Ahmet Süheyl Ünver Efendi’nin kabri ; İstanbul – Edirnekapı’daki Sakızağacı Kabristanı 9. Ada’da
Evliya, Sahabe, Peygamber Kabirleri
Evliya ve Sahabe


Ahmet Süheyl Ünver Efendi’nin kabri ; İstanbul – Edirnekapı’daki Sakızağacı Kabristanı 9. Ada’da
Mehmed Emin Tokadi hazretlerinin türbesi ; İstanbul -Unkapanında Zeyrek Yokuşunda dır.
” Benim vefatımdan sonra kabrime gelip bir fatiha okuyanın vücudu cehennem ateşinde yanmasın ”
İstanbul evliyâsının büyüklerinden. İsmi Mehmed Emin bin Hasan bin Ömer Nakkâş Tokâdî, lakabı Cemâleddîn, künyesi Ebü’l-Emâne ve Ebû Mansûr’dur. Aziz Mahmûd Ermevî dervişlerinden bir zâtın oğludur. 1664 (H.1075) târihinde Tokat’ta doğdu. 1745 (H.1158) târihinde İstanbul’da vefât etti. Kabr-i şerîfi, Unkapanı’na inen cadde ile Zeyrek Yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanındadır. Kendisini vesîle ederek, kabri başında yapılan duâ müstecâbdır, makbûldür. Tanıyıp sevenler kabrini ziyâret ederek feyz almakta, murâdlarına kavuşmaktadırlar.
Mehmed Emîn Efendi, ilim tahsîline memleketinde başlayıp, bir müddet ilim öğrendikten sonra, 1698 senesinde İstanbul’a geldi. Şeyhülislâm Mirzâzâde Muhammed Efendiden uzun müddet ders alıp, ilim öğrendi ve çok iyi yetişti. SonraMekke’de Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrenip, tasavvufda talebe yetiştirebilecek duruma geldi. İkinci Hicaz seferinde hadîs âlimlerinden Ahmed Nahlî’den hadîs ilmini öğrenip icâzet aldı. Ayrıca İstanbul’a ilk geldiğinde, ilim tahsili sırasında, hat yâni yazı sanatını Yedikuleli hattat Abdullah Efendiden öğrendi. Değişik hat çeşitlerinde mahâret sâhibiydi.
Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, İstanbul’a ilk geldiğinde, birkaç ay Pîrî Paşa Medresesinde ikâmet etti. Bu sırada Başrûznâmeci (Günlük gelir ve masrafların defterini tutan, ayniyât kaydı amiri) Ali Efendi adında bir zâtın oğluna ders vermeye başladı. Ayrıca kendisine Reîs-ül-Küttâb (Hâriciye vekili) makâmının yazı işlerinde kâtiplik vazifesi de verildi. Bu vazifede iken Başrûznâmeci Ali Efendi, kendi evinde bir yer ayırıp, kalması için dâvet etti. Bunun üzerine Rûznâmeci Ali Efendinin evinde kalmaya başladı. Hem kaldığı bu evde, hem de Şehzâde Câmiinde talebelere ders vermeğe başladı. İstanbul’da bulunan meşhûr âilelere mensûb kimseler de onun derslerine devâm etti. Ali İzzet Paşa ve Yeğen Muhammed Paşa bunlardandır. Etrâfında çok talebe toplandı. Üstün ve olgun hâllerini görenler, ona; “Ârif-i Muhlisi” lakabını verdiler.
Kâtiplik vazifesine ve talebelere ders vermeye bir müddet devâm ettikten sonra, Başrûznâmeci Ali Efendinin, 1702 senesinde vazifeli olarak Edirne’ye gönderilmesi üzerine, onunla birlikte Edirne’ye gitti. Orada ileri gelen birçok kimseyle görüşüp sohbet etti. Edirne’de bulundukları sırada, ders vermekte olduğu Başrûznâmeci Ali Efendinin oğlu vefât etti. Bunun üzerine ders vermekten vazgeçerek, bulunduğu vazifeden de ayrılıp, hacca gitmeğe karar verdi. Karar verdiği günün sabâhı, Edirne’deSaraçhâne yakınındaki çalıştığı dâiresine gitmek üzere evden çıkmıştı. Yolu meşhûr Kâdirî şeyhi ve büyük bir zât olanKasabzâde Muhammed Efendinin dergâhına uğradı. Oraya yaklaşınca, Muhammed Efendinin oğlu Abdülkâdir Efendinin, dergâhın önünde beklediğini gördü. Abdülkâdir Efendi, yanına yaklaşıp; “Babam sizi dergâhta bekliyor, buyursun bir kahve içelim diyor.” dedi. Bu dâvet üzerine Kasabzâde Muhammed Efendinin yanına gidip elini öptü. O da; “Safâ geldiniz Hacı Emîn Efendi.” dedi ve elinden tutup odasına götürdü. Oturup sohbete başladıkları sırada, Mehmed Emîn Efendi; “Elhamdülillah bizi hacc-ı şerîf ile müjdelediniz.” deyince, Muhammed Efendi; “Evet, siz bu gece hacca gitmeye niyet ettiniz biz de tebrik ettik.” deyip sohbete başladı. Sohbet sırasında Mehmed Emîn Efendiye, fıtraten yüksek bir kâbiliyete sâhib olduğunu ve çok büyük nîmetlere kavuşacağını müjdeledi. Mekke’ye varınca, evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretlerinin yetiştirdiği yedi bin büyük evliyâdan biri olan Ahmed Yekdest Cüryânî’nin huzûruna gitmesini, kendisinin de selâmını ve hürmetlerini arzederek, onun talebesi olmasını tavsiye etti.
Mehmed Emîn Efendi, bu zâtın yanından ayrıldıktan sonra,Başrûznâmeci Ali Efendiye de gidip hacca gideceğini söyledi.Ali Efendi memnun olup, ona yolda harcaması için bir miktar para verdi. Mehmed Emîn Efendi, bundan sonra birkaç gün içinde bütün dostlarıyla vedâlaşıp, İstanbul’a gitmek üzere yola çıktı. İstanbul’a ulaşınca, hacıları götürecek gemiye bindi. On günde Kâhire’ye vardı. Oradan da bir kâfile ile Mekke’ye hareket etti. Mehmed Emîn Efendinin, hayâtının önemli bir safhası, Mekke’ye bu ilk gidişi ile başladı. Çünkü, orada madde ve mânâ ilimlerinde yükselmiş, büyük rehber ve zamânının en kıymetli âlimlerinden biri olan Ahmed Yekdest Cüryânî’yi tanıyıp, ona talebe oldu.Derslerine ve sohbetine üç yıl devâm edip, kemâle ulaştı. Bu hususta o zâttan icâzet, diploma aldı.
Hayâtında önemli bir dönüm noktası olan bu hocasıyla tanışmasını bizzat kendisi şöyle anlatır: “Mekke’ye varınca, ilk gün, Kâbe’yi tavâf ve ziyâretle geçti. Ertesi gün sabah namazını Harem-i şerîfde (Kâbe’nin yanında) kıldıktan sonra dışarı çıkacağım sırada, Harem-i şerîfin bir köşesinde otuza yakın kimsenin bir halka hâlinde oturduklarını gördüm. Niçin böyle halka olmuşlar acabâ, ders için hocalarını mı bekliyorlar diyerek yanlarına yaklaşıp oturdum. Hepsinin başlarını eğip edeble oturduklarını gördüm. Ben de oturup başımı eğerek bekledim. Bir ara başımı kaldırıp baktığımda, halkanın ortasında duran bir zâtı karşımda gördüm. Dikkatle bana bakıyordu. Bakışlarından ve heybetinden ürperip başımı eğip gözlerimi yumdum. Bir müddet daha öyle durduktan sonra yine dikkatle bana baktığını gördüm. Sonra o zât ellerini kaldırıp duâ etti. Duâdan sonra Fâtiha okundu ve herkes kalkıp dağılmağa başladı. Ben de kalkıp giderken o mübârek zât bana yaklaştı, yanıma gelip selâm verdi ve; “Hoş geldin Emîn Efendi.” dedi. Hâlimi hatırımı sordu. Sonra beni yanına alıp, Harem-i şerîfin yakınında bulunan evine götürdü. İçeri girip oturduktan biraz sonra hizmetçisi sofrayı kurdu. Sofrada sıcak bir ekmek ve fincan içinde içecek bir şey vardı. O mübârek zât ellerini ekmeğe uzatınca, bir elinin bileğinden kesik olduğunu gördüm. Hemen Edirne’deki Şeyh Muhammed Efendinin tavsiyesi aklıma geldi ve bahsettiğinin bu mübârek zât olduğunu anladım. Fakat o anda selâmını söylemeyi unutmuşum. Yemekten sonra yolculuğumdan, geçip geldiğim yerlerden sorup cevap aldıktan sonra; “Edirne’de size emânet edilen şeyi unuttunuz” buyurdu. Hemen Edirne’deki Muhammed Efendinin selâmını hatırladım ve söyledim. O da muhabbet ve sürûr içinde selâmı aldı. Artık beni talebeliğe kabûl edip, ders vermeye başladı ve Allahü teâlânın ismini zikretmemi söyledi. Sonra da şu beyti okudu:
Otuz kırk yıl geçince eylemiş tahkîk Hâkânî
Ki bir dem Hakkı zikretmek değer mülk-i Süleymânı.
