyı o kâdıdan geri alıp, Kefelizâde İbrâhim Halebî’ye vererek silmesini söyledi. O da alıp sildi. Kefelizâde İbrâhim Halebî şöyle demiştir: “Ben bu hâdiseden sonraMehmed Emîn Efendinin târif ettiği duâyı tekrar yazmak için belki bin defâ denedim. Bir türlü yazamadım. Sonunda o hâdisenin Mehmed Emîn Efendinin kerâmetlerinden olduğunu anladım.

Yine o anlatır; “Mehmed Emîn Efendinin her ay on beş kuruşluk geliri vardı. Bunu alıp her ay huzûruna getirirdim. Koynunda bezden bir kese vardı. Keseyi çıkarmadan ağzını açar, ben de parayı içine kordum. Bundan başka o keseye hiç para konmadığı hâlde her ay o keseden iki-üç yüz kuruştan fazla para sarfeder, fakirlere saymadan sadaka dağıtırdı. Ben buna defâlarca şâhid olmuştum. Hattâ bir gün kese eskidi değiştirelim buyurup, keseyi çıkarıp bana verdi. İçinde yedi-sekiz kuruş kadar para vardı. Bunları yeni bir keseye koyup verdim. Eski kesenin içine de beş kuruş koyup bana verdi. Ay başına on beş-yirmi gün vardı. O ayda koynundaki keseden yüz elli kuruş para sarfolundu. Ben buna hayret ederdim. Arkadaşlarımızdan da çoğu bunu bildikleri hâlde, aslâ kendisine soramazdık ve ifşâ etmezdik…”

Mehmed Emîn Efendi, hâl ve şânlarını halktan son derece gizler, talebelerini de bu tarzda yetiştirirdi. Ömrünün sonlarında arkadaşları merhum Tatar Ahmed Efendi, 1743 senesinde vefât edince, fetvâ makâmında bulunan eski şeyhülislâm Seyyid Mustafa Efendi, Tatar Ahmed Efendiden boşalan dergâha, Mehmed Emîn Efendiyi tâyin ettirdiler. Berât-ı şerîfi de, kendi mektupçuları Hamzazâde Abdullah Efendi ile gönderdiler. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi, büyük bir kırgınlık ile doğru şeyhülislâm efendinin huzûruna gidip; “Sultânım, mâlûmunuz ben meşîhat erbâbından değilim. İnâyet buyurun, şeyhlere âit alâmetlerden ne nişânım varsa, müstehak olmadığım hâlde tevcih etmişlerdir. Boşalan bir medrese varsa beni oraya müderris tâyin etmeyi ihsân buyurunuz.” gibi özür beyân ederek, o dergâha gitmek istemedi ise de, şeyhülislâm; “Emîn Efendi kardeşim, biz sizi biliriz ve pîrdaşımızsınız. Ömürlerimiz sonuna yaklaştı, hâlinizi gizliyorsunuz. Mızrak çuvala sığmaz, gizlenme konağını geçeli otuz yıl oldu. Fayda yoktur, tevcih (tâyin) pâdişâhındır. Kabûl etmemiz lâzım. Kabûl etmemek, ülu’l-emre itâat etmemek demek olur.” deyince; “Efendim; evimde oturmak şartıyla kabûl ederim. Böylece müsâade buyurulur ise emir sizindir.” diye berâtı kabûl etti. Sonra ağlayarak şeyhülislâmla vedâlaştı. Gerçekten tekkeye taşınmayıp evlerinde kaldılar.

Mehmed Emîn Efendi, Resûlullah efendimizin mihmândârı Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin türbesinde türbedâr olarak vazife almıştı. Fakat ziyâretçilerin hallerini beğenmeyip, birkaç ay sonra bu vazifeden ayrıldı.

Bir defâ Kâbe’de Rükn-i Yemânî’de yaslanmışken, bir kerre Mısır’da ve bir kerre deİstanbul’da FâtihCâmii civârında Hızır aleyhisselâm ile görüşmüştür. Yüzüğünde “Emîn-i sırr-ı Hak ârif Muhammed” yazılıydı.

Sultan Birinci Mahmûd Hanın İran üzerine ordu gönderdiği sırada, Mehmed Emin Tokâdî hazretleri bir sabah vakti talebelerinden İshakzâde Yahyâ Efendinin evine gitti. Mübârek gözleri âdetâ kan çanağına dönmüştü. “Benim için bir oda ayırınız!” dedi. Sonra kendisi için ayrılan odaya girip, orada tefekküre, murâkabeye başladı. O gün ikindi namazı vaktinde abdest ve namaz için dışarı çıktı. Talebesi; “Bir mikdâr yemek yeseniz münâsib olurdu efendim.” deyince; “Yok Yahyâ Efendi. Ben senden yemek isteyecek vakti bilirim.” buyurup, tekrar odasına girdi. Ertesi gün ikindi vaktine doğru neşeli bir halde dışarı çıkıp; “Elhamdülillah! Allahü teâlâ duâlarımı kabûl buyurdu. Şu anda Mahmûd Han zafere ulaştı. Sultan Mahmûd’dan çok ikrâm gördüm. Şimdi de ona duâ ederek zafere ulaşmasına vesîle olduk. Böylece hakkını ödedik. Bu günü bu saati bir yere yazınız.” buyurdu.

Daha sonra Sultan Mahmûd’un zafere ulaştığı haberi geldi. Tam Mehmed Emin Tokâdî hazretlerinin zafere ulaştığını müjdelediği gün ve saate rastlıyordu.

Sultan Bâyezîd hamamında tellaklık yapan bir Arnavud, bâzı töhmetler sebebiyle terbiye edilmesi için Ağa kapısında bulunuyordu. Bu Arnavud, Mehmed Emîn Efendiye düşman olup, suikast yapmak için gece gündüz tâkib ediyordu. Yine bir gün bu maksatla pazarda dolaşırken, Mehmed Emîn Efendiye bir köşe başında rastladı. Arkasından yavaş yavaş yaklaşıp benden haberi yoktur diyerek, belindeki kocaman bir bıçağı eline alıp arkadan vurmak için kaldırdı. Bu sırada Mehmed Emîn Efendi; “VurmaArnavud!” dedi. Kendisini hiç görmediği ve arkaya dönmediği halde böyle söylemesi Arnavud’u şaşkına çevirdi ve Arnavud titremeye başladı. Olduğu yerde dona kaldı. Biraz gittikten sonra toparlanıp beni nasıl olsa görmedi diyerek tekrar peşinden tâkib edip, yaklaştı. Elindeki bıçağı arkadan vurmak için kaldırdı. Yine; “Dur Arnavud!” deyip onu uyarınca, korkup vurmaktan vazgeçti. Mehmed Emîn Efendi hiç arkasına bakmadan yoluna devâm etti. Ancak Arnavud vazgeçmeyip üçüncü defâ peşinden yaklaştı. “Ne olacak vurma dese de dinlemeyip vururum.” dedi. Yine bıçağı kaldırıp vurmak istedi. Bu sırada Mehmed Emîn Efendi hiç arkasına dönmeden işin farkına varıp; “Arnavud elin öylece kalsın!” dedi. Bunun üzerine Arnavud’un eli başı üstünde havada dona kaldı. Hiç kıpırdatamıyordu. Kolunu oynatamadığını gören Arnavud, korkuya ve dehşete kapılıp; “Aman efendim! Affeyleyin.” diyerek feryâda başladı. Bunun üzerine MehmedEmîn Efendi; “Bak bre habîs, nedir bu senin ettiğin! Bizi görmez mi zannedersin? Bak şimdi ne hâle düştün?” dedi. Arnavud; “Aman efendim! Bir daha böyle işler yapmayayım.” deyince; “Koy bıçağını beline.” dedi. Arnavud bıçağı beline koyup Mehmed Emîn Efendinin ayaklarına kapandı. Bundan sonra günahlarına tövbe edip, Mehmed Emîn Efendinin sohbetlerine devâm etti. Zamanla makbul talebelerinden oldu.

Seyyid Yahyâ Efendi şöyle anlatır: “Babam yeniçeriler ocağına mensûb olduğundan, Mora yarımadasının fethi târihi olan 1715’te kapıkulu talebelerine katıldım. Sonra da İslâm askerinin Belgrad’dan dönüşünde İstanbul’da kâtiplik vazifesi yapmama izin vermeleri üzerine, sabah hocam Mehmed Emîn Efendinin huzûrundan ayrılıp, Ağakapısı’na gidip, ikindiden sonra dönüyordum. Bu hâl üzere devâm etmekteyken, 1745 senesi Recep ayında hocam Mehmed Emîn Efendinin göğsünde küçük bir sivilce çıkıp, rahatsızlanmasına sebep oldu. Bunun üzerine bizim evi teşrîf edip, bir hafta müddetle dostlarımızla kaldı. Göğsünde çıkan sivilceye bâzı merhemler sürerek tedâvi etmeye çalıştık. Fakat gün geçtikce ağırlaştı. Sonra kendi evlerine döndüğünde, bir sivilce de omuzlarında çıktı. Tabibleri getirip gösterdiğimizde, o sivilcenin şirpençe olduğu anlaşıldı. İhtimamla, dikkatle tedâvi etmeye başladık. Aradan kırk elli gün geçti. Fakat bir türlü iyileşme alâmeti göremedik. Nihâyet bu hâlde iken vefât etti.

Vefâtını işiten büyük zâtlar toplandı. Mehmed Emîn Efendinin talebesi olanBaklalıCâmii imâmı el-Hâc Muhammed Efendi o gece bir rüyâ gördü. Mehmed Emîn Efendi, ona rüyâsında; “Yarın gel, benim cenâzemi yıka!” buyurduğundan, sabahleyin hocalarının evine gelip durumu gördü ve rüyâsını anlattı. Himmetzâde merhûm Abdüssamed Efendinin dâmâdı Ordu şeyhi Abdülhalîm Efendi, cenâzesini yıkamak için gelmişti. Baklalı Câmii imâmı Muhammed Efendi bu vazifenin kendisine verildiğini söyleyince, Abdülhalîm Efendi gasl işini bırakıp su dökme hizmetini yaptı. Abdülhalîm Efendi ile, el-Hâc Muhammed Efendi cenâzesini yıkayıp kefenlediler. Sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân Câmiinde cenâze namazı kılınıp, evinin yakınında Pîrî Paşa Medresesi önündeki kabristana defnedildi.

Mehmed Emîn Efendi, İstanbul’a ilk geldiğinde bir ay Pîrî Paşa Medresesinde kalmıştı ve orayı sevmişti. Ne zaman bu medresenin önündeki mezârlığın yanından geçse durup, orada medfûn bulunanların rûhuna Fâtiha-i şerîfe okurdu. Yanındakilere de; “Burada her zaman böyle duâ ediniz.” derdi. Vefât edince kendisi de oraya defnedildi.

Mehmed Emîn Efendinin alnı açık ve nûrlu, kaşları yay gibi ve araları açık, gözleri iri, parlak ve elâ idi. Burnu düzgün ve doğru, yanakları ne etli ne de zayıftı. Bıyıkları ile kaşları aynıydı. Sakalı yuvarlak ve beyazdı. Uzuvları düzgün, yürüyüşü Resûlullah efendimizin sünnetine uygundu. Konuşması tatlı ve tesirli, sesi gür olup, Dâvûdî idi. Şefkati çok, yetişmiş ve yetiştiren büyük bir mürşid-i kâmildi. Son derece mütevâzi davranır ve hâllerini dâimâ gizlerdi. Talebeleri ile yakından ilgilenir, müşkillerini çözüp, tesellî ve ferahlık verirdi. Meclisinde herkesin anlayışına göre konuşur, her ilmin, her fennin hakîkat ve inceliklerinden de bahsederdi. Kıymetli tefsir kitaplarından söz açınca, kitaba bakmadan ibâreyi aynen okurdu. Buhârî ve Müslim kitaplarındaki hadîs-i şerîfleri de böylece ezberden okurdu.

İbâdet ve tâatlarını son derece gizlemeğe çalışır, giyinişinde, kıyâfetinde husûsî bir elbise veya kıyâfet giymeyip, bu hususta halkın giydiklerini tercih ederdi.

Kendisinden nasihat isteyenlere dâimâ; “Önce şunu iyi bilmelidir: Müminlere önce lâzım olan, Ehl-i sünnet ve cemâat âlimlerinin bildirdikleri şekilde îtikâd etmektir. Çünkü doğru îtikâd, herkes için temeldir. Temel olmayınca binâ olmaz. Doğru îtikad her şeyden önce geldiği için, önce onu söylüyoruz. Ehl-i sünnet ve cemâat; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn efendilerimiz, müctehid imâmlar ve kıyâmete kadar onlara tam olarak tâbi olanlardır.” buyurdu.

