Alaçam’ın 3 km doğusundaki Gökçeboğaz Köyü’ne 1 km mesafede bulunmaktadır. Türbe, Sinop -Samsun Yolu seyir istikametinde yolun sağ tarafına düşmektedir.
TARİHÇE: Halk arasında “Yol Evliyası” şeklinde anılan türbeye ait herhangi bir kitabe bulunmadığından türbenin tarihi hakkında bilgi edinilememektedir.
MİMARİ ÖZELLİKLERİ: Tarihi ve mimari özelliği olmamakla birlikte Türbe doğal tarla taşlarından dikdörtgen şekilde inşa edilmiştir. Türbenin ortasında ağaç bulunmaktadır.
RİVAYET: Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Yol Evliyası, hakkında herhangi bir rivayet olmamakla birlikte birçok inanış bulunmaktadır. Türbenin yakınından geçen ana yolda İslami kural gelenek ve ananelere aykırı hareket edenlerin başlarına kaza geleceği bu inanışlardan biridir. Bununla ilgili birçok rivayet vardır.Ana yol yapılırken iş makinesinin ‘Yol Evliyası’ adı verilen türbeye ait mezarı her sökme girişiminde arızalanması ve mezarın bir türlü yerinden kaldırılamaması da halk arasında en çok konuşulan konulardandır. Türbe halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretinde bulunmak amacıyla ziyaret edilmektedir. Yöre halkı türbeye saygılarından çevredeki 10 dönümlük araziyi köy merasına bağışlamıştır. Özellikle 7 Mayıs’ta keşkek yeri olarak kullanılan türbenin çevresi aynı zamanda mesire yeri olarak da kullanılmaktadır Kaynak ; Samsun Evliyalar Atlası – Ahsen Vakfı ( Allah onlardan razı olsun)
Alaçam’ın 4 km Güneybatısında Alaçam-Durağan ana yolunun sol tarafına düşmektedir. EsentepeMahallesine 1 km uzaklıktadır.
TARİHÇE: Halk arasında “Şahin Efendi” şeklinde anılan türbeye ait herhangi bir kitabe bulunmadığından türbenin tarihi hakkında bilgi edinilememektedir.
MİMARİ ÖZELLİKLERİ: Tarihi ve mimari özelliği olmamakla birlikte Türbe; orijinali ahşap iken son yıllarda yarı kâgir şekilde yeniden inşa edilmiştir. Çatısı kiremit ile kaplanmış, iç ve dışı sıvalı ve boyalıdır. Türbeye ait sanduka Ahşaptan yapılmıştır. Türbenin çevresi 2,5 metre demir çitlerle çevrilmiştir.
RİVAYET: Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Şahin Efendi hakkında çeşitli rivayetler anlatılmaktadır. Mahallinden edinilen rivayete göre; Şahin Efendi Halep’ten gelen İmamı Rabbani Hazretlerinin talebesinin talebesinden 16 yıl ilim almış birisidir. Geçimini çiftçilik yaparak sağlayan Şahin Efendi, kilometrelerce mesafedeki hayvanları dahi sesiyle etkilemesi halk arasında büyük etki yaratmıştır. Türbe halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretinde bulunmak, hasta olanlar içinde Allah’ın (c.c) izniyle şifa bulmak umuduyla ziyaret edilmektedir.Hasta olarak genellikle sara hastaları türbeyi ziyaret etmekte ve Allah’tan (c.c) şifa ummaktadır Kaynak ; Samsun Evliyalar Atlası – Ahsen Vakfı ( Allah onlardan razı olsun)
Ondokuzmayıs İlçesinin 10 km Güney Batısındaki Dağ Köyü’ne 2 km mesafedeki Musa Tepesi denilenmevkide bulunmaktadır.
TARİHÇE: Halk arasında “Musa Dede” şeklinde anılan türbenin, kitabesi bulunmamaktadır. 1730-1825 yıllarıarasında Dağ Köyü’nde yaşayan ve şehit düşen Musa Dede’nin mezarı köylüler tarafından mesire alanı içerisinetürbe olarak yaptırılmıştır.
MİMARİ ÖZELLİKLERİ: Tarihi ve mimari özelliği olmamakla birlikte Türbe; orijinali ahşap iken son yıllarda sekizgenyarı kâgir şekilde yeniden inşa edilmiştir. Çatısı Atermit ile kaplanmış, iç ve dışı çini ile sıvalıdır. Türbeye ait sandukamermerden olup, zemin halı kaplamadır.
RİVAYET: Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Musa Dede hakkında pek çok rivayetanlatılmaktadır. 1730-1825 yılları arasında Dağ Köyü’nde yaşayan ve şehit düşen Musa Dede’nin tıpkı kendisi gibi 3kardeşinin de şehit düştüğü, bunlardan Hızır ile Hüseyin’in Dağ Köyü’nde, Şeyh Beğ adındaki kardeşinin de YörüklerBeldesi’nde medfun olduğu rivayet edilmektedir. Musa Dede Türbesi halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretindebulunmak ve çocuğu olmayan kadınlar tarafından ziyaret edilmekte, Musa Dede hatırına Allah’tan (c.c) kendilerinehayırlı evlatlar vermesi istenmektedir. Hatırına edilen duaların kabul olduğu yönündeki inanış ile birlikte yörehalkının bölgeyi mesire alanı olarak da kullanması türbeye ilginin artmasına neden olmaktadır
Bu Sayfa Ahsen Vakfı‘nın katkılarıyla hazırlanmıştır. ( Allah onlardan razı olsun)
Siirt – Tillo’da Gavsul Memduh hazretlerinin türbesinin içerisinde
1765 de Siirt’te dünyaya gelir. Babasının ismi Şeyh Mustafa Fani’dir. Gavs-ül-Memduh Hazretlerinin hanımıdır. Annesi Aişe Hatun şöyle anlatır. “Zemzem’e hamile idim. Bir gün bana gaibden bir zat görünüp, saliha bir çocuğumun olacağını müjdeledi. Kim olduğunu sorduğumda, bir melek olduğunu söyledi. Doğumuna kadar hamileliğim çok hafif geçti. Doğumundan on beş gün sonra bir gece uyandığımda kendisini emzirmek istedim. Üzerindeki örtüyü kaldırdığımda bütün vücudunun ilahi bir nura garkolduğunu gördüm. Hareket etmiyordu. Öldüğünü sandım. Üzerine eğildiğimde, nefes alıp verdiğini anladım. Sonra babasını uyandırıp, çocuğu ona gösterdim. Babası çocuğu kaplayan nura bakarak, onun ileride saliha bir hanım olacağını müjdeledi.”
Zemzem-i Hassa, anne ve babasının terbiyesinde yetişir. Vakitlerini Allahü tealanın rızası için ibadet ve taatle geçirmektedir. On altı yaşında büyük veli Gavs-ul-Memduh ile evlenir.
Bir gün Gavs-ul-Memduh ile oturmuş sohbet etmektedirler. Zemzem-i Hassa bir anda Hazreti Meryem’i yanıbaşında görür. Gavs-ül-Memduh’a, Hazreti Meryem’i görüp görmediğini sorar.O da, “Hayır göremiyorum.”, diye karşılık verince üzerine düşüp bayılır. Zemzem-i Hassa’yı cezbe kaplayıp Allahü tealaya zikrederken, sesi biraz fazla çıkınca, insanlar çekemeyip, kardeşi Molla Hamid’e şikayette bulunurlar. Molla Hamid de, Gavs-ül-Memduh’a haber göndererek onu bu hareketinden alıkoymasını ister. Gavs-ül-Memduh da hanımına, “Ya Mecnune! Zikir yapınca sesini yükseltme! Dedikodu olmasın.”, deyince hanımı, “Şayet Mecnun isem, yüce Mevlamdan dilerim ki, aynı durum sana da gelsin ve o lezzetin tadını tadasın. Müfsidlerin sözlerine aldırma. İnşaallah parlak sonumuzu görecekler.”, diye cevap verir. Gerçekten bir ay sonra, Gavs-ül-Memduh Efendi de de aynı şeyler olur.
Zemzem-i Hassa bir gece evinin damında Allahü tealayı düşünürken Kabe’nin pervane gibi etrafında döndüğünü görür. Bu arada gaybdan Tuvayle denilen tepede küçük bir mescid inşa ettirip içinde ibadet etmesine işaret edilir. Bunun üzerine denilen yerde Mescid-i Harama benzeyen bir mescid yaptırır. Zamanını burada ibadetle geçirir. “Mescidini Beytullah’a benzetmiş”, diye Siirt ve Şirvan alimlerinden bir kısmı Siirt’in meşhur alimi Molla Halil’e gelerek yıktırılmasını isterler. Büyük alim onlara şu karşılığı verir. “Bizim vazifemiz kendilerine bu mescidi hangi amaçla inşa ettirdiğini sormaktır. Şayet bize, bu mescid Kabe’nin takendisidir. Onu ziyaret eden hac farizasını yerine getirmiş olur, diye cevap verirse, dinen kendilerini bu gayr-i meşru hareketten alıkoyabiliriz.” Bunun üzerine Siirt kadısı Hacı Ömer’i, Gavs-ül-Memduh’a gönderirler. O da, “Amcamın kızı Zemzem halvetindedir, var git mescidi yaptırmasından gayesinin ne olduğunu bizzat kendin sor.” der. Kadı varıp mescidin kapısında durur. Onun geldiğini farkeden Zemzem-i Hassa gayrete gelir ve kadı bir şey söylemeden gür sesiyle şunları söyler. “Hacı Ömer, bu mescidi yaptırdım ve ismini Alem-ül- Hüda (Hidayetin nişanesi) koydum. Onu yıkmaya azmetmiş olduğunuzu da biliyorum. Kuvvet yönünde ben sizden daha kuvvetliyim. Yıkabilirseniz yıkın. Fakat onun benden de daha kuvvetli bir yüce sahibi vardır. Çünkü Allahü tealanın mescididir.” Kadı Hacı Ömer Siirt’e geri dönerek durumu itirazcı alimlere anlatır. Onlar da o büyük veli hakkında su-i zanda bulunmaktan ve mescidi yıktırmaktan vazgeçer.
Zemzem-i Hassa vefat ettiğinde (1851) Gavs-ül- Memduh’un türbesine defnedilir. Şairdir ve Divan adlı eseriyle bilinir. 1890 yılında Tillo’ya gelen Bediüzzaman Said-i Nursi, Kubbe-i Hasiye denilen Zemzemül Hassa isimli kubbeli çilehanede tek başına kalarak Kamus-u Okyanus adlı lügatın 1155 sayfa tutan kısmını Babu’s- Sin’e kadar ezberlemiştir.
Kaynak ;Siirt Evliyaları , Abdulhalim Durma , sayfa 140
İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede
Mustafa Feyzi Efendi (ks.), 1267/1851 senesinde Tekirdağ’ın Kılıçlar Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Babası çiftçilikle meşgul olan Emrullah Ağa’dır.1
İlim tahsiline memleketinde başlayan Mustafa Feyzi Efendi, 1869 senesinde 18 yaşlarında iken İstanbul’a gelir. Bayezid Camii dersiâmlarından olan ağabeyi Tekirdağlı Mehmed Tahir Efendi’nin ders halkasına katılır. 1882 senesinde 32 yaşlarında iken tahsilini tamamlayarak ulûm-ı aliyyeden icazetnâme alır. Aynı yıl içinde yapılan “rüûs” imtihanında ehliyetini isbat ederek ders verebilecek duruma gelir. Bundan bir sene sonra ders vekili sıfatıyla Bayezid Camii’nde ders vermeye başlar. On beş sene sonra 1898’de de talebelerine ilk icazetini vermeye muvaffak olur.
1887 senesinde kendisine “ibtidâ-i hâric” rütbesi ile beraber İstanbul müderresliği vazifesi verilir. 1907 senesinde “Mûsıla-i Sahn” rütbesiyle Şehzadebaşı İsmail Paşa Medresesi müderrisliğine tayin edilir. Ardından 4. Osmânî ve 4. Mecidî nişanı ile taltif edilerek 1910 senesinde Huzur dersleri muhataplığına getirilir. En son huzur dersinin yapıldığı 1919 senesine kadar bu vazifesine devam etmiştir.
Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerine intisab eden Mustafa Feyzi Efendi (ks.) onun önde gelen halifelerinden olmuştur. Dağıstanlı Ömer Ziyâüddîn Efendi’nin 1920 senesinde âhirete göçmesinden sonra Gümüşhâneli Dergâhı postnişîni olarak irşad vazifesine başlamış, 1922 senesinde tekke ve zâviyelerin kapatılmasına kadar bu vazifeyi sürdürmüştür. Yeni Cami’de bir müddet Hadis dersleri okutan Mustafa Feyzi Efendi’nin ömründe 24 defa halvete girdiği halifelerinden Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh tarafından ifade edilmektedir.
Mustafa Feyzi Efendi, Gümüşhânevî hazretlerinin dördüncü halifesi olarak beş sene kadar vazife yapmış, pek çok talebe ve 10’a yakın irşad selahiyetli âlim yetiştirmiştir. Her sene bir kere hatim etmek üzere Râmûzu’l-ehâdîs okutmuştur. Son halvetinde talebelerinden Serezli Hasib Efendi, Kazanlı Abdülaziz (Bekkine) Efendi ve Bursalı Mehmed Zahid Efendi’ye hilafet vermiştir. Aynı silsile, sırasıyla bu zâtlar tarafından devam ettirilerek günümüze kadar intikal ettirilmiştir.
Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi orta boylu, dolgunca, ak sakallı, nur yüzlü, yuvarlak çehreli idi. Devamlı oruç tutar, çok namaz kılar, zikrederlerdi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde bir derya olup tevazuu ve güzel ahlâkı ile tebârüz etmişti.
Erzurum’lu İbrahim Hakkı hazretlerinin:
Tasavvuf; kimseye âr olmamaktır.
Tasavvuf; gül olup hâr olmamaktır.
Tasavvuf; yok olup vâr olmamaktır.
Bunu her kim anlarsa bürhân ondadır.
sözlerini sık sık tekrarlayan Mustafa Feyzi Efendi, 23 Muharrem 1345/1 Ağustos 1926 senesinde 75 yaşlarında iken dâr-ı bekâya irtihal eylemişlerdir. Kabri Süleymaniye Camii haziresinde tekke arkadaşlarının yanındadır. Mezar taşı kitâbesinde şunlar yazılıdır:
Mustafa Feyzi Efendi’nin zikir halkası esnasında Niyâzî-i Mısrî’ye ait şu ilâhiyi söyledikleri halifelerinden Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh tarafından bildirilmektedir.
Ey derde derman isteyen!
Yetmez mi derd dermân sana
Ey râhat-ı cân isteyen!
Kurban olandır cân sana.
Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin 1926 senesinde vefatının üzerinden otuz sene gibi uzun bir süre geçtikten sonra vuku bulan ibret dolu bir hadiseyi Mehmed Zahid Kotku hazretleri şöyle anlatıyor:
“İşte sana bu âlim-i âhiret olan kimselerden gördüğüm bir canlı hâdiseyi anlatırken umarım ki yerlerin yiyemediği bu alim kimseleri de öğrenmiş oluruz: İstanbul yollarının genişletildiği ve türbelerin etrafları açıldığı bir devirde bizim rahmetlik Hocamız Tekfurdağlı, Bayezid Cami-i Şerifi müderrisi ve Gümüşhâneli Dergâhı post-nişîni Hacı Mustafa Feyzi Efendi hazretleri de Kânûnî Sultan Süleyman Câmi-i Şerifi’nin kıblesinde ve Kânûnî Sultan Süleyman’ın türbesinin yanında dış tarafında sekiz-on kadar kabir vardı ki rahmetli Menderes bunların da kaldırılıp yanındaki boşluğa gömülmelerini istemiş ve bu suretle nakl-i kubûr yapılmak üzere bizim de o merasimde murakıp olarak bulunmamızı istemişler. Biz de orada bulunduk. Mezarlar açıldı. İçinden çıkarılan kemikler hazırlanmış torbalara konarak hazırlanan mezarlarına naklediliyordu. Sıra bizim üstadımız Şeyh Hacı Mustafa Feyzi Efendi’nin merazına geldi. Mezar, zeminden hemen bir metre yüksek olduğundan bazı taşlar kopmuş ve mezarın içerisi gözükmekte idi. Nihayet nezar açıldığı zaman- definden zannedersem otuz sene kadar bir zaman geçmiş olduğu halde rahmetlik Şeyh Hacı Mustafa Feyzi Efendi’nin henüz sakalının bile bir kılı değişmemiş. Bütün bir cesedin sanki henüz yeni gömülmüş olduğunu hem biz hem bütün hâzirûn, büyük bir cemaat kalabalığı tarafından görülmüş. Toprağın demek hakiki alimleri yiyemediği hakikaten müşahedemiz olmuştur. Rahmetullahi rahmeten vâsiâ.”
İstanbul’da yetişen büyük velîlerden. İsmi Yahyâ, nisbeti Beşiktâşî’dir. Aslen Amasyalı olup Şamlı Ömer Efendinin oğludur. Yahyâ Efendi, İbn-i Ömer el-Arabî, Yahyâ bin Ömer Beşiktâşî ve Molla Şeyhzâde gibi isimlerle de tanınıp meşhûr olmuştur. 1494 (H.900) senesi Trabzon’da doğdu. 1569 (H.977) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabr-i şerîfi, Beşiktaş ile Ortaköy arasında yaptırdığı ve kendi adıyla anılan câminin yanında olup, ziyâret mahallidir.
Babası Şamlı Ömer Efendi uzun müddet Trabzon’da kâdılık yaptı. Yahyâ Efendi orada dünyâya geldi. Kânûnî Sultan Süleymân da Trabzon’da aynı sene aynı haftada doğdu. Kânûnî ile süt kardeşi oldular. Kânûnî dünyâya geldiğinde, annesi Âişe Hafsa Sultanın sütü kesilmişti. Bunun üzerine Kânûnî’yi Yahyâ Efendinin annesi emzirdi.
İlk tahsîlini, babasından ve oradaki başka âlimlerden yapan Yahyâ Efendi, küçüklüğünden îtibâren ilim ve ibâdete rağbet ederek yetişti. Çok riyâzet ve mücâhede yaptı. Nefsin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak için çok çalıştı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere, mânevî olgunluklara kavuştu. İlimdeki kemâlâtını arttırmak ve daha yükseklere kavuşmak maksadıyla, hilâfet merkezi olan İstanbul’a geldi. Zenbilli şöhretiyle meşhûr, Müftiy-ül-enâm Ali Cemâlî Efendinin hizmet ve sohbetlerine kavuştu. Vefâtına kadar sohbetlerine devâm etti.
Ali Cemâlî Efendinin vefâtından sonra müderris oldu. Yahyâ Efendi, çeşitli medreselerde vazîfe yaptıktan sonra, 1553 senesinde, Sahn-ı semân medreselerinden birinde müderrislik yaptı. İki sene sonra da emekli oldu. Emekliliğinden sonra inzivâyı, yalnız kalıp, hep ibâdet ve tâat ile meşgûl olmayı tercih etti. Beşiktaş’ta satın aldığı deniz kenarındaki bahçesinde, bir ev ve mescid yaptırdı. Sonraları evin etrâfında; medreseler, hamam ve orada kalanların barınacakları odalar ve yol üzerinde herkesin gelip geçtiği bir yerde de çok güzel bir çeşme yaptırdı. Pek mahâretli olup, inşâat işlerini bizzat kendisi yapardı. Yaptığı çeşmenin târihî olması bakımından, kitâbesi için yazdırdığı şu beyt meşhûrdur:
“Binâ târihi bu inşâlar olsun
Konup içenlere sıhhâlar (safâlar) olsun”
Askerî ve mülkî erkân, ahâlinin ileri gelenleri, çevredeki ve uzak yerlerdeki insanlar, tüccârlar ve bilhassa gemiciler, Yahyâ Efendiyi ziyâret ederler, hediye ve adak gönderirler, hâcetleri için duâ isterlerdi. Yahyâ Efendi, yanına gelen ziyâretçilere çeşit çeşit yemekler, şerbetler ve meyveler ikrâm eder, geleni boş çevirmezdi. İyilik, ikrâm ve ihsânları pekçoktu. Bâzan şehrin ileri gelen zâtları ile ilim sâhiplerini dâvet eder, çeşit çeşit ikrâmlarda bulunurdu. Bâzan da fakir ve yoksullara ziyâfet çeker, gönüllerini alırdı. Her sene Resûlullah efendimizin, dünyâya teşriflerinin sene-i devriyyesi olan mevlid kandilinde, daha çok iyilik ve ikrâmlarda bulunur, daha geniş ziyâfetler verirdi. İlim talebelerinden, fakirlerden ve zayıflardan ziyâretine gelenlere çok sadakalar verir, en aşağı hediyesi kayık ücreti olurdu. Bahçesinde bulunan meyvelerden Kânûnî Sultan Süleymân Hâna takdîm ve hediye eder, Sultân da ona, maddî yardımda bulunurdu.
Yahyâ Efendi, çeşitli ilimlerde söz sâhibi olup, naklî ilimlerden başka; tıb, hikmet, hendese ve fizik gibi aklî ilimlerde de mahâret ve ihtisas sâhibi idi. Duâsı Allahü teâlânın izniyle hastalara şifâ olurdu. Kendisi, hem zâhirî, hem de bâtınî kemâlâta sâhipti. Üveysî idi. Dil ve gönül ehli, şâir, tabîb, hakîm, cömert, kerîm (iyilik edici), şefkatli, yumuşak huylu, zekî, iyi huylu, takvâ ve güzel ahlâk sâhibi bir zâttı. Ziyâretine gelenler, onun kereminden, kerâmetinden, hikmetli sözlerinden, tıbba dâir bilgilerinden, ilim ve fazîletinden istifâde ederler, feyz almış olarak dönerlerdi. Sohbetinde bulunanların herbirine “Âşık” diye hitâb ederdi. Sohbetlerinde din büyüklerinden bahseder, onların menkıbelerini, güzel hâllerini anlatırdı.
Yahyâ Efendinin iyilik, ikrâm ve ihsânları pekçok olmakla birlikte, kendisi gâyet sâde bir hayat yaşar, her türlü lüzumsuz âdetten kaçınır, resmiyetten uzak dururdu. Tekellüf ve fazla masraftan uzak olup, elbisesi ve sarığı sâdeydi.
Çeşitli yerlerden adak ve hediye olarak gelen malların çoğunu, binâ yapmakta ve bahçelerinin bakımında harcardı. Her tarafta binâlar yapardı. Yaptığı inşâatın biri tamam olmadan diğerine başlardı. Mescid, medrese, tıb mektebi, hânekâh, hamam gibi binâlar inşâ ederdi. İnşâat işinde çok mâhir idi. Dağları kazdırır, toprakları indirip, deniz sâhillerini doldurur, oralara yeni binâlar yapardı. Böyle çok binâ yapmasının hikmeti suâl edildiğinde; “Bekara sûresi 36. ve A’râf sûresi 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “…Yeryüzünde sizin için bir vakte (ömrünüzün, ecelinizin sonuna) kadar, yerleşmek, geçinmek ve menfaatlenmek vardır.” buyruldu. Bizim ve bizden sonra gelip yolumuzda olanlar için, en güzel kalma yerleri, en münâsip ve lâzım olan yerler böyle binâlardır. Bunun için bu tip binâların inşâsına bu kadar gayret ediyoruz.” buyururdu.
Kânûnî Sultan Süleymân, sultan olunca, ona çok yakın alâka gösterdi. Çok yardım edip, İstanbul’daki meşhûr yerine yerleştirdi.
Kânûnî Sultan Süleymân Han bir gün Yahyâ Efendiye hatt-ı şerîf gönderip; “Birâderim Yahyâ Efendi! Şaşılacak şeydir ki, bizi terkettin. Hayli zamandır görüşemedik. Buna sebep nedir? Eğer bizden size karşı bir kusur meydana geldi ise kerem edip af buyurunuz. Teşrif edip bizi sevindiriniz. Böylece kırık gönlümüz neşelensin.” dedi. Hatt-ı şerîf, Yahyâ Efendiye ulaşınca, kâğıt kalem istedi ve Kânûnî’ye cevap yazıp onun görüşme isteğini kabûl etti. Dergâhına dâvet etti. Sohbette bulundular.