Bundan sonra dille anlatılmaz hâllere ve nîmetlere kavuştum. Fârisî bildiğim için, ekseriyetle Fârisî kelimelerle konuşurdu. Benden iki sene önce huzûruna gelen Tatar Ahmed Efendi adında bir zât ona hizmet etmekteydi. Ben huzûruna kavuşunca, Tatar Ahmed Efendiyi Medîne’de bulunan ve orada insanlara rehberlik yapan talebesi Abdürrahîm Buhârî’nin hizmetine gönderdi. Sonra benim İstanbul’a döneceğim sırada, Tatar Ahmed Efendiyi tekrar Mekke’ye çağırıp, icâzet verip, Anadolu’ya insanları irşâd için gönderdi.
1702 senesi hac mevsiminden, 1705 senesi hac mevsimine kadar, üç sene, Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerinin hizmetinde, derslerinde ve sohbetlerinde bulundum. Nihâyet 1705 senesinde hacıların dönmesi sırasında, hocamın izni üzerine İstanbul’a döndüm.” (Bkz. Ahmed Yekdest Cüryânî)
Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, hocası Ahmed Yekdest hazretlerinin sohbetlerinde yetişip, tasavvufda yüksek derecelere ulaştıktan sonra İstanbul’a dönünce, hocasının talebelerinden Muhammed Kumul Efendinin evine yerleşti ve İstanbul’da beş sene daha kaldı. Bu sırada Nakşibendî, Kâdirî, Şâzilî, Şettârî yollarında yetişmiş bulunuyordu. İstanbul’da kaldığı bu beş sene müddetince Şehzâde Câmiinde ve Sultan Mahmûd Câmiinde talebelere ders verdi. Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden Muhammed Kumul Efendi, Mevlânâ Hâce Ziyâüddîn, Halvetî büyüklerinden Mevlânâ Şeyh Îsâ-yı Mahvî ve Sünbüliyye meşhûrlarından Seyyid Nûreddîn Sünbülî ile sohbet etti. Sonra Muhammed Kumul Efendi ile önce Habeş eyâletine sonra Kudüs’e gitti. Oradan da Mekke ve Medîne’ye gitti. Bu esnâda hocası Ahmed-i Yekdest hazretleri vefât etmiş ve dört sene geçmiş idi.
Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri altı sene süren bu seferi esnâsında, Kudüs’te Ahmed Nahlî’den hadîs ilminde icâzet aldı. Medîne-i münevverede Abdürrahîm Buharî ve Beşîr Ağa ile sohbetlerde bulundu. Ayrıca Şeyh Ahmed el-Benâî Dimyâtî’den, Mevlânâ Hüseyin Alemî er-Rufâî’den de hadîs rivâyeti icâzeti aldı. Remle şehrinde Kutbülebdâl Şeyh Cumâ hazretleri ile de sohbette bulundu. 1717 senesinde Hicaz’dan İstanbul’a döndü. İstanbul’a dönünce, Muhammed Kumul Efendinin evinde üç sene daha ikâmet etti. Bundan sonra Muhammed Kumul Efendinin vefâtı üzerine Filyokuşu’nda bir ev kirâladı ve evlenip orada oturdu. İlim ve mârifet yaymaya devâm etti. Bir ara Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin türbesinde türbedârlık yaptı. Bu sırada âlim, fâdıl ve sâlih zâtlar onun sohbetine koştular. Bundan sonra da Peygamber efendimizin türbesinde, Ravda-i mutahherada hizmet etme vazifesi verildi. Bu vazifeye tâyin edilince, kavuştuğu nîmete şükrederek; “İki cihan sultânının türbesinde bekçi ve hizmetçi oldun. O’nun yüksek kapısının süpürgecisini, Mevlâ mahrûm eylemez, zarara uğratmaz. Cihânın sultânı olan Resûlullah’ın hizmetçisini kimse incitmez. Ey Emîn (sana müjdeler olsun)! Resûlullah efendimizin kapısında zâhiren ve bâtınen hizmetçi olmakla şereflendin.” mânâsında da bir şiir söyledi.
Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin talebesi Seyyid Yahyâ Efendiden naklen, talebesi Seyyid Hasîb Efendi anlatır: “Bursa’da bulunan Şeyh İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri, vefâtına yakın bir zamanda, talebelerinden; İvaz Mehmed Paşayı, Yeğen Mehmed Paşayı ve el-Hâc Ahmed Paşayı Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine gönderip, tasavvufta yetiştirilmesini ricâ etmişti. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri bu ricâyı kabûl edip, gönderdiği bu üç talebeyle ilgilendi. Bunlardan YeğenMehmed Paşa, çeşitli vazîfelerde bulunduktan sonra, 1737 senesinde Nemçe (Avusturya) seferini yapmakla görevlendirildi. Yeğen Mehmed Paşa bu sırada Sultan Birinci Mahmûd Hânın vezîr-i âzamı idi.
Yeğen Mehmed Paşa, İstanbul’dan hareket etmeden önce, Aksaray civârında oturmakta olan kızının evini MehmedEmîn Tokâdî hazretlerine tahsis edip, oraya dâvet etti. Mehmed Emîn Tokâdî de kabûl edip, orayı teşrif etti. Burada ikâmet ettiği sırada Yeğen Mehmed Paşa sık sık ziyâretine gidip, sohbetinde bulunurdu. Huzûruna girerken pâdişâhın huzûruna girer gibi edeb ve hürmet gösterirdi. Mehmed Emîn Efendi, ona latîfe yollu takılırdı. Fakat o dâimâ edeb ve hürmetle huzûrunda dururdu. Yeğen Mehmed Paşa, çıkacağı Avusturya seferi ile ilgili yaptığı hazırlıkları anlatıp duâ istedi.Mehmed Emîn Efendi de, gözyaşı dökerek zafere kavuşması için duâ etti.
Yeğen Mehmed Paşa, sefer devâm ettiği müddetçe, Mehmed Emîn Efendinin, tahsis ettiği evde ikâmet etmesini arzu ediyordu. Sefer için ordunun hazırlanıp, Dâvûd Paşa semtine hareket edeceği sırada, tekrar ziyâretine gelmişti. Mehmed Emîn Efendi, sefer başlayınca kendi evine döneceğini söyledi. Bunun üzerine Yeğen Mehmed Paşa pek ziyâde üzülüp, tahsis ettiği bu evde kalmasını ve sefer boyunca duâ etmesini, böylece zafere kavuşacağını çok ümid ettiğini söyledi. Hattâ, tahsis ettiği bu evden ayrıldıklarını duyduğu yerde, vazifesinden istifâ edip, seferden de vazgeçeceğini söyledi. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi, Vezîr-i âzam Yeğen Mehmed Paşayı kucaklayıp bağrına bastı. Bir müddet böylece tuttu. Sonra ağlayarak zafer kazanmaları için duâ etti. Fâtiha-i şerîfe okudu. Bundan sonra biraz daha sohbet ettiler. Sohbet sırasında yeğen Mehmed Paşaya; “Bizi eve dâvet edip getirmeni sana kim tavsiye etti?” dedi. O da; “İşlerin çokluğu sebebiyle benim hatırıma böyle bir şey gelmemişti. Fakat Dârüsseâde ağası (İstanbul vâlisi) Beşîr Ağa birâderiniz hatırlattı.” dedi. Yeğen Mehmed Paşa, çok sevdiği hocası Mehmed Emîn Efendinin duâsını alarak, Avusturya seferine çıkmak üzere evden ayrıldı.
Osmanlı ordusu, Vezîr-i âzam Yeğen Mehmed Paşa komutasında Avusturya seferine çıktıktan sonra, Mehmed Emîn Efendi, ordunun zafere ulaşması için çok duâ etti. Hattâ geceleri uyumayıp zafer için duâ edip yalvardı. Bu hâl yirmi günden fazla devâm etti. Bu sebeple tedâviye ihtiyâç duyacak derecede rahatsızlandı. Talebesi Seyyid Yahyâ diyor ki: “Bir sabah huzûruna gittiğimde, hastalanmış gördüm. Benden ilâç istedi, temin ettim. İlâcı kullandı. Sonra berâberce, talebelerinden Kafesdâr Abdülbâkî Efendinin evine gittik. Bu talebesi, Mehmed Emîn Efendinin neşeli hâlini görünce bana; “Hamdolsun İslâm askeri mansur ve muzaffer olmuştur. İnşâallah birkaç güne kadar fütûhât haberi gelir!” dedi. Sonra dostlara ziyâfet ve sadakalar verdi. Dört gün sonra Tatarlar, Ada kalesinin İslâm ordusu tarafından fethedildiği haberini getirdiler. Bundan sonra, İslâm askeri İstanbul’a geldi. Herkes birbirinin gazâsını tebrik etti. Yeğen Mehmed Paşa, Mehmed Emîn Efendinin ziyâretine geldi, ağlayarak mübârek ayaklarına kapandı. Her ikisi de bir müddet ağladılar. Paşa, Efendinin âdetini bildiğinden, seferde olanları anlattı. Koynundan iki atlas kese altın çıkarıp, seferde iken fakirlere vermek üzere adadığını bildirdi ve fakirlere dağıtmalarını ricâ etti. Mehmed Emîn Efendi de onların bu adağını övdü ve netîce verdiğini bildirdi. Kendilerinin halleri ve meşgûl olmaları dolayısı ile, bunu bizzat kendisinin dağıtmalarının daha çabuk ve kolay olacağını söyledi. “Haftada iki gün tebdîl-i kıyâfetle (kıyâfet değiştirerek) çık. Her çıktığında cebini doldur. Yedikule civârından başla. Orada çok fakir evi vardır. Kapılarını çal. Kim çıkarsa saymadan eline ne gelirse ver. Ve böyle kapı çalarak devâm et. İnşâallah iki haftada dağıtırsın. Şimdi biz versek, hâlimizce vermemiz îcâb eder. Geç verilir. Çok versek halk alışır. Hep umarlar. Böyle hareket bize yakışmaz” buyurarak, keseleri zorla yine Paşaya verdi. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri birkaç gün sonra kendi evine döndü.”