Her sene vasiyetini yazmak âdeti idi. Vasiyeti şöyledir:

Allahü teâlâya hamd, kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan şefâatçımız Muhammed sallallahü aleyhi ve selleme, âline (akrabâlarına), Eshâbına (arkadaşlarına), bütün nebî ve resûllere salât, hayır duâlar olsun. Allahü teâlâdan günahlarımın affını ve beni bağışlamasını dilerim. Allah’ım! Beni bağışla. Âmentü billahi ve melâiketihi ve kütübihi ve rusûlihi velyevmilâhiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minellahi teâlâ ve’lba’sü ba’delmevt Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh (Allahü teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye, inandım. Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve resûlüdür.) Bu şehâdet (îmân) üzere yaşarız, bunun üzerine ölürüz ve bunun üzerine diriliriz, inşâallah. Allahü teâlâdan Rab olarak, İslâmiyetten din olarak, Muhammed aleyhisselâmdan Peygamber olarak, Kur’ân-ı kerîmden imam olarak, Kâbe’den kıble olarak, namaz, oruç, hac, zekât ve Kelime-i şehâdetten farîza (farz, emir, vazife) olarak, müminlerden kardeş olarak, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül-Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn ve Ali Murtezâ’dan imâmlar rehberler olarak râzı oldum. (Onları bu şekilde beğendim ve kabûl ettim). Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.

Allahü teâlâ günahlarımızın şefâatçısı Muhammed sallallahü aleyhi ve selleme, O’nun temiz âline ve eshâbına, bütün nebîlere ve resûllere (peygamberlere), onların âl (akrabâ) ve eshâbına (arkadaşlarına) salât, hayır duâlar olsun. Allahü teâlâ, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin bütün eshâbından, dört müctehid imâmdan, şehîdlerden, sâlihlerden, evliyâdan, takvâ sâhiplerinden, zikredenlerden, büyüklerimizden ve bütün bu yolda bulunanlardan râzı olsun.

Bu hakîr, günahkâr, aslen Tokat’ta doğdum. Elli seneye yakın İstanbul’da yerleşmiş bulunmaktayım. Îtikâdda mezhebim, Ehl-i sünnet vel cemâat olan Ebû Mansur Mâturidî’nin mezhebidir. Amelde mezhebim, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin mezhebidir. Meşhûr, bilinen ismim Muhammed Emîn, künyem Ebü’l-Mansûr, Ebü’l-Eman’dır. Babam Tokat sâkinlerinden Hasan bin Ömer’dir. Sevdiklerime ve dostlarıma vasiyetim şudur: Bu kusurlu kulu hatırlarından çıkarmayıp, Kur’ân-ı kerîm okuyup, rûhuma hediyeden, hayır duâdan unutmayalar. Malımın en temizinden, helâlinden yüz kuruşu techîz ve tekfinime ve yirmi iki kuruş iskatıma sarf edeler.

Vârislerime, ehlime (âileme) vasiyetim şudur: Dostların sözlerine râzı olup, mahkemeye gitmeyeler. Birbirine rızâ gösterip, mücâdele ve muhâsama itmeyeler (çekişmeyeler). Herkes biliyor ki, dünyâ fâni, âhiret bâkîdir. Allahü teâlâyı zikre, anıp, hatırlamaya çok gayret edip, çalışalar. Çünkü, bütün saâdetlerin başı budur. Herkese gönül hoşluğu ile kıyâmete kadar hakkımı helâl ettim. Kimsede hakkım yoktur. Mürüvvet ve insanlık, kerem, cömertlik, asâlet ve yardım odur ki, tanıyan ve tanımayan dostlar ve başkaları dahi âhiret hakkını helâl ve hayır duâdan unutmayıp, hayır ile iyilikle şehâdet edeler. Vesselâm.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin; Arapça, Türkçe ve Farsça eserleri vardır. Eserlerinden bir kısmı şunlardır: 1) İrşâd-üs-Sâlikîn, 2) Risâlet-ül-Etvâr, 3) Şerh-ı Kasîde-i Askalânî, 4) Tuhfet-üt-Tullâb, 5) Hulâsa-ı Tarîkat, 6) Risâle-i Rûhiyye, 7) Sıyânet-i Dervîşân fî Bahsi Deverân-ı Sûfiyyân, 8) Suâl-Cevâb, 9) Metâli’ ul-Meserrât Tercümesi, 10) İbn-i Hacer Askalânî’nin,Savâ’ik-ı Muhrika adlı eserinin tercümesi. 11) İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin Risâle-i Emânet Tercümesi, 12) Risâle-i Sülûk, 13) Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin; “Ân hayâlâtî ki dâm-ı evliyâest” mısra’ı ile başlayan beytini de şerh etmiş, açıklamıştır.

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

SÖZ GERİ DÖNMEZ

Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin İstanbul’da insanları irşâd ile meşgûl olduğu ve insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretip saâdete ermeleri için rehberlik yaptığı sıralarda İstanbul’da Antepli ismiyle meşhur bir vâz hocası vardı. Bu kimse çok inatçı olup, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin büyüklüğüne, evliyâ ve mürşid-i kâmil olduğuna inanmaz ve konuştuğu meclislerde uygunsuz sözler söylerdi. Bir gün bu hoca, Unkapanı’nda bir çeşmede yüzünü yıkıyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri de oradan geçiyordu. Antepli vâizin yakınlarından biri; “İşte bu gelen, Tokâdî Emîn Efendidir!” diyerek gösterdi. Antebli vâiz alaylı bir tavırla ona baktı ve birşeyler söyledi. Mehmed Emîn Efendi yanlarına gelip selâm verdi. Bu sırada Antebli hoca başını kaldırıp; “Bak Şeyh Efendi, benim gözlerim ağrıyor. Bana bir nefes eyle de gözlerimin ağrısı geçsin.” diyerek alay etti. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi; “Kör ol!” dedi ve oradan geçip gitti. Antepli hocanın gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladı. Mehmed Emîn Efendinin talebelerinden bâzıları Antepli hocanın yanına yaklaşıp; “Sen hocamıza karşı edepsizlik yaparak alay ettin! O da sana nefes etti. Sen artık kör olursun bunu bilesin.” dediler. Antepli hoca yaptığı edepsizliğin farkına varıp Mehmed Emîn Efendinin evini öğrenip huzûruna gitti. Ayaklarına kapanıp; “Aman efendim kusurumu affedin.” diye yalvardı. Bu yalvarması üzerine; “Hayır söz geri dönmez! Sonra yerine gözümüzün birini vermek gerekir.” buyurdu. Antepli hoca bu sözleri işitince, o kadar çok yalvarıp özür diledi ki, Mehmed Emîn Efendi; “Hoş! Şimdi hiç olmazsa bâri bir nebzecik.” dedi. Bundan sonra Antepli hoca on altı ay devamlı göz ağrısı çekti. Daha sonra Mehmed Emîn Efendinin duâsı ile göz ağrısından kurtuldu. Bu hâdiseden sonra ona son derece bağlı ve hürmetli, edepli oldu. Hattâ meclislerde, toplantılarda ve vâzlarından sonra; “Tokatlı Mehmed Emîn Efendimiz cennetliktir. Onun ayağının tozu toprağı olayım.” der, böylece ona olan inancını ve sevgisini dile getirirdi.

ASIL MAKSAD

Mehmed Emîn Efendi, talebelerinden birine yazdığı bir mektupta şöyle buyurdu:

“Bu âleme niçin gelindiğini, asıl maksadın Allahü teâlâya kulluk olduğunu bilmelidir. Can bedende iken mârifetullahı isteyip, dünyâ ve âhiret seâdetine mazhar olmalıdır.

Dünyâ dostu, mal dostu, güzellik dostu ve diğer şeylerin dostu çoktur. Allah dostu, İksir-i âzam (her derde devâ) gibi nâdir bulunan çok kıymetli bir şeydir.

Bir nefesde iki nîmet vardır. Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır. Yirmi dört saatte, her saate bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere kırk sekiz bin şükür olur. Bir insan bütün işlerini bıraksa, şükür şükür diyerek Allahü teâlâya hamd ve şükretse yine şükrün hakkını edâ edemez. Mâlûm oldu ki, Allahü teâlâya şükrün binde birini edâ edemez.”

KAYNAKLAR

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1155
2) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.39
3) Tuhfe-i Hattâtîn; s.9, 10, 11, 400
4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.36
5) Hadîkat-ül-Cevâmi; c.1, s.46, 137
6) Risâle-i Sülûk (Mehmed Emîn Tokâdî) Âtıf Efendi Kütüphânesi, No: 283 varak 19-a,b
7) Tezkire-i Sâlim; s.97
8) Tezkire-i Şu’arây-ı Âmid; s.98
9) Risâle (Mehmed Emîn Tokâdî), Süleymâniye Kütüphânesi, Es’ad Efendi Bölümü, No: 3430
10) Risâle, Mehmed Emin Tokâdî’nin Menâkıbı (Seyyid Yahyâ Efendi)
11) Menâkıb-ı Mehmed Emin Tokâdî, Millet Kütüphânesi, Ali Emîri Şer’iyye Kısmı, No: 1018, v.23
12) Üniversite Kütüphânesi T.Y., No: 2294
13) Rehber Ansiklopedisi; c.16, s.298
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.65

Abdulvahap Gazi – İznik

Abdulvahap Gazi 2

Bursa – İznik’de Şehre Hakim bir tepe üzerinde ( Harita’da tam yerini görebilirsiniz.

Abdulvahap Gazi, Emeviler döneminde yaşamış ve İslam kuvvetleriyle Anadolu seferine katılmış ünlü bir ordu komutanıdır. Doğum tarihi belli değildir. Taberi ve İbnü’l Kesir, Abdulvahap Gazi’nin H.113(M.731) yılında şehit düştüğünü belirtir. Abdulvahap Gazi, Battal Gazi’nin ve Ahmet Turan Gazi’nin silah arkadaşıdır.Abdulvahap Gazi’nin İznik’den başka Sivas, Elazığ ve Bayburt’ta da türbe ve makamları bulunmaktadır.

Menkıbelere göre Abdulvahap Gazi, Hz. Peygamber’in sancaktarıdır. Onun duası ile uzun bir ömür yaşamıştır. Hz. Peygambere ait mübarek emanetleri yıllarca sonra Malatya’ya gidip Battal Gazi’ye teslim etmiştir. Daha sonra Battal Gazi ve Ahmet Turan Gazi, Anadolu’yu İslamlaştırmak için birlikte hareket etmişlerdir. Abdulvahap Gazi, Soğuk Çermik yakınlarındaki bir savaş sırasında Ahmet Turan Gazi ile birlikte şehit düşmüş; sel sularına kapılan mübarek vücudu uzun müddet Yukarı Tekke kayalıklarının altından akan ırmakta kalmış, görülen bir rüyadan sonra mübarek cesedi buradan alınarak, Yukarı Tekke’deki kabrine nakledilmiştir.

Gelenek: Sivas halkının inancına göre Abdulvahap Gazi, Hz. Peygamber’in bayraktarı sayılmakta ve bayraktarların piri kabul edilmektedir. İşte böyle bir inançtan doğan bir düğün geleneği vardır. Bu gelenek şöyledir:
Oğlan tarafı gelini almak için başlarında bayraktarları, bayrağı çekmiş halde kızın bulunduğu köye veya mahalleye yaklaşırlar. Bunları kız tarafı karşılar. Kız tarafının bayraktarı, oğlan tarafının bayraktarına şöyle seslenir:
Bayraktar, bayrağını kaldır
Yönünü kıbleye döndür
Pirine bir salavat gönder
Verelim muhammed’e selavat,
Sallu ala Muhammed
Herkes selavat getirir. Bu sefer oğlan tarafının bayraktarı, kız tarafının bayraktarına şöyle der:
Kitap üstünde yazı
Okurlar bazı bazı
Pirimiz Abdulvahap Gazi
Verelim Muhammed’e selavat
Sallu ala Muhammed…
Yine herkes selavat getirir ve kız tarafının bayraktarı, oğlan tarafının bayraktarına
maniler şeklinde bilmeceler sorar…

Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa

Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa

Bursa – İznik’de Lefke kapısı dışındaki şehir kabristanında.

Asıl adı Halil olup önceleri Kara ve Karaca lakabı, vezirliği sırasında da Hayreddin unvanı ile anılmıştır. Karaman’da Sivrihisar kazasına bağlı Çendere köyünden Ali adlı bir kişinin oğludur. İznik Medresesi müderrislerinden Taceddin Kürdi’nin kızı ile evlendikten sonra Şeyh Edebali ile bacanak ve bu münasebetle de Osman Gazi’ye akraba oldu. Anadolu ahi teşkilatma bağlı bulunduğu için süratle yükseldi.

Kara Halil Efendi’nin ilmiye sınıfından geldiği bilinmekle beraber kimlerden ders gördüğü ve nasıl yetiştiği meselesi tartışmalıdır. Ancak kesin olan husus. onun Osman Gazi’nin son yıllarında Orhan Bey’in babasına vekalet ettiği tarihlerde belki de Şeyh Edebali’nin tavsiyesiyle Bilecik kadısı olduğudur. Kara Halil Efendi’nin bu kadılığı sırasında gerçekleştirdiği en önemli hizmet, muntazam bir askeri ocak olan yaya teşkilatı­nı düzenlemiş olmasıdır.

