Ertuğrul Gazi’nin silah arkadaşlarındandır. Osman Gazi’nin de beyliği döneminde özelikle kendisine güvendiği bilinmektedir. Aşıkpaşaoğlu eserinde Osman Gazni’nin; Saltuk Alp’i , Orhan Gazi’nin ilk seferlerinde yanında refakatçi olarak gönderdiğini yazmaktadır. Mezarının tam olarak nerede olduğu bilinmemekle beraber söğüt deki kabri makam olsa gerektir.
[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]
Ertuğrul Gazi zamanında seferlere katılmaya başlamıştır . Osman Gazi ve Orhan Gazi zamanında da askeri hizmetlerde bulunmuştur. Beyliğin genişlemeye başlaması ile ile birlikte uçlarda fetih ve iskan hareketlerinin önderliğini yapmıştır. Kara Çepiş Kalesi alındıktan sonra bir süre bu kaleyi mesken edinmiş ve Akyazı’ya kadar olan bölgelere sürekli akınlar düzenlemiştir. Akyazı , Bolu, Mudurnu ve Samandıra kalelerinin fethedilmesinde büyük hizmetleri olmuştur. Orhan Gazi’nin hükümdar olduğu yıllarda 1337 tarihinde vefat ettiği söylenmektedir. Kabrinin Düzce yakınlarındaki ” Konuralp ili” denilen bölgede olduğu sanılmaktadır. Söğütteki kabri ise makamı olduğu düşünülmektedir.
Ertuğrul Gazi’nin eşi ve Osmanlı Deceletinin kurucusu Osman Bey’in annesidir. Türkmen bir aileden gelir.Hakkında çok fazla bilgi yoktur. Savcı Bey – Gündüz Alp ve Osman Bey olmak üzere üç yiğit yetiştirmiştir.. 1281 yılında Söğüt ‘de vefat etmiştir. Kabri Ertuğrul gazi türbesinin hemen yanındadır.
Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Gazi’nin amcasıdır.
Ertuğrul Gazi hakkındaki bilgiler açık olmakla birlikte, Dündar Bey hakkındaki bilgiler daha da açıktır. Dündar Bey’in hayatının ilk dönemleri Osmanlı Devleti’nin doğuşu ile ilgili efsanelere karışmakla birlikte, onun Osman Gazi’nin hayatında belirli bir yer tuttuğu görülmektedir. Süleyman Şah, 4 oğlu ile Kayı boyunun beyi olarak İran’da Mahan hükümdarı iken, Moğol saldırısı üzerine Anadolu’ya göç etmiş, Ahlat’a geldikten sonra Erzincan ve Amasya taraflarına geçmişti. Ancak, burada yerleşme imkanı bulamayınca eski yurduna dönmeye karar veren Süleyman Şah, Elbistan- Halep yolu ile Fırat kıyısına inmişti. Caber Kalesi çevresinde ırmağı geçerken boğulması üzerine ona bağlı Kayılar ikiye bölünmüşler; oğullarından Sungur Tigin ile Gün Doğdı doğuya gitmeye karar vermişti. Ertuğrul Gazi ile Dündar ise Anadolu’da yerleşmek üzere Pasin’e doğru yollarına devam etmişlerdi. Kayı boyunun yerleşmesi ile ilgili bu haberlerde Dündar Bey’in, Ertuğrul Gazi’nin ve daha sonra da Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin yanında, bu devletin kuruluşunda hizmet ederken görüyoruz.
Ertuğrul’un ölümü üzerine onun yeni doğan kabileler birliğine baş olmak istediği bazı aşiretlerin de Dündar Bey’i tuttukları bilinmektedir. Ancak Osman Gazi bu birliğe seçildikten sonra Dündar, yeğenini bütün gücü ile desteklemiştir. Bir süre sonra Osman Gazi ile Dündar’ın araları tekrar açılmış, özellikle Köprü-Hisar yöresine yöneltilen saldırılar karşısında Dündar, Osman Gazi’ye cephe almıştır. Bu konuda bütün gaziler Osman Gazi ile aynı düşüncede oldukları halde Dündar bu sefere karşı çıktı. Dündar, Köprü- Hisar’ın alınmasının bir yandan Germiyan Beyliği’nin, bir yandan da Rum tekfurlarının düşmanlığına yol açacağını ileri sürüyor ve bu düşüncesinde ayak diriyordu. Bu karşı düşüncenin kuvvetleri arasında ayrılık ve anlaşmazlık yaratacağını anlayan Osman Gazi, sinirlenerek amcasını bu toplantıda bir okla öldürmüştür (1302). Neşri tarafından ileri sürülen bu söylentiyi birçok Osmanlı tarihçileri kabul etmezler. Dündar öldüğü tarihte 90 yaşını aşmış bulunuyordu ki, buna göre en az 1212 yılında doğmuş olması gerekir.
