Pir Ali Aksarayi (k.s.)

Aksaray – Taşpazar mahallesinde . Taşpazar caddesi ile Pir Ali sultan caddesinin kesiştiği yerde.

Bayrami- Melami yolunun en güçlü şahsiyetlerindendir. Anadolu’nun merkezinde aşk, cezbe ve irfan tohumlarını eken Pir Ali , Bünyamin Ayaşi’den sonra Bayrami – Melami yolunun riyasetine geçmiştir. Onun zamanında Melamilik yolu çok yayılmış ve çok insan kendisine intisap etmiştir. Her kesimden insanın hürmetini kazanan , çok güçlü bir şahsiyet ve nafiz bir nazara sahiptir.

Aksarayi, melamet yolu gereği dervişlerine taç ve hırka giydirmez, onların birer sanata sahip olarak halkın içinde çalışmalarını isterdi. Sanata kabiliyeti olmayanları ise ziraatle meşgul olmalarını isterdi. Sülükta aşk ve cezbe yolunu benimseyen Pir Ali hazretleri’nin şer’i hususlarda son derece ihtiyatlı olduğu ve müridlerini onları delalete sürükleyecek kişi ve düşüncelerden uzak durmaları konusunda uyardığı kaydedilmektedir.

Sultan Süleymân Han İran’a sefer yaptığı sırada Pîr Ali hazretlerine bâzı hasetçiler iftirâ atıp; “Aksaray’da bir kimse Mehdîlik dâvâsında bulunuyor.” demişlerdir. Bunun üzerine Pâdişâh araştırılmasını, durumun öğrenilmesini emretti. Bâzı kimseler aleyhinde idiler. Durumu soruşturmak üzere kurulan mecliste, Pîr Ali hazretleri, aleyhinde bulunanlara bakıp celâlli bir şekilde; “Bizim aleyhimizde bulunan siz misiniz?” diye işâret etti. Aleyhinde bulunanlardan biri orada düşüp öldü. Diğeri de istifrâ etmeye başladı. Ağzından pislik geldi. Mecliste bulunanlar onun heybetinden korkup, bu hususta soruşturmadan vaz geçtiler.

Pâdişâh Aksaray’a uğradığında ziyâret edip; “Sizi bize yanlış anlatmışlar. Hamdolsun sohbetinizle şereflendik.” dedi. Pir Ali hazretleri de ” Devletlü padişahım bu fakire isnad olunan şeyler nedir? ” diye sorar, padişah ; ” Dediklerine göre sen ‘Mehdiyim , cennetin dört ırmağı da bendedir’ diyormuşsun.

Pir Ali hazretleri ” Şevketlü Padişahım, zamanın mehdisi zatınızdır. Cennet ırmaklarından muradım ise, hanemizin önünde akıp giden tatlı su , birkaç sığır ve davarımızdan elde ettiğimiz süt ve kovanlarımızın balıdır” diyerek padişahın huzuruna bali, süt ve su getirip ikram eder. Padişah bunları içtikten sonra latife olarak ” Bunlar pek güzel , lakin dört ırmaktan şarap ırmağı eksik, onun numunesi olarak da bağınız yok mu diye sorunca? ” . Pir Ali hazretleri de ” Şarap ırmağında numunesi aşk-ı yezdan ve cezbe-i Rahmandır. Bu aşk ve cezbeyi ise taliblere sunmaktan çekinmeyiz. ” der. O sırada ayakta duran ve Pir Ali’nin sözlerini can kulağıyla dinleyerek kendisine karşı muhabbet besleyen Pertev Paşa’ya nazar edince paşa ” Allah! ” diyerek cezbelenir , yere düşüp kendinden geçer. Padişah ise teessür ile ağlamaya başlar.

Pâdişâh onun büyük bir velî olduğunu görüp, hürmet etti ve duâsını aldı. Acem seferinden sonra dönüşte yine ziyâretine geldi. Bu ziyâreti sırasında Sultana şöyle nasîhat etmiştir: “Allahü teâlâ senden adâletle iş yapıp yapmadığını soracak. Bu bakımdan adâletle iş gör. Bundan başka yol yoktur. Eğer âdil olursan, bu dünyâ da senindir, âhiret de. Adâletle hareket edersen sultanlık tahtı dâimâ senin olur. Boşuna ömür geçirme, kendine kötülük etme. Zulme uğrayanların hakkını zâlimlerden al. Böyle yapmazsan perişan olursun. Peygamberleri düşün, dîni gözünün önüne getir! Fenâ bir yol tutarsan, Allahü teâlâ seni başaşağı eder de, şaşırıp kalırsın. Nasıl oldu nereden geldi der düşünürsün.

Sen Peygamber aleyhisselâmın yolunu tut. O zaman gecen de gün gibi aydınlık olur. Git adâlet tohumu ek de, her iki âlemde mahcûb olma. Mazlumların nefesi kılıç gibidir. Mülkünü virân ederler. Buna sebeb olma. Allahü teâlâya karşı isyân edenleri Cehennem ateşine atarlar.

Bak düşün bir kere binlerce hükümdâr toprak altında yatıyor. Git din erbâbına yardımcı ol. Çünkü bu dünyâ fânidir. Bu nasîhatlarımı bir inci gibi kulağına küpe yap.”Bu nasîhatları dinleyen Pâdişâh çok ağladı. Pîr Ali Sultan hazretlerine pekçok mülk ve tarla bağışlamak teklifinde bulundu. Fakat o kabûl etmedi. Bunun üzerine oğlunu İstanbul’a yanına göndermesini istedi. Sultanın bu arzusunu kabûl edip; “Şevketli Pâdişâhım! Oğlum İsmâil Hak yoluna kurban olmaktan dönmez. Onu size göndereyim.” dedi.Pâdişâh İstanbul’a döndükten sonra Pîr Ali hazretleri oğlu İsmâil’i ve birkaç mürîdini İstanbul’a gönderdi. Altı ay sonra da Pîr Ali hazretleri vefât etti. ( h. 937 / 1537-38)

Pir Ali hazretleri İsmail Maşuki’den başka ; Pir Ahmed Edirnevi’yi , Helvai Yakup Efendi’yi , yeğeni Şeyh Hasan’ı ve Ahmed Sarban’ı yetiştirip insan-ı Kamil olamarına vesile olmuştur.