Halil Efendi İznik’in fethinden (731/1331) sonra Orhan Gazi tarafından İz­nik kadısı tayin edildi. Ardından 749’da ( 1348-49) devletin yeni merkezi Bursa’ya kadı oldu. Murad Hüdavendigar’ın tahta çıkması (1362) üzerine kendisine en yüksek şer’i ve hukuki bir makam olarak yeni ihdas edilen kazaskerlik görevi verildi. Bundan sonra kazaskerlerin padişahla birlikte seferlere katılması kanun haline geldi. Acemi Ocağı ile Yeniçeri Ocağı’nın kurulması da Kara Halil Efendi’nin bu hizmet döneminde gerçekleşti (yaklaşık 766/ 1364-65) Ayrıca Karamanlı Molla Rüstem ile birlikte Osmanlı maliyesinin teşkilatlanmasında da önemli rol oynadı.

Çandarlı Kara Halil, ilk Osmanlı vezirleri olan Alaeddin Paşa, Ahmed Paşa, Hacı Paşa ve Sinaneddin Yüsuf paşalar­ dan sonra vezir olup Hayreddin unvanını aldı. İlk defa vezirlikle birlikte beylerbeyi yani ordu kumandanlığı görevini de bir arada yürüttü. Vezirliğe tayin tarihi bilinmemekle beraber ilk devir Osmanlı kaynakları 765 (1363-64) veya 766 (1364-65) yıllarını kabul ederler. Ancak Halil Hayreddin Paşa’nın Gümülcine, İskeçe, Zihne, Kavala, Orama ve Serez zaptedildikten sonra 1374’te İmparator İoannes’in oğlu Selanik Valisi Manuel üzerine gönderilmesi, onun 776 (1374-75) yılından önce Batı Trakya fütuhatı sırasında vezirlikle birlikte kumandanlık vazifesini de yürüttüğünü kesin olarak göstermektedir. Halil Hayreddin Paşa daha sonra Selanik, Manastır ve Ohri şehirlerini de ele geçirdi, Arnavut prensleri arasındaki mücadeleler sırasında Osmanlı orduları 1386’da Kroya ve İşkodra·ya kadar ilerledi. Ancak Sultan I. Murad’ın Halil Hayreddin Paşa’yı Balkanlar’da bırakıp oğlu Ali Paşa ile beraber Karamanoğlu Alaeddin Bey üzerine sefere çıkmaya hazırlandığı sırada, Halil Paşa’nın Yenice Vardar’da hastalandığı, az sonra da Serez’de öldüğü haberi geldi. Mezar kitabesine göre ölüm tarihi 789’dur (1387). Cenazesi büyük oğlu Ali Paşa tarafından İznik’e getirilerek Lefke (Osmaneli) Kapısı dışında defnedildi. Türbesi 1922’de Yunanlılar tarafından tahrip edilmiş olduğu için sonradan aynı aileden gelen Nuh Neciyüddin Bey bu türbeyi eski şekliyle tamir ettirdi.

Halil Hayreddin Paşa’nın yapmış olduğu düzenlemeler, özellikle askeri teş­ kilat ve devlet hazinesinin tesisi, esirlerden beşte birinin devlet hesabına alın­masını sağlaması bir kısım rakiplerinin muhalefetine yol açmış, gerek menşei gerekse tahsili itibariyle küçümsenmiş­tir. Fakat devrin tanınmış aileleriyle akraba olan Halil Paşa’nın teşkilatçı ve kudretli bir vezir olduğu gerçekleştirdiği iş­lerle sabit bulunmaktadır.

Halil Hayreddin Paşa aynı zamanda birçok hayır eseri de yaptırmıştır. İnşasına 780’de (1378-79) başlanıp ölümünden sonra 794’te (1391 -92) oğlu Ali Paşa tarafından tamamlanan İznik’teki Yeşil cami ilk devir Osmanlı mimarisinin ayakta durarı tek örneği olması itibariyle önemli bir yere sahiptir. Yanında bulunan Darülhadis adlı medrese ve imareti sonradan harap olmuştur. Serez’de kalenin güneybatısında Aşağı Çarşı mahallesinde bulunan ve 1385’te yaptırılan Kurşunlu Camii de Halil Paşa’nın eseridir. Bu cami 1132 (1719-20) yangınında harap olduğu için 1252’de (1836-37) II. Mahmud tarafından tamir ettirilerek üzerine yeni bir kitabe konulmuştur. Civarın­ daki Eskihamam da yine Halil Paşa tarafından inşa edilmiştir. Bu tesisler için on dokuz köy vakfedilmiş olup XVI. yüzyıl ortalarında vakfın yıllık geliri 197.676 akçeye ulaşmıştı.

Gelibolu’da Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’ya ait olduğu söylenen Eskicami veya Sultan Camii de 1385 tarihli kitabesinden anlaşıldığına göre Halil Hayreddin Paşa tarafından yaptırılmış­ tır. Ayrıca onun adına bazı eserler de kaleme alınmıştır. Cemaleddin Aksaray-ı , Zemahşerf’nin el-Keşşaf adlı tefsiri üzerine olan haşiyesini Kara Halil Paşa’­ ya ithaf etmiştir. Halil Paşa’nın Ali. İlyas. İbrahim adındaki üç oğlundan ikisi vezriazam olmuş, İlyas Paşa ise beylerbeyiliğe kadar yükselmiştir.

Kaynaklar ; Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

Sarı Saltuk – Makam – İznik

Sarı Saltuk - İznik 3

Bursa – İznik’de Lefke kapı dışındaki Şehir Kabristandaki Çandarlı Hayreddin Paşa türbesinin biraz ilerisinde sağda. Abdulvahap Gazi türbesine giderken sağda kalır.

Kaynaklara göre 1210 – 1293 yılları arasında yaşayan San Saltuk, Çepni Türkmen Aşireti’nin dini lideri konumunda olan Türkmen babasıdır. Sarı Saltuk aynı zamanda çağdaşı olan Hacı Bektaş-ı Velî gibi Kalenderi Tarîkatı’nın Haydarîye koluna mensup bir şeyhtir. Türk folklorunda “Saltuk Baba” motifli destan, efsane ve menkibe çok yaygın olup, Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafî sahaya yayıldığı görülür. San Saltuk’a ait geniş bilgiyi çeşitli kaynakların yanında özellikle Cem Sultan tarafından maiyetindeki Ebü’l-Hayr-ı Rumî’ye yazdırılan ve 1480 yılında tamamlanan “Saltukname” de bulmaktayız. Bu eser San Saltuk’un ölümünden çok sonra yazılmıştır .

Menkîbelere göre Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş’tan sonra “Sarı Saltuk” lakabı ile tanınan müridi Muhammed Buhari’ye meşhur tahta kılıcını beline kuşatarak Horasan erenleriyle beraber Anadolu’ya göndermiştir. San Saltuk, Anadolu ve Balkanlar’ın fethi sırasında gazalara savaşlara katılan kahramanlığı ve velayeti ile daha yaşarken efsanevi bir şahsiyet haline gelen bir Türk kahramanıdır. Aslen Buharalı olan San Saltuk’un asıl adının Saltukname’de “Şerif Hızır” olduğu belirtilirken, Evliya Çelebi de “Muhammed Buhari” şeklinde zikretmektedir. Türk geleneklerine uygun olarak 14 yaşında gösterdiği kahramanlıktan dolayı, “Saltuk” adım almıştır.

San Saltuk, Anadolu Selçuklu Sultanı II. tzzeddin Keykavus’un teşvikiyle 1263 yılında bugün Romanya’nın sınırları dahilinde olan Dobruca’ya Çebni boyuna mensup aşiretiyle beraber göç etmiştir. San Saltuk, burada bir zaviye kurarak Balkanlar’ın Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında büyük katkıları olan Türk kahramanı ve İslam büyüğüdür. Kaynaklara göre San Saltuk 1293 yılında vefat etmiş ve Dobruca’daki Babadağı Türbesi’ne defnedİlmiştir.

Saltukname’de, San Saltuk’un 12 mezarı olduğu belirtilmektedir. San Saltuk, kralların ve beylerin mezarına sahip çıkmak isteyeceklerini söyleyerek, her isteyene verilmek üzere birer tabut hazırlamalarını vasiyet eder. Çünkü ölümünden sonra 12 yerde makamının olacağını müritlerine söylemiştir. Saltuknameye göre. San Saltuk’un tabutunu alarak ülkesine götüren krallar ve beyler şunlardır : Tatar Ham, Eflak, Bogran, Rus, Üngürüs (Macar}, Leh (Polonya). Çeh (Çek), Bosin (Bosna), Beravatı (Hırvat ?), Kamaîa (?). Bunların yanında Baba’ya (Babadağı-Romanya) ve Eski Baba’ya (Babaeski-Kırklareli) gömülen tabutlarla mezar sayisi on ikiye ulaşmaktadır. Bazı kaynaklarda ise Sarı Saltuk’un vefatından önce 7 tabut hazırlattırdığı ve uzaklarda bulunan 7 kafir memleketine defnedilmesini vasiyet eniği belirtilmektedir. Böylece kabrimi ziyaret edecek Müslümanların hakiki mezarını bilemeyeceklerini ve 7 kafir memleketin her birine gitmek mecburiyetinde kalacaklarını ve dolayısıyla bu ülkelerin İslam devletine ilhak edileceğini düşünmüştür.

Bektaşiler, her türlü mahallî inançları kolayca bünyesine mal edebilen bir inanç yapışma sahip olmuşlardır. Bunun tipik bir örneğini Sarı Saltuk Zaviyeleri teşkil eder. Bu zaviyeler Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’da bulundukları yerlerde mahallî aziz kültlerini kendilerine mal ederek İslamileştirmişler ve böylece yerli Hristiyanları zahmetsizce ihtida etmişlerdir.

Sarı Saltuk hala Anadolu ve Balkan Türklerinin gönlünde ve hafızasında yaşamaktadır. Günümüzde Balkanlar’dan Anadolu’ya uzanan geniş coğrafyada, Sarı Saltuk’a atfedilen birçok türbe ve mezar bulunmaktadır. Tespit edilen türbe ve mezarların bulunduğu yerler şunlardır: Kaliakra  (Varna-Bulgaristan), Babadağı (Romanya), Ohri (Makedonya), Djakovica (Arnaviftluk), Kruja  (Arnavutluk), Kosava, îpek (Kosava), Blagay (Bosna-Hersek), Korfu Adasi (Yunanistan), Bor  (Niğde), Babaeski (Kırklareli), Hozat (Tunceli), Diyarbakır, îznik (Bursa), Rumeli Feneri (îstanbul) ve Kütahya

Sarı Saltuk’un türbe ve mezarları genellikle tepelik yerlerde, akarsuların ve büyük ağaçların yanlarında bulunmaktadır. Bilindiği gibi bunlar, İslamiyet öncesi Türk inancı içerisinde kutsallık atfedilen yerlerdir. Yine bu türbe ve makamların normal mezarlıkların içerisinde bulunmaması da yurdumuzda diğer makamlarda görülen özelliklerdir .

Yukarıda belirttiğimiz gibi San Saltuk ve Hacı Bektaş-ı Velî aynı dönemde Anadolu’da yaşamışlar ve her ikisi de Kalenderi Tarîkatı’nın Haydarîye koluna mensuptular. XVI. yüzyıl başlannda Balım Sultan tarafindan kurulan Bektaşi Tarikatı, Hacı Bektaş gibi San Saltuk’u da Kalenderi Tarikatı’na mensup oldukları için büyük mürşitleri olarak tanımışlardır. Bundan dolayı günümüzde de Sarı Saltuk kültü hem Bektaşiler’de hem de Alevîler arasında güçlü bir şekilde yaşamaktadır. Böylece Bektaşi Tarîkatı’nın yayıldığı her bölge, San Saltuk’un mezarının da kendi bölgesinde bir mekana yerleştirmiştir. Aynı şekilde Niğde-Bor’u 1649 yılında ziyaret eden Evliya Çelebi yapıdan; “Eski Mezarlıkla yer alan Sarı Saltuk Tekkesi de Bektaşiler Tekkesi’dir” şeklinde bahsederek, türbenin yanında “Bektaşi Tekkesi” olduğunu belirtmektedir. Sarı Saltuk Türbesi’ne bitişik olan tekke, 1950’li yillara kadar mevcuttu.

Yukarıda belirttiğimiz gibi Sarı Saltuk’un, 1293 yılında Dobruca’da (Romanya) vefat ettiği ve “Dobruca Babadağı Türbesi” ne defnedildiği kabul edilmektedir. Balkanlar’dan Anadolu’ya yayılan diğer türbe ve mezarların ise San Saltuk adına inşa edilen “makam türbeleri” olduğu anlaşılmaktadır.

Şeyh Kutbuddin İzniki

Şeyh Kutbuddin izniki 3

Bursa – İznik’de Şeyh Kutbuddin İzniki camiinde

İsmi şerifleri Muhammed bin Muhammeddir. ” Kutbuddin İzniki” diye şöhret bulmuştur. Hanefi mezhebi fıkıh alimi ve tasavvuf büyüklerindedir. Sultan Yıldırım Bayezid devri alimi ve evliyanın büyüklerindendir. Şakayıkı Numaniye ve Aşıkpaşazade tarihlerinin kaydına göre doğum yeri İznik olup , doğum tarihi hakkında bilgi mevcut değildir.