Hattat Muhammed Râsim Efendi anlatır; “Cennetmekân Üçüncü Ahmed Hânın vefâtından sonra, şöyle bir rüyâ gördüm. Geniş bir sahrada orduyu hümâyûn kurulmuştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsûs bir çadır, çadırın etrafında ise büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp; “Bu ordunun kumandanı kimdir?” diye sordum. O da; “Âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâmdır.” dedi. Cehennem’e götürülecek bâzı kimseler bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefâat edilirse Cehennem’den kurtuluyordu. Yine birisine; “Peygamber efendimiz nerede bulunuyor?” diye sorduğumda; “Tepedeki büyük çadırda” dedi.Hemen çadırın yanına koştum. Çadırın kapısına vardığımda, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerini çadırın kapısında gördüm. Şefâat istiyenleri çadırın içine götürüp, getiriyordu. Çok şaşırdım. Biz bu zâtı anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına doğru getirdiklerini gördüm. “Bu kimdir?” diye sorduğumda, Sultan Ahmed’dir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, MehmedEmîn Tokâdî hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırın içine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine iltifât buyurdu. Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri; “Şefâat buyurulup affolundun, müjde olsun!” diye bağırdı. Dışarda sultanlara mahsus süslü bir at duruyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, sultânı tâzim ve hürmetle çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerin tebrikleri arasında, süratle oradan uzaklaştı.
Bu rüyâyı gördükten sonra ertesi gün talebelere hat dersi veriyordum. MehmedEmîn Efendi bâzı günler teşrif ederdi. O gün de dershânemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp elini öptüm. Bu sırada bana; “HocaEfendi, akşamki seyrâna ne dersin?” buyurdu. O gece gördüğüm rüyâyı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım. Mehmed Emîn Efendi de ağladı. Sonra şükredip bana; “Ben hayatta iken bu gibi ilâhî sırları yayarak, bizim hâlimizi teşhir etmene rızâ göstermem. Vefâtımdan sonra anlatmanda bir mahzûr yoktur.” buyurdu. Vefâtına kadar bunu kimseye anlatmadım. Vefâtından sonra güzel vasıflarını ve üstünlüğünü yâd etmek bakımından yeri geldikçe nakleder oldum.”
Seyyid Yahyâ Efendi şöyle anlatmıştır: “SultanBâyezîd Hân Câmi-i şerîfi avlusunda, oyma ustalarından Kefelizâde İbrâhim Halebî adında bir zâtın dükkanında, ilim-irfân sâhibi, kıymetli zâtlar toplanıp sohbet ederlerdi. Arasıra Mehmed Emîn Efendi de öğle namazından sonra o dükkanı teşrif eder, dostları ile çok kıymetli sohbeti olurdu. Bir gün yine böyle hoş bir sohbet sırasında medhedilen iyi vasıflı bir kâdı (hâkim) o dükkana geldi. Kâdıasker, bu kâdıya, bir meseleden dolayı dargın olduğu için, bir makâma tâyin edilmesi gerektiği hâlde ona; “Ben kâdıasker olduğum müddetçe, sana kadılık vazifesi vermem!” diyerek yemin ettiğini ağlayarak anlattı. Dükkanda bulunanlar bu hâdiseye çok üzüldü. Mehmed Emîn Efendi, yarım saat kadar başını eğip, gözleri kapalı bir vaziyette murâkabeye daldı. Sonra hakîkati gören gözlerini açıp, yardım talebi için gelen kâdıya verilmek üzere, dükkan sâhibi olan oyma ustası Kefelizâde İbrâhim Halebî’ye bir duâ târif edip yazmasını söyledi. O da yazdı. Bunu alıp mağdur kâdıya verdi. Üzerinde taşımasını söyledi. Sonra; “Doğruca kâdıasker efendiye git!” buyurup, kâdıyı gönderdi. İki-üç saat sonra kadı, sevinçle o dükkana tekrar geldi. Mehmed Emîn Efendiye büyük bir hürmetle memnûniyetle durumunu arzetti. Kendisine ne yaptığı sorulunca; “Kâdıaskerin makâmına girdim. Beni görünce birdenbire değişiverdi. Feryâd ederek; “Kâtibi çağırın.” dedi. Kâtip gelince; “Aman bir bak! Bu kâdı efendinin tâyin edilmesi için münâsib bir yer var mı?” dedi. Kâtip, kayıtları kontrol ettikten sonra; “Bir yer var ama şimdilik dolu.” dedi. Kâdıasker, kâtibe; “Olsun, hemen tâyin edelim, benim şu anda çektiğim sıkıntıyı ve tutulduğum ağırlığı bilmezsin!” dedi. Böylece tâyinim derhal yapıldı.” diye anlattı. Mehmed Emîn Efendi yazdırıp verdiği duâyı o kâdıdan geri alıp, Kefelizâde İbrâhim Halebî’ye vererek silmesini söyledi. O da alıp sildi. Kefelizâde İbrâhim Halebî şöyle demiştir: “Ben bu hâdiseden sonraMehmed Emîn Efendinin târif ettiği duâyı tekrar yazmak için belki bin defâ denedim. Bir türlü yazamadım. Sonunda o hâdisenin Mehmed Emîn Efendinin kerâmetlerinden olduğunu anladım.
Yine o anlatır; “Mehmed Emîn Efendinin her ay on beş kuruşluk geliri vardı. Bunu alıp her ay huzûruna getirirdim. Koynunda bezden bir kese vardı. Keseyi çıkarmadan ağzını açar, ben de parayı içine kordum. Bundan başka o keseye hiç para konmadığı hâlde her ay o keseden iki-üç yüz kuruştan fazla para sarfeder, fakirlere saymadan sadaka dağıtırdı. Ben buna defâlarca şâhid olmuştum. Hattâ bir gün kese eskidi değiştirelim buyurup, keseyi çıkarıp bana verdi. İçinde yedi-sekiz kuruş kadar para vardı. Bunları yeni bir keseye koyup verdim. Eski kesenin içine de beş kuruş koyup bana verdi. Ay başına on beş-yirmi gün vardı. O ayda koynundaki keseden yüz elli kuruş para sarfolundu. Ben buna hayret ederdim. Arkadaşlarımızdan da çoğu bunu bildikleri hâlde, aslâ kendisine soramazdık ve ifşâ etmezdik…”
Mehmed Emîn Efendi, hâl ve şânlarını halktan son derece gizler, talebelerini de bu tarzda yetiştirirdi. Ömrünün sonlarında arkadaşları merhum Tatar Ahmed Efendi, 1743 senesinde vefât edince, fetvâ makâmında bulunan eski şeyhülislâm Seyyid Mustafa Efendi, Tatar Ahmed Efendiden boşalan dergâha, Mehmed Emîn Efendiyi tâyin ettirdiler. Berât-ı şerîfi de, kendi mektupçuları Hamzazâde Abdullah Efendi ile gönderdiler. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi, büyük bir kırgınlık ile doğru şeyhülislâm efendinin huzûruna gidip; “Sultânım, mâlûmunuz ben meşîhat erbâbından değilim. İnâyet buyurun, şeyhlere âit alâmetlerden ne nişânım varsa, müstehak olmadığım hâlde tevcih etmişlerdir. Boşalan bir medrese varsa beni oraya müderris tâyin etmeyi ihsân buyurunuz.” gibi özür beyân ederek, o dergâha gitmek istemedi ise de, şeyhülislâm; “Emîn Efendi kardeşim, biz sizi biliriz ve pîrdaşımızsınız. Ömürlerimiz sonuna yaklaştı, hâlinizi gizliyorsunuz. Mızrak çuvala sığmaz, gizlenme konağını geçeli otuz yıl oldu. Fayda yoktur, tevcih (tâyin) pâdişâhındır. Kabûl etmemiz lâzım. Kabûl etmemek, ülu’l-emre itâat etmemek demek olur.” deyince; “Efendim; evimde oturmak şartıyla kabûl ederim. Böylece müsâade buyurulur ise emir sizindir.” diye berâtı kabûl etti. Sonra ağlayarak şeyhülislâmla vedâlaştı. Gerçekten tekkeye taşınmayıp evlerinde kaldılar.
Mehmed Emîn Efendi, Resûlullah efendimizin mihmândârı Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin türbesinde türbedâr olarak vazife almıştı. Fakat ziyâretçilerin hallerini beğenmeyip, birkaç ay sonra bu vazifeden ayrıldı.
Bir defâ Kâbe’de Rükn-i Yemânî’de yaslanmışken, bir kerre Mısır’da ve bir kerre deİstanbul’da FâtihCâmii civârında Hızır aleyhisselâm ile görüşmüştür. Yüzüğünde “Emîn-i sırr-ı Hak ârif Muhammed” yazılıydı.
