Ana Sayfa>admin(Sayfa 109)

I. Murad Hüdavendigar

Murad Hüdavendigar 9

Bursa – Çekirge semtindeki 1. Murad Hüdavendigar Külliyesinde.

Sultan I. Murad türbesi, oğlu Yıldırım Beyazıd tarafından I. Murad’ın yaptırdığı külliyesinin içerisinde inşa ettirilmiştir. 1389 yılında Kosova Savaşı’nı kazandıktan sonra, harp meydanını gezerken şehid edilen I. Murad’ın iç organları Kosava’daki kabrine gömülmüş ve naaşı daha sonra Bursa2ya getirilerek Hüdavendigar camii’nin kuzeybatısında bulunan türbeye defnedilmiştir. 1855 depreminde yıkılan yapı, Sultan Abdülaziz tarafından 1863 yılında, eski temelleri üzerine, dönemin sanat akımının etkisinde yeniden yaptırılmıştır.

Türbenin ortasında etrafı pirinç parmaklıklarla çevrili olan sanduka I. Murad’a aittir. Bunun iki yanında Yıldırım Bayezid’in oğulları Süleyman ve Musa Çelebiler’in sandukaları yer alır. Ayrıca pencere kenarında beş sanduka daha vardır. Bunlardan biri I. Murad’ın oğlu şehzade Yakup’a (1389) diğeri Süleyman2ın oğlu Orhan’a (1429) ve bir diğeri de II. Bayezid’in Kefe Valisi iken ölen oğlu Mehmed’e (1504) aittir.
Türbenin bahçesinde yer alan bir mezarın, süslemeli mezar taşı kitabesinden 1902 tarihinde padişahın izni ile buraya gömülen bir hanıma ait olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca yine türbe kapısının kuzeyinde semte ismini veren , halk arasında Çekirge Sultan olarak anılan meczup bir şahsın kabri yer almaktadır. Aynı zamanda Çekirge Sultan I. Murad’ın baş müneccimi olmuştur. Türbenin güneybatısında, demir parmaklıklarla çevrili alanda, başka yerlerden getirilen şehit mezarları bulunmaktadır.
2014 yılında UNESCO Dünya Mirası olarak ilan edilen alan içerisinde yer almaktadır.

Hayatı

Osmanlı pâdişâhlarının üçüncüsü. Velî ve ahî şeyhi. Babası Orhan Gâzî, annesi Nilüfer Hâtun’dur.Murad Hüdavendigar 4 726 (m. 1326) senesinde, dedesi Osman Gâzî’nin vefât ettiği ve Bursa’nın fethedildiği sene doğdu. Sultan Birinci Murâd, Murâd-ı Hüdâvendigâr ve Melik-ül-meşâyih Gazi Murâd Hân lakabları verildi. 761 (m. 1359) senesinde babası Orhan Gâzî’nin yerine Osmanlı sultânı oldu. 791 (m. 1389) senesinde Kosova savaşını kazandıktan sonra, bir Sırp asilzâdesi tarafından şehîd edildi. Vücûdunun iç organları Kosova’daki türbesine, cenâzesi de Bursa’ya getirilip, Çekirge semtindeki türbesine defnedildi. Kosova’daki türbesi hâlen mühim bir ziyâretgâh olarak ziyâret edilmekte, Balkan müslümanlarının gönüllerindeki tahtını muhafaza etmektedir.

Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr, küçük yaştan, i’tibâren emîn ellerde, tam bir ihtimâmla yetiştirildi. Sağlam bir i’tikâda, mükemmel bir bilgiye sahip olması için, elden gelen bütün ihtimâm gösterildi. Lala Şahin Paşa’nın yanına verilip, din ve harp bilgileri öğretildi. Devrin en seçme âlimlerinden hocalar ta’yin edildi. Bursa çevresinde sancak beyliği verilip, idâre tecrübesi kazandırıldı. Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr da, sultanlık için yetiştirilen bir beyzâde olmasına rağmen, veliahtlık, ağabeyi Süleymân Paşa’ya verilmişti. Herkes, Şehzâde Süleymân’in bu işe daha lâyık olduğu inancındaydı. Şehzâde Süleymân. Rumeli’de cihâd ile meşgûl iken, Şehzâde Murâd da aynı yerlerde cihâd etmekteydi. Ağabeyi Süleymân’ın, 760 (m. 1359) senesinde harp bölgesinde vefâtı üzerine, Şehzâde Murâd, ordunun kumandasını devraldı. Veliaht şehzâdenin vefâtı üzerine, Şehzâde Murâd, veliaht ta’yin edildi. Orhan Gâzî’nin 761 (m. 1359) yılında vefâtı üzerine, Şehzâde Murâd Bursa’ya da’vet edilip, Sultan ilân edildi. Sultan Murâd, Osmanlı Devleti’nin başşehri Bursa’da, lüzumlu ta’yîn ve icrââtlarda bulundu. Şehzâdeler mes’elesini halledip, önce Karadeniz Ereğlisi ve Ankara’yı fethetti. Lala Şahin Paşa’yı ilk serdar ve sadr-ı a’zam yaptı. Bursa kadısı Çandarlı Halîl Paşa’yı da Kadıasker ta’yin etti. Devletin içişlerini hallettikten sonra, Anadolu’dan Rumeliye yöneldi. 761 (m. 1360) senesinde Çorlu, Keşan, Dimetoka, Pınarhisar, Babaeski, Lüleburgaz ve 762 (m. 1361) senesinde de Edirne fethedildi. Bizans Devleti’nin, İstanbul’dan sonra ikinci önemli şehri olan Edirne’nin fethi, Türklerin Avrupa’ya kesin olarak yerleşmelerini te’min etti. Trakya’da stratejik bir mevkîide bulunan Edirne, Osmanlı Devleti’nin Rumeli’ndeki fetihlerinde bir askerî harekât noktası oldu. Her geçen gün, şehrin i’mâr faaliyetleri artarak genişledi. Gümülcine, Zağra, Yenice ve Filibe de fethedildi. Rumeli’nde fethedilen Avrupa topraklarına, Osmanlı iskân siyâsetince Türk-İslâm ahâlisi yerleştirildi.