Zamanının birçok âliminden ders okudu. Dînî ilimleri ve zamanının fen bilgilerini Mevlânâ Hasen Paşa’dan öğrendi. Her ilimde mütehassıs bir âlim olarak yetişti. Ahlâken yüksek, faziletlerle mücehhez (süslenmiş), zühd ve vera’ sahibi idi. Tasavvuftan büyük haz, pay aldı. Evliyâlığın yüksek derecelerine kavuştu. Fıkıh ve ahlâk ilimlerini kendinde topladı. Bilhassa Timur Hân, din ilimlerindeki yüksekliği sebebiyle karşılaştığında ona çok saygı göstermiştir. 821 (m. 1418) senesi Zilka’de ayının sekizinci günü, İznik’te vefât etti. Kabri üzerindeki üstü kubbeli dört köşe türbe ile bitişiğindeki Şeyh Kutbüddin Camii’nin XV. yüzyıl yapıları olduğu tesbit edilmekle birlikte kimin tarafından inşa edildikleri kesin olarak bilinmemektedir. Cami ve zaviye zaman içinde harap olmuş, türbe ise yakın zamanda onarım görmüştür.

Şeyh Kutbuddin İzniki hazretlerinin eserleri ;
1 –  Tefsiri’l-Kur,an
2 – Mukaddime Namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadet konularının Hanefi mezhebine göre anlatıldığı, ayrıca inanç ve ahlaka dair meselelerin ele alındığı eser Türkçe ilmihal geleneğinin ilk örneklerindendir.
Mukaddeme adlı eserine şöyle anlatır;
Kutbüddîn-i İznîkî, “Mukaddimet-üs-salâh” kitabında buyuruyorki: ilim, farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılır:

Farz-ı ayn: Her müslümanın bülûğa erdikten sonra bilmesi ve öğrenmesi gereken ilimdir, öğrenmezse, namazı terk edene nasıl azâb edilirse, ona da öyle şiddetli azâb edilir.

Farz-ı kifâye: Bir beldede veya bir şehirde bir kişi bilirse, farzın yerine getirdiği ilimdir. Diğer kişilere farz olmaz. Eğer öğrenemezlerse de günahkâr olmazlar.

Bu fakîr gördü ki, bu farz-ı ayn olan ilimde latîf şekilde kitaplar düzmüşler ve yazmışlar. Ama, bunların kimi Arabî ve kimisi Fârisîdir. Her kişi onları mütâlâa edip ma’nâsını çıkaramaz ve okuyup öğrenirlerse de çabucak unutur, veya ma’nâsına gönlü yatmaz O zaman diledim ki, bu farz-ı ayn olan ilimde Türkçe bir mukaddime yazayım, tâ ki mübtedilere (âkil baliğ olmaya yakın kız ve oğlanlara) öğreteler. Tâ ki, gönlüne ve i’tikâdına, dînimizin emrini tutmak ve müslümanlık kaydına riâyet etmek yerleşsin. Baliğ olduktan sonra bunun içindekilerle amel edeler.

Farz-ı ayn olan ilimde âlimler ihtilâf etmişlerdir: Kelâm âlimleri şöyle dediler: “Farz-ı ayn olan, Hak teâlânın birliğini ve sıfatlarını delîlleriyle bilmektir.” Fakîhler dediler ki: “İlm-i fıkıhtır. Zîrâ Hak teâlânın farz ettiği şeyleri bildirir. Helâl ve haramı bilmek fıkıhla hâsıl olur.” Tefsîr ve hadîs âlimleri şöyle dediler “Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin ma’nâsını bilmektir. Zîrâ din ilmi, bunlardan çıkmıştır.” Tasavvuf âlimleri dediler ki: “Kişi kendi hâlini ve makamını ve nefsin âfetlerini ve nefsin ne sıfatlarla bezenip kâmil olduğunu ve ne sıfatlarla mertebeden düşüp helak olduğunu bilmektir. Ebû Hanîfe, kâmil fıkıh budur demiştir.” Şimdi bunların her birisinin maksûdu, mühim gördükleridir. Ebû Tâlib Mekkî şöyle dedi: “Farz-ı ayn olan ilim odur ki, İslâm onsuz tamâm olmaz. O da beş şeydir: Biri; Allahü teâlâyı bir ve Muhammed aleyhisselâmı hak Resûl bilmektir. İkincisi; beş vakit namazın şartlarını ve rüknlerini bilmektir. Üçüncüsü; oruç, ne ile tamâm olur bilmektir. Dördüncüsü; zekâtın farzlarını bilmektir. Beşincisi; haccın şartlarını bilmektir. Nitekim Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “İslâm binası beş şey üzerine kurulmuştur.” Böylece hakîkat şudur ki, mutlaka ilim öğrenmek her müslüman erkeğe ve kadına farzdır. Nitekim Resûlullah ( aleyhisselâm ); “İlmi taleb etmek, her müslüman erkeğe ve kadına farzdır.” buyurmuştur. Burada farz olan ilim, ilmihâl bilgileridir.

Birkaç mes’eleyi bildirelim ki, namaz kılanlarda çok vâki olur. Mecmûz şerhinde kaydedilmiştir “Bir kişi, şüphelenip bir vakit namazı kılıp kılmadığını bilmezse, eğer namazın vakti içinde şüphelendiyse eda etmeli, eğer vakti çıktıktan sonra şüphelendiyse kılması lâzım olmaz. Namaz kılarken kaç rek’at namaz kıldığını bilmezse, eğer ilk defa şüphelendiyse tekrar kılar, şayet birkaç defa şüphelendiği var ise, şüphe ettiği rek’attan az kıldığını kabûl edip, onun üzerine tamamlar. Meselâ bir rek’at mı yoksa iki rek’at mı kıldığını bilemezse, bir rek’at kılmış kabûl edip, bir rek’at daha kılar.” (Nûruosmâniye Kütüphânesi Hâmidiyye kısmı No: 550/1 Varak 18 a)

3- Rahatü’l-kulub ;Kelam, fı­kıh ve tasavvufun mezcedildiği bu Türkçe eserde müellif, inanç ve ibadet konularını mutasavvıfların anlayışından hareketle anlatmış, son kısımda şeyhe bağlan­manın gerekliliği, kamil şeyhin vasıfları, hırka giyme gibi tasavvuf konularını ele almıştır.
Rahatü’l Kulub kitabında şöyle anlatır;
Allaha hamd olsun ki, bize, evliyâyı ve âlimleri sevmeyi nasîb etti, gönlümüzü onlara bağladı. Peygamberlerin en üstününe selâmlar olsun ki, O, Resûllerin İmâmı ve hem de Peygamberlerin sonuncusudur. O, Muhammed Mustafâ’dır ki, dünyâda ümidimiz O’nadır, âhırette O’ndan şefaat umarız. O’nun yüksek mertebede olan Ehl-i beytine ve Eshâbına selâm olsun! Onlara uyanlar hidâyet üzeredirler. Bütün evliyâya ve âlimlere uyanlar, İslâmiyetin hem zâhiri hem de bâtını üzere dururlar. Gerçek talibler ki, dâima halvette ve hem ibâdette dururlar. Mü’minler ve sâlihler ki, gece-gündüz Hak yardımıyla Hak yolunda dururlar ve hem tâatta dururlar.

Ey kardeşim! Bir kişinin senin katında haceti (ihtiyâcı) olsa, sen o haceti bitirirsen, Allahü teâlâ senin yetmiş türlü dünyâ ve âhıret hacetini giderir.

Eğer bir kişi bütün yer ehli kadar ibâdet etse ve bütün gök ehli kadar tâat etse, imânı Ehl-i sünnete uygun değilse kabûl olmaz. Zîrâ amelin kabûl olunması ve îmânın dürüst olması, takvânın şartıdır. Takvâ, Allahtan korkmaktır. Allahı bilmeyince, O’nun azametini ve celâlini anlamayınca, Allahtan korkmak hâsıl olmaz. Dînin ve îmânın aslı ve ilmin temeli, Allahü teâlâyı bilmek ve birliğini kalb ile tasdîk etmektir. Şöyle ola ki, eğer başını keserler ise ve bütün varlığını alırlar ise râzı olasın; Allahü teâlânın birliğini gönülden çıkarmayasın.

4- Telfikat ;Ferra el-Begavi’nin Meşabihu’s-sünne adlı eserinin Arapça haşiyesidir.
5- Risale fi hakkı devrani’s- sufiyye

Kaynaklar ;
Taşköprülüzade İsamuddin Ebu’l Hayr Ahmed Efendi , Eş-Şakaiku Numaniyye Ulema Devleti Osmaniyye , İz yayınları , 2007
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

Alaeddin Ali Esved (k.s.)

alaeddin Ali Esved 2

Bursa İznik’de Eşrefoğlu Rumi camii’nin 300 metre ilerisinde Alaaddin Misri sokağında.

Sultan Murad Hüdavendigar devrinin meşhur alimlerindendir. Afyonkarahisarlı olup babasının adı Ömer’dir. Tahsilini iran’da yaptı. Orhan Gazi zamanında Anadolu’ya geldi ve iznik Medresesi’ne müderris tayin edildi. Talebeleri arasında oğlu Hasan Paşa ile Molla Şemseddin Fenari de bulunmaktadır. 26 Muharrem 800 (19 Ekim 1397) tarihinde vefat eden Ali Esved, iznik Şe­refzade mahallesindeki türbesinde medfundur.

İlk tahsîlini memleketi olan Karahisar’da yapan Alâeddîn Ali, daha sonra İran taraflarına gitti. Oradaki âlimlerden ve eserlerinden istifâde etti. Bilhassa Fahrüddîn-i Râzî hazretlerinin talebeleri ile yakın irtibâtı oldu. Hadîs-i şerîf, tefsîr ve fıkıh ilimlerinde yükseldi. Cemâleddîn Aksarâyî’nin ilminden de istifâde etti. Tasavvuf yolunda ilerledi. Tahsilini tamamlayıp, memleketine döndü. İznik şehrini fetheden Osmanlı Sultanı Orhan Gâzi tarafından kendisine İznik’teki bir câmide hatîblik vazifesi verildi. Böylece halkın dînî meselelerini çözmeye ve onlara vâz ve nasîhatlerde bulunmaya başladı.

Daha sonra İznik medresesi müderrisi Molla Tâceddîn’in vefâtı üzerine Sultan Orhan Gâzi bu göreve Alâeddîn Esved hazretlerini getirdi. Alâeddîn Esved hazretleri burada yıllarca Osmanlı ülkesinin, dört bir yanından gelen talebelere ilim öğretti.

Kendisinden ders alan pekçok talebe, ilim sâhibi kimseler olup, Osmanlı şehirlerinde kâdılık yaptılar. İçlerinden Şemseddîn Fenârî gibi şeyhülislâmlar yetişti. Bunlar arasından yetişen kâdılar meşhûr oldu. Târihe “Osmanlı kâdısı” mührünü vurdular. O kâdıların huzûrlarına pâdişâhlar bile edeple çıkar, karşılarında ayakta dururlardı.

Alâeddîn Esved, Osmanlının namlı Kara Hoca’sı, Osmanlı Devletinin temellerini sağlamlaştırıp, askerî ve mâlî teşkilâtlarını kuran, evlât ve torunlarının da, yüz elli yıl devlete en üst seviyede hizmet etmesine vesîle olan Çandarlı Kara Halîl Hayreddîn Paşayı da yetiştirdi. Osmanlı Sultanı Orhan Gâzi, Kara Hoca’nın evine gelip, talebelerinden birini, kendisine yardımcı olmak için vermesini isteyince, Çandarlı Kara Halîl’i verdi.

Bu hâdise şöyle cereyân etti:

Sultan Orhan Gâzi, âlimleri, evliyâyı görüp gözeten bir zât-ı muhterem idi. O mübârek kimse, birgün Alâeddîn Esved hazretlerini ziyârete gitti. Onun mahalline vardığında, Alâeddîn Esved hazretleri nâfile namaz kılmakta idi. Orhan Gâzi, avluda bekledi. Bu sırada farz namaz vakti geldi. Orhan Gâzî ve orada bulunan Alâeddîn Esved’in talebeleri namaz için hazırlandılar. Namazın sünnetini kıldılar. İkâmet okununca, Kara Halîl imâmete geçti. Cemâata namazı kıldırdı. Alâeddîn Esved de, odasından çıkıp namaza katıldı. Namazdan sonra bir müddet sohbet ettiler. Orhan Gâzi edeble dinledi. Sonra başını kaldırıp;

“Seferde ve hazerde, ahâli arasında vâki olacak hâdiselerde hükmedip, hak ile bâtılı ayırmak, şer’î hükümleri beyân etmek için bir hâkim-i samedânî lâzımdır. Talebenizden birini benim ile sefere gitmek için tâyin etseniz.” deyip, merâmını arzetti.