Sultan Birinci Mahmûd Hanın İran üzerine ordu gönderdiği sırada, Mehmed Emin Tokâdî hazretleri bir sabah vakti talebelerinden İshakzâde Yahyâ Efendinin evine gitti. Mübârek gözleri âdetâ kan çanağına dönmüştü. “Benim için bir oda ayırınız!” dedi. Sonra kendisi için ayrılan odaya girip, orada tefekküre, murâkabeye başladı. O gün ikindi namazı vaktinde abdest ve namaz için dışarı çıktı. Talebesi; “Bir mikdâr yemek yeseniz münâsib olurdu efendim.” deyince; “Yok Yahyâ Efendi. Ben senden yemek isteyecek vakti bilirim.” buyurup, tekrar odasına girdi. Ertesi gün ikindi vaktine doğru neşeli bir halde dışarı çıkıp; “Elhamdülillah! Allahü teâlâ duâlarımı kabûl buyurdu. Şu anda Mahmûd Han zafere ulaştı. Sultan Mahmûd’dan çok ikrâm gördüm. Şimdi de ona duâ ederek zafere ulaşmasına vesîle olduk. Böylece hakkını ödedik. Bu günü bu saati bir yere yazınız.” buyurdu.
Daha sonra Sultan Mahmûd’un zafere ulaştığı haberi geldi. Tam Mehmed Emin Tokâdî hazretlerinin zafere ulaştığını müjdelediği gün ve saate rastlıyordu.
Sultan Bâyezîd hamamında tellaklık yapan bir Arnavud, bâzı töhmetler sebebiyle terbiye edilmesi için Ağa kapısında bulunuyordu. Bu Arnavud, Mehmed Emîn Efendiye düşman olup, suikast yapmak için gece gündüz tâkib ediyordu. Yine bir gün bu maksatla pazarda dolaşırken, Mehmed Emîn Efendiye bir köşe başında rastladı. Arkasından yavaş yavaş yaklaşıp benden haberi yoktur diyerek, belindeki kocaman bir bıçağı eline alıp arkadan vurmak için kaldırdı. Bu sırada Mehmed Emîn Efendi; “VurmaArnavud!” dedi. Kendisini hiç görmediği ve arkaya dönmediği halde böyle söylemesi Arnavud’u şaşkına çevirdi ve Arnavud titremeye başladı. Olduğu yerde dona kaldı. Biraz gittikten sonra toparlanıp beni nasıl olsa görmedi diyerek tekrar peşinden tâkib edip, yaklaştı. Elindeki bıçağı arkadan vurmak için kaldırdı. Yine; “Dur Arnavud!” deyip onu uyarınca, korkup vurmaktan vazgeçti. Mehmed Emîn Efendi hiç arkasına bakmadan yoluna devâm etti. Ancak Arnavud vazgeçmeyip üçüncü defâ peşinden yaklaştı. “Ne olacak vurma dese de dinlemeyip vururum.” dedi. Yine bıçağı kaldırıp vurmak istedi. Bu sırada Mehmed Emîn Efendi hiç arkasına dönmeden işin farkına varıp; “Arnavud elin öylece kalsın!” dedi. Bunun üzerine Arnavud’un eli başı üstünde havada dona kaldı. Hiç kıpırdatamıyordu. Kolunu oynatamadığını gören Arnavud, korkuya ve dehşete kapılıp; “Aman efendim! Affeyleyin.” diyerek feryâda başladı. Bunun üzerine MehmedEmîn Efendi; “Bak bre habîs, nedir bu senin ettiğin! Bizi görmez mi zannedersin? Bak şimdi ne hâle düştün?” dedi. Arnavud; “Aman efendim! Bir daha böyle işler yapmayayım.” deyince; “Koy bıçağını beline.” dedi. Arnavud bıçağı beline koyup Mehmed Emîn Efendinin ayaklarına kapandı. Bundan sonra günahlarına tövbe edip, Mehmed Emîn Efendinin sohbetlerine devâm etti. Zamanla makbul talebelerinden oldu.
Seyyid Yahyâ Efendi şöyle anlatır: “Babam yeniçeriler ocağına mensûb olduğundan, Mora yarımadasının fethi târihi olan 1715’te kapıkulu talebelerine katıldım. Sonra da İslâm askerinin Belgrad’dan dönüşünde İstanbul’da kâtiplik vazifesi yapmama izin vermeleri üzerine, sabah hocam Mehmed Emîn Efendinin huzûrundan ayrılıp, Ağakapısı’na gidip, ikindiden sonra dönüyordum. Bu hâl üzere devâm etmekteyken, 1745 senesi Recep ayında hocam Mehmed Emîn Efendinin göğsünde küçük bir sivilce çıkıp, rahatsızlanmasına sebep oldu. Bunun üzerine bizim evi teşrîf edip, bir hafta müddetle dostlarımızla kaldı. Göğsünde çıkan sivilceye bâzı merhemler sürerek tedâvi etmeye çalıştık. Fakat gün geçtikce ağırlaştı. Sonra kendi evlerine döndüğünde, bir sivilce de omuzlarında çıktı. Tabibleri getirip gösterdiğimizde, o sivilcenin şirpençe olduğu anlaşıldı. İhtimamla, dikkatle tedâvi etmeye başladık. Aradan kırk elli gün geçti. Fakat bir türlü iyileşme alâmeti göremedik. Nihâyet bu hâlde iken vefât etti.
Vefâtını işiten büyük zâtlar toplandı. Mehmed Emîn Efendinin talebesi olanBaklalıCâmii imâmı el-Hâc Muhammed Efendi o gece bir rüyâ gördü. Mehmed Emîn Efendi, ona rüyâsında; “Yarın gel, benim cenâzemi yıka!” buyurduğundan, sabahleyin hocalarının evine gelip durumu gördü ve rüyâsını anlattı. Himmetzâde merhûm Abdüssamed Efendinin dâmâdı Ordu şeyhi Abdülhalîm Efendi, cenâzesini yıkamak için gelmişti. Baklalı Câmii imâmı Muhammed Efendi bu vazifenin kendisine verildiğini söyleyince, Abdülhalîm Efendi gasl işini bırakıp su dökme hizmetini yaptı. Abdülhalîm Efendi ile, el-Hâc Muhammed Efendi cenâzesini yıkayıp kefenlediler. Sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân Câmiinde cenâze namazı kılınıp, evinin yakınında Pîrî Paşa Medresesi önündeki kabristana defnedildi.
Mehmed Emîn Efendi, İstanbul’a ilk geldiğinde bir ay Pîrî Paşa Medresesinde kalmıştı ve orayı sevmişti. Ne zaman bu medresenin önündeki mezârlığın yanından geçse durup, orada medfûn bulunanların rûhuna Fâtiha-i şerîfe okurdu. Yanındakilere de; “Burada her zaman böyle duâ ediniz.” derdi. Vefât edince kendisi de oraya defnedildi.
Mehmed Emîn Efendinin alnı açık ve nûrlu, kaşları yay gibi ve araları açık, gözleri iri, parlak ve elâ idi. Burnu düzgün ve doğru, yanakları ne etli ne de zayıftı. Bıyıkları ile kaşları aynıydı. Sakalı yuvarlak ve beyazdı. Uzuvları düzgün, yürüyüşü Resûlullah efendimizin sünnetine uygundu. Konuşması tatlı ve tesirli, sesi gür olup, Dâvûdî idi. Şefkati çok, yetişmiş ve yetiştiren büyük bir mürşid-i kâmildi. Son derece mütevâzi davranır ve hâllerini dâimâ gizlerdi. Talebeleri ile yakından ilgilenir, müşkillerini çözüp, tesellî ve ferahlık verirdi. Meclisinde herkesin anlayışına göre konuşur, her ilmin, her fennin hakîkat ve inceliklerinden de bahsederdi. Kıymetli tefsir kitaplarından söz açınca, kitaba bakmadan ibâreyi aynen okurdu. Buhârî ve Müslim kitaplarındaki hadîs-i şerîfleri de böylece ezberden okurdu.
İbâdet ve tâatlarını son derece gizlemeğe çalışır, giyinişinde, kıyâfetinde husûsî bir elbise veya kıyâfet giymeyip, bu hususta halkın giydiklerini tercih ederdi.
Kendisinden nasihat isteyenlere dâimâ; “Önce şunu iyi bilmelidir: Müminlere önce lâzım olan, Ehl-i sünnet ve cemâat âlimlerinin bildirdikleri şekilde îtikâd etmektir. Çünkü doğru îtikâd, herkes için temeldir. Temel olmayınca binâ olmaz. Doğru îtikad her şeyden önce geldiği için, önce onu söylüyoruz. Ehl-i sünnet ve cemâat; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn efendilerimiz, müctehid imâmlar ve kıyâmete kadar onlara tam olarak tâbi olanlardır.” buyurdu.
Her sene vasiyetini yazmak âdeti idi. Vasiyeti şöyledir:
Allahü teâlâya hamd, kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan şefâatçımız Muhammed sallallahü aleyhi ve selleme, âline (akrabâlarına), Eshâbına (arkadaşlarına), bütün nebî ve resûllere salât, hayır duâlar olsun. Allahü teâlâdan günahlarımın affını ve beni bağışlamasını dilerim. Allah’ım! Beni bağışla. Âmentü billahi ve melâiketihi ve kütübihi ve rusûlihi velyevmilâhiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minellahi teâlâ ve’lba’sü ba’delmevt Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh (Allahü teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye, inandım. Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve resûlüdür.) Bu şehâdet (îmân) üzere yaşarız, bunun üzerine ölürüz ve bunun üzerine diriliriz, inşâallah. Allahü teâlâdan Rab olarak, İslâmiyetten din olarak, Muhammed aleyhisselâmdan Peygamber olarak, Kur’ân-ı kerîmden imam olarak, Kâbe’den kıble olarak, namaz, oruç, hac, zekât ve Kelime-i şehâdetten farîza (farz, emir, vazife) olarak, müminlerden kardeş olarak, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül-Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn ve Ali Murtezâ’dan imâmlar rehberler olarak râzı oldum. (Onları bu şekilde beğendim ve kabûl ettim). Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.
