Hasan Basri (k.s.)

Irak – Basra – Zübeyr Kasabası

21 (642) yılında Medine’de doğdu. Babası Yesâr’ın (müslüman olmadan önceki adı Feyrûz), Irak’ın fethi sırasında Basra yakınlarındaki Meysân kasabasından Medine’ye getirilen esirlerden olduğu söylenir. Oğlunun şöhreti dolayısıyla daha çok Ebü’l-Hasan adıyla tanınan Yesâr, kaynaklarda Zeyd b. Sâbit’in veya Enes b. Mâlik’in halasının âzatlısı olarak gösterilir ve efendisine nisbetle kendisine Ensârî nisbesi verilir. Hasan-ı Basrî’nin annesi Hayre, Resûl-i Ekrem’in eşi Ümmü Seleme’nin âzatlısı ve hizmetkârıdır. Bundan dolayı Hasan’la daha çok Ümmü Seleme ilgilenmiş, bilgili ve hakîm bir kişi olarak yetişmesinde bu ortamın büyük rolü olmuştur. Kendisinden küçük olan iki kardeşinden Saîd hadisçi, Ammâr ise Allah korkusundan dolayı çok ağlamakla tanınan bir zâhid idi.

Hz. Ömer başta olmak üzere birçok sahâbînin duasını alan Hasan-ı Basrî on iki yaşında Kur’an’ı ezberledi. Yetmişi Bedir gazisi olmak üzere 120 kadar sahâbî ile görüşme imkânı buldu. Daha sonra Vâdilkurâ’ya giderek burada kendini ilme verdi. İstifade ettiği sahâbîler arasında Enes b. Mâlik ilk sırada yer alır. Hz. Ali’nin halife olmasının ardından ailesiyle birlikte Basra’ya gitti ve ömrünü burada geçirdi. Arap olmayan bir kadınla evliliğinden bir kızı ile Saîd ve Abdullah adlarında iki oğlu oldu.

Hasan-ı Basrî, Basra Valisi Süleyman b. Harb’in verdiği kadılık görevini bir süre ücret almadan yaptıktan sonra istifa ederek ilim ve vaazla meşgul olmaya başladı. Yetiştirdiği öğrenciler arasında Eyyûb es-Sahtiyânî, Katâde b. Diâme, Amr b. Ubeyd, Vâsıl b. Atâ, Abdullah b. Avn, Mâlik b. Dînâr ve Mübârek b. Fedâle bu- lunmaktadır. Muâviye zamanında Rebî” b. Ziyâd’ın kumanda ettiği bir sefere ka- tılarak Rebî’e kâtiplik yaptı. Mühelleb b. Ebû Sufre kumandasında Kâbil üzerine gönderilen bir orduya da katıldı (İbn Sa’d, VII, 175). Bu iki sefer dışında hayatını Basra’da vaaz ve ibadetle geçiren Hasan-ı Basrî Receb 110 (Ekim 728) tarihinde burada vefat etti.

İyi bir hatip ve etkili bir vâiz olan Hasan-ı Basrî fesahat ve belâgatın doruk noktasına ulaşmıştır. Özlü ve akıcı üslûbu, derin bir tefekkürün, mânevî bir tecrübenin ürünü olan hakîmâne sözleri özellikle zâhidler, sûfîler ve vâizler üzerinde her zaman etkili olmuştur. Onun sözleri tesir bakımından peygamberlerin sözlerine benzetilmiştir. Kaynakların verdiği bilgiye göre Hasan-ı Basrî dünyaya ve dünya malına değer vermez, elinde bulunan şeyi ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Zamanını eviyle mescid arasında geçirir, mescidde ve evinde dinî sohbetler yaparak halkı İslâm’ın ibadet ve ahlâk prensiplerini samimiyetle benimseyip tam bir ihlâsla yaşamaya davet ederdi. Devamlı Kur’an okurdu. Ashabın hayatına derin bir özlem duyan Hasan-ı Basrî bu özlemini şu sözlerle ifade etmiştir: “Yetmiş Bedir gazisine yetiştim… Siz onları görseydiniz deli sanırdınız; onlar da sizin iyilerinizi görselerdi artık ahlâkın kalmadığına hük- meder, kötülerinizi görselerdi bunların hesap gününe bile inanmadıklarını söylerlerdi” .