Yahyâ Efendi hazretlerinin çok kerâmetleri görüldü. Kânûnî Sultan Süleymân Han sık sık kendisini ziyâret eder nasîhatlerini ister, duâsını alırdı.
Bir gün Yahyâ Efendi hazretleri Sahn-ı semân Medresesine gitmek için yola çıkmıştı. Yolda atının yularını bir papaz tuttu ve; “Ey âlim zât! Ey Yahyâ Efendi! Size bir suâlim var. Bu müşkül işi bana îzâh edin. Soracağım şeyin cevâbı acabâ dîninizde var mıdır? Her sene yeni defter tutulmayıp, gidiyor. Ölen kalan kim bilinmeden ölmüş bir gayr-i müslimden devletçe haraç isteniyor? Bu nasıl iştir. Bu şekilde hareket dîninizde var mıdır?” dedi. Yahyâ Efendi bunları duyunca; “Hayır. Dînimizde ölmüş bir gayr-i müslim vatandaştan haraç alınmaz. Sonra çok fakir kazandığıyla güç geçinen kimseden ve çok yaşlı olanlardan da haraç alınmaz. Bunlar affolunmuşlardır. Sultânımız ona muhtaç değildir.” dedi. O zaman papaz; “Efendi şunu iyi bil ki, bizden ölen kimsenin bile haracını isteyip, her yıl alırlar. Bunu ben size soruyorum. İslâm dîni bunun alınmasını istiyor mu? Ne olur bunu Sultan Süleymân Hana arzedin, haber verin, sorun?” dedi.
Bunları işiten Yahyâ Efendi celâllendi ve din gayreti ile medreseye vardı. Ders yapmadan önce hemen kalem kâğıt istedi ve Sultan Süleymân Hana hitâben; “Ey cihân sultanı Süleymân Han! Şimdi sana saltanat haram oldu. Zulmün ölen kişilere kadar uzandı demek. Halbuki böyle bir zulmü senin ecdâdın yapmamıştı. Bu mudur din gayreti? Bak, müminleri bir kâfir ilzâm ediyor, susturuyor, çâresiz bırakıyor.” diye yazdı. Sonra da sevdiği birine bu mektubu verip Sultana gönderdi. Mektup, Kânûnî’nin eline ulaştığında, Kânûnî ona nazar edip okudu. Rengi değişip, kalbini bir üzüntü kapladı. Tahtından indi ve bir adamını Yahyâ Efendiye göndererek geleceğini bildirdi. Çok geçmeden saltanat kayığına binip Yahyâ Efendinin dergâhına vardı. Hürmetle selâm verip yaklaştı ve; “Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu bize siz mi gönderdiniz? Ey güzel haslet sâhibi! Nedir suçumuz? Bize bunu beyân edip açıklayınız? Biz de işin hakîkatını bilelim. Saltanat bana neden haram oldu? Kime zulmeyledim?” diye sordu.
O zaman Yahyâ Efendi hazretleri ona; “Pâdişâhım! Bu ne iştir. Defterleri her sene niçin yenilemezsiniz? Ölmüş olan gayr-i müslimlerden memurlarınız haraç toplarlar. Böyle ele geçen mal sana hiç helal olur mu? Bu senden beklenmez. Yediğin, giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana haram olmuş demektir.” dedi.
Hayretler içinde kalan Kânûnî; “Hâlimi Allahü teâlâ biliyor ki, bu söylediklerinizden zerrece haberim yoktur.” dedi. Yahyâ Efendi de; “O halde bu gaflet nedir? Yarın Allahü teâlânın huzûrunda buna vereceğin cevap ne olur. Memurların gayr-i müslim malı alırlar. Bu kâfir hakkı, kul hakkı olur. Ergeç Allahü teâlânın huzûruna çıkacaksın. Yakanı kâfirin eline vereceksin. Netîcede korkarım Cehennem ateşine atılırsın. Cihân pâdişâhının kâfirle birlikte gelmesi lâyık mıdır? Bu mudur din gayreti, bu mudur îmân gayreti? Kullara zarar verene, inletip ağlatana Allahü teâlânın rızâsı yoktur. Sana yolların en hayırlısı gösterilmişken, buna Resûlullah efendimiz hiç rızâ gösterir mi? Yaptığın işler yanlıştır. Niçin adâletle işlerini görmezsin? Dîninin bildirdiği yola gitmezsin? Şunu iyi bil ki, ey cihân pâdişâhı! Şöhret zînetinin hepsi burada bu dünyâda kalır. Bu apaçık bir iştir. Eğer adâletle bir iş yaptıysan, sana kalacak odur.” buyurdu.
Kânûnî Sultan Süleymân Han bu sözleri işitince ağladı ve vezîrine emredip; “Her sene evleri teker teker sayın. Gayr-i müslimlerden ölen kalanları yazın. Haraç hesâbını iyi tutun. Hazîneye haram para getirmeyin. Şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızâm yoktur.” diye ferman etti. Sonra da Yahyâ Efendi hazretlerine dönüp; “Sen bizim doğru yolu gösteren rehberimizsin. Gaflet uykusundan bizi uyandırdın. Bu sebeple Allahü teâlâ senden râzı olsun. Suç bizdeymiş.” dedi. Yahyâ Efendi de ona; “Ey cihân pâdişâhı! Tövbe edin ki, Allahü teâlâ affetsin. Bir daha gaflette kalıp zulüm etmeyiniz. Doğru yolu bırakıp eğri yola gitmeyiniz.” buyurdu. Kânûnî ona; “Ağabey! Şimdi artık bizim tahta geçmemize izin var mıdır?” diye sordu. O zaman Yahyâ Efendi, Kânûnî’nin elinden tutup; “Evet şimdi çıkabilirsin.” buyurdu.
Yahyâ Efendinin sevdiklerinden Baba Tarak anlatır: “Balıkçı idim. Balık avlar, onunla geçinirdim. Bir seher vakti Yahyâ Efendi hazretlerinin dergâhına vardım. Beni gördükte; “Gel, teknen ile beni denizde bir gezdiriver. Allahü teâlânın kudretini düşünelim. Deryâyı bir güzel seyredelim.” buyurdu. Ben de; “Başüstüne efendim!” dedim. Hemen gidip kayığa bindik. Yahyâ Efendi hazretleri kayığa oturdu. Kıyıdan biraz ayrılınca, gönlümü bir üzüntü kapladı. Gam ile doldum. Zîrâ hanımım bana o gece fakirlikten yakınıp; “Evin ihtiyâcını karşılayamıyorsun. Bak kızın yetişti. Çeyizi bile yok. Sen ise durmadan Yahyâ Efendiye gidersin. O da böylece seni işten alıkoymaktadır. Kuru kuruya gezmek hangi akıl îcâbıdır.” demişti. Gece söylediği bu sözleri hatırıma gelmişti. Kimseye bir şey söylememiştim. Birden Yahyâ Efendi hazretleri bana; “Evlâdım! Yanında balık tutmaya ağın var mı?” diye sordu. Ben de; “Efendim, denizde balık olmayınca, ağ olmuş neye yarar.” diye cevap verdim. Yahyâ Efendi yine; “Balık yok ise üzülme. Allahü teâlâ sana rızkını elbet ihsân ediverir. Ağı bana ver. Şimdi sana Allahü teâlânın kudretini göstereceğim.” buyurdu. Yahyâ Efendi bu sözü söyler söylemez denizin yüzü balıkla dolup kaynamaya başladı. Ağı attı, içi balıkla doldu. Onları kayığın içine boşalttı. Herbiri iri iri, tâze kefallerdi. Bana dönüp; “Evlâdım! Şimdi beni kenara bırak, sen de balıkları satmaya git. Bu balıklar ne kadar para ederse, onunla kızına babalık yap. Çeyizini alıp, hazırla. Hanımının da istedikleri böylece yerine gelsin.” buyurdu. O zaman ben hayretler içinde kaldım. Zîrâ benim üzüntü sebebimi anlamıştı. Hemen Yahyâ Efendi hazretlerini kıyıya bıraktım ve balıkları pazarda satmaya gittim. Balıkları satıp parasını getirerek, durumu hanıma anlatıp parayı saydım. Hanım buna çok sevindi. Bütün ihtiyaçları karşıladım. Çeyizi aldık. Hanım ondan sonra bana karşı hiç huysuzluk yapmaz oldu. Sonra koşarak Yahyâ Efendi hazretlerinin huzûruna geldim. Beni tebessüm ile karşıladı ve; “Balığı şu kadara sattın ve ihtiyaçlarını da karşıladın herhalde.” buyurdular. Ben de; “Evet efendim. Size canım fedâ olsun. Bize kereminizle yardım ettiniz.” dedim. Sonra bana; “Ey Baba Tarak! Sen bu sırrı kimseye söyleme. Allah için yayma. Bizdeki yardım doğrudur. Kısmetmiş ve senin hakkın olmuştur.” buyurdu.”
Yahyâ Efendi hazretlerinin elbiselerini bir Rum terzi dikerdi. İsmi Kusta Usta idi. Yahyâ Efendi ona zaman zaman; “Ey Kusta Usta! Küfür hâlinde olman uygun değil. Îmâna gelsen de seninle bir kardeş olsak. Âhiret yolunda da yoldaş olsak, daha iyi değil mi?” derdi. O da; “Sözleriniz doğrudur. Bir gün gelir başımızın yazısını elbet görürüz. Hak nasîb ederse oluruz.” diye cevap verirdi. Yahyâ Efendi bir zaman terziye dikmesi için bir elbise verdi. O da kısa zamanda biçip dikti ve Yahyâ Efendi hazretlerine getirdi. Yahyâ Efendi onu eline alınca, ceplerini aramaya başladı. Terzi Kusta Usta; “Bir noksanı mı var?” diye sordu. Yahyâ Efendi de; “Onun bir noksanı yoktur. Acabâ bunun ceplerini dikmediniz mi?” diye sordu. Bunun üzerine Kusta Usta; “Efendim! Cebini dikmiştim. Cep ağızları dikişlidir. Verin bana ağızlarını açayım.” dedi. O zaman Yahyâ Efendi, ona; “Ellerini ceplerine sok ne çıkar, ne bulursan senin olsun.” buyurdu. Terzi Kusta bu söze bir mânâ veremeyip şaşırdı ve ellerini, ipliklerini söktüğü ceplere soktu. Bir avuç altın çıkardı. Kusta Usta’nın aklı başından gitti ve kendisini bir titreme aldı. Sonra Yahyâ Efendinin ellerine sarıldı ve; “Ey Allah’ın sevgili kulu! Bana yardım edin. Mümin olma zamânım geldi. Îmân etmek istiyorum. Bana îmânı öğretiniz.” dedi. Yahyâ Efendi onun başına kendi tülbendini sardı ve; “Artık ismin Ali Usta oldu.” buyurdu. Ali Efendi Kelime-i şehâdeti söyleyip Yahyâ Efendinin talebeleri, sevdikleri arasına girdi ve dergâhta ömür boyu hizmet etti.
Yahyâ Efendinin torunu Azîz İbrâhim Efendi anlatır: “Dedemin yanında oturmuştum. Bir beyt okudu. “Nasîbin var ise gelir Yemen’den. Ne Yemen’den. Hind’den de dahi Hind’den de.” dedi. Sözünü tamamladığında kapı çalındı. Bana; “Kapıyı çalan kimdir bir bak?” buyurdu. Ben de gidip kapıya baktım. Hindli birisi duruyordu. Ona; “Kimsin ve ne istiyorsun. Çaldığın bu kapıdan istediğin nedir?” dedim. Sonra geri dönüp ceddime; “Dedeciğim birisi sizinle kapıda görüşmek istiyor.” diye haber verdim. O da bana; “Onu içeriye dâvet et, sohbet etmek istiyoruz.” dedi. Derhal gidip kapıyı açtım ve ona; “Dedem sizi istiyor.” dedim. O da eşyâsıyla birlikte içeriye girdi. Selâm verdi ve dedemin elini öptü. Koynundan bir mektup çıkarıp verdi. Sonra da; “Ben senin için tâ Hindistan’dan geldim. Sizi sevenler bizi bilir. Bu hediyeleri size gönderdiler.” dedi. Dedem Yahyâ Efendi hazretleri de tebessüm edip, o kişiyi misâfir ettiler ve sonra geri gönderdiler.”
