Ahmed-i Bican (k.s.)

Çanakkale – Gelibolu Yazıcızade caminin karşısındaki parkın içinde

15 inci asırda yaşamış alim ve mutasavvıf bir zattır. Yazıcızade Mehmet Efendinin küçük kardeşidir. Babası alim bir zat ve katip olan salih efendidir.Eserinde yer alan “Hak teâlâ hazretleri, miskîn Ahmed-i Bîcân’ı, deniz kenarında, gâziler şehrinde Gelibolu’da yarattı.” ifâdesinden onun Gelibolu’da doğduğu anlaşılmaktadır. Babası Yazıcı Sâlih Efendi, bâzı rivâyetlere göre, Ankara veya Bolu civârında devlet hizmetlerinde kâtiplik yapmıştır. 1408′de tamamladığı, Anadolu’da astroloji sâhasında ilk Türkçe manzum eser olan Şemsiyye’sini Ankara’da İskender bin Hacı Paşaya ithâf etmiştir. Sonra Gelibolu’ya gelip yerleşmiştir.

Ahmed-i Bîcân küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Zamânın ilimlerini tahsil etti. Arapça ve Farsçayı çok güzel öğrendi. Zâhirî ilimlerdeki tahsîlini tamamladıktan sonra ağabeyi Muhammed Bîcân ile birlikte mânevî ilimlerde de yükselmek istiyor, kendilerini irşâd edecek, doğru yolun mânevî zevklerini tattıracak bir evliyâ arıyorlardı. İki kardeş arayış içinde iken, devrin büyük velîsi Hâcı Bayram-ı Velî hazretleri misafir olduğu Edirne’den ayrılarak yanındakilerle birlikte Ankara’ya gitmek için yola çıkmıştı. Epey yol aldıktan sonra, yanındakiler Gelibolu’ya yaklaştıklarında yolu şaşırdıklarını anlayıp, telaşlandılar. Hâcı Bayram-ı Velî durumu fark edince; “Evlatlarım! Devâm ediniz. Belki orada bekleyenlerimiz vardır.” dedi. Gelibolu’ya vardıktan sonra, Hâcı Bayram Velî odasında dinlendiği sırada, huzûruna girmek için Muhammed ve Ahmed Bîcan kardeşler izin istediler ve içeri girip selâm verdiler. Kendilerini tanıtmak istediklerinde Hâcı Bayram-ı Velî; “Biz sevdiklerimizi daha iyi tanırız.” dedi. Onlara muhabbet nazarları ile bakıp duâ etti, sonra; “Yağ ve kandil hazırmış, bize yalnız kibriti yakmak kalmış.” buyurdu.

Ahmed-i Bîcân ve ağabeyi, Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerinin huzûrunda mânevî ilimlerde yükseldikten sonra Bayramiye tarîkatına göre insanları terbiye etmeye başladılar. Bayramiye esaslarından olan devamlı oruç tutup çile çıkardıkları, aşk ve muhabbet çokluğundan yemeden içmeden kesildikleri için Bîcân lakabını aldılar. Eserinde geçen; “Elhamdülillah ki Gelibolu’da nice kez kâfir ile cenk idüp gazalar idüp dururuz. Gâh kâfir bize geldi. Gâh biz kâfire varup dururuz.” sözünden birçok savaşlara katıldığı anlaşılmaktadır. Ahmed Bîcan böylece sünnete uyarak, nefsini ıslâh için yaptığı halvet, yalnızlık, çile ve riyâzetleri yâni cihâd-ı ekberi yâni büyük cihadı cihad-ı asgarla, küçük cihadla tamamladı.

Ahmed-i Bîcân hazretleri insanlara doğru yolu göstermeye devam ederken bir gün Ağabeyi Muhammed Bîcân’a; “Ağabey! İlim ve irfanın ziyâdedir. Tek arzum ve sizden dileğim, yâdigâr bir eser yazmanız ve bunun her yerde okunmasıdır. Dünyâ geçici, günlerin ise hiç vefâsı yok.” dedi. Muhammed Bîcân hazretleri onun bu isteği üzerine Megârib-üz Zeman adlı eserini yazdı. Bir süre sonra Muhammed Bîcân, kardeşine gelerek; “Kardeşim Ahmed! Bizi memnun etmek istersen Megârib-üz-Zaman’ı Türkçeye tercüme et. Güzel üslûbun ile herkes istifâde etsin.” dedi. Bunun üzerine Ahmed-i Bîcân hazretleri eseri Envâr-ül-Âşıkîn ismiyle tercüme etti.

Ahmed-i Bîcan hazretleri Gelibolu’da vefât etmiştir. Kaynaklarda vefât târihi ihtilaflı olup, 1453 (H.857) veya 1455 (H.859) olarak kaydedilmiştir. Ahmed-i Bîcân birçok eser yazmıştır. Eserlerinde son derece sade bir dil ve anlaşılması kolay ve akıcı bir üslûb kullanmıştır. Genellikle babasının ve ağabeyinin yazdıkları Arapça eserleri Türkçeye tercüme ve şerh etmiştir.

Emir Sultan (k.s.)

Bursa – Yıldırım’da Emir Sultan camiinde

Asıl adı Muhammed Şemseddin olan Emir Sultan, 1368′de Buhara’da doğmuştur. Babası, çömlekçi mânâsına gelen “Emir Külâl” lâkabı ile tanınan devrinin mutasavvıflarından Seyyid Ali’dir. Kaynaklar, kendisinin seyyid olduğundan bahsetmektedir ki; soyları Hz. Hüseyin’e (ra), ondan Hz. Ali (kv) ve dolayısıyla Peygamber Efendimiz’e (sas) dayanır. Bu yönüyle peygamber sülâlesinin altın silsilesine dahildir. Soyları itibarıyla “Emir”, Buhara’da doğmalarından dolayı “Emir Buhari” veya “Emir Şemseddin-i Buhari” dendiği gibi, veli olmasından ve aynı zamanda Sultan Yıldırım Bayezid’e damat olmasından dolayı da, “Emir Sultan” denmektedir.

Emir Sultan’ın babası Seyyid Ali, Buhara’da âriflerin yolundan gidenlerdendi. Şöhretten ve gösterişten kaçınır, halkın hizmetine koşardı. Kıt kanaat da olsa alın teri, el emeği ile geçinmeye itina gösterir, çömlekçilik yapardı. Oğlunu Kur’an-ı Kerim ve Sünnet ışığında yetiştiriyordu. Ona: “Hz. Kur’an rehberin olacak, hadisler sana yol gösterecek.” diyordu.

Emir Sultan Hazretleri ilk tahsilini her şeyiyle Müslümanlığın yaşandığı aile ocağında görmüştür. Onun ilk hocası yukarıda vasıflarını saymaya çalıştığımız, Allah Resulü’nü (sas) kendisine rehber edinmiş bulunan babası, Emir Külâl Hazretleridir. Babası, yedi yaşında iken annesi vefat eden oğlu Muhammed Şemseddin’in (Emir Sultan) örnek bir insan olarak yetişmesi için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Oğlunu, İslâm’ın özünde var olan yüksek insan sevgisi ile yetiştirmeye çalışıyordu. Bunun yanında oğluna kendi mesleği olan çömlekçiliği öğretiyordu. Babası ona başka sevgileri değil; Allah sevgisi, Peygamber sevgisi ve O’nun (sas) ashabının sevgisini öğretiyordu. İşte oğluna verdiği nasihatlerden bir misal: “Oğlum! Peygamberi anandan ve babandan daha çok sev. Soyunla övünme. Yalan söyleme, her gününü son gününmüş gibi tamamlamaya çalış. İlim öğren ve bunda aslâ üşenme. Yaşlılığında bile cihadı hiç bırakma. Selâm vermeden hiçbir topluluğa girme. Hz. Kur’an ve hadîsler sana yol gösterecek. Hayra koş; kötülükten kaçın. Unutma ki en büyük silâhın Allah’a (cc) ettiğin dua olacaktır.”
Görüldüğü gibi Emir Sultan bu nasihatlerin ışığında, dinin yaşandığı bir ailede ve Emir Külâl gibi muhterem bir babanın yanında yetişmişti. Ayrıca babasının önde gelen müridlerinden Şeyh İsa gibi zamanın ünlü mutasavvıflarının da sohbetlerinde bulunarak olgunlaşmıştır. Emir Sultan, on sekiz yaşlarında iken, en önemli dayanağı babasını kaybetmişti. Bir süre babasının yakın dostları ve özellikle Seyyid İsa’nın yanında kalmış eğitimini tamamlamıştır.

Buhara’dan Bursa’ya
Genç yaşta mânevî kemâlâta eren Emir Sultan, Allah ve Peygamber aşkı ile Hicaz’a gitmek için Buhara’dan ayrılır. Ayrılırken de Buhara’da bulunan vefakâr baba dostlarıyla, âlimlerle ve erenlerle vedalaşıp, hac kervanıyla yollara düşer. Merv, Nişabur, Isfahan, Bağdat ve Basra üzerinden Hicaz’a ulaşır. Haccını tamamladıktan sonra Medine-i Münevvere’ye yerleşir. Gâyesi Allah Resûlü’nden (sas) feyz alarak huzurlu bir hayat yaşamaktır. Bu maksatla orada ikamet etmeye başlar.
Günler geçmekte, yirmi yaşlarındaki Peygamber âşığı genç, dinamik ve mütevazı Emir Sultan, yeni dostlar edinmekte, güzel bir hayat yaşamaktadır. Âlim ve ariflerle, Allah dostu ve Resulullah âşığı muhterem zatlarla sohbet ederek ilmini, irfanını geliştirmektedir. Medine’deki bu durumu çok fazla devam edemeyecektir. Zira görmüş olduğu bir rüyada Efendiler Efendisi’nden (sas) kendisine mânevî bir işaret gelir. Şöyle ki; Resûl-i Ekrem’in (sas) huzurunda edeple oturmaktadır. Yanlarında Hz. Ali de vardır. Kendisine denir ki: “Ey oğul! Hak Tealâ tarafından sana işaret olundu ki, Diyâr-ı Rum’a (Anadolu) varıp ceddin Hz. Muhammed’in (sas) sünnetinin âdâbını Müslümanlara takva yolu ile açıklayasın. Bu yolculukta yanan üç kandil sana yol gösterecek. O kandiller nerede sönerse, oraya yerleşeceksin ve kabrin de orada olacak.” Bu işaret Emir Sultan’ı o cennetler kadar güzel Medine’den ayıracaktır. Medine’ye giden bir Peygamber âşığının “Bana Medine o kadar güzel geldi ki, farz-ı muhal o anda cennetin bütün kapıları ardına kadar açılsaydı, ihtimal cenneti değil, Medine’yi tercih ederdim.” dediği o güzel beldeden, Allah rızası için, mübarek emre itaat edip hicret etmiştir.

Hicret bir davanın yayılması için çok önemli bir esastır. Tarihte hicret etmedik büyük bir dava ve mefkûre adamı yok gibidir. Peygamberlerin hayatında da hicreti görüyoruz. Hz. İbrahim’i (as) Babil’den Kenan’a, Suriye’den Mekke’ye göç ettiren bir dava vardır. Hz. İsa’yı (as) Filistin çevresinde dolaştıran, Arap Yarımadası’nı gezdirten, hatta Anadolu içlerine kadar getiren bir yüce mefkûre, Allah’ın kendisine tevdi ettiği bir vazife vardır. Hz. Musa’nın (as) da ideali uğrunda hicret eden nebilerden olduğunu biliyoruz. Bu kudsiler arasında en büyük muhacir, Efendimiz’dir (sas). Çünkü hicret, her şey gibi O’nunla (sas) tam mânâsını bulmuştur. Evet hicret, Allah’ın hoşuna giden bir ameldir. Çünkü hicret eden kimse, Allah için çok büyük bir fedakârlığa katlanır. Bir insanın ailesini, evlad ü iyalini, doğduğu yeri terk etmesi çok zordur.
Emir Sultan Hazretleri, Buhara’dan Medine’ye ve cennet misal bu yerden, yeni cennet beldeleri oluşturabilmek için Bursa’ya gelecektir. Bursa’ya geldiğinde, daha yirmi bir-yirmi iki yaşlarında bir gençtir. Bu bize günümüzde onun gibi gençlerin Anadolu’dan dünyanın dört bir yanına yaptığı hicreti hatırlatıyor.
Emir Sultan Hazretleri, bu mânevî işaret üzerine hacca gelen Buharalılardan ve bazı Medinelilerden oluşan kafile ile Anadolu’ya hareket etti. Kudüs’e uğrayıp Mescid-i Aksa’yı, Câmi-i Ömer’i ve orada bulunan peygamberlerin ve sâlih zatların kabirlerini ziyaret etti. Şam’a uğrayıp Ashâb-ı Kirâm’dan orada medfun bulunan Bilâl-i Hâbeşi’nin (ra), Muhyiddin-i Arabi (1165- 1240) gibi veli kulların, Hums’ta Halid bin Velid Hazretlerinin, Halep’te Hz. Zekeriyya’nın (as), Antakya’da Habib-i Neccar’ın, Konya’da Sadreddin-i Konevi (1210- 1274) ve Mevlâna Celâleddin’in (1207-1273) kabirlerini ziyaret etti. Karaman, Kütahya güzergahından yol alıp, İnegöl üzerinden Bursa’ya ulaştı. Kafile Bursa’nın doğu kısmında Gökdere vadisinde konakladı. Emir Sultan çevresindeki muhib ve müridlerine, Evliya Çelebi’nin dediği gibi: “Ey kardeşler! Bizim ömrümüzün kandili bu şehirde sönecek, makamımız bu şehir olacak.” dedi. Böylece Emir Sultan ve beraberindekiler Bursa’ya yerleşmiş oldu.

Bursa’ya yerleşen Emir Sultan, bir müddet inzivaya çekilmeyi tercih etmiştir. Ancak kısa bir süre sonra Bursa’nın Müslüman halkı bu cevheri keşfetmiştir. Zira Mecdi Efendinin, “Terceme-i Şakâik-i Numaniyye” eserinde dediği gibi: “Allah sevgisine ulaşan kişinin, kalblerin sevgilisi olacağı kesindir.” Bu sebeple Bursalılar ona büyük sevgi ve saygı besleyip ve onu baş tacı etmişlerdir. Bu sevgi günümüze kadar kesintisiz gelmiş ve halen de türbesine yapılan akın akın ziyaretlerle devam ettirilmektedir. Emir Sultan’a duyulan saygının bir göstergesi olarak, Ramazan geleneklerinden olan sahur davulu, Emir Sultan mahallesinde çalınmayıp, “pilâva, pilâva” seslenişi ile halk sahura kaldırılmaktadır.

Emir Sultan’ın Bursa’ya geldiği dönem, Yıldırım Bayezid (1389- 1402) devridir. Bu devir, Osmanlı’nın kuruluş döneminin en önemli hâdiselerinin yaşandığı devirdir. Bir yandan Anadolu Türk Birliği’ni sağlamak için beylikler teker teker Osmanlı’ya katılırken, diğer yandan İstanbul kuşatmaları ve Balkanların fethi çalışmaları devam ediyordu. Haçlılara karşı Niğbolu Zaferi kazanılıyordu. Devletin toprakları yaklaşık bir milyon kilometrekareye ulaşmıştı. Cihan hükümdârlığı mefkûresi, Yıldırım’la Timur’u karşı karşıya getirmiş ve genç Osmanlı Devleti, 1402 Ankara Savaşı neticesinde yıkılma tehlikesi ile karşılaşmıştı. Fetret Devri olarak bilinen bu dönem on bir yıl sürmüş ve nihayet Çelebi Mehmed’in 1413′te tek başına iktidarı elde etmesiyle devlet yeniden derlenip toparlanmıştır. Çelebi Mehmed ve sonrasında İkinci Murad yeniden devleti güçlü hale getirmişlerdir.

Bu üç hükümdârın dönemlerine ve hadiselerine şahit olan padişahlara dua ederek kılıç kuşatan, onları cihada teşvik eden, İkinci Murad dönemindeki İstanbul kuşatmasına (1422) bizzat talebeleriyle iştirak eden, devletin zor zamanlarında etrafındaki halka birlik ve beraberliğin önemini anlatan, padişah da olsa hiç çekinmeden gerektiğinde ikaz eden Emir Sultan Hazretlerinin önemli hizmetler yaptığını görüyoruz. Emir Sultan’ın emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkeri yerine getirmede çok cesur olduğunu söyleyen kaynaklar şöyle der: “Hür düşünceli, sözünü esirgemez, iyiliği emredip, kötülükten nehyederken, mevkii-mertebesi ne olursa olsun kişiler arasında hiç fark gözetmez, dinin emirlerini anlatmakta herkesi eşit tutardı. Özellikle dinî değerlere uymayan tutum ve icraatlar karşısında yönetim mevkiinde bulunanlara hakikatı söylemekte çok cesurdur. O gerçeği söyleyen bir münevverdi, dalkavukluk nedir, bilmezdi. Âlimlerin dalkavukluk yapmasının cihanı harab edeceğine inananlardandı.”
Emir Sultan’ın padişah kızıyla evlenmesi Yıldırım Bayezid’in kızı Hundi Fatma Sultan, rüyada aldığı mânevî bir emir üzerine, Emir Sultan ile evlenmiştir. Padişah kızı ile âlim ve Allah dostu birisi arasında gerçekleşen bu evlilik, Osmanlı Tarihi’nin ilklerindendir. Bu evlilik ile alâkalı olarak Yıldırım Bayezid zamanında Bursa kadısı olan ve daha sonra İkinci Murad Han döneminde Osmanlı’nın ilk Şeyhülislâm’ı olacak olan Molla Fenari (1350-1430), padişaha yazdığı bir mektupta Emir Sultan’ın büyüklüğünü şu sözlerle ortaya koyar: “…Emir Sultan’ın Resûl-i Ekrem’in (sas) neslinden değerli bir kimse olduğunu bilesiniz. Hz. Peygamber’in (sas) neslinden Anadolu’ya bunun gibi değerli bir zât gelmemiştir. Buhâra’dan peygamber soyundan böyle bir kişinin buraya gelmesi büyük mutluluktur. Ne mutlu size ki, Peygamberlerin Sultanı (sas) ile dünür oldunuz. Dünya ve âhirette mutluluğunuza vesile olacak işlerinizin giderek çoğalmasını Allah’tan dilerim. Şunu da bilmenizde fayda vardır ki, damadınız olan bu zât, Peygamber Efendimiz’in (sas): “Ümmetimin âlimleri İsrailoğulları’nın peygamberleri gibidir.” hadîsinde işaret ettiği şahsiyetlerden biridir. Hele hele Hz. Peygamber’in soyundan olması onun değerini bir kat daha artırıyor. Biz Hz. Resûl’den sonra bunlardan gördüğümüz eser ve tecellilerin başka hiç kimseden naklolunduğunu görmedik…”
Emir Sultan’ın ilim ve maneviyattaki büyüklüğünü anlayan Yıldırım Bayezid Han onunla iftihar eder. Niğbolu Savaşı sonrası, yirmi cami yaptırma adağını da Emir Sultan’ın tavsiyesi üzerine yirmi kubbeli Ulucami’yi yaptırmak sûretiyle gerçekleştirir.