Osmanlı Sultânı Murâd Hân’ın Rumeli’ndeki fetihleri, başta Papalık olmak üzere, Hıristiyan Avrupa devletlerini telâşlandırdı. Papa Beşinci Urban, haçlı rûhu ile Balkan milletlerini teşvik ederek, Osmanlılar aleyhine ittifâk kurdurdu. Haçlı ittifâkını haber alan Sultan Murâd Hân da, yerinde ve zamanında tedbir alarak, hazırlıklarını tamamladı. Fetihlerin genişlemesiyle asker ihtiyâcı arttığından, yaya ve müsellem teşkilâtlarına ilâveten, devrin âlimlerinden Karamanlı Molla Rüstem’in teklifi ve Kadıasker Çandarlı Kara Halîl’in fetvâsı ile, harpte esîr alınan gayr-i müslim çocuklarının beştebirinden istifâde edilmek üzere, Yeniçeri Ocağı adıyla bir asker ocağı kuruldu. Alınan esîrler, Anadolu’da Türk çiftçi ailelerinin yanında Türk-İslâm terbiyesiyle yetiştirilerek, Yeniçeri Ocağı’na kaynak te’min edildi. Vezîr Sinâneddîn Yûsuf Paşa’nın yerine, Sultan Murâd’ın hocası ve kadıaskeri Çandarlı Kara Halîl, Hayreddîn Paşa ünvanıyla Vezîr ta’yin edildi. Karamanlı Molla Rüstem’in tavsiyesi ve Sultan Murâd Hân’ın müsaadesiyle vezîr Hayreddîn Paşa tarafından mâlî teşkilâtlara ilâveler yapılıp, gelir artırıldı, İslâm hukukuna göre muharebelerde ele geçen ganîmetlerin beştebiri devletin hakkı olduğundan, “Pençik Kânunu” çıkarıldı. Zabtedilen yerlerde Osmanlı devlet teşkilatı te’sis edildi. Fethedilen heryerin tahrîri yapılıp, aynı gün, kimse aç ve açıkta bırakılmayıp, fakir, zengin, müslim, gayr-i müslim herkes huzûra kavuşturuldu. Rumeli’nde hızla ilerleyen Türklere mâni olmak için. Bizans Kayseri Yuannis ile Venedik Doçu seçilmiş olan Lorenzo Çelsi arasında bir ittifâk yapıldı. Müttefikler, bütün gayretlerine rağmen; Osmanlı Devleti’nin hâkim olduğu yerlerde başarı gösteremeyince anlaşmak mecbûriyetinde kaldılar. 764 (m. 1363) senesinde Kayser Yuannis ile yapılan andlaşmaya göre; Bizans Kayseri, Rumeli’ndeki Osmanlı fütuhatını kabûl ve tasdik edip; Osmanlı’nın Bizans’dan fethettiği toprakları doğrudan doğruya veya başkaları vasıtasıyla almaya teşebbüs etmeyeceğine, hiçbir zaman Türk düşmanlarıyla birleşmeyeceğine ve Anadolu Beylikleri’nden gelebilecek taarruzlara karşı Birinci Murâd Hân ne zaman yardımcı kuvvet isterse; asker vereceğine dâir söz verdi. (Bu andlaşmanın, Bizans’ın Osmanlı Devleti’ne tâbiliğini arz etmesi mâhiyetinde olduğu kabûl edilmektedir.) Sultan Murâd Hân’ın ilk Rumeli fütuhatı esnasında, Osmanlı öncü kuvvetleri tarafından fethedilen Filibe’nin Rum muhafızı, Sırp Kralı Beşinci Uroş’a sığınıp, Türklerin faaliyetleri hakkında geniş bilgi verdi. Osmanlı ilerleyişinin durdurulmadığı takdîrde, Avrupa devletleri ve hıristiyanlık âleminin aleyhine çok büyük hâdiselerin meydana geleceğini bildirdi. Balkan milletlerinin korkusunu değerlendiren Papa Beşinci Urban’ın da teşvikiyle; Macar Kralı Layoş, Sırp Kralı Uroş, Bosna Kralı Turtka, Eflaklılar ve Bulgarlar birleşerek bir haçlı ordusu topladılar. Sultan Murâd Hân’ın Bursa’da bulunmasından istifâde eden müttefik haçlı kuvvetleri, Osmanlı ülkesi istikâmetinde harekete geçtiler. Edirne’de bulunan Beylerbeyi Lala Şahin Paşa, vaziyeti Sultan Murâd Hân’a arz ettiği gibi, Hacı İlbeyi kumandasında onbin kişilik bir kuvveti de keşif gayesiyle düşmana karşı gönderdi. Müttefikler, Meriç nehrini geçmelerine rağmen, hiçbir mukavemetle karşılaşmamanın verdiği sevinçle zafer şenlikleri yapıyorlardı. Osmanlı öncü kuvvetleri kumandanı Hacı İlbeyi, haçlıların zafer sevinciyle içip sarhoş olmalarını, herbirinin bir köşeye sızmasını bekledi. Beklediği zaman gelince; gece muharebe taktiğini tatbik ederek, anî bir baskın tertîb etti. Osmanlı baskınının telâşı ile neye uğradığını şaşıran müttefik haçlı askerleri, Meriç nehri sahilinde büyük bir bozguna uğradılar. Kılıç artığı haçlıların bir kısmı, Meriç sularında boğuldu. Kurtulabilenler de kaçtılar. Bu savaşın adına Osmanlılar; “Sırpsındığı Zaferi”, Avrupalılar da; Sırpsındığı hezimeti dediler. Bu zafer, Balkanlar’da müttefik haçlı ordusuna indirilen ilk büyük darbe olması bakımından önemlidir. Sultan Murâd Hân, Rumeli’ye geçmeden önce, Katalanlar’ın elindeki Biga’yı fethetti. Sırpsındığı muharebesinden sonra, Osmanlı başşehri, Bursa’dan Edirne’ye nakledilerek şehirde; mescidler, câmiler, medreseler, saray dâhil, kültürel ve sosyal müesseselerin te’sisine başlandı. Türk-İslam ilim ve san’at eserleriyle süslenen Edirne, İstanbul’un fethi sonrasına kadar Osmanlı başşehri olarak kaldı. Balkanlar’da Osmanlı iskan siyâseti tatbik edilip, Anadolu ahâli’sinden müslümanlar göçürülerek, Balkanlar, müslüman nüfus ile şenlendirildi. Osmanlı’nın, müsâmahasız herkese hak ve adâlet dağıtan âdil idâresi ve hayır müesseseleri te’sis edildi. Ticârete de önem verildi. Adriyatik kıyısında küçük bir devlet olan Raguza Cumhuriyeti ile ticâret andlaşması yapılarak, Osmanlı himâyesi altına alındı.

767 (m. 1366) târihinde Gelibolu, Bizans Kayseri’nin dayısı Savua Kontu italyan Amedeo tarafından işgal edilmişse de; bir yıl sonra tekrar Osmanlıların eline geçti. Aynı yıl Sultan I. Murâd Hân’ın başlattığı Balkan fütûhâtıyla; Kırkkilise (Kırklareli), Vize, Aydos Burgaz ve Tirebolu mevkileri zaptedildi. Sultan Murâd Hân, Karadeniz’e dayanmak istiyordu. Bu gayesini gerçekleştirmek için çok muntazam bir plân tatbik etti. Batı cephesi kumandanlığına Evrenos Paşa’yı ta’yin ederek, Makedonya’nın fütûhâtıyla vazîfelendirdi. Kuzey cephesi kumandanlığını Kara Timurtaş Paşa’ya vererek, Tunca boyunun fethiyle vazîfelendirdi. Kuzey-batı cephesi kumandanlığını da Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa’ya verdi. Kara Timurtaş Paşa, Bizanslılar’dan; Kızılağaç yenicesi’ni, Bulgarlar’dan; Yanbolu ve İslimye’yi aldı. Lala Şahin Paşa, Samaka ve İhtiman’a akın tertîb etti.

Sultan Murâd Hân’ın 768 (m. 1367)’de başlattığı Harekâtla Bulgarlardan; Aydos Karinâbât ve Tirebolu’yu, 769 (m. 1368)’da Bizanslılar’dan; Hayrabolu, Pınarhisar ve Vize’yi alıp, elden çıkmış olan Kırkkilise’yi tekrar fethetti. Bulgaristan kralı Yuvan Şişman, Osmanlılara karşı duramayacağını anlayarak, andlaşma istedi. Kızkardeşi Prenses Marya’yı da Sultan Murâd Hân’a vererek, andlaşmayı akrabalık yoluyla kuvvetlendirmek niyetindeydi. Osmanlıların Balkanlar’daki başarılarından telâşa düşen Bulgar kralı Yuvan Şişman, Bizans’ın da teşvikiyle andlaşmayı bozarak Sırp kralı ile birleşti. 773 (m. 1371) senesinde Çirmen’de yapılan muharebede, Sırplılar büyük bir bozguna uğradı, iki kraldan biri Meriç’te boğulup, diğeri, kaçarken öldürüldü. Bu savaşla, Balkanlar’daki mukavemet kırılarak, Osmanlılara Makedonya kapıları açıldı.

Osmanlı akıncıları, 773 (m. 1272)’de Vardar’ı geçip; Sırbistan, Bosna, Arnavutluk ve Dalmaçya’ya kadar uzanarak, Adriyatik denizine dayandılar. Teselya geçilerek, Yunanistan’ın Atîk havâlisine kadar inen akıncılar, düşman arazisini tahrib edip zayıflatmak, anî baskınlarla düşmanı tedirgin edip moral bozmak, keşif harekâtları yapmak, düşmanın pusu kurmasına engel olmak, ganîmet ve esîr almak, yol ve köprüleri emniyet altında bulundurmak, hudud dışındaki yerli ahâlinin çağrısıyla zâlimleri ortadan kaldırmak ve mazlûmlara Osmanlı adâletini tanıtmak gibi mühim vazîfeler icra ettiler.

Çirmen zaferi sonunda, ilk Makedonya Fütuhatı başlatılarak, vezîr-i a’zam Çandarlı Kara Halîl Hayreddîn Paşa, Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa, Gâzî Evrenos ve Deli Balaban Beyler komutasındaki Osmanlı Ordusu, İskece, Drama, Kavala, Zihne, Serez, Avrethisar, Vardar Yenicesi ve Karafırye mevkilerini fethetti. Osmanlıların Makedonya’yı zapt ederek Köstendil’e gelmeleri üzerine, Yukarı Sırbistan hükümdârı Lazar Grebliyanoviç, Sultan Murâd Hân ile anlaşmak istedi. Lazar, Osmanlılara vergiyle beraber, asker vermeyi de kabûl etti. Bizans, Bulgar ve Sırp kralları, Prens ve Despotları, Birinci Murâd Hân’a tâbiiyetlerini arz ettiler. Bu devletlerin Osmanlılar’ın hâkimiyetlerini tanıyarak; vergi vermeleri ve muharebelerde yardımcı asker vermeleri, geniş ölçüde fütuhat yapan, Osmanlı devleti için büyük faydalar ve muvaffakiyetler sağladı.