Pir Ali hazretlerinin , bugün dahi halk arasında çok saygın bir yeri vardır. Menkıbeye göre türbesinin etrafında densizlik yapan bir düğün alayı taş kesilmiştir. Bugün dahi halk , evlerini inşa ederken türbe tarafına açık pencere bırakmamakta , Pir ali hazretlrine derin bir saygı duymaktadır.

Pir Ali hazretlerinin türbesi ; Aksaray’ın Paşacık mahallesinde , duvarları ve kubbesi taştandır. Türbenin içerisinde üçü sandukalı , dördü toprak örtülü yedi yatır vardır. Rivayete göre bu sandukalardan bir oğluna diğeri de hanımına ait. Ortadaki büyük sanduka Pir Ali hazretlerine aittir. Türbenin kapısı sürekli kapalıdır.

Kaynaklar ;
Hüseyin Vassaf , Sefine-i Evliya , Kitabevi yayınları , 2013
Baki Yaşar Altınok , Hacı Bayram veli ve Bayramilik Melamilik , Ahi yayınları
Lalizade Abdulbaki Efendi , Aşka ve aşıklara Dair / Melami Büyükleri, Furkan Yayınları
Abdülbaki Gölpınarlı , Melamilik Ve Melamiler , Milenium Yayınları , 2011
Abdurrezzak Tek , Melamet Risaleleri , Emin Yayınları , 2007
Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012
Tarık Velioğlu , Osmanlı’nın Manevi Sultanları , Ufuk Yayınları
Türkiye Gazetesi , Orta Anadolu evliyaları

Ala Dede Türbesi

Ondokuz Mayıs ilçesinin 10 km güney batısındaki Dağ Köyü’ne 2 km mesafededir. Türbe köy merkezi seyir istikametinde yolun sol tarafına düşmektedir.

Tarihçe ; Halk arasında ” Ala Dede” şeklinde anılan türbeye ait herhangi bir kitabe bulunmadığından türbenin tarihi hakkında kesin bir bilgi edinilememektedir. Türbe define avcılarının kazıları sonucunda tamamen harap halde olup, mezarın yeri dahi tam olarak belli değildir.

Mimari Özelikleri ; Türbe; tepe üstünde bulunmaktadır. Etrafı herhangi bir yapı ile çevrili olmayıp açıktır.
Türbenin bulunduğu yerde ağaçlar bulunmaktadır.

Rivayet ; Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Ala Dede türbesi hakkında çok fazla rivayet bulunmamaktadır. Türbe ; halk tarafından Rıza-ı İlahi için veli ziyaretinde bulunmak, hasta olanlar içinde şifa bulmak umuduyla ziyaret edilmektedir. Hasta olarak genellikle vücudunda ala lekesi olanlar ziyaret etmekte ve türbede medfun bulunan Ala Dede hatırına Allah (c.c.) ‘tan şifa ummaktadır.

Kaynak Kişiler ; Seyfettin Arslan (Ahsen Vakfı) , Muzaffer Erdoğan (Köylü)

Bu Sayfa Ahsen Vakfı‘nın katkılarıyla hazırlanmıştır. ( Allah onlardan razı olsun)

Şeyh Hamza El Kebir (k.s.)

Siirt – Tillo’da Kaymakamlık binasının hemen karşısında

Şeyh Hamza-El Kebir Hazretlerinin doğum tarihi bilinmemektedir. Hıms Vilayeti’ne bağlı Tedmur denilen yerden gelmiştir. Soyu büyük sahabi Halid Bin Velid’e (r.a.) dayanır. Babaları Ebu Said-i Mağzuni, Abdülkadir Geylani Hazretlerine muasır olmuş, hatta birbirlerine karşılık ders vermişlerdir.

Başta İsmail Fakirullah Hazretlerinin tespiti olmak üzere “Kutb’ul Aktab” makamına ulaşmış, Tillo’nun başta gelen velilerinden biri olmuştur. Tarikatı “Hamzaviyye” tarikatıdır. 12 erkek çocuğu dünyaya gelmiştir. Çocuklarının bir kısmı Tillo’da, diğerleri ise Siirt’te medfundur. Bunlar Şeyh Halil Ferd (Siirtte Medfundur), Şeyh Hasan, Şeyh Yasin, Şeyh Numân, (üçüde Tillo’da Şeyh Mücâhid Camii ve Medresesinde Medfundur), Şeyh Mücâhid (Tillo’da Medfundur), Şeyh Muhammed er-radiyî (Siirtte medfun büyük veli Şeyh Musa Hazretlerinin dedesidir.), Şeyh Yunus, Şeyh Dâvûd, Şeyh Burhan, Şeyh Hüseyn, Şeyh Şerafeddin, Şeyh Yusuf. Şeyh Hamza El-Kebir 1271 tarihinde vefat etmiştir. Kabri Tillo’da kendi adına yaptırılmış olan türbededir.