Yahyâ Efendinin Boğaz’da çok güzel bir bahçesi vardı. Orada Mustafa Efendi adında biri hizmet ederdi. Bir gece Yahyâ Efendi ona; “Bana biraz su getir.” buyurdu. O sırada hiç su yoktu. Mustafa Efendi testiyi alıp dışarı çıktı. Dışarısı çok karanlık olup, göz gözü görmez derecedeydi. Üstelik su getirilecek yer de oldukça uzak ve tehlikeliydi. Mustafa Efendi bir türlü gitmeye cesâret edemedi. Geriye de dönemedi. Neticede; “Yahyâ Efendiye fedâ olsun, diye gönlünden geçirip yola koyuldu. Birden gideceği yer gündüz gibi aydınlandı. Selâmetle gidip testiyi doldurup getirdi. Lâkin bu aydınlığa şaşıp kaldı. Tekrar dışarı çıkıp bu aydınlığı görmek istedi. Dışarı çıktığında her tarafı kapkaranlık gördü. Bu hâli Yahyâ Efendiden sormak istedi. İçeri girdiğinde Yahya Efendi ona; “Bak Mustafa Efendi! Bu gördüğünü kimseye söyleme. Bizi de ellere verme. Bir kimsede yakîn nûru varsa, o kimse zulmette, karanlıkta kalmaz.” buyurdu. Bu hal onun bir kerâmetiydi.
Belbân isminde gayr-i müslim bir çobanın sürüsünden, iki koyun kaybolmuştu. Kaybolan koyunlar, Yahyâ Efendinin dergâhının bahçesine gelmişlerdi. Çoban, koyunlarını bütün aramalara rağmen bulamadı. Nihâyet orada bulunduklarını öğrenip, doğruca dergâha geldi. Yahyâ Efendinin, müslümanların büyük bir âlimi ve velîsi olduğunu işitmişti. “Acabâ bana nasıl alâka gösterir, benimle ilgilenir mi, ilgilenmez mi? Eğer benimle ilgilenir, aç ve yorgun olduğumu anlayıp; tâze ekmek, tereyağı ve bal ikrâm ederse, onun hakîkaten büyük bir zât olduğunu anlarım.” gibi düşünceler ile Yahyâ Efendinin huzûruna girdi. Yahyâ Efendi onu görünce, o daha hiçbir şey söylemeden; “Bu kişi, koyunlarını ararken, dağ taş demeden dolanıp çok yorulmuş ve acıkmıştır. Buna tâze ekmek, tereyağı ve bal getirin.” diye hizmetçiye emretti. Emredilen yiyecekler, derhâl hazırlanıp getirildi. Ortaya konunca, Yahyâ Efendi Belbân’a; “İşte sana tereyağı, mumlu bal ve tâze nân (ekmek), Dilersen yağa ban, dilersen bala ban.” dedi ve tebessüm ederek, yemesi için işâret etti. Belbân da o yiyeceklerden yedi. Gönlü ve kalbi yumuşadı. Evliyânın lokması kalp hastalığına şifâ olmuştu. Bunun üzerine Belbân îmân etmekle şereflenip müslüman oldu. Bu nîmetin şükrânesi olarak, Allah rızâsı için, kendisinin olan o iki koyunun kesilmesini ve orada bulunanlara ikrâm edilmesini istedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi, şu şiiri söyledi:
Sabahleyin iki ganem (koyun),
Menzile mihmân (misâfir) geldi.
Her görenler dediler,
“Tekkeye kurbân geldi.”
Yolda çokdur çalıcı,
Onları, çaylak gibi,
Her aç olan ona der;
“Derdime dermân geldi.”
Bir koyundan küçüktür,
İki koyunu pençeler,
Çekip orada yutar,
Der: “Bize ihsân geldi.”
Ey “Müderris” ola gör,
Râ’î (çoban) bugün bunlara sen!
Enbiyâ zümresi hep
Âleme çoban geldi.
Yalova’da bir imâm vardı ki, Yahyâ Efendiyi büyük bilir ve çok severdi. Zaman zaman ziyâretine gelirdi. Bu imâmın çoluk çocuğu kalabalık olup, maddî sıkıntı içindeydi. Fakat o sabreder fakirliğini gizler, kimseye bir şey söylemezdi. Bir gün yine Yahyâ Efendi hazretlerini ziyârete geldi. Selâm verip huzûrunda oturdu. O sırada dergâh tenhâ olup, kimseler yoktu. Yahyâ Efendi ona; “Ey temiz insan! Gel seninle bahçede biraz dolaşalım. Allahü teâlânın lütfunun sonu yoktur.” buyurdu. Berâberce çıktılar. Bir yere geldiklerinde, Yahyâ Efendi; “Sen bize candan bağlısın. Şimdi sana Allahü teâlânın lütfuyla bir iş göstereceğim. Böylece gönlündeki fakirlik sıkıntısı kalmayacak. Fakirlik ateşini söndürmüş ve seni sevindirmiş olacağız.” buyurdu. Sonra yere asâsını vurdu ve; “Burasını kaz!” dedi. İmâm Efendi orasını açtığında, içinden bir küp altın çıktı. Ona; “Ne durursun, fakirlik hastalığına çâredir. Bunları sana sonsuz hazîneler sâhibi Allahü teâlâ gönderdi. İstediğin kadar al.” buyurdu. İmâm Efendi bunları heybesine doldurdu. Yahyâ Efendi ona; “Ey İmâm Efendi! Dünyâ üzüntüsünü gönlüne sakın koyma. Bunları hayırlı işlere sarfedersin. Yalnız bu sırrı kimseye söyleme. Şâyet anlatırsan o zaman bunlar elinden çıkar, aldırırsın.” buyurdu. İmâm Efendi de; “Efendim, ben bu işe çok şaştım! Bu kadar altınla memleketime nasıl dönerim. Yollarda haramîler, eşkıyâlar var. Korkarım ki bunları benden alırlar. Nasıl varacağımı bilemiyorum.” dedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi; “Sana kimse zarar veremez. Bu senin nasîbindir. Var selâmetle git.” buyurdu. İmâm Efendi vedâ edip yola çıktı. Hakîkaten başına hiçbir şey gelmeden Yalova’ya vardı. Kendisini hanımı karşıladı. Heybedeki altınları görünce, hayretler içinde kaldı ve; “Bunları nereden buldun?” diye sordu. O da; “Bu işi sana açıklayamam. Sâdece Allahü teâlânın ihsânı olarak bil!” dedi. İmâm Efendi bundan sonra etrâfına yardım etmeye başladı. Hem yedi hem yedirdi. Ömrü hayır yapmakla geçti. İnsanlar onun hakkında; “Nereden buluyor bunları?” demeye başladı. Bâzısı da; “Birisinden emânet almış gâlibâ!” Kimisi de; “Anlaşılan defîne bulmuş.” dedi. Herbiri bir şey söyledi. Netîcede İmâm Efendi hastalandı. Hastalığı ilerleyince, komşularını başına çağırdı ve onlara; “Size bu malı nereden bulduğumu açıklamak istedim. Bunun elime girmesine sebep, Yahyâ Efendi hazretleridir. Bugüne kadar kimseye söylemedim. Zîrâ bana, söyleme gizle demişti. Şimdi ise ömrümün sonu yaklaştığından onun kerâmeti unutulmasın diye söylüyorum.” dedi ve Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.
Torunu Tâceddîn Efendi anlatır: “Bir gece uyuyordum. Gece yarısı dedem beni uyandırdı ve; “Tâceddîn! Şimdi git. Dergâhta hizmet edenleri uykudan uyandır. Denizde bir işim var, kayığı denize indirsinler.” buyurunca, gidip haber verdim. Çocuk olduğum için beni dinlemediler ve; “Görmedin mi dışarısı fırtına. Kayık bu havada denize iner mi?” dediler. Ben de gidip söylediklerini dedeme anlattım. O zaman dedem hemen gidip kendisi kayığı denize indirdi. İçine postunu yayıp oturdu. Sonra dergâhtakiler kayığın denize indirildiğini anladılar. Yahyâ Efendi kayıkla denize açıldı. Biraz yol aldıktan sonra küçük bir kayık içinde iki papazın suya batmak üzere olduğunu gördü. Hemen yetişip onları kayığa aldı ve Yeniköy’e götürüp kıyıya çıkardı. Tekrar Beşiktaş’a dergâhına geldi. Sonra bu papazlar metropolitlerine başlarından geçeni anlattılar. Metropolit de, Yahyâ Efendiye çeşitli hediyeler gönderip, ona sevgi, saygı ve hürmetlerini bildirdiler.
Yahyâ Efendiyi seven ve dergâha odun taşıyan bir kayıkçı vardı. O anlatır: “Bir gün Yahyâ Efendi bana; “Ey reis! Sen bize candan hizmet edersin. Seni severiz. Bize bir kayık meşe odunu getiriver.” buyurdu. Ben de gidip bir kayık odun getirdim. Kayığı iskeleye yanaştırdım. Hizmetçiler dergâha odunu taşımaya başladılar. O gün Yahyâ Efendiye pekçok muhtaç ve borçlu geldi. Yahyâ Efendi hazretleri her birine yardım edip, ihtiyâcını karşıladı. Hepsi sevinçliydi. Hayır duâ ederek dergâhtan ayrıldılar. Yahyâ Efendi hazretleri hayâtında para kesesi kullanmazdı. Onun bir küçük el sepeti vardı. Nereye gitse onu yanından ayırmazdı. Bir başkasının da ona dokunmasına, içine elini sokmasına izin vermezdi. Kim bir şey istese, ister ekmek, ister meyve ne olursa olsun mübârek elini içine sokar, istenilen şeyi çıkarır verirdi. Yahyâ Efendinin huzûruna vardığımda beni tebessümle karşıladı ve; “Reis, biz senden odun istemiştik. Ne yaptın?” dedi. Ben de; “Efendim odun iskeleye geldi. Hizmetçiler taşıyorlar.” dedim. O zaman Yahyâ Efendi hazretleri, yanındaki kapalı sepetine elini soktu, içinde dolaştırıp bir miktar altın çıkardı ve bana uzattı. O zaman ben; “Acabâ para kesesi kullanmamasının sebebi nedir?” diye gönlümden geçirdim. Yahyâ Efendi bana bakıp güldü ve; “Reis! Bizim kesemiz yoktur. Lâkin yedi iklim bize keselik yapıyor. Altın ve gümüş bizde misâfir olmaz. Hem de bir gece bile kalmaz. Yerine ulaştırılır.” buyurdu.
Kocaeli’nde Hacı Ali Efendi isminde takvâ sâhibi, dergâhı olan bir zât vardı. Hacı Ali Efendi, Yahyâ Efendi hazretlerinin büyüklüğünü ve güzel hallerini işitmişti. Bir gün onu görmek için yola çıktı. Beşiktaş’a, oradan da Yahyâ Efendinin dergâhına geldi. Hizmetçilere hitâben; “Yahyâ Efendiyi ziyârete geldik.” dedi. Onlar da; “Şu anda burada değildir.” diye cevap verdiler. Hacı Ali Efendi tekrar; “O halde nerede bulabiliriz, söyleyin.” dedi. Hizmetçiler de; “Efendim, Yahyâ Efendi hazretlerinin Yeniköy yakınında bir bağı var, oraya gitti.” dediler. Hacı Ali Efendi bunun üzerine yanındakilere; “Gidip onu bulalım.” dedi. Sonra Yeniköy’e geçtiler ve Yahyâ Efendinin bağını buldular. Hacı Ali Efendi bahçıvana; “Yahyâ Efendiye haber verin. Onu ziyâret için geldik.” dedi. Bahçıvan; “Efendim, Yahyâ Efendi hazretleri seher vakti buraya gelip, bir müddet kalıp kayıkla Kavak tarafına gittiler.” dedi. Hacı Ali Efendi bunları duyunca; “Tövbeler olsun! Bu kişi deli olsa gerek. Kendisinde evliyâlıktan bir eser göremiyoruz. Bağdan bağa dolaşan kişi velî olur mu? Arzusu peşinde koşuyor. Bu işler hiç evliyânın işi mi? Hani zikirler, hani dergâhta sohbet, hani ibâdet, hani virdler, zikirler, hani elbise ve külâh? O ise tenhalarda yollara düşüp bağdan bağa koşuyor. Bu dünyâya bu derece heves bir velîde olur mu? Biz onu daha görmeden niyetlerini bir güzel anladık. Âşikâre apaçık ne olduğu meydana çıktı. Dünyâya düşkün olan, âhiret adamı olamaz. Âhiret adamı olan çok kere fakir olur. Nerede Yahyâ Efendide bunlar?” diye söylendi. Geriye dönmeyi düşündü. Fakat vazgeçti. “Bu kadar zahmet çekip tâ Kocaeli’nden buralara kadar geldim. Görmeden gitmek, bu kadar zahmeti boşa çekmek olur. Emeğim boşa gitmesin. Onu görmeden dönmek akıllıca bir iş olmaz. Onu bir bulup imtihan edeyim.” dedi ve kayık ile Kavak yönüne doğru yola çıktı. Kayıkla giderken yolda Yahyâ Efendi ile karşılaştı. Yahyâ Efendi onu görünce, tebessümle; “Kardeşim hoş geldiniz. Bir kimsenin gönlünde dünyâ sevgisi olmazsa, onun elinde bulunan dünyâlıklar âhirette şeref ve îtibâr bulmasına mâni olmaz. Biz dünyâ ehlinden uzak olmak için bu dağ ve bahçeleri mesken edindik. Lâkin biz nereye gitsek bizi buluyorlar. Aman ve fırsat vermiyorlar.” buyurdu. Sonra şu beyti okudu:
“Yâ İlâhî! Kulunum. Emrine itâat ederim, anarım seni
Beni ne yaparsan yap, yeter ki yapma dünyâ delisi.”