Vefatı
İsmail Beliğ’in Güldeste’sinde ifade edildiği gibi, “Cenab-ı Hakk’ın füyüzatına mazhar keramet sahibi, velâyet tahtının sultanı” olan Seyyid Şemseddin Emir Sultan Hazretleri; mücadele, mücahede, riyazât, zikir, dua, niyaz, tazarru, cihad, hizmet ve sa’y-u gayret dolu bir hayatta binbir tatlı hatıra bıraktıktan sonra 1429 yılında Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Şair Ahmed Paşa şu mısralarıyla tarih düşmüştür:
“İntikal-i Emir Sultan’a
Oldu tarih: İntikâl-i Emir” Cenaze namazını Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri kıldırmıştır. Emir Sultan Hazretleri, türbesinde eşi Hundi Fatma Sultan, oğlu Emir Ali ve iki kızı ile yatmaktadır.
Türbesi Bursa’nın güneydoğusunda isminin verildiği mahallede, yüksek bir yerdedir. Türbesinin hemen karşısında, iki minareli Emir Sultan Camii vardır. Etrafında büyük bir mezarlık bulunur. Emir Sultan’a komşu olmak isteyen Bursalıların yattığı bu mezarlarda belki birkaç Bursa gömülüdür. Mermerle döşenmiş büyük bir avluya karşılıklı iki büyük kapıdan girilir. Doğu kapısının üzerindeki âyette, meleklerin cennete gireceklere söyleyeceği ifade yazılıdır: “Selâm üzerinize olsun. Ne hoşsunuz! Ebedi olarak içinde kalmak üzere cennete girin.” (Zümer, 73) Avlu ortasında gece-gündüz durmadan akan şadırvan, Emir Sultan makamının ilâhî havasına başka bir âhenk ve renk katar. Cami ve türbe, Cuma günleri tarihi günlerini yaşar. Namaz kılınacak yer bulunmaz. Allah’ın bu sevgili kulunun Bursa’ya kazandırdığı mânevî havadan herkes hissesine düşeni almaya çalışır.

 

İsmail Hakkı Bursevi (k.s.)

Bursa’da İsmail Hakkı Bursevi camiinde.

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden. Babası Mustafa Efendi, aslen İstanbulludur. Mustafa Efendi, 1650 (H.1061) senesinde İstanbul Esir Hanında çıkan büyük bir yangında evi ve eşyâsı yandığından maddî sıkıntıya düştü. İstanbul’u terk ederek Trakya’da bulunan Aydos kasabasına yerleşti. İsmâil Hakkı Bursevî, 1652 (H.1063) senesinde Pazartesi günü Aydos’ta doğdu.

İsmâil Hakkı Efendi üç yaşına girince, babası onu Celvetiyye yolunun büyüklerinden Seyyid Atpazarlı Osman Fadlî Efendiye götürdü. Osman Fadlî Efendi, elini öpen İsmâil Hakkı’ya; “Sen doğumundan beri, bizim hâlis talebemizsin.” dedi. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmâil Hakkı, on yaşına gelince, Osman Fadlî Efendinin Edirne’de bulunan ilk halîfesi Abdülbâkî Efendinin terbiyesi altına girdi. Abdülbâkî Efendinin yanında yedi sene kalan İsmâil Hakkı Efendi, ondan; sarf, nahiv, mantık, beyân, fıkıh, kelâm, tefsîr ve hadîs dersleri aldı. Fıkıhta Mültekâ, kelâmda Şerhi Akâid adlı eserleri okudu. Okuduğu bütün eserleri kendi el yazısı ile yazdı.

İsmâil Hakkı Efendi, 1674 (H.1085) senesinde, zamânın büyük âlimi Osman Fadlî’den ilim öğrenmek için, hocası Abdülbâkî Efendinin yazdığı bir mektubu alarak İstanbul’a gitti. Osman Fadlî Efendi ile Atpazarı’nda bulunan Kul Câmiinde buluştu. Osman Fadlî, onu eskiden tanıdığından hemen kabûl etti. İsmâil Hakkı Efendi bir müddet hocasına hizmet etti ve Allahü teâlânın zikri ile meşgûl oldu. Birgün hocası Osman Fadlî, onu yanına çağırarak; “Senin istidâdın gelmiş.” dedi. Sonra Besmele çekip, Fâtiha-i şerîfeyi okudu ve üzerine üfledi. “Seni Bursa’ya halîfe yaptım.” buyurdu.

Kendisi şöyle anlatır: “Hocam beni Bursa’ya halîfe olarak tâyin ettiği zaman Mutavvel adlı eseri okuyordum. Hocamın Fâtiha okuyup üzerime üflemesinden sonra, bende başka bir hâl zuhûr etti. Hocamın bu duâsından sonra ilâhî feyz ve mârifetlere kavuştum. Bundan sonra âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin tefsîr ve te’villerini yapmaya başladım. Muhyiddîn-i Arabî, Abdülkâdir-i Geylânî, İbrâhim Edhem, Üftâde ve Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinden mânevî olarak fâidelendim.”

İsmâil Hakkı Efendi, Bursa’ya gittikten bir süre sonra hocası tarafından Üsküp şehrine gönderildi. Burada insanlara vâz ve nasîhatta bulunmaya başladı. Bu sırada hocasının şu mektubu ile talebe yetiştirmeye başladı: “Oğlum Şeyh İsmâil Efendi! Aklen ve dînen, güzel ve beğenilmiş olan şeyleri yapmalarını halka söyle. Kötü ve beğenilmeyen şeyleri yapmaktan onları men et. Kalem sûresinin kırk sekizinci âyetinde yer alan hitâba hazır ol. Sabırlı ol, şükür edici ol. Gecelerinde ibâdet et. Gündüzleri oruç tut. Muttakî ol. Kötü zanna sebep olacak, töhmet altında bırakacak yerlerden sakın. Şâyet böyle yerlere dâvet olsan bile gitme. Nasıl olursa olsun halkı ilme ve amele dâvet eyle. Onları îtikâdî ve amelî yönden terbiye eyle. Yanında bulundukları ve bulunmadıkları zaman onlar hakkında iyi konuş. Ne şekilde olursa olsun kendi varlığını ortaya koyma.” On sene Üsküp’de kalan İsmâil Hakkı Efendi, 1685 (H.1096) senesinde yine hocasının emriyle Tekfur Dağı yoluyla Bursa’ya gitti.

Din ve dünyâ saâdetine sebep olan hocası Osman Fadlî, Kıbrıs’a gönderilince; “Canımız gitti, bedenimiz burada niye durur.” diyerek, Magosa’ya gitmek üzere yola çıktı. Magosa’ya vardığı zaman hocası ile birkaç gün sohbet etti. Birgün sohbet esnâsında sohbette bulunanları bir cezbe, kendinden geçme hâli kapladı. İsmâil Hakkı Efendi, o sırada, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin bir ilâhisini ve arkasından bir aşr-ı şerîf okudu. Bunun üzerine hocasının duâsına nâil oldu. Osman Fadlî Efendi, İsmâil Hakkı’ya dönerek; “Seni buraya getiren mîrâsındır. Çünkü senden başka kalbimde uygun bir kimseyi göremedim.” dedikten sonra, parmağını İsmâil Hakkı’nın ağzının ortasına koyup; “Bu nefes benden sonra sana nasîb olsun.” dedi. İsmâil Hakkı şöyle der: “Hocam böyle buyurduktan sonra bende öyle bir zevk ve hâller hâsıl oldu ki, maksadıma kavuştum.” Yine bir Cumâ günü Osman Fadlî, İsmâil Hakkı’yı yanına çağırdı. Bir tefsîr şerhini uzatıp; “Al şunu, otuz altı yıllık mahsulümdür. Allahü teâlâ sana daha ziyâdesini ihsân etsin.” diye duâ etti. O duâdan sonra İsmâil Hakkı Efendide daha yüksek hâller meydana geldi. Seyyid Osman Fadlî şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ bana öyle yüksek bir talebe verdi ki, hocam Şeyh Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye böyle yüksek bir talebe vermedi.”

İsmâil Hakkı Efendi, hocasının vefâtından sonra Konya, Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul yolu ile Bursa’ya geldi. Bu yolculuk sırasında hazret-i Mevlânâ’yı, Sadreddîn Konevî’yi ve Eşrefzâde Abdullah Rûmî’yi ziyâret etti.

Sultan İkinci Mustafa Hânın, dâveti üzerine, 1695 (H.1107) senesinde Edirne’ye gitti. Nemçe seferinde, orduya cihâdın sevâbını ve büyüklüğünü anlatarak, askeri coşturdu. Osmanlı Ordusu önceBelgrad’a vardı. Oradan Tuna’yı geçerek düşmanla çarpıştıktan sonra, kışın bastırması üzerine Edirne’ye geri döndü. Ertesi sene ordu yine Edirne’den ayrılarak Belgrad’a gitti. O sırada Sadrâzam Elmas Mehmed Paşa idi. İsmâil Hakkı Efendi, Elmas Paşanın hazır bulunduğu gazâların hepsine katıldı ve birkaç yerinden yara aldı. İsmâil Hakkı Efendi, ordunun zaferlerle geri dönüşünden sonra yaralı olduğu hâlde Bursa’ya döndü ve talebe yetiştirmeye, eser yazmaya devâm etti.
Hocası Seyyid Osman Fadlî’nin vefâtından yirmi sekiz sene sonra, gördüğü bir rüyâ üzerine âilesiyle birlikte Şam’a gitti. Şam’da üç sene kadar kaldı. Sonra Allahü teâlânın izni, Resûlullah efendimizin işâreti üzerine İstanbul’a gitti. Üç sene kadar Üsküdar’da kaldı. Bu sırada otuza yakın eser yazdı.

Kendisi şöyle anlatır: “Üsküdar’da iken bir gece Şeyh Üftâde ve Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin rûh-u şerîfleri gelip yanıma oturdu. Bursa tarafına gitmemi işâret ettiler. Sizi sağ tarafımıza alalım deyip, beni sağ taraflarına aldılar. Azîz Mahmûd Hüdâyî bana çok iltifât etti.” İsmâil HakkıEfendi, 1722 (H.1135) senesinde Bursa’ya gitti. İlk iş olarak bir dergâh yaptırdı ve ismini “Câmi-i Muhammedî”. koydu.Dergâh; mescid, semâhâne, çilehâne ve misâfir odalarından meydana gelmiştir. Câminin kitâbesi bizzatİsmâil Hakkı Efendi tarafından yazıldı.

Ömrünün son günlerini evine çekilerek, eser yazmakla geçirdi.Yetmiş altı yaşında iken, 1725 (H.1137) senesinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kabri, yaptırdığı ve bugün İsmâilHakkı Tekkesi diye anılan Câmi-i Muhammedî’nin mihrâbının arkasındadır. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın yakınlarındanHacı Ali Paşa hem türbesini, hem de Câmi-i şerîfi tâmir ettirmiştir. Kabrin üstü açıktır. Etrâfında ve üstünde demirden şebeke vardır.

Kendisi şöyle anlatır: “Allahü teâlâ, âdeti ilâhiyyesi üzerine beni bulunduğum dereceden daha yüksek bir dereceye yükseltti. Daha önce sâhip olmadığım bir meziyeti kalbime akıtarak, beni ilim ve irfân sâhibi eyledi.Allahü teâlânın bu şekilde derecemi yükseltip, bana ilim ve irfân ihsân etmesi yedi senede meydana geldi. Fakat bu feyz ve yüksekliğe kavuşmak, başa gelen belâ ve musîbetlerin, meşakkatlerin acısını tatmaya bağlı olduğundan, pekçok meşakkat ile karşılaştım. Bir taraftan diğer tarafa, bir memleketten başka memlekete gitmek sûretiyle çok meşakkat ve sıkıntılar çektim. Mihnet ve acı, insanı bulunduğu mertebeden aşağı indirmez. Bilâkis başa gelen belâ ve musîbeti kadere rızâ ile karşılamak iyi âkibetlere vesîle olur. İlk önce yolculuk yaptığım memleket Üsküp idi. Yedi sene sonra oradan Bursa’ya gittim. Yedi sene sonra Kıbrıs’a gitmem îcâb etti. Yedi sene sonra Harem-i şerîfe gittim. Yedi sene sonra Hicaz’a gittim. Orada çocuklarım vefât etti. Hac yolunda çok sıkıntılar çektim. Hattâ kıymetli kitaplarım ve eşyâlarımın hepsi elimden gitti. Bütün bunlar karşısında ilâhî emre boyun eğdim. Yedi sene sonraEbû Yümn’ün kabrini ziyâret maksadı ile doğum yerim olan Aydos’a gittim. Yedi sene sonra ikinci defâ olarak hacca gittim. Yedi sene sonra Bursa’dan Şam’a gitmem emrolundu. Bütün akrabâlarımdan uzak kaldım. İşte birçok musîbet ve çilelerle geçirdiğim bu yollar kırk seneyi geçiyor. Allahü teâlâ dilediğini yapar. Kimse O’na bunu niçin böyle yaptın diye soramaz. Karşılaştığım ve çektiğim bu sıkıntılar, tamâmen mânevî işâretlerle meydana gelmiştir. Güzel âkibet, ancak Allahü teâlânın fermânı üzere meydana gelendir. Resûlullah efendimiz; “Benim çektiğim sıkıntıyı hiçbir peygamber çekmemiştir.” buyurmuştur. İnsana gelen belâ ve sıkıntılar, kalbi aydınlatır. Belâ ve musîbet zamânında tecellî-i ilâhî meydâna geldiği için kalbi genişler. Bütün bunlardan dolayı en şiddetli meşakkat, peygamberler hakkında meydana gelmiştir. Onlarınkinden daha hafifi evliyâda görülür. Bu îtibârla büyük zâtlar hep meşakkat ve sıkıntı çekmişlerdir. Resûlullah efendimiz kendisine çok eziyet ve sıkıntı veren kavmi hakkında; “İlâhî! Kavmime hidâyet eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar.” buyurarak hidâyetleri için duâ ettiler.”

İsmâil Hakkı Bursevî buyurdu ki: “Evliyâyı inkâr etmeyip, muhabbet beslemek lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; “Kişi sevdiği ile berâberdir.” buyuruldu. Kıyâmet günü bu büyükler sevdiklerine şefâat edeceklerinden, onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helâkine sebeb olur.”

“Mâlûm ola ki, Muhammed aleyhisselâmın yoluna girene farz olan, Allahü teâlâdan başka olan şeyleri kalbinden çıkarmaktır. Meselâ; bir kimse bir iş için sefere çıktığında, önce vatanını, hısım ve akrabâsını terk edip yola devâm eder. Eğer kalbinde vatanının, hısım ve akrabâsının sevgisi var ve fazla ise sefere rahat rahat gidemez. Belki yola da çıkamaz. Bir peygamber gazâya çıkarken, bir işle uğraşan kimseyi gazâya götürmedi.Meşhûr sözdür ki; “Bir evde iki sarıklı olmaz!” Çünkü herbiri bir tarafa çeker. Evin huzûrunun bozulmasına sebeb olur. Nefs ve şeytan kalbe vesvese verince, insanın zâhiri de bozulur ve kötü işler yapmaya başlar. Namazın fâidesine inancı az olan kimse, kaç rekat kıldığını şaşırır. Ekseriyâ dînî meselelerde yanılır. Çünkü kalbi elinde değildir. Böyle kimselerin zâhirleri de harabdır. Onun için sûretten hakîkate istidlâl et. Arkadaşlarından ayrılma, yoksa yolda kalırsın veya dalâlete saparsın! Topluluktan ayrılan helâk olur. Tek olarak yola çıkma. Çünkü şeytan arkadaşın olur. Yolun başlangıcında olanlar âmâ gibidir önünü göremez. Her an bir tehlike ile karşı karşıyadır. Kendisine yol gösterecek birine ihtiyâcı olduğu gibi, tasavvuf yoluna yeni girenin de yol göstericiye o kadar ihtiyâcı vardır.

Kâmil bir hocanın elinde terbiye olunan bir insan, kısa bir süre içerisinde maksadına kavuşur. Bunun misâli dağlardaki meyvalar ile bahçelerdeki meyvalardır. Yâni dağlardaki ağaçların meyvaları terbiye ve bakım görmedikleri için geç olgunlaşır ve tatlı olmazlar. Fakat bostanlarda bahçıvanların bakımıyla yetişen ağaçların meyvaları hem kısa zamanda olgunlaşır hem de çok lezzetli olur.” Bursalı İsmâil Hakkı hazretleri yazmış olduğu şiirlerinde Hakkı mahlasını kullanmıştır.

İsmâil Hakkı Bursevî’nin 106 adet eseri vardır. Bunlardan altmış kadarı Türkçe olup, sâde bir üslûp ile yazmıştır. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân: Kur’ân-ı kerîmin tefsîridir. İsmâil Hakkı hazretleri bu tefsîrinde şöyle buyurur: “Mânevî pederim, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin delâleti ile, birgün rüyâmda Resûlullah efendimiz bana lütfedip arkamı sığadılar. Tatlı bir ifâde ile; “Ümmetim için bir tefsîr yaz!” diye emir buyurdular. Bunun üzerine Allahü teâlâdan ve Resûlullah efendimizin rûhâniyetinden yardım isteyerek üç cildlik bir tefsîr yazdım.” Bu tefsîr hem İstanbul’da hem de Mısır’da basılmıştır. Daha ziyâde bir vâz tefsîridir. 2) Şerh-i Muhammediyye (iki cild), 3) Şerh-i Mesnevî (iki cild), 4) Şerh-i Pendi Attâr, 5) Şerh-i Bostân, 6) Şerh-i Hadîs-i Erba’în, 7) Risâle fî İlm-i Hadîs, 8) Kitâb-ül-Kebîr, 9) Kitâb-ün-Netîce, 10) Şerh-i Mukaddime fî İlm-i Nahv, 11) Şerh-i Fıkh-ı Gîydânî, 12) Hüccet-ül-Bâliga, 13) Kenz-i Mahfî, 14) Nakd-ül-Hâl, 15) Risâlet-ül-Câmi’a, 16) Risâle-iVerdiyye, 17) Şerh-i Şuab-il-İmân, 18) Vesîlet-ül-Merâm, 19) Şerh-ul-Âdâb, 20) Kitâb-ül-Envâr, 21) Sülûk-ül-Mülûk, 22) Silsile-i Nâme-i Celvetî, 23) Kitâb-ül-Mir’ât, 24) El-Vâridat-ül-Kübrâ, 25) Hutab-ul-Hutabâ, 26) Risâle-i Vahdet-i Vücûd, 27) Şerhu Salât-iş-Şifâ, 28) Esrâr-ul-Hac, 29) Şerhu Dibâce-i Kasîde-i İbn-i Fârid, 30) Şerh-ul-Mukrî el-Cezerî fî İlm-it-Tecvîd, 31) El-Vesâyâ fil-Uhûd, 32) Risâlet-ün-Nesâyih, 33) Dîvân.

