Ali Uzun Hocaefendi

mekke Mürşid, gönül mimarı. 1929’da Trabzon’un Vakfıkebir ilçesine bağlı İlyaslı (Elezli) köyünde doğdu. Nüfus cüzdanındaki doğum tarihi 12.01.1929’dur. Babası, Molla Hasan’ın oğlu Uzunaloğun (Uzun Ali Oğullarından) Osman Hoca, Vakfıkebir köylerinde ve çevresinde pekçok kişiye hafızlık yaptırmakla tanınmış, ayrıca erkek çocuklarından ikisini de hafız olarak yetiştirmiş …

Seyyid Mustafa Fehmi Efendi

Mekke – Cennetül Mualla’da Hz. Hatice(r.a)’nın hemen ayak ucunda

Terzi Baba’nın Halifesi

Seyyid Mustafa Fehmi Efendi (k.s.). Silsile-i Şerifi

Mustafa Fehmi Efendi 1231/1815-16 yılında Erzincan’da doğmuştur.  Babası, henüz iki yaşındayken kaybettiği Hacı Ahmed Efendi’dir.

Hayatı hakkındaki bilgilerimiz genellikle Aşçı Dede’nin hatıralarında dile getirdiği malumatla sınırlıdır. Çocukluk ve gençliğine dair bilgilerimiz yok denecek kadar azdır. Fakat ilim talebiyle Tokat’a gittiği ve burada Bozzâde Hocaefendi adındaki bir âlimden ilim tahsil ettiği anlaşılmaktadır. Erzincan’a döndükten sonra Terzi Baba’ya intisap etmiş, ömrünün geri kalanını burada irşad faaliyetlerini yerine getirmeye adamıştır. Terzi Baba’nın vefatından sonra halîfe olan Fehmi Efendi’nin Erzincan’da Terzi Baba türbesi civarında bir dergâh inşa ettiği ancak bu dergâhın günümüze ulaşamadığı görülmektedir.

İrşad vazifesinin yanında devlet hizmeti ve vatan savunması konusunda örnek bir şahsiyet olan Fehmi Efendi, önce Kırım Harbi’ne (1853-1856) iştirak etmiş. Daha sonra müritleriyle birlikte 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbine katılarak ilerlemiş yaşına rağmen Kars önlerinde düşmanla kahramanca mücadele etmiştir.

Fehmi Efendi’nin Padişah Sultan Abdulhamid’in çağrısı üzerine oğlu Ahmet Fevzi ile birlikte İstanbul’a gittiği ve burada Kuleli Askerî Lisesi’nde askerde vecd ve heyecan meydana getiren bir konuşma yaptığı nakledilmektedir. Aşçı Dede, onun Osmanlı devleti ve askeri için çokça gözyaşı döküp dualar ettiğini nakleder.

Fehmi Efendi üçüncü defa hac görevini ifa etmek için gittiği Mekke’de 1298 Muharreminin 21. Perşembe günü (24 Aralık 1880) vefat etmiştir. Hz. Hatice’nin ayakucuna defnedildiği söylenmektedir.

Seyyid Mustafa Fehmi efendi’nin müridi olan Aşçı Dede eserinin çeşitli yerlerinde; ‚Hazret-i Şeyhü’l-A‘zâm, Sultân-ı Ulemâ-billâh, Cenâb-ı Mürşid-i Ekrem, Hazret-i Gavs-ı A‘zâmi, Hazret-i Şeyh-i Ekber, Cenâb-ı Mürşid-i A‘zâm, Zamanın gavsı, kutbu, zât-ı âlî kadr, Hazret-i Risâlet-penâh Efendimiz hazretlerinin mazhar-ı tâmmı ve vâris-i ekmeli, İmamü’l-mürşîdîn, gavsü’l-vâsılîn…‛ Gibi unvanlarla andığı  şeyhinin şemâilini şöyle tavsîf etmektedir: ‘’Servi gibi mevzûn ve zârif uzun bir boy, hilal gibi bedeni nahîf olup rengi buğday, kolları uzun, elleri kalem-kârî düzgündü. Siyah sakalları nurlu ve çeneden bir kabza uzundu, keman gibi iki kaşı arasında gayet rakîk bulut altında görülür Süreyya gibi bir ben vardı. Öyle bir nokta-i şerif ki cümle ilim ve marifetler o noktada gizlenmiş gibidir. Gözleri henüz uykudan uyanmış Yûsuf-i âlem gibi mestane ve mahmur ve gayet siyah olup etrafı ilâhî nurun tecellî ettiği bir hâle gibiydi. Gözlerine karşı göz ile bakmak mümkün değildi, zira onun gözleri diğer insanlarınki gibi değildi, hakîkat-i basara nazar olmuş idi. Vücudunda et namına bir şey yoktu, kuru kemikten ibaretti. Kulakları oldukça küçük, mübarek başından iki tarafa iki nûr-i müdevver talik olunmuş idi. İşte mübarek yüzleri bu şekilde olup insan tamamıyla yüzüne bakmaktan heybet ve hayâ ederdi. Hz. Ali’nin azamet ve heybetinin vech-i şeriflerinde kemaliyle zuhur etmişti.‛

Kalabalık bir mürit topluluğuna sahip olan Fehmi Efendi’nin her çeşit insandan müritleri olduğu, arzu etmemesine rağmen Terzi Baba’nın diğer halifeleri arasında dikkat çekici bir üstünlüğünün bulunduğunu söyleyen Aşçı Dede, onda diğer meşâyıh-ı rüsûmda olmayan kuvvetli bir cezbenin olduğun ve insanları kendisine çektiğini anlatır. Bütün bu yüce sıfatlarına rağmen Fehmi Efendi’nin diğer halîfelere hürmette kusur etmediğini de söylemekten geri durmaz. Aşçı Dede’ye göre Fehmi Efendi, ‚meşreb-i Muhammediyye’nin kendisinde müşahede olunduğu, zâhir ilimde yanına kimsenin yaklaşamadığı gibi bâtın ilimde dahi Hazret-i Risâlet-penâh Efendimiz hazretlerinin mazhar-ı tâmmı ve vâris-i ekmeliydi.‛

 Fehmi Efendi’nin dinin emir ve nehiyleri konusunda son derece titiz, ibadet ve tarîkata dair uygulamalarında aşırılıktan uzak, ancak devamlı olduğu, rabıta, teveccüh, sohbet ve muhabbette istikamet üzere bulunduğu nakledilir. Fehmi Efendi’nin Nakşibendî zikri olan hatm-i hâcegâna son derece önem verdiği; ‚hatm-i hâcegân kıraat olunan haneye ve belki o mahalleye ve belki o beldeye hiçbir bela ve musibet isabet etmez.‛ dediği dile getirilmiştir.