Hz. Osman’ın şehid edilmesi, Cemel ve Sıffîn savaşları, Kerbelâ Vak’ası gibi birçok fitneye şahit olan Hasan-ı Basrî bu ko- nulardaki düşüncelerini cesaretle ortaya koymuş, bu tutumuyla da halkın takdirini kazanmıştır. İlke olarak devlete ve siyasî otoriteye baş kaldırılmasına karşı olduğundan birtakım telkinlere, hatta zorlamalara rağmen isyanlara katılmamış, ancak zâlim ve zorba devlet adamlarını hiç çekinmeden tenkit ederek baskı altındaki halkın hislerine tercüman olmuştur. Emevî halifelerini ve onların valilerini âdil olmaya davet etmiş, Muâviye’nin istişareyi bir yana bırakıp kılıç kuvvetiyle iktidara gelmesini, siyasî sebeplerle Ziyâd b. Ebîh’i kendi nesebine katmasını, Hucr b. Adî’yi haksız olarak öldürtmesini ve lâyık olmadığı halde oğlu Yezîd’i veliaht yapmasını büyük hata olarak görmüş, bu yanlışlardan birinin bile kişinin mahvolmasına yeteceğini söylemiştir. Emevîler’in, baskı ve şiddete dayalı yönetimiyle tanınan Irak Valisi Haccâc’ı ağır bir dille kınamış, onun Saîd b. Cübeyr’i katletmesini büyük bir felâket olarak görmüş, ancak kargaşaya sebebiyet vereceği endişesiyle Haccâc’a isyan edilmesini de doğru bulmamıştır. Öte yandan Haccâc öldüğü zaman, “Allahım! Onu ortadan kaldırdığın gibi kurduğu yönetimi de kaldır” diye dua etmiş ve onun ölümünden dolayı Allah’a şükretmiştir. Ayrıca Emevî Halifesi Ömer b. Abdülazîz’e zaman zaman mektup yazarak tavsiyelerde bulunmuştur. Siyasî olaylarda taraf tutmaması, fitneye ve isyana karşı olması, halkı dünyadan uzaklaştırıp âhirete önem vermeye davet etmesi Emevîler’in işine gelmiş ve bu sebeple onun eleştiri ve kınamalarına katlanmışlardır.

Pek çok sahâbîden hadis rivayet eden Hasan-ı Basrî tâbiînin en faziletlilerinden biri olarak kabul edilir. “Basra halkının şeyhi, Basralılar’ın imamı” gibi unvanları yanında Zehebî onun için “şeyhü’l-İslâm” tabirini kullanır. Mutasavvıflar ise kendisinden “takvâ sahiplerinin öncüsü, Hakk’ın gerçek velîsi, fütüvvet ehlinin önderi” şeklinde söz ederler (Attâr, s. 69). Bütün kaynaklar, Hasan-ı Basrî’nin Allah’tan ve O’nun gazabından korkmayı din anlayışına esas aldığını, bundan dolayı devamlı hüzünlü ve gözü yaşlı olduğunu bildirir. Dinî hayatta Allah sevgisini temel kabul eden tasavvufî anlayışa karşılık Hasan-ı Basrî Allah korkusunu esas alan Basra zühd okulunun temsilcisi ve önderi sayılmıştır. “Sürekli olarak korkudan bahsediyorsun” diyen birine şöyle demiştir: “Umulana nâil oluncaya kadar korkutan kimse, korkulan şey başına gelene kadar ümit veren kimseden daha iyidir“.