Rumeli ve Anadolu’da fetihler devam ederken, ba’zı mâlî, idarî ve askerî ihtiyâçları karşılamak için Timar teşkilâtı kurulmuştu. Kara Timurtaş Paşa’nın tavsiyesiyle, Timar teşkilâtı, ta’dil ve ihtiyâca göre ıslâh edildi. “Yaya”, “Müsellem” ve “Yeniçeri”lere ilâveten, kara Timurtaş Paşa’nın tavsiyesi ile “Kapıkulu askeri”nden maaşlı süvari ocağı kuruldu.

Seferlerde levazımın muhafazası ve süvarilerin hayvanlarının bakımı için Voynuk sınıfı teşkil olundu. Sultan Murâd Hân, 780 (m. 1378)’de oğlu Şehzâde Bâyezîd’i, Germiyan Bey’i Süleymân Şah’ın kızı Devlet Şah Hâtun ile muhteşem bir düğünle evlendirdi. Süleymân Şah, kızına çeyiz olarak; Kütahya, Tavşanlı, Emet ve Simâv’ı verdi. Hamîdoğlu Hüseyn Bey’den seksenbin altın karşılığı; Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Seydişehir ve Karaağaç alındı.

782 (m. 1380)’de Balkanlar’da Osmanlı fütuhatını tekrar başlatan Birinci Murâd Hân, Makedonya’da harekâta geçilmesini emretti. Rumeli Beylerbeyliği’ne ta’yin edilen Kara Timurtaş Paşa, Vardar nehri sahilindeki İştip’i fethedip, Vardar’ı geçerek, 784 (m. 1382)’de Manastır’ı ve Pirlepe’yi aldı. Manastır, Arnavutluk ve Kuzey Epir mıntıkalarına yapılacak harekât için üs oldu. 786 (m. 1384) baharında, Osmanlı akıncıları, Bosna-Hersek akınını gerçekleştirerek, pekçok esîr ve ganîmet aldılar. 787 (m. 1385)’de Vezîr-i a’zam Çandarlı Hayreddîn Paşa’nın Ohri’yi fethiyle, Osmanlılar Arnavutluk hududuna yerleştiler. Kuzey Arnavutluk prensi Balşa ile Draç ve Orta Arnavutluk dukası Şarl Topia arasında meydana gelen muharebede, Draç dükası, Hayreddîn Paşa’dan yardım istedi. Bu çağrı üzerine Hayreddîn Paşa, Draç prensine yardım ederek, Savra’da onun galibiyetini te’min etti. Bu muharebede Prens Balşa da öldürüldü. Osmanlı kuvvetleri, 788 (m. 1386)’de Kroya ve İşkodra’yı aldılar ise de, Venedik nüfuzu altında bulunan bu yerleri, Venediklileri gücendirmek istemedikleri için bırakıp çekildiler. Balabancık kalesi kumandanı İnce Balaban Bey, 787 (m. 1385)’de Bulgaristan’ın mühim merkezlerinden Sofya’yı zaptetti.

Osmanlı ordusunun Rumeli’de bulunmasından istifâde eden karamanlı Alâeddîn Bey, 788’de (m. 1386) Osmanlı hududuna taarruz ederek, Beyşehir ve havâlisini zaptetti. Tecâvüzü Edirne’de haber alan Sultân Murâd’ın, etrâfındakilere şöyle dediği rivâyet edilir:

“Şu ahmak zâlimin yaptığına bakın hele! Ben din gayretiyle Allah yolunda bir aylık mesafede kâfirler içine girdim. Ömrümü, gece-gündüz gazâya verdim; çok mihnet ve belâ çektim. Hâlbuki, o gelip müslümanları yağmaladı. Söyleyin ey gaziler!… Ben cihâdı bırakıp da ehl-i İslâma nasıl kılıç çekeyim?”

Fakat, ehl-i İslâmı kırmak bahasına da olsa, kâfirin ekmeğine yağ süren hainliği cezalandırmak ve Anadolu’daki diğer beylere esaslı bir göz dağı vermek gerekiyordu. Sultan Murâd, Rumeli’deki kuvvetlerin başında Çandarlı Halîl Hayreddîn Paşa’yı bırakarak, Anadolu’ya geçti. Kışı Bursa’da geçirdikten sonra, Karamanoğlu’nun üzerine yürüdü. Konya önlerinde karşısına çıkan Karamanoğlu kuvvetlerini dağıttı. Alâüddîn Bey, Konya kalesine kaçtı. Kale muhasara edilince, Alâeddîn Bey, Sultan Murâd’ın kızı olan zevcesi Melek Hâtun’u şefaatçi gönderip sulh istedi. Bilâhare Osmanlı ordugâhına gelip, kayın babasının elini öpünce iş tatlıya bağlandı. Karamanoğullarının da Osmanlı hâkimiyetini tanıması, batıda olduğu gibi doğuda da Sultan Murâd Hân’ın nüfuz ve i’tibarını arttırdı. Sultan Murâd Hân’ın ve Osmanlı ordusunun Anadolu’da bulunmasından istifâde eden Balkan kral ve prensleri, Türklere karşı ittifâk kurup, taarruz plânları yaptılar. Bosna hududunda Lala Şahin Paşa kumandasındaki akıncılar, Bosna Kralı Lazar’ın otuzbin kişilik müttefik kuvvetlerini karşıladı. 781 (m. 1378)’de Ploşnik mevkiinde meydana gelen muharebede, Lala Şahin Paşa’nın yirmibin kişilik kuvveti bozularak, çoğu şehîd oldu. Ploşnik bozgunu, gizlice hazırlanmakta olan Hırvat, Leh, Macar ve bütün Balkan kral ve prenslerini Osmanlılar aleyhine harekete sevketti. Denizci bir kavim ve devlet olan Venedikliler, Osmanlıları iyi tanıyıp menfaatlendiklerinden, her ne kadar haçlı ittifâkına katılacaklarını beyân etmişlerse de, tarafsız kalmaya mecbûr oldular. Lazar ve Arnavut prensi Kastriyota’nın öncülüğünde; Hırvat, Leh, Macar, Bulgar, Sırp ve Arnavut’ların ittifâkını haber alan Sultan Murâd Hân, vekarını muhafaza ederek, muvazeneli ve plânlı bir şekilde hazırlıklarını tamamlamaya başladı. Balkan ittifâkına karşı Anadolu beylerinden yardım istedi. İttifâka dâhil olan Bulgarları büyük harbden önce saf dışı etmek gayesiyle, Vezîr-i a’zam Çandarlı Ali Paşa’yı vazîfelendirdi. Osmanlı ordusu, Balkan dağlarını aşarak; Pravadi, Şumnu ve Bulgar krallığı’nın merkezi Tırnova’yı aldı. Ali Paşa, Tuna boyu istikâmetinde harekâtı devam ettirerek; Ulah hakimiyetindeki Silistre ve Niğbolu’yu zaptetti. Bulgar kralı Şişman, Osmanlılar ile andlaşmaya mecbûr oldu. Böylece haçlı ittifâkına girmemesi te’min edildi. Osmanlı beylerinin Balkanlar’daki ileri harekâtı durduruldu. Sultan Murâd Hân, bütün kuvvetlerini kumandasında topladı. Bulgaristan harekâtını muvaffakiyetle tamamlayan Vezîr-i a’zam Ali Paşa, Yanbolu’ya gelen Sultan Murâd Hân ile görüşerek, durumu arz etti. Durum değerlendirilmesi tamamlanıp, harp dîvânında sefer kararı alınarak, Priştine hedef ta’yin edilince; Osmanlı ordusu, Büyük Balkan harekâtını başlattı. Yollarda, yerli ahâlinin; mal mülk, can ve ırzına karşı hiçbir tecâvüz yapılmadan Kosova’ya gelindi. Yağma ve tahribatın yapılmaması, Balkan milletlerini, Osmanlı’nın güzel ahlâkına ve adâletine hayran bıraktı. Üsküb ile Priştine arasındaki Kosova’da, müttefik haçlı ordusuyla karşılaşıp muharebe nizâmı alındı. Bu sırada Sırp kralı Lazar’ın elçisi geldi. Huzûra kabûl edilince, Lazar’ın ağzından; “İşte ben hazırım. Üç aydan beri eli kanda da olsa üstümüze gelmeliydi. Eğer er ise gelsin uğraşalım. Eğer gelmezse, hazır olsun. Ben varırım!” diyerek meydan okudu. Sultan Murâd Hân da cevap verip; “O mel’ûn herif hiç mi İslâm kılıcı görmemiş ki, böyle boş lâflar eder? İnşâallah ona Türk erliğini göstereyim!” dedi. Osmanlı’dan elçiye zeval olmadığını bilen elçi, Sultân’ı öfkelendirmekten çekinmeyerek edepsizliğine devam edip, sayıca üstünlüklerini söyleyerek; “Hem de bir erimiz, bin Türk’e denktir!” deyince, Gâzî Hünkâr; “Bre mel’ûnun uğursuzu, alçak!” diye bağırdı; “Eğer cihanın askeri sizinle olsa, Allahü teâlânın inâyeti, Muhammed aleyhisselâmın mu’cizâtı ile cümlesinin kanını toprağa karıp, onları karga gibi ayıklayıp, binini bir defada kırar ve o mel’ûn kralının da başını keserim!” dedi.