Kaynak ;Siirt Evliyaları , Abdulhalim Durma

Gavs-ül Memduh (k.s)

Siirt – Tillo’da İsmail Fakirullah hazretlerinin Türbesinin hemen yakınında

Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan evliyânın büyüklerinden. Asıl ismi Mahmûd bin Abdürrahmân olup, 1174 (m. 1760) senesinde Tillo’da doğdu, İsmâil Fakîrullah hazretlerinin torunlarından olan Mahmûd bin Abdürrahmân, büyük âlim İbrâhim Hakkı Erzurûmî’nin talebesidir. Gavs-ül-Memdûh ismi ile şöhret buldu. Pekçok kimselerin hidâyete kavuşup Allahü teâlânın sevdiği kullar arasına girmelerine vesile oldu. 1263 (m. 1847) senesinde Tillo’da vefât etti.

Küçük yaşta, İbrâhim Hakkı hazretlerinden ilim ve ma’rifet öğrenmeye başladı. Keskin bir zekâya sahip olan Gavs-ül-Memdûh, ısrarlı ve düzenli bir çalışma ile, kısa zamanda hocasından tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, zamanın matematik, edebiyat, astronomi ve fen ilimlerini öğrenerek, büyük bir âlim oldu. Ayrıca kalb ilimlerini de tahsil ederek, ma’rifetullah sahibi olan velîler arasına girdi.

Gavs-ül-Memdûh, talebe arkadaşlarıyla zaman zaman hocası İbrâhim Hakkı hazretlerinin yanında, Tillo’nun Cebel-i Re’s-il-kuvâ ismindeki tepesine çıkarlardı. İbrâhim Hakkı hazretleri talebelerine; “Bu tepe, yakında büyük bir nâma kavuşacaktır” dedi. İbrâhim Hakkı, bu tepeye bir musalla taşı yaptırdı. Her uğradığında oraya otururdu. Ölümü, âhıreti ve hesabı düşünürdü. Yine birgün üç talebesi ile bu tepeye çıktı. Üçünün de ismi Mahmûd idi. Onlara; “Sübhânallah! Hepinizin de adı Mahmûd. Her biriniz de amcalarınızın kızı ile evleneceksiniz. Fakat sâdece biriniz Allahü teâlânın evliyâ kulları arasında yüksek derecelere sahip olup; “Memdûh” lakabıyla isimlendirilecektir. Ona her taraftan akın akın talebe istifâde etmek için gelecektir. O, bu tepeye bir ev yaptırıp, herkesin hidâyete kavuşmasına vesile olacaktır” buyurdu. Talebeler de kendi kendilerine; “Mübârek hocamızın müjde verdiği o kimse ben olsam” diye temenni ettiler. Bir müddet sonra içlerinden iki tanesi oradan ayrıldı. İbrâhim Hakkı hazretleri yanında kalan Mahmûd’a; “Biraz önce müjde verdiğim Mahmûd sensin. Fakat bu sırrı ben sağ olduğum müddetçe kimseye söyleme” buyurdu. Bu müjdeye çok sevinen Gavs-ül-Memdûh, hocası sağ olduğu müddet içinde kimseye söylemedi.

Gavs-ül-Memdûh, hocasının sık sık iltifâtlarına mazhar olur, “Bârekallahü fike yâ Memdûh” (Allahü teâlâ sana bereketini ihsân etsin) duâsını almakla şereflenirdi. Gecesini gündüzüne katarak hocasının hizmetinde bulunur, ona hizmeti büyük bir ni’met bilirdi. Onun huzûrunda lüzumsuz hiç konuşmaz, ancak sorulan bir suâle kısa ve öz cevap verirdi. Yüksek edeb sahibi olup, arkadaşları arasında parmakla gösterilirdi. Yumuşak huyu ile herkesin dikkatini çeker, aklının kemâlini ve edebini takdîr etmeyen kalmazdı. Onun sohbetine kavuşan, tatlı sözlerine kendini kaptırır, ondan ayrılmak istemezdi.

Gavs-ül-Memdûh, yirmi yaşına girdiğinde, amcası Şeyh Mustafa’nın kızı Zemzem-il-Hassa ile evlendi. Zemzem-il-Hassa ki, Allahü teâlânın rızâsına kavuşan kadın evliyâdan biri idi. Onun büyüklüğünü annesi Âişe hâtun şöyle anlattı: “Zemzem’e hâmile idim. Birgün bana gâibden bir zât görünüp, sâliha bir çocuğumun olacağını müjdeledi. Kim olduğunu sorduğumda, bir melek olduğunu söyledi. Doğumuna kadar hamileliğim çok hafif geçti. Nihâyet 1178 (m. 1764) senesi Şevval ayının yirmisine rastlayan Perşembe gecesi dünyâya geldi. Doğumundan onbeş gün sonra bir gece uyandığımda kendisini emzirmek istedim. Üzerindeki örtüyü kaldırdığımda bütün vücûdunun ilâhî bir nûra gark olduğunu gördüm. Çok hareketsiz bir hâlde uyumasından öldüğünü sandım. Dikkatle üzerine eğildiğimde, nefes alıp verdiğini anladım. Sonra babasını uyandırıp çocuğun durumunu gösterdim. Babası, çocuğumuzun üzerini kaplayan nûra bakarak, onun ileride çok sâliha bir hanımefendi olacağını müjdeledi.”

Gavs-ül-Memdûh, hocası İbrâhim Hakkı hazretlerinin vefâtından sonra, yerine geçip, talebeleri okutmağa başladı. Her geçen gün talebesi ve ziyâretçileri çoğaldı. Öyle ki, artık dergâha sığmaz hâle geldi. Ba’zan günde bin beşyüz kişiden fazla ziyâretçi oluyordu. Bu izdihamın kalkması için hocasının işâret buyurduğu Re’s-il-kuvâ dağının bir tepesine büyük bir dergâh ve yanına ev yaptırdı. Burada insanlara feyz ve bereketler yağdırıp, hidâyete kavuşmalarına sebep oldu.