Osman Gazi

Bursa – Tophane’de İstiklal savaşı şehidliğinde

Osman Gazi 1324 yılında. Bursa’yı alamadan ölmüştü. Ölmeden önce de, çok uzaklardan görülen Gümüşlü Kubbe’ye gömülmesini vasiyet etmişti. Gümüşlü Kubbe, bugün Tophane’de bulunan, Osman ve Orhan Gazi’nin gömülü olduğu yerdeki Saint Elie Manastır idi. Uzaktan parıldayan kubbeleri nedeniyle bu adıyla anılmıştır.
Bu manastır, 1855 depremi ile öyle yıkıldı ki, onu tekrar eski haline getirmek asla mümkün olamadı. 1863 yılında Sultan Abdulaziz tarafından yeniden yapılmaya başlanınca, manastır iki yapıya ayrıldı. Osman ve Orhan Gazi türbeleri dışındaki yapılar yıkıldı. Ancak Orhan Gazi türbesinin zemin mozaikleri, halen o eski Bizans Manastırına aittir.
Osman Gazi türbesinin ortasında; sedef kakmalı süslerle bezenmiş muhteşem kabir, parmaklıklarla çevrili sanduka, sırma işlemeli yazılı örtü ile lahit. Osmanlı’nın ilk Sultanı Osman Gazi Han’a aittir. Giriş kapısına en yakın olan kabir, büyük oğlu Alaüddin Bey’e (1331) aittir.Murad Hüdavendigar’ın oğlu Savcı Bey (1385) kardeşi İbrahim ve Orhan gazi’nin hanımı Asporça Hatun’un kabirlerinin de yer aldığı türbe için de ayrıca 17 kabir daha bulunmaktadır. Türbe içerisinde varolduğu bilinen davul ve diğer eşyalar ise günümüze ulaşamamıştır.

Osmanlı pâdişâhlarının birincisi. Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundan Ertuğrul Gâzi’nin oğlu olup, 1258 senesinde Söğüt’te doğdu. İslâm terbiyesi ile yetiştirildi. İslâm ilimlerini öğrenen Osman Gâzi, devrin örf ve âdetince mükemmel bir askerî tâlim ve terbiye gördü. Babasının silâh arkadaşları ve kumandanlarından kılıç kullanmayı, kargı savurmayı, ata binmeyi öğrendi. Onların gazâlarını dinleyip, yaptıklarından ibret alarak, gençliğinden îtibâren gazâlara katılıp, zaferler kazanarak, kumandanlık vasıflarını geliştirip kuvvetlendirdi.

Bizans’ın hakimiyetindeki batı Anadolu cihâd diyarı olduğundan, bölgede gazâ niyetiyle pek çok kumandan, mücâhid derviş ve herbiri gönül sultânı şeyh ve âlim bulunuyordu. Osman Gâzi, Anadolu’nun İslâmlaştırılıp, Türkleşmesi faaliyetine katılan bu gönül sultanlarından ve ahîlerden biri olan Karamanlı Şeyh Edebâlî’nin sohbetlerini hiç kaçırmamaya gayret ederdi. 1277 senesinde, Edebâlî hazretlerinin dergâhında misafir olduğu bir gün acâib bir rüya gördü. Rüyasında, hocası Edebâlî’nin koynundan bir ayın çıkıp, kendi koynuna girdiğini, arkasından da kendi göbeğinden bir ağacın bitip, âlemi tuttuğunu, gölgesinde nice dağların bulunup, nehirlerin aktığını, bir çok insanların kaynaştığını, kimisinin bahçe ve tarla sulayıp, kimisinin çeşmeler akıttığını gördü. Gördüğü rüyayı ertesi gün hocasına anlattı. Şeyh Edebâlî ona; “Müjde ey Osman! Hak teâlâ sana ve senin evlâdına saltanat verdi. Bütün dünyâ, evlâdının himayesinde olacak, kızım Mâl Hâtûn da sana eş olacak” deyip rüyasını” tâbir etti. On dokuz yaşında iken Şeyh Edebâlî’nin kızı Mâl Hâtûn ile evlendi. Bu izdivaçtan Orhan Gâzi doğdu. Orhan Gâzi’nin doğduğu sırada, Ertuğrul Gâzi de vefât etti (1281). Bâzı kaynaklarda Edebâlî’nin kızının adı Bâlâ Hâtûn olarak geçmekte ve Mâl Hâtun’un Ömer Bey’in kızı olduğu yazılmaktadır. Ertuğrul Gâzi, cesareti, zekâsı, cömertliği, İslâm dînine sadâkati ve güzel ahlâkı ile, kardeşleri arasında en üstünü olan Osman Gâzi’yi kendisinden sonra kayıboyu beyliğine aday göstermişti. Osman Gâzi, babasının vefâtından sonra, bey seçilip, idareyi ele aldı.

Osman Gâzi, bey olduğu zaman Türkiye Selçuklu Devleti’nin Bizans hududundaki Kayılar, Söğüt kışlağı ile Domaniç yaylağı arazisine hâkim idiler. Osman Bey Kayıların başına geçince, hudut komşusu Bizans tekfurları ile iyi geçinmeye çalıştı. Bunlar arasında en çok Bilecik tekfuru ile anlaşıyordu. Boyda, eskiden beri yaylağa çıkarken, ağır eşyaları Bilecik tekfuruna emânet etmek, buna karşılık tekfura bâzı hediyeler vermek geleneği vardı. Emânetin teslîmi ve alınması, silâhsız kimseler ve kadınlar tarafından yapılırdı. Aşiretin yaylağa çıkış ve dönüşlerinde, İnegöl tekfuru yollarını keserek onlara zarar veriyor, bu yüzden de sık sık çarpışmalar oluyordu. Osman Bey’in nüfuzunun hızla arttığını gören İnegöl tekfuru Nikola, komşularından tedbir alınmasını istedi. İnegöl tekfurunun Bizanslılara ittifak teklifi, Bilecik tekfuru tarafından Osman Gâzi’ye haber verildi. Tekfur Nikola’nın, Ermenibeli’nde (Pazarköy) kuvvet topladığı tesbit edilince, Osman Gâzi, Kayı aşireti ileri gelenleri, kumandanlar ve arkadaşlarından Akçakoca, Abdurrahmân Gâzi, Aykut Alp, Konur Alp, Turgut Alp ile istişare etti. Bu istişarenin sonunda İnegöl’ün fethine karar verildi. 1284’de Pazarköy’de meydana gelen muhârebede, Osman Gâzi’nin yeğeni Bay Hoca şehîd düştü. Osmanlı târihinin ilk muhârebesi olarak kabul edilen Pazarköy çarpışmasında Osman Bey pek muvaffak olamadı. Bir süre sonra Kolca kalesi feth edildi. Bunu hazmedemiyen İnegöl tekfuru ile Karacahisar tekfuru birleşti. 1288 yılında Domaniç yakınında Erice (Ekizce)’de yapılan muhârebede, tekfurlar mağlûb oldu. Bu muhârebede Osman Gâzi’nin kardeşi Sarı Yatu (Sarı Batu) şehîd oldu.

Osman Gazi’nin Vasiyetnamesi 
Âkıbet-i kâr budur herkese, bâd-ı fena pir ve civana ese Azmi-bekâ eylersem ben bu dem, devlet-i ikbal ile ol muhterem! Çünkü, senin gibi halef koymuşum, rihlet edersem bu cihândan ne gam, Lîk vasiyyet ederim gûş kıl! Gayri gam-ı denî ferâmûş kıl. Dilerim ey sâhib-i ikbâl-câh! İtmeyesin cânib-i zulme nigâh! Adl ile bu âlemi âbâd kıl! Resm-i cihâd ile beni şâd kıl! Râh-ı cihâd içre edip fütûhat, memleket-i Rûm’da kıl adl-ü dâd! Eyle riâyet ulemâya temâm. Tâ ki bula, emr-i şerî’at nizâm! Her nerede işidesin ehl-i ilm, göster ona rağbet-ü ikbâl ü hilm! Asker ve mal ile gurur eyleme! Şer’i şerif ehlini dûr eyleme! Şer’dir mâyeşi şâhi ve bes! Şera muhalif işe etme heves! Matlabımız dîn-i Hudâdır bizim! Mesleğimiz râh-ı Hudâdır bizim. Yoksa kuru mihnet ve gavga değil, şâh-ı cihân olmaya dâva değil! Nusret-i din oldu çû maksad bana, maksadıma kasd yaraşır sana. Âleme in’âmını âm ide gör. Memleket emrini temâm ide gör! Hıfz-ı re’âyâ çalış rûzü şeb! Tâ ki karîn ola sana lutf-i Rab!

Vasiyetnamenin özü şöyledir:

“Allahü teâlânın emirlerine muhalif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini şerî’at ulemâsından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana, itaat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adaletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya ri’âyet eyle ki, şerî’at işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, şerî’at ehlinden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yoludur. Ve maksadımız Allah’ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik dâvası değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâima herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum!”

Osman Gâzi’nin Ekizce muvaffakiyeti, Türkiye Selçuklu sultânı ikinci Gıyâseddîn Mes’ûd Şâh tarafından mükâfatlandırıldı. Bir fermanla, beylik alâmetleri olarak; tabl, alem, tuğ göndererek, İnönü ve Eskişehir’i de Osman Gâzi’ye verdi. Mîrî vergiden muaf tutuldu. Selçuklu Sultânı’nın hediyeleri alınıp fermanı okunduktan sonra, Osman Gâzi akınlarına daha da hız verdi. İznik’e akın tertiplendi ise de, kale alınamadı. Karacahisar ile Yarhisar tekfurları, Osman Gâzi aleyhine ittifak kurdular. Bunlara karşı sefer düzenleyen Osman Gâzi, Karacahisar’ı aldıktan sonra, Kuzey Sakarya vadisine yöneldi. Mudurnu taraflarında aşiret reisi olan Samsa Çavuş’un yardımı ile Taraklı ve Göynük civarını ele geçirdi.

Teşkilâtlanmaya ağırlık veren Osman Gâzi’nin ileriye dönük faaliyetleri, huduttaki Bizans tekfurlarını daha da telaşlandırdı. Bizans-Rum tekfurları, Osman Gâzi’yi muhârebe meydanında öldürüp yenemeyeceklerini anlayınca, hîle ile öldürmek istediler. Bilecik tekfuru da Osman Gâziye karşı ittifak içine girdi. Yarhisar tekfurunun kızıyla evlenecek olan Bilecik tekfurunun düğününe Osman Gâzi’yi davet edip, öldürmeyi plânladılar. Bu sû-i kasd tertîbi, Osman Gâzi’ye dostu Harmankaya beyi Köse Mihal tarafından haber verildi. Osman Gâzi, bu durum karşısında bâzı tedbirler aldı. Düğün hediyesi olarak Bilecik tekfuruna bir sürü kuzu gönderdi. Düğün sonrası yaylağa çıkacağını bildirerek eskiden olduğu gibi değerli eşyalarının kadınlar vasıtasıyla kaleye alınmasını ve düğünün açık bir yerde yapılmasını istedi. Bilecik tekfuru, Osman Gâzi’nin bu tekliflerini kabul ederek, düğün yeri olarak Çakırpınar kabul edildi. Osman Gâzi, aşîretin eşyası yerine, atlara silâh yükletip, kırk kadar Gâziyi kadın kılığında Bilecik’e gönderdi. Kadın kılığında kaleye giren yiğitler, sâdece nöbetçilerin kaldığı kaleyi kolayca ele geçirdiler. Bu durumu öğrenen tekfurlar ile meydana gelen çarpışmada, Osman Gâzi düğüne katılanların çoğunu öldürdü ve bir kısmını esir aldı. Gelini ele geçirerek Nilüfer adını verip, oğlu Orhan Gâzi ile nikahladı. Ertesi gün Yarhisar kalesini kuşatıp, ele geçirdi. Osman Gâzi’nin kumandanlarından Turgut Alp ve Gâziler de İnegöl’ü feth ettiler.

Osman Gâzi, Bizans hududunda fetihlerde bulunurken, İlhanlılar da Anadolu’yu istilâ ettiler. İlhanlı hükümdarı Gâzân Han, Türkiye Selçuklu sultânı Alâeddîn Şâh’ı İran’a götürdü. Bütün Türkiye Selçuklu Devleti’nin toprakları, İlhanlıların eline geçti. Moğol zulmünden hicret eden bir çok Türkiye Selçuklu emîri ve maiyyeti, Osman Gâzi’nin gazâlarına katılmak için hizmete geldi. Osman Gâzi 1281 yılından beri arazisini devamlı genişletip, gazâ niyetiyle hizmetine katılanlarla devamlı güçleniyordu.

Türkiye Selçuklu Sultanlığı’nın fetret devrindeki iktidar boşluğundan faydalanarak, Türk beyleri istiklâllerini îlân ediyordu. Nitekim Osman Gâzi de 1299’da istiklâlini îlân ederek devlet teşkilâtının müesseselerini kurmaya başladı. Her kaleye subaşı, dizdar ve kâdı tâyin etti. Köyler tımar olarak sipahilere dağıtıldı. Osman Gâzi adına Karacahisar’dâ Cuma hutbesi, Eskişehir’de de bayram hutbesi okundu. Hocası ve kayınpederi Edebâlî’nin talebelerinden Dursun Fakih’i, Karacahisar’a kâdı ve hatîb tâyin etti. Fetva ve hüküm işlerini ona bıraktı. 1301’de Yurdhisar ve Yenişehir kaleleri fethedildi. Osman Gâzi, Yenişehir’i merkez yaptı. Yeni merkezde; idarî, iktisâdı ve sosyal müesseseler inşâ ettirip, evler, dükkanlar, hanlar, çarşı ve hamamlar yaptırdı. Bilecik’i de kayınpederi Edebâlî’ye verdi. Hanımını ve annesini de Bilecik’te bıraktı. Oğlu Alâeddîn Paşa’yı yanına alarak, Orhan Bey’e Sultanönü (Karahisar), Gündüz Alp’e Eskişehir, Aykut Alp’e İnönü, Hasan Alp’e Yarhisar, Turgut Alp’e İnegöl bölgelerinin idaresini verdi.

Böylece dört yüz çadırla Türkiye Selçuklu-Bizans hududuna yerleştirilen kayı aşîreti, 1299’da Osman Gâzi’nin adına izafeten, Osmanlı hânedânı ve devletini kurdu. Osman Gâzi, İslâm dîninin esaslarını, Türk örfünü, teşkîlât ve müesseselerini safha safha yerleştirip, mükemmelleştirdi. Teşkilât ve müessesesini kurarken İslâm dîninin farzlarından olan cihâd emrini hiç ihmâl etmedi. Devamlı genişleyip, teşkilâtlanan Osmanlı Devleti’nin meydana getirdiği tehlikeyi, huduttaki tekfurlarla hâlledemiyeceğini anlayan Bizans kayseri ikinci Andronikos Poleologos, hassa kumandanlarından Musalon’u Osman Gâzi üzerine sefere gönderdi. Musalon kumandasındaki Bizans kuvvetleri ile Osman Gâzi, İznik’in kuzeydoğusundaki Koyunhisar kalesi mevkiinde karşılaştı. 1301 Temmuz’unda yapılan muhârebeyi Osman Gâzi kazandı. Bu zaferden bir sene sonra Koyunhisar kafesi fethedildi. 1303’de Yenişehir’in güneybatısındaki Marmaracık kalesi feth edilip, İznik şehrinin kuzeyindeki Katırlı dağı eteğine kale yapıldı. Kaleye Taz Ali kumandasında yüz asker bırakılarak, İznik ablukaya alındı. 1306’da Bursa tekfurunun idaresindeki müttefik Bizans tekfurlarına karşı sefer düzenlendi. Osman Gâzi, müttefik Bizans tekfurlarının kuvvetini Dinboz’da mağlub etti. Kestel, Kite ve Ulubat kaleleri Osmanlıların eline geçti. Aynı sene Osmanlılar, ilk defa Ulubat tekfuruyla askerî andlaşma imzaladılar. Andlaşmaya göre; mültecî Kite tekfuru Osmanlılara iade edilecek, Osman Gâzi’nin neslinden hiç kimse de Ulubat köprüsünü geçmeyecekti. Andlaşmayı Osmanlılar hiç bozmadı. Âl-i Osman neslinden hiç kimse o köprüden geçmedi. Hep kayıkla geçtiler. Osman Gâzi’nin, topraklarını devamlı genişletmesi, Bizanslıları telâşa düşürdü. Kayser, İlhanlılar ile akrabalık kurarak, Osmanlı taarruzlarından kurtulmak istedi ve kızı Maria’yı İlhanlı hükümdarı Gâzân Han’a nişanladı. Onun ölümüyle de, Olcayto Han’a nişanlayıp, Osmanlı hakimiyetindeki arazilerin geri alınmasını ümid etti. Osman Gâzi, Bizans kayserinin ittifak arayışı sırasında da gazâlarını sürdürdü. 1307’de İznik’i kuşatıp, Yalova’ya akın düzenleyerek denize ulaştt. 1308’de Marmara denizindeki İmralı adası fethedilip, deniz üssüne sâhib olundu. Bizans’ın Bursa ile deniz ulaşımı ve irtibatı kontrol altına alındı. İznik civarındaki Koçhisar fethedildi.

Osman Gâzi’nin Bizans hududunda te’sis ettiği âdil idare, tekfurların zulmünden, sergilerin ağırlığından bıkan hıristiyan ahâliden başka, Rum kumandanların da takdîrini kazandı. Rumlar, Osman Gâzi’nin idaresine geçmeye başladılar. Nitekim 1313’de Harmankaya tekfuru Köse Mihâl, Osman Gâzi’nin maiyyetine girip, müslüman oldu. Köse Mihâl, Gâzi adını alarak, muhârebelere katıldı ve pek çok hizmeti geçti,

Marmara sahilinden Karadeniz istikâmetine akınlara devam eden Osmanlılar, 1313’de Akhisar, Geyve, Lüblüce, Lefke (Osmaneli), Hisarcık, Tekfurpınarı, Yenikale, Karagöz ve Yanıkçahisar kalelerini feth ettiler. Bursa, Osmanlı arazisi ortasında kalınca, şehir ablukaya alınıp Kaplıca ve Uludağ istikâmetinde iki kale yapıldı. Kaplıca istikametindekinin kumandanlığına Osman Gâzi’nin yeğenlerinden Aktimur, Uludağ tarafındakine de Balaban tâyin edilip, kalelere kumandanlarının isimleri verildi.

Bizans’a karşı devam eden seferler sırasında, Moğol istilâsından Batı Anadolu’ya gelip, Kütahya’ya yerleşen Çavdarlı aşîreti’nin Osmanlı’ya düşmanca hareketleri, Osman Gâzi’nin oğlu Orhan Gâzi tarafından durduruldu. Oymahisar’da yapılan muhârebede, Çavdaroğlu esir edilip, aşiretin saldırganları cezalandırıldı. 1317 yılında Orhan Gâzi ve kumandanlarından Konur Alp, Sakarya ve Karadeniz istikametindeki Karatekin, Ebesuyu, Karacebeş, Tuzpazarı, Kapucuk ve Keresteci kalelerini fethedip, bu mevkileri Osmanlı hâkimiyetine aldı. Akça Koca, Sakarya nehrinin batısında İznik kalesine kadar olan mevkiyi fethetti. Buralara adına izafeten Kocaeli denildi.