Hasan-ı Basrî, hem yaşayışında hem tavsiyelerinde ılımlı bir zühd anlayışı ortaya koymuştur . Zühdü, ahlâk kurallarına uyulmasını kolaylaştıran ve dinî görevlerin yerine getirilmesini sağlayan bir unsur olarak görür. “Âhiret karşılığında dün- yanızı satarsanız dünyada ve âhirette kazançlı çıkarsınız, aksini yaparsanız iki cihanda da zarar edersiniz“; “Her ümmetin bir putu vardır, bu ümmetin putu da altın ve gümüştür” diyerek dünya tutkusunun, maddeciliğin ve çıkarcılığın tehlikesine dikkat çekmiş, kendisinden öğüt isteyen kişiye aşırılıktan kaçınarak orta yolda yürümesini tavsiye etmiştir. Ölümden korkan birine, “Arkanda servet bıraktığın için ölümden korkuyorsun, serveti önden gönderseydin korkmazdın” demiştir. Ayrıca her geçen günün insanın bir parçasını alıp götürdüğüne dikkat çekmiş, dolayısıyla içinde bulunulan zamanın iyi değerlendirilmesine önem vermiştir .

Kur’an’a getirdiği serbest yorumları, hakîmâne sözleri, dünya ve âhirete bakış tarzıyla zâhid ve sûfîlere örnek olan Hasan-ı Basrî, tasavvufî hayatın vücut bulmasını sağlayan ve ona mânevî zemini hazırlayan takvâ sahibi tâbiîlerden kabul edilir. Bu bakımdan sûfî tabakat kitaplarında ona geniş yer verilmiş, fikirleri ve menkıbeleri üzerinde önemle durulmuştur. İlk büyük sûfîlerden biri olduğu, sûfîlerin imamı sayıldığı, daima örnek alındığı, ilim ve tasavvuftaki büyüklüğü kaynaklarda vurgulanmıştır.

Hasan-ı Basrî tarikat silsilelerinde önemli bir yer tutar. Bir silsileye göre kendisi Huzeyfe b. Yemân vasıtasıyla Hz. Peygamber’den feyiz almış, bu feyiz Hâris el-Muhâsibî ile devam etmiştir. Bu silsile daha çok Kuzey Afrika’da yaygındır. İkinci silsile Hz. Ali, Hasan-ı Basrî, Habîb el-Acemî, Dâvûd et-Tâî ve Ma’rûf-i Kerhî; üçüncüsü de Enes b. Mâlik, Hasan-ı Basrî, Ferkad Sencî, Ma’rûf-i Kerhî şeklinde devam eder. Ayrıca Hasan-ı Basrî’nin Hz. Ali’den veya Kümeyi b. Ziyâd’dan hırka giydiğine inanılır. Fütüvvet ehli, cesaret ve cömertliği sebebiyle Hasan-ı Basrî’yi “seyyidü’l-fityân” olarak kabul etmiştir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”] Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 16 , sy 292-293 , Hazırlayan ; Süleyman Uludağ
[/toggle]

Ebu Hafs Ömer Sühreverdi (k.s.)

Irak – Bağdat- Şeyh Ömer Sühreverdi Külliyesi içerisinde

Adı ve Nesebi: ·
Müellifimizin adı Ömer, babasının adı Muhammed’dir. Genellikle Ebu Hafs ve Ebu Abdullah künyesiyle anılır. İbnü’n-Neccar, Sühreverdinin “Ebu Nasr”, Zehebi ise hem Ebu Nasr ve hem de “Ebul-Kasım” künyelerini taşıdığını yazıyorsa da  diğer kay­naklarda bu rivayete pek rastlanmamaktadır . İslami ilimlere vukufu ve asrında sağ­ladığı tesir ve nüfuz sebebiyle “Şihabuddin”, “Şeyhu’l-İslam” ve “Şeyhu’ş-şüyüh” lakap­larıyla meşhur olmuştur. Kaynaklarda genellikle Hz. Ebu Bekir soyundan geldiği  ve bu yüzden “el-Bekri”, “et-Teymi”, ve· “el-Kuraşi” nisbeleriyle anıldığı kaydedilir. Zehebi, İbnü’l-Hacib’den naklen, onun, Ebu’I-Ferec.İbnü’I-Cevzi ile aynı soydan geldi­ğini ve şecerelerinin Kasım b. en-Nadr’da birleştiğini yazmaktadır . Eflaki’nin Menakıbu’l-arifin’de verdiği bilgilere nazaran Sühreverdi’nin, Ebu Bekir soyundan ol­mak münasebetiyle Mevlana ile de akraba olduğu anlaşılmaktadır .