[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]
Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi’den sonra Mevlevîlik tarîkatine mühim hizmetlerde bulunan önemli isimlerden olan Sultan Dîvânî (Dîvâne Mehmed Çelebi), Hz. Mevlânâ’nın yedinci kuşak torunlarındandır.
Doğum tarihi ile ilgili net bir bilgiye sahip olmamakla beraber, 1448 veya 1471 tarihlerinden birinde doğmuş olmasının kuvvetli bir ihtimal olduğunu söyleyebiliriz.
Afyonkarahisar bölgesi, 13. yüzyılda Germiyanoğulları beyliğine bağlı idi. Germiyanoğlu Bey’i Mehmet Bey, Hz. Mevlâna ve Mevlevîliğe karşı muhabbeti olan bir devlet idarecisidir. Bu muhabbetin neticesinde, oğlu Süleyman Şah’a, Sultan Veled’in kızı (Hz. Mevlâna’nın Torunu), Mutahhara Hatun’u almış ve Çelebi sülâlesi ile akrabalık kurulmuştur.
Mehmet Çelebi çok güzel semâ ettiği için babası tarafından kendisine “Semâî” lakâbı verilmiş, kendisi de şiirlerinde “Semâî” mahlasını kullanmıştır. Kendisine “Dîvâne” de den- miştir. Bu Farsça sıfat, “Hak yolunda kendinden geçen, aklını kaybeden, ilâhî aşkın etkisiyle hayrete düşen, şaşırıp kalan” anlamlarını içermektedir. Mehmed Çelebi’ye ait bazı menkıbelere baktığımızda, halkın kendisine bu sıfatı yakıştıracak bazı sebepler bulunmaktadır. Bu yakıştırmanın, tasavvufî düşünce geleneğinde kendine özgü bir konumu da mevcuttur.
Yaygın olarak kullanılan diğer lâkabı “Dîvânî”nin ise; Timur tarafından Semerkand’a götürülen, daha sonra da Şah İsmail’ce Tebriz’e nakledilen Hz. Mevlâna’nın Eseri “Dîvan- ıKebir”i, rüyasında gördüğü Hz. Mevlâna’nın manevî işaretiyle Tebriz’e gidip getirmesinden dolayı verildiği düşüncesi hakimdir.
Bu iki yaklaşımı kendi içerisinde bulunduğu şartlara göre değerlendirmemiz daha sağlıklı olacaktır. Zaman içerisinde her iki lakab da sıkça kullanılmış, özellikle “Dîvânî” halk arasında daha fazla tercih edilmiştir.
Sadık müridi Muğlalı İbrahim Şâhidî Dede’nin anlattığına göre Sultan Dîvânî; rind meşrep, coşkun ve cezbeli bir mevlevîdir.
Muğlalı İbrahim Şâhidî Dede; mürşidi ile yaptığı seyahatleri kayda geçirerek, türünün ilk örneği olan (ilk edebî seyahatnâme) “Gülşen-i Esrâr”ı yazmıştır. Edebi Kişiliği
Sultan Dîvânî’nin, “Şiirleri” ve “Tarîkat’ül Arifîn” adlı tasavvufî bir risalesi mevcuttur. Şiir tekniği bakımından devrin üstad şairlerini aratmayan Semâî, özellikle bazı şiirlerinde ses tekrarları ve benzerliklerinden faydalanmak suretiyle âhenk bakımından mükemmeliyete ulaşmıştır. Göründü karşıdan bir gevher-i pâk
(Karşıdan bir temiz cevher göründü) Her lâle yanak dillere bir dâğ-ı nişândur
(Her lâle yanak gönüller için bir nişan yarasıdır) Tasavvufi Kişiliği
Babası tarafından veliahd tayin edilen ve şeyhlik makamına oturtulan Dîvâne Mehmed Çelebi, denilebilir ki Mevlevîlik tarîkatinin Bânî-î Sânîsidir (İkinci Kurucusu). O, vecd ve istiğ- raka dalmış cezbeli bir şeyh, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinde büyük yararlılıklar gösteren bir alperen,Yavuz ve Kânûnî başta olmak üzere bir kısım üst düzey devlet ricali üzerinde etki- li olmuş bir siyaset ve teşkilat adamıdır. Hayatı ile ilgili bilgi veren kaynaklarda, bilhassa mürîdi Şâhidî İbrahim Dede’nin Gülşen-i Esrâr adlı eserinde, yaptığı faaliyetler ve kerametleri hakkında bilgiler mevcuttur.