Aşçı Dede, şeyhi Fehmi Efendi’nin giyim-kuşam, yeme-içme ve ibadet hayatına dair verdiği bilgilerden onun toplum içindeki tavır ve davranışlarının takdire şayan olduğu anlaşılmaktadır. Zira Fehmi Efendi’nin insanların işlerini görmek ve ihtiyaçlarını gidermek konusundaki gayretinin, ayıp ve kusurları örtmedeki titizliğinin, başka tarîkat mensuplarına karşı kucaklayıcılığının ve hatta Erzincan’da ikamet eden Hıristiyanlara karşı hürmet ve ikrâmının emsalsiz olduğunu dile getirilmiştir. İlmi ve irfânı  kendisinde mezcettiğinden dolayı onu Mevlânâ ile kıyaslayan Aşçı Dede, şeyhin taassuptan uzak açık ve hür fikirli bir şahsiyete sahip olduğunu anlatır.

Mustafa Fehmi Efendi’den geriye yazılı bir eserin kalmadığı anlaşılmaktadır. Muhteşem iki eser olarak nitelendirilen iki oğlundan Mehmed Sıdkı hakkında bilgiler oldukça sınırlıdır. Diğer oğlu olan Ahmed Fevzi efendi dergahın son postnişini olmuştur.

 [toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Erzincan’da Nakşi – Halidi Geleneği , Doç. Dr. Halil baltacı , Arş. Gör. Ömer Aslan , Batman Üniversitesi İslami ilimler Fakültesi derigsi, Yıl 2017 cilt 1 sayı 2 [/toggle]

Seyyid Yahya Dağıstani (ks.)

Mekke – Cennetül Mualla ’da

Abdullah Mekki Hazretleri’nin Halifesi

Seyyid Yahya Dağıstani Hazretlerinin (k.s.) Silsile-i Şerifi

Doğum tarihi bilinmemektedir. Hicri 1319,miladi 1899 tarihinde vefat etmiştir. Bulunduğu bölgede riyaset üzere büyük bir makamı var iken tarikat yolunu tercih eden mürşid-i kâmil büyüğümüzdür. Dağıstan Hanlarından olmasına rağmen, sadeliği seven, saltanattan kaçan bir zâttır. Osmanlı Sultanları tarafından da kendisine beratlar verilmiştir.

Oğlu Halil Paşa ile birlikte Mekke-i Mükerreme’ye hicret ederler. Halifesi olduğu Abdullah-i Mekki Efendimizin hakka yürümesinden sonra Mekke-i Mükerreme’de bir zâviye yaptırarak ömürlerinin nihayetine kadar hizmet etmiştir.

Seyyid Yahya Hazretleri’nin ne zaman dünyaya geldiği tam olarak bilinmemektedir. Onun 19. yy. başında Dağıstan’da yaşadığını sonra da Mekke-i Mükerreme’ye gittiğini kabul edebiliriz. Elimizde bulunan bir el yazmasında ondan bölgenin emiri, meliki sıfatlarıyla söz edilir. Ancak Dağıstan kaynaklarında bu isim ve vasıfta bir melik yoktur. Şu kadar ki Dağıstan’ın sosyal, dini yapısı göz önüne alınarak onun saygın bir aşiret lideri veya dini karizması dolayısıyla bu adla anıldığını söyleyebiliriz.

Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’nin intisab etmesi ve şeyhin vefatı ile görevin onda kaldığını sonra Mekke-i Mükerreme’ye giderek Abdullah-i Mekki Efendimiz ile tanışıp kaldığını da yine belgelerden öğreniyoruz. Böylece onu tasavvuf ile ilişkisinin Abdullah-i Mekki Efendimiz ile tanışmasından önce olduğunu söyleyebiliriz.

O dönem Kafkas halkının, Şeyh Şamil ve Hâlidi Meşayıhlarının liderliğinde Ruslarla mücadele ettikleri bir dönemdir. Rusların Kafkasya’yı işgali önlenememiş ve halk ile birlikte birçok âlim ve Hâlidi insanları Anadolu’ya ve İslam dünyasına hicret etmişlerdir. Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’de bu göçler ile Mekke-i Mükerreme’ye hicret etmişlerdir.

Onun kendisine ait bir dergâhı olduğu ve Abdullah-i Mekki Efendimizin diğer halifesi şeyh Süleyman Kırımi ile irşat vazifesini yürüttüğü, ömrünü de Mekke-i Mükerreme’de tamamladığı bilinmektedir.

Bozcalı’da ikamet eden Yunus Hocaefendi’nin kendi yazısından Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri hakkında şöyle bir rivayette vardır:

“- Tarikatımızın silsilesinde otuz ikinci halkası olan Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’nin hayatından bir parça. Kendisi aslen Dağıstanlı olup o memleketin hükümdarı idi. O günün paşalarına ait süslü, altın yaldızlı giysiler ile gezinirken şöyle düşünür:

— Acaba bu benim giydiğim altın sırmalı, saf ipek, resmi elbisem ile kıldığım namaz Allah indinde makbul olur mu? Bu düşünce kendisinin meşguliyetini artırınca bunu sarayda bulunan bir hocaya değil de züht ve takva hayatı yaşayan bir tekke sahibine sormayı ister. Bu düşünce ile maiyetinde ki adamları ile birlikte Dağıstan da bir tekkeye vâsıl olur. Kapıya varınca atından inmeden orada bulunan dervişlere selam verir ve şeyh efendinin dışarı gelmesi için haber gönderir. Haberi götüren Derviş:

—Erkan-ı hükümetten paşa geldi, sizi dışarıda bekliyor efendim! Diyerek efendi hazretlerini dışarı çağırır. Şeyh efendi dışarı çıkar;

— Hoş geldiniz! Buyurun efendim! Der. Paşa,

— Hayır, şeyh efendi! Attan inmeyeceğim! Bir mesele soracağım! Bunu halledin! Der. Şeyh efendi;

— Paşa Hazretleri! Bunu saraydaki hocalara sorsanız daha isabetli olur. Biz keyfi fetva veremeyiz! Vereceğimiz fetva sizi üzer! Diye cevap verince Paşa da;

— Hayır! Kızmayacağım! Üzülmeyeceğim! Siz halledeceksiniz! Der. Şeyh efendi;

— O hâlde buyurun Paşa Hazretleri! Diyince paşa sorusunu sorar:

— Şu üzerimde bulunan altın düğmeli ve sırmalı resmi elbiselerim ile namaz kılsam, Allah indinde kabul olur mu? Şeyh efendi bir süre bekler. Paşayı süzdükten sonra şöyle cevap veriri:

— Af buyurun! Sizin hâliniz şuna benzer: Bir köpek kokmuş bir leşin başına varır, yer ve gırtlağına kadar karnı doyar. Aynı zamanda idrarı da gelir, idrarını yaparken de üzerine bulaşmasın diye bacağını kaldırır. İşte! Sizin işiniz buna benzer! Milletin malını yiyerek gırtlağınıza kadar doldurmuşsunuz, üzerinizdeki elbiseden dem vuruyorsunuz Paşa’m!

Cevap ağırdır! Paşa attan iner, sırtındaki elbiseleri soyar, yanında bulunan adamlarına ve ümerasına;

— Başınızın çaresine bakın! Ben artık gelmiyorum! Der. Derhâl şeyh efendinin elini ayağını öper, teslim olur.”