Elçi gittikten sonra, harp meclisi toplandı. Sultan Murâd, evvelâ Gâzî Evrenos Bey’e; “Evrenos! Bu kâfir ile nice buluşup cenk etmek gerektir? Bu işin asanı (kolayı) ne veçhile olur?” diye sordu. Gâzî Evronos Bey; “Ey Hüdâvendigâr, ben kemîn (âciz) bir hizmetcinizim! Benim fikrim ve reyim n’ola? Süleymân’ın yanında karıncanın ne fikri ola ve ne mikdârı ola ki, söz söyleye! Asker yaşamak ve cenk ahvâlini bilmek, sultanların işidir” diye cevap vererek tevâzu gösterip, Sultânın zihninden geçenlere iştirâk ettiğini bildirdi.

Bunun üzerine Sultan Murâd, meclistekilere hitaben; “Beyler! Eğerçi Hak inâyeti ile çok çeri sürüp cenk ettim. Amma bu kalan cenk gibi değildir. Müşâveret etmek sünnet-i Resûldür. İttifâk edip gönül berkedip, gönül berkdürmek vâcibdir” dedikten sonra, tekrar Gâzî Evrenos Bey’e dönerek; “Nice zamandır ki, seni bu uçda koydum, bunların ayinini bildin ve tecrübe ettin. Senin fikrin diğerlerinin fikri gibi değildir” buyurdu. Gâzî Evrenos Bey; “Kemineye şöyle hoş gelir ki” diyerek söze başlayıp, şöyle devam etti; “Hak teâlâya tevekkül edip, erkenden varıp, yerin iyisini alıp, ol sonra gele. İveceklik etmeyelim. Evvelâ cenge o ikdam ede. Zîrâ kâfir, içtima ile çoğalıp durunca, demirden bir hisar olur. Ona zafer bulmak asan olmaz. Amma cenge ikdam edip bir birbirinden ayrılınca, savaşması gayet asandır. Kulunun bildiği bu kadardır. Kalanını Sultanım yeğ bilir.” Sultan Murâd, Şehzâde Bâyezît ve Çandarlızâde Ali Paşa da bu fikri uygun bulunca, ilerleyip iyi bir yer tutabilmek için, Lazar’ın merkezi olan Priştine’ye doğru yürüyüşe geçildi. Gâzî Evrenos Bey ile Paşa Yiğit komutasındaki öncü kuvvetler, Priştine’ye üç kilometre mesafedeki Kosova ovasına vardıklarında, düşman ordusunu gördüler.

Haçlılar, gerçekten sayıca üstündüler. Altmışbin Türk askerinin karşısına, ikiyüzbin haçlı çıkmıştı. Sultan Murâd, hemen harbe girişmek niyetinde idi. Fakat, gün kızgın, asker yorgun, düşman azgın olduğundan Gâzî Evrenos Bey’in tavsiyesi ile, bir gün istirahat verdi. Tahmin ettiğinden fazla düşman askeri ile karşılaştığı için, biraz endişeli idi. Harb meclisini bir defa daha topladı. Oğlu Şehzâde Bâyezîd’e hitaben, bu endişesini şöyle dile getirdi: “Ey ciğer köşem, bu kâfir ile uğraşmak hakkında sen ne tedbir edersin? Zîrâ ben, bu kâfirin leşkerini bu kadar tasavvur etmezdim, bî-kıyâsdır. Biz leşkerîmizin önüne deve tutalım mı! Yoksa, şöyle rû-be-rû (yüzyüze) duruşalım mı?” Şehzâde Bâyezîd şu cevâbı verdi:

“Hünkâr’ın fikrine bizim tedbirimiz ermez. Amma, biçâreye şöyle gelir ki, nice yıldır kâfir ile cenk ederiz. Hiç önümüzde deve tutmadık; şimdi dahî tutmayız. Kâfirin leşkeri ne denli çoksa inâyet-i Hak, İslâmladır. Eğer Hak teâlâdan inâyet olursa, yalnız ben kulun bu kâfirin işini tamâm ederim!… Şimdiye dek, her cengde mensûr ve muzaffer olduk. Şimdiden gerû dahî gam yeme. Gene nusret Hak avnî (yardımı) ile ki, senindir. Hele ben, hiç teşviş çekmezem. Eğer öldürürsevüz sa’îd, eğer ölürsevüz şehîd oluruz!” Aynı konuda fikri sorulan Çandarlızâde Ali Paşa; “Ey saadet ıssı devletin pâdişâhı! Kâfirin azını çoğundan kayırmak reva değildir” diye söze başlayıp, gazâda aza ve çoğa i’tibâr olmadığına dâir âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler naklettikten sonra; “İmdi, devletlû Hünkâr! Gazâda hemen Hak teâlâya sığınmak gerek. Şükür Huda’ya ki, tûl-i ömrümüzde mensûr ve muzaffer ola geldik. Ümiddir ki, gene nusret bizim ola! Hâşâ Hak teâlânın kemâl-i kereminden mi ki, bu kâfir ikliminde bunca ehl-i İslâm’ı helak ede?..” dedi. Gâzî Evrenos Bey de, askerin önünde deve tutmanın mahzurlarını beyân edince, Sultan Murâd, şu karara vardı: “Pes, sevâb odur ki, evvel tirendazları (Okçuları) önde tutup, sağa ve sola ok yağdıralar. Andan gaziler dahî bir kezden “Tekbir” edip, küffâra hücum edeler. Bu gazâda ya taht ola, ya baht ola! Ve tûl-i ömrümde bunca gazâlar ettim. Gayem, bu gazâda şehîd olup, iyi adla âlemden göçem! Ve her dirliğin âhiri ölmek olduktan sonra, ne teşviş çekmek gerek!” dedi.

Birliklerin muharebe nizâmı da tesbit edildikten sonra, işin gerisi sabahın hayrına bırakıldı. O gece 15 Şa’bân 791 (m. 9 Ağustos 1389), Berât gecesi idi.

Fakat o sakin yaz gününde, akşam olup karanlık basınca, öyle bir fırtına çıktı ki, ortalığı toza dumana verdi. Kimse kimseyi seçemez oldu. Hava böyle giderse, sayıca üstün olan kâfirin işine gelecekti. Bu durum da duâ etmekten başka çâre yoktu.

Sultan Murâd, bu mübârek Berât gecesinde, abdest alıp iki rek’at hacet namazı kıldı. Sonra ellerini açıp cenâb-ı Hakka şöyle yalvardı: “Ey ilâhî! Seyyidî! Mevlâyî! Bunca kerre hazretinde duâmı kabûl ettin. Beni mahrûm etmedin. Gene benim duâmı kabûl eyle! Bir yağmur verip, bu zülûmâtı ve gubârı (tozu) defedip âlemi nûrânî kıl, tâ ki kâfir leşkerini muayene görüp, yüz yüze ceng edelim! Yâ ilâhî! Mülk ve kul senindir. Sen kime istersen verirsin. Ben dahî bir nâçiz kulunum. Benim fikrimi ve esrârımı sen bilirsin. Mülk ve mal benim maksadım değildir. Bu araya kul karavaş için gelmedim. Hemen hâlis ve muhlîs senin rızânı isterim. Yâ Rab! Beni bu Müslümanlar’a kurban eyle! Tek bu mü’minleri küffâr elinde mağlûb edip helak eyleme! Yâ ilâhî! Bunca nüfûsun katline beni sebep eyleme! Bunları mensûr ve muzaffer eyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim. Tek sen kabûl eyle! Asâkir-i İslâm için teslîm-i rûha râzıyım. Tek bu mü’minlerin ölümünü bana gösterme! ilâhî! Beni katında mihman edip, mü’minler rûhuna benim rûhumu feda kıl! Evvel beni gâzî kıldın, âhır şehâdet rûzî (nasîb) kıl! Âmin!” Çok geçmeden rahmet bulutları peyda oldu. Gelip Kosova sahrası üzerine boşaldılar. Rüzgâr dindi. Toz sindi. Göğün yüzü açıldı.