Şâhidî İbrahim Dede, Dîvâne Mehmet Çelebi’ye intisabını ve birlikte yaşadıkları bazı hadiseleri şöyle anlatır. “…ben de ona uydum, yokluk denizine daldım. Daima önünde yalınayak koşardım. Yolda üzengilerine pabuç asılmış bir at verir, binmemi emrederdi. Binsem bile biraz sonra iner, ayaklarımdan pabuçları çıkarırdım. O, benim atımı bir abdala verir, ‘sakın kimse binmesin’ der, yedekte çektirirdi. Bir an bile bensiz olamazdı. Lutfeder de ‘Şâhidî’ derdi, ‘Neden böyle cefâlar ediyorsun, neden yaya yürüyorsun, neden ayakların yalın? Gönlüm inciniyor, acıyorum sana.’ Bense: ‘Ey şâh-ı velâyet, ayakkabılarımla senin bastığın yollara basamam ben’ derdim. Bunu duyunca: ‘Ah Şâhidî, yaktın beni’ derdi. Sultan Dîvânî Tarafından Açılan Mevlevîhaneler
Burdur, Galata(İstanbul), Eğirdir, Muğla, Sandıklı, Bağdat(Irak), Cezayir, Kahire (Mısır), Lazkiye (Suriye), Midilli (Yunanistan), Sakız (Yunanistan). Vefatı
Şâhidî İbrahim Dede’nin 1544’te yazdığı Gülşen-i Esrar’ında, Dîvâne Mehmet Çelebi’nin sağ olduğuna dair işaretler ve 1545’te bir mesnevî vakfiyesine şahâdeti; Şâhidî Dede’nin Şeyhi’nin vefatından sonra, her sene kabrini ziyaret maksadıyla Afyonkarahisar’a geldiği, muayyen bir süre kalıp döndüğü, H.957/M.1550 tarihindeki ziyaretlerinde vefat ettiği ve şeyhinin yanına gömüldüğü dikkate alınırsa, Dîvâne Mehmed Çelebi’nin H. 953/M.1546 veya H.954/M.1547 yıllarında vefat etmiş olması gerektiği söylenilebilir.
Kendisinden sonra Afyonkarahisar Mevlevî tekkesi postuna oğlu Hızır Şah oturmuştur.
1615 yılında Kütahya’da dünyaya gelen şair ve mutasavvıf Sunullah Gaybi hazretleri , halk arasında ‘ Hüda Rabbim Sultan” diye bilinir. Babasının adı Ahmed, dedesinin adı ise Beşirdir. Babası Şeyh Ahmet efendi müftü olup , ömrünün sonlarına doğru tasavvuf yoluna girmiştir. Babasının dedesi Kalburcu Şeyhi Ahmed Efendi’de evliyanın büyüklerinden ve Merkez Efendi’nin halifelerindendir. Böylece bir dervişzade , müftizade olan Sunullah, hem zahir hem batın ilimlerini öğrenerek aile ocağında ilk eğitim ve öğrenimini görmüştür. Yine aynı zamanda babasının da şeyhi olan Halveti Şeyhi Muslihuddin Efendi’den de ders almıştır.
1649 yılında İstanbul’a gelerek Oğlan Şeyh İbrahim Efendi’nin sohbet dairesinde bulunmuş ve Melamiliğe intisap etmiştir. 1655 de şeyhinin vefatı üzerine Kütahya’ya dönmüş ve kentin dışında kendine bir zaviye yapmış ve halkı irşada başlamıştır.
Sun’ullah Gaybi eserlerinde mensup olduğu iki ayrı tarikatın silsilesini kaydeder. Buna göre Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi yoluyla Bayrami-Melami, Kütahya’daki Balıklı Tekkesi’nin kurucusu ve babasının pirdaşı Muslihuddin Efendi yoluyla Halveti tarikatına mensuptur.
Sun’ullah Gaybi, Türk tasavvuf şiirinin önemli temsilcilerinden biridir. M. Fuad Köprülü onu Yunus Emre takipçileri arasında sayar. Hüseyin Vassaf, Sun’ullah’ın adının tezkirelerde zikredilmemesini mensup olduğu Bayrami-Melami geleneğine karşı olumsuz tutum dolayısıyla kendisini gizlemesine bağlar. Rıza Tevfik ise onu basit ve açık bir Türkçe ile felsefi konuları işleyebilen nadir şairlerden biri diye nitelendirir. Gaybi çoğunluğunu aruz, bir kısmını hece vezniyle yazdığı şiirlerinde tecelli, devir nazariyesi ve insan-ı kamil düşüncesi gibi tasavvufun temel konularını işlemiştir. Risale-i Halvetiyye ve Bayramiyye’nin giriş cümlelerinden Kütahya’da mülhidlik ve zındıklıkla itham edildiği anlaşılan Sun’ullah Gaybi hayatının sonlarına doğru yazdığı bazı risaleleri bu yanlış anlaşılmayı ortadan kaldırmak için kaleme almıştır. Devir nazariyesini anlattığı doksan dokuz beyitlik “Keşfü’l-gıda” manzumesi tasavvufi çevrelerde çok tanınmıştır.