Az zamanda çok mesafe kaydeder. Öyle hâle gelir ki şeyh efendinin ziyaretine gelenler;
“- Efendim! Bize duâ buyurun! Dediklerinde,

— Siz Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’ne gidin! Onun duası makbuldür çünkü o saltanatını birden bire terk etti. Belki o saltanat bizde olsaydı terk edemezdik! Diye cevap verirdi.”

Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’ saltanatını öyle bir terk etmişti ki dergâhın bir köşesine çekilmiş hırkasına yama yapıyordu.

Bir defasında da şeyh efendi Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’nden için,

“- Onda öyle bir hazine vardır ki, onun yaptığını ben yapamazdım!” buyurdu.

Şeyh efendi vefat edince yerine Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri geçer. O dergâhtan Mekke-i Mükerreme’ye gider. Abdullah-i Mekki Efendimiz ile karşılaşınca büyüklüğü karşısında ona biat ederek ömrünün sonuna kadar orada kalır.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Silsile-i Zeheb ( Altın halka) , Er Yavuz Yakut , Ekim 2011 [/toggle]

Şeyh Muhammed Maşuk Norşini (ks.)

Mekke ‘de Cennetül Mualla’da Hazreti Hatice Validemizin ayak ucunda

Seyda Şeyh Maşuk Hazretleri 1325 (1906) yılında Nurşin de dünyaya gelmiştir. Babası Şeyh Masum, annesi Fatıma Hanım’dır.Şeyh Muhammed Diyauddin hazretlerinin kardeşinin oğlu olan Şeyh Masum, ilmi olgunluğa sahip, muhabbetullah sahibi bir kişi idi.Onu diğerlerinden ayıran en önemli özelliklerinden birisi hizmete çok düşkün olmalarıydı.Şeyh Masum (k.s.) kimseden korkmaz ve çalışıp hizmet etmekten asla usanmaz bir zattı.Öyle olurdu ki bazen onu tarlada çalışırken,bazen koyunları güderken,bazen medresede talebe okuturken, bazen de insanlara hizmet ederken görebilirdiniz.O yörede bulunan aşiret ağalarını toplar ve köylülere zulüm etmemeleri,adaletli ve merhametli olmaları konusunda sert bir dille uyarırdı.Emri bil maruf ve nehy-i anil münker konusunda çok titizdi.Tabiatları Hz Ömer (r.a.)’i andırırdı.

Hazret’in (k.s.) zamanın da onun yanından bir an ayrılmadı. Medresenin işlerinde Hazret’e (k.s.) yardımcı oldu. Hazret’in (k.s.) vefatından sonra medreseyi ayakta tutmaya ve insanlara nasihat etmeye devam etti. Şeyh Masum(k.s.) aşiretler arasındaki kan davalarını hallediyor, dargın insanları barıştırıyor, yüce ahlaki değerleri yerleştirmeye çalışıyordu. Öyle yerler vardı ki Şeyh Masum(k.s) oralara nasihat etmeden önce o bölge halkı namaz, abdest, helal, haram nedir bilmez bir haldeydiler. Birbirleriyle düşman bir şekilde yaşıyorlardı. Mardin yöresinde bir köy vardı ki ahalisi cehaletlerinden dolayı hem namazdan uzaklaşmış ve hem de öyle bir gaflete düşmüşlerdi ki camiyi ahır yapmış, içinde et pişirip, yiyorlardı. Cami pislikten içine girilmez olmuş, cam ve duvarları içinde yakılan ateşin isinden dolayı kapkara kesilmişti Şeyh Masum’un (k.s) nasihatleri ve O’nun edepleri ile İslam’ı güzel şekilde yaşamaya başladılar. Cami yeniden düzenlendi ve eskisinden daha güzel bir şekilde restore edildi. Kalplerdeki korkunç perdeler kalktı. Bu onlar için yeni bir doğuş oldu. Sanki üzerlerine atılan ölü toprağından silkinerek kurtuldular ve yıllar süren derin bir uykudan uyandılar.

Bu güzel vasıflara sahip babanın oğlu olan Şeyh Maşuk Hazretleri 7 yaşında Hazret’in(k.s) yanında okumaya başladı. Çok zeki bir talebeydi. Çocukluğunda tasavvuf kabiliyeti çok ileri bir seviyedeydi.Diğer çocuklar çelik çomak oynarken o bir köşede onları seyrederdi.Bir gün Hazret (k.s) onun oyun oynamadığını görünce “ Gel çelik-çomak oynayalım” diye çağırdı.Çelik çomak oynarken Hazret (k.s) ağaç dalını attığında Seyda Şeyh Maşuk(k.s) dal ile tekrar oynamak yerine Hazret’e (k.s) geri getiriyor ve önüne bırakırdı. Niye böyle yapıyorsun da oynamıyorsun diye sorulunca “Hazret neşelensin” diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Hazret (k.s) halifelerini toplayıp ‘Bu çocuğun kabiliyeti çok fazla, buna iyi bir insan olması için dua edeceksiniz.’ dedi.

Seyda-i Taği(k.s) bir sohbetinde Hazret’in (k.s) bulunduğu bir sohbette “Molla Diyauddin sınırın öbür tarafından bir genç gelecek. Sen ona iyi bak. O Nurşin’deki nisbeti alıp sınırın öbür tarafına götürecek. Nurşin’in kurdu nisbeti oradan alıp geri getirecek.” diye belirtmişti. Uzun seneler önce söylenen bu sözün manası ilerleyen zamanlarda ortaya çıkacaktı.

Seyda Şeyh Maşuk (k.s) çocukken Şeyh Ahmed-ül Haznevi (k.s) , Hazret’in(k.s) yanında amel ediyordu. Hazret (k.s) ona “Sen burada hizmet ediyorsun. Buradan büyük bir Nisbet elde edeceksin. Nurşin’in kurdu gelip senden nisbeti alacak. Tekrar Nurşin’e geri getirecek.”dedi herkes bunun kim olduğunu merak etti.

Şeyh Abdurrahman-ı Tagi hazretleri, Seyda Şeyh Maşuk’un(k.s) büyüklüğüne önceden işaret etmiştir. ‘Nurşin den Nisbet gidecek ama bir (kurt) onu geri getirecek’ demiştir. Şeyh Abdurrahman-ı Tagi hazretleri ve Hazret’in(k.s) böyle demesi ile (kurt)lakabının kim için söylendiği bir olay neticesinde ortaya çıkacaktı..

İnsanlar cenazeye devir okumak için camide bir gün toplandılar. Seyda Şeyh Maşuk(k.s) caminin önündeki ayakkabıları bunlar cennetlikler ve bunlar cehennemlikler diye ikiye ayırır. Hazret(k.s) dışarı çıkıp ayakkabıların üstüne atlayıp birbirine karıştırır. “Kurt kurt git başka yerlerde oyna.” der.

Küçük yaşlardan keşfi açık olan Seyda Şeyh Maşuk’un bu kerametlerinin kapanıp, manevi eğitiminden sonra açılması için hazret namaz kılmayan terki salat bir kadının ekmeğini getirip ona yedirmelerini söyler. Uzak köylerden birinden namaz kılmayan bir kadının ekmeğini getirir ve yedirirler.