Osman Gâzi’nin gençliğinden beri Rum ve düşman tecâvüzlerine karşı askerî hazırlığı ve mücâdelesi, devlet kurarken idâri ve siyâsî faaliyetleri, onu altmış yaşından îtîbâren iyice yormaya başladı. Nikris (romatizma) hastalığından da muzdaripti. Gazâ akınlarında yetişip, yiğitliği, cesareti, bilgisi ve İslâm dînine sadâkati ile düşmanlarını korkutan, müslümanların takdirini kazanan oğlunun idare tarzını sağlığında görebilmek için, son yıllardaki fetih hareketlerinde, siyâsî hâdiselerde Orhan Gâzi’yi vazifelendirdi. Osman Gâzi, oğlu Orhan’ı 1321’de Mudanya, Kara Timurtaş Bey’i de Gemlik seferine gönderdi. Mudanya’nın fethi ile Bursa’nın ablukası daha da kuvvetlendirildi. On sekiz ay devam ile Osmanlı akınında Bizans topraklarından pek çok ganimet alındı. Bizans iktisadî buhrana uğratıldı. Akınlara devam edilerek 1323’de Akyazı, Ayanköy, 1324’de Karamürsel, 1325’de Orhaneli denilen Atranos fethedildi. Ayrıca Bolu, Kandıra, Ermenipazarı ve Devehisar’ı ele geçirildi. Fethedilen bölgelerin tamâmı imâr olunarak, sahipsiz evler Gâzilere dağıtıldı. Osmanlı teşkilât ve müesseseleri kuruldu. Hıristiyan ahâliden Osmanlı ülkesinde oturanlara İslâm dîninin gayr-i müslimler ile alâkalı hukuku tatbik edilerek, vergilendirildi.

Uzun kuşatma ve abluka neticesinde Bursa, 1326’da teslim olmak mecburiyetinde kaldı. Osman Gâzi’nin hastalığı, Bursa’nın fethinden sonra arttı. Hocası Şeyh Edebâlî’nin ve arkasından hanımının vefâtıyla hastalığı daha da şiddetlendi. Vefât edeceği zaman, oğlu Orhan Bey’e yaptığı vasiyetnamesi, Osman Gâzi’nin İslâmiyet’e olan sevgi ve saygısını, Türk milletinin rahat ve huzurunu ne kadar çok düşündüğünü ve insan haklarına olan gönülden bağlılığını açıkça göstermektedir. Osmanlı sultanları, bu vasiyetnameye candan sarılıp, devletin altı yüz sene hiç değişmeyen anayasası yaptılar. Osman Gâzİ, 1326 senesi Ağustos ayında Söğüt’de vefât etti. Vasiyeti üzerine Bursa’daki Gümüşlü Küntbet’e defnedildi. Osman Gâzi’nin Bursa fethinden kısa bir müddet önce vefât ettiği de rivayet edilmiştir. Osman Gâzi’nin, Orhan Bey’den başka; Alâeddîn Bey, Çoban Bey, Hamid Bey, Melik Bey, Pazarlu Bey adlarında oğulları ve Fâtımâ Hâtûn adında bir kızı vardı, ölümünden sonra devletin başına oğlu Orhan Bey geçti.

Osman Gâzi, sâlih bir müslüman olup, İslâm ahlâkının iyi ve güzel vasıflarına sahipti. Az sayıdaki aşîret kuvvetleriyle, Bizans ordusunu ve tekfurlarını üst üste mağlûb edip, zaferler kazanan üstün bir kumandandı. Dört yüz çadırla, dünyânın en uzun ömürlü hânedânını ve en büyük devletlerinden birini kurdu. Osman Gâzi, kurduğu hânedânla üç kıt’a yedi iklim, her çeşit ırk, din, dil, mezhep, fikir, kültür ve medeniyetteki insanı bünyesinde, Osmanlı adı altında toplayan, Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve İslâm âlimlerince öğütlenen manevî hizmetlerin mirasçısı ve idarecilik vasfının on dördüncü asırdan yirminci asra kadar nesilden nesile intikâlcisidir. Osmanlı Devleti, dînî mes’elelerini, kuruluşundan îtibâren Hanefî mezhebi hükümlerince kaza merkezlerine, şehirlere tâyin edilen kâdılar vasıtasıyla gördü. Osman Gâzi zamanında askerî teşkîlât aşiret kuvvetlerine dayanıyordu.

Kaynaklar;
1) Tâc-üt-tevârih;
2) Âşıkpaşazâde Târihi
3) Neşrî Târihi
4) Ed-devlet-ül-Osmâniyye (Seyyid Ahmed bin Zeynî Dahlân, İstanbul-1986); cild-2, sh. 110
5) Münşeât-ı selâtin (Feridun Bey); cild-1, sh. 64
6) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3127
7) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-1, sh. 2
8) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 40
9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1056
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-10, sh. 375
11) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-2, sh. 251
12) Osmanlı Devleti Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-1, sh. 103
13) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-2, sh. 28
14) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 262

Mehmed Muhyiddin Üftade (k.s.)

Bursa Merkez ‘de Üftade camiinde

Mehmet Muhyiddin Efendi ( Üftade) , Sultan II. Bayezid devri 1490 yılında Araplar mahallesinde dünyaya gelmiştir. Babası Manyaslı, annesi ise Hamamlıkızık köyün’dendir. İlk dini bilgilerini ailesinde ve mahalle camiinde tamamlayan Üftade Hazretleri, çocuk yaşlarda iken Selçuk Hatun Camii imamlığını yapan Muslihiddin Efendiden yakın ilgi ve alaka görmüş, dini konularda yetişmesinde büyük emeği geçmiştir. Çok genç yaşlarda Bursa’da post seren Sufilerden Abdal Mehmed ile yakın ilişki içerisine girip sohbetlerinde bulunmuştur. Babasının mesleği ipekçilik (kazzaz) olduğu için oğlunu da aynı mesleğe yönlendirilerek bir kazzazın yanına çırak olarak verilen Muhyiddin Efendi, ilmini geliştirmede oldukça sıkıntı çekmiştir.

Kısa bir süre sonrada babası vefat etmiş kız kardeşi, erkek kardeşi ve annesi ile yalnı kalmıştır. Bir müddet işine devam etmiş bu arada annesi de ona ipek bükmek suretiyle yardımcı olmuştur. Daha sonra erkek kardeşi vefat etmiş ardından kız kardeşi evlenip ayrılmış annesi de kız kardeşinin yanına taşınmıştır. Böylelikle tamamen yalnız kalmıştır.

Hızır Dedeyi bu işe başladığı sıralarda tanıyıp ona intisap eden Üftade Hazretleri , 8 yıl boyunca onun ölümüne kadar hizmetinde bulundu. Karacabey’de Çobanlık yaparken soğuktan dizleri donarak yürüyemez hale gelip kötürüm (Muk’ad) olan Hızır Dede Bursa’ya gelerek Ulucami yakınlarında bir yere yerleşti. Üftade Hazretleri hizmetine girdiği Muk’ad Hızır Dedeyi sırtında kendi yaşıtlarının alaylıbakışları ve söylemleri arasında Kaplıcalara taşıyarak şifa bulması için oldukça fazla çaba sarf etti. Hızır Dede, Üftade hazretleri 16 yaşlarında iken 1506 yıllarında vefat etti. Vefatı sonrası rivayetlere göre Kuzgunlukta bir mağaraya veya Üçkozlar Zaviyesi’nin alt tarafında bir yere defnedildi. Halk arasında ‘ Çoban Şeyh ‘ olarak tanınan Hızır Dede, Üftade hazretlerinin zahiri ilimleri tahsil etmesi için teşvik etti. Bu telkinlerle kendisini yetiştiren Üftade, şeyhinin ölümünü müteakip 18 yaşlarında Ulucamii fahri müezzini olarak görev aldı.

”Üftade” ismini alması gençlik yıllarına rastlar. Sesinin güzelliğiyle dikkat çeken Mehmet Efendi bir yandan Doğan Bey camii diğer yandan da Ulu camii’nin vakfını yöneten mütevelli heyeti kendisine hizmetleri karşılığında ücret takdir etti. Bu ücreti aldığı günün gecesi rüyasında şöyle bir ses duyduğu rivayet olunur: ‘ Sen Üftade oldun’ ( Üftade; Farsça , düşen düşmüş olan manasındadır) yani dini bir hizmeti maddi bir şeyle sattığın için manevi olarak bulunduğun makamdan aşağıya düştür denilir. Yaptığı davranıştan oldukça fazla pişmanlık duyan Mehmet Muhyiddin Efendi daha sonra yazacağı şiirler bu sıfatı mahlas olarak kullandı. O kadar ki Üftade sıfatı zamanla esas isminin önüne geçti.

Düzenli bir medrese eğitimi almamakla birlikte çeşitli kaynaklarda arapça ve farsçayı iyi bildiği, tefsir, hadis, siyer, kelam gibi ilimlere hakim olduğu bildirilir. Farsçayı sonradan öğrenen Üftade, bununla ilgili halifelerinden Veli Dede’ye yaşadıkları bir olaydan sonra şu kısa bilgiyi anlatır. ” Mevlana Celaleddin Rumi gelerek ‘ Benim kitabım Mesneviyi vaazda naklediniz’ diye buyurdular. Ben dahi, ‘ Kat’a lisan-ı Farisi bilmezem’ deyince Hazret-i Mevlana dahi ‘ Hele sen başla, o lisan sana münkeşif olur’ buyurdular. Veli dede o günden sonra Üftade’nin bir Mesnevi aldırıp vaazlarında okuduğunu ifade eder.

Üftade hazretleri 18 yaşında iken başladığı fahri müezzinliği 18 yıl boyunca sürdürdü. Perşembe günleri Doğanbey camiinde bazı cumları Namazgah’da , bazı günlerdeKayhan camiinde vazife yaptı. 18 yıl boyunca da Emir sultan camiinde Mesnevi dersleri verdi. İsmail hakkı Bursevi hazretleri, Üftade’nin Bursa’da muhtelif makamları bulunduğunu tarif ederek; Atik Ali paşa camiinde Halvet, Kayhan camiinde İtikaf ettiği, Umur Bey camiinde Cuma Kıldığı, doğan Bey mahallesinde bir evde ayda bir kez ikamet ettiğini ifade eder. Yine ‘vakıat’ adlı eserinde keşfinin şeyhinin ölümünü müteakiben açıldığını bildirir. Halkın içerisinden hiç bir zaman ayrılmayıp onlarla adeta bütünleşen Üftade Hazretleri Celvet prensibini bu suretle geliştirdi. 30 yaşına kadar müezzinlik ve imamlık yaparak hayatını sürdüren zat bu yaştan sonra tamamen vaaz ve irşad görevini yerine getirdi. Aziz Mahmud Hüdai onu Kayhan camiinde dinlemiş ve bu suretle intisab etmiştir.

41-48 yaşlarında iken Resmi görevli olarak Emir Sultan camiine imam hatip görevlisi olarak tayin edilmiş ancak bunu kabul etmek istememiştir. Rüyasında Emir sultan Hazretlerinden aldığı tavsiye üzerine bu görevi kabullenmiş ancak aldığı ücreti dervişlere harçlık olarak taksim etmiştir.

Üfta hazretleri 90 yaşında iken 26 tammuz 1580 yılında vefat etmiş, namazı Zakir Başı Emir Efendi tarafından kıldırılarar bugünkü türbesine defnedilmiştir. Vefat tarihine kadar Emir sultan camiindeki görevini sürdürmüştür. Sayısız mürid yetiştiren Üftade hazretleri’nin kamil manada en önemli mürdileri Aziz Mahmud Hüdai ve Veli dede adındaki zatlardır. Üftade hazretleri hakkında okunması tavsiye edilen bir çok menkıbe anltılmaktadır. Üftade Hazretleri ilmi yanında şair bir kişiliğe sahiptir. Divanı ve bir adet hutbe mecmuası vardır.

Üftade hazretlerinin silsilesi
Somuncu Baba
Hacı Bayram veli
akbıyık Sultan
Hızır dede
Üftade hazretleri

Üftade hazretlerinin eserleri

1- Divan ; Altmış kadar şiiri ihtiva eder ve tasavvufi düşüncesinin bazı konularını açıklayan divan ,aşıkların , sadıkların , vasılların, sairlerin , rasihlerin hülasa bu yolun yolcuların hallerini izah eder.
2- Vakıat-ı Üftade ; Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinin müritlik döneminde 1576-1579 yılalrı arasında mürşidinin din ve tasavvuf dünyası ile ilgili düşüncelerini aktardığı bir eserdir.

Üftade Tekkesi
Bursa’da hizmet veren tekkelerin en meşhurlarından ve yapıldığı tarihten itibaren hiç kesintiye uğramadan 1925 yılına ( Tekkelerin kapatılmasına kadar ) varlığını sürdüren kurumlardan birisidir.
Dergahta hizmet veren şeyh efendiler isimleri , vefat tarihleri ve görev süreleri şöyledir ;

Üftade Hazretleri
Mehmet Efendi – 1585 – 6 sene ( Üftade hz’nin küçük oğludur.)
Mustafa Efendi – 1608 – 23 sene ( Üftade hz’nin büyük oğludur. Üftade hazretleri küçük Oğlu Mehmet Efendiyi işaret ettiği için ondan sonra dergah şeyhi olmuştur. Ve babsının yanında defnedilmiştir.
İbrahim Efendi – 1678 – 72 sene ( Şeyh Mustafa Efendinin oğludur. Önce Medrese eğitim almış sonra Şah efendi kensiyle ilgilenmiştir. Tasavvufi eğitimini ise Aziz Mahmud Hüdai hazretleri yanında tamamlamıştır. Burada 4 sene kalan İbrahim efendi babsının vefatıyla dergahın şeyhi olmuştur. Şeyh İbrahim Efendi , 1670 tarihinde büyük bir meblağda para harcayarak dergahı tamir ettirmiştir. Şeyh İbrahim Efendi 1677 tarihinde vefat etmiş ve dedesinin yaptırdığı caminin bahçesine defnedilmiştir.)
Mehmet Efendi – 1697 -20 sene ( Şeyh İbrahim Efendi’nin oğludur.
Mustafa Efendi – 1721 – 25 sene
Hayreddin Efendi – 1758 – 38 sene
Mustafa Efendi – 1802 – 45 sene
Ahmed Hasib Efendi – 1808 – 6 sene
Burhaneddin Efendi – 1845 – 39 sene
Mehmet Efendi – 1912 – 69 sene
Mehmet Efendi – 1913 – 1 Sene
Hakkı Efendi – 1923 – 10 Sene
Muhtar Efendi – 1925 – 2 Sene ( tekkeler kapatıldığında muhtar efendi tekke şeyhi idi.)

Kaynaklar ;

Mustafa Kara , Aşk Bülbülü Hz. Üftade ve Dergahı , Bursa Büyükşehir Belediyesi yayınları , 2014

Nebi Harun-i Asefi (k.s.)

Diyarbakır – Eğil – Ziyaret Tepesinde . Eğil ilçe merkezine girmeden 5 km uzaklıkta

İÖ. 1000 – 900 yılları arasında yaşamış ve Hz. Süleyman’ın katibidir. Berhiya’nın oğludur.Adı Asaf bin Behriyadır.( Bugun Eğil’ de Hz. Asaf’a hürmeten Asaf ismi çok kullanmaktadır) İÖ 971 yılında Süleyman Peygamber’in hükümdarlığı sırasında, İsrail en geniş sınırlarına ulaşmış ve yükselme dönemini yaşamıştır. Hz. Süleyman fetih ve dinin yayılması için Nebi Harun-u Asefi yi ordularının komutanı olarak atamıştır. Oda kendisi gibi Hindistanlı ve akrabası olan Nebi Ömer(ibni Pir-i Can) ile beraber Eğil bölgesini feth gelmiştir. Rivayete göre; Asurlardan Eğil kalesini almak istemiş fakat kale , çok yüksek olduğundan ele geçirememiştir. Üçüncü kuşatma da kaleye ”eğil” diye bağırdığında kale eğilmiş ve feth edilmiştir.
Neml Suresi 40. ayet; kitaptan(Allah tarafından verilmiş) bir ilim olan bir zat (Hz. Süleyman’a);” Göz açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi biçimindedir. Burada sözü edilen kişinin Hz. Süleyman’ın veziri Asaf bin Berhiya (Harun Asafi) olduğu ifade edilmektedir.
Nebi Harun-u Asefi’nin kabri Eğil’de ziyaret tepesindedir. Buradaki en eski türbe Nebi Harun türbesidir.1316/1898, 1321/1903 ve 1323/1905 tarihli Diyarbakır salnamelerinde ” Nebi Harun Asefi ” peygamber olarak ifade edilmekte ve mezarının Eğil’de olduğu belirtilmektedir. Türbe içinde bulunan Çiçekli Kufi kitabeye göre yapı 557/1162 tarihinde Nisanoğulları döneminde inşa edilmiştir. Türbe için biri Nebi Harun’a diğeri akrabası Ömer İbni Pir-i Can’a ait iki kabir bulunmaktadır.

Kaynak ; Diyarbakır Kutsal Yerler Atlası ; T.C. Diyarbakır Valiliği , editör Doç.Dr. İrfan Yıldız
Kaynak ; Eğil ve Turizm Peygamberler Kanti Eğil ; Prof. Dr. Yusuf Kemal Haspolat

Sort

Hace Ubeydullah Ahrar (k.s.)

Özbekistan – Semerkan’ta ; Semerkant’ın güneyinde yer alan Hoca Ahrar Külliyesinin bahçesinde

Türkistan’ın büyük velîlerinden. Kendilerine “Silsile-i aliyye” adı verilen ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünyâ ve âhirette seâdete kavuşmalarına vesîle olan büyük âlim ve velîlerin on sekizincisidir. İsmi, Ubeydullah bin Mahmûd bin Şihâbüddîn’dir. Babası Mahmûd Şâşî, devrinin âlimlerinden velî bir zât idi. Annesi, hazret-i Ömer’in soyundandır. Ahrâr lakabıyla ve Taşkendî nisbesiyle tanınmıştır. 1403 (H.806) senesinde Taşkent’te doğdu. 1490 (H.895) senesinde Semerkant’ta vefât etti. Kabri oradadır.
Doğumundan îtibâren üstün halleri görülen Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri annesi nifastan (lohusalık hâli) temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, görenler hayrân kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmez, devamlı zikr ile meşgûl olurdu. Dedesi Hâce Şihâbüddîn, âlim ve velî bir zât idi.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri daha çocuk iken, üstün hâllere kavuşmuş olup, kerâmetleri görülüyordu.Küçük yaştan îtibâren memleketi olan Taşkent’te ilim tahsîl eden Ubeydullah-ıAhrâr, ilim tahsîlinden artan zamanda Allahü teâlâya ibâdet etmek ve O’nun ismini anmakla geçirdi. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret etti.
Ubeydullah-ı Ahrâr’ın yetiştirilmesinde özel bir gayreti olan dayısı Hâce İbrâhim onu ilim tahsîli için Taşkent’ten Semerkant’a gönderdi. İki yıl müddetle Mâverâünnehr’deki büyük âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Buhârâ’ya ve Herat’a da giden Ubeydullah-ı Ahrâr, buralarda ve diğer yerlerde Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden bir kısmıyla ve onların da meşhûr talebelerinden bir kısmıyla görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Hâcegân yolunun diğer tabakasının büyüklerinden pekçok zâtla da görüşüp, sohbet etti. Horasan’a gitmeden önce, Seyyid Kâsım Tebrîzî hazretlerinin sohbetinde bulundu. Horasan’a gittikten sonra, bir defâ daha Seyyid Kâsım Tebrîzî’nin sohbetine gitti. Bundan başka Herat’ta bulunan evliyâ ve meşhûr zâtların da sohbetlerinde bulundu.
Ubeydullah-ı Ahrâr, dört sene bu hocasının yanında kalıp, sohbetlerine devâm etti. Bundan sonra, en başta gelen hocası Yâkûb-i Çerhî hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemâle ulaştı.
Ubeydullah-ı Ahrâr, Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldı.Ondan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde yükseldi. Ondan icâzet (diploma) aldı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere vedâlaşıp ayrılırken, hocası ona, râbıta şartını anlattı ve; “Bu yolu tâlim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti isteklilere ve istidâtlılara ulaştır!” buyurdu.

