Ana Sayfa>admin(Sayfa 145)

Ahmed Turani (k.s.)

İstanbul – Beşiktaş’da Dolmabahçe sarayının karşısında yer alan Vişneli Tekke sokak ile Baba efendi sokağının birleştiği yerde.

Ahmed Turani hazretleri onuncu yüzyılda yaşamıştır. Bizans ordusunda kumandan olrak görev yaparken , 984 yılında Malatya civarında , Emeviler’le Bizanslılar arasında yapılan savaşta , Seyyid Battal Gazi ile karşılaşmıştır. Çetin bir çarpışmadan sonra da dost olmuşlardır. Bir süre sonr ada Müslüman olmuş ve Ahmed adını almıştır. Sanraları Battal Gazi ile birlikte bir çok vaşa katılmış, İstanbul kuşatmalarından birinde şehit düşmüş ve şehit olduğu yerde defnolmuştur.

Bir gece Sultan Abdülmecid Han , rüyasında Ahmed Turani Hazretleri‘ni görmüş, ” Sultanım! yıllardan beri burada sıkılıyorum. Kurtar beni” demesi üzerine , türbesi buraya nekil edilmiştir.

Seyda Muhammed Emin Er (k.s.)

Gaziantep – Şehit Kamil’de Nuri Mehmet Paşa camii avlusunda

Muhammed Emin Er, Zülfügül lakabını taşıyan Hacı Zülfikârın oğlu olup, milâdî 1905 veya 1910 tarihinde, Birinci Dünya Savaşı başlangıcında Diyarbakır’ın Çermik ilçesinin Külüyan (yeni ismi Kalaş) kِöyünde doğdu. Soyadı kanunundan öِnce ailesi “Miryânî” olarak bilinirdi. “Er” soyadı “miryân”ın tekili olan “mîr”in tercümesidir.

Henüz dِört-beş yaşlarındayken annesi Havva hanım vefât etti. Babası zengindi, âlimleri çok severdi. Bu sebeple çocuklarının da okuyup âlim olmalarını çok arzu ederdi. Bu amaçla çocuklarına ders vermesi için bir hoca getirdi. Hocanın bütün masraflarını karşıladı. Kendisi ve büyük kardeşi Ali, bu hocadan Elifbâ okumaya başladılar. Ancak Elifbâ bitmeden babası vefât etti. Üvey annesinin sonra da ağabeyinin yanında yetim olarak kaldı. çobanlık yaparken yazı yazacak kağıt ve kalem olmadığından düz satıhlı taşlar üzerine yine taşlarla yazı yazmaya çalışırdı. Böِylelikle Osmanlıca alfabeyi söِkerek okumayı ِöğrendi.

Kendi kendine okumayı ِöğrendiği için insanlar onun için “Hızır ona uykuda ders veriyor” derlerdi. İlme olan hırsından ve merakından dolayı, her fırsatta kendisinden faydalanabilecek bir ilim sahibi olduğunu duyduğu insanların peşinden koşardı. Bu gayretleri sonunda mektup yazabilecek ve Osmanlıca kitapları okuyabilecek hale geldi. Arap dili ve ilimlerine gelince bu ilimlerde bilgi sahibi olan kimseler yoktu.

Ayrıca o sıralar İslamî harfler yürürlükten kaldırıldı. Kur’ân ve İslamî ilimleri ِöğrenmek yasaklandı. Öyle ki hiç kimse kendi evinde bile olsa çocuklarına Kur’ân öِğretemiyordu. Bu nedenle Suriye’ye gidip İslamî ilimleri öِğrenmek için memleketini terkederek yola çıktı. Gaziantep’e gitti. Ancak oradan Suriye’ye geçme imkânı bulamayınca Adana’ya gitti. Oradan İstanbul’a ve Bursa’ya gitti. Daha sonra tekrar Adana’ya döِndü. Yedi sene devam eden seferleri boyunca çeşitli hizmetlere girdi. Kısa bir müddet sonra tahsil için Suriye’ye sefer etti. Suriye’de bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra geri dِönüp tahsiline Türkiye’de devam etti.