Hazretin yanında 7 yaşında okumaya başlar. Daha sonra eğitimine Mutkan’da devam eder. Çok zeki bir talebe olan Şeyh Muhammed Maşuk (k.s) ilerleyen yıllarda medresede talebe yetiştirmeye başlar ve birçok kimseye ilim icazeti verir.

Şeyh Ahmed-el Haznevi’den (k.s) hilafet alması

İlk olarak Molla Müezine (hazretin halifesi olup hazretle beraber Seyda-i Taği’de amel etmiş) intisab etti. Herkes Şeyh Ahmed-el Haznevi’den (k.s) hilafet almasını beklerken Molla Müezine bağlanmasına şaşırdılar. Fakat kısa bir süre sonra Molla Müezzin (k.s) vefat etti. Şeyh Muhammed Maşuk (k.s) bir müddet yalnız kaldı.

Şeyh Muhammed Maşuk (k.s) ,Şeyh Ahmed’in (k.s) yanına Suriye’ye gitmek istedi. Babasından Suriye’ye gitmek için izin istemeye utandığından hacca gitmek için izin ister. Şeyh Masum elindeki çomakla yere çizgiler çizer. Üzgün olduğu her halinden bellidir. Ona bir cevap veremez. Eve geldiklerinde Seyda Şeyh Maşuk’a “babam bana cevap vermedi diye düşünüyorsun. Bütün ailenin geçimini temin ettiğim için senin yol masrafını nasıl karşılayacağımı düşünüyorum.” dedi. Bunun üzerine Seyda Şeyh Maşuk (k.s) “Ben yol için gerekli ihtiyaçlarımı hazırladım.” diyince. Sevinerek ‘hayırlısı ile git gel, bana sormana gerek yok.’ der. Seyda Şeyh Maşuk, Şeyh Abdulhalim(k.s) ve Molla Nimetullah (k.s) birlikte hacca gitmek üzere yola çıkarlar. Suriye’den geçerken Hazne’ye uğrayıp Şeyh Ahmed’i (k.s) ziyaret ederler. Şeyh Ahmed(k.s) onları görünce çok memnun olur ve sevincinden ağlar. Hazret’in (k.s) çocukları çayı çok sever diyerek çay hazırlamak için içeri gider. Geri döndüğünde üstündeki kıyafetini değiştirmiştir. Seyda Şeyh Maşuk bunu görünce çok canı sıkılır ve biz buraya zenginlik görmek için gelmedik, diye aklından geçirir. Çay içip oturup biraz sohbet ettikten sonra Şeyh Ahmed (k.s) onu alıp dışarıda uzak bir yere götürdü. Kumların üzerine oturttu. ‘Maşuk bu yerler kumdur, bundan ötesi de hep çöldür. Siz geldiğiniz için ben o kadar çok sevindim ki çay çabuk olsun diye gaz ocağının pompasını çok doldurdum. Oda üzerime fışkırdı. Bunun için elbisemi değiştirmek zorunda kaldım.’ Böylece Seyda Şeyh Maşuk’un (k.s) kalbindeki sıkıntı gitti. O gece orada misafir oldular. Sabahleyin Seyda Şeyh Maşuk (k.s) intisap etmek için Seyda Şeyh Ahmed’in (k.s) onu çağırmasını içinden geçiriyordu.

Ertesi sabah Seyda Şeyh Maşuk (k.s) , Şeyh Abdulhalim ve Molla Nimetullah (k.s) otururlarken üçünün arasından Şeyh Ahmet (k.s) , Seyda Şeyh Maşuk’u(k.s) yanına çağırdı. Bu gece rüyamda sadat-ı kiramı bizim eve gelirken gördüm. Çok sevindiklerini söylediler. Senin buraya gelmenden çok memnun oldular. Dedi ve onu tekrar kumların oraya götürerek ona tarikat verdi. Geriye döndüklerinde arkadaşları “sende değişik bir hal gördük.”dediler Seyda Şeyh Maşuk (k.s) “bu hal iyi midir, kötü müdür?” diye sorar. Arkadaşları “seni çok iyi gördük.” derler. O da “çok güzel bir iş yaptım, şeyh Ahmed’in tarikatina girdim.” der. Arkadaşları çok memnun olup birbirlerine sarılır ve çok güzel bir iş yaptın derler.

Seyda Şeyh Ahmed “selametle haccınıza gidin, dönüş yine bu kapıdan olsun.” der ve onları uğurlar. Seyda Şeyh Maşuk Suriye’den ayrılıp hacca gider. Hacdan dönüşünde tekrar Suriye’de tekrar Şeyh Ahmed’in yanına uğrar. Seyda Şeyh Maşuk “Şeyh Ahmed Nurşin’e geldiğinde babamın yanında nasıl davranacağım, ayağa nasıl kalkacağım, edebimi nasıl muhafaza edeceğim?”diye içinden geçirir. Şeyh Ahmed onu yanına çağırarak “Nurşin’e geldiğimizde bizim müridimiz olduğunu kimse bilmeyecek. Ben divana geldiğimde Şeyh Masum’un (k.s) yanında ayağa kalkmayacaksın. Tarikata girdiğini kimseye söylemeyeceksin.”der ve Nurşin’e geri dönerler.

Nurşin ile Hazne arasında bir gidiş geliş başlamış olur. Uzun ve sıkıntılı yolculuklar sırf Allah-u Teala’nın rızasını tahsil için yapılmaktadır. molla Muhyeddin hazretleri ve Şeyh Maşuk hazretleri birlikte arabanın uçağın olmadığı o günlerde ayakların da bir çarık uzun yolları yürüyerek gider, gelirler.hazneye gittiklerinde ayakkabılarının altları çıkmış,ayakları yara içindedir. Fakat onlar gönül saraylarını mamur etmeye uğraşmaktadırlar. Seyda Şeyh Maşuk (k.s) , Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s)’in halifesi Suriye-Hizna’daki Şeyh Ahmed ül-Haznevi (k.s)’nin yanında tarikat terbiyesi almış ve işaret edildiği üzere Şeyh Ahmed ül-Haznevi (k.s)’nin halifesi olmuştur ve Nurşin’e nisbeti geri getirmiştir.

Molla Sıddık, Seyda Şeyh Maşuk Hazretlerini şöyle anlatır. O, çok halim bir insandı. Altı gün hizmetinde bulundum. Her hali ve davranışı Allah (c.c) hatırlatırdı. İnsanlarla münasebetinde hiç riyası yoktu. Müridleri yanında rabıtayı gözü açık yaparlardı. Molla Sıddık talebeyken Seyda Şeyh Maşuk Hazretleri Seyrantepe köyüne geldi. Molla Sıddık yanına ziyarete gitti. Çok büyük kalabalık vardı. Büyük bir sofra misafirler için kuruldu. Şeyh Maşuk’ a ayrı küçük bir sofra kurulmuştu. Molla Sıddık’ı yanına davet edip oturtu. Şeyh maşuk “burada yemek yemeyelim. Başka köye gidiceğiz orada yeriz.” dedi. Molla Sıddık orda sadece 3–4 lokma yemek yedi. Yediği o lokmaların acısı 3–4 gün karın ağrısı çektikten sonra geçer ve Seyda Şeyh Maşuk Hazretleri’nin yanına geri döner. Hâlbuki sözünü dinleseydim O’nunla üç günü beraber geçirecektim.”diye anlatır.