Hacı Ali Efendi bu sözleri duyunca, onun gerçek hâlini anladı ve söylediklerine bin pişman oldu. Geri kalan ömrünü Allahü teâlânın bu sevgili kuluna muhabbet ederek geçirdi.
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın vefâtından sonra yerine oğlu İkinci Selîm Han pâdişâh olup tahta geçmişti. Bir gün saltanat kayığı ile Boğazı gezmek için çıktı. Giderken Boğaz’daki bâzı yerleri yanındakilere soruyordu. Beşiktaş’a geldiklerinde, kendisine; “Efendim burası Beşiktaş’tır ve Yahyâ Efendi hazretleri oturur. Buralarını o ihyâ etmiştir.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han; “Yahyâ Efendi nasıl biridir?” diye sordu. Ona; “Sultanım! Yahyâ Efendi, babanız Cennetmekân hazretlerinin süt kardeşi idi. Babanızla çok iyi görüşürlerdi.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han; “Evet, babamla olan yakınlığını ve dostluğunu bilirim. O babama her ne derse babam şüphesiz yerine getirirdi. Yahyâ Efendi saraya bir defâ olsun gelmemişti. Lâkin babam hep onun ayağına giderdi. Babam ona çok iltifat ettiğine göre görelim nasıl zâttır. Evliyâlığı nicedir. İmtihan için onu bir yere dâvet edelim.” dedi. Kale bahçesi denilen güzel bir yere geldi. Sultan bir adamıyla Yahyâ Efendiyi buraya dâvet etti. Yahyâ Efendi geldiğinde ona iltifat etmemeyi gönlünden geçirdi. Çok geçmeden Yahyâ Efendi kayığıyla çıkageldi. Sultan Selîm Han, Yahyâ Efendiyi görünce tahtından inip hürmetle onu karşıladı ve iltifat etti. Yahyâ Efendi ona; “Sultanım! Niçin tahtınızdan indiniz. Bu ne iltifat.” buyurdu. Sultan, el öpmek isteyince, Yahyâ Efendi, Sultanın iki kulağını tutup büktü ve; “Abdestin var mı? Söyle yoksa bırakmam.” dedi. Sultan; “Abdest alayım.” dedi. Yahyâ Efendi; “Dediğim namaz abdesti değildir. Söylediğim tövbe abdestidir.” buyurdu. Sultan Selîm Han mahçûb oldu ve Yahyâ Efendinin ellerinden öpüp, hürmet gösterdi. Onun büyük bir velî olduğuna iyice inandı.
Yahyâ Efendinin, Apostol isminde hıristiyan bir komşusu vardı. Bir gün bu Apostol, denizde fırtınaya tutuldu. Kendisi hıristiyan olduğu hâlde, Yahyâ Efendinin hürmetine duâ ederek kurtuldu. Evine gelince, Yahyâ Efendiye hediye götürmek istedi. Kendi âdetlerince, mühim ve kıymetli hediye sayılan yıllanmış şarap alarak Yahyâ Efendinin dergâhına gitmek için yola çıktı. Getirdiği şarap, dergâhın yokuşunda, daha oraya varmadan nar suyu hâline döndü. Bu apaçık kerâmetleri gören Apostol, müslüman olmakla şereflenip, Ali ismini aldı. Arsasını Yahyâ Efendiye hediye etti ve kendisi de onun talebeleri arasına katıldı. Bu zât, Yahyâ Efendi ile aynı türbede, onun kabrinin ayak ucunda yatmaktadır.
Bir zaman Sultan İkinci Selîm Han bir donanma hazırlayıp sefere çıkılmasını ferman buyurdu. Donanma hazırlandığında donanma komutanı Kaptan-ı deryâ Beşiktaş’a geldi ve Yahyâ Efendiden duâ istedi. O zaman Yahyâ Efendi hazretleri üzüntülü ve sıkıntılı bir halde; “Allahü teâlâ bir şeyin olmasını takdir ettiyse, onu hayır duâ değiştiremez. Lâkin sizden gelecek kötü bir haberi işitmememiz için gece-gündüz Rabbime duâcıyım.” buyurdu ve donanma kaptanını uğurladı. Donanma o yıl düşmana karşı zafer kazanamadı. Bu haber İstanbul’a gelmeden önce Yahyâ Efendi hazretleri Hakk’ın rahmetine kavuştular. Buyurdukları gibi bu haberi duymadan âhirete gittiler.
Beşiktâşî Müderris Yahyâ Efendi, ömrünün sonuna kadar Beşiktaş’taki yerinde, ibâdet ve mücâhede ile vakit geçirdi. 1569 (H.977) Zilhicce ayında, kurban bayramı gecesi vefât etti. Vefâtında seksen yaşına yaklaşmıştı. Kurban bayramı günü, Süleymâniye Câmiinde, bayram namazından sonra cenaze namazı kılındı. Cenâze namazını Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Bahçesi yakınında bulunan ve daha önceden hazırladığı kabrine defnolundu. Cenâzesinde vezîrler, âlimler, zenginler ve fakirlerden müteşekkil çok kalabalık bir cemâat hazır bulundu. Bu cemâat, onun hâlinin iyi olduğuna, sonunun hayırlı olduğuna, tam ve âdil bir şâhitti. Vefât gecesinde; âlimler, hâfızlar, vâizler, imâmlar, tasavvuf büyükleri Kur’ân-ı kerîm okudular. Kelime-i tevhîd ve tesbîh ile o geceyi ihyâ edip, sevâbını o büyük zâtın rûhuna hediye ettiler. Kabri üzerine İkinci Selim Hân tarafından türbe yaptırıldı. Sonra gelen Osmanlı sultanları, Yahyâ Efendinin türbesinin, câmi ve zâviyesinin ve diğer külliyâtının bakım ve tâmirini büyük bir hassâsiyetle ve aksatmadan yapmışlardır.
Yahyâ Efendinin iki oğlu olup, her ikisi de babaları gibi ilim, irfan âşığı kimseler idi. Babalarının yolunda bulunmuşlar, vefâtlarında aynı türbeye defnolunmuşlardır.
Yahyâ Efendi hazretlerinin şâirliği de kuvvetli idi. “Müderris” mahlasıyla tasavvufî şiirleri ve müretteb Dîvân’ı vardır.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
O KENDİNİ TANITTI
Kânûnî, bir gün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizâsına gelince kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendiyi çağırttı. O da yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendinin ahbâbı, devamlı olarak Kânûnî’nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kânûnî bu hâli farkedince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz.” dedi. O zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultana uzattı. Avucunda biraz önce denize attığı yüzük vardı. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kânûnî, elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden kayboluverdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiye dönüp; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “O gördüğünüz Hızır aleyhisselâm idi.” dedi. Bunun üzerine Kânûnî; “O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahyâ Efendi; “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız.” buyurdu.
OSMANOĞULLARININ ÂKIBETİ NE OLACAK?
Bir gün cihân pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi hazretlerine bir hatt-ı şerîf gönderdi ve; “Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize Osmanoğullarının âkıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak. Yok olacaksa, bu hangi sebeptendir.” dedi. Hatt-ı şerîfi okuyan Yahyâ Efendi eline kalem kâğıt alıp; “Kardeşim! Neme gerek.” diye iri harflerle yazıp Kânûnî’ye gönderdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiden gelen mektûbu okuduğunda hayretler içinde kaldı. Fakat bir şey anlamamıştı. Derhal bir kayık hazırlanmasını emretti ve bu bilmece sözün mânâsını anlamak için Yahyâ Efendinin dergâhına geldi. Yahyâ Efendiyi görür görmez; “Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap veriniz. Biz de ona göre hareket edelim.” dedi. Yahyâ Efendi bunun üzerine tebessüm edip; “Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlayamamana şaşarız.” dedi. Kânûnî; “Nasıl?” deyince, Yahyâ Efendi; “Zulüm, haksızlık yayılsa, işitenler de; “Neme gerek.” dese ve onu önlemeye çalışmasalar, sonra koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese, fakirler, muhtaçlar, gariplerin feryâdı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itâat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir.” buyurdu. Kânûnî bunları işitince, göz yaşlarını tutamadı. Yahyâ Efendiye olan sevgisi daha da arttı.
KİMSE KİMSENİN RIZKINI YİYEMEZ
Yahyâ Efendi bir zaman sevdiklerinden birkaçıyla yolculuğa çıkmıştı. Bir yerde durdular. Talebelerinden birini çağırıp; “Burada bir değirmen var. Oraya gidip tâze yumurta alalım. Yiyelim ve şükredelim.” buyurdu. Değirmene gittiler. İsmi Hasan Efendi olan değirmenci, güzel huylu biriydi. Yahyâ Efendi değirmenciye; “Efendi bize tâze yumurta getir.” buyurdu. Değirmenci; “Efendim! Bir tâne bile kalmadı. Yumurta alıcısı geldi, hepsini alıp gitti.” dedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi; “Kimse kimsenin nasîbini alamaz. Alayım dese bile, buna yol bulamaz. Var sen kümesi aç. Bize de kalmıştır.” buyurdu. Kümesi açtığında her taraf yumurta doluydu. O zaman Yahyâ Efendi; “Bak Hasan Efendi! Allahü teâlâ bizim rızkımızı da yaratmış.” buyurdu ve bir avuç altına bir sepet yumurta alıp yola devâm ettiler.
PEHLİVÂN YAHYÂ EFENDİ
Avrupa’da Kara Pehlivan ismiyle meşhûr ve bütün güreşçileri yenen gayr-i müslim bir güreşçi vardı. Bu güreşçi bir ara İstanbul’a geldi. Bütün güreşçilere meydan okuyor, hiç kimsenin kendisiyle güreşmeye cesâret edemeyeceğini söylüyordu. Yahyâ Efendi, İslâmiyetin şerefini, vekarını korumak için, güreşmek üzere o meşhûr pehlivanın karşısına çıktı. Kendisi daha önce hiç güreşmezdi. Herkes bu duruma çok hayret etti. Pehlivanlar meydana çıktığında, binlerce insan merak dolu bakışlarla ve endişe ile netîceyi bekliyorlardı. Nihâyet Yahyâ Efendi, Kara Pehlivan ile karşılaştı. O meşhûr, mağrûr ve kendini beğenen Kara Pehlivan’ı bir elense ile yeniverdi.
Kara Pehlivan, bu zâtta gördüğü kuvvetin normal bir şey olmadığını, bu hâlin o büyük zâtın bir kerâmeti olduğunu anladı. O anda kalbinde bir değişiklik hissetti. Gönlü âdetâ Yahyâ Efendiye bağlanıp kaldı. Nihâyet onun huzûrunda müslüman olmakla şereflenip, talebeleri arasına katıldı.