Ebu Hafs Ömer es-Sühreverdi, içlerinden pek çok alim ve sufi yetişmiş seçkin bir aileye mensuptur. Babası Ebu Cafer Muhammed, amcası Ebu’n-Necib Ziyauddin Ab­dülkahir es-Sühreverdi ve büyük dedesi Ammuye lakabıyla meşhur Abdullah b. Sa’d alim ve sufi kişilerdi. Babası Muhamhed’in, amcası Abdülkahir gibi, Sühreverd’den Bağdat’a gelerek Nizamiye medresesinde okuduğu; Es’ad el-Miheni’den fıkıh icazeti alarak bir süre aynı medresede müderrislik ve Kasr Camii’nde vaizlik yaptıktan sonra memleketi Sühreverd’e kadı olduğu rivayet edilmektedir. Ebu Ca’fer Muhammed, Sühreverd kadısı iken bir iftira sonucu idam edildiğinde Ebu Hafs Ömer es­ Sühreverdi, altı aylık bir küçük çocuktu .

Amcası Ebu’n-Necib es-Sühreverdi, onun hayatına yön veren hocasıdır. Sühreverdi Avarifu’l-maarif’te amcasından sık sık bahseder ve hadis senedlerini genel­likle ona dayandırır.

Tasavvuf tarihimizde onun ve amcasının dışında Sühreverdi nisbesiyle meşhur olan başka kimseler de vardır. Nitekim onunla çağdaş, Şihabuddin Yahya b. Habeş es-Sühreverdi, lakap ve nisbelerindeki benzerlik sebebiyle zaman zaman onunla ka­rıştırılır.

Memleketi ve Doğumu:
Sühreverdi’nin biri doğup büyüdüğü, diğeri yetişip hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği iki memleketi vardır: Şihabuddin Ömer, İran’ın Irak-ı Acem bölgesinin, Ku­zey-Batı köşesinde Cibal eyaletinde Zencan’a bağlı küçük bir kasaba olan Sühre­verd’de doğdu. Doğum tarihi ile ilgili olarak kaynaklarda genellikle kabul edilen riva­yet, talebelerinden İbnu’n-Neccar‘ın bizzat kendisinin ağzından tesbit ettiği 539 Hicri yılı Receb’inin son ve Şaban’ın ilk gecesi (27 Ocak 1145)’dir .

Şihabuddin’in memleketi Sühreverd, o günlerin büyük bir yerleşim bölgesi ve şe­hir merkezi hükmünde iken bugün küçük bir kasaba durumundadır. Sühreverdi nin ikinci memleketi Bağdat’tır. O, doğduğu memleketinde ilk ilimleri öğrendikten sonra on altı yaşlarında bir delikanlı iken amcası Ebu’n-Necib es-Sühreverdinin yanında Bağdat’a gitti. Amcasının vefatına kadar ondan, daha sonra Bağdat’ın diğer alimlerin­ den ilim tahsil etti ve ömrünün seksen yıla yakın bir kısmını Bağdat’ta geçirdi.

İbnu’n-Neccar ve ondan naklen diğer kaynaklar, Sühreverdinin ilim tahsilinden sonra uzunca bir süre insanlardan uzaklaşıp halveti ihtiyar ettiğini; oruç, namaz ve zi­kirle meşgul olmaya başladığını; ancak yaşı kemale erdikten sonra amcasının Dicle nehri kenarındaki medrese ve tekkesinde vaaz vermeye başladığını, son derece etkili konuşmalarının kısa zamanda geniş bir kitlenin hüsn-i kabulüne mazhar olduğunu ve pek çok kimsenin kendisine intisab ettiğini anlatmaktadırlar . en-Nücümü’z­ zahire’de, Ebu’l-Muzaffer sibt İbni’l-Cevzi’den naklen, O’nun 590/1194 yılında Mak­ber mahallesinde toprak bir minber üzerinde vaaz ettiği rivayetine bakılırsa bu sene­lerde artık irşadla meşgul olmaya başladığı anlaşılır.