Gâzî Hünkâr secdeye kapardı. Sabaha kadar cenâb-ı Hakka hamd ve senalar etti. O, böyle bir inâyet-i Rabbâniyeye ilk defa mazhar olmuyordu. Bir kerresinde de, Trakya’da bir kaleyi muhasara etmişti. Fakat, bir türlü zabtedemiyordu. Bir ara kendisini çaresiz kalmış hissedip; “Bu yıkılası kaleyi almak müşkildir. Meğer bunu Allah yıka!” diye yakındı. Sonra alıp başını gerilerde bir tenhâ yere gitti. Bir kavak ağacına sırtını verip oturdu. Az sonra adamlar gelip, kalenin hiçbir zor görmeden yıkıldığını haber verdiler! Gâzî Hünkâr, yaslandığı ağacı gösterip; “Bu ağaç, devletlü kaba ağaçtır!” dedi kim bilir, o ağaçta ne hikmet vardı? Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Bugün Kırklareli’nin Kofçaz ilçesinin merkez bucağına bağlı “Devletliağaç” köyü, adını bu hâdiseden almıştır.

Sırp kaynaklarına göre, 20 Haziran, Türk kaynaklarına göre 16 Şa’ban 791 (m. 1389) günü, Kosova sahrasında cereyan eden muharebede, Osmanlı ordusunun harb nizâmı şöyle idi: Sağ cenahta, başta Şehzâde Bâyezîd olmak üzere; Kara Timurtaş Paşa ve Gâzî Evrenos Bey komutasında Rumeli gazileri, sol cenahta Şehzâde Ya’kûb ve Anadolu Beylerbeyi Saruca Paşa komutasında Anadolu askeri yer almıştı. Merkezde ise, mutâd olduğu üzere Sultan Murâd bulunuyordu.

Çandarlızâde Ali Paşa, Pâdişâhın yanında idi. Merkez kuvvetlerinin önünde Yeniçeriler, onların önünde de topçular vardı. Sağ ve sol cenahın önüne biner okçu yerleştirilmişti. Sağ cenah okçuların komutanı Hamîdoğlu Malkoç Bey, sol cenah okçularının komutanı da Malkoç Bey’in oğlu Mustafa Bey idi. Muharebe, topçuların top atışlarıyla başladı. Yaklaşık sekiz saat devam etti. Osmanlı’nın sol kanadı sarsılmaya başladı. “Yıldırım” lakablı şehzâde Bâyezid, lakabına uygun bir tarzda imdâda yetişip, durumu düzeltti. Düşman ricata mecbûr oldu. İkindiye varmadan, ikiyüzbinlik küffâr ordusunun çoğu kılıçtan geçirildi. Mağrur başkomutan Lazar da ölüler arasındaydı. İki rek’at şükür namazı kılan, Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr, bir Sırp asilzâdesi tarafından şehîd edildi. Kaçan düşmanı ta’kip etmekte olan oğlu Şehzâde Yıldırım Bâyezîd, devlet adamlarının ittifâklarıyla hükümdâr ta’yin edildi.

Sultânın nasıl şehid edildiği hakkında haberler muhteliftir. Katilin bir Sırp asilzâdesi olduğu kesindir. Adı, muhtemelen Miloş Kopila’dır. Miloş Kopilek, Miloş Kobiloviç ve Miloş Nikola olarak da gösterilmiştir.

Sultan Yıldırım Bâyezîd’in Bursa Kâdısı’na gönderdiği fermanda, vak’a şu şekilde beyân olunmaktadır: Muharebeyi müteâkib, Miloş, Otâğ-ı hümâyûna gelir, “Ben Müslüman oldum!” diyerek, Sultân’ın huzûruna girmek ister. Kabûl edildiğinde de, yenine gizlediği hançeri çekerek Sultân’a saplar. Âşıkpaşa-zâde’nin târihinde ve Enverî’nin “Düstûrnâme”sinde, az bir fark ile, bu ifâde teyid edilir mâhiyette kayıtlar bulunmaktadır. O devirden kalan Sırp halk türkülerinde de, vak’a böyle anlatılmaktadır. Müellifi meçhûl bir Bizans kroniğinde. Miloş’un Sırp kralı Lazar, Sultân’ın hançerlenmesinden Lazar tarafından vazîfelendirildiği kaydedilmiştir. Bu doğru olabilir zîrâ Lazar, Sultân’ın hançerlenmesinden sonra esîr edilmiş ve Sultân’ın vefâtı üzerine derhâl katledilmiştir.

Oruç Bey, Sultan Murâd’ın harb sahasını at üzerinde gezerken, cesetler arasından ayağa fırlayan bir Sırplı tarafından şehîd edildiğini yazar.

Rivâyet muhtelif, fakat netice birdir. Oruç Bey, bu neticenin kaçınılmazlığını şu mısralar ile dile getirir:

“Bilmediler anı kim takdîr ola,
Defn olunmaz hîle vü tedbîr ile.

Çün mukadderdür mukarrerdür kaza,
Çâre nedür ana? Teslîm-ü rızâ.

Ger selâmet, ger melâmetdür kişi,
Görmeyince çâre yoktur her işi.

Kaçuban sınduğı yerde, hem bulur.
Ol gelecek nesne elbette gelür.

Kara Çelebizâde Abdülazîz de, “Mir’ât-üs-sefâ” adlı eserinde Sultan Murâd’ın akıbetini şöyle açıklar:

“Kosova’da şehâdet murâd etmişti.
Miloş Nikola şehîd etti.”

Evet, hakîkat bu! Sultan Murâd, Kosova’da muradına erişti! Bugün, Yugoslavya’da, Kosovska Mitroviça’dan Priştinaya giden yolun 400 metre kadar batısında bulunan Mileşova köyünün yakınında, yerlilerin “Muratova Tulbe” dedikleri bir türbe vardır. Sultan Murâd’ın şehîd olduğu yer burasıdır. Bizim “Meşhed-i Hüdâvendigâr” dediğimiz bu türbede onun iç organları gömülüdür. Cesedi ise, tahnit edilerek Bursa’ya getirilmiş ve Çekirge’de yaptırdığı câminin karşısına defnedilmiştir.

Osmanlı Sultânı Birinci Murâd Hüdâvendigâr Hân, zaferden zafere koşmuş, Anadolu’da ve bilhassa Avrupa kıt’asında devletin hudutlarını çok genişletmiş ve babasından bir beylik olarak aldığı ülkeyi büyük bir devlet hâlinde oğluna bırakmıştır, İslâmın cihâd emrini yerine getirmek ve Osmanlı’nın şânını yükseltmek için yaptığı ve kazandığı gazâların en büyükleri otuzyedi tanedir. Sultan Murâd Hân; dindar, âdil, merhametli, faziletli idi. Azîm ve irâde kudreti, vekar ve ciddiyeti, ahâlisine karşı şefkatli oluşu, açık ve samîmi siyâseti, içte ve dışta istikrarı ve mühim askeri, adlî, mâlî ve idâri teşkilâtıyla Osmanlı Devleti’ni sağlam temeller üzerine oturttu. Güneydoğu Avrupa kıt’asına, Anadolu’dan Türk-İslâm nüfûsunun naklinde tatbik ettiği şuurlu sistem ve neticesi, Sultan Murâd Hân’ın dâhiyane bir siyâsetidir. Fütuhatla alınan Rumeli topraklarına iskân edilen Türk ve İslâm nüfûsu, Avrupa kıt’asında kalıcı bir hâkimiyetin ve emniyetin başlangıcıdır.

Anadolu ve Rumeli’de pekçok hayır müesseseleri ve dînî, askeri, idâri teşkilâtları kuran Sultân Murâd Hân, târihte kazandığı zaferlerle olduğu gibi, yaptırdığı eserlerlede milletinin kalbinde taht kurmuştur. Bugün bütün Balkan ülkelerinde mevcût Müslüman ve Türk ahâli, ilk Osmanlı fütuhatı ve iskân siyâsetinin neticesidir.