Yâkûb-i Çerhî, talebesi Ubeydullah-ı Ahrâr hakkında şöyle buyurmuştur: “Bir talebe, bir büyüğün huzûruna gelince, Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması için sâdece bir ateş tutmak gerekecek.”

Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri yirmi dokuz yaşında iken, ilim tahsîlini tamamlayıp, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur. Yirmi dokuz yaşından sonra memleketine dönüp, helâl kazanmak için zirâatle ve insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl olmaya başladı. Kısa zamanda mahsûlleri o kadar bereketli oldu ki idâresi için vekil tâyin etti. 1300’den fazla çiftliği vardı. Herbirinde üç bin amele çalışırdı. Allahü teâlâ onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her sene sekiz yüz bin batman zâhire uşr verirdi. Anbarlarına konulan mahsûl, her çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Bu hâli görenler, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine hayrân kalıp, daha çok bağlanıyorlardı. Kendisi bu husûsta; “Bizim malımız, fakîrler içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadadır” buyurmuştur.

Ubeydullah-ı Ahrâr, tenhâda olsun, kalabalıkta olsun, zâhirî ve bâtınî edeblere çok dikkat ederdi. Sabaha kadar hep iki diz üstü oturduğu çok olurdu. Hizmetinde olanlara ve herkese, ihsânları, lütufları çoktu. Meşakkati, zorluğu kendisi yüklenip, başkalarının rahatını, kendi istirahatine tercih ederdi. Ömrü boyunca kimseden bir şey almamış, verilen şeyleri kabûl etmemiştir. Büyüklerden bir zât, kendi eliyle beyaz kuzu yününden bir kaftan dikip, ona gönderirdi. Bu hediyenin helâl maldan olmasına çok dikkat etmişti. Kaftan kendisine verildiğinde; “Bu kaftanı giymek câizdir. Fakat ben, ömrüm boyunca kimseden hediye kabûl etmedim. Bunu gönderen zâttan özür dileyin ve bu defâ bu kaftanı, bizim hediyemiz olarak kendisine takdim edin.” demiştir.

[toggle title=”Hace Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin Menkıbeleri” load=”hide”]
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir defâsında talebeleri ve sevenleriyle birlikte, büyük bir kalabalık hâlinde, şehre çok uzak olan bir arâziden geçiyorlardı. Hava çok sıcaktı. Uzakta kara çadırlardan bir oba görünmüştü. Bu obadan üç kişi, hediye takdim etmek üzere yanlarına yaklaştı. Birisinin omuzunda semiz bir keçi, birinin de kucağında, tahtadan büyük bir çanak içinde yoğurt vardı. Bu üç kişiden oba reisi olan kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine yaklaşıp, getirdiklerini hediye olarak takdim etmek istediklerini bildirerek; “Bu keçi helâl maldır ve size vermek üzere ayrılmıştır. Yoğurt da temizdir. Kabûl buyurmanızı istirhâm ederim.” dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; “Ben kimsenin hediyesini kabûl etmedim. Keçiyi yine sürüye kat. Yoğurda gelince, parasını verip alabiliriz” dedi. Oba reisi yoğurdun buralarda kıymeti olmaz, boldur. Kimse para ile yoğurt almaz. Lütfen kabûl buyurunuz.” dedi. “Kabûl etmeyiz.” buyurup, hizmetçilerinden birine işâret edip, yoğurdu bir Şahrûh altınına satın aldırdı. Önce kendisi yedi. Sonra yanında bulunanların hepsine ikrâm ettiler.

Ubeydullah-ı Ahrâr’ın, bütün ömrü boyunca tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ve şefkati pekçok idi. Hiç kimseyi ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi. “Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim.” buyurmuştur.

Kendisi şöyle anlatmıştır: “Semerkand’da Mevlânâ Kutbüddîn Medresesinde, iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da geçti ve yatağa düştüm. Bu hâlimle bile, birkaç testi su getirip, hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devâm ettim.”

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Bu fakîr, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin gece-gündüz hizmetinde iken, hiç esnediklerini görmedim. Öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından bir şey çıkardığına şâhid olmadım. Sümkürdüklerini de görmedim. İnsanlar arasında veya yalnızken, bir defâ bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim.”

Otuz beş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Saîd de şöyle anlatmıştır: “Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim. Sümkürdüklerine ve tükürdüklerine de şâhid olmadım. Bâzan nezle ve grip olurdu. Bu hâllerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı. Hiçbir uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir davranışı görülmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken de, dâimâ edeb ve güzel muâmele ile hareket ederdi.”

Seyyid Abdülkâdir Meşhedî, Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamânında, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetinde bulunmak üzere Semerkand’a gitti ve onun sohbetiyle şereflendi. Şöyle anlatmıştır: “Yatsı namazını kıldıktan sonra, bana; “Seyyid Abdülkâdir bizim misâfirimizdir. Bu geceyi bizimle birlikte ihyâ etmeyi istiyor. Biz bâzı dostlarla oturmak isteriz. Sen gençsin, istirahat et.” buyurdu. Bunun üzerine; “Eğer izin verirseniz, sizinle berâber olayım.” dedim. Sonra; “Eğer kendinde oturmağa güç bulursan olur” buyurdu. Ben de üç kişi ile birlikte o sohbet meclisinde bulundum. O gece sabaha kadar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hâllerini gördüm. Devamlı iki diz üstünde, tevâzu ile oturdu. Dizlerini hiç değiştirmedi.Hep hareketsiz oturdu, hiçbir uzvunu oynatmadı.Teheccüde kalktı, namazdan sonra yine aynı şekilde sabah namazı vaktine kadar vekar ile oturdu. Hiç hareket etmedi. Ben genç olmama rağmen, her saatte bir dizimi değiştirdim. Uyumamak için kendimi zor tuttum. Sonra sabah namazını kılmak üzere kalktılar, yatsı namazı abdesti ile sabah namazını kıldılar.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kerem ve lütfu o kadar çoktu ki, talebelerinin ve sevenlerinin rahatını düşünür, bunun için kendisi mihnet ve meşakkat çekerdi. Mîr Abdülevvel hazretleri şöyle yazmıştır: “Ubeydullah-ı Ahrâr, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi başında,Keş’e gitmek üzere yola çıkmışlardı. Bir gece yolda, bir dağ eteğinde gecelemeleri gerekti. Talebeleri hemen bir çadır kurdular. Akşam namazından sonra şiddetli bir yağmur başladı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri biraz sonra dışarı çıktı. Talebelerin ve hizmetçilerin çadıra girmesini söyledi. Bu emri üzerine hepsi çadıra girdiler. Başka bir çadır da yoktu. O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı. Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına; “Siz yağmur altında iken, ben çadırda durmayı tercih etmedim.” buyurdu. Bunun üzerine, talebeleri kendisinin çadırda bulunması sebebiyle, edebinden yanına girip de geceleyemeyecek olan talebelerinin yağmur altında kalmalarını istemediğini anladılar. Kendisi çadırdan uzaklaşıp, geceyi çadırın dışında bir yerde geçirmişti.”

Bir defâsında da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikte tarlalarından birine gitmişlerdi. O gün şiddetli bir sıcak vardı. Tarlada sâdece bekçinin küçük bir kulübesi bulunuyordu. Talebeleri, onunla birlikte bu kulübeye girip gölgelenmekten hayâ ettiler. Edeblerinden girmediler. Başka gölgelenecek bir yer de yoktu. Sıcak iyice şiddetlenince, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri atını istedi. “Zirâat için sürülen yerleri görmek istiyorum.” diyerek, atına binip oradan uzaklaştı. Güneşin yakıcı sıcağı dayanılmaz hâle gelince, bir derede başını gölgeleyecek kadar bir yerde, hava serinleyinceye kadar istirahat edip, sonra talebelerinin yanına döndü. Talebeleri sonradan, hocalarının oradan uzaklaşıp, kendilerinin gölgelenmelerini istediğini anladılar.

Talebelerinden Şeyh İyân şöyle anlatmıştır:

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle, bir bahar mevsiminde yola çıkmıştık. Yolumuz, sel sularıyla dolup taşarak akan bir dereye rastladı. Karşıya geçmemiz îcâb etti. Talebeler karşıya geçmek üzere saz ve kamışlardan sal yapıp, sudan geçtiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de karşıya geçmek için sallardan birine bindi. Beni de yanına aldı. Hareketten biraz sonra, derenin ortasında suyun büyük bir hızla aktığı noktaya gelmiştik. Bindiğimiz salın kamışları çözülmeye başladı. Sular, bağlar gevşediğinden kamışları ve sazları sökerek salı dağıtıyordu. Ben çok korktum. Karşı sâhile bir ok atımı mesâfe vardı. Suyun şiddetle aktığı yeri aşıp karşıya ulaşmamız mümkün değildi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu hâle hiç aldırmadan oturuyordu. Kamışlar git gide biraz daha çözülüp dağılıyor, ben ise korkudan eriyordum. Hocamın yanında, onun rûhâniyyetine, tasarrufuna sığınıp, tevekkülle bekledim. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu durum karşısında birdenbire “Allah!” diye bağırdı. Derin bir ürperti geçirerek, neticeyi bekledim. Bindiğimiz sal, suyun en şiddetli aktığı noktayı geçti. Sazlardan ve kamışlardan hiçbiri çözülmeden, sal karşı kıyıya ulaştı. Kıyıya gelince, hocam bana;”Kalk!” buyurdu. Kalkıp, sal üzerinden kıyıya atladım. Kendisi de indi. Mübârek ayaklarını yere basar basmaz, sal birdenbire bir çöp yığını hâline gelip, su üzerinde dağılıverdi.”

Mevlânâzâde Nizâmeddîn anlatır: “Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise barınılacak hiçbir yer bulunmuyordu. Her taraf bozkırdı. Kendi kendime; “Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hâlimiz ne olacak?” diye düşünmeye başladım. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince, başlarını bana döndürdüler ve; “Yoksa korkuyor musun?” diye sordular. Sükût ettim. “Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız” buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli gittikten sonra, güneşin yerinde durduğunu gördüm. Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birdenbire zifirî karanlık içinde kaldık.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerinden ticâret işlerine bakan Mevlânâ Necmeddîn şöyle anlatmıştır: Bir defâsında büyük bir kervan hâlinde, develerimiz ticâret eşyâsı yüklü olarak dönerken, eşkıyâ yolumuzu kesti. Kervanda bulunanlar, eşkıyâyı görünce büyük bir dehşete kapıldı. Mallarını gitmiş, kendilerini de esir edilmiş düşündüler. Ben içimden dedim ki; Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bana emânet edilmiş mallarını, cenk etmeden eşkıyâya teslim etmek talebelik şânına uymaz. Böyle bir hareket mertlik ve insanlıktan uzaktır. En iyisi, hocamın mallarını muhâfaza etmek yolunda şehîd olmaktır. Böyle düşünerek, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin rûhâniyyetinden yardım isteyerek kılıcımı çektim. O ânda kendimi, hocam Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şeklinde gördüm ve eşkıyâ üzerine at sürerek, kılıç sallamaya başladım. Sonunda eşkıyânın kervanı bırakıp kaçtığını gördüm. Hâlbuki eşkıyâ bizden fazla idi. Benim maksadım şehîd olmaktı. Kervandakiler, bu hâle benden daha çok hayret etti. Kaldı ki, ömrümde cenk etmiş ve çarpışma nedir bilen bir insan da değildim. Bu işin Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufu ile olduğunu anladım. Huzûruna gittiğimde, hâdiseyi bütün teferruatıyla anlattım. Buyurdu ki: “Zayıflar, kuvvetli düşmanla karşılaştıkları zaman, kendi kuvvetlerinden geçerler ve büyüklerin rûhâniyyetinden yardım isterlerse, Allahü teâlâ onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla düşmanlarını yenerler.”

Ubeydullah-ı Ahrâr zamânında, Taşkend’de şeyhlik iddiâsında bulunup, irşâd makâmına kurulup oturan pek çok kimse vardı. Bunlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi. Neticede, hepsi tek tek silinip gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Bagistan’dan Taşkend’e gelip, tâlibleri irşâd ile meşgûl olduğu zaman orada bir âlim vardı. Etrâfında çok talebe toplanmıştı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufunu ve üstünlüğünü görünce, hasedinden çatlayacak hâle geldi. Bir gün meclisine gidip, tasarrufu ile Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini tesir altında bırakıp, müflis göstermek istedi. Gözlerini Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine dikip, tesir altında bırakmak için bütün gayretini topladı. Altından kalkılmaz bir yük havâle etmek istiyordu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, onun tesirini defetmeye koyuldu. Böylece bir saat geçti. Nihâyet Ubeydullah-ı Ahrâr ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran havluyu çekti ve yüzüne çarparak; “Aklı bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyorum!” dedi ve oradan uzaklaştı. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan âlim, aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çırıl çıplak gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perişân hâle düştü.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin yakınlarından biri, bir defâsında haram bir işi yapmak üzere iken, Ubeydullah-ı Ahrâr birdenbire; “Ne yapıyorsun?” diye seslenip, îkâz etti. O kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçti. Biraz sonra Ubeydullah-ı Ahrâr evine gelip; “Allahü teâlânın yardımı olmasaydı, şeytana kapılmış gitmiştin!” buyurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek istedi. Bir yakınını, gece karanlığında kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi. Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeğe başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve şarap testisi kırıldı. Şarap isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap testisinin parçalarını topladı. Bundan hemen sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr o kimsenin evine geldi. “Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha seninle buluşmama imkân kalmayacaktı” buyurdu.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri buyurdu ki: “Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden “Mesh” yâni sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine döndürülmesi kaldırılmıştır. Fakat bâtından, mânen sûretin değişmesi kaldırılmamıştır. Bâtından sûretin hayvan sûretine çevrilmiş olmanın alâmeti, büyük günah işleyen kimsenin bu günahları işlemekten, bâtının, kalbinin elem duymaması, işlediği haramlar sebebiyle müteessir olmaması, fısk ve isyân olan işlerde ısrâr etmesidir. Bu öyle bir dereceye ulaşır ve işlediği büyük günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık tenbih ve nasîhat da yapılsa gafletten uyanmaz.”

Mevlânâ Gilân Ziyâretgâhî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Burhâneddîn Muhammed şöyle anlatmıştır: “Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri, Şeyh Şâhin’in evinden çıktığı sırada, büyük biraderlerimMevlânâ Abdürrahmân ve Mevlânâ Ebü’l-Mekârim önüne geçip, herbiri evine dâvet etti.Teşrif etmesi için istirhâm ettiler. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr bana; “Sen niçin dâvet etmezsin?” buyurdu. “Bu arzu, gönlümde haddinden fazladır. Fakat ağabeylerimin yanında küstahlık etmedim” dedim. Bana, iki batman un ile çorba pişirmemi söyledi. “Bundan fazla bir şey yapma!” buyurdu. Emrini yerine getirdim. Köyün âlimleri, sâlihleri ve fakirleri, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin teşrifini duyar duymaz, grup grup evime gelmeye başladı. İki büyük sofa, gelenlerle doldu. İki sofa arasındaki mâbeyn de doldu. Yine gelenleri almadı. Bir kısmı da, dam saçağının altına ve evin dışına oturdu. Ben bu kalabalığı görünce, hatırımdan; “Bu kadar kimse geldi” diye geçti. Hâce Ubeydullah hazretleri bana tekrar; “İki batman undan başka bir şey pişirme!” buyurdu. Bir türlü, biraz daha pişireyim diyemedim. Son derece telâşlanıp, tereddüdde kaldım. Bu hâlde iken, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri başını kaldırıp; “Söyleyeceğimi söyledim. Söylediğim gibi yap, fazla pişirme!” buyurdu. Bu emri üzerine, çorba pişirip, büyük bir kaba doldurdum. O kabdan da, kâselere ve tabaklara doldurarak, iki sofada ve mâbeynde oturan misâfirlere dağıttım. Komşulardan emânet tabak toplatıp, onlarla da dışarıdaki topluluğa çorba dağıttım. Herkese yetip, arttı. Emânet aldığım tabaklara da doldurup, sâhiblerine gönderdim. Orada bulunanlar da, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kerâmetiyle yemeğin herkese yetip arttığını görerek, hayret ettiler. Böylece onu daha çok sevip, bağlılıkları arttı.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, zamânının sultanları üzerinde büyük bir tesire sâhipti. Sultanlara sözü geçer, müslümanların rahatı için onlara nasîhat ederdi. Kendisi şöyle anlatmıştır: “Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamânımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, müslümanları zâlimlerin şerrinden korumaktır. Bu sebeple, pâdişâhlar ile görüşmek ve onların gönlünü avlamak, dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazife olmuştur. Allahü teâlâ bize öyle bir kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilâhlık dâvâsında bulunan Çin pâdişâhını bir mektubla öylesine tesir altında bırakırdım ki, sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi. Bununla berâber biz, Allahü teâlânın bu husustaki takdîrini beklemekteyiz. Bizim makâmımızda edebli olmak lâzımdır. Bu edeb de, kulun kendi irâdesini bırakıp, Rabbinin irâdesine teslim olmasıdır.”

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Bir gün Sultan Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerini Mâtürîd köyünde ziyârete geldi. Huzûruna girince, geride iki dizi üzerine edeble oturdu. Ubeydullah-ı Ahrâr, ona çok iltifât etti. Buna rağmen Sultan Ahmed Mirzâ, onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter damlaları dökülüyordu.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine bir gün rüyâsında şöyle denildi: “İslâmiyet, senin hizmetinle, mededinle kuvvet bulacak.” Bunun üzerine bu iş, sultanları ve emîrleri vâsıta etmeden yerine gelmez diyerek, zamânın sultânı ile görüşmek üzere Semerkand’a gitti. Bu yolculuğunda Mevlânâ Nâsıruddîn Etrârî de yanında bulunuyordu. O, şöyle anlattı: “O zaman Semerkand’da Mirzâ Abdullah sultan idi. Semerkand’a vardığımız zaman, Mirzâ Abdullah’ın beylerinden biri, HâceUbeydullah hazretlerini karşıladı. Hâce hazretleri ona dedi ki: “Bizim buralara kadar gelmekten maksadımız, sizin Mirzâ’nız ile görüşmektir.” Karşılamaya gelen bey, edebsizce şöyle cevap verdi: “Bizim Mirzâ’mız, pervâsız bir gençtir. Onunla görüşmek kolayca kabûl edilir bir iş değildir. Hem dervişlerin bu sultanla görüşmekte ne maksadları olabilir?” Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri bu sözden gadaba gelip; “Bize Sultan ile görüşmek emredilmiştir. Ben buraya kendi kendime gelmedim. SizinMirzâ’nız eğer pervâsız ise, onu değiştirip yerine pervâlı olan birini getirirler!” buyurdu. Bunun üzerine karşılamaya gelen o bey ayrılıp gitti. O gidince Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onun ismini mürekkeple duvara yazdı. Sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi. “Bizim işimiz, o sultandan ve onun kumandanlarından beklenemez, gidelim!” dedi. O gün Taşkend’e döndüler. Bir hafta sonra, o karşılayan ve edebsizlik eden bey vefât etti. Bir ay sonra da, Türkistan’daMirzâ Ebû Saîd zuhûr edip, Mirzâ Abdullah’ı öldürüp, mülküne el koydu. Yerine sultan oldu.”