ÂŞIĞA BAĞDÂT IRAK DEĞİLDİR
Mağripli birisi Yahyâ Efendinin ismini duyup, görmeden ona âşık oldu. Yahyâ Efendinin nerede olduğunu bilmiyordu. Mısır, Şam, Halep ve başka birçok yer gezip Yahyâ Efendiyi aradı. Netîcede İstanbul’a geldi. Gördüklerine dâimâ; “Yahyâ nerede. Ey insanlar Yahyâ’yı biliyor musunuz?” derdi. Birisi onun hâlini anlayıp aradığı kişinin Beşiktaş’ta olduğunu haber verdi. Mağripli yürüyerek Beşiktaş’a geldi. Sorarak Yahyâ Efendinin dergâhını buldu. Kapıyı çalıp, Yahyâ Efendi hazretlerini sordu. Dergâhtakiler Yahyâ Efendinin Kavak’taki bahçesine gittiğini söylediler. Âşık Mağripli; “Âşığa Bağdât ırak değildir.” diyerek Kavak’taki bahçeye geldi. Bahçe çok güzel olup ortasında bir havuz vardı. Yahyâ Efendi havuzun yanında oturmuştu. Hizmetçiler bahçeyi suluyorlardı. Mağripli doğruca Yahyâ Efendinin yanına yaklaşıp, selâm verdi ve elini öptü. Sonra da; “Efendim ne olur beni talebeliğe kabûl edin. Nice yıllar diyar diyar gezip sizi ararım.” dedi. Yahyâ Efendi ona; “Acabâ maksadın nedir?Bu kadar zahmete sebep ne oldu. Bize anlat, biz de sana yardım edelim, gamını giderelim.” buyurdu. Mağripli, Yahyâ Efendinin ayaklarını öpmek istedi ve; “Efendim ne olur kimyâ ilmini bana öğretin.” dedi. Bu sözü üzerine Yahyâ Efendi; “Sen yanlış haber almışsın. Biz o senin dediğin şeyi bilmeyiz.” buyurdu. Mağripli yine; “Efendim! Derdimin dermânı sendedir. Ben arzuma kavuşmadan buradan gitmem.” dedi ve sözlerinde ısrar etti. Meğer ki Mağripli, Yahyâ Efendiyi imtihan etmek istermiş. Onun maksadını anlayan Yahyâ Efendi, Mağriplinin ayak ucunda bir siyah taş gördü ve; “Ey kişi! Şu kara taşı bana al da veriver.” buyurdu. Mağripli eğilip yerdeki kara taşı aldı ve Yahyâ Efendinin eline verdi.Yahyâ Efendi o taşa dikkatle baktı. O sırada taş altın kesildi. Sonra havuzun içine atıverdi ve; “Allahü teâlânın sevgili kulları taşa nazar etseler, o hâlis altın oluverir.” buyurdu. Bunu gören Mağripli; “Elhamdülillah. Cenâb-ı Hak beni maksâdıma kavuşturdu. Maksadım hâsıl oldu. Efendim beni kabûl edin. Hizmetinizle şereflenmek istiyorum. Canım başım yolunuza fedâdır.” dedi ve ellerine sarıldı. Yahyâ Efendi de onu talebeliğe kabûl etti. Bir bahçenin bakım işlerini ona verdi.
BEYİTLER
GÖRDÜĞÜN HIZIR İDİ
Osmanlı pâdişâhı, Kânûnî zamanında,
Yahyâ Efendi diye, vardı ki bir evliyâ.
Sultan, Ağabey diye, ona hitab ederdi,
Büyük zât olduğunu, bilir ve çok severdi.
Velî Yahyâ Efendi, hazret-i Hızır ile,
Sık sık görüşür idi, Allah’ın izni ile.
Pâdişâh bu durumu, çok iyi biliyordu,
Kendisi de Hızır’la, görüşmek istiyordu.
Çıktı sultan bir gece, kayıkla gezintiye,
Yanaştırıp kayığı, bir ara Ortaköy’e.
Yahyâ Efendiye de, gönderdi ki bir haber;
O da gelip bulunsun, kendisiyle beraber.
Yahya Efendi dahi, onun ricâsı ile,
Gelip bindi kayığa, yanında birisiyle.
Sultanın parmağında kıymetli yüzük vardı.
O kişi, dikkatlice o yüzüğe bakardı.
İyice farkedince, bunu Sultan Süleymân,
O kıymetli yüzüğü, çıkarıp parmağından,
Dedi ki: “Siz gâliba, bunu merak ettiniz,
Alıp daha yakından, bakıp inceleyiniz.”
O zât aldı yüzüğü, evirip çevirerek,
Atıverdi denize, hem de gülümseyerek.
Yahyâ Efendi hariç, kayıkta bulunanlar,
Çok hayret ettiler ki, acabâ bu ne yapar?
Biraz sonra o kişi inmeği arzu etti
Pâdişâh kayıkçıya; “Kıyıya yanaş” dedi.
O kişi tam inerken bir avuç su alarak,
Uzattı pâdişâha, göz altından bakarak.
Avcundaki o suda attığı yüzük vardı,
Pâdişah bunu görüp, hayretten dona kaldı.
Tutmak istediyse de, o kişinin elinden,
Lâkin o zât bir anda, kayboldu göz önünden.
Sordu Sultan Süleymân, Yahyâ Efendiye ki
“Ağabey, ne oluyor, bu olanlar nedir ki?”
“Efendim gördüğünüz, Hızır idi” deyince,
Dedi: “Bunu ne için, demedin daha önce.”
Buyurdu: “O kendini, tanıttı hükümdârım,
Lâkin siz tanımakta, geç kaldınız hünkârım.”
KAYNAKLAR
1) Sicilli Osmânî; c.4, s.633
2) Tezkiret-üş-Şu’arâ; c.2, s.882
3) Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.6, s.188
4) Mir’ât-ı İstanbul; s.290
5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1161
6) Şakâyik-ı Nu’mâniyye Zeyli (Atâî); s.147
7) Menâkıb-ı Beşiktâşî Müderris Yahyâ Efendi ibni Ömer el-Arabî (Matbaa-i Osmâniyye İstanbul-1314)
8) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.61
9) Menâkıb-ı Yahyâ Efendi, Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Efendi Kısmı, No 4592
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.19
Edirne – Kavaklı Tekke sokakta yer alan Hasan Sezai Tekkesinde .
XVIII. asırda Gülşeniliğin güçlü temsilcisi ve kendi adına izafe edilen Sezaiyye kolunun piri Hasan Sezayi Efendi‘nin tam adı Hasan b. Ali’dir. Aslen Mora’lı olup, 1080/ 1669 yılında Gördes’te (Korent) doğmuştur. W. Björkman tarafından Sezayi’nin aslen Rum olduğuna dair verilen malumatın doğruluğunu teyid eden bir kayda kaynaklarda rastlanmamaktadır. Bu iddia olsa olsa Kamusu’l-A ‘lam’da “an asl Maralı” ibaresinin yanlış anlaşılmasından ileri gelmiş olmalıdır. On sekiz yaşına kadar doğum yeri olan Gördes’te kalmış, 1098/ 1687’de Venediklilerin burayı işgal etmeleri üzerine gemi ile İstanbul’a gelmiştir.
Bir müddet İstanbul’da kaldıktan sonra Edime’ye geçmiş, burada Piyade Mukabelesi Kalemi’nde kendisine görev verilmiştir. Hasan Sezayi, bir yandan bu görevini ifa ederken diğer yandan kendisini Hakk’a erdirecek bir mürşid-i kamil aramıştır. Gördüğü bir rüya üzerine Aşık Musa Dergahı Şeyhi Muhammed Sırri Efendi’ye intisab etmiş ve bir süre hizmetinde bulunmuştur. Şeyh Şucaüddin Zaviyesi’nde talebe yetiştirmekle meşgul iken, Şeyh Mehmed Sırri’nin vefatından sonra yerine geçen Kastamonulu La’li Muhammed Fenayi‘ye intisab ederek manevi terbiyesi altına girmiştir. Daha sonra seyr u sülukunu tamamlayıp icazetini almış ve halifesi olarak Veli Dede Dergahı’na postnişin olmuştur. La’li Fenayi Efendi’ye son derece sıkı bir hürmet hissi ile bağlanan Sezayi’nin, pek çok yerde kendi ismi ile birlikte onu da zikrettiğini görüyoruz: Her biri vechine mir’at olmuş Gören ol vechi bizzat olmuş
Görinür vech-i Sezayi’den ol Bilinen hal Fenayi’den olmuş
Hasan Sezayi‘nin La’li Efendi’den başka Mısır’da bulunan Gülşeni şeyhlerinden İbrahim Çelebi’den de tarikat icazeti aldığını biliyoruz. Şöyle ki, Hüseyin Vassaf Sefine’de, Mısır Kahire Gülşeni Asitanesi’nde irşad seccadesinde oturan Şeyh İbrahim Çelebi tarafından Pir-i Sani Sezayi-i Gülşeni’ye verilen icazetnamenin suretini o zamanın şive-i beyanına göre vermektedir.
Hasan Sezayi de şeyhi La’li Efendi gibi Sümbüli, Celveti, Uşşaki ve Nakşibendi tariklerinde yekta olup, Bektaşiyye tarikatında da devrin önderidir. Dolayısıyla pek çok abdalı terbiyesi altına almış, hatta Edime yakınlarında bulunan Muhyiddin Baba Tekkesi’ni tamir ettirmiştir.
La’li Muhammed Efendi’den sonra posta oturan Mahmud Hamdi Efendi (ö. 113/ 1702)’nin vefat etmesi üzerine, Aşık Musa Efendi Dergahı postnişinliğine tevcih olunmuş, halifelerinden Ahmed Müsellem Efendi’yi Veli Dede Dergahı’na geçirerek görevini buraya nakletmiştir.
Dergaha ait vakıfların kiralarını topladığı için “Cabi Dede Efendi” olarak da tanınan Hasan Sezayi, “Didi hatif Sezayi rıhlet itdi”, “Kudse pervaz eyledi ruh-ı Sezayi Gülşen”, “Sezayi göçdi kutb-ı ‘asr iken Firdevs-i a’laya”, “Kutb iken göçdü Sezayi rahmetullahi aleyh” ve “Sezayi kutb-ı ‘alem şimdi uçmağa olur bülbül” mısralarının delaleti olan 18 Ramazan 1151/29-30 Aralık 1738 Pazartesi sabaha karşı saat 4.30’da vefat etmiş, ismi ile anılan dergahın haziresine defnedilmiştir.
Sezayi Efendi’nin irtihal ettiği gece aşağıdaki beyitleri okuduğu rivayet edilmektedir:
Rah-ı ‘aşkda canını kurban iden
Şüphesiz ol vasıl-ı Yezdan olur
Gülşeni’den bir kadeh nüş eyleyen
Ey Sezayi nail-i canan olur
La’li Efendi işaretleriyle Sezayi’nin terbiye ettiği Nazir İbrahim Efendi, bir şiirinde onun aşıkların önderi, sadıkların rehberi, vaktin kutbu ve aktabı hakikat sırlarının agahı olduğunu beyan eder:
Sezayi pişva-yı ‘aşıkandır
Sezayi reh-nüma-yı sadıkandır
Sezayi kutb-ı vaktı olmuş idi Hem aktab ile bil ol hem-mugandır
Nazıra derdmend-i dergehidir
Ol esrar-ı hakikat agehidir
Ailesi
Oldukça küçük yaşta Ali Efendi tarafından Şeyh Seyyid Osman Efendi’nin kızıyla evlendirilen Hasan Sezayi’nin, kaç çocuğu olduğu tam olarak bilinmemekle birlikte, kaynaklarda iki oğlu ile iki kızından söz edilmektedir. Büyük oğlunun ismi Muhammed Sadık (ö. 1175/ 1761-62) iken, küçüğünün ismi bilinmemektedir. Kızlarından Zehra Hanım’ı halifelerinden Ahmed Müsellem Efendi, diğerini de Şeyh Gürcü Ali Efendi’nin halifesi Hafız Mustafa Efendi ile evlendirdiğini biliyoruz. Sezayi’nin Divan’ındaki bir tarih manzümesi bize onun 1123/ 1711 senesinde çok küçük yaşta kaybettiği Fatma Zehra adlı bir kızının olduğunu haber vermektedir. Bunların dışında Mora yarımadasında yaşayan İbrahim Efendi adında bir kayın biraderi de vardır. Bu zat, Gördes’te zaviye haline getirdiği evin yönetiminden sorumludur. Mektübat’ta bu zata temas edilmiştir.