Seyda Şeyh Maşuk Hazretleri dünyevi işlerde talebelerine karşı çok müsamahakârdı. Allah-u Teâlâ’nın emirleri konusunda çok titizdi. Namazını cemaatle kılmayanlara, Allah-u Teâlâ’nın emirlerine uymayanlara çok kızardı. Bir sohbetinde “Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ismi anıldığında gözünden yaş, ağzından içindeki yangının kokusu gelmeyenin muhabbeti zayıftır.” buyurmuştur.

Dünyevi işlerle ilgilenmezdi. Ticari işlerle uğraşmayı sevmezdi. Harama ve helale çok dikkat ederdi. Ailenin maddi geliri ile talebelere gelen yardımları ayrı tutardı. Oğlunun anlattığı şu hadise çok dikkat çekicidir. “Nurşin’de açılan yeni bir lokantada yemek yemeği çok isterdik. Paramız olmadığından lokantaya gidemezdik. Seyda Şeyh Maşuk Hazretlerinin maddi işlerine bakan bir salikine bize biraz para ver dedik. “Ailenin parasını size veremeyiz.” dedi. Seyda Şeyh Maşuk Hazretlerine baktım, bize parayı vermek istemişti. Ama ailenin parası olduğu için izin vermedi ve yarın köylülere sattığım keçilerin parası gelecek. Yemek parasını o paradan “yarın veririm.” dedi.

Aileye çok önem verirdi. Şeyh nasır(k.s.) ve şeyh takiyeddin’i(k.s.) çok severdi. Hep birlikte gezerlerdi. Birbirlerini çok sayarlar ve birbirlerini çok severlerdi. Şeyh Takiyeddin’e (k.s.) Şeyh Nasır’ı(k.s.) sorduklarında, onu o kadar övdü o kadar övdü ki soran şahıs “gidip mürüdi olasım” geldi dedi.

Vefatı

Vefatından önce defaatle vefat edeceğine dair işaretler vermiştir. Demirci köyüne gittiklerinde “bir daha bu yaylaları göremeyeceğim, bu son gelişim.”dedi.

Nurşin’e döndükten sonra hacca gitmek için hazırlıklara başladı. Oğluna “sende benimle gelmek istemezmisin?”dediğinde “ağbim var o hazırlıklarını tamamladı.”diye cevap veren Şeyh Veysi’ye “gelmek istersen sende gel. Yalnız işleri çabuk bitir. Diyarbakır’a git ve tarlaları ek, oyalanmadan geri dön.”dedi .

Şeyh Maşuk Hazretlerine astım rahatsızlığının ilerlemesinden dolayı hacca gitmemesi gerektiğini söyleyenlere “bana hastasın hacca gitme diyorlar, ben merkate gittim üç kere bana “uğurlar olsun.” dediler.

Şeyh Maşuk Hazretleri hanımını yanına çağırdı “hakkını helal et seninle uzun zaman sıkıntıları birlikte paylaştık ben gidiyorum geri gelmeyeceğim.”diyerek helalleşti. Fakat bu vedalaşmaları herkes hasta olduğundan dolayı söylediğini düşünerek “böyle söylemeyin efendim.” dediler.

Diyarbakır’a tarlaları ekmeye giden şeyh Veysi’nin yanında çalışan adamı rüyasında “şeyh Veysi çabuk hazırlansın pasaportlar hazır yola çıkılıcak”denilir.sabah Nurşin den bir haberci gelir rüyayı gören kişi şeyh Veysi’yi mi acele çağırıyor dediğinde çok şaşırırlar. Sen nerden biliyorsun? diye sorunca “akşam rüyamda gördüm” der.

Rüyayı gören zat da onlarla hacca gitmek ister, bir günde pasaporta müracaat eder ve pasaportu çıkar. Herkes hayretler içindedir. O zamanın şartlarında bir günde pasaport çıkması mümkün değildir. Araştırıldığında nüfus bilgilerinin sorulduğu tüm bilgilerin kendileri tarafından hazırlandığı cevapların çabuk geldiği hayretle görülmüştür. Muhabbet ve saadatın duasının zorlukları kolaylaştırdığı bu hadiseyle bir kez daha görülür.

Şeyh Maşuk Hazretleri ile hacca gidecek kafilede halifeleri, âlimlerden birçok kimse vardı. Molla Hüseyin, Molla Muhyeddin onla birlikte yolculuk yaptılar. Seyda molla Muhyeddin hazretleri onun hem amel arkadaşı hemde halifesidir. Molla Muhyeddîn hazretleri, Baykan-Havilli olup, medrese tahsilini, Ohin ve Norşin’de tamamlamıştır. Tarikat icâzeti Şeyh Muhammed Maşuk hazretlerindendir. Bölgenin en tanınmış ulemasından olup, fetva sahibi idi. 1988 yılında Havil’de vefat etmiş olup, çeşitli ilimlerde 100’e yakın basılmamış Arapça eseri mevcuttur.

Seyda molla Muhyeddin hazretleri Şeyh Maşuk Hazretlerinin halifesi olmasına rağmen sen âlimsin der her şeyi ona sorardı. Medine’ye geldiklerinde “molla Muhyeddin Mekke’de mi ölmek Medine’de mi ölmek daha iyidir? Diye sordu. Molla Muhyeddin hazretleri ona “Mekke’de kılınan bir vakit namaza100 000vakit namaz sevabı, Medine’de kılınan 1 vakit namaza 1000 vakit namaz sevabı vardır. Ölüm de böyledir.” Diye cevap verir.

Nurşin’den ayrılıp Medine’ye doğru yola çıkarlar. Şama uğrarlar. Seyda Şeyh Maşuk orda bulunan insanların hatırları kırılmasın diye insanların meselelerini çabuk halletmesi için oğluna talimat verir. Şöyle der, “ziyaretler bitmez! Vazifelerimiz bitti! Mekke’ye çabuk gitmeliyiz. Mekke’ye gittiğimizde beni Hz. Hatice’nin (r.a.) ayakucuna defnedin. Ana kucağının şefkati daha iyidir. Etrafındakiler “neden böyle söylüyorsunuz?” dediğinde, “ ben geri dönmeyeceğim!” der.

Mekke’ye ulaşıp hac vazifelerini yerine getirirler. Yanında bulunanların bir kısmı Medine’ye gitmek üzere yola çıkarlar. Seyda molla Muhyeddin hazretleri birkaç arkadaşı ile beraber Seyda Şeyh Maşuk hazretlerinin yanına geldiklerinde “siz ne zaman Medine’ye geleceksiniz?” diye sorduğunda. “tüm hacılar Mekke’den ayrılınca geleceğim” cevabını alır. Bunun üzerine Seyda molla Muhyeddin hazretlerinin gözlerinden süzülen yaşları arkadaşları fark ederler ve sorarlar “Ne oldu? Niçin ağlıyorsun?” Seyda molla Muhyeddin onlara “ Mekke’de hacılar kıyamete kadar bitmez. Bunun manası Seyda’nın vefat edeceğidir.” der. Seyda Şeyh Maşuk’la vedalaşır ve Medine’ye yola çıkar.