Vefat tarihi tam olarak bilinmeyen Sunullah Gaybi hazretleri , son eseri Risale-i Esmayı 1676 da yazmış olduğuna göre bu tarihten sonra vefat etmiştir ve Kütahya’da musalla kabristanında sırlanmıştır.
[toggle title=”Eserleri” load=”hide”]
1. Divan. İlahi, na’t, devriye, şathiye, mi’raciyye ve münacat türü 115 manzumeyi ihtiva eder. Gaybi ve divanı üzerine Bilal Kemikli tarafından hazırlanan doktora tezi (1998, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü) basılmıştır (İstanbul 2000) . Divanın biri eksik ve hazırlayanı bilinmeyen iki neşri daha bulunmaktadır (İstanbul 1963; haz. Abdurrahman Doğan. istanbul2001 ). Kemikli neşrinin baş tarafında “Keşfü’l-gıta” manzumesi de yer almak- tadır. 2. Sohbetname. 1059-1065 (1649- 1655) yılları arasında Olanlar Şeyhi İbra him Efendi’nin sohbetlerine katılan Gaybi, İbrahim Efendi’den dinlediği sözleri derleyerek bu kitabı telif etmiştir. Bir iki cümlelik 560 paragraftan meydana gelen eser İbrahim Efendi’nin hayatı, tasavvuf anlayışı ve çevresine ilişkin en sağlam bilgileri vermesinin yanında dönemin dini-içtimai tarihine de ışık tutacak önemli bir kaynaktır. Eserin 1071 (1660) tarihli müellif hattı nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’n dedir (Hacı Mahmud Efendi. nr. 3137/1). 3. Tariku’l-hak ii teveccühi’l-mutlak. İnsan-ı kamil nazariyesi çerçevesinde kaleme alınmıştır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3ı37/2). 4. Ruhu’l- Hakika 1072’de (1661) yazılan eserde tarikatta gidilen yol ile hakikate en kolay ne şekilde ulaşılacağı meselesi ele alınmak tadır. 5. Biatname. Mürşid-mürid ilişkisi, muhabbet, zikir ve zikir çeşitleri, zikir telkini gibi konuları içerir. Kamil bir mürşid de bulunması gereken özelliklere değinilen eser Bayram’i-Melam’i geleneğinin önemli bir kaynağıdır. 6. Risflle-i Halvetiyye ve Bayramiyye. Müellif esere bir ad vermemiş. bu ad daha sonra müstensihler tarafından kaydedilmiştir. 1073’te (1662) yazılan eserin tek nüshası Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (Genel. nr. 1441/l) Şeriat, tarikat. hakikat ve marifet kavramları üzerinde duran müellifin insan, insan-ı kamil ve aşk hakkındaki görüşleri dikkat çek- mektedir. 7. Mekarimü’l-ahlf1k ii tari- ki’l-uşşak. 1072’de (1661) kaleme alınan eserde tasavvuf ve ahlak ilişkisi konu edilmektedir. 8. Akaidname. Sun’ullah Gayb’i’nin tasavvufi görüşlerini içeren eserde Sünni ulemanın tasavvufa olan ilgilerine değinilmiş, bazı mutasavvıfların inançlarında görülen sapmalara işaret edilmiştir. 9. Risale-i İlm ü Amel. Gayb’i’nin 1074 (1663) yılında yazdığı bu risale onun ilim ve amel hakkındaki görüşlerinin yanı sıra döneminin ilim anlayışını yansıtması ba- kımından önemlidir. 10. Risale-i Esma. İki bölümden oluşan eserin ilk bölümün- de isim, müsemma ve ism-i zat gibi kavramlar ele alınmış. esma-i hüsna şerhe dilmiş ve ism-i a’zamdan bahsedilmiştir. İkinci bölümde sülük, talibin izlemesi gereken yol. mürşid, aşk, erkan-ı süluk gibi konuların yanında rüya üzerinde genişçe durulmuştur.
[/toggle]
[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]
Baki Yaşar Altınok , Hacı Bayram veli ve Bayramilik Melamilik , Ahi yayınları
Abdurrezzak Tek , Melamet Risaleleri , Emin Yayınları , 2007
Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012
Tarık Velioğlu , Osmanlı’nın Manevi Sultanları , Ufuk Yayınları
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
[/toggle]
Seyyit Battal Gazi Külliyesinin giriş kapısı ; üstte yer alan kitabede; ”Essalamu Aleykum Ya Sultan Seyyid Battal gazi ” yazıyor.
Çoban Baba türbesi ; Seyyid Battal gazi’nin mezarını bulan ve 12. yüzyılın yarısında yaşamış olan Çoban Baba türbesi. Osmanlı dönenimde dergahla beraber yapılmış.