Gavs-ül-Memdûh, bir gece rü’yâda Mûsâ Kâzım hazretlerinin kendisine; “Ey Memdûh, kalk! Kalb gözünün açılacağı, ilâhi tecellilerin zâhir olacağı zaman yaklaştı” müjdesine mazhar oldu. “Hayırdır inşâallah” diyerek yatağından fırlayan Gavs-ül-Memdûh hazretleri, ilâhi bir cezbeye kapıldı. O anda bütün vücûdunda şiddetli bir hararet meydana geldi. O günden sonra şiddetli kış günlerinde bile dışarda durduğu hâlde harareti sönmedi. Bu rü’yâdan sonra, daha önce konuşmadığı lisânlarla Allahü teâlânın izniyle konuşup, o dillerde şiirler, kasideler söyledi. Ondan sonraki üç senede, üzerindeki bu hararet hâli kalkıp yerini tam tersine bir soğukluk hâli aldı. Öyle ki soğuktan durmadan titrerdi. Dördüncü senede bu hâlden kurtulup, normale döndü. Bundan sonra artık talebe okutmaya devam etti.

Gavs-ül-Memdûh’un torunu Halîl Efendi anlattı: “Birgün mübârek hocamın hizmetiyle şerefleniyordum. İçeri tanımadığım birisi girerek, Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin elini öpmeye başladı. Sonra hürmetle; “Muhterem efendim! Tâ Sivas’tan sırf size teşekkür edip, müstecâb duâlarınızı almak için geldim. Çünkü hayatımı kurtardınız. Eğer müsâdeniz olursa hâdiseyi anlatayım” dedi. Hocam da gülümseyerek müsâade etti. O kimse başından geçen hâdiseyi şöyle anlattı. “Bir deniz yolculuğuna çıkmıştım. Gemimiz bir müddet yol aldıktan sonra, şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Koskoca dalgalar gemiye çarptıkça, gemi bir sağa bir sola yatıyor, tahtaları gıcırdayarak kırılmamak için direniyordu. Gemide bulunan herkes, kurtulmak için duâ ediyor, kurbanlar adıyordu. Nihâyet dalgaların şiddetine dayanamayan gemimiz battı. Hepimiz suyun üzerinde durabilmek için çabalıyorduk.

Yüzmek için uğraşırken aklıma aniden zât-ı âliniz geldi ve; “İmdat yâ Gavs-ül-Memdûh hazretleri!..” diye sizden yardım istedim. O anda önümde bir geniş tahta belirdi. Ona yapışarak su üzerinde kalabildim. Uzun uğraşmalardan sonra sahile çıktım. Fakat açlıktan ve yorgunluktan çok halsiz düşmüştüm. Gözümün önünü görecek durumum yoktu. Birden nûr yüzlü bir kimsenin, bana, içinde ekmek ve peynir bulunan bir paket uzattığını gördüm. Verilenleri yemek için çabalarken o mübârek zât oradan kayboldu. Yemîn ederek söylüyorum ki, benim denizde boğulmaktan ve açlıktan ölmekten kurtulmama sebep olan sizden başkası değildi.”