Allahü teâlâ günahlarımızın şefâatçısı Muhammed sallallahü aleyhi ve selleme, O’nun temiz âline ve eshâbına, bütün nebîlere ve resûllere (peygamberlere), onların âl (akrabâ) ve eshâbına (arkadaşlarına) salât, hayır duâlar olsun. Allahü teâlâ, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin bütün eshâbından, dört müctehid imâmdan, şehîdlerden, sâlihlerden, evliyâdan, takvâ sâhiplerinden, zikredenlerden, büyüklerimizden ve bütün bu yolda bulunanlardan râzı olsun.
Bu hakîr, günahkâr, aslen Tokat’ta doğdum. Elli seneye yakın İstanbul’da yerleşmiş bulunmaktayım. Îtikâdda mezhebim, Ehl-i sünnet vel cemâat olan Ebû Mansur Mâturidî’nin mezhebidir. Amelde mezhebim, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin mezhebidir. Meşhûr, bilinen ismim Muhammed Emîn, künyem Ebü’l-Mansûr, Ebü’l-Eman’dır. Babam Tokat sâkinlerinden Hasan bin Ömer’dir. Sevdiklerime ve dostlarıma vasiyetim şudur: Bu kusurlu kulu hatırlarından çıkarmayıp, Kur’ân-ı kerîm okuyup, rûhuma hediyeden, hayır duâdan unutmayalar. Malımın en temizinden, helâlinden yüz kuruşu techîz ve tekfinime ve yirmi iki kuruş iskatıma sarf edeler.
Vârislerime, ehlime (âileme) vasiyetim şudur: Dostların sözlerine râzı olup, mahkemeye gitmeyeler. Birbirine rızâ gösterip, mücâdele ve muhâsama itmeyeler (çekişmeyeler). Herkes biliyor ki, dünyâ fâni, âhiret bâkîdir. Allahü teâlâyı zikre, anıp, hatırlamaya çok gayret edip, çalışalar. Çünkü, bütün saâdetlerin başı budur. Herkese gönül hoşluğu ile kıyâmete kadar hakkımı helâl ettim. Kimsede hakkım yoktur. Mürüvvet ve insanlık, kerem, cömertlik, asâlet ve yardım odur ki, tanıyan ve tanımayan dostlar ve başkaları dahi âhiret hakkını helâl ve hayır duâdan unutmayıp, hayır ile iyilikle şehâdet edeler. Vesselâm.
Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin; Arapça, Türkçe ve Farsça eserleri vardır. Eserlerinden bir kısmı şunlardır: 1) İrşâd-üs-Sâlikîn, 2) Risâlet-ül-Etvâr, 3) Şerh-ı Kasîde-i Askalânî, 4) Tuhfet-üt-Tullâb, 5) Hulâsa-ı Tarîkat, 6) Risâle-i Rûhiyye, 7) Sıyânet-i Dervîşân fî Bahsi Deverân-ı Sûfiyyân, 8) Suâl-Cevâb, 9) Metâli’ ul-Meserrât Tercümesi, 10) İbn-i Hacer Askalânî’nin,Savâ’ik-ı Muhrika adlı eserinin tercümesi. 11) İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin Risâle-i Emânet Tercümesi, 12) Risâle-i Sülûk, 13) Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin; “Ân hayâlâtî ki dâm-ı evliyâest” mısra’ı ile başlayan beytini de şerh etmiş, açıklamıştır.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
SÖZ GERİ DÖNMEZ
Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin İstanbul’da insanları irşâd ile meşgûl olduğu ve insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretip saâdete ermeleri için rehberlik yaptığı sıralarda İstanbul’da Antepli ismiyle meşhur bir vâz hocası vardı. Bu kimse çok inatçı olup, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin büyüklüğüne, evliyâ ve mürşid-i kâmil olduğuna inanmaz ve konuştuğu meclislerde uygunsuz sözler söylerdi. Bir gün bu hoca, Unkapanı’nda bir çeşmede yüzünü yıkıyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri de oradan geçiyordu. Antepli vâizin yakınlarından biri; “İşte bu gelen, Tokâdî Emîn Efendidir!” diyerek gösterdi. Antebli vâiz alaylı bir tavırla ona baktı ve birşeyler söyledi. Mehmed Emîn Efendi yanlarına gelip selâm verdi. Bu sırada Antebli hoca başını kaldırıp; “Bak Şeyh Efendi, benim gözlerim ağrıyor. Bana bir nefes eyle de gözlerimin ağrısı geçsin.” diyerek alay etti. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi; “Kör ol!” dedi ve oradan geçip gitti. Antepli hocanın gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladı. Mehmed Emîn Efendinin talebelerinden bâzıları Antepli hocanın yanına yaklaşıp; “Sen hocamıza karşı edepsizlik yaparak alay ettin! O da sana nefes etti. Sen artık kör olursun bunu bilesin.” dediler. Antepli hoca yaptığı edepsizliğin farkına varıp Mehmed Emîn Efendinin evini öğrenip huzûruna gitti. Ayaklarına kapanıp; “Aman efendim kusurumu affedin.” diye yalvardı. Bu yalvarması üzerine; “Hayır söz geri dönmez! Sonra yerine gözümüzün birini vermek gerekir.” buyurdu. Antepli hoca bu sözleri işitince, o kadar çok yalvarıp özür diledi ki, Mehmed Emîn Efendi; “Hoş! Şimdi hiç olmazsa bâri bir nebzecik.” dedi. Bundan sonra Antepli hoca on altı ay devamlı göz ağrısı çekti. Daha sonra Mehmed Emîn Efendinin duâsı ile göz ağrısından kurtuldu. Bu hâdiseden sonra ona son derece bağlı ve hürmetli, edepli oldu. Hattâ meclislerde, toplantılarda ve vâzlarından sonra; “Tokatlı Mehmed Emîn Efendimiz cennetliktir. Onun ayağının tozu toprağı olayım.” der, böylece ona olan inancını ve sevgisini dile getirirdi.
ASIL MAKSAD
Mehmed Emîn Efendi, talebelerinden birine yazdığı bir mektupta şöyle buyurdu:
“Bu âleme niçin gelindiğini, asıl maksadın Allahü teâlâya kulluk olduğunu bilmelidir. Can bedende iken mârifetullahı isteyip, dünyâ ve âhiret seâdetine mazhar olmalıdır.
Dünyâ dostu, mal dostu, güzellik dostu ve diğer şeylerin dostu çoktur. Allah dostu, İksir-i âzam (her derde devâ) gibi nâdir bulunan çok kıymetli bir şeydir.
Bir nefesde iki nîmet vardır. Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır. Yirmi dört saatte, her saate bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere kırk sekiz bin şükür olur. Bir insan bütün işlerini bıraksa, şükür şükür diyerek Allahü teâlâya hamd ve şükretse yine şükrün hakkını edâ edemez. Mâlûm oldu ki, Allahü teâlâya şükrün binde birini edâ edemez.”
KAYNAKLAR
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1155
2) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.39
3) Tuhfe-i Hattâtîn; s.9, 10, 11, 400
4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.36
5) Hadîkat-ül-Cevâmi; c.1, s.46, 137
6) Risâle-i Sülûk (Mehmed Emîn Tokâdî) Âtıf Efendi Kütüphânesi, No: 283 varak 19-a,b
7) Tezkire-i Sâlim; s.97
8) Tezkire-i Şu’arây-ı Âmid; s.98
9) Risâle (Mehmed Emîn Tokâdî), Süleymâniye Kütüphânesi, Es’ad Efendi Bölümü, No: 3430
10) Risâle, Mehmed Emin Tokâdî’nin Menâkıbı (Seyyid Yahyâ Efendi)
11) Menâkıb-ı Mehmed Emin Tokâdî, Millet Kütüphânesi, Ali Emîri Şer’iyye Kısmı, No: 1018, v.23
12) Üniversite Kütüphânesi T.Y., No: 2294
13) Rehber Ansiklopedisi; c.16, s.298
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.65
İstanbul – Edirnekapı ‘da Mısır Tarlası kabristanında. (Kabristan’daki yerini harita da görebilirsiniz.)
Erzurum’un Pasinler ilçesine bağlı Güllüköy’de dünyaya geldi. Asıl adı Osman’dır. Doğum tarihi nüfus tezkeresinde 1881 olarak kaydedilmekteyse de bizzat kendisinin kaleme aldığı hal tercümesinden bu tarihin 1862 olması gerektiği anlaşılmaktadır.