Çoban Baba türbesi ; Seyyid Battal gazi’nin mezarını bulan ve 12. yüzyılın yarısında yaşamış olan Çoban Baba türbesi. Osmanlı dönenimde dergahla beraber yapılmış.
Seyyit Battal Gazi türbesnin giriş kapısı ,
Arapça Kitabede ; ”Haze umira el-babüş-şerif Ahmed Beg Bin bin Ali Beg bin Mihal beg / Fi eyyami devletis Sultani Bayezid bin Mehmed Fatih Han. fi Tarihi 917”
” Bu şerefli kapıyı 1511 tarihinde Mehmed Han oğlu Sultan Bayezid’in hükümdarlığı zamanında Mihal Bey Oğlu Ahmed Bey tanir ettirdi. ” yazılıdır.
Kapı üzerindeki kitabe’de ise ; Haze’l makamü’ş- şerif es-sultan Seyyid Battal Gazi rahmetullahi aleyh / Bu müaberek şerefli makam Sultan Seyyid Battal Gazi’nindir. Allah’ın rahmeti üzerinde olsun.
Külliye’nin içerisine girince ikinci bölüme geçilen kapının kitabesinde ;
Haze’l-babı teceddede türbedar Miskin Dede El- Muhibbi Sultan Seyyid Battal gazi tabe serahu fi tarihi sene 921 / Bu kapıyı türbedar ve Seyyid Battal gazi – Alah toprağını güzel eylesin – muhibbi Miskin dede 1516 senesinde yeniledi.
Kardeşler Türbesi ; Mihaloğullarından Ahmed ve Mehmed Beylere ait olduğu tahmin edilen iki mezar vardır. 1511 de yapıldıuğı tahmin edilmektedir. Bir Köşesi pahlı dikdörtgen planlı ve köşe üçgenleriyle kubbeyle örtülüdür.
Kardeşler Türbesi ; Mihaloğullarından Ahmed ve Mehmed Beylere ait olduğu tahmin edilen iki mezar vardır. 1511 de yapıldıuğı tahmin edilmektedir. Bir Köşesi pahlı dikdörtgen planlı ve köşe üçgenleriyle kubbeyle örtülüdür.
Seyyid Battal Gazi ‘nin eşi Elanora
Külliyenin içerisinde yer alan caminin giriş kapısı.
Külliye’de yer alan ve Battal gazi türbesnin hemen yanında bulunan cami. Cami’nin kitabesindeki metne göre 1207-8 yıllarında Sultan I. Keyhusrev zamanında inşa edilmiş. ve Sultan II. Beyazıt zamanında yenilenmiştir.
Külliye’nin içerisinde yer alan Medrese. Ve Medrese’nin içerisindeki Ümmühan Hatun Türbesi
Külliye’nin içerisinde yer alan Medrese. Ve Medrese’nin içerisindeki Ümmühan Hatun Türbesi
Eskişehir- Seyitgazi İlçesinde Seyyit Battal Gazi Külliyesinde.
Battal Gazi Külliyesinde Ziyaret edilecek Allah Dostları ; Çoban Baba Kardeşler Türbesi Kesikbaşlar Türbesi Kadıncık Ana Türbesi Ümmühan Hatun Türbesi
Ömrünü, Bizanslılar ile savaşmakla geçiren bir İslâm kahramanı. Gazilerin önderi oluşunun yanında, dînine çok bağlı olması, onu daha da yüceltmiştir. Yenilmezliği, cömertliği ve yardım severliği yüzünden, nesilden nesile söylene gelmiş, atı ve kılıcı ile de zihinlerde yer tutmuş bir kahramandır. Türk-İslâm târihinde cihâd ruhunu temsil eden bir kahraman hâline gelmiş, üstün hâller sahibi bir kimsedir. Bu yüzden, hayâtı menkıbeleşmiştir. Çeşitli kaynaklara göre, 740 (H. 122) senesinde şehîd oldu. Anadolu’da Eskişehir’in Seyyidgâzi kazasından başlayarak, Doğu Türkistan’a kadar adına bir çok yerde türbe ve makamlar yapılmıştır.
Anadolu’da İslâmiyet için canla başla savaşması, İslâm ruhuna bürünerek onunla şekillenmesi, hayâtının destanlaşmasına sebeb olmuştur. Anadolu Türklüğünün yanı sıra, bütün Türk dünyâsına Seyyid Battal Gazi Destanı’nı kazandırmış, böylece Türk kültür târihi içinde müessir bir yer tutmuştur. Şahıs olarak destanının yanında Türk halk şiirine de geniş bir şekilde konu teşkil etmiştir. Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin bile onun makamını ziyaret ettiği rivayet edilmektedir.