Sühreverdinin yaşadığı asır, tarikatların yeni kurulmaya başladığı bir dönemdi. Bu yüzden o, kendisini tasavvuf için hazır bir ortamda buldu. Ailesinin şöhreti, kendisinin ilmi kudreti, etkisini daha da artırdı: Özellikle Halife Nasır, ona yakın olmaya özel bir özen göstermekteydi. Bazı kaynaklarda kendisinden pek iyi sıfatlarla bahsedilmeyen Halife’nin, hadis rivayetiyle meşgul olacak kadar ilmi konulara, Sühreverdi‘nin tekkesinde kendisini ziyaret edecek  kadar tasavvufi mevzulara ilgi duyması dikkat çekicidir. Halife’nin yapacağı işlerde onunla iştişare etmeden işe başlamadığı ve bunu bir teberrük saydığı , hatta Sühreverdiye intisab ettiği rivayet edilir.

Sühreverdi’nin müridlerinden İbnu’s-Sai’nin Ahbaru’z-zühhad adlı yazma eserinden naklen bilgiler veren Beşşar Awad Maruf, “Nasır’ın Bağdat Merzebaniyye tekkesinde şeyhle haşhaşa kaldığını” anlatmaktadır (13). Misbahu’l-hidaye müellifi İzzuddin Ali el­ Kaşi (veya el-Kaşani) aynı Halife’nin kendi adına yaptırdığı tekkeye Sühreverdiyi şeyh yaptığını anlattığına  bakılırsa Halife’nin, ona intisab etmemiş olsa bile, derin bir saygı ile bağlı bulunduğu anlaşılmaktadır. Kaynaklar, Nasıriyye, Bistamiyye ve Me’muniyye tekkelerinin şeyhliğinin Sühreverdi’ye aid bulunduğunu  ve kendisi­nin Bağdat’taki bütün tekkelerin irşadda nihai mürşidi sayıldığını zikrederler. Kendisi­ ne “Şeyhu’ş-şüyüh”, “Şeyhu’l-İslam”, “Şeyhu’l-Irak” unvanları verildiğine bakılırsa onun bu devirdeki etkisi daha iyi anlışılır.

Diplomatik seyahatleri
Sühreverdi nin Halife ve devlet ricaliyle yakın münasebetler kurması ve onların sempatisini kazanması, diplomatik görevlerle bazı seyahatler yapmasını gerektirmiş­tir. Fakat Halife Nasır döneminde Halife’nin siyasi otoritesini iade ve Selçuklu devleti­nin dağılması. gibi sebeplerle çıkan bazı fitneleri bastırmak, komşu İslam ülkeleriyle bazan dostluk münasebetlerini güçlendirmek, bazan da sulh sağlamak maksadıyla Sühreverdi’nin elçi sıfatıyla görev yaptığını görüyoruz.

Zehebi, onun bir kaç defa Şam’daki Melik Eşref diye anılan Eyyubi sultanına ve Halife ile arası pek hoş olmayan Harzemşah sultanına elçi olarak gönderildiğini anla­tır. 614/1217 yılında 400.000 kişilik bir orduyla Bağdat’ı almak üzere yola çıkan Harezm sultanını bu fikrinden caydırmak üzere Halife, Sühreverdi’yi göndermişse de sultan bir türlü fikrinden vazgeçmemişti. O sırada mevsimin kış olması sebebiyle ya­ ğan kar, ordunun telef olmasına sebebiyet verince Sultan, Bağdat’ı işgal etmekten vazgeçerek geri dönmüştü .

Zehebi, tarihini kaydetmeden naklettiği Melik Eşref Musa’ya elçi olarak gidişinde Melik’in Sühreverdi‘yi çok iyi karşıladığını ve ona hiç bir elçiye yapılmayan hüsn-i mu­ameleyi gösterdiğini anlatmaktadır. Sühreverdi’nin çağına yetişen fakat onunla görüşme imkanı bulamayan Ebu Şame el-Makdisi (665/1266) onun bir kaç defa Şam’a geldiğini ve vaaz verdiğini yazar.