Bir buçuk yaşında iken geçirdiği çiçek hastalığı sonucunda gözlerini kaybeden Kemall Efendi, altı yaşına geldiğinde bir süre köyün hocasından hafızlık dersi aldıysa da bir ilerleme sağlayamadı. Bunun üzerine Erzurum’a götürüldü. Burada bir medresede şanssızlık eseri hafız yetiştirme usulünü bilmeyen bir hocaya teslim edilince yine bir netice alınamadı. Kendi ifadesine göre hocanın bilgisizliği yüzünden dört yıl kaybettikten sonra oradan alınarak Erzurum ulemasından Yeşil imam diye anılan Cafer Ağa Camii imam ve hatibi Seyyid Mustafa Efendi’ye teslim edildi . Onun yanında bir yıl içinde Kur’an-ı Kerim’i ezberlediği gibi kıraat ilminde de icazet aldı. Bu sırada on sekiz yaşında olan Kemal Efendi Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendi’den dini ilimleri tahsile başladı. Bir yandan da Hatız-ı Şirazi ve Fuzuli’nin divanları ile Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’sini ezberledi. Ayrıca medrese derslerine devam ederek icazet almaya hak kazandı.
Kemali Efendi yüzünü göremediği bir sevgiliye aşık olduğu bu dönemde derdine derman ararken Kolağası Ali Rıza adlı arif bir zatla tanışarak sohbetlerine devam etmeye başladı. Bu sohbetler sırasında mecazi aşkı ilahi aşka dönüştü. İlahi aşkın cezbesiyle Erzurum’dan ayrılarak on bir yıl süren seyahate çıktı. Bu sırada yirmi sekiz yaşında olan Kemali Efendi yaya olarak Diyarbakır’a gitti. Oradan Musul ve Bağdat’a geçti. Necef ve Kerbela’yı ziyaret etti. Buralarda mersiye ve kasideler okuyarak Hz. Peygamber’in soyuna ve onları sevenlere reva görülen zulüm ve haksızlıkları dile getirdi, Ehl-i beyt muhabbetini terennüm etti. Ardından yoluna devam ederek Trablusşam’a geldi. Şehrin müftüsü ile tanışıp onunla dost oldu ve bir yıla yakın bir süre burada kaldı. Daha sonra İskenderun, Antakya ve Halep’e geçti. Gittiği yerlerde Ehl-i beyt sevgisini ateşli bir dille telkin eden mersiye ve gazeller söylediğinden Alevi olarak tanındı. Halep Mevlevihanesi’nde bir süre kalıp Konya’ya geldi. Ehl-i beyt muhibbi olan Mevlana Dergahı postnişini Abdülvahid Çelebi tarafından dergahta uzunca bir süre misafir edildi. Abdülvahid Çelebi’nin oğlu Abdülhalim Çelebi ile de dostluk kuran Kemali Efendi’ye onun vasıtasıyla mesnevihanlık icazeti verilerek mevlevi sikkesi giydirildi.
1901’de İstanbul’a giden Kemali Efendi, bir süre Rami’de bostan bekçiliği ve Beyazıt Camii avlusunda arzuhalcilik yaptı. Bu sırada, kendisini Erzurum’dan tanıyan Fatih müderrislerinden Hacı Nazmi Efendi’nin ısrarı üzerine Fatih Camii’nde Mesnevi okutmaya başladı. Ayrıca Hacı Nazmi ve Manastırlı İsmail Hakkı’nın derslerini takip ederek onlardan da icazet aldı. Fatih Camii’nde Mesnevi okuttuğu bu dönemde aynı camide vaaz veren Said Nursi tarafından Rafizilik ve zındıklıkla itham edildi. 1903 yılında üç aylarda dini hizmetlerde bulunmak üzere Selanik’e gönderildi. Burada ittihad ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenlerinden doktor Şükrü Kamil , Mehmed Sadık, Talat ve Manyasizade Refik beylerle tanıştı. İstanbul’a döndüğünde Şehzadebaşı’nda Kanuni Sultan Süleyman’ın amaların barınması için vakfettiği imarete yerleşti. İmarette yaşayan amaların durumlarının çok kötü olduğunu farkederek vakfiye şartlarına uyulmasını sağlamak amacıyla bir selamlık resminde Sultan Abdülhamid’e dilekçe verdi. Ertesi hafta saraya davet edilen Kemali Efendi, padişahın huzuruna çıktığında ona amaların içinde bulunduğu zor şartları ve vakfiyede kendilerine tanınan imkanları anlattı. Görüşmeden memnun kalan padişah vakfın ihyasını ve Kemali Efendi’nin imaretin yöneticiliğine tayinini istedi. İmaretin Meşrutiyet’ten sonra Kemali Efendi’nin kendi- sini Şam’da ceza reisi iken tanıdığı Şeyhülislam Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi ve Selanik’te tanıştığı Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın üye olarak bulunduğu hükümet tarafından lağvedilmesine karar verilmiş , ancak bu ikisi kararın çok hürmet ettikleri Kemali Efendi’nin İstanbul’da bulun- duğu sırada uygulanmasının doğru olmayacağını belirtince Kemali Efendi bir vesile ile Erzurum’a gönderilmiş ve imaret bu sırada lağvedilmiştir.
Kemali Efendi imaretteki görevini sürdürürken bir yandan da Üsküdar’da bir oda kiralayarak Mecelle okutmaya başladı (1904). Bu dönemde dostlarından Gülzar-ı Hakikat müellifi Fazlullah Rahimi Efendi ile birlikte bir iş için Eyüp’e gittiklerinde Rahimi Efendi, mürşidi Seyyid Abdülkadir-i Belhi’yi Eyüp Nişancasın’daki Şeyh Murad Dergahı’nda ziyaret etti. Kemali Efendi dergahın avlusunda arkadaşını beklerken kendi ifadesine göre on dokuz yıl önce gördüğü bir rüyayı aynı heyecan ve tazeliğiyle yeniden yaşamaya başladı. Bu sırada karşısına çıkan rüyasın da gördüğü kişi , yani Melami-Hamzavi Kutbu Seyyid Abdülkadir-i Belhi idi. O zamana kadar hiçbir şeyhe intisabı bulun- mayan Kemali Efendi cezbeye kapılarak hemen orada Abdülkadir-i Belhi’ye intisap etti. Aynı gün girdiği dergahtan iki yıl sonra dışarı çıkmasına izin verildi. Mürşidinin vefatına kadar on sekiz yıl kendisine hizmet edip feyiz aldı. Bu arada Fatih’in Sofular semtindeki bir tekkenin şeyhliği Meclis-i Meşayih tarafından kendisine teklif edildiyse de mürşidine hizmeti tekke şeyhliğine tercih ederek bu teklifi kabul etmedi. Mürşidinin ölümünden sonra hayatını Şeyh Murad Dergahı civarında ki evinde geçiren Kemali Efendi 8 Ocak 1954’te vefat etti. 10 Ocak günü Eyüp Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Edirnekapı Mısır Tarlası kabristanına defnedildi. Kabir taşına kendisine ait,
“Cismim ruha döndü elhamdülillah
Her şey fena bulur bakidir Allah
Haktır Muhammed’dir hem Resulullah
Ben al-i abanın kıtmiri idim” mısraları yazılmıştır.
Ziyaretine gelenleri güler yüzle karşılayıp hatırlarını soran Kemali Efendi istidat ve idraklerinin derecesine göre onlarla sohbet etmiş, yüksek kabiliyetli olanlara tasvvufun en ince ve zor konularını doyurucu ifadelerle anlatarak gönüllerini Hakk’a yöneltmiştir. Sohbetlerinde özellikle Ehi-i beyt sevgisini aşılamaya gayret eden Kemali Efendi gönlüne doğan varidatı manzum ve mensur olarak yazdırmış, Kemali Divanından Aşk Sızıntıları ve İrfan Sızıntıları adlı iki eseri bu şekilde meydana gelmiştir.
Kemali Efendi, Hamza Bali’den sonra Hamzaviyye adını alan Bayrami Melamiliği’ne mensuptur. Tarikat silsilesi Seyyid Abdülkadir-i Belhi , Seyyid Bekir Reşad Efendi ve diğer Hamzavl kutupları vasıtasıyla devam ederek Hamza Bali’ye, oradan da Hacı Bayram-ı Veli’ye; Nakşibendi silsilesi Seyyid Abdülkadir-i Belhi’nin babası Süleyman-ı Belhi vasıtasıyla Bahaeddin Nakşibend’e; diğer bir Melami silsilesi de Rumeli Nakşibendi Melamiliğinin piri sayılan Muhammed Nurü’l- Arabi’ye ulaşır. Nurü’l-Arabi 1871’de istanbul’a geldiğinde Abdülkadir-i Belhi’yi birkaç defa ziyaret ederek dergahta misafir kalmıştı. Başhalifesi ve damadı Ab- dülkerim Fedai’den hilafet almakla birlikte Muhammed Nurü’l-Arabi’ye de hizmet etmiş olan Hacı Abdürrauf Efendi 1919’da İstanbul’a gelince Abdülkadir-i Belhi’yi ziyaret etmiş, bu ziyaret sırasın da Abdülkadir-i Belhi’nin izniyle Kemali Efendi’ye hilafet vermiştir. Böylece Seyyid Abdülkadir-i Belhi’nin temsil ettiği Bayrami Hamzavi Melamlliği ile Seyyid Muhammed Nurü’I-Arabi’nin temsil ettiği Nakşibendi Melamiliği Kemali Efendi’de birleşmiş ve kendisi melamet ehli tarafından zamanın kamili olarak kabul edilmiştir.