Osmanlı Müellifleri’nde, Hasan Sezayi Efendi‘nin hem aşık ve hem de şiirlerinin hikmetlerle dolu bir şair olduğu ve şiirlerinde kullandığı “Sezayi” mahlasının kendisine Niyazi-i Mısri (ö. 1105/ 1694) tarafından verildiği belirtilmektedir. Bir şiiri şu şekildedir: Hal-i siretden haber bilmez o kim süret görür Süretin aslın duyarsa ‘aynıla siret görür
Hakin iksir aldığın seyreyler ol ‘ayne’l-yakin Dergeh-i pir-i hakikatde o kim hıdmet görür
Seyr iden eşyada vech-i mutlakın envannı Her dil mür-ı za’ifi ‘alem-i vüs’at görür
Kim görür burc-ı celalinden tecelli cilvesin Zillet-i yari kabül eyler anı ‘izzet görür
Narını nür-ı cemalinden o kim itfa ider Narını nür eyler amma yine germiyyet görür
Nar-ı nürından Sezayi mahvolan ehl-i kemal Görmez ol gayrı tecelli ‘ayn-ı ‘ayniyyet görür.
Eserleri
Sezayi’nin tespit edilebilen eserleri şunlardır: Mektübat, müretteb ve matbu Divan, İzahu’l-Meram, Kaside, Makale-i Niyazi-i Mısri Şerhi, Makale-i Şerifeleri, Nutk-ı Arifane, Risale-i Eşrat-ı Saat, Şümü’un Lami’dir
Silsilesi
Sezaiyye, Pir Hasan Sezayi’ye nisbet edilen Gülşeniliğe bağlı bir koldur. Gülşeniyye tarikatının XVIII. asırdaki yeni bir filizi olarak değerlendirilen Sezailik’te saliklerin işini kolaylaştırmak ve muhib olanları da teşvik etmek amacıyla Hasan Sezayi, seyr u sülükta asıl ve furü’ isimlerde bazı değişiklikler yapmıştır. Asıl (La ilahe illallah, Allah, Hü, Hak, Hayy, Kayyüm, Kahhar) ve furü’ (Fettah, Vahid, Ehad, Samed, Allah) isimlerde bazı kolaylıklar getirmiştir.
Hasan Sezayi’nin silsilesi Pir İbrahim Gülşeni’ye şu şekilde ulaşmaktadır: Şeyh La’li Muhammed Fenayi, Şeyh Mehmed Sırri (ö. 1051/ 1640), Şeyh Necibüddin Hasan Ahseni, Seyyid Ali Safveti (ö. 1005/ 1595), Emir Ahmed Hayali (ö. 977 / 1569), Pir İbrahim Gülşeni (ö. 940/ 1533)
Halifeleri
Hasan Sezayi’nin bilinen halifeleri ise şu zatlardır: Şeyh Ahmed Müsellem Efendi, Şeyh Vefa b. Müsellem, Şeyh Abdullah b. Müsellem, Şeyh Hafız Mustafa Efendi, Şeyh Gürcü Ali Efendi, Şeyh Peyk Dede Efendi, Şeyh Hasib Bey, Şeyh Kmmi Hasan Efendi, Şeyh İbrahim Nazir Efendi, Şeyh Muhammed Fakri-i Kırımi, Derviş Yüsuf Efendi, Şeyh Seyyid Osman Efendi, Hayrabolulu Fazıl Dede, Karasulu Ali Dede, Çukadar Muhammed Efendi, Receb Dede, Şeyh Süleyman Efendi, Mahmüd Efendi, Boğazhisari Ahmed Efendi, Keşfi Hüseyin Efendi, Filibeli Seyyid Muhammed Efendi, Muhammed Sadık Efendi ve Tatar Hasan Efendi.
Hasan Sezai Gülşeni Tekkesi
Gülşeniler Zaviyesi, Aşık Efendi, Gülşeni, Sezai Tekkesi ve Şah Melek Zaviyesi adlarıyla da bilinen Hasan Sezai Tekkesi; Talat Paşa Mahallesi, Bostan Pazarı Caddesi ‘nde yer almaktadır. Halveti tarikatının (Gülşeni-Sezai) koluna bağlı bu tekke, Şah Melek Bey tarafından H.892/M.1486 tarihinde camisiyle birlikte inşa edilmiştir. Cami, türbe, şadırvan, çeşme ve hazireden oluşan tekkenin günümüze; minaresi, iki türbesi, şadırvanı, çeşmesi ve haziresi ulaşabilmiştir. Bu yapılar; doğu, kuzey ve güney yönlerinden bahçe du varlarıyla çevrili bir avlu içerisinde yer almaktadır.
Tekkenin bulunduğu avluya giriş, avlu duvarının batı kanadındaki iki türbenin (Hasan Sezai, La’li Fenai ve Aşık Efendi türbeleri) ortasında kalan bir kapıyla sağlanmaktadır. Kapı, iki türbe arasındaki taş ve tuğla ile almaşık teknikte örülmüş ve üstten iki sıva tuğla kirpi saçakla sonlanan bir duvar üzerinde yer almaktadır. Düşey dikdörtgen planlı, mermer söveli ve kemerli kapı açıklığının üzerinde yatay dikdörtgen formlu H.1151/M. l 738 tarihli onarım kitabesi bulunmaktadır. İki basamakla ulaşılan kapının kemer köşeliklerinde, birer gülbezenk motifi yer almaktadır. Kapı, yandan profil silmelerle kuşatılmıştır. İki kanatlı demir kapıdan düz tavan örtülü girişe ulaşılır. Buradan da tekke yapılarının bulunduğu bahçeye geçilmektedir. Bahçeye giriş kapısı üzerinde bakıldığında yuvarlak bir kemer, kemeri oluşturan tuğlalar şeklindedir. Kalın derzlidir. Kapının bulunduğu bu duvar, dış cephede olduğu gibi, burada da üstten iki sıra tuğla kirpi saçakla sonlanmaktadır.
Kapıdan avluya girildiğinde, girişin kuzey ve güneyinde birer türbe yer almaktadır. Bunlardan güneydeki, Hasan Sezai’ye, kuzeydeki ise tekke şeyhlerinden La’li Fenai Efendi ve Aşık Efendi’ye aittir
yükselen pabuç kısmının doğu ve batı cepheleri üst seviyelerde pahlanmıştır. İki sıra düzgün kesme taş örgüden sonra gelen yarım daire profilli bilezikten sonra geçilen gövde, düşey olarak uzanan silmelerle bölümlenmiştir. Yine bir yanın daire profilli bilezikle sonlanan gövdeden ve üç sıra taş örgüden sonra şerefe gelmektedir. Mermer korkuluğa sahip şerefe altı, beş sıra mukarnasla dolgulanmıştır. Şerefeden sonra petek ve piramidal külahla devam eden minare, alem ile sonlanmaktadır.
Minare kaidesinin doğu cephesindeki basık kapıyla harime, pabuç kısmına giriş cephesindeki yine basık bir kapıyla da caminin mahfil katına geçilmektedir. 1971 yılına ait fotoğraflarında, şerefeden soması yıkık olarak görülen minare, son onarımlarla aslına bağlı kalınarak tamamlanmıştır. Bu onarımlar sırasında, şerefe ve korkuluğu ile petek, külah, alem ve pabuç kısmındaki eksik kısımlar tamamlanmıştır.
1950’li yıllara ait fotoğraflardan anlaşıldığına göre cami ile minare arasında bir boşluk bulunmaktadır. Belirleyemediğimiz bir tarihte, minare ile cami arasına; cami ile aynı yükseklikte bir mekan eklenmiştir. Niteliği belirlenemeyen bu mekanın selamlık olma ihtimali vardır. 10.12.2006-10.03.2007
tarihleri arasında yapılan kazı çalışmasında caminin batı cephesinde bu bölüme ait temel kalıntılarına rastlanılmış ve bir ocak nişi ortaya çıkarılmıştır. Günümüzde bu yapılardan sadece minare sağlam, onarılmış olarak ayakta durmaktadır.
Sezai Tekkesinin Şeyhler
Tekkede Pir Hasan Sezayi’ye kadar şu zatlar şeyhlik postuna oturmuştur: Aşık Müsa Efendi, Abdülkerim Efendi, Sadık Efendi, Kutbi Efendi, Sırrı Efendi, Seyyid Ali Efendi, La’li Muhammed Efendi, Mahmud Efendi ve Hasan Sezayi.
Pir Hasan Sezayi:’den sonra sırasıyla şu zatlar postnişin olmuştur: Hasan Sezayi:’nin oğlu Mehmed Sadık Efendi, onun oğlu Çelebi Hasan Efendi -kızının oğlu Şeyh Mahmud ve Şeyh Ahmed Efendilerle müştereken Çelebizade Sezayi: Efendi – kız kardeşinin mahdumları Şeyh Mahmud ve Şeyh Ahmed Efendilerle müştereken-, Çelebi Hasan Efendi’nin kızının oğlu Şeyh Ahmed Efendi, Ahmedzade Mehmed Efendi, Çelebi Hasan Efendi’nin kızının bir diğer oğlu Şeyh Ahmed Efendi -Çelebi Abdüllatif Efendi’nin babası Şeyh Mehmed Efendi ile müştereken-, Ahmedzade Şeyh Hasan Sezayi Efendi.
Hasan Sezai Türbesi
Eskiden bir sebzeci dükkanı olduğu bilinen yapı, Hasan Sezai Efendi ‘nin vasiyeti üzerine H.1151/M.1738 yılında türbeye dönüştürülmüştür. Kareye yakın dikdörtgen planlı ve düzgün kesme taştan inşa edilen yapının üzeri pandantifli kubbeyle örtülüdür. Bu kubbenin 1751 yılında yapılan onarım sırasında yaptırıldığı bilinmektedir. Düzgün kesme taşlarla örülmüş olan türbenin batı cephesinde; dıştan demir şebekeli kare formlu, mermer söveli, sağır alınlıklı ve sivri kemerli iki adet pencere yer almaktadır. Bu pencerelerin sivri kemerleri kalın derzli tuğla ile örülmüştür. Cephenin üst bölümünde ortaya yakın bir yerde, pencere kemerlerinin ortasına gelecek şekilde yerleştirilmiş yatay dikdörtgen formlu dört satırlık H.1153/M.1741 tarihli bir onarım kitabesi bulunmaktadır. Cephe üstten ve yandan yarım daire kesitli profil süsleme ile sınırlandırılmıştır.
Düzgün kesme taş ile örülen kuzey cephe üzerinde, batı cephes indekilerle aynı karakterde bir adet pencere ile bu pencerenin mermer sövesi üzerinde tarihi belli olmayan bir kitabe kuşağı bulunmaktadır. Ahmet Efendi1 tarafından kaleme alınan kitabenin okunuşu .
“Eya Şah-ı rus’ül rahm et Seza-i derdimendindir Kapun bekler kadem-i hizmetinde pir u perverdir” şeklindedir.
Türbenin sağır olan güney cephesine karşın doğu cephesinde biri büyük; diğeri ise küçük boyutlu iki kapı bulunmaktadır. Kapılardan güney kesimde olanı diğerine göre daha büyük olup, sövesiz ve lentosuzdur. Diğer kapı ise, boyut olarak daha küçük ve aşağı kotta olup, mermer sövelidir. Kemerin kilit taşında çarkıfelek motifi, kemer köşelerinde ise gül dalından oluşan süslemeler yer almaktadır. Bu kapının hemen üzerinde, kare formlu bir mermer levha üzerinde Hasan Sezai’nin tuğrası bulunmaktadır. Tuğra levhasının dört bir yanında bitkisel karakterli bir süsleme kuşağı bulunmaktadır. Mehmed Ta’ib tarafından yazılan tuğranın okunuşu;
”Ya Hazreti Şeyh Hasan Sezai Gülşeni Ketebehu Mehmed Taib Sene H.1153/M 1740″ şeklindedir.