İbn Hallikan’ın verdiği bilgiye göre Sühreverdi Erbil Atabeklerine de elçi olarak gönderilmişse de, bu görevin hangi tarihte ve hangi Atabek zamanında olduğuna dair bir bilgiye sahip değiliz. Sühreverdi elçilik görevlerinden birini de Konya Selçuklu Sultanı Alaeddin Keyku­bat’a Halife Nasır’ın mesajını ulaştırmak üzere yapmıştır (618/1221). Sühreverdi, Halife’den aldığı mesaj ve itimadnameyi götürürken yolu üzerinde uğradığı Malat­ya’da Mirsadu’l-ibad müellifi “Necmeddin Daye” veya “Necm Razı’ lakaplarıyla meş­hur, Necmeddin Ebu Bekir b. Muhammed (ö. 654/1256) ile karşılaşır , O sırada 45 yaşlarında genç bir ilim adamı olan ve Horasan diyarından Moğol işgalinden ka­çıp gelen Necmeddin Daye, 78 yaşında bulunan yaşlı şeyhe hürmet gösterir ve eseri­nin ilk redaksiyonunu ona takdim eder. Sühreyerdi, onun bu eserini çok beğenir ve Konya’ya götürerek görüşme sırasında Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’a takdim ve tavsiye eder. Nefehat’ın Mevlana ve Sadreddin Konevi ile de görüştüğünü kaydettiği Necmeddin Daye, belk: de Sühreverdi ile birlikte Konya’ya gelmiş, oradan Kayseri ve Sivas bölgesine geçmiştir. Mirsadü’l-ibad’ın sonunda yer alan “Hatime-i tahrir-i düvvüm-i Mirsadü’l-ibad” başlığından eserin ikinci defa redakte edildiği ve bu redaksiyonun Sühreverdi’nin seyahatinden iki yıl sonra, 620/1223 yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır.

Eflaki’nin verdiği bilgilere nazaran Sühreverdi, elçilik göreviyle Konya’ya geldiğin­de Alaaddin Keykubat, eğlenmek üzere Gavale kalesine gitmiş, Mevlana’nın babası Sultanu’l-ulema Bahaeddin Veled‘i beraberinde götürmüştü. Sühreverdi’nin Halife’nin mesajıyla geldiği haberini alan sultan, onun da Gavale’ye getirilmesini emretti. Sultan ile Sühreverdi, resmi görüşmelerini tamamladıktan sonra Sühreverdi ile Bahaeddin Veled, derin bir sohbete daldılar. Bahaeddin Veled’in Belh’ten gelirken uğradığı Bağ­dat’ta tanıştığı Sühreverdi’ye saygıda kusur göstermemesinin asıl sebebi, belki bu eski hukuklarıydı. Nitekim Sühreverdi, Bağdat’ta ona misafirperverlikte kusur etmemişti. Ayrıca hem Bahaeddin Veled, hem de Sühreverdi Hz. Ebu Bekir neslinden ol­duklarından kendilerini birbirlerine akraba sayıyorlardı. Sühreverdi, Sultan’ın ve Ba­haeddin Veled’in bir kaç gün misafiri oldu. Sultan, gördüğü bir rüyanın tabiri münasebetiyle hem Bahaeddin’e, hem de Sühreverdi’ye pek kıymetli hediyye ve ihsanlarda bulundu. Sühreverdi bu seyahati sırasında henüz 14-15 yaşlarında genç bir delikanlı olan Mevlana ile de görüşmüş olmalıdır.