İbn-ül-Esîr, El-Kâmil-fit-Târih adlı eserinde onun hakkında şöyle demektedir: “Battal Gazi, 740 (H. 122) senesinde Anadolu’da bir grup mücâhidle birlikte şehîd edildi. İsmi, Abdullah Ebü’l-Hüseyn el-Antakî’dir. Anadolu’da bir çok gazalar ve akınlar yaptı. Buralarda şan ve şöhreti yayılıp Bizans halkı arasında müthiş bir korku saldı. Bir gazasında, girdiği köyde bir kadının ağlayan çocuğuna; “Sus, yoksa seni Battal’a veririm” dediğini duydu. Çocuk durmayınca kadın, eline alıp; “Al Battal!” dedi. Oradan geçmekte olan Battal, elini uzatıp çocuğu aldı. Sonra kadına çocuğunu iade edip; “Biz, Allahü teâlânın rızâsı için O’nun güzel dînini yayarız. Kimseye zulmetmeyiz. Bilakis, mazlumları, zâlimlerin pençesinden kurtarırız” dedi. Hediyeler verip kadının korkusunu giderdi.
Battal Gazi, Abdülvehhâb Gazi ile birlikte yıllarca savaştı. Abdülvehhâb Gâzi’nin vefatından sonra da, Halîfe Abdülmelik, oğlu Mesleme ile birlikte Battal Gâzi’yi, Anadolu’ya göndererek oğlunu, Cezîre ve Şam’a emir tâyin etti. Oğluna da Battal Gâzi’yi öncü kuvvetlerin başına geçirmesini emrederek, onun güvenilir ve ahlâklı bir yiğit olduğunu söyledi. Mesleme, Battal Gâzi’yi on bin İslâm mücâhidinin başına komutan tâyin etti.
Battal Gazi, bir defasında askerleri ile beraber Bizans sınırına kadar ilerledi. Sonra da tek başına Anadolu topraklarına girdi. Günlerce yol aldı. Açlık dayanılmaz hâle geldi. Bir mikdâr bakla yedi. İshal olup zayıf düştü. Ata binemiyecek durumdaydı. Güçlükle atına binip yularını serbest bıraktı. Atının boynuna sarılıp, nereye gittiğini bilmez bir hâlde bir müddet yoluna devam etti. Kendine geldiğinde, bir manastırda olduğunu anladı. Rahibelerden biri kendisine hizmet edip ilâç içirdi. Battal iyileşti. Üç gün orada kaldı. Battal Gâzi’nin manastırda olduğunu haber alan bir papaz, arkadaşları ile onu yakalamak için geldiler. Manastırdan ayrıldığı için bulamadılar. Battal Gazi onları yolda karşıladı. Papazı öldürdü. Manastırdaki rahibeleri de onların zulmünden kurtarıp askerlerinin bulunduğu yere götürdü. Kendisine hizmet eden rahibe ile de evlendi.
Seyyid Battal Gâzi’nin hayat ve hâllerini anlatan destanlara Battal-nâme ismi verilir. Battal-nâme, islâm ruhu ile dolu Anadolu Türklerinin târihî temeller üzerine kurulmuş bir eseridir. İslâm dîninin.’ve medeniyetinin unsurları, açık bir şekilde eserde göze çarpmaktadır. Battal-nâme’nin esas fikri, tamâmiyle dînîdir. Ayrıca İran geleneklerine de rastlanmaktadır. Bu ise, mensûb olunan ortak kültürün tabiî bir neticesidir. Eserin asıl konusu, İslâm-Bizans mücâdelesinden doğmuştur. Emevî, bilhassa Abbasî ordularında Türklerin oynadığı rol düşünülünce, Bizans hududlarında ve İslâm ordularında yaşayan Türkler arasında böyle menkıbelerin varlığını kabul etmek gerekir. Battâl-nâme’de, sınırlı da olsa, eski destan üslûbunu hatırlatan bâzı yerler vardır. Masal unsurlarının çokluğu, perilerin ve devlerin bulunuşu, ayrıca halkiyat izlerine çok fazla rastlanması, eserin gerçek bir halk destanı olduğunu göstermektedir.
Bu destanın, yazılı edebiyata ne zaman ve kimin tarafından geçirildiği bilinmemektedir. Destan, idealist bir İslâm kahramanının fevkalâde vak’alarla dolu mâcerâsıdır. Destanda Battal Gazi, din uğruna yalnız Rumlar ve diğer kâfirlerle değil; sihirbazlar, devler ve cadılarla da çarpışır. Cesaret, cengâverlik, feragat yönünden eşine az rastlanan bir kahramandır. Attığı ok; taşı deler, kayaları parçalar, düşmanları perişan eder. Onu, hiç bir düşmanın kılıcı yaralayamaz. Sesi kuvvetli ve gürdür. Harbte attığı naralardan dağlar inler, düşmanlar korkularından düşüp bayılırlar. Onun Aşkar Devzâde adlı atı da kendisi gibi bir kahramandır. Gazalarda eline geçen bütün ganimeti, din uğrunda çarpışan mücâhidlere dağıtır.