İlim tahsiline başladığında 25 yaşında idi. Memleketinde İslamî eğitimde takip edilen usûl gereği Sarf ilmini ِöğrenerek tahsile başladı. Sonra Nahv, Mantık, Vadc, İsti’âre, Edebü’l-bahs ve’l-münâzara, Beyân, Meâ’nî, Bedi’, Usûlu’d-din, Usulu’l-fıkıh ve Kelâm ilimlerini tahsil etti. Bir yandan medresede okutulan bu on iki ilmi öِğrenirken, diğer yandan Fıkıh, Tefsir, Ferâiz, Tecvid gibi diğer ilimleri de ِöğrendi. eş-Şeyh Muhammed Ma’şûk b. Şeyh Muhammed Ma’sûm’dan (ki kendisi Abdurrahman et-Tâğî’nin torunudur) bu ilimlerin hepsinde 1950 yılında icâzet aldı.

Kendisinden bu ilimleri bir çok talebe okudu ve icâzet aldılar. Ayrıca, tasavvufta muhtelif mürşidlerin terbiyesinden geçti. Amelî icâzetini (halka irşad izni) merhum Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî’den aldı. Kendisi Saîd Nursi Hazretleri ile de 1952 yılında Isparta’da görüşmüştür. Üstad Saîd Nursi onu has talebelerinden kabul ettiğini belirtti.

1961 yılında Gaziantep’in Nizip ilçesinin bir köyüne gelip yerleşti. Ardından Gaziantep’e yerleşip burada talebe yetiştirdi. Daha sonra Ankara’da açılan Fıkıh Enstitüsüne Müderris olup Ankara’ya taşındı. İlim tahsilinden sonra hayatı boyunca ders verme, imamlık, vâizlik, tebliğ ve İslam’a davet gibi hizmetlerle meşgul oldu. Bu arada tüm Avrupa ülkelerini, Amerika, Kanada, Japonya, Çin, Hindistan, Pakistan, Afganistan, İran, Rusya, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, Arabistan, Mısır’a çeşitli seferler yaptı. Burada konferanslar verdi. Üniversitelerde ders verdi. İlim adamlarıyla tanıştı. Talebe yetiştirdi. Pakistan’da Müslüman alimler toplantısında ilk on Müslüman alim olarak kabul edildi. Yüzden fazla eser yazmış olup, bunların ancak on tanesi yayınlanmış olup, diğerlerinin yayın hazırlıkları ailesi tarafından sürdürülmektedir. Arapça eğitim gördüğünden eserlerini Arapça kaleme almıştır. 28 Haziran 2013 tarihinde Ankara’da vefat etti. Vasiyeti gereği çok sevdiği Gazianteb’e getirildi. Nuri Mehmet Paşa Camisi avlusuna defn edildi.

Kaynaklar ;http://www.ibrahimhaliler.com/
Fotoğraflar ;http://www.ibrahimhaliler.com/
www.mustafacambaz.com

Topçu Dede

Adana – Ceyhan ‘da Kurtkulağı köyünde bulunan Esbak dağının tepesinde . Esbak dağı ; Ceyhan’dan Kurtkulağı köyüne gelmeden 300 metre sağda tarafta.

Kurtkulağı köyü Esbak dağının tepesinde kabri bulunmaktadır. Yöre halkı tarafından kabirne nur indiğinin müşahede edildiği söylenen Topçu Dede‘nin asıl adının ne olduğu ve hangi tarihler arasında yaşadığı bilinmemektedir.

Kaynak ; Çukurova’nın manevi Sultanları , Kazım Temir (Allah ondan razı olsun), Türkiye gazetesi

Timurtaş Dede

Adana – Yumurtalık ilçesi yakınlarında Demirtaş köyünde

1297 / 1881 tarihli Adana Sancağı salnamesinin 161. sahifesinde ” Yumurtalık nahiyesi civarında kaim Cebelinur’da Meşahiri Ehlulah’tan Abdulcabbar nam bir makam vardır. Bundan başka nahiyeyi Timurtaş ve Palabıyık dede namları ile üç adet makam dahi vardır ” yazılıdır. Bir çok kerameti olan Timurtaş Dede’nin kerametlerinden bir tanesi şöyle anlatılmaktadır;

Timurtaş Dede’nin yaşadığı dönemde o civarda hayvancılık yapan bir zatın keçilerini çalmışlar. Aç kalan oğlaklar meleşmeye başlamışlar. Bunun üzerine keçilerin sahibi Timurtaş Dede2yi vesile ederek Allahu Tealaya dua etmiş. Çıkan fırtına sonucu yollarını kaybeden hırsızların ellerinden kurtulan keçiler tekrardan köye dönmüşler.