Seyda Şeyh Maşuk hazretleri bir akşam rahatsızlanır oğlunu hareme göndermez ve şöyle söyler. Haremde namaz kıymetlidir. Ama babaya bakmak daha kıymetlidir. Sen babana bak! Dedi.

Oğlunu cennet-ül muallâ’ya gönderdi ve “Hz. Hatice’nin(r.a.) etrafı sahabelerle doludur. Hz. Hatice’nin(r.a.) ayakucuna beni defnedin. Nurşin’e dönerken molla Hüseyni yanınıza alın” dedi. Hulefalarından bazıları geldiler. “Seni çok iyi gördük.” Dediler. Seyda Şeyh Maşuk hazretleri “ölmeden önce düzelme iyidir.” dedi. Onlarla sohbet etti. “ben biraz rahatsızım” dedi ve Seyda Şeyh Maşuk sağ yanı üzerine yattı. Rahatsızlığı artınca bir doktor çağırdılar. Şeyh asım ve yanındakiler Yasin ve hatim okumaya başladılar. Doktor gelene kadar Seyda Şeyh Maşuk hazretleri mubarek ruhunu teslim etmişti.

Seyda Şeyh Maşuk hazretlerinin mubarek bedeni yıkanıp kefenlendi ve sabah namazına kadar harem-i şerifte başında kuranlar okunarak dualar edildi. Sabah namazı sonrası binlerce kişi tarafından cenaze namazı kılındı. Vasiyeti üzerine Hz. Hatice (r.a.) validemizin ayakucuna defedilmek için cenneti muallâya götürüldü. Cennet-ül muallâdaki görevliler buraya sahabelerden başka kimsenin gömülemeyeceğini söylediler. Yanındakiler ise “Seyda Şeyh Maşuk hazretlerinin Şam’dan beri defaatle “Beni Hz. Hatice (r.a.) validemizin ayakucuna defnedin!” diye vasiyet etti” dediler. Bunun üzerine görevliler ayakucunda boş bir yer olduğunu yerini belli etmemek ve başına taş koymamak koşuluyla defnetmek için izin verdiler.

Bir ömür Allah rızasına uygun olarak yaşanmış ve en mukaddes topraklarda tüm müminlerin annesinin ayakucunda noktalanmıştır. Arkasında on altı halife ve gözü yaşlı binlerce seven bırakarak 1975’in 28 aralığında dar-ül bekaya göç etmiştir.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
[/toggle]

Hz. Şeyh Reşid El Derşevi

Mekke – Hz. Hatice validemizin de kabrinin bulunduğu cennetü’l Mualla’ya defnedilmiştir.

Derşev Şırnak ın terkedilmiş bir köyüdür. Birçok alimin çıktığı bir yerdir. Hocası olan Molla Ali Meydini, Hz. Şeyh Reşid El Derşevi’nin takva ve ilim sahibi olduğunu görünce kızını Şeyh Reşid El Derşevi ile evlendiriyor. Okumak için Diyarbakır’a gidiyor.Yedi yıl süresince orada medreselerde okur. Medrese usulüne göre ilmini tamamlayıp memleketine geri dönüyor. İlmi icazetini ve tarikat icazetini aldıktan sonra, Cizre Bölgesine, irşad için görevelendiriliyor . Aldığı üstün ilimlerle birlikte tasavvuf ilmini de Cizre Bölgesinin her yerine yayar. Hz. Şeyh Reşid el Derşevi hazretleri 1865- 1868 yılları arasında hac farizasından sonra yolda vefat etmiştir. Hz. Hatice validemizin de kabrinin bulunduğu cennetü’l Mualla’ya defnedilmiştir. .

Menkıbeleri

Şeyh Hazretlerinin müridi ve has dostu olan, Hamedi (Muhammed’) Xwarzî El Cezeri anlatıyor: Hz. Şeyh Reşid , bir cuma gecesi Kırmızı Medrese’de (medrese-a sor) âlimlerle ve ilim öğrencileriyle dolu olan bir meclisinde (divanda), konu evliyaların yaşadığı Hâl’a gelince, öğrenciler edeben meclisten ayrılmaya başladılar; bende kalkacaktım ki, o anda şeyh hazretleri kalmamı emretti. Ben de, alimlerin arasında ne işim var diye düşünerek utanarak bir köşede öylece oturdum. Şeyh evliyaları şöyle anlatıyordu: Ğavs’ın yeri Mekke’dir. Bazen cuma geceleri mizam-ı rahmetin(altın oluk’un) altında Hazreti İsmail’in hücresinde huşu ile dua ediyor. Seneler geçtikten sonra şeyh hacca gidiyor. Hacdayken bir gece onu ararken gördüm ki mizam-ı rahmetin altında dua ediyor. O anda, yıllar öncesinde içinde benim de bulunduğum medrese-a Sor’daki şeyhin meclisini hatırladım ve onun yanına doğru gittim. Ellerini öpüp, sen Ğavsun Kutbu Fertsin dedim. Şeyh bu durumu gizlemeye çalışarak bu durumu kimselere söylememi istedi. Ben de Şeyh’in heybetinden bayıldım. Ayıldıktan sonra millet başıma duruyordu. Bana ne oldu sorarken; ne yazı ki söyledim. O anda Şeyh Hazretleri beni burada bıraktın dedi.

Şeyh hazretleri hastalandı… Arkadaşlar dönüş için vapura yetişmek üzere yola çıktılar. Ben de Şeyh’in yanında ağlayarak kaldım. Şeyh gözlerini açtı ve bana baktı. Bana dedi ki; “üzülme vapura ilk binen sen olacaksın.” İşte O an, Şeyh’in “Beni burada bıraktın” sözleri ile vefat edeceğini anlatmaya çalıştığını anlamıştım.

Birkaç gün sonra Şeyh Hazretleri vefat ediyor. Onun için bir Mezar yeri satın aldım (4 altın lirası ile) defin ettikten sonra Arazinin sahibi geliyor ve Kabrinin yeri için Ücretini istiyor. Meğer araziyi bana satan ilk kişinin arazinin asıl sahibi olmadığını ve beni dolandırmış. Artık, arazinin asıl sahibine verecek param kalmamıştı. Param kalmadı demem üzerine; O zaman cenazeyi çıkarın dedi. Ben de Allah’a sığındım ve dedim ki ey Şeyh Reşid eğer buradan çıkarılmandan razıysan, çıkarsınlar… Sen ki Ğavssın… İşçiler cesede ulaşınca kabirden bir ışık çıktı ve cenaze kayıp oldu. Bunun üzerine işçiler bağırarak kaçtılar. Kabristan’ın sahibi ise bu bereketli mübarek zat burada kalsın dedi. Kabri yeniden kapattırdı ve üstelik bana dört lira’nın yerine sekiz lira da verdi. Ben de yola çıktım. Memlekete dönmek üzere limana vardığımda baktım ki arkadaşlarım halen vapuru bekliyorlar. Vapur gelince, vapura ilk binen de ben oldum.