Ayrıca İslâmiyet’i yayma vazifesi de vardır. Düşmanlarını müslüman olmaya çağırır, kabul etmeyenlerle harb eder.
Manzum ve mensur olarak yirminin üstünde yazması bulunan Battal-nâme’yi, yerli ve yabancı araştırmacılar çeşitli yönlerden incelemişlerdir.
Türbe-i Şerifi
Kuzey cephe penceresinin sivri kemerli alınlığı içerisinde bulunan beş satırlık sülüs kitabesinde; “Mürşidler seyyidi, gaziler başkanı, cihanın sahibi, kendisine sığınılan ulu Peygamber’in sülalesinden, merkadi; dünya ötesinin ziyaretgahı olan ulu zatın türbesidir. Bu türbeyi büyük insan ve zamanın alisi sıvattı. Allah bu türbenin tarihi için şunu ilham etti, Allah O’nu cennetin en yücesi ile müşerref etsin. Burayı Mihaloğullarından Ali Bey bina etti ve sıvattı Allah azizliğini daim etsin” yazılıdır.
Kitabeden ebced hesabıyla yapının, 849/1464-65 tarihinde inşa edildiği anlaşılmaktadır. 1464-65 tarihinin türbenin tamirine ait olduğu yolunda bir başka görüş daha bulunmaktadır.
Sekizgen planlı, tek katlı yapı, kuzeydoğu cephesinden Mihaloğulları Türbesi ‘ne, doğu cephesinden ortadaki büyük hole, güneydoğu cephesinden camiye bitişiktir. Türbenin tüm cepheleri, ince ve kalın silmelerin üç kez üstüste tekrarlandığı profilli bir saçak silmesiyle çevrelenmiştir. Saçak silmelerinin hemen üzerinde bir kaval silmenin çevrelediği onaltıgen prizma biçimli kasnak yer alır. Cepheler, kademeli üç düz silmeyle dikdörtgen biçimli çerçevelere alınmıştır. Türbenin kuzey kuzeydoğu ve kuzeybatı cephe eksenlerinde dikdörtgen biçimli, sivri kemer alınlıklı birer pencere bulunur.
Kalın bir kemerle türbeye açılan dikdörtgen planlı giriş bölümüne, hole açılan doğu duvarındaki, dikdörtgen biçimli kapıyla girilir. Bu
bölümden asıl türbe mekanına üç basamakla çıkılmaktadır. Güney duvar ekseninde yarım daire kesitli mihrap nişi bulunur. Kavsarası on sıra mukarnas dolgulu mihrap nişi, dıştan içe doğru iki kaval silme arasına yerleştirilen bir düz silmeden oluşan, profilli bir bordürle üç yandan çerçeve içerisine alınmıştır. Türbe mekanının batı ve kuzeydoğu duvar eksenlerindeki pencerelerin kuzeyinde dikdörtgen kesitli birer niş bulunur. Türbenin ortasındaki iki sandukadan güneyde yer alan yaklaşık 8 metre uzunluğunda olanı Seyyid Battal Gazi ‘ye, kuzeyde yer alanı Bizans prensesi Elenora’ ya aittir. Yapı, duvar köşelerine yerleştirilen mukarnaslarla sağlanan onaltıgen alt yapı üzerine oturtulan kubbeyle örtülmüştür. Du arlarda taş örtüde, tuğla malzeme kulanılmıştır. Duvarlarıyla kubbesi sıvanarak badanalanan yapının, süslemesi bulunmamaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de, “karye” halkını Hakk’a davet etmek için bir şehre (Karye) gelen iki elçiye destek olmak üzere bir üçüncüsünün gönderildiği, halkın bunlara karşı çıktığı, sadece şehrin uzak bir yerinden gelen bir kişinin iman edip onları desteklediği ve bu kişinin, açıkça ifade edilmemekle beraber âyetin gelişinden anlaşıldığına göre şehir halkı tarafından öldürüldüğü, onun imanı sayesinde cennete girdiği, kendisine kötülük eden şehir halkının ise bir sayha ile helâk edildiği anlatılmaktadır (Yâsîn 36/13-29).