Alâeddîn Esved hazretleri Orhan Gâzi’nin bu arzusunu kabûl ettikten sonra talebelerine baktı. Herbirinin; “Ne olur beni gönderme!” diye yalvarır bir hâli vardı. Çünkü onlar, sultanlara yakın olan ulemâyı dünyâya düşkün addediyorlar, sultanların, kötülüklerine, ulemânın ilimlerini âlet etmelerinden korkuyorlardı. Ancak, Sultan Orhan öyle bir kimse değildi. Yanına ulemâyı, emretmek için değil, Allahü teâlânın emirlerini onun ağzından dinlemek için, kendisini Allahü teâlânın yasaklarına meyletmekten sakındırması için istiyordu. Kendisine kul değil, başına sultan arıyordu. Devlet sultansız, sultan ulemâsız olmuyordu. Devletin bekâsı için sultana, sultanın yanlış yola sapmaması için ulemâya ihtiyaç vardı. Alâeddîn Esved diye anılan Kara Hoca’nın talebelerinden birinin bu işi yapması lâzımdı. İş başa düşmüştü. Kara Hoca, en gözde talebesi Çandarlı Kara Halîl’i Sultan Orhan Gâzi’ye verdi. Kara Halîl de, “Memur, mâzûrdur” hükmünce, hocasının emrine uyup Orhan Gâzi ile birlikte gitti. Seferde ve hazerde, Sultana müşâvirlik, anlaşmazlıklarda hâkimlik yaptı. Yanlış yola sapanları terbiye edip, dîn-i İslâmın emir ve yasaklarının, Devlet-i âliyye-i Osmâniye içerisinde sünnet-i şerîfe uygun şekilde tatbikine gayret eyledi.

Kara Hoca Alâeddîn Esved Karahisârî, sâlih ameller işledi. Allahü teâlânın nice sevgili kullarını gördü. Gecesini gündüzünü ibâdet ve ilimle geçirdi. İnsanlara hizmet etti. Herkese karşı merhametli oldu. İsteyeni geri çevirmedi. Kimseye kötü muâmele yapmadı. Herkese nasîhat etti. İnsanların doğru yolu öğrenip, Allahü teâlâya hakîkî kul olmaları için çalıştı. Her işini Allahü teâlânın rızâsı için yapar, her sözünü O’nun emrine uygun söylerdi. Uzun bir ömür sürdükten sonra, 1397 yılında İznik’te vefât etti. İznik Şerefzâde mahallesindeki türbesinde medfûndur.

Kara Hoca, fıkıh, usûl ve beyânda faydalı eserler yazdı. İnâye fî Şerh-i Vikâye, Şerh-ıl-Mugnî lil-Habbâzî ve Şerh-ıl-Îzâh lil-Kazvînî adlı eserleri, ilminin üstünlüğüne, derecesinin yüksekliğine en büyük senettir.

Aladdin Ali esved ‘in Eserleri
1. el-‘inaye. Tacüşşeria el- Mahbübi’nin Hanefi fıkhına dair el- Vi- kaye adlı eserine yaptığı şerhtir. iki cilt olan bu eserin Süleymaniye Kütüphane- si’nde yazma nüshaları vardır (Fatih, nr.1883-1884; Carullah, nr. 765-766) .
2. Künuzü’l-envar. Sultan Murad adına kaleme alınan Rumuzü’l-esrar adlı fıkıh usulüne dair bir eserin şerhidir. Yazma bir nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi’ndedir (nr. 1334, 334 varak). 4 Zilhicce 769 (21 Temmuz 1368) tarihinde istinsah edilen bu nüshanın mukaddimesinde asıl metnin Ebü Bekir b. ibrahim’e ait oldu- ğu belirtilmektedir. Ali Esved ayrıca Hatib el-Kazvini’ye ait el-İzah-ı fi’l-me’ani ve’l-beyan adlı eserle (bk. Keşfü’z·zunun, ı. 211) Celaleddin Ömer el-Habbazi’nin fıkıh usulüne dair el-Mugni adlı kita- bını da şerhetmiştir.

 

Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

Mevlana Taceddin İbrahim

Mevlana Taceddin İbrahim 1

Bursa – İznik’de Eşrefoğlu rumi camii haziresinde

Sultan II. Murat döneminin tanınmış alimlerinden biridir. Molla Yegan’da ders görmüş ve onun halkasında bütün ilim dallarında maharet kazanmıştır. Sultan II. Murat kendisini bazı medreselerin müderrisliğiyle görevlendirildikten sonra İznik Medresesi’nin müderrisliğine getirmiş ve yüz otuz dirhem yevmiye tayin edilmiştir. Yiğit , heybetli , cesur yürekli ve fazilet sahibi bir zat idi.

Oğlu Molla Muhyiddin Muhammed şöyle bir olay anlatmıştır; ” Molla Yegan hac farizası için Hicaz’a giderken İznik Medresesi’ne uğramıştı. Babam kendisini büyük saygıyla karşıladı ve şehrin en güzel evinde ağırlayarak izzet ü ikram da bulundu. O sıralarda ben küçük bir çocuktum. Babam kendisine banyoyu gösterdi ve Molla Yegan banyodan çıkınca babam ayaklarını su ile yıkayarak öptü. Molla Yegan da bunun üzerine şöyle dua etti ; Allah her işini mübarek etsin Molla Taceddin!…. Molla Yegan’ın sesi hala kulaklarımda çınlar.
Mevlana Taceddin İbrahim , Sultan II. Mehmet’in saltanatının ilk yıllarında İznik beldesinde Hak’kın rahmetine kavuştu.

Bir gün, dergahına bir delikanlı girip diz çöktü mübareğin önünde.
-Hocam, nasihat almaya geldim.
Büyük velî sevgiyle baktı gence:
-Evladım, âzâlarını günah işlemekten koru. Ne için yaratılmışlarsa o yolda kullan sadece.
-İnşallah hocam. Dua edin, başarayım.
-Kalbini de dünyaya bağlama sakın.
-Dünyadan maksat nedir hocam?
-Dünya, haram ve günahlardır oğlum. Allahü tealanın beğenmediği şeyler yani. “NAMAZLARINI KILIYOR MUSUN?”
Sonra sordu gence:
-Namazlarını kılıyor musun oğlum?
-Beş vakit kılamıyorum hocam.
Acı acı gülümseyip sordu gence:
-Sen hiç temelsiz bina gördün mü?
-Hayır hocam, görmedim.
-Niye görmedin?
-Temelsiz bina olmaz ki hocam.
-Doğru dersin. Temelsiz bina olmaz. İşte “İslam” binasının temeli de “Namaz”dır evladım. Namaz yoksa, İslamiyet de yoktur, anladın mı?
-Anladım hocam.
***
Mevlânâ Tâceddîn hazretleri bir gün yakınlarını çağırıp vasiyyetini bildirdi:
-Beni falan yere defnediniz!
Çocukları “Peki” dedilerse de, kabir yeri için başka yer düşünüyorlardı. Sordular:
-Babacığım, biz falan caminin avlusunu düşünüyorduk. Ne dersiniz?

“GÜCÜNÜZ YETERSE!..”
Cevap iki kelimeydi:
-Gücünüz yeterse!..
Biraz sonra ağırlaştı ve vefat etti. Son sözü “Namaz” olmuştu. Cenaze hizmetini görüp tabuta koydular. Düşündükleri caminin avlusuna götürmeyi denediler önce. Ama ne mümkün! Tabut havada bir ağırlaştı ki, bir milim götüremediler. Kendi istediği yere doğru çevirdiler, kuş gibi hafifledi. Mecburen o yere defnettiler mübareği…


Kaynak ;
Taşköprülüzade İsamuddin Ebu’l Hayr Ahmed Efendi , Eş-Şakaiku Numaniyye Ulema Devleti Osmaniyye , İz yayınları , 2007

I. Murad Hüdavendigar

Murad Hüdavendigar 9

Bursa – Çekirge semtindeki 1. Murad Hüdavendigar Külliyesinde.

Sultan I. Murad türbesi, oğlu Yıldırım Beyazıd tarafından I. Murad’ın yaptırdığı külliyesinin içerisinde inşa ettirilmiştir. 1389 yılında Kosova Savaşı’nı kazandıktan sonra, harp meydanını gezerken şehid edilen I. Murad’ın iç organları Kosava’daki kabrine gömülmüş ve naaşı daha sonra Bursa2ya getirilerek Hüdavendigar camii’nin kuzeybatısında bulunan türbeye defnedilmiştir. 1855 depreminde yıkılan yapı, Sultan Abdülaziz tarafından 1863 yılında, eski temelleri üzerine, dönemin sanat akımının etkisinde yeniden yaptırılmıştır.

Türbenin ortasında etrafı pirinç parmaklıklarla çevrili olan sanduka I. Murad’a aittir. Bunun iki yanında Yıldırım Bayezid’in oğulları Süleyman ve Musa Çelebiler’in sandukaları yer alır. Ayrıca pencere kenarında beş sanduka daha vardır. Bunlardan biri I. Murad’ın oğlu şehzade Yakup’a (1389) diğeri Süleyman2ın oğlu Orhan’a (1429) ve bir diğeri de II. Bayezid’in Kefe Valisi iken ölen oğlu Mehmed’e (1504) aittir.
Türbenin bahçesinde yer alan bir mezarın, süslemeli mezar taşı kitabesinden 1902 tarihinde padişahın izni ile buraya gömülen bir hanıma ait olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca yine türbe kapısının kuzeyinde semte ismini veren , halk arasında Çekirge Sultan olarak anılan meczup bir şahsın kabri yer almaktadır. Aynı zamanda Çekirge Sultan I. Murad’ın baş müneccimi olmuştur. Türbenin güneybatısında, demir parmaklıklarla çevrili alanda, başka yerlerden getirilen şehit mezarları bulunmaktadır.
2014 yılında UNESCO Dünya Mirası olarak ilan edilen alan içerisinde yer almaktadır.

Hayatı

Osmanlı pâdişâhlarının üçüncüsü. Velî ve ahî şeyhi. Babası Orhan Gâzî, annesi Nilüfer Hâtun’dur.Murad Hüdavendigar 4 726 (m. 1326) senesinde, dedesi Osman Gâzî’nin vefât ettiği ve Bursa’nın fethedildiği sene doğdu. Sultan Birinci Murâd, Murâd-ı Hüdâvendigâr ve Melik-ül-meşâyih Gazi Murâd Hân lakabları verildi. 761 (m. 1359) senesinde babası Orhan Gâzî’nin yerine Osmanlı sultânı oldu. 791 (m. 1389) senesinde Kosova savaşını kazandıktan sonra, bir Sırp asilzâdesi tarafından şehîd edildi. Vücûdunun iç organları Kosova’daki türbesine, cenâzesi de Bursa’ya getirilip, Çekirge semtindeki türbesine defnedildi. Kosova’daki türbesi hâlen mühim bir ziyâretgâh olarak ziyâret edilmekte, Balkan müslümanlarının gönüllerindeki tahtını muhafaza etmektedir.

Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr, küçük yaştan, i’tibâren emîn ellerde, tam bir ihtimâmla yetiştirildi. Sağlam bir i’tikâda, mükemmel bir bilgiye sahip olması için, elden gelen bütün ihtimâm gösterildi. Lala Şahin Paşa’nın yanına verilip, din ve harp bilgileri öğretildi. Devrin en seçme âlimlerinden hocalar ta’yin edildi. Bursa çevresinde sancak beyliği verilip, idâre tecrübesi kazandırıldı. Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr da, sultanlık için yetiştirilen bir beyzâde olmasına rağmen, veliahtlık, ağabeyi Süleymân Paşa’ya verilmişti. Herkes, Şehzâde Süleymân’in bu işe daha lâyık olduğu inancındaydı. Şehzâde Süleymân. Rumeli’de cihâd ile meşgûl iken, Şehzâde Murâd da aynı yerlerde cihâd etmekteydi. Ağabeyi Süleymân’ın, 760 (m. 1359) senesinde harp bölgesinde vefâtı üzerine, Şehzâde Murâd, ordunun kumandasını devraldı. Veliaht şehzâdenin vefâtı üzerine, Şehzâde Murâd, veliaht ta’yin edildi. Orhan Gâzî’nin 761 (m. 1359) yılında vefâtı üzerine, Şehzâde Murâd Bursa’ya da’vet edilip, Sultan ilân edildi. Sultan Murâd, Osmanlı Devleti’nin başşehri Bursa’da, lüzumlu ta’yîn ve icrââtlarda bulundu. Şehzâdeler mes’elesini halledip, önce Karadeniz Ereğlisi ve Ankara’yı fethetti. Lala Şahin Paşa’yı ilk serdar ve sadr-ı a’zam yaptı. Bursa kadısı Çandarlı Halîl Paşa’yı da Kadıasker ta’yin etti. Devletin içişlerini hallettikten sonra, Anadolu’dan Rumeliye yöneldi. 761 (m. 1360) senesinde Çorlu, Keşan, Dimetoka, Pınarhisar, Babaeski, Lüleburgaz ve 762 (m. 1361) senesinde de Edirne fethedildi. Bizans Devleti’nin, İstanbul’dan sonra ikinci önemli şehri olan Edirne’nin fethi, Türklerin Avrupa’ya kesin olarak yerleşmelerini te’min etti. Trakya’da stratejik bir mevkîide bulunan Edirne, Osmanlı Devleti’nin Rumeli’ndeki fetihlerinde bir askerî harekât noktası oldu. Her geçen gün, şehrin i’mâr faaliyetleri artarak genişledi. Gümülcine, Zağra, Yenice ve Filibe de fethedildi. Rumeli’nde fethedilen Avrupa topraklarına, Osmanlı iskân siyâsetince Türk-İslâm ahâlisi yerleştirildi.