Gavs-ül-Memdûh’un akrabalarından Ali Efendi anlattı: “Birkaç arkadaşımla hacca gitmiştik. Dönüşte Lazkiye civarına geldiğimizde yiyeceklerimiz bitti. Lazkiye’ye giderek orayı idâre eden Osmanlı paşasına durumu anlattık ve yardımlarını taleb ettik. Bizim Tillo’lu olduğumuzu öğrenince, Gavs-ül-Memdûh hazretlerini sordu. Yeğeni olduğumuzu söyledik. Paşa buna çok sevindi ve hocamızın evsâfını sordu. Ben de tek tek anlattım. Anlattıkça paşa tasdik ediyordu. Buna oldukça şaşırdım. Acaba paşa, hocamızı nereden tanıyordu? Dayanamadım sordum. O da cevap olarak şöyle anlattı: “Pâdişâhımızdan, buradaki Fransızlarla savaş yapmak üzere emir almıştım. Askerlerimi toplayarak düşmana saldırdık. Onlara karşı gerek silâh olarak, gerekse asker olarak çok az olmamız hasebiyle mağlup olmuştuk. Durumu sultânımıza bildirdik. Sultan da yeniden asker toplayıp Fransızların üzerine yürüyerek galip gelmemizi emretti. “Başüstüne” diyerek tekrar asker topladım. Hazırlıklarımı tamamladıktan sonra savaş meydanına yürüdük. Her askere tekrar tekrar tenbîh ettirdim ki, namazını hiç kimse geçirmesin, âmirlerine mutlak itaat etsin, birbirlerine haklarını helâl etsin ve zamanın evliyâsının en üstünü olanlardan imdat istesin. Böylece hem maddî, hem de ma’nevî sebeplere yapıştık. Başta kendim, savaş meydanında geçirdiğim o ilk gecede, sabahlara kadar uyumadım. Namaz kılıp, Kur’ân-ı kerîm okudum ve cenâb-ı Hakka çok duâ edip yalvardım. Gözyaşları arasında zamanın Gavs’ından da yardım istedim. Fecr vaktinde askerîmi uyandırdım. Ezân-ı Muhammedî okundu. Cemâatle sabah namazını kıldık. Rabbimizden bize zafer nasîb etmesi için duâlar edip askerîmle helâllaştım. Güneş doğarken, karşı tepede ordugâhını kuran Fransızlar üzerine; “Allah Allah!…” nidâlarıyla hücuma geçtik. Önce top atışları ile başlayan savaş, sonra tüfek ve tabancaya, göğüs göğüse geldiğimizde de kılıç ile çarpışmaya döndü. Her iki tarafında bütün gücü ile vuruştuğu bir anda, bir atlının rüzgâr gibi saflarımıza katılıp düşmana hücum ettiğini gördük. Bu gelenin nûr yüzü, yeşil sarığı ve beyaz elbisesi içinde daha da heybetli görünüyordu. Elinde kılıncı ile; “Allahü Ekber” nidâlarıyla hücum üzerine hücum tazeliyordu. Onun bu gayreti hepimizi heyacana getirdi. Canımızı dişimize takarak Fransızların üzerine şiddetle saldırdık. Öyle ki, herbirimiz birer arslan kesilmiştik. Vurduğumuz yerden ya kol, ya baş koparıyorduk. Bizim bu anî gayretimiz düşmanın gözünü yıldırdı ve kaçmaya başladılar. Peşlerine düştük, pekçoğunu öldürdük, bir kısımını esîr aldık. Pek azı kaçabilmişti. Topları, cephâneleri hep elimize geçti. Bu arada bize yardıma gelen o mübârek zâtın, düşmanın kaçtığı istikâmetten atıyla geldiğini gördük. Önünde elleri bağlanmış bir Fransız vardı. Yanımıza gelmesini heyecanla bekledik. Nihâyet geldiklerinde esîri yere bıraktı ve; “Paşa! Bu papaz, Fransızları galeyana getirerek, müslümanlara saldırtıyordu. Bu İslâm düşmanını iyi zaptet!” buyurdu. Buna çok sevindim ve imdâdımıza yetişen nûr yüzlü zâtın ellerine sarıldım. Doya doya öptükten sonra; “Canım size feda olsun. Kim olduğunuzu lütfeder misiniz?” diye sordum. “Tillolu Memdûh’um” diyerek atını mahmuzladı. Önce şaha kalkan at, hızla yanımızdan uzaklaştı. O günden beri bu zâtı tanıyan biriyle karşılaşmak için Allahü teâlâya duâlar ettim. Nihâyet kabûl olmuş. Sizinle görüşmek, ondan haber almak devletine kavuştum. Lütfen Tillo’ya vardığınızda, benim yerime mübârek ellerinden öp, selâm ve hürmetlerimi bildir. Kıyâmet günü bize şefaat etmesini istirhâm ettiğimi de bildir.” Paşa’nın anlattıklarını hepimiz heyecanla dinledik. Sonra bize çok izzet ve ikramlarda bulundu. İhtiyâçlarımızı giderdi. Sonra yola koyulduk. Tillo’ya geldiğimizde doğruca Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin huzûruna gidip durumu anlattım. Selâmını söyledim. “Ve aleyküm selâm. Paşa doğru söylemiş” diyerek, Allahü teâlânın kendisi için ihsân ettiği bu ni’mete şükretti.”

Gavs-ül-Memdûh’un yakın talebelerinden Abdürrahîm Efendi anlattı: “Hocam Gavs-ül-Memdûh hazretleri, birgün dergâhın önünde otururken beni huzûr-u şerîflerine çağırdı. Şam’a gidip gitmediğimi sordu. Ben de; “Gitmedim efendim” deyince. “Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin.” buyurdu. İşâret ettiği yöne baktığımda, yemyeşil bahçeleriyle. Şam’ın karşımda durduğunu hayretle gördüm. Şam’ı merakla seyrettiğimi gören mübârek hocam: “Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?” buyurunca, rü’yâdan uyanır gibi Şam gözlerimden silindi ve hocama; “O köy buraya uzaktır, görünmez efendim” diye cevap verdim. Bunun üzerine; “Doğu tarafına bak” buyurdu. O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözümün önüne geldi. O anda köyün bir kenarında, hocamın talebelerinden birkaç tanesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor, talebe arkadaşlarımla alay ediyordu. Hocam; “Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?” diye sordu. Ben de; “Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim” diye sordum. Hocamın hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağımı hızla bekçiye doğru salladım. Allahü teâlânın izniyle, ayağım bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktım fakat mübârek hocamın; “Yeter, yâ Abdürrahîm!” buyurması üzerine durdum. Boşi köyü de gözümden kayboldu. Hocamın bu kerâmetlerine hayran kalmıştım. Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde hocamın huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi; “Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ etmenizi yalvarırım” diyerek ağladı. Hocam onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.”

Gavs-ül Memdûh hazretlerinin akrabalarından Molla Hâmid anlattı: “Yaya olarak Erzurum’a gidiyordum. Bir gece Çakmak isimli bir köyde, Yûsuf Efendi isminde iyilik sever birisine misâfir olmuştum. Nereden gelip nereye gittiğimi, kim olduğumu sordu. Tillo’lu olduğumu, Gavs-ül-Memdûh’un akrabası olduğumu söyledim. Hocamın ismini işiten Yûsuf Efendi birden heyecanlandı ve başından geçen şu hâdiseyi anlattı: “Birisi bana bir iftira atarak hapsettirmişti. Hiçbir suçum olmadığı hâlde verilen cezaya üzülmüştüm. Oradan kurtulmak için pekçok çâreler düşündüm, plânlar kurdum. Fakat hiçbirinden netice alıp, hapisten kurtulamadım. Bir gece iki rek’at namaz kılıp Allahü teâlâya gözyaşları arasında kurtulmam için duâ ettim. O duâdan sonra hatırıma cenâb-ı Haktan velî olan kulları geldi. Onlar, darda kalan kullara yardım eder düşüncesiyle; “Ey zamanımızın Gavs-ı a’zamı! Ne olur buradan kurtulmam için himmet buyurmanızı istirhâm ediyorum” diyerek, imdat istemeye başladım. Bu şekilde geç saatlere kadar hep Allahü teâlânın sevdiği kullarını yardıma çağırdım. Derken uyumuşum. Birisinin müşfik ve heybetli sesiyle uyandım. “Yûsuf Efendi! Haydi kalk” diyordu. Kalktım. Başucumda üç kimse duruyordu. Herbirinin yüzleri nûr gibi parlıyordu. “Kimsiniz? Ne için geldiniz?” der gibi yüzlerine bakınca, içlerinden biri; “Sen bizi imdâda çağırmamışmıydın? işte geldik!” buyurdu. Sevincimden ne yapacağımı şaşırdım. Fakat kapılar kilitli idi. Üstelik nöbetçiler sabahlara kadar kapı önlerinde gezinip duruyorlardı. Nasıl çıkıp gidecektim. Daha böyle düşünceler aklımdan geçerken o heybetli zât tekrar; “Vesveseyi bırak, cenâb-ı Hak herşeye kâdirdir. Yürüyerek evine git” buyurdu. “İsm-i âliniz nedir?” diye arz ettiğimde de; “Tillolu Memdûh’um. Allahü teâlâ darda kalan kullarına yardım etmekle bizi vazîfelendirdi” deyip gözden bir anda kayboldular. Korka korka kapıya vardım. Koluna bastığımda, kapı kilitli değilmiş gibi açıldı. Nöbetçi oturmuş uyukluyordu. Çok güzel bir fırsattı.