Talebelerinin ileri gelenlerinden biri şöyle anlatmıştır: “Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ile Firket denilen yerde idik. Bir gün kâğıt ve kalem istedi. Kâğıt üzerine birkaç isim yazdı.Bu sırada “SultanEbû Saîd Mirzâ” diye bir isim yazıp, cebine koydu. O sırada Ebû Saîd Mirzâ’nın hiçbir yerde nâmı ve nişânı yoktu. Yakınlarından biri sormaya cesâret gösterip; “Bir takım isimler yazdıktan sonra, Ebû Saîd Mirzâ ismine alâka gösterip, onu cebinize koydunuz. Bu isim kime âittir?” dedi. Buyurdu ki: “Bu o kimsedir ki; siz, biz, Semerkand, Taşkend ve Horasan, yakında onun tebeası olsa gerektir.” Pek kısa bir zaman sonra, Türkistan’dan Mirzâ Ebû Saîd’in sesi yükseldi. Meğer Mirzâ Ebû Saîd, rüyâsında Ahmed Yesevî hazretlerini görmüş. Rüyâda Ahmed Yesevî hazretleri, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerine Mirzâ Ebû Saîd için Fâtiha okumasını işâret etmiş, o da okumuştur. Yine bu rüyâsında, SultanEbû Saîd Mirzâ, Ahmed Yesevî hazretlerinden kendisine Fâtiha okuyan zâtın ismini sormuş ve sîmâsını zihninde tutmuş. Uyanır uyanmaz, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın kim olduğunu sorup araştırdığında; “Evet, Taşkend’de buyurduğunuz gibi bir azîz vardır.” dediler. Hemen atına binip, maiyeti ile Taşkend’e doğru yola çıktı. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr Firket’e doğru yola çıkmıştı. Sultan onun Firket’e gittiğini duyunca, atını oraya doğru sürdü. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Sultan’ı,Firket yakınlarında karşıladı.SultanEbû Saîd Mirzâ, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerini uzaktan görünce; “İşte rüyâda gördüğüm azîz!” diyerek, atından inip ayaklarına kapandı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de Sultân’a alâka gösterip, sohbet etti. Sultan, bu sohbetin câzibesi ile, Ubeydullah-ı Ahrâr’dan kendisi için Fâtiha okumasını istedi. “Fâtiha bir kere okunur.” buyurarak, Sultân’ın gördüğü rüyâya işâret etti.

Bu görüşmesinden sonra, Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın etrâfında çok asker toplandı. Bunun üzerine Semerkand’ı almak istedi. Durumunu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine arzetmek üzere huzûruna tekrar geldi.Maksadını anlatıp, himmet istedi. “Ne niyet ile fethetmeyi istiyorsun? Eğer İslâmiyeti kuvvetlendirmek ve tebeaya şefkat göstermek niyeti ile giderseniz, zafer sizindir” buyurdu. Sultan bu şartı kabûl edip, İslâmiyete hizmet edeceğine ve tebeaya merhamet ve şefkat edeceğine söz verdi. Bunun üzerine; “İslâmiyete hizmet etmek şartıyla gidin, başarı sizindir” buyurdu.

Reşehât müellifi, bu hâdisenin devâmını şöyle anlatmıştır: “Ubeydullah-ı Ahrâr, Ebû Saîd Mirzâ’ya; “Düşmanla karşılaştığınız zaman, ardınızdan bir karga sürüsü gelinceye kadar hücûm etmeyiniz! Karga sürüsü gelir gelmez hücûm ediniz!” buyurdu. Ebû Saîd Mirzâ’nın ordusu, Mirzâ Abdullah’ın ordusu ile karşı karşıya gelince, ilk hücûm karşı tarafdan geldi.Ebû Saîd Mirzâ’nın ordusunun sol tarafını çökerttiler. Sağ taraftan da aynı şekilde hücûm etmek üzere hazırlandıkları sırada, Ebû Saîd Mirzâ’nın ordusunun arkasından bir karga sürüsü göründü. Düşman üzerine doğru uçtu. Sultan ve askerleri, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin; “Arkanızdan bir karga sürüsü gelmeyince hücûm etmeyiniz” buyurduğunu hatırlayıp, kerâmetini görünce, kalbleri kuvvet ve cesâretle doldu. Hep birden düşman üzerine hücûma geçtiler. İlk hamlede düşman saflarını yarıp, dağıttılar. Mirzâ Abdullah da atından düşüp, çamura battı. Atların ayakları altında ezildi.Sonra da başı kesilerek öldürüldü.”

Bu zaferden sonra Sultan Ebû Saîd, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinden Semerkand’ı teşrif etmesini istirhâm etti. Sultânın istirhâmını kabûl edip, Taşkent’ten Semerkand’a gitti. Bu sırada öldürülen Mirzâ Abdullah’ın akrabâsından Mirzâ Bâbür’ün, büyük bir ordu ile Semerkand’a hareket ettiği haberi geldi. Sultan Ebû Saîd telâş ve ızdırâba düşüp, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine hâlini arzedip; “Benim bu orduya karşı koymam imkânsızdır. Ne yapayım?” dedi. O da, Sultânı teskin ve tesellî edip, sükûnet içinde bulunduğu yerde düşmanı beklemesini tavsiye etti. Bu sırada Sultan Ebû Saîd’in yakınları, onu Türkistan’a kaçırmak ve orada saklamak üzere hazırlığa başlayıp, eşyâlarını develere yüklemişlerdi. Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri durumu öğrenince celâllenip, yükleri develerden indirtti. Sultan Ebû Saîd’e; “Nereye gidiyorsunuz? Kaçıyor musunuz? Buna ihtiyaç yok! Müşkülünüzü burada hallederiz. Buna kefilim! Gönlünüzü hoş tutun. Bâbür’ü durdurmak bizim vazifemizdir.” buyurdu. Bu sözleri işitenlerden bâzıları; “Hâce hazretleri bizi topyekûn kurban etmek istiyor.” diye söylendiler. SultanEbû Saîd, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerine bağlılığı ve güveninden dolayı onlar gibi düşünmedi ve Semerkand’da kalmaya karar verdi. Beyleri; “Biz bu kadar askerle koca bir orduya nasıl karşı koyabiliriz?” dedilerse de, Ebû Saîd’i iknâ edemediler.

Sultan Ebû Saîd, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın tavsiyesi üzerine, kalenin zayıf ve yıkık yerlerini hemen tâmir ettirdi ve düşmanı bekledi. Nihâyet Mirzâ Bâbür’ün ordusundan Halîl Hindu isimli bir kimsenin kumanda ettiği bir öncü kuvvet geldi. Bu küçük kuvvet, büyük kuvvetten uzak olduğu için, şehirden üzerine hücûma geçilip, perişân edildi. Yaklaşan Mirzâ Bâbür, Sultan Ebû Saîd’in iç kaleye çekilip, orada sıkı bir muhâfaza altında olduğunu öğrenince, eski hisarda konakladı. Birdenbire hücûma geçmekten çekiniyordu. Aradan günler geçti, asker yiyecek sıkıntısı çekmeye başladı. Etrâfa yiyecek temini için gönderdiği askerlerin bâzılarını Semerkandlılar yakaladılar. Bir taraftan açlık bir taraftan hastalık, Mirzâ Bâbür’ün ordusunu perişân ediyordu. O sırada bir de hayvan vebâsı hastalığı çıktı. Mirzâ Bâbür’ün ordusundaki bütün atlar bu hastalıktan öldü. Öyle oldu ki, at leşinin kokusundan o civarda barınılamaz oldu. Nihâyet Mirzâ Bâbür, Sultan Ebû Saîd ile anlaşma yapmaya râzı oldu. Bu iş için maiyetindenMevlânâ Mehmed Muammâî adlı birini gönderdi. Bu elçi, Ubeydullah-ı Ahrâr ile uzun bir görüşme yaptı. Elçi; “Bizim Mirzâ’mız çok gayretli ve yüksek himmetli bir zâttır. Ne tarafa gitse, o tarafı almadan dönmez.” dedi. Bunun üzerine Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri şöyle dedi: “Eğer Mirzâ Bâbür’ün dedesi Mirzâ Şahrûh’un kalbimizdeki sevgisi ve üzerimizdeki hakları olmasaydı, neticeyi görürdünüz! Ben, dedesi zamânındaHerat’ta idim. Onun zamânında çok iyilikler ve himâyeler gördük. Hakkını çiğnemeyiz!” Nihâyet elçi, anlaşma yapmak istediklerini bildirdi ve bunun için Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini Mirzâ Bâbür’ün yanına, anlaşmaya dâvet etti. Sultan Ebû Saîd, anlaşma için Ubeydullah-ı Ahrâr’ın bizzat gitmemesini istirhâm yoluyla bildirdi. Yapılan istişâreden sonra, Mevlânâ Kâsım’ı anlaşma yapmak üzere gönderdiler. Böylece anlaşma sağlandı.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin en meşhûr talebesi Mevlânâ Muhammed Kâdı, Silsilet-ül-Ârifîn adlı eserinde şöyle bildirmiştir: “Bir gün Şeyh Mirzâ Ömer’in, Kıpçak Çölü sultanlarından Sultan Mahmûd’dan da yardım alarak, büyük bir orduyla Semerkand üzerine yürüdüğü haberi geldi.Bunun üzerine Semerkand sultânı Sultan Ahmed Mirzâ, savaş hazırlıklarını tamamlayıp, karşı koymak üzere büyük bir orduyla yola çıktı. Ubeydullah-ı Ahrâr’a da yanlarında gelmesini ricâ etti. Ubeydullah-i Ahrâr da orduyla berâber gitti. Halk, Sultânın onu, sulh yapmak için yanında götürdüğünü zannetmişti. Ubeydullah-ı Ahrâr, kırk gün Sultan Ahmed’in ordusunda kaldı. Ordu, “Akkurgân” denilen yerde konaklamıştı. Sultan Ahmed, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı askerlerden bir edebsizlik olmasın diye, orduyu geniş bir yerde topladı. Böylece orduyu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bulunduğu yerden biraz uzakta tutmuştu. Birkaç gün bu şekilde hareketsiz beklediler.

Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr gadablanarak, Sultan Ahmed Mirzâ’ya; “Beni buraya niçin getirdin? Eğer savaş yapmak istiyorsanız, ben sipâhi değilim. Anlaşma yapmak istiyorsanız, neden geciktiriyorsunuz? Benim artık burada asker arasında durmaya mecâlim kalmadı.” dedi. Sultan Ahmed Mirzâ; “Benim bir kararım yok. Her şeyi sizin doğru olan reyinize bıraktım. Siz ne emrederseniz, biz ona uyarız.” dedi. Bunun üzerine Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir ata binip, yanına da yakınlarından bir cemâat alarak, karşı tarafta bulunan Şeyh Ömer Mirzâ’nın ve Sultan Mahmûd’un bulunduğu yere doğru hareket etti. Bunu haber alan her iki sultan da karşılamaya çıktılar. Yolun yarısında karşıladılar. Sonra Şahrûh’a gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd’a çok iltifât gösterdi. Konuşma sırasında hep ona bakarak konuştu. Bundan sonra, üç sultânın savaşmaktan vazgeçip, sulh yapmaları kararlaştırıldı. Anlaşma şartları da tesbit edildi. İki tarafın askerlerinin saf bağlaması, aralarına büyük bir çadır kurulması ve üç sultânın bu çadırda toplanarak Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin idâresi altında anlaşma şekli kararlaştırılacaktı.

Bu şekilde anlaşma yapılması karara bağlanınca, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Ahmed Mirzâ’nın yanına dönüp durumu bildirdi. Ertesi gün sabah vakti, Sultan Ahmed Mirzâ’nın askerleri, zırh giyinmeden, fakat silâhlarını kuşanmış olarak kararlaştırılan yere geldi. Saf hâlinde durdular. Ubeydullah-ı Ahrâr, diğer iki sultânı getirmek üzere Şahrûh’a gitti. Mirzâ Mahmûd’un, bu işden memnûniyeti yüzünden okunuyordu. Fakat Sultan Şeyh Ömer Mirzâ’nın hâlinde, garib bir tutukluk ve ihtiyat vardı. Nitekim Ubeydullah-ı Ahrâr onları çağırdığında, Sultan Mahmûd şevkle dışarı çıktığı hâlde, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ hesaplı ve tedbirli bir tavır takınmış gözüküyordu. Onun bu tavrı üzerine, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd’u îkâz edip, herhangi bir hîleye karşı tedbirli olmasını söyledi. Peygamberimizin; “Deveni bağla, sonra tevekkül et.” buyurduğunu bildirdi. Sonra karşı tarafın askerlerinde olduğu gibi, bunların askerlerini de zırhsız, fakat silâhlı olarak anlaşma yapılacak yere götürdüler. Böylece, üç pâdişâhın askerleri birbirleri karşısında da saf tutup durdular. İçinde üç sultânın anlaşma yapacağı çadır da orta yere kurulacağı sırada, çadır bize uzak, size yakın gibi bir anlaşmazlık çıktı. Münâzara uzadı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, öğle namazı için abdestini, karşılıklı saflar hâlinde duran iki ordu arasında aldı. Sonra Sultan Ahmed Mirzâ’ya haber gönderip; “Ben tek kişiyim ve ihtiyarlık zaafı içindeyim. Sizin bu kadar meşakkatli yolunuza dayanmaya çalışmam, birbirinize girmemeniz içindir. Kuvvet, ancak bu kadar olur. Artık tâkatim kalmadı. Eğer bana îtimâdınız varsa, çekişmeyi bırakınız! Çadırı nereye kurarlarsa kursunlar.” dedi.

Bunun üzerine Sultan Ahmed Mirzâ emir verip; “Mâni olmayın! Çadırı nerede isterlerse orada kursunlar. Benim îtimâdım Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinedir.” dedi. Nihâyet çadır kuruldu. Sultan Ahmed Mirzâ, maiyeti ile geldi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, Sultan Mahmûd Mirzâ’yı veSultan Şeyh Ömer Mirzâ’yı getirdi. Sultan Ahmed Mirzâ onları karşıladı ve Ubeydullah-ı Ahrâr’ın işâretiyle Sultan Mahmûd Mirzâ ile kucaklaştı. Bundan sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ’yı, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ’nın yanına götürdü. Sultan Şeyh Ömer Mirzâ, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ’nın elini öpüp, yüzüne gözüne sürerek ağladı. Bu manzarayı görenler de gözyaşlarını tutamadılar. Bundan sonra çadıra girdiler. Heybetli bir toplantı oldu. Her üç sultan da, bütün meselelerde anlaştılar. Artık birbirlerine kılıç çekmeyeceklerine ahdettiler. Ahidnâme yazılınca üçü de imzâladı. Bu anlaşma gereğince Taşkend, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri vâsıtasıyla, Sultan Ahmed Mirzâ’dan Sultan Mahmûd Mirzâ’ya geçti. Bundan sonra Fâtiha okundu.Sultanlar birbirlerine vedâ edip ayrıldılar.

Anlaşmanın yapıldığı gün, halk, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufundan ve tesirinden hayret ve dehşet içinde kaldı. Onun tasavvufta yükselmiş büyük bir velî ve mürşid-i kâmil olduğunu anlamışlardı. O gün anlaşma sağlanıp kan dökülmesi önlendikten sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr, SultanMahmûd Mirzâ’ya; “Siz Taşkend’e gidin. Ben de başka bir yoldan gelir size ulaşırım.” buyurdu ve talebeleri ile Taşkend’e dönmek üzere yola çıktılar. Yolda Mevlânâ Muhammed Kâdı’ya; “Bu işlere ne dersin?Bu vak’a, kitaba yazılacak şeylerdendir!” buyurdu.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri zamânının en büyük velîsi idi. İnsanların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için gayret eder, onlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatırdı. Bir sohbeti sırasında buyurdu ki: “İkindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, o vakitte amellerin en iyisiyle meşgûl olmak lâzımdır. Bâzıları demişlerdir ki: “O saatte amelin en iyisi muhâsebe, insanın kendini hesâba çekmesidir. Öyle ki, gece ve gündüz geçirdiği saatler içinde yaptığı işleri gözden geçirip, ne kadar zamânı tâat, ne kadar zamânı günâh işlemekle geçirmiş hesâb etmeli. Tâat ile geçirdiği zamânı için şükretmeli. Günâh ile geçen zamânı için de istigfâr etmelidir.” Bâzıları da şöyle demişlerdir: “Amellerin en iyisi, bir büyük zâtın sohbetine kavuşmak için gayret göstermek ve o zâtın sohbetinde, gönlünü Allahü teâlâdan başka her şeyden çevirmesidir.” demişlerdir ki, en iyi amel, Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirip, Allahü teâlâya dönmektir.”

Allah adamlarıyla ve akıllılarla berâber bulunmayı, gâfil ve câhil kimselerden de uzak durmayı tavsiye ederek buyurdu ki:

“Bir gün Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine, sohbet sırasında bir fütur, dağınıklık hâli gelmişti. Bunun üzerine; “Meclisimize bir bîgâne, gâfil girmiştir. Bu hâl ondan dolayıdır. Onu arayıp bulunuz.” buyurdu. Talebeleri iyice aradıktan sonra, böyle birinin bulunmadığını söyleyince; “Bastonların bulunduğu yere bakınız.” dedi. Talebeleri oraya bakınca, bir bîgânenin asâsını bırakmış olduğunu anladılar, o asâyı oradan çıkarıp attılar.”

Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr’ın talebelerinden biri, gâfil bir kimsenin elbisesini giyip sohbetine gelmişti. Oturduktan bir müddet sonra, hocası; “Bu mecliste bir gâfilin kokusu geliyor.” dedikten sonra, o talebeye dönüp; “Bu koku senden geliyor, yoksa bir gâfilin elbisesini mi giydin?” dedi. O talebe hemen dışarı çıkıp, o elbiseyi değiştirip geldi.

Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri kendisi sâlih ameller işlediği gibi, talebelerine ve sevenlerine de sâlih ameller işlemelerini tavsiye ederdi. Hattâ insanın yaptığı iyi veya kötü işlerin cansızlara bile tesir edeceğini bildirerek buyurdu ki: “İnsanların amelleri, işleri ve ahlâkı, cansız şeylere de tesir eder. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin bu hususta çok keşfi vardır. Bu bakımdan, kötü işlerin işlendiği bir yerde yapılan ibâdet ile iyi işlerin işlendiği yerde yapılan ibâdet birbirinden kıymetçe farklıdır. Bunun içindir ki, Kâbe’de kılınan iki rekat, başka yerlerde kılınan namazın bin rekatına bedeldir.”

Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin vasıflarını anlatırken buyurdu ki:

“Şeyh Ebû Saîd Ebü’l-Hayr, tasavvufu şöyle târif etmiştir: “Şimdiye kadar evliyâdan yedi yüz zât tasavvufun târifi husûsunda çeşitli sözler söylemişlerdir. Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanır:Tasavvuf; vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir.”

“İnsanın kıymeti; idrâkinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır.”

“Şeyh Ebû Tâlib-i Mekkî buyurdu ki: “Allahü teâlâdan başka hiçbir murâdın kalmayıncaya kadar gayret göster. Bu murâdın hâsıl olunca, işin tamamdır. İsterse senden kerâmetler, haller ve tecellîler hâsıl olmasın, gam değildir.”

“Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir.”

“Allahü teâlâdan gelen belâlara sabırlı, hattâ şükredici olmak lâzımdır. Zîrâ, Allahü teâlânın birbirinden acı belâları çoktur.”

“Bir gün Mevlânâ Hâmûş hazretlerinin huzûruna gitmiştim. Yanında bulunanlarla ilmî meseleleri konuşuyordu. Ben de bir yere oturmuş, hiç konuşmuyordum. Bana dönüp; “Ne dersin, konuşmak mı daha iyi, susmak mı daha iyi?” dedi. Sonra da; “Bir kimse kendi varlığının kaydından (nefsinden) kurtulmuşsa, ne yapsa iyidir. Kurtulmamışsa, ne yapsa kötü.” Ben, Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş’tan bundan daha iyi bir söz işitmedim.”

“Zikir bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir.”

“İbâdet; emirlere uyup, amel etmek, nehyedilen şeylerden sakınmaktan ibârettir. Ubûdiyyet, kulluk da bu şekilde Allahü teâlâya yönelmektir.”

“İnsanın yaratılmasından murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır.”

Asıl ve kıymetli olan ilmin, ilm-i ledünnî olduğunu bildirerek buyurdu ki:

“İlim iki çeşittir: Biri verâset ilmi, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kim bildikleriyle amel ederse, Allahü teâlâ ona bilmediklerini öğretir.” buyurdu. İlm-i ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir.”

İnsanlara hizmet etmenin ibâdet ve tasavvufun esâsı olduğunu bildiren Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri buyurdu ki:

“Biz bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettik. Herkesi bir yola götürürler. Bizi de hizmet yoluna götürdüler.”

“Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her ân Allahü teâlâya teveccüh ve ikbâldir. Yâni, her ân Allahü teâlâyı hatırlamaktır.”

Ehl-i sünnet îtikâdı üzere bulunmayı medhederek buyurdu ki: “Bütün halleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem.”

Yerinde ve zamânında konuşmanın önemini belirterek buyurdu ki:

“Söz, yüce bir şeydir. Zamânında ve yerinde olmalıdır.”

“Söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduğu zaman makbûldür.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriPeygamber efendimizin neslinden gelen seyyid ve şerîflere çok hürmet gösterirdi. Hattâ bir defâsında buyurdu ki:

“Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) bağlı bir nesebten gelmenin şerefini taşıyanlara, lâyık oldukları tâzimi gösterememekten korkuyorum.”

Helâl kazanç elde etmenin önemini belirterek buyurdu ki: “Bizim yolumuzda, el helâl kârda, gönül ise hakîkî yârdadır.”

Ubeydullah-ı Ahrâr; bir kimsenin neyi maksad edinirse, ona kavuşacağını bildirerek buyurdu ki:

“Himmet etmek; Allahü teâlânın isimleri ile münâsebeti olan bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demektir. Bu şeye teveccüh eder. Kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez. Yalnız, o işin yapılmasını ister. Allahü teâlâ da o işi yaratır. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Kâfirlerin himmet ettikleri şeylerin de hâsıl oldukları görülmüştür. Allahü teâlâ, bana bu kuvveti ihsân etmiştir. Fakat, bu makâmda edep lâzımdır. Edep de, kulun kendisini Hak teâlânın irâdesine tâbi etmesidir. Kendi irâdesine tâbi olmamak, Hak teâlânın fermânını beklemek lâzımdır.”

Talebelerine şöyle buyurmuştur: “Sizden hanginizin yirmi kere, belki daha fazla tasarruf edildiği ve nisbet sâhibi kılındığı hâlde, her dışarı çıktığında kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor. Fakat siz onu muhâfaza edemiyorsunuz. Eline bir nûr teslim edilen kişi, onu en kıymetli şeyi bilsin. Fânî varlığını tasfiye etsin, o nûr ile kendini karanlıkta aydınlatsın.”

Yine şöyle buyurmuştur: “Benim birkaç günlük hayâtımı fırsat bilip Allahü teâlâya bağlanmayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksınız? Bu fırsatı ganîmet bilin, bu nîmet elden giderse pişmân olursunuz. Son pişmânlığın faydası olmaz.”

“Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri zamânındaki tasavvuf ehli geçinenlerin durumunu bildirerek buyurdu ki: “Zamânımızda ehl-i irâdet, mürîd, talebe olma kâbiliyetine sâhib olanlar azdır. Bir âlim, büyüklerden birine haber gönderip; “Burada mürîd olacak vasıflı insan azdır; sizin orada bu vasfı taşıyan kimseler varsa bize gönderiniz!” demiştir. Bu haberi alan büyük zât, bir mektup yazarak şöyle cevap vermiştir: “Bahsettiğiniz vasıfta insanlar bizim burada yoktur. Eğer şeyh isterseniz, istediğiniz kadar gönderelim!”

Bir sohbeti sırasında büyüklerin hallerinden anlatarak şöyle buyurdu:

“Evliyânın meşhûrlarından olan Şiblî hazretleri, tasavvuf büyüklerinin yoluna girdiği sırada, babası Vâsıt şehrinin hâkimi, vâlisi idi. Önce Muhammed Hayr’ın huzûrunda tövbe etti. Sonra Muhammed Hayr hazretleri onu Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine gönderdi. Göndermesindeki sebep; Şiblî hazretlerinin, Cüneyd-i Bağdâdî’nin akrabâsı olmasıydı. Böylece edebe riâyet etmiş oldu.

Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî’ye talebe olunca; önce ona yedi sene ticâret yapmasını ve bu ticâretten elde ettiği kazancını, o zamâna kadar olan günahlarının affı için sadaka olarak dağıtmasını emretti. Bunu yaptıktan sonra da, yedi sene de helâ temizliği yapmasını emretti. Bunu da yaptı. Bu on dört seneden sonra onu tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.”

“Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için öyle riyâzet yapıp, zikre dalmıştı ki, bir gün ağzından ve burnundan kan geldi. Yere düşen her damla kanı “Allah” yazıyordu. Bundan sonra hocası ona, tasavvufta her ân Allahü teâlâyı hatırlamak ve kendisini gördüğünü düşünmek gibi mânâlara gelen “Yâd-ı daşt” makâmı üzere olmasını emretti.”

Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek, vâz ve nasîhatlarıyla insanların kurtuluşuna vesîle olmakla geçiren Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri 1490 (H.895) senesi Muharrem ayının başında hastalandı. Hastalığı seksen dokuz gün sürdü. Vefâtından on iki gün önce; “Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim. Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; “Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâretidir.” hadîs-i şerîfinde buyrulan husûsa ugun olduğunu söylemişlerdir.” buyurdu.

1490 (H.895) senesi Rebîu’l-evvel ayının sonunda, bir Cumâ günü hastalığı ağırlaştı ve sekerât-ı mevt hâli Cumâ günü öğle vaktinde başlamıştı. Tam o sırada, Semerkand’da büyük bir zelzele oldu.

Vefât ettiği gün, akşam vakti hastalığı pek şiddetlenmişti. “Akşam namazının vakti girdi mi?” diye sordu. “Evet girdi.” dediler. Akşam namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu. Vefâtı sırasında huzûrunda bulunan talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır: “Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitde idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr parladıktan sonra, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti. Vefât ettiği sırada da şiddetli bir zelzele oldu.

Sultan Ahmed Mirzâ, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin hastalığının şiddetlendiğini duyunca, Cumâ sabahı bütün devlet erkânı ile Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin bulunduğu Kemânkerân köyüne gitmek üzere yola çıktı. Akşam namazından sonra ulaşıp, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini son defâ gördü. Vefât ettiği bu gecenin sabahı olan Cumartesi sabahı, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin cenâzesini Semerkand’a getirtti. Öğle namazı vaktinde Kefşir mahallelerine getirilip, cenâzesi orada yıkandı, techiz ve tekfin edildi. Cenâze namazı kılınıp, defnedildi.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin oğulları, kabri üzerine bir kubbe ve yanına bir imârethâne yaptırdılar.

Talebeleri: Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin en başta gelen talebesi, Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid Bedahşî’dir. Halîfesidir. Bu talebesi, evliyânın büyüklerinden olan Yâkûb-iÇerhî hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur. Hocası Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kıymetli sözlerini Mesmûât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid adlı bir kitap yazarak toplamıştır.

Oğlu Muhammed, zâhirî ilimde yüksek derecede âlim idi. İlk oğlu olup, tasavvuf ilmini babasından öğrenip kemâle ulaşmıştır. Bu oğlu, Hâcegân lakabı ile tanınmıştır.

Hâce Muhammed Yahyâ; küçük oğlu olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecede idi. Babasından feyz alarak tasavvufta yükseldi. Babası, hayâtının son günlerinde onu yerine vekil bıraktı.

Mevlânâ Seyyid Hasan; meşhûr talebelerinden olup, babası onu küçük yaşında iken Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetine getirmiştir. Geldikleri sırada, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın yanında bir tabak içinde bal görüp, hemen yemeye başlamıştı. Ubeydullah-ı Ahrâr ona; “Senin ismin nedir?” diye sorunca, balın tadına öylesine dalmıştı ki; “Adım Bal’dır.” cevâbını verdi. Ubeydullah-ı Ahrâr tebessüm ederek buyurdu ki: “Bu çocukta tam bir kâbiliyet var. Kendi ismini balın tadından dolayı unutup, balın lezzetine o kadar daldı ki, ismim Bal’dır dedi.” Onu kucaklayıp babasından aldı. Önce Kur’ân-ı kerîmi, ilk tahsîl için gereken bilgileri öğretti. Sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, ona yüksek ilimleri öğrenmesini emretti. Bundan sonra da onu tasavvufda yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.

Mevlânâ Kâsım; en meşhûr ve çok sevdiği talebelerindendir. Hocasına tâbi olması tam idi. Bu hususta örnek teşkil eden bir talebesi idi.

Mevlânâ Mîr Abdülevvel; talebelerinin meşhûrlarından olup, hocasına dâmâd olmakla şereflenmiştir. Tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur.

Mevlânâ Câfer; tasavvuf hâllerine gark olmuş bir talebesi olup, âlim ve fâdıl bir zât idi.

Mevlânâ Burhâneddîn Hatelânî; bu talebesi, Semerkant’ta parmakla gösterilen âlimlerden idi.

Mevlânâ Lütfullah Hatelânî; meşhûr talebelerinden olup, diğer talebesi Burhâneddîn Hatelânî’nin kızkardeşinin oğludur. Din ilimlerinde âlim idi.

Mevlânâ Şeyh; talebelerinin ileri gelenlerinden olup, senelerce hocasının ev ve dergâh işlerini görüp, hizmet etmiştir.

Mevlânâ Sultan Ahmed; meşhûr talebelerinden olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlimdi.

Mevlânâ Ebû Saîd Evbehî, Mevlânâ Hâce Ali Taşkendî, Mevlânâ Nûreddîn Taşkendî, Mevlânâzâde Etrârî, Mevlânâ Nasîruddîn Etrârî ve Mevlânâ İsmâil Firketî de talebelerinin meşhûrlarındandır.

Ubeydullah-ı Ahrâr’ın talebelerinden biri de, Abdullah-i İlâhî’dir. Simavlıdır. İlim edindikten sonra, Semerkand ve Buhârâ’ya giderek feyz aldı. İcâzetle şereflenip, Ubeydullah-ı Ahrâr’a intisâbı bulunan Emîr Ahmed-i Buhârî ile İstanbul’a geldi.

Ubeydullah-ıAhrâr’ın bir talebesi de Abdullah-ı Semerkandî’dir. Önce, Yâkûb-i Çerhî’ye talebe olmuş ve Nizâmeddîn-i Hâmûş’tan da feyz almıştır. Uluğ Bey Medresesinde müderristi.

Ubeydullah-ı Ahrâr’ın bir talebesi de HaydarBaba’dır. Kırk sene devamlı İstanbul Eyyûb Câmiinde îtikâf etti. Kânûnî SultanSüleymân bu zâtın üstün hâllerini işitince, Eyyûb Nişâncası ile Haliç arasında,Cezerî Kâsım Paşa Câmiine inen yol üzerinde “Haydar Baba Mescidi”ni yaptırdı. Haydar Baba, 1550 (H. 957)de vefât etti. Kabri, mescide girerken solda, sed üstündedir.

Eserleri:

Enîs-üs-Sâlikîn fit-Tasavuf, El-Urvet-ül-Vüskâ li Erbâb-il-İrtikâ, Rukaât, Fıkarât Risâlesi, Vâlidiyye Risâlesi.

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

HER GÖRDÜĞÜNÜ HIZIR, HER GECEYİ KADİR BİL

Bir gün annesi tarladan kaldırdığı buğdayları, biriyle Ubeydullah-ı Ahrâr’a gönderdi. Ubeydullah-ı Ahrâr buğdayları ambara koymakla meşgûlken, buğdayları getiren kimse, boş çuvallarını alıp gitti. Nereye gittiği ve hangi yoldan gittiği belli değildi. Ubeydullah-ı Ahrâr o anda neden bu zavallı ve garib kimseden duâ almadığına üzüldü. İçine garib bir ızdırap çöktü. Buğdayı olduğu gibi bırakıp koşarak o kimsenin peşine düştü. Yanına vararak tevâzu ile kendisine duâ etmesini istedi ve; “Beni gönlünüze alın. Hâlime biraz inâyet nazarıyla bakın. Belki duânız ve himmetiniz bereketiyle Allahü teâlâ beni bağışlar, merhâmet eder de yolum açılır.” dedi. Onun yüzüne şaşkın ve hayret dolu ifâdelerle bakan zât; “Zannediyorum ki Türk şeyhlerinin söyledikleri; “Her geleni Hızır bil, her geceyi Kadir bil” sözüne göre hareket ediyorsun. Fakat ben hiçbir özelliği olmayan kendi hâline yaşayan bir kimseyim. Elimi yüzümü bile lâyıkı ile yıkamayı bilmem. Senin istediğin şeyden ben haberdâr değilim. O bende yoktur.” dedi. Ubeydullah-ıAhrâr duâ etmesi için yalvarmaya devâm etti. O kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın yalvarışına dayanamayarak ellerini kaldırdı ve; “Allahü teâlâ senin kalb gözünü açsın.” diye duâ etti. Bu duâ bereketiyle Ubeydullah-ı Ahrâr’ın kalbinde açılmalar oldu.

ONU NİÇİN KABÛL ETMEDİ?

Ubeydullah-ı Ahrâr zamânında, bir kâdı devamlı kapısına gelip, talebe olmak, onun yoluna girmek istiyordu. Fakat Ubeydullah-ı Ahrâr ona iltifât etmediğinden gâyet melûl ve mahzûn bir hâlde gelip gidiyordu. Birgün Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin neşeli bir ânında, yakın bir talebesi, o kâdıdan bahsedip, talebe olmak istediğini arzetti. “Kâdı, boynu bükük, inâyetinizi bekliyor ve mahrum kalmaktan çok üzülüyor.” dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr; “Ben, kimin içinde büyüklük ve üstünlük arzusundan bir şey sezsem, hattâ o üstünlük ve büyüklük arzusuna on yıl sonra bile kavuşacak olsa, ona Hâcegân yolundan (büyüklerin yolundan) bahsedemem.” dedi. Talebelerinden bâzıları, bu sözü söylediği günün târihini yazdılar. Aradan on yıl geçti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de vefât etmişti. O kâdı, on yıl sonra memleketinde hâkim ve reis makâmına çıktı. Bu hâlinden çok memnun idi ve kalbinde büyüklerin yoluna girmeye dâir hiçbir istek ve arzu kalmamıştı. O zaman Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebeleri, hocalarının onu neden kabûl etmediğinin hikmetini anladılar.

SELE KAPILANLAR

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir ilkbahar mevsiminde, Herat’dan Taşkend’e gitmek üzere yola çıkmıştı. Akşam olunca, yolda bir talebesinin bulunduğu yere ulaşmış ve o gece orada misâfir olmuştu. Bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Gece yatacağımız zaman bana; “Sen benim yattığım odada yat!” dedi. Bunun üzerine onun yattığı odada, ondan uzak bir köşeye çekilip, orada geceledim. Geceyarısı ismimi söyleyip; “Uyuyor musun! Uyanık mısın?” dedi. Ben de; “Uyumuyorum efendim.” dedim. “Hemen kalk, kıymetli eşyâlarını topla ve derhâl dışarı çık!” buyurdu ve kendisi de süratle dışarı çıktı. Bu çevrede olanları da uyandır. Kıymetli eşyâlarını toplayıp hayvanlara yüklesinler. Beni tâkib edip peşimden geliniz?” dedi. Süratle uzak bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu tâkib ettik. Tepeye çıkıp, üzerinde durdu. Biz de yanında durduk. Bizimle gelenler, bu duruma şaşırarak; “Sebeb nedir ki, geceyarısı uykumuzu bölüp buraya geldik.” diyorlardı.Bir kısmı da ihmâl gösterip, gelmemişti. Biz tepe üzerinde iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, kaya, duvar, ev ve ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları içinde kalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı. Kendilerini, selle uzun bir mücâdeleden sonra zor kurtardılar. Pekçok yeri harab eden bu selin, o beldede bir benzeri görülmemişti. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bu kerâmetini görerek, onun büyük bir velî olduğunu anladılar. Ona daha çok bağlanıp, sevdiler.”

BAL İSTEDİM ŞARAP MI GETİRDİN

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Taşkend’den Semerkand’a göçmeden önce, hizmetkârlarından birine, Semerkand’a gidip, kendisine birkaç kutu saf bal almasını emretmişti. Hizmetkâr gidip, emredildiği gibi balı satın aldı. Kutuları da gâyet güzel bir şekilde sarıp, dönmeye hazırlandı. Tam döneceği sırada, tanıdığı bir esnafın dükkanına gidip, biraz konuşmak üzere oturdu. Bal kutularını da önüne koydu. Onlar konuşurken, güzel bir kadın içeri girdi. Hizmetkâr, tanıdığı esnaf ile konuşurken, birkaç kere kadına şehvet nazarı ile baktı. Sonra da oradan kalkıp yola çıktı. Taşkend’e gelince, balları Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine götürdü. Kutuları koyunca, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri kaşlarını çatıp; “Ey saâdetten mahrum kimse, ben sana bal ısmarlamıştım! Sen bana şarap mı getiriyorsun?” dedi. Hizmetkâr; “Aman efendim, ben size emriniz üzere saf bal getirdim!” dedi. Bunun üzerine kutuları açınca hepsinin şarap olduğunu gördüler. Hizmetkâr, bu işin kadına bakması sebebiyle olduğunu düşünerek, hatâsını anladı ve tövbe etti.