Osmanlı Sultânı Murâd Hân’ın Rumeli’ndeki fetihleri, başta Papalık olmak üzere, Hıristiyan Avrupa devletlerini telâşlandırdı. Papa Beşinci Urban, haçlı rûhu ile Balkan milletlerini teşvik ederek, Osmanlılar aleyhine ittifâk kurdurdu. Haçlı ittifâkını haber alan Sultan Murâd Hân da, yerinde ve zamanında tedbir alarak, hazırlıklarını tamamladı. Fetihlerin genişlemesiyle asker ihtiyâcı arttığından, yaya ve müsellem teşkilâtlarına ilâveten, devrin âlimlerinden Karamanlı Molla Rüstem’in teklifi ve Kadıasker Çandarlı Kara Halîl’in fetvâsı ile, harpte esîr alınan gayr-i müslim çocuklarının beştebirinden istifâde edilmek üzere, Yeniçeri Ocağı adıyla bir asker ocağı kuruldu. Alınan esîrler, Anadolu’da Türk çiftçi ailelerinin yanında Türk-İslâm terbiyesiyle yetiştirilerek, Yeniçeri Ocağı’na kaynak te’min edildi. Vezîr Sinâneddîn Yûsuf Paşa’nın yerine, Sultan Murâd’ın hocası ve kadıaskeri Çandarlı Kara Halîl, Hayreddîn Paşa ünvanıyla Vezîr ta’yin edildi. Karamanlı Molla Rüstem’in tavsiyesi ve Sultan Murâd Hân’ın müsaadesiyle vezîr Hayreddîn Paşa tarafından mâlî teşkilâtlara ilâveler yapılıp, gelir artırıldı, İslâm hukukuna göre muharebelerde ele geçen ganîmetlerin beştebiri devletin hakkı olduğundan, “Pençik Kânunu” çıkarıldı. Zabtedilen yerlerde Osmanlı devlet teşkilatı te’sis edildi. Fethedilen heryerin tahrîri yapılıp, aynı gün, kimse aç ve açıkta bırakılmayıp, fakir, zengin, müslim, gayr-i müslim herkes huzûra kavuşturuldu. Rumeli’nde hızla ilerleyen Türklere mâni olmak için. Bizans Kayseri Yuannis ile Venedik Doçu seçilmiş olan Lorenzo Çelsi arasında bir ittifâk yapıldı. Müttefikler, bütün gayretlerine rağmen; Osmanlı Devleti’nin hâkim olduğu yerlerde başarı gösteremeyince anlaşmak mecbûriyetinde kaldılar. 764 (m. 1363) senesinde Kayser Yuannis ile yapılan andlaşmaya göre; Bizans Kayseri, Rumeli’ndeki Osmanlı fütuhatını kabûl ve tasdik edip; Osmanlı’nın Bizans’dan fethettiği toprakları doğrudan doğruya veya başkaları vasıtasıyla almaya teşebbüs etmeyeceğine, hiçbir zaman Türk düşmanlarıyla birleşmeyeceğine ve Anadolu Beylikleri’nden gelebilecek taarruzlara karşı Birinci Murâd Hân ne zaman yardımcı kuvvet isterse; asker vereceğine dâir söz verdi. (Bu andlaşmanın, Bizans’ın Osmanlı Devleti’ne tâbiliğini arz etmesi mâhiyetinde olduğu kabûl edilmektedir.) Sultan Murâd Hân’ın ilk Rumeli fütuhatı esnasında, Osmanlı öncü kuvvetleri tarafından fethedilen Filibe’nin Rum muhafızı, Sırp Kralı Beşinci Uroş’a sığınıp, Türklerin faaliyetleri hakkında geniş bilgi verdi. Osmanlı ilerleyişinin durdurulmadığı takdîrde, Avrupa devletleri ve hıristiyanlık âleminin aleyhine çok büyük hâdiselerin meydana geleceğini bildirdi. Balkan milletlerinin korkusunu değerlendiren Papa Beşinci Urban’ın da teşvikiyle; Macar Kralı Layoş, Sırp Kralı Uroş, Bosna Kralı Turtka, Eflaklılar ve Bulgarlar birleşerek bir haçlı ordusu topladılar. Sultan Murâd Hân’ın Bursa’da bulunmasından istifâde eden müttefik haçlı kuvvetleri, Osmanlı ülkesi istikâmetinde harekete geçtiler. Edirne’de bulunan Beylerbeyi Lala Şahin Paşa, vaziyeti Sultan Murâd Hân’a arz ettiği gibi, Hacı İlbeyi kumandasında onbin kişilik bir kuvveti de keşif gayesiyle düşmana karşı gönderdi. Müttefikler, Meriç nehrini geçmelerine rağmen, hiçbir mukavemetle karşılaşmamanın verdiği sevinçle zafer şenlikleri yapıyorlardı. Osmanlı öncü kuvvetleri kumandanı Hacı İlbeyi, haçlıların zafer sevinciyle içip sarhoş olmalarını, herbirinin bir köşeye sızmasını bekledi. Beklediği zaman gelince; gece muharebe taktiğini tatbik ederek, anî bir baskın tertîb etti. Osmanlı baskınının telâşı ile neye uğradığını şaşıran müttefik haçlı askerleri, Meriç nehri sahilinde büyük bir bozguna uğradılar. Kılıç artığı haçlıların bir kısmı, Meriç sularında boğuldu. Kurtulabilenler de kaçtılar. Bu savaşın adına Osmanlılar; “Sırpsındığı Zaferi”, Avrupalılar da; Sırpsındığı hezimeti dediler. Bu zafer, Balkanlar’da müttefik haçlı ordusuna indirilen ilk büyük darbe olması bakımından önemlidir. Sultan Murâd Hân, Rumeli’ye geçmeden önce, Katalanlar’ın elindeki Biga’yı fethetti. Sırpsındığı muharebesinden sonra, Osmanlı başşehri, Bursa’dan Edirne’ye nakledilerek şehirde; mescidler, câmiler, medreseler, saray dâhil, kültürel ve sosyal müesseselerin te’sisine başlandı. Türk-İslam ilim ve san’at eserleriyle süslenen Edirne, İstanbul’un fethi sonrasına kadar Osmanlı başşehri olarak kaldı. Balkanlar’da Osmanlı iskan siyâseti tatbik edilip, Anadolu ahâli’sinden müslümanlar göçürülerek, Balkanlar, müslüman nüfus ile şenlendirildi. Osmanlı’nın, müsâmahasız herkese hak ve adâlet dağıtan âdil idâresi ve hayır müesseseleri te’sis edildi. Ticârete de önem verildi. Adriyatik kıyısında küçük bir devlet olan Raguza Cumhuriyeti ile ticâret andlaşması yapılarak, Osmanlı himâyesi altına alındı.

767 (m. 1366) târihinde Gelibolu, Bizans Kayseri’nin dayısı Savua Kontu italyan Amedeo tarafından işgal edilmişse de; bir yıl sonra tekrar Osmanlıların eline geçti. Aynı yıl Sultan I. Murâd Hân’ın başlattığı Balkan fütûhâtıyla; Kırkkilise (Kırklareli), Vize, Aydos Burgaz ve Tirebolu mevkileri zaptedildi. Sultan Murâd Hân, Karadeniz’e dayanmak istiyordu. Bu gayesini gerçekleştirmek için çok muntazam bir plân tatbik etti. Batı cephesi kumandanlığına Evrenos Paşa’yı ta’yin ederek, Makedonya’nın fütûhâtıyla vazîfelendirdi. Kuzey cephesi kumandanlığını Kara Timurtaş Paşa’ya vererek, Tunca boyunun fethiyle vazîfelendirdi. Kuzey-batı cephesi kumandanlığını da Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa’ya verdi. Kara Timurtaş Paşa, Bizanslılar’dan; Kızılağaç yenicesi’ni, Bulgarlar’dan; Yanbolu ve İslimye’yi aldı. Lala Şahin Paşa, Samaka ve İhtiman’a akın tertîb etti.

Sultan Murâd Hân’ın 768 (m. 1367)’de başlattığı Harekâtla Bulgarlardan; Aydos Karinâbât ve Tirebolu’yu, 769 (m. 1368)’da Bizanslılar’dan; Hayrabolu, Pınarhisar ve Vize’yi alıp, elden çıkmış olan Kırkkilise’yi tekrar fethetti. Bulgaristan kralı Yuvan Şişman, Osmanlılara karşı duramayacağını anlayarak, andlaşma istedi. Kızkardeşi Prenses Marya’yı da Sultan Murâd Hân’a vererek, andlaşmayı akrabalık yoluyla kuvvetlendirmek niyetindeydi. Osmanlıların Balkanlar’daki başarılarından telâşa düşen Bulgar kralı Yuvan Şişman, Bizans’ın da teşvikiyle andlaşmayı bozarak Sırp kralı ile birleşti. 773 (m. 1371) senesinde Çirmen’de yapılan muharebede, Sırplılar büyük bir bozguna uğradı, iki kraldan biri Meriç’te boğulup, diğeri, kaçarken öldürüldü. Bu savaşla, Balkanlar’daki mukavemet kırılarak, Osmanlılara Makedonya kapıları açıldı.

Osmanlı akıncıları, 773 (m. 1272)’de Vardar’ı geçip; Sırbistan, Bosna, Arnavutluk ve Dalmaçya’ya kadar uzanarak, Adriyatik denizine dayandılar. Teselya geçilerek, Yunanistan’ın Atîk havâlisine kadar inen akıncılar, düşman arazisini tahrib edip zayıflatmak, anî baskınlarla düşmanı tedirgin edip moral bozmak, keşif harekâtları yapmak, düşmanın pusu kurmasına engel olmak, ganîmet ve esîr almak, yol ve köprüleri emniyet altında bulundurmak, hudud dışındaki yerli ahâlinin çağrısıyla zâlimleri ortadan kaldırmak ve mazlûmlara Osmanlı adâletini tanıtmak gibi mühim vazîfeler icra ettiler.

Çirmen zaferi sonunda, ilk Makedonya Fütuhatı başlatılarak, vezîr-i a’zam Çandarlı Kara Halîl Hayreddîn Paşa, Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa, Gâzî Evrenos ve Deli Balaban Beyler komutasındaki Osmanlı Ordusu, İskece, Drama, Kavala, Zihne, Serez, Avrethisar, Vardar Yenicesi ve Karafırye mevkilerini fethetti. Osmanlıların Makedonya’yı zapt ederek Köstendil’e gelmeleri üzerine, Yukarı Sırbistan hükümdârı Lazar Grebliyanoviç, Sultan Murâd Hân ile anlaşmak istedi. Lazar, Osmanlılara vergiyle beraber, asker vermeyi de kabûl etti. Bizans, Bulgar ve Sırp kralları, Prens ve Despotları, Birinci Murâd Hân’a tâbiiyetlerini arz ettiler. Bu devletlerin Osmanlılar’ın hâkimiyetlerini tanıyarak; vergi vermeleri ve muharebelerde yardımcı asker vermeleri, geniş ölçüde fütuhat yapan, Osmanlı devleti için büyük faydalar ve muvaffakiyetler sağladı.

Rumeli ve Anadolu’da fetihler devam ederken, ba’zı mâlî, idarî ve askerî ihtiyâçları karşılamak için Timar teşkilâtı kurulmuştu. Kara Timurtaş Paşa’nın tavsiyesiyle, Timar teşkilâtı, ta’dil ve ihtiyâca göre ıslâh edildi. “Yaya”, “Müsellem” ve “Yeniçeri”lere ilâveten, kara Timurtaş Paşa’nın tavsiyesi ile “Kapıkulu askeri”nden maaşlı süvari ocağı kuruldu.

Seferlerde levazımın muhafazası ve süvarilerin hayvanlarının bakımı için Voynuk sınıfı teşkil olundu. Sultan Murâd Hân, 780 (m. 1378)’de oğlu Şehzâde Bâyezîd’i, Germiyan Bey’i Süleymân Şah’ın kızı Devlet Şah Hâtun ile muhteşem bir düğünle evlendirdi. Süleymân Şah, kızına çeyiz olarak; Kütahya, Tavşanlı, Emet ve Simâv’ı verdi. Hamîdoğlu Hüseyn Bey’den seksenbin altın karşılığı; Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Seydişehir ve Karaağaç alındı.