Kaynak ; Çukurova’nın manevi Sultanları , Kazım Temir (Allah ondan razı olsun), Türkiye gazetesi

Narlı Dede

Adana – Ceyhan’a bağlı Doruk kasabasında; kasaba meydanın kuzey batı tarafına düşer. ( Meydan bulunan kahvedekilere sorarsak yerini öğreniriz.)

Narlı Dede‘nin esas ismi ve yaşadığı tarih tespit edilememiştir. Mezarının etrafı tarla sahibi tarafından çevrilmiştir. Etrafında Nar ağaçları bulunduğu için köylüler tarafından bu isim verilmiştir.

Kaynak ; Çukurova’nın manevi Sultanları , Kazım Temir (Allah ondan razı olsun), Türkiye gazetesi

 

Cerrah Arap Baba

Adana – Ceyhan İlçesine Bağlı Doruk köyünün girişindeki parkın karşı sokağında

Hangi tarihte yaşadığı bilinmeyen bu velinin birçok kerametleri görüldüğü bildirilmektedir. Bunlardan bir tanesi şöyledir ; Türbe yakınlarında ikamet eden ve eski muhtar olduğunu söyleyen Kadir kurt’un anlattığına göre, aslı bu köyden olup İstanbul’da ikamet eden Ali Coşkunisimli bir emekli öğretmen hastaneye gidiyor ve kendisine ameliyat olması için tarih veriliyor.
O gece Cerrah Arap Baba, adı geçen öğretmeni rüyasında ameliyat ediyor. Ertesi günü doktora giden öğretmene doktor nerde amliyat olduğunu sorunca Ali Bey gördüğü rüyayı anlatıyor.

Kaynak ; Çukurova’nın manevi Sultanları , Kazım Temir (Allah ondan razı olsun), Türkiye gazetesi

 

Durhasan Dede

Adana – Ceyhan İlçesine bağlı Durhasan köyünde , köyün hemen çıkışın bir tepededir.

Ceyhan ilçesinin Durhasan köyü girişinde sağ tarafta bir tepenin üzerinde bulunan asırlık bir meşe ağacının altında, Selçuklu mimari tarzının görüldüğü bir türbede medfundur. Türbenin bakımı köylüler tarafından yapılmaktadır.

Durhasan dede; Çukurova velilerinde Misis kütüklü köyünde kabri bulunan Cabbar Dede’nin kardeşidir. Bu zatı vesile ederek yapılan duaların kabul olduğu yöre halkı tarafından söylenmektedir.

Yaşadığı ve vefat ettiği tarihler kesin olarak bilinmektedir. Türbenin üzerindeki kitabeden 1287 tarihinde restore edildiği anlaşılmaktadır.

Kaynak ; Çukurova’nın manevi Sultanları , Kazım Temir (Allah ondan razı olsun), Türkiye gazetesi

 

Hace Muhammed Baba Semmasi (k.s.)

Özbekistan – Buhara ‘ya 32 km uzaklıkta bulunan Ramiten’e bağlı Decha bölgesinde

Muhammed Baba Semmasi hazretleri, Hace Ali Ramiteni hazretlerinin yetiştirdiği büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin on üçüncüsüdür. Buhara’ya bağlı Semmas köyünde doğdu.

Tasavvuf ilmini büyük âlim Ali Ramiteni hazretlerinden öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek dereceye ulaştı. Hocası, kendisinden sonra yerine, Muhammed Baba Semmasi’yi vekil bıraktı. Diğer talebelerine de, ona tâbi olmalarını vasiyet etti.

Hocasının vefatından sonra onun yerine geçen Muhammed Baba Semmasi, çok talebe yetiştirdi ve içlerinden bir kısmını tasavvufta yüksek makamlara kavuşturdu.

Bu talebelerinin başında, kendisinden sonra yerine geçen ve ilim deryasında sedef olan Seyyid Emir Gilal hazretleri gelmektedir. Bir talebesi de, Behaeddin-i Buhari hazretleridir. Henüz o doğmadan önce, hocası Muhammed Baba Semmasi onun doğduğu yerden geçerken; “Bu yerden büyük bir zatın kokusu geliyor. Pek yakında burası, Kasr-ı ârifân [arifler sarayı] olur” buyurdu.