Sür’atle yanından uzaklaştım. Sevincimden kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Hapishâneden çıktıktan sonra sanki arkamdan beni çağıracaklarmış gibi korkuyla sık sık arkama bakıyordum. Nihâyet eve vardım. Ertesi günlerde beni hiç arayan soran olmadı. Böylece Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin himmeti, bereketi ve yardımı ile kurtuldum.”

1263 (m. 1847) senesinde Tillo’da hastalanan Gavs-ül-Memdûh hazretleri, talebe, akraba, ahbapları ve çocukları ile helâllaştı. Bir Pazartesi günü öğleye doğru Kelime-i tevhîd söyleyerek vefât etti. Cenâzesini, yerine bıraktığı oğlu İbrâhim yıkadı ve namazını kıldırıp kalabalık bir grup ile defnetti. Mübârek kabri, âşıkları tarafından ziyâret edilmekte, onun feyz ve bereketlerine kavuşulmaktadır.

1) Kenz-ül-fütûh fî menâkıb ve ahvâl-il-Gavs-il-Memdûh.

İsmail Fakirullah (k.s.)

Siirt – Tillo’da merkezde Türbe-i şerifinde

Receb 1067 (19 Nisan 1657) tarihinde Siirt’in Tillo köyünde (Aydınlar ilçesi) doğdu. Asıl adı İsmail’dir. Hayatı hakkındaki bilgiler Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Mdrifetname’sine dayanmaktadır. Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ın soyundan geldiği söylenen dedesi Abdülcemal ve babası Kasım Tillo’da müderrislik yapmışlardır. İsmail’in eğitimiyle bizzat babası meşgul oldu. Yirmi dört yaşı­na geldiğinde tahsilini tamamlayarak medresede ders vermeye başladı. Babası vefat edince de Tillo’daki caminin imam ve hatibi oldu. İbrahim Hakkı onun genellikle Arapça konuştuğunu söyler.

Dinin emirlerini büyük bir hassasiyetle yerine getiren, kendi işini bizzat yapmaktan, tarlada çalışarak el emeğiyle geçinmekten hoşlanan Faklrullah’ın kırk yaşında iken geçirdiği ruhi değişim onun manevi hayata daha çok yönelmesine sebep oldu. Hacdan döndükten sonra bir gece yatsı namazı için camiye giderken bi! kör kuyuya düştü ve burada mazhar olduğu manevi haller sonucunda sekiz yıl süren bir vecd ve istiğrak dönemi yaşadı. Çevresinde toplanan müridlerinin başında Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın babası Molla Osman Hüsnü ile Molla Muhammed gelir. İbrahim Hakkı küçük yaşta babasıyla birlikte onun sohbetlerine katılmış, faziletlerini ve dini hayatını yakından görerek etkisi altında kalmıştır.

Marifetname’de onun Faklrullah unvanını alma sebebi ve hangi tarikata mensup olduğu hususunda bilgi yoktur.İbrahim Hakkı dolayısıyla bu konu üzerinde duranlar Fakirullah’ın Nakşibendi veya Kadiri- Nakşibendi olabileceğini belirtmişlerdir. Marifetname’de Nakşiben­ diliğe özel bir bölüm ayrılmış bulunması onun Nakşibendi olması ihtimalini güçlendirir. Ayrıca bu eserde Üveysi olduğu, doğrudan Hz. Peygamber’in ruhaniyetinden faydalandığı da anlatılır. Hayatının son yıllarında zamanını daha çok müridi ve halifesi İbrahim Hakkı ile sohbet ederek geçiren Fakfrullah’ın şöhreti her tarafa yayıldığından birçok devlet adamı kendisini ziyarete geliyor veya ona mektup gönderiyordu. Hatta bazı sosyal ve siyası meselelerin çözümü için yardım ve himmeti isteniyordu. İbrahim Hakkı, “mürşid-i kamil” olarak nitelediği şeyhinin mütevazi yaşayışı ve ahlakı hakkında ayrıntılı bilgi verir.