782 (m. 1380)’de Balkanlar’da Osmanlı fütuhatını tekrar başlatan Birinci Murâd Hân, Makedonya’da harekâta geçilmesini emretti. Rumeli Beylerbeyliği’ne ta’yin edilen Kara Timurtaş Paşa, Vardar nehri sahilindeki İştip’i fethedip, Vardar’ı geçerek, 784 (m. 1382)’de Manastır’ı ve Pirlepe’yi aldı. Manastır, Arnavutluk ve Kuzey Epir mıntıkalarına yapılacak harekât için üs oldu. 786 (m. 1384) baharında, Osmanlı akıncıları, Bosna-Hersek akınını gerçekleştirerek, pekçok esîr ve ganîmet aldılar. 787 (m. 1385)’de Vezîr-i a’zam Çandarlı Hayreddîn Paşa’nın Ohri’yi fethiyle, Osmanlılar Arnavutluk hududuna yerleştiler. Kuzey Arnavutluk prensi Balşa ile Draç ve Orta Arnavutluk dukası Şarl Topia arasında meydana gelen muharebede, Draç dükası, Hayreddîn Paşa’dan yardım istedi. Bu çağrı üzerine Hayreddîn Paşa, Draç prensine yardım ederek, Savra’da onun galibiyetini te’min etti. Bu muharebede Prens Balşa da öldürüldü. Osmanlı kuvvetleri, 788 (m. 1386)’de Kroya ve İşkodra’yı aldılar ise de, Venedik nüfuzu altında bulunan bu yerleri, Venediklileri gücendirmek istemedikleri için bırakıp çekildiler. Balabancık kalesi kumandanı İnce Balaban Bey, 787 (m. 1385)’de Bulgaristan’ın mühim merkezlerinden Sofya’yı zaptetti.

Osmanlı ordusunun Rumeli’de bulunmasından istifâde eden karamanlı Alâeddîn Bey, 788’de (m. 1386) Osmanlı hududuna taarruz ederek, Beyşehir ve havâlisini zaptetti. Tecâvüzü Edirne’de haber alan Sultân Murâd’ın, etrâfındakilere şöyle dediği rivâyet edilir:

“Şu ahmak zâlimin yaptığına bakın hele! Ben din gayretiyle Allah yolunda bir aylık mesafede kâfirler içine girdim. Ömrümü, gece-gündüz gazâya verdim; çok mihnet ve belâ çektim. Hâlbuki, o gelip müslümanları yağmaladı. Söyleyin ey gaziler!… Ben cihâdı bırakıp da ehl-i İslâma nasıl kılıç çekeyim?”

Fakat, ehl-i İslâmı kırmak bahasına da olsa, kâfirin ekmeğine yağ süren hainliği cezalandırmak ve Anadolu’daki diğer beylere esaslı bir göz dağı vermek gerekiyordu. Sultan Murâd, Rumeli’deki kuvvetlerin başında Çandarlı Halîl Hayreddîn Paşa’yı bırakarak, Anadolu’ya geçti. Kışı Bursa’da geçirdikten sonra, Karamanoğlu’nun üzerine yürüdü. Konya önlerinde karşısına çıkan Karamanoğlu kuvvetlerini dağıttı. Alâüddîn Bey, Konya kalesine kaçtı. Kale muhasara edilince, Alâeddîn Bey, Sultan Murâd’ın kızı olan zevcesi Melek Hâtun’u şefaatçi gönderip sulh istedi. Bilâhare Osmanlı ordugâhına gelip, kayın babasının elini öpünce iş tatlıya bağlandı. Karamanoğullarının da Osmanlı hâkimiyetini tanıması, batıda olduğu gibi doğuda da Sultan Murâd Hân’ın nüfuz ve i’tibarını arttırdı. Sultan Murâd Hân’ın ve Osmanlı ordusunun Anadolu’da bulunmasından istifâde eden Balkan kral ve prensleri, Türklere karşı ittifâk kurup, taarruz plânları yaptılar. Bosna hududunda Lala Şahin Paşa kumandasındaki akıncılar, Bosna Kralı Lazar’ın otuzbin kişilik müttefik kuvvetlerini karşıladı. 781 (m. 1378)’de Ploşnik mevkiinde meydana gelen muharebede, Lala Şahin Paşa’nın yirmibin kişilik kuvveti bozularak, çoğu şehîd oldu. Ploşnik bozgunu, gizlice hazırlanmakta olan Hırvat, Leh, Macar ve bütün Balkan kral ve prenslerini Osmanlılar aleyhine harekete sevketti. Denizci bir kavim ve devlet olan Venedikliler, Osmanlıları iyi tanıyıp menfaatlendiklerinden, her ne kadar haçlı ittifâkına katılacaklarını beyân etmişlerse de, tarafsız kalmaya mecbûr oldular. Lazar ve Arnavut prensi Kastriyota’nın öncülüğünde; Hırvat, Leh, Macar, Bulgar, Sırp ve Arnavut’ların ittifâkını haber alan Sultan Murâd Hân, vekarını muhafaza ederek, muvazeneli ve plânlı bir şekilde hazırlıklarını tamamlamaya başladı. Balkan ittifâkına karşı Anadolu beylerinden yardım istedi. İttifâka dâhil olan Bulgarları büyük harbden önce saf dışı etmek gayesiyle, Vezîr-i a’zam Çandarlı Ali Paşa’yı vazîfelendirdi. Osmanlı ordusu, Balkan dağlarını aşarak; Pravadi, Şumnu ve Bulgar krallığı’nın merkezi Tırnova’yı aldı. Ali Paşa, Tuna boyu istikâmetinde harekâtı devam ettirerek; Ulah hakimiyetindeki Silistre ve Niğbolu’yu zaptetti. Bulgar kralı Şişman, Osmanlılar ile andlaşmaya mecbûr oldu. Böylece haçlı ittifâkına girmemesi te’min edildi. Osmanlı beylerinin Balkanlar’daki ileri harekâtı durduruldu. Sultan Murâd Hân, bütün kuvvetlerini kumandasında topladı. Bulgaristan harekâtını muvaffakiyetle tamamlayan Vezîr-i a’zam Ali Paşa, Yanbolu’ya gelen Sultan Murâd Hân ile görüşerek, durumu arz etti. Durum değerlendirilmesi tamamlanıp, harp dîvânında sefer kararı alınarak, Priştine hedef ta’yin edilince; Osmanlı ordusu, Büyük Balkan harekâtını başlattı. Yollarda, yerli ahâlinin; mal mülk, can ve ırzına karşı hiçbir tecâvüz yapılmadan Kosova’ya gelindi. Yağma ve tahribatın yapılmaması, Balkan milletlerini, Osmanlı’nın güzel ahlâkına ve adâletine hayran bıraktı. Üsküb ile Priştine arasındaki Kosova’da, müttefik haçlı ordusuyla karşılaşıp muharebe nizâmı alındı. Bu sırada Sırp kralı Lazar’ın elçisi geldi. Huzûra kabûl edilince, Lazar’ın ağzından; “İşte ben hazırım. Üç aydan beri eli kanda da olsa üstümüze gelmeliydi. Eğer er ise gelsin uğraşalım. Eğer gelmezse, hazır olsun. Ben varırım!” diyerek meydan okudu. Sultan Murâd Hân da cevap verip; “O mel’ûn herif hiç mi İslâm kılıcı görmemiş ki, böyle boş lâflar eder? İnşâallah ona Türk erliğini göstereyim!” dedi. Osmanlı’dan elçiye zeval olmadığını bilen elçi, Sultân’ı öfkelendirmekten çekinmeyerek edepsizliğine devam edip, sayıca üstünlüklerini söyleyerek; “Hem de bir erimiz, bin Türk’e denktir!” deyince, Gâzî Hünkâr; “Bre mel’ûnun uğursuzu, alçak!” diye bağırdı; “Eğer cihanın askeri sizinle olsa, Allahü teâlânın inâyeti, Muhammed aleyhisselâmın mu’cizâtı ile cümlesinin kanını toprağa karıp, onları karga gibi ayıklayıp, binini bir defada kırar ve o mel’ûn kralının da başını keserim!” dedi.

Elçi gittikten sonra, harp meclisi toplandı. Sultan Murâd, evvelâ Gâzî Evrenos Bey’e; “Evrenos! Bu kâfir ile nice buluşup cenk etmek gerektir? Bu işin asanı (kolayı) ne veçhile olur?” diye sordu. Gâzî Evronos Bey; “Ey Hüdâvendigâr, ben kemîn (âciz) bir hizmetcinizim! Benim fikrim ve reyim n’ola? Süleymân’ın yanında karıncanın ne fikri ola ve ne mikdârı ola ki, söz söyleye! Asker yaşamak ve cenk ahvâlini bilmek, sultanların işidir” diye cevap vererek tevâzu gösterip, Sultânın zihninden geçenlere iştirâk ettiğini bildirdi.

Bunun üzerine Sultan Murâd, meclistekilere hitaben; “Beyler! Eğerçi Hak inâyeti ile çok çeri sürüp cenk ettim. Amma bu kalan cenk gibi değildir. Müşâveret etmek sünnet-i Resûldür. İttifâk edip gönül berkedip, gönül berkdürmek vâcibdir” dedikten sonra, tekrar Gâzî Evrenos Bey’e dönerek; “Nice zamandır ki, seni bu uçda koydum, bunların ayinini bildin ve tecrübe ettin. Senin fikrin diğerlerinin fikri gibi değildir” buyurdu. Gâzî Evrenos Bey; “Kemineye şöyle hoş gelir ki” diyerek söze başlayıp, şöyle devam etti; “Hak teâlâya tevekkül edip, erkenden varıp, yerin iyisini alıp, ol sonra gele. İveceklik etmeyelim. Evvelâ cenge o ikdam ede. Zîrâ kâfir, içtima ile çoğalıp durunca, demirden bir hisar olur. Ona zafer bulmak asan olmaz. Amma cenge ikdam edip bir birbirinden ayrılınca, savaşması gayet asandır. Kulunun bildiği bu kadardır. Kalanını Sultanım yeğ bilir.” Sultan Murâd, Şehzâde Bâyezît ve Çandarlızâde Ali Paşa da bu fikri uygun bulunca, ilerleyip iyi bir yer tutabilmek için, Lazar’ın merkezi olan Priştine’ye doğru yürüyüşe geçildi. Gâzî Evrenos Bey ile Paşa Yiğit komutasındaki öncü kuvvetler, Priştine’ye üç kilometre mesafedeki Kosova ovasına vardıklarında, düşman ordusunu gördüler.

Haçlılar, gerçekten sayıca üstündüler. Altmışbin Türk askerinin karşısına, ikiyüzbin haçlı çıkmıştı. Sultan Murâd, hemen harbe girişmek niyetinde idi. Fakat, gün kızgın, asker yorgun, düşman azgın olduğundan Gâzî Evrenos Bey’in tavsiyesi ile, bir gün istirahat verdi. Tahmin ettiğinden fazla düşman askeri ile karşılaştığı için, biraz endişeli idi. Harb meclisini bir defa daha topladı. Oğlu Şehzâde Bâyezîd’e hitaben, bu endişesini şöyle dile getirdi: “Ey ciğer köşem, bu kâfir ile uğraşmak hakkında sen ne tedbir edersin? Zîrâ ben, bu kâfirin leşkerini bu kadar tasavvur etmezdim, bî-kıyâsdır. Biz leşkerîmizin önüne deve tutalım mı! Yoksa, şöyle rû-be-rû (yüzyüze) duruşalım mı?” Şehzâde Bâyezîd şu cevâbı verdi:

“Hünkâr’ın fikrine bizim tedbirimiz ermez. Amma, biçâreye şöyle gelir ki, nice yıldır kâfir ile cenk ederiz. Hiç önümüzde deve tutmadık; şimdi dahî tutmayız. Kâfirin leşkeri ne denli çoksa inâyet-i Hak, İslâmladır. Eğer Hak teâlâdan inâyet olursa, yalnız ben kulun bu kâfirin işini tamâm ederim!… Şimdiye dek, her cengde mensûr ve muzaffer olduk. Şimdiden gerû dahî gam yeme. Gene nusret Hak avnî (yardımı) ile ki, senindir. Hele ben, hiç teşviş çekmezem. Eğer öldürürsevüz sa’îd, eğer ölürsevüz şehîd oluruz!” Aynı konuda fikri sorulan Çandarlızâde Ali Paşa; “Ey saadet ıssı devletin pâdişâhı! Kâfirin azını çoğundan kayırmak reva değildir” diye söze başlayıp, gazâda aza ve çoğa i’tibâr olmadığına dâir âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler naklettikten sonra; “İmdi, devletlû Hünkâr! Gazâda hemen Hak teâlâya sığınmak gerek. Şükür Huda’ya ki, tûl-i ömrümüzde mensûr ve muzaffer ola geldik. Ümiddir ki, gene nusret bizim ola! Hâşâ Hak teâlânın kemâl-i kereminden mi ki, bu kâfir ikliminde bunca ehl-i İslâm’ı helak ede?..” dedi. Gâzî Evrenos Bey de, askerin önünde deve tutmanın mahzurlarını beyân edince, Sultan Murâd, şu karara vardı: “Pes, sevâb odur ki, evvel tirendazları (Okçuları) önde tutup, sağa ve sola ok yağdıralar. Andan gaziler dahî bir kezden “Tekbir” edip, küffâra hücum edeler. Bu gazâda ya taht ola, ya baht ola! Ve tûl-i ömrümde bunca gazâlar ettim. Gayem, bu gazâda şehîd olup, iyi adla âlemden göçem! Ve her dirliğin âhiri ölmek olduktan sonra, ne teşviş çekmek gerek!” dedi.