Şeyh Reşit hazretlerinin vefa ederken arkasından iki oğul bırakır:
Şeyh Abdulhakim Ed derşevi ile Şeyh Muhammed Nuri Ed derşevi . (El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir)

Abdullah Mekki (k.s.)

Suudi Arabistan – Mekke’de cennetül Mualla kabristanında

Nakşi – Halidi yolunun büyüklerden olan Abdullah Mekki (k.s.), Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerinin halifelerindendir. İsmi Abdullah’tır, Erzincani ve Mekki nisbeleriyle tanınmıştır. Doğum ve vefat tarihleri bilinmemektedir. On dokuzuncu yüzyılda yaşamıştır.Aslen Mekkeli olan Abdullah Efendi, zamanının usülüne göre çeşitli ilmileri tahsil etti. İlimde yüksek dereceye ulaştıktan sonra Bağdad’da bulunduğu sırada büyük alim ve veli, Nakşibendiyye yolunun mürşid-i kamili Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerini tanıdı, sohbetleriyle şereflendi.

Mevlana Halid hazretlerinin sohbet ve hizmetlerinde bulunarak, kemale, olgunluğa ulaştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip yüksek manevi derecelere kavuştu. Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerinin talebelerinin önde gelenlerinden oldu. Hocası ona hilafet-i mutlaka yani tam icazet, diploma verdi. İnsanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmak ye talebe yetiştirmekle vazifelendirerek Erzincan’a gönderdi.

Abdullah Mekki (k.s.) önce Erzurum’a uğradıktan sonra Erzincan’a gitmek üzere yola çıktı. Erzincan’a gelirken buranın ova ve dağlarını seyredip, yanındakilere; “Allah bilir ama Mevlana Halid-i Bagdadî hazretlerinin bize tarif buyurdukları memleket burası olmalıdır. Buradaki zatın biz de nasibi ve emaneti vardır”dedi.

Abdullah Mekki (k.s.), Erzincan’ı şereflendirince insanlar akın akın ziyaretine geldiler. Gelenler arasında Terzi baba diye bilmen Muhammed Vehbi Efendi de vardı. Abdullah Mekki (k.s.), Muhammed Vehbi Efendi içeri girince ayağa kalktı. Onu davet edip yanına oturttu Muhammed Vehbî’ye karsı hiç kimseye göstermediği iltifatlarda bulundu.

Sonra Muhammed Vehbi Efendii’nin durumunu öğrenmek için yanndakilere; “Bu zatın serveti var mıdır?” diye sordu. Oradakiler; “Hayır. Yalnız köyde, Sarıgöl’de bir bağı ile, şehirde bir evi, birkaç parça tarlası ve terzilik yaptığı bir dükkanı vardır” dediler. Bunun üzerine Muhammed Vehbi’yi yanına çağıran Abdullah Mekki hazretleri, “Oğlum! Pir-i azam Mevlana Halid-i Bağdadi bizi buralara gönderdi, Bize ehline verebileceğimi bir emaneti verdi. O emanete seni layık gördüm. Kabul edersen onu sana teslim edeyim”diye teklifte bulundu. Muhammed Vehbi, Abdullah Mekki’ye gönül huzuru ve teslimiyet, ifade eden bir tavırla; “siz bilirsiniz” cevabını verdi.

Abdullah Mekki; “Vereceğim emanet sana çok faydalar sağlayacak” buyurunca, Muhammed Vehbî Efendi; ”Şeyh Efendi! Vallahi dünya için Allah demem” cevabını verdi. Bunun üzerine Abdullah Mekki; “Oğlum haydi git! Sen bulacağını buldun. Teslim edeceğim emanetde zaten bu idi” buyurarak onun yüksek derecesine işaret etti. Terzi Baba’ya himmetle nazar ederek emaneti tevdî etti. Terzi Babanın hali derhal değişti. Manevî feyzler deryasına daldı.

Bir müddet Erzincan’da kalan Abdullah-ı Mekki, sohbetleriyle insanların Allahü tealanın rızasına kavuşmaları için çalıştı. Bu sırada onun sohbetinden ve hizmetinden ayrılmayan Terzi Baba da tasavvuf yolunda ilerleyip evliyalık derecesine kavuştu. Abdullah Mekki, Terzi Baba’nın olgunluğa erdiğini görerek, ona hilafet verdi.

Yerine Terzi Babayı bıraktıktan sonra Erzincan’dan ayrılarak Erzurum’a oradan da Küdüs’e gitti. Mukaddes makamları ve büyüklerin kabirlerini ziyaret ettikten sonra Mekke-i mükerremeye ulaştı. Orada yerleşip Nakşibendiyye yolunun Halidiyye kolunun yayılması ve insanların bu manevî yoldan faydalanmaları için gayret sarf etti. Mevlana Halid-i Bağdadî hazretleri hayatta olduğu müddetçe Abdullah-ı Mekki’nin ihtiyaçalırını Süleymaniye, Şam ve Bağdad’dan gönderdi. Hac ibadetini yerine getirmek için gidişinde onun misafiri oldu.

Abdullah-ı Mekkî, Mekke’de kaldığı müddet içinde pekçok alim ve evliya ile karşılaşıp, sohbet etti. Sayısız talebe yetiştirdı. Hac ibadetini yerine getirmek için gelen Şeyh Süleyman bin Hasan Kırımi sohbetinde kemale olgunluğa erdi.

Abdullah Mekkî Hazretleri’nin halifelerinden Süleyman Kırımî (kırımlı) ve İsmet Garibullah-i Yanyavî (Yanyalı) bir gün Mekke’den Taife deve ile yolculuk yapıyorlardı. Yolculuk esnasında Süleyman Kırımi’nin devesi çöktü. Yoldaşı İsmet Garibullah’a sultanımız vefat etti dedi. Ve geriye Mekke’ye döndüler Gerçektende Abdullah Mekkİ Hazretlerİ vefat etmişti. Süleyman Kırîmî Mekke’de kalarak irşat vazifesini devam ettirdi. İsmet Garibullah hazretleri ise, Türkiye’ye geldi. Edirne de Sultan Camiinde irşat vazifesine devam etti.

Abdullah-ı Mekkî Erzincani büyük alim, ilmiyle amel eden, fazilet sahibi velî bir zat idi. Dünya ve ona aid olan her şeyden kesilerek, vatanını ve yakınlarını bırakıp İslamiyetin emir ve yasaklarmı anlatmak için çeşitli memleketleri dolaştı. Evliyanın büyüklerinden olup, sekr, cezbe ve manevî sarhoşluk hali ile fena makamlarını geçmiş, evliyalığın en yüksek makamlarına kavuşmuştu. Mevla kabri şerifi mübarek etsin . (amin)

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”] Kaynak

1) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; c.1, s.168

2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s.260,261

3) Erzincan Târihi; c.2, s.278,279

4) Şems-üş-Şümûs Tercümesi; s.107

5) Mecd-i Tâlid Tercümesi; s.107,108

6) Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.6, s.151

[/toggle]

Kasım Bin Muhammed (k.s.)