Uzun murakabe halleriyle tanınan Fakirullah 1147 (1734) yılında tekrar istiğrak haline girdi. Bir cuma akşamı kendine gelince aile fertlerini ve müridierini toplayarak vasiyette bulundu ve ardından vefat etti. Cenaze namazı büyük oğlu Abdülkadir tarafından kıldırıldı. Defnedildiği yere yapılan türbeye güneş ışın­ları, 21 Mart ve 23 Eylül günleri 40 X 40 santimlik bir pencereden girip kubbesinde bulunan bir prizmadan geçerek sandukanın baş tarafını aydınlatıyordu. Ancak bu sistem günümüzde bozulmuş durumdadır. Tillo’da daha sonra İbrahim Hakkı tarafından yaptırılan dergahta pek çok kimse eğitim gördü, birçok talebe tahsil yaptı. Fakfrullah’ın türbesi inşa edildiği tarihten itibaren özellikle bölge halkı tarafından sürekli ziyaret edilmiş­ tir ve günümüzde de bu özelliğini koru- maktadır. Şeyhin şahsi eşyaları zamanı­ mıza kadar muhafaza edilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA :
İbrahim Hakkı Erzurumi, Marifetrıame, Kahire 1255/1839, s. 504, 520; Hüseyin Vassaf, Se{fne, ll, 152; İslam Alimleri Ansiklopedisi, istanbul, ts., XVI, 318; Evliyalar Ansiklopedisi, istanbul
1992, VI, 129-144.

Kaynak ; Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi , Hayrani Altıntaş , 12. cilt , sayfa 132

Mehmed Muhyiddin Üftade (k.s.)

Bursa Merkez ‘de Üftade camiinde

Mehmet Muhyiddin Efendi ( Üftade) , Sultan II. Bayezid devri 1490 yılında Araplar mahallesinde dünyaya gelmiştir. Babası Manyaslı, annesi ise Hamamlıkızık köyün’dendir. İlk dini bilgilerini ailesinde ve mahalle camiinde tamamlayan Üftade Hazretleri, çocuk yaşlarda iken Selçuk Hatun Camii imamlığını yapan Muslihiddin Efendiden yakın ilgi ve alaka görmüş, dini konularda yetişmesinde büyük emeği geçmiştir. Çok genç yaşlarda Bursa’da post seren Sufilerden Abdal Mehmed ile yakın ilişki içerisine girip sohbetlerinde bulunmuştur. Babasının mesleği ipekçilik (kazzaz) olduğu için oğlunu da aynı mesleğe yönlendirilerek bir kazzazın yanına çırak olarak verilen Muhyiddin Efendi, ilmini geliştirmede oldukça sıkıntı çekmiştir.

Kısa bir süre sonrada babası vefat etmiş kız kardeşi, erkek kardeşi ve annesi ile yalnı kalmıştır. Bir müddet işine devam etmiş bu arada annesi de ona ipek bükmek suretiyle yardımcı olmuştur. Daha sonra erkek kardeşi vefat etmiş ardından kız kardeşi evlenip ayrılmış annesi de kız kardeşinin yanına taşınmıştır. Böylelikle tamamen yalnız kalmıştır.

Hızır Dedeyi bu işe başladığı sıralarda tanıyıp ona intisap eden Üftade Hazretleri , 8 yıl boyunca onun ölümüne kadar hizmetinde bulundu. Karacabey’de Çobanlık yaparken soğuktan dizleri donarak yürüyemez hale gelip kötürüm (Muk’ad) olan Hızır Dede Bursa’ya gelerek Ulucami yakınlarında bir yere yerleşti. Üftade Hazretleri hizmetine girdiği Muk’ad Hızır Dedeyi sırtında kendi yaşıtlarının alaylıbakışları ve söylemleri arasında Kaplıcalara taşıyarak şifa bulması için oldukça fazla çaba sarf etti. Hızır Dede, Üftade hazretleri 16 yaşlarında iken 1506 yıllarında vefat etti. Vefatı sonrası rivayetlere göre Kuzgunlukta bir mağaraya veya Üçkozlar Zaviyesi’nin alt tarafında bir yere defnedildi. Halk arasında ‘ Çoban Şeyh ‘ olarak tanınan Hızır Dede, Üftade hazretlerinin zahiri ilimleri tahsil etmesi için teşvik etti. Bu telkinlerle kendisini yetiştiren Üftade, şeyhinin ölümünü müteakip 18 yaşlarında Ulucamii fahri müezzini olarak görev aldı.

”Üftade” ismini alması gençlik yıllarına rastlar. Sesinin güzelliğiyle dikkat çeken Mehmet Efendi bir yandan Doğan Bey camii diğer yandan da Ulu camii’nin vakfını yöneten mütevelli heyeti kendisine hizmetleri karşılığında ücret takdir etti. Bu ücreti aldığı günün gecesi rüyasında şöyle bir ses duyduğu rivayet olunur: ‘ Sen Üftade oldun’ ( Üftade; Farsça , düşen düşmüş olan manasındadır) yani dini bir hizmeti maddi bir şeyle sattığın için manevi olarak bulunduğun makamdan aşağıya düştür denilir. Yaptığı davranıştan oldukça fazla pişmanlık duyan Mehmet Muhyiddin Efendi daha sonra yazacağı şiirler bu sıfatı mahlas olarak kullandı. O kadar ki Üftade sıfatı zamanla esas isminin önüne geçti.

Düzenli bir medrese eğitimi almamakla birlikte çeşitli kaynaklarda arapça ve farsçayı iyi bildiği, tefsir, hadis, siyer, kelam gibi ilimlere hakim olduğu bildirilir. Farsçayı sonradan öğrenen Üftade, bununla ilgili halifelerinden Veli Dede’ye yaşadıkları bir olaydan sonra şu kısa bilgiyi anlatır. ” Mevlana Celaleddin Rumi gelerek ‘ Benim kitabım Mesneviyi vaazda naklediniz’ diye buyurdular. Ben dahi, ‘ Kat’a lisan-ı Farisi bilmezem’ deyince Hazret-i Mevlana dahi ‘ Hele sen başla, o lisan sana münkeşif olur’ buyurdular. Veli dede o günden sonra Üftade’nin bir Mesnevi aldırıp vaazlarında okuduğunu ifade eder.