Sultan Murâd Hân, ihtiyâç ve lüzumunda eserler yaptırdığı gibi, zaferlerin ardından da şükran ifâdesi olarak mescid, câmii, medrese, mektep, imâret, han ve sosyal müesseseler inşâ ettirmiştir. 1364 Sırpsındığı zaferi sonunda, şükrâne olarak; Bursa ve Bilecik’te birer câmi, Yenişehir’de bir imâret, Çekirge’de bir imâret, medrese, kaplıca ve han yaptırmıştır.

Sultan Murâd’ın hükümdârlığı, devlet adamlığı ve komutanlığı, yerli ve yabancı tarihçiler tarafından kâfi derecede işlenmiştir. Fakat onun, Alperenler, Horasan erenleri ve Ahî-gâzî devrinin son mümtaz siması olduğuna pek temas edilmemiş ve derviş cephesi pek tanıtılmamıştır. 768 (m. 1366) yılında Malkara’da Yegan Reîs adlı bir dervişe vermiş olduğu icâzetnameden, Ahîler’e şeyhlik ettiğini öğreniyoruz. Duâlarının, Hak katında müstecâb olduğuna dâir iki menkıbe yukarıda nakledilmişti. Zühd ve takvâya düşkünlüğünü ve kemâlât derecesini gösteren bir menkıbe daha vardır ki, çok duygulandırır. Neşrî’nin kaydettiğine göre; Gâzî Hünkâr, birgün imamına; “Mevlânâ! Günâhımın çokluğundan mıdır ki, namaza durunca, üç kerre tekbîr etmeyince, Kâ’be-i müşerrefeyi müşâhede edemem? diye dert yanar, ve; “Sen hemen bir tekbîr ile ne hoş müşâhede edersin” diye gıbta ettiğini belirtir!.. Hey Koca Hüdâvendigâr!.. Kalbinin saflığından, herkesi tekbîr bağlayınca, kendisi gibi Kâ’be’yi görür sanırmış!..

Bu velî, gâzî ve şehîd pâdişâh, bir zamanlar Bursa’da alem olmuştu. Osmanlının son zamanlarına kadar Bursa, “Hüdâvendigâr vilâyeti”nin merkezi idi. Şimdi Bursa’da Hüdâvendigâr semti var.

1) Tâc-üt-tevârih, muhtelif sahifeler

2) Neşrî, muhtelif sahifeler

3) Âşıkpaşa-zâde muhtelif sahifeler

4) Bezm-ü rezm, İstanbul 1928, sh. 383

5) Ed-Devlet-ül-Osmâniyye. (Zeyni Dahlan), İstanbul 1986, sh. 118

6) Münşeât-i Selâtîn (Feridun Bey), İstanbul 1283, cild-1 sh. 111

7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh. 1048

Veysel Karani – Makam – Bursa

Veysel Karani Bursa

Bursa – Osmangazi’de Veysel Karani camii avlusunda

Eski Gemlik yolu üzerinde yer alan türbe yapısı, Veysel Karani’ye duyulan sevgiden ötürü Anadolu’nun birçok yerinde olduğu üzere makam mezarı olarak yapılmıştır. Özellikle sünnet çocuklarının bir gelenek olarak getirildiği türbe, caminin yanındadır. 657 yılında Sıffın Savaşı sırasında şehit olan Veysel Karani’nin asıl türbesi Siirt’in Baykan ilçesine bağlı Ziyaret Beldesi’ndedir.

VEYSEL KARANİ
İslam büyüklerinden birisi olan Veysel Karani’nin doğum tarihi bilinmemekle beraber, Yemen’in Karn köyünde doğmuş, fakir bir ailenin bireyi olarak deve çobanlığıyla hayatını idame ettirmiştir. Müslüman olduktan sonra hazreti peygambere gitme, onu görme arzusuyla dolmuştur ama yaşlı ve hasta annesini, ona bakacak başka kimse olmaması sebebiyle yalnız bırakamamıştır.

Bu örnek davranışı menkıbelerde hep dillendirilmiştir. Hazreti Muhammed ise haberdar olduğu bu sevgiye karşılık kendisine ‘Hırka-i Şerif ’ini göndermiştir. Günümüze kadar ulaşan Hırka-i Şerif, belli zamanlarda İstanbul’daki camiinde ziyarete açılmaktadır.

Üç Hanım Kızlar Türbesi

Üç Hanım Kızlar Türbesi

Bursa – Osmangazi’de Kaplıca caddesi üzerindeki Koca naip Kur’an Kursunun hemen önünde.

14. yüzyıl yapısı olduğu tahmin edilmekte olup, yaptıranı ve içinde bulunan dört sandukanın kimlere ait olduğu bilinmemektedir. daha çok ”Üç Hanım Kızlar Türbesi ” olarak anılmakta olan yapı halk arasında ” Yılanlı Türbe ” olarak da bilinmektedir.

Kare planlı türbenin üzerindeki kubbe kurşun kaplıdır. Türbenin içinde dört adet sanduka bulunmaktadır. Türbenin bahçesinde ise çok sayıda eski mezar taşı vardır.

Okcu Baba

Okcu Baba türbesi

Bursa – Cemal Nadir caddesi üzerindeki Balıbey Han sosyal tesisleri yanında

Okçu Baba’nın kim olduğu ile ilgili iki ayrı rivayet vardır ; Bunlardan birincisine göre , Okcu baba’nın asıl adı Nasreddin Bey yada Nusret Paşa dır. Asker olduğu bilinen Nusret paşa 16. yy’da yaşamıştır ve Karacabey’de camii , han ve çeşme’den oluşan bir külliyesi vardır. Ayrıca Okçu Baba türbesinin karşısında bulunan Balıbey hanı ve ayrıca bir kaç handa yine Nusret Paşa vakfına aittir.

Bir diğer rivayete göre de ; Okçu Baba, bursa’nın fethine katkıda bulunmuş olan Alperenlerdendir. Bursa’nın kuşatılası sırasında aşılamayan bir sur duvarını ok atarak yıkması ve bu yıkılan duvardan giren Alperenlerin Bursa’nın fethinin müjdecileri olduğu anlatılır. Bir efsaneye göre , Okçu baba Uludağ’a çıkar ve yayını gerer, fırlatacağı okun düştüğü yere gömülmek istediğini söyler. Okçu Baba’nın fırlattığı ok bugün türbesinin bulundğu yerin yakınına düşer ve vefatından sonra da Okçu baba buraya defnedilir. 1860 senesinde Bursa Depremi yüzünden Okçu Baba Türbesi eski yerinden biraz daha uzakta şimdiki yerine tekrar inşa edilir. Anlatıldığına göre, her Cuma günü türbeye gidip içerisini süpüren ve buradaki testilerin suyunu dolduran ve bunu alışkanlık haline getiren bir kadın, yine bu işlerle uğraşırken bir uğultu işitmiş, doğrulup baktığında türbenin kapısında sarıklı adamların taşıdıkları tabutu türbeye getirdiklerini görmüş, çok korkup titremeye başlamış ve bir daha da oraya gitmemiştir. Bununla beraber, türbe içindeki testilerin suyundan çeşitli hastalıklara şifa niyetiyle alanlar vardır. Ayrıca orada adakta bulunanların isteklerinin kısa sürede gerçekleştiğine inanılmaktadır. Bazı ziyaretçiler de, çukurda bulunan türbesinden ayrılırken –düşme pahasına- merdivenleri geri geri çıkmaktadırlar.

Aşık Yunus

Bursa – Yıldırım’daki Karamazak sokak’da marketin hemen yanında

Aşık Yunus (ö. 1438-9) , bilinen Yunus Emre’den (1240-1321) yaklaşık olarak bir asır sonra yaşayan bir sufi şairdir. Yaşadığı dönemde de sonraki yıllarda da şiirleri biliniyor ve tekkelerde besteyle okunuyordu. Hatta XV. Asırda istinsah edilen Bursa mecmuasında Aşık Yunus şiirleri , Yunus emre’nin şiirlerinde ayrı bir başlık altında yer almaktaydı.