Sühreverdinin diplomatik seyahatlarından başka, hacc için doksan yaşına gelince­ ye kadar her yıl olmasa bile sıkça Mekke ve Medine’ye gittiğini, hayatından bahseden kaynakların hemen hepsine yakın kısmı, haber vermektedirler. O’nun hac seyahatlarının tarihleri ve seyri hakkında geniş bilgiye sahip değiliz. Kaynakların verdiği bilgiye göre en son 628 yılında (m. 1230) hac farizası için Mekke’de bulunduğu sıra­ da meşhur mutasavvıf şair İbnu’l-Farid ile görüşmüş, onun iki oğluna tarikat hırkası giydirmiştir. Sühreverdi aynca İ’lamu’l-hüda adlı eseri­ni de Mekke’de kaleme aldığını ifade etmektedir. Bu ifadeler, onun zaman zaman Mekke’de mücavir olarak kaldığını göstermektedir. Nefahat müellifi Sühreverdi’nin Avarif’i de Mekke’de kaleme aldığını yazıyorsa da başka kaynaklarda ve Avarif’te bu konuda bilgiye rastlanmamıştıır. İbnü’l-Farid’in oğulları ve talebelerinden başka Mı­sırlı Ziyaeddin İsa b. Yahya el-Ensari es-Sebti aynı yıl, Mekke’de Sühreverdi’den tari­kat hırkası giydi.

Vefatı
Sühreverdi, gerek diplomatik seyahatları ve gerekse hacc seferleri ve eserleri sebebiyle daha hayatında iken alem-şümul bir şöhrete kavuşmuştu. Bu yüzden hayatı­nın son dönemlerinde onun yanına dünyanın her yerinden pek çok ziyaretçi gelmiş, elini öperek huzurunda tevbekar olmuştur. Asrının şeyhleri müşkillerini yazılı veya şifahi olarak ona sorarlar, o da bunlara cevap verirdi. Hatta onun kendisine sorulan suallere verdiği cevaplar, daha sonra bir eser haline getirilmiştir.

Sühreverdi bir asra yaklaşan ömrünün son zamanlarında gözlerini kaybetti ve kötürüm oldu. Buna rağmen evradını terketmediği gibi, cuma vaazlarına müridlerinin yardımıyla mahmil içinde çıkmaya devam ediyordu. Vefatına yakın günlerde ise iyice zayıflayıp dışarı çıkacak takati kalmamıştı. Nihayet 632 Muharrem’inin ilk gününde (26 Kasım 1234) vefat etti. Cenazesi ertesi gün büyük bir cemaatle kaldırılarak Verdiyye semtinde bulunan tekkesindeki türbesine defnedildi.

Kaynak ; ) Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, Vefâ Yayıncılık, s.99-105, İstanbul 1993. İlim ve Sanat Dergisi.

Hz. Zülkifl Pegamber (a.s.) – Irak

Irak – Necef – Kafel’de

Zülkifl (Ezekiel) Peygamber’e atfedilen kabir; Irak’ta Babil ile Necef arasında Hille’den 24 km mesafedeki Kifle köyündedir. Zülkifl Peygamber’in kabri ; Çarşıdan aşağıya inildiğinde yolun sonundadır. Mabed çıkışında 12. yüzyılda yapılan minaresiyle Abbasi cami harabeleri bulunmaktadır. Oyma süslerle ve Kufi hatla süslenen minare halen ayaktadır. Yahudiler tarafından da ziyaret edilen türbe iki odadan oluşmaktadır. Kufe’de yaşamış olan Halife Hz. Ali’nin Zülkifl Peygamber’in mezarı önünde dua ettiği rivayet edilir.

Hz. Yunus Peygamber (a.s.) – Irak

Irak – Musul

Eski Ninova’da, Asurluların tapınağı olan bir yapı; Yunus Peygamber adına ithaf edilerek Deyr Yonan (Yunus Manastırı) haline getirilmiştir. Bu manastır, Hristiyanlar tarafından M. 750 yılında Nebi Yuşa Mezarı; Halife Mu’tezid Billah’ın emri ile (892-901) Nebi Yunus Makberes’ı olarak düzenlenmiştîr. 12. yy. başlarında Selçuklu emirlerinden birisi tarafından makberenin yanına bir mescıdle rîbat ilave edilmiştir. Tuğtekin, ribatı türbeye dönüştürmüş (1108-1113) 767 (1365) de Celaleddin el-Hatenî, kubbeli bir mekan ekleyerek cuma mescidi olarak ibadete açmıştır. Bu tarihten sonra Nebi Yunus Camii adıyla anılan yapı, Timur’un Musul valisi Hüseyin Bey tarafından 821 (1418)’de tamir ettirilerek kubbeleri yenilenmiştir. 997 C1588)’de Canbulad oğullarından Hüseyin Paşa, namaz salonunun batısına Şafiiler bölümünü ekletmiş, 1254 (1838)’de Osmanlı valisi Ali Paşa bazı ilavelerle bir sebil inşa ettirmiştir. 1952 yılınnda Musul Belediyesi cadde genışletmesi sırasında bir kısım yapıları yıktırmıştır. Abdullah Başalim tarafindan 1271 (1854) yılında yaptırılan tuğla minare 1922’de yıkılarak, iki şeref eli bugünkü şekliyle yeniden düzenlenmiştir.