Bir gün yine oradan geçiyordu. “Şimdi o güzel koku daha çok geliyor. Ümit ederim ki, o büyük zat dünyaya gelmiştir” buyurdu. Böyle buyurduğu zaman, Behaeddin-i Buhari hazretleri doğalı üç gün olmuştu. Dedesi, çocuğun göğsünün üzerine hediye koyup, Muhammed Baba Semmasi’ye getirince; “Bu bizim oğlumuzdur. Biz bunu kabul eyledik” buyurup, talebelerine de; “Kokusunu aldığım işte bu çocuktur. Zamanının rehberi ve bir tanesi olacaktır” buyurdu. Sonra halifesi Emir Gilal hazretlerine, bu çocuğun iyi yetiştirilmesini tembih etti.

Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
“Evlenmek istediğim zaman, dedem beni Muhammed Baba Semmasi hazretlerine gönderdi. Ona gideceğim günün gecesi, içimde gözyaşı ve dua isteği kabardı. Onun mescidine gidip iki rekat namaz kıldım ve Allahü teâlâya şöyle dua ettim: “Ya rabbi, bana, belalarına tahammül için kuvvet ver!”
Sabahleyin hocamın huzuruna varınca; “Bir daha dua ederken, “Ya Rabbi, senin rızan nerede ise, bu kulunu orada bulundur!” diye dua et! Eğer Allah, dostuna bela gönderirse, yine inayeti ile o belaya sabır ve tahammülü de ihsan eder. Fakat, Allahtan ne geleceğini bilmeden, bela ister gibi dua etmek doğru değildir” buyurdu. Bir gece önceki hâlimi keşfetmekteki kerametini anladım ve ona tam bağlandım.”

Yetiştirdiği, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmalarına vesile olduğu yüzlerce veliden dördünü kendisine halife seçmiştir. Bunlardan birincisi Hâce Sufi Suhâri, ikincisi kendi oğlu Hâce Muhammed Semmasi, üçüncüsü Mevlana Danişmend Ali, dördüncüsü ise Seyyid Emir Gilal hazretleridir.

Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
Hocam Muhammed Baba Semmasi ile yemek yiyorduk. Yemek bitince, bana bir ekmek uzatıp; “Al, bunu sakla, belki lazım olur” buyurdu. Yemek yediğimiz halde, bana bu ekmeği vermesinin hikmetini düşünmeye başlamıştım. Ben düşünürken, “Faydasız düşüncelerden kalbi muhafaza etmek gerekir” buyurdu. Sonra yolculuğa çıktık ve bir tanıdığımın evinde misafir olduk. Misafir olduğumuz evin sahibinin sıkıntılı bir halde olduğu görülüyordu. Hocam ona; niçin üzgün olduğunu sordu. O da; “Bir kâse sütüm var, fakat, sütün yanında yemek için ekmeğim yok. Ona üzülüyorum” dedi. Hocam bana dönüp; “Acaba bu ekmek ne olacak düşünüp duruyordun. Ekmeği sahibine ver” buyurdu.

Hace Abdulhalık Goncdüvani (k.s.)

Özbekistan – Buhara’nın 50 km Kuzeyinde Yer alan Gijduvan kasabasındaki İlçe merkezinde yer alan büyük Park’ın içerisindedir.

Evliyânın önderlerinden, İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. Babası Abdülcemîl Malatyalı idi. İmâm-ı Mâlik hazretlerinin neslinden olup âlim ve ârif idi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüksekti. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi. Bir gün Hızır aleyhisselâm kendisine: “Ey Abdülcemîl! Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak. İsmini Abdülhâlık koyarsın.” buyurdular. Abdülcemîl bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Buhârâ’ya göçtü ve Goncdüvân kasabasına yerleşti. Çok geçmeden Hızır aleyhisselâmın buyurduğu gibi bir erkek evlâda sâhib oldu. İsmini Abdülhâlık koydu. Abdülhâlık çocukluğunu burada geçirdi.

Beş yaşına geldiğinde ilim öğrenmesi için Buhârâ’ya gönderildi. Büyük âlim Hâce Sadreddîn hazretlerinden Kur’ân-ı kerîm ve tefsîrini öğrenmeye başladı. Bir gün okuma esnâsında; “Rabbinize tazarrû’ ederek (boyun büküp yalvararak) ve gizli duâ ediniz!” (A’râf sûresi: 55) meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince Abdülhâlık hocasına: “Efendim! Bu “gizli”den murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve duâ, âşikâr, sesli bir şekilde dil ile olursa riyâdan korkulur. Araya riyâ girerse, lâyık olduğu şekilde zikredilmemiş olur. Şâyet kalb ile zikretsem; “Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır.”hâdis-i şerîfi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu müşkülümü halletmenizi istirhâm ederim, efendim!”diye arz etti.