Müfessirlere göre elçilerin adları Yuhannâ, Pavlus ve Şem‘ûnü’s-Safâ (Simun Petrus), gönderildikleri şehir ise Antakya’dır. Bunların tebliğini kabul eden mümin kişinin adı da Habîb b. Mûsâ, Habîb b. İsrâil veya Habîb b. Mer‘î’dir. Tefsir kitaplarında Habîb’in neccâr (dülger), ipekçi, kassâr (bez ağartan) veya ayakkabıcı olduğu, günlük kazancının yarısını ailesine ayırıp diğer yarısını tasadduk ettiği, cüzzam hastalığına yakalandığı için şehirden uzak bir yerde oturup ibadetle meşgul olduğu, iman ettiğini açıklayıp halkı da iman etmeye çağırınca taşlanarak, linç edilerek veya hızarla kesilerek öldürüldüğü, kesilmiş başını eline alıp yürüdüğü rivayet edilir. Kur’an’daki âyetlerin üslûbu Hz. Peygamber zamanında bu kıssanın bilindiğini göstermektedir. “Bir misal olarak şu şehir halkını onlara anlat” meâlindeki âyetle (Yâsîn 36/13) kıssa hatırlatılarak şehir halkının âkıbetinden ibret alınması öğütlenmektedir. Bu şehrin neresi olduğu, hadisenin ne zaman vuku bulduğu ve iman ettiği bildirilen şahsın kimliği konusunda hadislerde de bir bilgi bulunmamaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de Semûd kavmi (Hûd 11/67; el-Kamer 54/31), Medyen ehli (Hûd 11/94), Lût kavmi (el-Hicr 15/73) ve Ashâbü’l-Hicr (el-Hicr 15/83) gibi kavimlerin Allah’ın elçilerini dinlemedikleri için bir sayha ile helâk edildikleri belirtilmektedir. Yâsîn sûresinde söz konusu edilen şehrin bu kavimlerden birine ait olup olmadığı bilinmemektedir. Müfessirlerin olayın meydana geldiğini söyledikleri Antakya’da milâttan sonra 35 yılında bir deprem olduğu bilinmekteyse de bunun Kur’an’da anlatılan hadise ile ilgisinin tesbit edilmesi mümkün değildir.
Diğer taraftan tefsir kitaplarında elçileri bu şehre Hz. Îsâ’nın gönderdiği rivayet edilir. Hıristiyan kaynaklarında Hz. Îsâ’nın tebliğ faaliyeti esnasında Antakya’ya elçi yolladığına dair bilgi yoktur. Onun semaya urûcundan sonra Kudüs’teki hıristiyanlar tarafından bu şehre gönderilen Barnaba Tarsus’tan Saul’ü de (Pavlus) yanına çağırmış, ikisi birlikte bir yıl süre ile orada yeni dini yaymışlardır . Pavlus ile Barnaba Antakya’da iken daha sonra Simun Petrus da oraya gitmiştir. Ancak Ahd-i Cedîd’de Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan kıssaya benzer bir olay yer almamaktadır.
Ahd-i Cedîd’de sözü edilen Agabus’un Habîb en-Neccâr olduğu ileri sürülmüşse de bunu ispat edecek hiçbir delil yoktur . Agabus’la ilgili Ahd-i Cedîd’deki bilgi şöyledir: “O günlerde Yeruşalim’den Antakya’ya bazı peygamberler indiler. Bunlardan Agabus adlı biri kalkıp bütün dünya üzerinde büyük bir kıtlık olacağını Ruh vasıtasıyla bildirdi; bu da Klavdius’un günlerinde oldu” . Ahd-i Cedîd’de Agabus’un bu hadiseden sekiz yıl sonra Kaysâriye’deki faaliyetinden de bahsedilir . Grekler, Agabus’un Hz. Îsâ’nın seçtiği yetmiş şâkirdden biri olduğuna ve Antakya’da şehid edildiğine inanırlar . Ancak, Agabus şehid edilmişse de nerede öldürüldüğü bilinmemektedir.
Antakya’da Habîbünneccâr (Silpius) dağının eteklerinde, aslı bir Roma tapınağı iken Bizans döneminde kiliseye, İslâmî dönemde camiye çevrilen ve aynı adı taşıyan binanın altındaki üç mezardan birinin ona ait olduğu ileri sürülmektedir.
Vezirköprü İlçesinin 27 km batısındaki sarı alan köyünün 500 mt mesafede tepe üstünde bulunmaktadır.
TARİHÇE: Halk arasında “Sarıalan Türbesi ” şeklinde anılan türbenin kitabesi bulunmamaktadır. MİMARİ ÖZELLİKLERİ: Tarihi ve mimari özelliği olmamakla birlikte Türbe son yıllarda ön tarafına küçük bir mescit ve türbenin etrafı teller ile çevrili şekilde yeniden inşa edilmiştir.Türbeye ait sanduka bulunmamaktadır. RİVAYET: Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Sarıalan Türbesi fazla rivayet bulunmamaktadır. Genellikle çocuğu olmayan kadınlar ziyaret etmekde ve Mevladan hayırlı bir evlat istemektedirler. Türbe halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretinde bulunmak hasta olanlar içinde Allah’ın (c.c) izni ile şifa bulmak umuduyla ziyaret edilmektedir. Kaynak ; Samsun Evliyalar Atlası – Ahsen Vakfı ( Allah onlardan razı olsun)