Üftade hazretleri 18 yaşında iken başladığı fahri müezzinliği 18 yıl boyunca sürdürdü. Perşembe günleri Doğanbey camiinde bazı cumları Namazgah’da , bazı günlerdeKayhan camiinde vazife yaptı. 18 yıl boyunca da Emir sultan camiinde Mesnevi dersleri verdi. İsmail hakkı Bursevi hazretleri, Üftade’nin Bursa’da muhtelif makamları bulunduğunu tarif ederek; Atik Ali paşa camiinde Halvet, Kayhan camiinde İtikaf ettiği, Umur Bey camiinde Cuma Kıldığı, doğan Bey mahallesinde bir evde ayda bir kez ikamet ettiğini ifade eder. Yine ‘vakıat’ adlı eserinde keşfinin şeyhinin ölümünü müteakiben açıldığını bildirir. Halkın içerisinden hiç bir zaman ayrılmayıp onlarla adeta bütünleşen Üftade Hazretleri Celvet prensibini bu suretle geliştirdi. 30 yaşına kadar müezzinlik ve imamlık yaparak hayatını sürdüren zat bu yaştan sonra tamamen vaaz ve irşad görevini yerine getirdi. Aziz Mahmud Hüdai onu Kayhan camiinde dinlemiş ve bu suretle intisab etmiştir.

41-48 yaşlarında iken Resmi görevli olarak Emir Sultan camiine imam hatip görevlisi olarak tayin edilmiş ancak bunu kabul etmek istememiştir. Rüyasında Emir sultan Hazretlerinden aldığı tavsiye üzerine bu görevi kabullenmiş ancak aldığı ücreti dervişlere harçlık olarak taksim etmiştir.

Üfta hazretleri 90 yaşında iken 26 tammuz 1580 yılında vefat etmiş, namazı Zakir Başı Emir Efendi tarafından kıldırılarar bugünkü türbesine defnedilmiştir. Vefat tarihine kadar Emir sultan camiindeki görevini sürdürmüştür. Sayısız mürid yetiştiren Üftade hazretleri’nin kamil manada en önemli mürdileri Aziz Mahmud Hüdai ve Veli dede adındaki zatlardır. Üftade hazretleri hakkında okunması tavsiye edilen bir çok menkıbe anltılmaktadır. Üftade Hazretleri ilmi yanında şair bir kişiliğe sahiptir. Divanı ve bir adet hutbe mecmuası vardır.

Üftade hazretlerinin silsilesi
Somuncu Baba
Hacı Bayram veli
akbıyık Sultan
Hızır dede
Üftade hazretleri

Üftade hazretlerinin eserleri

1- Divan ; Altmış kadar şiiri ihtiva eder ve tasavvufi düşüncesinin bazı konularını açıklayan divan ,aşıkların , sadıkların , vasılların, sairlerin , rasihlerin hülasa bu yolun yolcuların hallerini izah eder.
2- Vakıat-ı Üftade ; Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinin müritlik döneminde 1576-1579 yılalrı arasında mürşidinin din ve tasavvuf dünyası ile ilgili düşüncelerini aktardığı bir eserdir.

Üftade Tekkesi
Bursa’da hizmet veren tekkelerin en meşhurlarından ve yapıldığı tarihten itibaren hiç kesintiye uğramadan 1925 yılına ( Tekkelerin kapatılmasına kadar ) varlığını sürdüren kurumlardan birisidir.
Dergahta hizmet veren şeyh efendiler isimleri , vefat tarihleri ve görev süreleri şöyledir ;

Üftade Hazretleri
Mehmet Efendi – 1585 – 6 sene ( Üftade hz’nin küçük oğludur.)
Mustafa Efendi – 1608 – 23 sene ( Üftade hz’nin büyük oğludur. Üftade hazretleri küçük Oğlu Mehmet Efendiyi işaret ettiği için ondan sonra dergah şeyhi olmuştur. Ve babsının yanında defnedilmiştir.
İbrahim Efendi – 1678 – 72 sene ( Şeyh Mustafa Efendinin oğludur. Önce Medrese eğitim almış sonra Şah efendi kensiyle ilgilenmiştir. Tasavvufi eğitimini ise Aziz Mahmud Hüdai hazretleri yanında tamamlamıştır. Burada 4 sene kalan İbrahim efendi babsının vefatıyla dergahın şeyhi olmuştur. Şeyh İbrahim Efendi , 1670 tarihinde büyük bir meblağda para harcayarak dergahı tamir ettirmiştir. Şeyh İbrahim Efendi 1677 tarihinde vefat etmiş ve dedesinin yaptırdığı caminin bahçesine defnedilmiştir.)
Mehmet Efendi – 1697 -20 sene ( Şeyh İbrahim Efendi’nin oğludur.
Mustafa Efendi – 1721 – 25 sene
Hayreddin Efendi – 1758 – 38 sene
Mustafa Efendi – 1802 – 45 sene
Ahmed Hasib Efendi – 1808 – 6 sene
Burhaneddin Efendi – 1845 – 39 sene
Mehmet Efendi – 1912 – 69 sene
Mehmet Efendi – 1913 – 1 Sene
Hakkı Efendi – 1923 – 10 Sene
Muhtar Efendi – 1925 – 2 Sene ( tekkeler kapatıldığında muhtar efendi tekke şeyhi idi.)

Kaynaklar ;

Mustafa Kara , Aşk Bülbülü Hz. Üftade ve Dergahı , Bursa Büyükşehir Belediyesi yayınları , 2014