Hocası, büyük âlim Sadreddîn hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun kendisinin bile anlayamadığı böyle bir suâl sormasına hayran kaldı ve cevap olarak: “Evlâdım! Bu mesele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allahü teâlâ nasîb ederse, sana bu ilimleri öğretebilecek bir üstâda kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu müşkülün halledilmiş olur.” buyurdu. Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) bu işâret üzerine, meselelerini halledecek o büyük zâtı beklemeye başladı.

Bir gün Hızır aleyhisselâm yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretme, anma yollarını öğretti ve mânevî evlâtlığa kabûl edip; “Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!” diye târif etti. Abdülhâlık hazretleri de, târif üzere, bu mübârek kelime-i tevhîdi sessiz sessiz kalben söylemeğe başladı. Bunu, kendisi için ders kabûl etti. Bu hâl mânevî makamlarda yükselmesine sebeb oldu.

Bu sıralarda Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri Buhârâ’ya geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Bu hususta kendileri şöyle anlatırlar: On iki yaşında idim. Hızır aleyhisselâm bana Yûsuf-ı Hemedânî hazretlerinden ilim öğrenmemi tavsiye buyurdular. Bu sırada onun Buhârâ’ya geldiğini işiterek derhâl yanına gittim. Ondan pekçok istifâdelere kavuştum. Böylece Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstâdı Yûsuf-i Hemedânî, zikir tâlim hocası da Hızır aleyhisselâm oldu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri hâlini insanlardan gizli tutardı. Nefsinin isteklerine uymayıp, istemediği şeyleri yapmakta kendisini pek ağır imtihanlara tâbi tutar fakat hiç kimseye bir şey sezdirmezdi. Hele onun Hızır aleyhisselâm ile ulaştığı mânâda ilim tahsîline hiç kimse vâkıf olmazdı.

Abdülhâlık Goncdüvânî gerek Hızır aleyhisselâm ve gerekse büyük İslâm âlimlerinin tahsil ve terbiyesi altında zamânının bir tânesi oldu. İnsanlar dünyânın dört bir yanından kâfileler hâlinde ondan istifâde etmek için gelmeye başladılar.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri beş vakit namazını Kâbe-i muazzamada kılar, tekrar Buhârâ’ya dönerdi. Bir Aşûre günü talebelerine derste velîlik hâllerini anlatıyordu. Müslüman kıyâfetinde olan bir genç içeri girip, talebelerin arasına oturdu. Bir müddet sohbetini dinledikten sonra söz isteyerek: Efendim! Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Mü’minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allah’ın nûru ile bakar.” buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir? diye sordu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri gence heybetle nazar ettikten sonra; “Öyleyse belindeki zünnârı, hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı olan parmak kalınlığındaki yuvarlak ipi kes de îmâna gel.” dedi.

Hocanın bu sözleri oradakiler üzerinde şok etkisi yaptı. Genç, telaşla; “Hâşâ! Yemîn ederim bende böyle bir şey yok.” diye söylendi.

O zaman Abdülhâlık hazretleri talebelerinden birine gencin hırkasını çıkarmasını işâret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde düğüm düğüm zünnâr bağlı olduğu görüldü. Bu hâdise karşısında genç, çok mahcûb oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine muhabbet, sevgi duymaya başladı. Böylece evliyânın, Allahü teâlânın nûruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık talebelerinden oldu.

Büyük mürşid bundan sonra etrafındakilere dönerek: “Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnârımızı keselim. Îmân edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnârı kesti, biz de kalbe âid zünnârı keselim. O da, kibr ve gururdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa kavuşalım.” buyurdu.

Talebeleri bir anda hazret-i Hâce’nin gönül yaralarına sunulan şifâ şerbetini içtiler, tövbelerini yenilediler. Böylece kalblerinin Allahü teâlâdan başka bir şeye bağlılıkları kalmadı.

Bir gün huzûruna gelen bir kimse; “Eğer Allahü teâlâ beni Cennet ile Cehennem arasında muhayyer kılsa, ben Cehennemi seçerim. Zîrâ bütün ömrümde nefsimin arzusu üzerine amel etmedim. O halde Cennet nefsin murâdıdır. Cehennem ise, Allahü teâlânın murâdıdır.” dedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri bu sözü red ederek: Kulun seçme hakkı yoktur. Her nereye git derlerse oraya gideriz. Nerede kalın derlerse orada kalırız. Kulluk budur. Senin dediğin kulluk değildir. buyurdu. O kimse bu sefer; “Efendim! Tasavvuf yolunda bulunan kimseye şeytan yaklaşabilir mi?” diye sordu.