Birliklerin muharebe nizâmı da tesbit edildikten sonra, işin gerisi sabahın hayrına bırakıldı. O gece 15 Şa’bân 791 (m. 9 Ağustos 1389), Berât gecesi idi.

Fakat o sakin yaz gününde, akşam olup karanlık basınca, öyle bir fırtına çıktı ki, ortalığı toza dumana verdi. Kimse kimseyi seçemez oldu. Hava böyle giderse, sayıca üstün olan kâfirin işine gelecekti. Bu durum da duâ etmekten başka çâre yoktu.

Sultan Murâd, bu mübârek Berât gecesinde, abdest alıp iki rek’at hacet namazı kıldı. Sonra ellerini açıp cenâb-ı Hakka şöyle yalvardı: “Ey ilâhî! Seyyidî! Mevlâyî! Bunca kerre hazretinde duâmı kabûl ettin. Beni mahrûm etmedin. Gene benim duâmı kabûl eyle! Bir yağmur verip, bu zülûmâtı ve gubârı (tozu) defedip âlemi nûrânî kıl, tâ ki kâfir leşkerini muayene görüp, yüz yüze ceng edelim! Yâ ilâhî! Mülk ve kul senindir. Sen kime istersen verirsin. Ben dahî bir nâçiz kulunum. Benim fikrimi ve esrârımı sen bilirsin. Mülk ve mal benim maksadım değildir. Bu araya kul karavaş için gelmedim. Hemen hâlis ve muhlîs senin rızânı isterim. Yâ Rab! Beni bu Müslümanlar’a kurban eyle! Tek bu mü’minleri küffâr elinde mağlûb edip helak eyleme! Yâ ilâhî! Bunca nüfûsun katline beni sebep eyleme! Bunları mensûr ve muzaffer eyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim. Tek sen kabûl eyle! Asâkir-i İslâm için teslîm-i rûha râzıyım. Tek bu mü’minlerin ölümünü bana gösterme! ilâhî! Beni katında mihman edip, mü’minler rûhuna benim rûhumu feda kıl! Evvel beni gâzî kıldın, âhır şehâdet rûzî (nasîb) kıl! Âmin!” Çok geçmeden rahmet bulutları peyda oldu. Gelip Kosova sahrası üzerine boşaldılar. Rüzgâr dindi. Toz sindi. Göğün yüzü açıldı.

Gâzî Hünkâr secdeye kapardı. Sabaha kadar cenâb-ı Hakka hamd ve senalar etti. O, böyle bir inâyet-i Rabbâniyeye ilk defa mazhar olmuyordu. Bir kerresinde de, Trakya’da bir kaleyi muhasara etmişti. Fakat, bir türlü zabtedemiyordu. Bir ara kendisini çaresiz kalmış hissedip; “Bu yıkılası kaleyi almak müşkildir. Meğer bunu Allah yıka!” diye yakındı. Sonra alıp başını gerilerde bir tenhâ yere gitti. Bir kavak ağacına sırtını verip oturdu. Az sonra adamlar gelip, kalenin hiçbir zor görmeden yıkıldığını haber verdiler! Gâzî Hünkâr, yaslandığı ağacı gösterip; “Bu ağaç, devletlü kaba ağaçtır!” dedi kim bilir, o ağaçta ne hikmet vardı? Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Bugün Kırklareli’nin Kofçaz ilçesinin merkez bucağına bağlı “Devletliağaç” köyü, adını bu hâdiseden almıştır.

Sırp kaynaklarına göre, 20 Haziran, Türk kaynaklarına göre 16 Şa’ban 791 (m. 1389) günü, Kosova sahrasında cereyan eden muharebede, Osmanlı ordusunun harb nizâmı şöyle idi: Sağ cenahta, başta Şehzâde Bâyezîd olmak üzere; Kara Timurtaş Paşa ve Gâzî Evrenos Bey komutasında Rumeli gazileri, sol cenahta Şehzâde Ya’kûb ve Anadolu Beylerbeyi Saruca Paşa komutasında Anadolu askeri yer almıştı. Merkezde ise, mutâd olduğu üzere Sultan Murâd bulunuyordu.

Çandarlızâde Ali Paşa, Pâdişâhın yanında idi. Merkez kuvvetlerinin önünde Yeniçeriler, onların önünde de topçular vardı. Sağ ve sol cenahın önüne biner okçu yerleştirilmişti. Sağ cenah okçuların komutanı Hamîdoğlu Malkoç Bey, sol cenah okçularının komutanı da Malkoç Bey’in oğlu Mustafa Bey idi. Muharebe, topçuların top atışlarıyla başladı. Yaklaşık sekiz saat devam etti. Osmanlı’nın sol kanadı sarsılmaya başladı. “Yıldırım” lakablı şehzâde Bâyezid, lakabına uygun bir tarzda imdâda yetişip, durumu düzeltti. Düşman ricata mecbûr oldu. İkindiye varmadan, ikiyüzbinlik küffâr ordusunun çoğu kılıçtan geçirildi. Mağrur başkomutan Lazar da ölüler arasındaydı. İki rek’at şükür namazı kılan, Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr, bir Sırp asilzâdesi tarafından şehîd edildi. Kaçan düşmanı ta’kip etmekte olan oğlu Şehzâde Yıldırım Bâyezîd, devlet adamlarının ittifâklarıyla hükümdâr ta’yin edildi.

Sultânın nasıl şehid edildiği hakkında haberler muhteliftir. Katilin bir Sırp asilzâdesi olduğu kesindir. Adı, muhtemelen Miloş Kopila’dır. Miloş Kopilek, Miloş Kobiloviç ve Miloş Nikola olarak da gösterilmiştir.

Sultan Yıldırım Bâyezîd’in Bursa Kâdısı’na gönderdiği fermanda, vak’a şu şekilde beyân olunmaktadır: Muharebeyi müteâkib, Miloş, Otâğ-ı hümâyûna gelir, “Ben Müslüman oldum!” diyerek, Sultân’ın huzûruna girmek ister. Kabûl edildiğinde de, yenine gizlediği hançeri çekerek Sultân’a saplar. Âşıkpaşa-zâde’nin târihinde ve Enverî’nin “Düstûrnâme”sinde, az bir fark ile, bu ifâde teyid edilir mâhiyette kayıtlar bulunmaktadır. O devirden kalan Sırp halk türkülerinde de, vak’a böyle anlatılmaktadır. Müellifi meçhûl bir Bizans kroniğinde. Miloş’un Sırp kralı Lazar, Sultân’ın hançerlenmesinden Lazar tarafından vazîfelendirildiği kaydedilmiştir. Bu doğru olabilir zîrâ Lazar, Sultân’ın hançerlenmesinden sonra esîr edilmiş ve Sultân’ın vefâtı üzerine derhâl katledilmiştir.

Oruç Bey, Sultan Murâd’ın harb sahasını at üzerinde gezerken, cesetler arasından ayağa fırlayan bir Sırplı tarafından şehîd edildiğini yazar.

Rivâyet muhtelif, fakat netice birdir. Oruç Bey, bu neticenin kaçınılmazlığını şu mısralar ile dile getirir:

“Bilmediler anı kim takdîr ola,
Defn olunmaz hîle vü tedbîr ile.

Çün mukadderdür mukarrerdür kaza,
Çâre nedür ana? Teslîm-ü rızâ.

Ger selâmet, ger melâmetdür kişi,
Görmeyince çâre yoktur her işi.

Kaçuban sınduğı yerde, hem bulur.
Ol gelecek nesne elbette gelür.

Kara Çelebizâde Abdülazîz de, “Mir’ât-üs-sefâ” adlı eserinde Sultan Murâd’ın akıbetini şöyle açıklar:

“Kosova’da şehâdet murâd etmişti.
Miloş Nikola şehîd etti.”

Evet, hakîkat bu! Sultan Murâd, Kosova’da muradına erişti! Bugün, Yugoslavya’da, Kosovska Mitroviça’dan Priştinaya giden yolun 400 metre kadar batısında bulunan Mileşova köyünün yakınında, yerlilerin “Muratova Tulbe” dedikleri bir türbe vardır. Sultan Murâd’ın şehîd olduğu yer burasıdır. Bizim “Meşhed-i Hüdâvendigâr” dediğimiz bu türbede onun iç organları gömülüdür. Cesedi ise, tahnit edilerek Bursa’ya getirilmiş ve Çekirge’de yaptırdığı câminin karşısına defnedilmiştir.

Osmanlı Sultânı Birinci Murâd Hüdâvendigâr Hân, zaferden zafere koşmuş, Anadolu’da ve bilhassa Avrupa kıt’asında devletin hudutlarını çok genişletmiş ve babasından bir beylik olarak aldığı ülkeyi büyük bir devlet hâlinde oğluna bırakmıştır, İslâmın cihâd emrini yerine getirmek ve Osmanlı’nın şânını yükseltmek için yaptığı ve kazandığı gazâların en büyükleri otuzyedi tanedir. Sultan Murâd Hân; dindar, âdil, merhametli, faziletli idi. Azîm ve irâde kudreti, vekar ve ciddiyeti, ahâlisine karşı şefkatli oluşu, açık ve samîmi siyâseti, içte ve dışta istikrarı ve mühim askeri, adlî, mâlî ve idâri teşkilâtıyla Osmanlı Devleti’ni sağlam temeller üzerine oturttu. Güneydoğu Avrupa kıt’asına, Anadolu’dan Türk-İslâm nüfûsunun naklinde tatbik ettiği şuurlu sistem ve neticesi, Sultan Murâd Hân’ın dâhiyane bir siyâsetidir. Fütuhatla alınan Rumeli topraklarına iskân edilen Türk ve İslâm nüfûsu, Avrupa kıt’asında kalıcı bir hâkimiyetin ve emniyetin başlangıcıdır.

Anadolu ve Rumeli’de pekçok hayır müesseseleri ve dînî, askeri, idâri teşkilâtları kuran Sultân Murâd Hân, târihte kazandığı zaferlerle olduğu gibi, yaptırdığı eserlerlede milletinin kalbinde taht kurmuştur. Bugün bütün Balkan ülkelerinde mevcût Müslüman ve Türk ahâli, ilk Osmanlı fütuhatı ve iskân siyâsetinin neticesidir.

Sultan Murâd Hân, ihtiyâç ve lüzumunda eserler yaptırdığı gibi, zaferlerin ardından da şükran ifâdesi olarak mescid, câmii, medrese, mektep, imâret, han ve sosyal müesseseler inşâ ettirmiştir. 1364 Sırpsındığı zaferi sonunda, şükrâne olarak; Bursa ve Bilecik’te birer câmi, Yenişehir’de bir imâret, Çekirge’de bir imâret, medrese, kaplıca ve han yaptırmıştır.

Sultan Murâd’ın hükümdârlığı, devlet adamlığı ve komutanlığı, yerli ve yabancı tarihçiler tarafından kâfi derecede işlenmiştir. Fakat onun, Alperenler, Horasan erenleri ve Ahî-gâzî devrinin son mümtaz siması olduğuna pek temas edilmemiş ve derviş cephesi pek tanıtılmamıştır. 768 (m. 1366) yılında Malkara’da Yegan Reîs adlı bir dervişe vermiş olduğu icâzetnameden, Ahîler’e şeyhlik ettiğini öğreniyoruz. Duâlarının, Hak katında müstecâb olduğuna dâir iki menkıbe yukarıda nakledilmişti. Zühd ve takvâya düşkünlüğünü ve kemâlât derecesini gösteren bir menkıbe daha vardır ki, çok duygulandırır. Neşrî’nin kaydettiğine göre; Gâzî Hünkâr, birgün imamına; “Mevlânâ! Günâhımın çokluğundan mıdır ki, namaza durunca, üç kerre tekbîr etmeyince, Kâ’be-i müşerrefeyi müşâhede edemem? diye dert yanar, ve; “Sen hemen bir tekbîr ile ne hoş müşâhede edersin” diye gıbta ettiğini belirtir!.. Hey Koca Hüdâvendigâr!.. Kalbinin saflığından, herkesi tekbîr bağlayınca, kendisi gibi Kâ’be’yi görür sanırmış!..

Bu velî, gâzî ve şehîd pâdişâh, bir zamanlar Bursa’da alem olmuştu. Osmanlının son zamanlarına kadar Bursa, “Hüdâvendigâr vilâyeti”nin merkezi idi. Şimdi Bursa’da Hüdâvendigâr semti var.

1) Tâc-üt-tevârih, muhtelif sahifeler

2) Neşrî, muhtelif sahifeler

3) Âşıkpaşa-zâde muhtelif sahifeler

4) Bezm-ü rezm, İstanbul 1928, sh. 383

5) Ed-Devlet-ül-Osmâniyye. (Zeyni Dahlan), İstanbul 1986, sh. 118

6) Münşeât-i Selâtîn (Feridun Bey), İstanbul 1283, cild-1 sh. 111

7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh. 1048