Aşık Yunus’un yaşadağı şehir ve kabri hakkında neredeyse hiç bir şey bilinmiyordu. Bu durum, kabrinin Niyazi Mısri bulunuşuna kadar devam etti. Niyazi Mısri’den itibaren halveti kaynaklarında Aşık Yunus’la ilgili bilgiler yer almıştır. Aşık Yunus’u ilim ve kültür hayatına taşıyan , tanıtan ve hakkında araştırmalar , tartışmalar yapılmasını sağlayan isim Rıza tevfik’dir. Daha sonra Fuat Köprülü , Abdülbaki Gölpınarlı , Faruk Kadri Timurtaş , Turan Alpekin ve Mustafa Tatcı gibi araştırmacılar, konu etrafında makaleler ve kitaplar yayımladılar.
Aşık Yunus’la ilgili en detaylı çalışmaları yapan Mustafa Tatcı şu ifadeleri kullanır ; ” Bizim Yunus’dan yüz sene sonra, Emir Sultan zamanında yaşamış olan bir Yunus daha vardır; Aşık Yunus. Kendisi Bursalı , 1400 yılı ortalarında vefat etmiş, Kübrevi veya Nurbahşi dervişi yani Halveti. Emir Sultan yoluna mensup bir derviş. Aşık Yunus mahlasıyla şiirler yazıyor. Bursa’da bugün Emir Sultan’a yakın Karamazak mahallesi diye bir mahalle var ; kabri orada bir evin içinde… Bizim Yunus olmasa da Bursa’da bir Aşık Yunus yaşıyor, o kesindir. Tarihi belgeleri , yazdığım esere koydum değerlendirdim; onun için gönlümde endişe edecek bir şey yok. Yani ilmi veriler orada bir Aşık Yunus’un yaşadığını gösteriyor. Hatta Aşık yunus’un eserleri o kadar baskın çıkmış ki bizim Yunus’un eserlerinin yerine onun eserleri icra edilir olmuş. ”

Özelikle bugün dillerde ve gönüllerde yer alan Yunus mahlaslı Şol cennetin ırmakları , Sordum Sarı çiçeğe ve dertli dolap gibi popüler pek çok şiirin şairidir. Aşık Yunus ait türbe ; Niyazi Mısri hazretlerinin bir işareti üzerine oratay çıkmıştır. Anlatılanlara göre Niyazi Mısri , Emir Sultan’ giderken buradan her geçişinde başını Karamaz aralığına çevirerek ” Yunus’un kokusunu alıyorum” dermiş. Bir cuma dervişlerinin , bu kokunun nereden geldiğini göstermesini istemeleri üzerine Niyazi Mısri, Abdurrezzak mezarının alt tarafını işaret etmiş. Burayı kazdıklarında iki mezar daha bulmuşlar. Niyazi Mısri ” haza Kabr-i Yunus ve Haza Kabri Yunus Emrem ” şeklinde işaret ederek kabirlerin kime ait olduklarını söylemiştir. İşte Yunus’un kabri bu manevi keşifle ortaya çıkarılmıştır. Bu durum kabirlerden birinin Aşık Yunus’un kabri diğerinin de Yunus emre’ye ait makam olduğu sonucunu doğurmaktadır. Daha sonra buraya türbe kitabesinde anladığımıza göre Ali Efendi tarafından türbe yapılmıştır. Kitabe şöyledir ;
” Aslı sütüde gevher elhak Yedekçizade
Cud ü keremle yekta zat-ı cihan pesendi
Rağbet edüp bu cayı ihyaya kıldı himmet
Üçler makamın icra itti gören beğendi
Evvelki Yunus Emre, Aşık Yunus ikinci
Üçüncü Abdürrezzak Uşak Serbülendi
Hayrat-ı paki olsun makbul-i kurb-ı bari
Ola şefaati banisi behremedi
İlham olundu geldi bir zat dedi tarih
Üç kabri mamur Lillah Ali Efendi (H.1143)

Bugünkü Türkçeyle ;

” Asıl ve necip Yedekçizade cömertliği ve lütüfkarlığı ile cihanda meşhurdur. Bu makamarağbet edip himmeti ile üçler makamını ihya etti ve eserlerini bütün cihan halkı beğendi. Bu üç makamdan biri Yunus Emre’ye , ikincisi Aşık Yunus’a ve üçüncüsü de aşıkların önderi Abdürrezzak’a aittir. Bu nefis hayrat Allah indinde makbul olsun ve banisi şefaatlere mazhar buyurulsun. Bu zat geldi ve ilham eseri olarak şu tarihi dedi. Ali efendi , üç kabri Allah rızası için mamur etti.

Kaynak ;
Bursa’nın Yunus’u aşık Yunus , Mustafa özçelik , Bursa Büyükşehir Belediyesi , 2013

Şeyh Ahi Mahmud Efendi

Bursa – Osmangazi’de Daya Hatun camii haziresinde. Açıkbaş Mahmud Efendi’nin hemen yanında

Açıkbaş Mahmud Efendi‘nin kardeşi Kasım oğlu olan Ahi Mahmud Efendi, Van’da doğmuştur. İlk tahsilini burada tamamladıktan sonra Bursa’ya, amcası Açıkbaş Mahmud Efendi’nin yanına gelmiştir. Tasavvuf eğitimini burada, amcasından alan Ahi Mahmud, onun vefatından sonra dergaha şeyh olmuş ve irşad hizmetlerini devam ettirmiştir.

1679 tarihinde Rebiülevvel aynının 15. cuma gecesi vefat edince amcasının yanına, daye Hatun camii haziresine defnedilmiştir.
Ahi Mahmud Efendi, güzel ahlak sahibi, şakacı, neşeli bir şahıs imiş. Vefatının ardından sevenlerinden birisi şu tarihi söylemiştir ;
Kanı Seyyid Ahi Mahmud manend
Güruh-ı Nakş-bend içre ma’dud
Bir eksikli didi fevtine tarih
Uruc itdi makam-ı ünse Mahmud

Şair Talli ise şu beyiti söylemiştir. ;

İşidüp Tabli-i dil-haste fevtin didi tarihin
Cinanın ola Ahi Mahmuda menzil-ü meva

Ahi Mahmud efendi’nin Kabir taşı
Cenab-ı Hazret Seyyid ahi mahmud efendi kim
Tarik-i Nakşibendinin serfirazı idi hakka
Koyub işbu fenayı eyledi seyr-i beka billah
Rıza-yı Hak idi ihsaniyle rahmet eyleye Mevla
Anın Kalb-i şerifinde yoğ idi hased ü kibr asla
Huda şad eyleye ruh-ı revan-ı pakini her dem
Recamız budurur şam ü seher ol Hazrete hala
İşidüp Tabli dil haste fevtin didi tarihin
Cennat ola Ahi Mahmud’a menzili me’va
Ahi Mahmud Efendi’nin Ayak taşı
Diriğa bu cihanın yok bekası
Döner idama imkaniyle mevcud
Kanı Seyyid Ahi Mahmud Efendi
Güruh-ı Nakşibendi içre mahud
İdüb tac ü kaba terkin hemandem
irişdi Hacegana eyledi sud
Ola ruhuna rahmet-i bi-nahiye
İhata eyleye ğufran-ı ma’bud
Bir eksikli didi fevtine tarih
Uruc itdi makam-ı ünse Mahmud
fi sene 1090

Şeyh Ahi Mahmud Efendi’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi

1. Hz. Seyyid-i Kâinât Muhammed-i Mustafa (sas.)
2. Hz. Ebû Bekir (ra.)
3. Hz. Selmân-ı Fârisî (ra.)
4. Hz. Kasım İbni Muhammed (ks.)
5. Hz. Câfer-i Sâdık (ks.)
6. Hz. Bâyezid-i Bistâmî (ks.)
7. Hz. Ebu’l-Hasen-i Harakânî (ks.)
8. Hz. Ebu Kasım Kürrekani (k.s.)
9. Hz. Ebû Ali-i Fâremedî (ks.)
10. Hz. Yusuf-ı Hemedânî (ks.)
11. Hz. Abdülhâlık-ı Gücdüvânî (ks.)
12. Hz. Ârif-i Rivgerî (ks.)
13. Hz. Mahmud İncir-i Fağnevî (ks.)
14. Hz. Ali-i Râmitenî (ks.)
15. Hz. Muhammed Baba-ı Semmâsî (ks.)
16. Hz. Emir Külâl (ks.)
17. Hz. Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn (ks.)
18. Hz. Alâeddîn-i Attar (ks.)
19. Hz. Mevlana Nizameddin Hamuş (ks.)
19. Hz. Mevlana Saadeddin Kaşgari (ks.)
20. Hz. Mevlana Alaeddin Mektepdar (ks.)
21. Hz. Mevlana Sunullah Kuzekunani (ks.)
22. Hz. Derviş Ahi Hüsrevşahi (ks.)
23. Hz. Mevlana İlyas (İlyas Badamyari) (ks.)
24. Hz. Seyyid Muhammed (ks.)
25. Hz. Şeyh Ahmed ( Koç Baba) (ks.)
26. Hz. Şeyh Açıkbaş Mahmud Efendi (ks.)
27. Hz. Şeyh Ahi Mahmud Efendi (ks.)