Yüksek bir tepe üzerinde kurulan Nebi Yunus külliyesi, uzaktan bir kale görünümü vermektedir. Vaktiyle etrafında kademeli duvarlarla çevrili misafirhaneler varken, belediyece batı yönündekiler yıktırılarak yeni teraslanmış geniş merdivenler şekline dönüştürülmüştür. Külliyenin dışında bulunan sebil, helalar ve abdesthaneden sonra, merdivenle külliyenin zemin avlusuna çıkılmaktadır. Avlunun güneyinde hizmetlilerin hücreleri; kuzey’inde medrese ve kütüphane binaları yer almaktadır.

Mukarnas kubbelli türbenin tam ortasında Nebi Yunus’un yüksek sandukası yer almaktadır. Duvarlar, 2.5m yukseliğe kadar mermerle kaplanmıştır. Cami, kilisenin temelleri üzerine yapıldığından normal cami yanina göre çarpık ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Namaz salonu zeminden 4.8m yüksekliktedir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Irak’taki Türk Mimari Eserleri , Abdüsselam Uluçam
[/toggle]

Hz. Danyal Peygamber (a.s.) – Irak

Irak – Kerkük Kalesinde

Ebu Ubeyd’in Kitabu’l-Emval’inde ve başka kaynaklarda geçtiği üzere Ebu Musa el-Eş’arî komutasındaki Müslüman ordusunun Susa’nın fethi sırasında Danyal Peygamber’in naaşı kurşunla kaplanmış sandığın içinde bulundu. Durum halife Ömer’e yazıldı. Cevabı mektupta Müslümanlar gibi kefenleyip reyhanlı su ile kokuladıktan sonra üzerine cenaze namazı kılmalarını emretti. Ayrıca mezarında yanında bir miktar para ve “Bu paradan ödünç almak isteyen belirlediği bir tarihe kadar alsın. O tarihte getirmezse abras hastalığına yakalansın” ibareleri yazılı bir kağıt buldular. Halife Ömer’e bu mesele sorulunca parayı devlet hazinesine katmalarını emretti.

Başka bir rivayette ise tapınma aracı haline gelmemesi için Danyal Peygamber’in bedeni nehre atıldı. Daha sonra Dicle nehri kıyılarından tabutu çıkarıldı. Böylece yerel halk Danyal Peygamber’in faziletli güçlerinden yarar sağlayacaktı. Daha sonra nehrin ortasında köprünün altında asılı olarak bulundu. Sonunda batıl inanç sona erdi ve Danyal Peygamber’den kalanlar Kerkük yakınlarına bir yere gömüldü.

Kerkük’deki Türbesi ;
Danyal Peygamber’in mezarı üzerine sonradan inşa edilmiş bir mescidden ibarettir, ilk zamanlar burası Yahudilere ait bir mabet iken bir Hristiyan kilisesine ve nihayet bir camiye dönüştürülmüştür. Kerkük’teki mezarının iki kubbesi ve minaresi bulunmaktadır ki bunların görünümleri Moğol dönemi yapılannı anımsatmaktadır. Danyal Peygamber ile birlikte üç mezar daha vardır ki, bunların Azariye, Mihail, Hananiye’ye ait ofduguna inanılmaktadır. Bu türbenin yakınına gömülme isteği nedeniyle tarih sürecinde Kerkük’ün en eski mezarlığı oluşmuştur.
[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Irak Gezi Rehberi , Ocak Yayınları ,Salih Mert ,2012
[/toggle]