Osman Kemali Efendi’nin Eserleri
1-Kemal Divanından Aşk Sızıntıları. Şiir söylemeye yirmi yaşında başladığını ifade eden Kemali Efendi’nin şiirleri ilk olarak 1947 yılında derlenerek yayımlanmış. eser bu tarihten sonra söylediği şiirlerin ilavesiyle iki defa daha basılmıştır. Kitap münacat na’t,gazel kaside, mersiye ve divan edebiyatının diğer nazım şekilleriyle yazılmış şiirlerle hece vezninin kullanıldığı çoğu tasvvufi muhtevalı şiirlerden oluşmaktadır. FuzuIi ve Bağdatlı Ruhi’yi onların seviyesinde tahmis edecek kadar yüksek bir şiir gücüne sahip olduğu görülen Kemali Efendi’nin bazı şiirleri bulunduğu tasvvufi makamın ifadeleri oldu- ğundan bunların anlaşılması oldukça güçtür. Eserde nasihatname türündeki altmış sekiz beyitlik “Enisü’l-fukara” isimli manzume ile “Na’t-ı imam-ı Ali Aleyhisselam” ve “Mersiye-i imam-ı Hüseyin Aleyhisselam” adlı manzumeler özellikle dikkat çekmektedir. Bu mersiye ve hece vezniyle yazılmış devriye niteliğindeki manzumeler türünün son ve en güzel örnekIeridir.
2-İrfan Sızıntıları Kemal Efendi’nin itikad ve ibadete dair bazı konuları tasvvufi açıdan şerheden risaleleriyle, bir kısım ayetlerin tasvvufi tefsirlerini ve seyrü sülukle ilgili bilgileri ihtiva eden risalelerinin derlenmesiyle meydana gelmiştir.
Kaynak ;Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi , 25. cilt , sayfa 234-236
İstanbul – Edirnekapı’da Mısır Tarlası kabristanın hemen arkasında yer alan Necati Bey kabristanında.Şeyhülislam Paşmakçızade Seyyid Ali Efendi’nin hemen yanında.
Hacı Osman Efendi; Sütçü Beşir Ağa’nın damadıdır. Kayın pederinin şehit edilmesi münasebetiyle halini gizlemiştir. Bu nedenle hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Abdulbaki Gölpınarlı Melamilik ve Melamiler isim eserinde Hacı Osman Efendi ‘den şöyle bahseder ; ”La’lî zâde, Hacı Osman ağayı “Meczubi ilâhî” diye tavsîf ediyorsa da zannederiz ki bu cezbe, İsmâili Ma’şûkî ve Hamza Bâlî’nin cezbesi gibi olacak.. Yalnız cezbe kelimesinin ma’nasındaki iltibas, ağayı kayın pederinin âkibetinden kurtaracağı için âdetâ bil’iltizâm kullanılmış bir kelime. Başka suretle olsaydı, koca bir Şeyhülislâm, bu zata bu derecede merbut (bağlı) olamazdı.
Kabir taşında ise şunlar yazılıdır ;
Huve’l Hallâk’ul Bâkî Hâzâ Kutbul Arifîn
Ve Zübdet’ül Vâslîn İlâ’llahi Teâlâ Merhûm
Ve Mebrûr Eddâric İlâ A’lâ’l Medâric-i Rabbihî
Gafûr Eş-Şeyh El-Hâcı Osman Ağa
Kaynaklar;
Baki Yaşar Altınok , Hacı Bayram veli ve Bayramilik Melamilik , Ahi yayınları
Abdülbaki Gölpınarlı , Melamilik Ve Melamiler , Milenium Yayınları , 2011
İstanbul – Edirnekapı’da Mısır Tarlası kabristanın hemen arkasında yer alan Necati Bey kabristanında.
Eski Üsküdar kadılarından Paşmakçızade Mehmed Efendi’nin oğludur.1638 de İstanbul da doğmuştur. Seyyid Ali Efendi ; uzun yıllar medreselerde ilim tahsil etmiş ve en büyük fetva makamı olan Şeyhülislamlığa kadar yükselmiştir. Seyyid Haşim Efendiye intisap ederek Melami yoluna girmiş ve onun yegane müridi olmuştur. Vefatından sonra da Melami kutupluğuna geçen Seyyid Ali Efendi ; Haşim Efendi’nin prensiblerine sıkı sıkıya bağlı kalarak gizliliğe çok önem vermiştir. Lalizade Abdulbaki Efendi‘nin naklettiğine göre ; şeyhin kendisiyle tarikata dair meseleleri konuşabilen ihvanı dört, beş kişiyi geçmemiştir.
Şeyhülislam makamında bulunan Seyyid Ali Efendi ; Bayrami – Melamileri devlet içiresinde korumuş ve himmet etmiştir. Hazretin kutupluğu zamanında Seyyid Muhammed Buhari de kendisine intisab etmiş ve böylece Horasan ekolünden gelen Nakşibendilik ile Melametilik yeniden buluşmuş ve Müceddid – Melami adlandırılan bu ekol Seyyid Abdulkadir Belhi ile zirve yağmıştır.
Tasavvufi ve Melamilikle ilgili eserleriyle tanıdığımız Lalizade Abdulbaki Efendi de yine Seyyid Ali Efendi zamanında Melamiliğe intsab etmiştir.
1716 yılı Muharremin 4. günü vefat eden Paşmakçızade Seyyid Ali Efendi , vasiyeti üzerine Sütçü Beşir Ağa’nın damadı Melami büyüğü Hacı Osman Ağa nın yanına defnedilmiştir.
Kaynaklar ;
Baki Yaşar Altınok , Hacı Bayram veli ve Bayramilik Melamilik , Ahi yayınları
Lalizade Abdulbaki Efendi , Aşka ve aşıklara Dair / Melami Büyükleri, Furkan Yayınları
Abdulkadir Altunsu , Osmanlı Şeyhülislamları , 1972
Abdülbaki Gölpınarlı , Melamilik Ve Melamiler , Milenium Yayınları , 2011
Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012
İstanbul – Edirnekapı’da Mısır Tarlası Kabristanında ( Kabristan içerisindeki yerini google.map haritasında görebilirsiniz.)
yakında…
İstanbul – Edirnekapı’da Mısır Tarlası Kabristanında ( Kabristan içerisindeki yerini google.map haritasında görebilirsiniz.)
Anadolu’da yetişen mutasavvıflardan. Manisa’nın Saruhanlı kazâsında 5 Mart 1878 (H.1296)’de doğdu. Babası Haremeyn vâlilerinden Âsım Efendidir.
İlk tahsîline doğduğu yer olan Saruhan’da başladı. Sonra İstanbul’a giderek, tahsîline devâm etti. Bu arada bâzı velîlerin yanına gidip onların sohbetlerinde bulundu ve tasavvuf yolunda insanlara doğru yolu göstermek için icâzet, izin aldı.
Bir Ramazân gecesi rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz yanında bulunan zâtı göstererek; “Yâ Sâmi! Bu senin mürşidin, hocandır. Sen vapura bin ve denize açıl. Vapur hangi iskelede durursa orada in. Hocanı orada bulacaksın.” buyurdu. Uykusundan uyandıktan sonra sabah namazını edâ etti. Bulunduğu yerden iskeleye gidip bir bilet aldı. Gemi hareket edip, Çanakkale’ye yaklaştığı sırada kaptan; “Gemide bir ârıza var, tâmiri birkaç gün sürer, arzu eden inebilir.” deyince, Sâmi Efendi gemiden indi. İskelede nûr yüzlü bir zât; “Sâmi Efendi, hoş geldin.” diyerek onu karşıladı. Sâmi Efendi şaşırarak; “Bu zât benim ismimi nereden biliyor?” diye aklından geçirdi. O zat; “Geçen gece rüyânda Peygamber efendimiz sana ne emir buyurdular?” dedi. SâmiEfendi hemen o zâtın elini öperek, ona bağlandı. Bu zât Ahmed Şücâ’eddîn Uşşâkî idi. Aynı zamanda Câmilerde vâz veren Sâmi Efendi, kısa zamanda yetişerek, hocasından Uşşâkî tarîkatında icâzetnâme, diploma aldı ve hocası tarafından insanları yetiştirmek üzere İstanbul’a gönderildi.
Sâmi Efendi, İstanbul’a geldikten sonra Kasımpaşa’daki Yahyâ Efendi dergâhına şeyh tâyin edildi. Bir gün bir talebesiyle vâz vermek için Fâtih Câmiine gitti. Namazdan sonra vâz vermeye başladı. Bu sırada küçük bir çocuk gelerek; “Sâmi Efendi, biraz gelir misin, seninle görüşelim.” dedi. Sâmi Efendi de kalkıp, o çocuk ile câminin bir kenarında bir müddet konuştuktan sonra tekrar kürsüde vâzına devâm etti. O sırada talebesi; “Hocam âlim bir zât olmasına rağmen, ufacık bir çocuğa tâbi oldu.” diye düşündü. Sâmi Efendi, ona dönerek; “Oğlum, o görüp de çocuk zannettiğin Hızır aleyhisselâm idi. Aramızda bâzı özel konuşmalar oldu.” buyurdu.
Abdurrahmân Sâmi Efendi, bir gün evinde yumurta gibi bâzı şeyleri önüne almış, onlarla meşgûl idi. Hanımı kendi kendine; “Efendi vaktini bu gibi şeylerle meşgûl ediyor!” diye düşündü. Ertesi gün bir grup talebe ziyâret için geldiler. Hanımı onlara çay demliyordu. Bir ara ayağı takılınca, kaynar su ayağına döküldü. Hanımı can acısı ile “Allah” diye bağırdı. Sesi duyan Abdurrahmân Efendi, hemen hanımının yanına giderek, bir gün önce hazırladığı merhemi hanımının ayağının yanan yerine sürdü ve; “Hanım, dün benim bu merhem ile meşgûl olduğumu görünce; “Efendi vaktini bu gibi lüzumsuz şeylerle geçiriyor!” diye düşünmüştün. Gördün ya bu merhemi biz ne için hazırlamışız.” dedi.