ANNEN VE BABAN RAHATIMI BOZUYOR

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr’ın huzûruna ilk gelişimde, Mevlânâ Sa’deddîn Kaşgârî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Hâce Külân ile berâberdim. Senelerce sohbet ve hizmetinde bulunmakla şereflendim. Bâzan sohbet sırasında bana; “Niçin Horasan’a dönmüyorsun? Dön! Annen ve baban benim rahatımı bozuyor” buyururdu. Ben, başkaları arasında bu sözü işitince çok utanırdım. Nihâyet berâber geldiğim Hâce Külân, Horasan’a dönmek üzere izin istemişti. Ona izin verip, bana da; “Sen de bununla birlikte süratle Horasan’a anne ve babanın hizmetine dön! Benim rahatımı bozuyorlar” buyurdu. Bunun üzerine onunla berâber Horasan’a döndüm. Annemin ve babamın yanına ulaşınca, hocam Ubeydullah-ı Ahrâr’ın kendileri hakkında buyurduğu sözü söyledim. İkisi birden ağlaşmaya başladılar ve; “Biz her namazdan sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine teveccüh edip, seni göndermesi için ağlayıp, duâ ediyorduk” dediler. Bir müddet annemin ve babamın yanında kaldım. Sonra tekrar hocamın yanına dönmem için ağlayarak, yalvararak müsâade etmelerini isteyince izin verdiler. İkinci defâ hocamın sohbetiyle şereflendim. Sonra bir daha, Horasan’a git buyurmadı.

KÖPEK YAVRUSU

Bir defâsında, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın huzûruna Horasan’dan fâsık biri gelmişti. Bu kimse şarap içen, haram işleyen, sapık îtikâdlı biriydi. O zamana kadar hiç gelmemişti. Gelip oturur oturmaz, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onu azarlayıp, huzûrundan kovdu. Bu sırada orada bulunan talebesi Mîr Abdülevvel’in kalbinde; “Uzaktan garîb bir adam, ihlâs ve niyazla gelmiş, acabâ onu neden hoşnud etmedi?” düşüncesi geçti. Ubeydullah-ı Ahrâr, hemen bu talebesinin kalbinden geçen düşünceyi anlayıp; “Bu kimseyi köpek yavrusu sûretinde gördüm ve bu sebeple kovdum. Köpek yavrusuna bundan iyi muâmele yapılmaz.” buyurdu. Bunun üzerine talebesi Abdülevvel, gelen adamın hâlini araştırıp, öğrendi. Adam fâsık, haramlara dalmış, içki içen, haramlara aldırmayan birisiymiş. O zaman hocasının o kimseyi, günahlara dalmasından dolayı köpek sûretinde gördüğünü ve kovmasının hikmetini anladı.

İSTANBUL’UN MÂNEVÎ FÂTİHİ

Ubeydullah-ı Ahrâr’ın torunu Hâce Muhammed Kâsım’dan şöyle nakledilmiştir: “Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkant’tan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, tâkib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkant’ın dışında bir yerde talebelerine; “Siz burada durunuz!” buyurdu.Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru sürdü. Talebeleri arasındaMevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı: “Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu.”

Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında; “Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu.

Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî’nin şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bilâd-ı Rûm’a (Anadolu’ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hânın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydullah-ıAhrâr’ın şeklini ve şemâilini târif etti ve; “O zâtın beyaz bir atı var mıydı?” diye sordu. Ben de târif ettiği bu zâtın, babam Ubeydullah-ı Ahrâr olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine SultanBâyezîd Hân, bana şöyle anlattı: Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şunları dedi: “İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr Semerkandî’nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâilini târif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi; “Korkma!” buyurdu. Ben de; “Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok.” dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm. “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defâ kös vur ve orduna hücûm emri ver.” buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. Böylece düşman hezîmete uğradı. İstanbul’un fetih işi gerçekleşti.”

ÖLÜ KALBLERİ DİRİLTMEK

Ubeydullah-ı Ahrâr şöyle anlatmıştır: “Çocukluğumda rüyâda kendimi Şeyh Ebû Bekr-i Şâşî’nin mezarı yanında gördüm. Mezarın eşiğinde Îsâ aleyhisselâm vardı. Hemen ayaklarına kapandım. Elleri ile başımı kaldırıp; “Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!” buyurdu. Rüyâyı anlattığım zâtlar, tıb ilmi ile tâbir ettiler. Yâni tıb ilminden nasîbim olacağını söylediler. Ben bu tâbire râzı değildim. Tâbirim şuydu: Îsâ aleyhisselâm, ölüleri dirilten bir Peygamberdir. Evliyâdan ihyâ sıfatına mazhâr büyüklere de “Îsevî meşreb” denirdi. Mâdem ki, Îsâ aleyhisselâm bu fakîrin terbiyesini üzerine aldılar, demek bana ölü kalbleri ihyâ sıfatı verilecek. Nitekim kısa bir zaman sonra, Allahü teâlâ bana öyle bir hâl ve kuvvet bahşetti ki, bende o mânâ, kemâliyle meydana geldi. Vâsıtamızla nice ölü kalbler, gaflet karanlığından şühûd ve huzûr ışığına çıktılar.”

Sort

Hz. Elyesa (a.s.) – Diyarbakır

Diyarbakır – Eğil – Ziyaret Tepesinde . Eğil ilçe merkezine girmeden 5 km uzaklıkta

Asur Kralı III. Salmasar İsrailoğulları’nı kuzeye Amid bölgesine sürgün etmiştir.Hz. Elyesa(a.s.) ve Hz. Zülkifl(a.s.) ın ailelerinin bu sürgünde yurtlarından çıkarıldıkları ve Eğil’e yerleştikleri tahmin edilmektedir. Hz. Elyesa’nın adı Kur’an-ı Kerim’de ;
”İsmail, Elyesa, Yunus ve Lutu da(hidayete erdirdik). Hepsini alemlere üstün kıldık” (En’am 86. )
”İsmail, Elyesa’yı, Zülkif’i de an. Hepsi de en hayırlı kimselerdendir.” ( Sad suresi 48)

Hz. Elyesa(a.s.) İÖ 896 yılında doğmuş. 75 yıl yaşamış ve 45 yıl peygamberlik yapmıştır. Asıl adı Elyesa Bin Uhtub Bin Acuz’dur. Hz. Elyesa‘nın İlyas peygamber’in İsraoğulları üzerine halifesi olduğu ve daha sonra da kendisine peygamberlik verildiği ifade edilmektedir. Hz. Musa(a.s.) ve Hz. Harun(a.s.)’ın eşyalarını barındıran Ahid sandığının son muhafızınında Hz. Elyasa olduğu belirtilir. Hz. İlyas'(a.s.)’ ın devrinde yaşamıştır. Rivayete göre ; Elyesa(a.s.)‘ın küçüklüğünde kötürüm bir vaziyette olduğu ve o sırada İsrailoğullarının peygamberi olan İlyas(a.s.)’ın bir gün Yahudilerin azgınlığından kaçarak dul bir kadın olan Elyesa’nın annesinin evine sığındığı, kendisini koruyan bu kadının kötürüm olan oğluna(Elyesa) yaptığı dua kabul olunarak Elyesa(a.s.)’nın sıhhatine kavuştuğu ifade edilir. Bunun üzerine Hz. İlyas’ın dininin esaslarına iman ettiği ve daha sonrada peygamberlik vazifesi ile görevlendirildiği nakledilmektedir. Baalbek hükümdarının zulmünden kaçan Hz. İlyas(a.s.) Tevrat’ı gizli gizli öğretmekte ve kendisi de emirlerinin gereğini yerine getirmekteydi.

Hz. Elyesa'(a.s.) da İsrailoğullarının ıslahı için uğraştı, tebliğ vazifesi yaptı. Azgınlık ve taşkınlıklarını günden güne arttıran bu kavim, Allahu Teala’nın kendilerine gönderdiği kitabın gösterdiği yoldan ayrıldı. Kabileler, devletin başına geçmek yarışına girdi. Aralarındaki ayrılık ve başka memleket meseleleri yüzünden birbirlerine düştüler. İsrailoğulları arasındaki fitnenin kavga ve çekişmelerin sonu gelmez oldu. Nihayet Allahu Teala üzerilerine Asur devletini musallat kıldı. Esir olup zelil ve perişan bir hayat sürdüler. Elyesa (a.s.) İsrailoğullarına çok nasihat etmesine rağmen, onlardan çok azı kendisini dinlemiş ve iman etmişlerdir.

Elyesa (a.s.) ile ilgili halk inanışları da bulunmaktadır. Bölge halkının anlatımına göre; Hz. Elyesa(a.s.), Eğil’e gelip dinini tebliğ etmiş, ancak kimseyi inandıramamıştır. Çok yaşlanmış ve bir gün ortadan kaybolmuş ve hiç kimse nereye gittiğini bilememiş. Bir gün, Eğil’de ölen birisini, götürüp gömmüşler. Gömdükleri yerde Elyesa(a.s.)’ın kabri varmış. Elyesa(a.s.) ölüye ” burdan git, burası benim mezarım” biçiminde seslenince ölü, ” ben ölüyüm gidemem”, deyince, Elyesa(a.s.) ” söyle seni buradan kaldırıp başka bir yere gömsünler” demiş. Ölü yine ölmüş olduğunu ve kimseye sesini duyuramayacağını söyleyince, Elyesa(a.s.) ”sen seslen, ben insanların duymasını sağlarım” demiş. Ölü, buranın Elyesa(a.s.)’nın mezarı olduğunu ve kendisinin başka bir yere nakledilmelerini istemiş ve bunu duyanlar, gelip ölüyü başka bir yere nakletmişler. Hz. Elyesa(a.s.)’nın kabrinin üstüne de kubbe yapmışlar.

Hz. Elyesa(a.s.) İÖ 821 de Eğil de vefat etmiş ve burada eski Tekke köyüne defnedilmiştir. Çok eski bir caminin bitişiğinde bulunan ve iki kemer üzerine oturtulmuş bir türbedir. Mezarının uzunluğu 6 metre civarındadır. Bu ziyaret yerinin , tanıtım yazısında şu ifadeler yer alır; ” Bu kabir , Elyasa(a.s.)’nın dır. İlyas(a.s.) kendisinden sonra İsrailoğullarına halife bırakmıştır. Elyesa Ehtub’un oğludur. Elyesa(a.s.), İlyas(a.s.)’ın amcası oğludur. takriben MÖ 1200 senesinde yaşamıştır. 850 seneden beri burada yaşayan ilim adamları tarafından Elyesa(a.s.) olarak bilinir. Kufi yazı ve muhtelif taşlardaki Arapça yazılarda görüldüğü gibi , kabir Elyesa(a.s.)ın kabridir.”Ayrıca Elyesa(a.s.)’ın mezarının Filistin de bulunan Samiriyye’de olduğunu ileri süren araştırmacılar olduğu gibi , Şanlıurfa’nın Eyyub Nebi Köyü’nde Elyesa(a.s.)’ın metfun olduğuna inanılan bir türbe de bulunmaktadır.

Tekke köyündeki kabri, Baraj yapılmasından dolayı sular altında kalma riski nedeniyle Diyanet işleri ve vakıflar genel müdürlüğü iş birliği ile14-17 eylül 1995 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Nakil için 9 kişiden oluşan bir heyet oluşturulmuş. Bu heyette Eğil Kaymakamı Selim Çapar, Müftü Ekrem Abbasioğlu, Müftülük memuru Burhanettin İncedursun, Eski Medrese hocası Ömer Kalkan ( Seyda Molla Ömer), Eski Medrese hocası İmam Sadullah Kızılay, Kaymakamlık V.H.K.İ Mahmut Laçin ve üç işçi bulunmaktadır. Önce Elyesa(a.s.)’ın kabrinin taşınmasına başlanmış ve bu faaliyet 2 gün sürmüş Sonra Zülkifl (a.s.) kabrine ulaşılmıştır. Heyette bulunanlar ittifak halinde her iki cesedin ve kefenin hiçbir şekilde çürümediğini , daha dün ölmüş gibi taze olduğunu belirtmişlerdi.
Bu taşıma hikayesini , definde bulunan Hüsamettin Akboz’dan dinleyelim;
Zülkifl'(a.s.)‘ı Dicle kenarından Seyda Molla Ömer ve 4 işçi pikaba yükledi, defin mekanında biz 35 kişi idik , iplerle zorlukla indirdik, çok ağırdı tekbirlerle gömdük. Ancak Seyda Molla Ömer ve 4 kişi kolaylıkla pikaba yüklemişti. Seyda Ömer’e sorduk anlattı.” Zülkifl peygamberi baştan ayağına kadar kontrol ettim, daha dün vefat etmiş gibiydi. Boyu bizim kadardı, kefeni tığla örülmüş şekildeydi, hafif tozluydu, başına dokununca başını örten örtü açıldı, beyaz saç ve sakalı vardı.”
Hem Zülkifl(a.s.) hem de Elyesa(a.s.) kabirlerinin taşınma sırasında görevli bulunan Seyda Molla Ömer de şunları anlatıyor ;
”Her iki naaşı da bizzat gördüm. Naaşlar yeni ölmüş insan cesedi gibiydi. Canlı bir insan yatmış hali, uykudaki hali gibiydi. Nasıl ki yatarsınız sadece hareketsiz olursunuz. İşte aynen öyleydi. Canlı bir insan gibiydi vücut yapıları. Ellerine, beline, ayaklarına uyluklarına ellerimle dokumdum. Her tarafı sağlamdı. Onlara duyduğumuz hürmetten ve mahcubiyetimden dolayı yüzlerini açıp bakamadım. Hz. Zülkifl’ün saçını gördüm, hemen kapattım. Saçı kara değildi, hepsi ak da değildi. İkisinin arasıydı. Kefenlerinde leke bile yoktu. Tertemiz bembeyazdı. Hz. Zülkifl, Elyesa peygamberden daha ağırdı. Boyları bizden uzundu. ”
Her iki Peygamberin de naaşlarının çürümemiş olması , Hz. Peygamber’in ” Cenab-ı Hak, toprağa, peygamberlerin cesedini çürütmeyi haram kılmıştır.” hadisi ile irtibatlandırılmıştır.

1316/1898 , 1321/1903 , 1323/1905 tarihli Diyarbakır salnamelerinde ” Nebi Elyesa’nın peygamber olduğu ve kabrinin de Eğil’de olduğu” bilgisi mevcuttur.

Kaynak ; Eğil ve Turizm Peygamberler Kanti Eğil ; Prof. Dr. Yusuf Kemal Haspolat
Kaynak ; Diyarbakır Kutsal Yerler Atlası ; T.C. Diyarbakır Valiliği , editör Doç.Dr. İrfan Yıldız
Kaynak; Nebiler,I. Uluslar arası Sahabiler , Azizler ve Krallar Kenti Diyarbakır Sempozyumu 25-27 mayıs 2009 , diyabakır valiliği ve dicle üniversitesi , Diyarbakır’da Peygamber makam ve kabirleri, Ali Melek
Kaynak; Nebiler,I. Uluslar arası Sahabiler , Azizler ve Krallar Kenti Diyarbakır Sempozyumu 25-27 mayıs 2009 , diyabakır valiliği ve dicle üniversitesi , Eğil ve Ergani halkının dilinde metfun Peygamberler, Yrd. Doç. Dr. M. Cengiz yıldız.

Sort

Hz. Kusem İbn Abbas (r.a.)

Özbekistan – Semerkand’da Büyük Şehir kabristanın içinde .

‘ Şah-ı Zinda ”

Özbekler Hz. Kusem İbn Abbas ‘ni Şah-ı Zinda (Yaşayan Sultan) olarak adlandırırlar . Bunun Sebebi ise ; Kusem hz.’i 7. yy da İslamı yaymak için geldiği Semerkand’da Çilehanesinde ibadet ederken Zerdüştler tarafından kafası kesilerek şehit edilmiştir. Çilehanesinde bulunan kuyuya düşen Kusem hz’i ; Özbeklere göre ölmemiş hep o kuyuda ibadet etmekte ve Özbekleri korumaktadır.

Hz. Peygamber (asv)’in amcası Hz. Abbas’ın oğludur. Annesi Ümmü’l-Fazl Lübâbe bint Haris el-Hilâliyye, Hz. Hatice (r.anha)’den sonra Müslüman olan ilk kadın olup Resûl-i Ekrem (asv)’in hanımlarından Meymûne (r.anha)’nin kız kardeşidir. Resûlullah (asv) kendisine benzetilen Kusem’i arkadaşlarıyla oynarken görmüş ve bineğinin arkasına bindirmişti.

Kusem, Hz. Peygamber (asv)’in cenazesi yıkanırken hazır bulunmuş, cesedi sağa sola çevirmiş, Resûlullah (asv)’ı kabrine yerleştirmiş ve kabirden en son o çıkmıştı. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (asv)’e en son dokunan kişi olarak tanınır.

Kusem, Hz. Hüseyin (ra)’in süt kardeşiydi. Hz. Peygamber (asv)’den ve babasından, ayrıca kardeşi Fazl ve Talha b. Ubeydullah’tan hadis rivayet etmiş, kendisinden Hânî b. Hânî, Abdülmelik b. Muhammed b. Amr ve Ebû İshak es-Sebîî rivayette bulunmuştur.

Hz. Ali (ra)’in hilâfeti döneminde Mekke valiliğine tayin edilen Kusem, onun ölümüne kadar bu görevini sürdürdü. Kusem’in Medine valiliği yaptığı da söylenmiştir. Mekke’deki idarî görevleri yanında hac emirliği yaptı (38/658) ve fetvalar verdi.

Hz. Muâviye (ra)’in 39 (659) yılında Yezîd b. Şecre er-Ruhâvî’yi hac emîri olarak tayin etmesine karşı çıktı. Bunun üzerine Yezîd b. Muâviye kumandasında 3000 kişilik bir ordu Mekke’ye doğru hareket etti. Kusem, ordunun Mekke’ye girmesini engellemek için halka çağrıda bulunduysa da gerekli destek ve yardımı sağlayamadı. Yezîd herhangi bir mukavemetle karşılaşmadan Mekke’ye girdi. Kusem, hac emirliğine Yezîd b. Şecre er-Ruhâvî dışında birinin getirilmesi isteğini tekrarladı. Ebû Saîd el-Hudri’nin görüşü doğrultusunda hac idaresine Şeybe b. Osman getirildi.

Kusem, Muâviye döneminde Horasan Valisi Saîd b. Osman b. Affân’ın kumandasında Horasan civarındaki fetihlere katıldı. Savaşta gösterdiği kahramanlık karşılığında ganimetten bin hisse ayrılması teklif edildiyse de ganimetlerin beşe taksim edilip diğer kişilerin hakları verildikten sonra kendisine pay ayrılması gerektiğini belirtti. Fazilet ve takva sahibi olan Kusem, Saîd b. Osman’la birlikte Semerkant seferine katıldı (56/675) ve Semerkant’ta şehid oldu. Merv’de vefat ettiği de belirtilmiştir. Mezarı zamanla ziyaretgâh haline gelmiş, etrafına cami ve medrese yapılmıştır.

Semerkantlılar arasında “şâh-ı zend” (yaşayan sultan) olarak anılan Kusem’in mezarına Bâbür devrinde Mezarşah adı verilmiştir. (bk. TDV. İslam Ansiklopedisi, Kusem b. Abbas md.)

Metin için Kaynak ; www.sorularlaislamiyet.com

Sort