“Tasavvuf yoluna yeni gelmiş bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, bir şeye öfkelendiği zaman şeytan ona yaklaşabilir. Şâyet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise, o kimsede öfkelenmek yerine, gayret hâsıl olur. Her ne zaman gayret etse, şeytan ondan kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki, Hakk’a yönelsin. Allahü teâlânın Kitâbına ve Resûlünün sünnetine sarılsın. Bu iki nûr arasında tasavvuf yolunda yürüsün.” buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, Allahü teâlânın indinde duâsı makbûl kimselerden idi. İnsanlar ve cinler duâsına kavuşmak için, uzak yerlerden gelirlerdi.

Bir gün Abdülhâlık Goncdüvânî’nin huzûruna uzak yerden bir misâfir, biraz sonra da yanlarına, güzel sûretli, temiz giyimli bir genç geldi. Abdülhâlık hazretlerinden duâ isteyip hemen ayrıldı. Misâfir; “Efendim! Bu gelen genç kimdi acaba? Gelmesi ile gitmesi bir oldu.” dedi. O da; “Bizi ziyârete gelip duâ isteyen bir melek idi.” buyurdu. Misâfir hayret etti ve; “Efendim! Son nefeste îmân selâmeti ile gidebilmemiz için bize de duâ buyurur musunuz?” diye niyâzda bulundu. Bunun üzerine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri:

“Her kim farzları eda ettikten sonra duâ ederse, duâsı kabûl olur. Sen, farz olan ibâdeti yaptıktan sonra duâ ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için duânın kabûl olmasına vesîle olur.” buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin âhiret âlemine göç etmesi yaklaşmıştı. Kendisine bağlı talebelerinin terbiyesini Ahmed Sıddık, Evliyâ Kebir, Şeyh Süleymân Germinî ve Ârif-i Rivegerî adlarındaki dört büyük halîfesine bıraktı. Onlara nasîhatlerde bulundu. 1180 (H.575) yılında Goncdüvân’da vefât etti. Goncdüvânî hazretleri bugün Nakşibendiliğin prensipleri diye bilinen on bir temel düstûru da ortaya koydu. Bu prensiplerin esası “kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi oradan çıkarıp atmak ve onu dâimâ Allahü teâlâ ile meşgûl hâle getirmek”tir. Vefâtından sonra da kerâmetleri görülmüştür.

Şöyle ki: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin vefât etmesinin üzerinden 332 sene geçmişti. 1512 (H.918) yılında Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîler yüz bin kişilik tâlimli asker ile Ceyhun Nehrini geçerek Mâverâünnehr vilâyetlerine hücûm ettiler. Çok kan döküp büyük tahrîbât yaptılar. Oradan Buhârâ’ya yöneldiler. Pekçok kaleyi zaptettiler. Girdikleri yerlerde Ehl-i sünnet âlimlerinin kabirlerini ve türbelerini yıkıp hakâret yapıyorlardı. Nihâyet Goncdüvân kalesini de abluka altına aldılar. Niyetleri burada bulunan ve Ehl-i sünnet müslümanlarının ziyâretgâhı olan Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin kabirlerini yakmak idi. Ancak şehre karşı hücuma geçtikleri sırada kaleden çıkan beş bin Özbek askerinin etrafında bulunup kendilerine saldıran beyaz atlı beyaz elbiseli ve yeşil sarıklı askerleri gördüler. Başlarında heybetli ve nûrânî, mübârek bir zât elinde iki ağızlı kılıç ile Safevîleri işâret edip hücûma geçtiklerinde ekin tarlasına giren orakçılar gibi düşmanları biçmeye başladılar. Ehl-i sünnet düşmanları kısa sürede bozguna uğrayıp geri dönmemek üzere kaçtılar.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin daha vefâtından evvel söylediği:

Dosta mübârekim ve düşmana musîbetim
Cenkte demir gibi ve sulhta mum gibiyim

Nûr çeşmesinin başı Goncdüvân, menzilimizdir
Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum

şeklindeki sözleri de onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerâmetiydi.

Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Özbekistan Evliyaları