Mekkeden medineye giderken 105 km de KHULAIS denen bir kasabada mescidi kebir caminin yakinindaki mezarlikda

Tabiînin büyüklerinden. Medîne-i münevveredeki yedi büyük âlimden biri. İnsanları Hakk’a davet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin üçüncüsüdür. Adı, Kasım bin Muhammed bin Ebû Bekr-i Sıddîk et-Teymî’dir. Babası Muhammed, hazret-i Ebû Bekr’in oğludur. Annesi Sevde, son Sâsânî hükümdarı Yezdücürd’ün kızı olduğundan, İmâm-ı Zeynel-Âbidîn ile teyze çocuklarıdır. Hazret-i Osman’ın hilâfeti zamanında 651 (H. 31) yılında doğdu. Babası Mısır’da şehîd edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası ve Peygamberimizin mübarek hanımı hazret-i Âişe’nin yanında büyüdü. 719 (H. 101) veya 725 (H. 106) yılında Mekke ile Medîne arasında Kudeyd denilen yerde Kabe’yi ziyaret için giderken vefat etti.

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’in torunu olan Kasım bin Muhammed, Eshâb-ı kiramdan bir çoğuna yetişmiş ve onlardan ilim öğrenmiştir. Başta halası hazret-i Âişe olmak üzere, Ebû Hüreyre, Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Ömer, hazret-i Muâviye gibi meşhûr sahâbîlerden hadîs-i şerîf rivayetinde bulunmuştur. Kendisinden de; Tabiînin büyüklerinden oğlu Abdurrahmân, Salim bin Abdullah, İmâm-ı Şa’bî, akranlarından İbn-i Amr, Yahya bin Sa’îd ve Sa’d bin Sa’îd el-Ensârî, Abdullah bin Ömer, Sa’d bin İbrahim, Abdullah bin Avn ve daha bir çoğu hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdir.

Kasım bin Muhammed, Selmân-ı Fârisî’nin sohbetlerinde bulunarak yetişip bir ruh mütehassısı olmuştu. Tasavvuf ilminde, verâ ve takvada yâni Allahü teâîânın haram ettiklerinden sakınıp kaçınmada eşi yoktu. Silsile-i aliyye büyüklerinden dördüncüsü olan İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık da, bunun sohbetinden feyz aldı (Bkz. Ca’fer-i Sâdık).

Kasım bin Muhammed, hadîs ve fıkıh ilminde zamanının en yükseği idi. İlimde ve takvada eşine rastlanmıyacak bir yüksekliğe erişmişti. Büyük hadîs ve fıkıh âlimlerinden Yahya bin Sa’îd; “Medîne’de Kâsım’dan üstün bir kimseye yetişmedik” derken, İbn-i Sa’d da; Tabakât adındaki eserinde; “Kasım, hadîs ilminde sika yâni güvenilir bir râvi, fıkıh ilminde yüksek bir âlim ve her bakımdan imâm, önder olan bir zâttı. Pek çok hadîs-i şerîf bildirdi. Takva ve verâ sahibi idi” diyerek kendisini medhetmektedir. Ebü’z-Zenâd da; “Ben, Kasım’dan daha çok hadîs ve fıkıh bilen bir kimse görmedim” demektedir. Yine büyük hadîs âlimlerinden Süfyân ibni Uyeyne de; Kasım bin Muhammed’in devrinin en büyük âlimi olduğunu söylemiştir. Ömer bin Abdülazîz’in de; “Eğer birini yerime halîfe seçmem îcâb etseydi, Kâsım’ı seçerdim” dediği rivayet edilmiştir. Ömer bin Abdülazîz, halifeliği zamanında Kasım bin Muhammed’i, halası hazret-i Âişe’ye âid olan ne kadar hadîs-i şerîf ve başka rivayetler biliyorsa, onların hepsini toplamakla görevlendirmiştir. Hattâ Ömer hin Ahdülazîz birkerresinde; ilmin yok olup, âlimlerin son bulması endişesi üzerine, Medîne valisi Ebû Bekr bin Muhammed Din Hazne’ye mektup yazarak şöyle demiştir: “Resûlullah’ın hadîs-i şerîflerini, sünnetlerini Amre binti Abdurrahmân el-Ensârî’nin ve Kasım bin Muhammed’in rivayetlerini araştır ve yaz! Zîrâ ben ilmin yok olup, âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum.” Amre ile Kasım bin Muhammed, hazret-i Âişe’nin talebesi idiler. Onun Resûlullah’dan rivayet ettiği hadîs-i şerîfleri en iyi bilen bunlardı.

O, fıkıh ilminde de yüksek bir âlimdi. Medîne’de yetişen ve kendilerine fükahâ-i seb’a adı verilen yedi büyük âlimden birisiydi. Allah ve Resûlü adına konuşmanın ve dînî mes’elelerde fetva vermenin mes’ûliyetini en iyi şekilde idrâk edenlerdendi. Yahya bin Sa’îd’in bildirdiği şu sözleri, bunu açıkça göstermektedir: “İnsanın, Allah’ın hakkını bildikten sonra câhil olarak yaşaması, bilmediği şeyi söyleyerek fetva vermesinden hayırlıdır.” Hâlbuki, Abdurrahmân bin Ebî Zenâd, onun hakkında; “Peygamberimizin sünnetini Kasım bin Munammed’den daha iyi bilen birisini görmedim” diyor. Kendisinden bir mes’ele sorulunca: “Anlamıyorum, bilmiyorum” derdi. Ona sormayı çoğalttıkları zaman da; “Vallahi, sorduğunuz her şeyi bilmiyorum. Şayet bilseydik, sizden saklamazdık. Çünkü bildiklerimizi saklamamız bize helâl değil” derdi. Dînî mes’eleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetva verirdi. Her sabah Mescid-i Nebî’ye gelir, iki rek’at namaz kılar, sonra Resûlullah’ın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine sorulan mes’elelere fetva verirdi. Nitekim mezheb imamlarından Mâlik bin Enes (rahmetullahi aleyh) de onun hakkında; “Kasım bu ümmetin fakîhlerinden idi” buyurmuştur.

Kasım bin Muhammed, çok mütevâzî, alçak gönüllü idi. Bir gün köylünün birisi ona; “Sen mi daha çok biliyorsun, Salim bin Abdullah mı?” diye sordu. Cevâb olarak; “Burası Sâlim’in evidir” deyip başka söz söylemedi. Muhammed bin İshak da, onun için; “O benden daha iyi bilir deyip, yalan söylemeyi veyahut ben ondan daha iyi bilirim diyerek kendisini üstün göstermeyi istemedi” dedi. Hâlbuki Kasım bin Muhammed, her ikisinden de âlimdi. Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî; “Ondan daha faziletli bir kimse görmedim” derken, İmâm-ı Buhârî de: “Zamanının en fazîletlisiydi” demiştir.