Diğer cepheler gibi düzgün kesme taş ile örülen doğu cepheye belirleyemediğimiz bir tarihte betonarme olarak bir ek mekan yapılmıştır. Üzeri eğimli bir çatı ile kapatılan bu mekanın yapımı sırasında, cephede daha önce var olan büyük kapı açıklığı örülerek kapatılmıştır. Günümüzde türbeye giriş bu modem ek mekan arcılığıyla sağlanmaktadır. Yuvarlak kemerli kapı açıklığından türbeye girildiğinde; ortada Hasan Sezai’ye ait mermer sanduka bulunmaktadır. Son onarımlar sırasında sandukanın tamamı, damarlı mermerle kaplanmıştır.
Türbenin güney duvarı, ortasında yarım daire formlu bir mihrap nişi ile bunun hemen doğusunda, dikdörtgen kesitli ve yuvarlak kemerli bir dolap nişi yer al maktadır. Pandantiflerle geçilen bir kubbe ile örtülü türbenin iç duvar yüzeyleri ve Hasan Sezai Türbesi, doğu cephesi kubbe tamamen sıvalı ve boyalıdır. Türbenin doğu cephesinde varlığı bilinen ancak, son onarımlar sırasında kapatılan yuvarlak kemerli büyük kapı, içeride camekanla kapatılan bir nişe dönüştürülmüştür.
La’li Fenai ve Aşık Efendi Türbesi
Kuzeydeki şeyhlere ait türbe yapısı ise, kare planlı olup üzeri iki yöne eğimli, kiremit çatıyla örtülüdür. Edime Vakıflar Bölge Müdürlüğü Arşivi’ndeki 1960 yılına ait fotoğraflardan elde edilen bilgilere göre, ahşap karkas arası hımış dolgulu yapının batı cephesinde; demir şebekeli dikdörtgen açıklıklı penceresinin solunda çift kanatlı ahşap kapısı yer almaktadır. Ancak bu kapı günümüze ulaşamamıştır. Sağır kuzey cephesine karşılık, güneyde cephede dikdörtgen kesitli bir pencere, doğu cephesinde ise yine dikdörtgen kesitli bir kapı bulunmaktadır.
Günümüzdeki girişi, doğudaki kapı ile sağlanan ve betonarme olarak yenilenen türbenin mekanında ise biri üç; diğeri iki kademeli kaide üzerinde yer alan ahşap sandukalar yer almaktadır.
Şadırvan
Tekke yapılarının bulunduğu bahçenin batı bölümünde yer alan şadırvan H.1164/M.1750 yılında Mustafa Efendi tarafından yaptırılmıştır. Poligonal planlı bir alanın ortasında yükselen taş kaideye oturan ortasındaki mermer hazne de, dilimli bir gövdeye sahiptir. Şadırvanın etrafını kuşatan dilimli mermer levhaların alt ve üst Sezai’nin tuğrası (2008) kesimlerinde profilli süslemelerden oluşan kuşaklar vardır. Dilimli gövdenin her bir yüzeyinde, birer gülbezenk motifi yer almakta ve bunların ortasında da musluklar bulunmaktadır. Son onarımlar sırasında üzeri demir profillerle örülen şadırvanın etrafında, küp şeklinde betonarme oturma birimleri bulunmaktadır. Şadırvanın doğu yüzünde Nazira Efendi tarafından kaleme alınan kitabesi bulunmaktadır. Kitabenin okunuşu şu şekildedir; “Rum ilinin ebruyi Mustafa el hur peştevi Yapdı bu havzu giderken hacca ‘izz ü şan ile Geldi ba tevfik-ı Bari yazdı tarihin nazir Oldu ihya tekye-i vala bu şadırvan ile Sene H.1164/M 1750″
Çeşme
Hasan Sezai Türbesi’nin güney cephesine bitişik durumdaki çeşmenin yarıya yakın bir kısmı ile yalak ve ayna taşı günümüzde toprak altında kalmıştır. Kesme taştan inşa edilmiş olan çeşme, kare planlı ve piramidal taş külahla örtülüdür . Oldukça sade bir görünüşe sahip çeşmede herhangi bir mimari unsur bulunma maktadır.
Cami, türbe, şadırvan, çeşme ve hazire yapı larından oluşan tekke, günümüze kadar pek çok tahribata maruz kalmıştır. Buna bağlı olarak da, H.1041/M.163, H.1151/M.l 738, H.1153/M.l 740, H.1165/M.175, H.1286/M.1869, H.1305/M.1887, tarihlerinde onarılmıştır.
Kaynak ; Edirne Tekkeleri , N. Çiçek Akçıl , Edirne Valiliği Kültür yayınları
Edirne Tekkeleri , N. Çiçek Akçıl , Edirne Valiliği Kültür yayınları
Edirne – Kule Kapı caddesi sonundaki Pehlivanlar kabristanında
I. Murad Han zamanı, Pehlivanlar tekkesi şeyhi ve baş pehlivanı . Sultan Murad, Edirne’yi alınca buraya Pehlivanlar tekkesi yaptırdı ve Şeyhliğine de Seyyid Cemaleddin Efendi‘yi getirdi. Burada uzun yıllar pehlivan ve talebe yetiştirdi ve vefat edince buraya defnedildi. Burada Adalı Halil ve Kara emir ile birlikte sırlanmıştır. Tarihi Kırkpınar güreşcileri açılış merasiminden önce bu kabristana gelip ziyaret ederlermiş.
Pehlivan Cemalettin Tekkesi
Güreşçiler, Pehlivanlar, Kuştigiran ve Güreşciler Duacısı Zaviyesi adlarıyla da bilinen Pehlivan Cemalettin Tekkesi; Mithat Paşa Mahallesi, Kule Kapı Caddesi’nde yer almaktaydı. Nakşibendi tarikatına bağlı tekke, Pehlivan Cemalettin (Küştigiran) tarafından yaptırılmış olup, ahşap çatılı olduğu
bilinmektedir. Yapının, Güreşçiler duacısı zaviyesi adıyla bilinen bir vakfı bulunmaktadır.
H.937/M.1530 tarihli tapu tahrir defterinde yirmi sekiz zaviyeden biri olarak gösterilen bu tekke hakkında Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde “Seyyid Cemalüddin Sultan yeridir. Fatih ‘ten sonra Gazi Hüdavendigar İslam askerleri eğlensinler diye gürbüz, tuvana, dilaver, server, hünerverler için bina eylemiştir. Buranın zemini siyah taş gibi, yağa bulanmış bir güreş meydanıdır. Bu tekke gerçi kagir değildir ama mamurdur. Birçok odaları, mutfağı, bahçesi vardır. Meydanında eski pehlivanların demirden yayları, okları, gürzleri ve çeşitli beğenilmiş kemankeş harbları, salkları, zerdeştleri ve mızrakları, kırkar ellişer okka gelen camus derilerinden kısbetleri ve nice elvan pehlivan aletleri er meydanında asılıdır. Bu pehlivanlar dergahı Ali Paşa çarşısı yakınında, Balıkpazarı kapısının iç yüzünde güreşçiler tekkesidir” şeklinde bilgiler vermektedir.
Zaman içerisinde harap olan tekke H.1308/M. 1890 yılının ilk ayında yeniden yaptırılmıştır
Bugün, Mithat Paşa Mahallesi, Kule Kapı Caddesinde Pehlivanlar Mezarlığı bulunmak tadır. Pehlivanlar tekkesinin burası olduğu düşünülmektedir. Mezarlıkta; Pehlivan Cemalettin, Ali Efendi, Mehmed Ağa ve kimliği belirlenemeyen bir kişiye ait mezarlar yer almaktadır.
Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Necati Seçkin , Edirne Evliyaları , 1971
Dr. Selami Şimşek , Edirne’de Tasavvuf Kültürü , Buhara Yayınları , 2008
Edirne Tekkeleri , N. Çiçek Akçıl , Edirne Valiliği Kültür yayınları
Edirne – Londra asfaltından Darulhadis camiine giderken Tabakhane caddesi üzerinde.
Anadolu velîlerinden. İsmi, Şücâeddîn‘dir. Aslen Aksaraylı olup, Karamânî nisbetiyle meşhûr olmuştur. Doğum ve vefât târihleri bilinmemekle birlikte, Çelebi Sultan Mehmed Han ve İkinci Murâd Han zamanlarında yaşadığı bilinmektedir. Edirne’de vefât etti ve bu şehirde Debbağlar Mahallesindeki mescidi ve dergâhının bulunduğu yerde defnedildi.
Zamânının büyük velîsi Şeyh Hamîd-i Kayserî’nin (Somuncu Baba’nın), sohbetinde bulunup, ondan aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti ve feyz aldı. Yüksek derecelere kavuştuktan sonra, Edirne’de talebe yetiştirip, Allahü teâlânın yüce dînini ve Peygamber efendimizin güzel ahlâkını anlatmakla meşgûl oldu.
Bir gün Sultan İkinci Murâd Hân, Edirne’de abdest tâzelemek üzere çıktığı zaman ayağı kayıp düştü. O sırada nûr yüzlü bir kimse peydâ oldu. Sultânı elinden tutup, o tehlikeli hâlden kurtardı ve âniden kayboldu. Sonra Pâdişâh, kendini tehlikeden kurtaran o zâtla görüşmek istedi. Edirne’nin bütün sâlih kimselerini huzûruna dâvet etti. Ancak, dâvet ettiği kimseler arasında aradığı zât yoktu. Nihâyet bütün Edirne halkını bir yere toplatıp, birer birer gözden geçirdikten sonra, aralarında, elinden tutup kurtaran Şücâeddîn Karamânî’yi buldu. Ona hürmet edip, iltifât ve ihsânlarda bulundu. Debbaglar Mahallesinde ona bir mescid ve bir dergâh yaptırdı. Talebelerine Murâdiye evkâfından maaş bağlatıp, ihsânlarda bulundu.
Şücâeddîn Karamânî, kendi mezarının duvarını, kendi eliyle kerpiçden yaptı. Her kerpici, yerine üç defâ İhlâs sûresi okuyarak koydu.
Kânûnî Sultan Süleymân Hân, pâdişâhlığı zamânında Edirne’ye geldiğinde, mescidini büyültüp câmi hâline getirdi. OrayaKur’ân-ı kerîm okuyan hâfızlar, müezzin ve hatîb tâyin etti. O sırada dergâhında vazifeli olan Cerrahzâde Mustafa Çelebi, Şeyh Şücâeddîn Karamânî hazretlerinin yaptığı duvarı yıktırmayıp, bereketlenmek için olduğu gibi bıraktırdı.
Şücâeddîn Karamânî, dergâhını ve mescidini büyütüp îmâr eden müslüman olmayan mîmârın rüyâsına girip, onu İslâma dâvet etti. O da ertesi gün İslâmı kabûl edip, hidâyete kavuştu ve ismini “Hidâyet” olarak değiştirdi.
Şeyh Şücaeddin Dergahı ;
Tabakhane caddesi üzerinde yer alır. Tekke’nin ilk önce , Sultan II. Murad Han ‘ın emri ile Şücaeddin Karamani hazretleri için inşa edildiği daha sonra Kanuni Sultan Süleyman emri ile 1535 ‘de camiye çevrilerek minare ilave edilmiştir. Camii 1751 deki büyük deprem de yıkılmış olup , çatısındaki kurşunlar ile bazı kalıntılar satılarak yeniden yapılmıştır.
Tekke’de Şeyh Şucaeddin Karamani‘den başka , Cerrahzade Alaeddin Efendi , Cerrahzade Muslihiddin efendi ve Emre Çelebi postnişin olmuştur. Daha sonra Nakşi Şeyhlerinin kontrolüne geçen tekkede , XX. asrın başlarında Şeyhi Uşşakiyeden , Şeyh Hüseyin Efendi postnişin olmuştur.
Günümüzde tekke ve camiden yalnızca minare ile Şeyh Şücaeddin hazretlerinin kabri kalmıştır. Çok şükür ki , Edirne Valiliği Tekke2nin yeniden inşası için çalışma başlatmıştır.
kaynaklar ; Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2 Necati Seçkin , Edirne Evliyaları , 1971 Dr. Selami Şimşek , Edirne’de Tasavvuf Kültürü , Buhara Yayınları , 2008