Abdurrahmân Sâmi Efendi 1935 (H. 1354) senesinde 57 yaşında iken İstanbul’da vefât etti.
Sâmi Efendi tasavvuf yoluna dâir çeşitli eserler yazmıştır. Bâzıları şunlardır: 1) Mi’yâr-ı Evliyâ, 2) Binâ-yı İslâm, 3) Esrâr-ı Esmâ-ül-hüsnâ, 4) Mir’ât-ı Eyyâm, 5) Tuhfet-ül-Uşşâkiye, 6)Mevlîd-i Şerîf, 7) Hediyet-ül-Âşikîn.
KAYNAKLAR
1) En Yakın Yol (Sıddık Nâci Eren); s.142
İstanbul – Veznecilerde ; İstanbul Üniversitesi Merkez kampüsün bir alt sokağında yer alan Bozdağan caddesi üzerinde Bozdoğan kemerinin hemen yanında
Halk arasında Helvacı Baba (1510 – 1589) diye anılan Şeyh Yakub Efendi ; 1510 yılında Silifke’de doğmuştur. Melami Şeyhi Pir Ali Aksarayi hazretlerinin halifelerindedir.
Pir Ali Aksarayi hazretlerine intisabı ”Lemazat-ı Hulviyye”’de şöyle alatılır. ” Bir tarihte Pir Ali Sultan ‘ın (k.s.) yetişkin dervişlerinden bir kaç dervişle yoldaş olup Aksaray’a doğru yola çıktı. Gece vakti şeyhin hanesine celal ile geldiler. Şeyh Pir Ali Sultan ; kapı çalındığında hizmetçisine ;
– Bak bakalım , kapıya haramiler gelmişler. Bizi yağmalamak istiyorlar kapıyı aç girsinler dedi.Yakub Efendi ; Pir Ali Sultan bu sözünü duyunca sabah ziyaret etmeyi teklif etti. Fakat diğerleri onu dinlemedi ve içeri girdiler. Yakub Efendi başka bir yerde geceledi. Şeyh Pir Ali Sultan hemen eline bir mum alıp geldi ve haramilerin yüzlerine dikkatle baktı. Her birine hitaben ” Sen falanca mısın” diye sorarak isim namlarıyla onları bildirdi. Sonra;
– Bre münafıklar, ben pirimden bu esrarı döverek mi aldım? siz benim üzerime niçin gelirsiniz? hele ahirette sizinle görüşürüz. Siz acıklı azabı tatmadan akıllanmayanlardansınız, diyerek onları payladı. Sonra bunların herbirini bir semte yolladı. Sabahleyin erkenden Helvai dede gelip önünde elpençe divan durdu. Pir hazretleri,
-Bizim yolumuz bizden bizedir. Sihir ise şeytan iledir. Bizden bize olan rahmani yolu Yakub’ vermek isteriz, dedi. Yakub Efendi’ye kuşak kuşatıp ilim ve çerağ vererek kendisine hayır dua eyledi. Sonra onu İstanbul’a gönderdi. Diğerleri ise sır davasına ve merakına düşüp her biri bir vilayeti teshir etmek üzere gittiler.
Helvai Yakub Efendi 60 yıl boyunca bıkmadan yorulmadan Bayrami – Melami yolunu halka anlatmıştır. Abid zahid ve daima murakabe halinde gönlü uyanık bir melamet eriydi. Cezbe ve aşkla konuşan şeyhine ( ve diğer Melami büyüklerine)nazaran çok daha temkinli ve tedbirli idi. Bu bakımdan ulema tarafından fazlaca aleyhinde bulunulmamıştır.Ömrü boyunca, mensub olduğu Bayrami yolunun geniş halk kitlelerine sevdirmiş, özellikle İstanbul’da yayılmasına büyük çabalar sarfetmiş ve büyük bir itibar kazanmıştır.
İsmail Maşuki hazretleri şehit edildiği zaman Helvacı Baba’da Pir Ahmed Edirnevi hazretleri ile birlikte hapsedilmişti. Acem seferindeki muvaffakiyetsizlik üzerine padişah bu iki zatı serbest bıraktırıp dualarını rica etmiş ve daha sonra zafer kazanılınca Yakub baba ‘ya İstanbul’daki ilk Bayrami Tekkesini, Şehzadebaşı civarında, Bozdoğan kemeri bitişiğinde inşa ettirmiştir. Padişah bir gün bu tekkeyi ziyaret etmiş ve şeyhten burhan talebinde bulunmuş, derhal helva pişirilip padişaha takdim edilince padişah gönlünden helva geçirmiş olması sebebiyle memnun olmuştu. Şeyhin lakabı olan ” Helvai” buradan kalmıştır.
Helavi Yakub Baba 1589 yılında vefat ettiğinde binlerce öğrencisi ve seveni vardı. Vefatından sonra Bozdoğan kemeri altındaki tekkesinde sırlanmıştır.
Kaynak ;
Mahmud Cemaleddin El- Hulvi – Lemazat-ı Huviyye – Semerkand yayınları
Tarık Velioğlu , Osmanlı’nın Manevi Sultanları , Ufuk Yayınları
Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012
Osmanzade Hüseyin Vassaf , Sefine-i Evliya – 2. cilt , Kitabevi yay.
İstanbul – Fatih’de Fatih evlendirme dairesinin yanındaki Kemal paşa camii haziresinde
Kabirleri; Şehzadebaşı Gençtürk Caddesi, Kemalpaşa Camii bahçesindedir.
Laleli Camii’ni yaptıran Sultan Üçüncü Mustafa, caminin yapılışını kontrol için buraya gelip gittikçe, yakında bulunan ve herkesin «Veli» olarak büyük sevgi ve saygı gösterdiği ulu kişiyi ziyaret eder, onunla sohbet edermiş. Sohbetini müteakip hayır dualarını almayı da hiç ihmal etmezmiş. Bu ulu kişi, göğsünde bir lale ile gezermis. Bundan dolayı da «Laleli Baba» diye anılırmış.
Bir gün, Sultan Üçüncü Mustafa yine ziyaret için Laleli Baba’nın yanına gelmiş. Biraz sohbetten sonra ona «Dünyada en büyük nimetinin ne olduğunu sormuş, cevap olarak da:
— Dünyada en büyük ni’met, yiyip içtikten sonra def’-i hacet etmektir.Fakat Padişah bu cevabı beğenmez. Hatta bu cevaba biraz canı sıkıldığı için kalkıp gider.
O gün akşam olup da Padişah sarayında karnını güzelce doyurduktan bir müddet sonra uykuya dalar. Ama gece yarısı duyduğu büyük bir ızdırabla uyanır Helaya gitmek ihtiyacını duyar. Koşar ama def’-i hacet edemez. Saray hekimlerinin bütün uğraşmalarına rağmen Sultan ıztıraplarını dindiremedikleri gibi, sancılan her geçen saat bir kat daha artar. Sabaha kadar kıvranır durur. Ve Padişah başına gelen bu halin, bir gün önce Laleli Babanın huzurunda takındığı tavırdan olduğunu anlar. Ve hemen yola çıkarak Laleli Baba’ya koşar, elini öper, kendisinden özür diler.
Affedilmesini istirham eder. Laleli Baba, tatlı bir tebessümle: ‘’Allah’ın büyüklü – küçüklü nice nimetlerine sahip olduğumuz halde, yiyip içtikten sonra yaptığımız bir def’-i hacetin bile ne büyük bir nimet olduğu sizce de öğrenilmiş oldu. O halde, her halimize ve her halimizde şükredelim. Ona kulluk borcumuzu ihmal etmeyelim.’’ der.
Sultan, artık hatasını tamamen anlamıştı. Ama ızdırabı hala devam etmektedir. Bu ıztırabına çare bulmasını istirham eder. Hatta bu ıztıraptan kurtulması için saltanattan bile vazgeçebileceğini ve camii Laleli Babaya bağışlayacağını vaad ederek Cenab-ı Hakk’a dua ve niyazda bulunmasın! istirham eder.
Sultanın bu istirhamı üzerine Laleli Baba: ‘’Bir saltanat ki, bir def’-i hacete feda ediliyor. Doğrusu buna saltanat demeğe şahid ister’’ der. Sonra şöyle bir murakabeye dalar. Bir müddet sonra acılar içerisinde kıvranan Padişaha dönerek: ‘’Cenab-ı Hak, size de sıhhat ve afiyetler versin» der.
Padişah Laleli Baba’nın hayır duasım aldıktan sonra onun yanından ayrılarak sarayına döner. Ve saraya dönüşünden kısa bir zaman sonra da ızdırablarından kurtularak afiyetine kavuşur. Bunun üzerine padişah da üzerine düşeni yaparak camii Laleli Baba’ya sunmuştur, İşte o günden sonra bu cami «Laleli Camii» diye anılmaktadır.
İstanbul – Fatih’de Atik Ali Paşa camiinin hemen arkasında yer alan Hasan Fehim Paşa caddesi üzerinde
İstanbul’un Fetih ordusunda yer alan ; Fatih Sultan Mehmed Han’ın Kutlu askerlerinden olan Evrenos dede 1480 yılında vefat etmiştir.