Nakşibendi Atik dergahı

Bulunduğu Yerde başka bir Nakşibendi zaviyesi olduğu için Atik (eski) adıyla anılmaktadır. Ancak Açıkbaş Mahmud efendi tarafından kurulmuş olan dergah’a , Açıkbaş Mahmud Efendi dergahı da denilmektedir. Dergah, Bursa da Hisar’da, darphane mahallesindedir.
Dergah’da Postnişin olanlar sırasıyla ;
1- Açıkbaş Mahmud Efendi (v. 1666)
2- Şeyh Ahi Mahmud Efendi (v. 1679)
3- Şeyh Mustafa Efendi (v. 1698)
4- Şeyh Abdülkerim Efendi (v. 1725)
5- Şeyh Abdullah Efendi (v. 1746)
6- Şeyh Mehmed Efendi (v. 1762)
7- Şeyh Mehmed Efendi (v. 1778)
8- Şeyh Abdullah Efendi (v. 1802)
9- Şeyh Abdülkerim Efendi (v. 1831)
10-Şeyh Abdülhadi Efendi (v. 1875)
11-Şeyh Eşref Efendi (v. 1878)
12-Şeyh Şerif Efendi (v. 1926)

Kaynaklar
Hasan Basri Öcalan , Bursa’da Tasavvuf Kültürü , Gaye Kitabevi , 2000
Mustafa Kara , Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler , Bursa Kültür A. Ş. yayınlar
Tarihi Bursa Mezar taşları I – Bursa Hazireleri , Hasan Basri Öcalan , Bursa Kültür a.ş. , 2011

Molla Arap

Molla Ayas

Bursa – Yıldırım’daki Molla Arap cami’nin hemen karşısındaki Molla Arap kur’an kursu bahçesinde.

Asıl adı Muhittin Mehmet olmasına rağmen, Mehmet Molla ve Arap Molla lakabıyla meşhur olmuştur. Kendisine Arap Vazi de denirdi. Arap diyarından geldiği düşünülerek kendisine bu lakap takılmıştır. Molla Arap hazretlerinin dede Hamza, Ailesi ile Türkistan’dan Antakya’ya göç etmiş ve muhtemelen Molla Arap 1460 yıllarda burada dünyaya gelmiştir.

Çocukluğunda Antakya’da , babası Ömer Efendi ile amcalarından ders alan Molla Arap, daha sonra Hasankeyf , Diyarbakır ve Tebriz’de tahsilini devam ettirdi. Tebriz dönüşünde Halep’de verdiği vaaz, ders ve fetvaları ile ünü her tarafa yayıldı. Ardında Kudüs ve Mekke’de bir müddet tahsil gördü, bu arada Hac görevini yerine getirdi. Daha sonra Kahire’ye geçerek devrin meşhur bilgini Celaleddin es- Suyuti’den ders aldı. Burada yazdığı en- Nihaye adlı eserini okuyan , vaaz ve sohbetlerine katılan Memlük Sultanı Kağıtbay’ın takdirini kazandı.Sultan’ın ölümüne kadar Mısır’da kaldı. Molla Arap, 1497 yılında Mısır’dan ve Bursa’ya yerleşti.

Etkili vaazları ile Bursalıların sevgi ve beğenisini kazandı. Ardından İstanbul’a giderek vaazlarına orada da devam etti. II. Beyazıd’ın takdirini aldı. Beyazıd, Mora seferine giderken Molla Arap’ı da beraberinde götürdü. Modon Kalesi’nin fethinde kaleye ilk giren gaziler arasında Molla Arap bulunuyordu.

İstanbul’a dönüşünde bir müddet vaazlarına devam eden Molla Arap, ailesi ile birlikte tekrar Halep’e gitti ve orada hadis ve tefsir dersleri okuttu. Vaazlarını sürdürdü. Şah İsmail aleyhtarlığı, onun Osmanlı ülkesine dönmesine sebep oldu. Yavuz Sultan selim2in Şark seferine ikna etti ve Yavuz Sultan Selim ile İran seferine katıldı. Daha sonra Rumeli’ye geçen Molla Arap Üsküp’te bir mescit, Saraybosna’da bir camii ve medrese yaptırdı, 10 yıl boyunca burada tefsir okuttu.

1526 yılında Kanuni Sultan Süleyman’la birlikte Macaristan seferine katıldı. Sefer dönüşünde Bursa’ya yerleşti 9 kubbeli olarak Molla Arap camii2nin inşasını başlattı fakat tamamlayamadan 18 ağustos 1531 de vefat etti. Caminin haziresine defnedildi. O hazireden günümüze yalnızca Molla Arap mezarı kaldı. Mahalle de ” Mollaarap Mahallesi” adını aldı. Molla Arap, seyahate meraklı biri idi. Herkese kendini sevdirir , vaktini ders ve nasihatle geçirirdi. Sevimli bir simaya, tatlı bir ifadeye sahipti. Tefsir, hadis gibi dini ilimler yanında kimya ilminde de engin bir bilgiye sahipti. Kimya ile ilgili kitabı da vardır. Geçimini ticaretle sağlardı. Bir çok öğrenci yetiştirdi ve hayır müesseseleri kurdu.

Hacı İvaz Paşa

İvaz Paşa 1

Bursa – İvazpaşa caddesindeki İvazpaşa sokak’da.

Tokat’ın Kazova (Kazabad) nahiyesinde doğdu. Ahi Bayezid b. ivaz Hüseyin’in oğ­lu olup künyesi İmadüddin’dir. Çelebi Mehmed’in Amasya sancak beyliği zamanın­da ona intisap etti ve timarlı sİpahilerin­den oldu. 1402’de Ankara Savaşı’na katıl­dı. Timur tarafından esir alınan Yıldırım Bayezid’in ölümünden sonra şehzadeleri arasında başlayan taht mücadelelerinde Çelebi Mehmed’i destekledi. Bir ara Kazabad subaşılığı yaptı ( 141 1-1412 ) Çelebi Mehmed’in Rumeli’de kardeşi Musa ile mücadelesi sırasında Bursa subaşısı, bazı kaynaklara göre ise muhafızı oldu. Bu esnada Bursa Kalesi’ni kuşatan, hatta bir rivayete göre Yıldırım Bayezid’in mezarını açtırıp cesedini yaktıran fakat Çelebi Mehmed’in Şehzade Musa meselesini hallettiğini duyunca şeh­ri ateşe vererek kaçan Karamanoğlu Mehmed Bey’e karşı Bursa Kalesi’ni savundu (1414) .Müdafaadaki başarısından dolayı önce Bursa valiliğine getirildi, ardından da vezirlik rütbesiyle taltif edilerek merkeze alındı.

Hacı ivaz Paşa’nın önemli bir hizmeti de Çelebi Sultan Mehmed’in ölümü üzerine, Amasya’da bulunan büyük oğlu Murad’ın (ll. Murad) Edirne’ye gelinceye kadar geçen kırk günlük sürede bu padişahın ölümünün gizlenmesi sırasında oldu. Nitekim padişahın ağzından bir rivayete göre Karamanoğlu Mehmed, diğer bir rivayete göre ise İzmiroğlu Cüneyd üzerine sefer yapılacağını, bunun için ordunun Biga’da toplanması gerektiğini bildiren bir ferman yazdırmak suretiyle karışıklığı önledi.

ll. Murad’ın hükümdarlığı zamanında da vezir olarak devlet merkezinde bulunan ivaz Paşa, özellikle “Düzmece” lakabıyla anılan Şehzade Mustafa kuvvetlerini bölmek için önemli hizmetler gördü. Sultan Murad ile amcası Şehzade Mustafa kuvvetlerinin Ulubat nehrinin iki yakasında karşı karşıya geldiği esnada buradaki köprüyü yıktırıp emrindeki askerlerle Gölbaşı mevkiini tutmak suretiyle bu kuvvetlerin Bursa’ya girmesini önledi. Fakat ivaz Paşa’nın bu sıradaki faaliyetleri daha ziyade siyasi ağırlıklı oldu. Nitekim Şehzade Mustafa’ya yazdığı bir mektupta ona olan sadakatinden bahsederek Rumeli beylerinin ve İzmiroğlu Cüneyd Bey’in kendisini terketmek üzere olduklarını bildirmek suretiyle onu tereddüde düşürürken Cüneyd Bey’e yazdığı diğer bir mektupta da soyu belirsiz birine vezir olmasının kendisine yakışmadığını, ondan ayrıldığı takdirde Aydın civarında hakim olduğu eski yerlerin tekrar kendisine verilece-ğini vaad etti; bu arada eski beyliğinin ye- nilendiğine dair birde berat gönderdi. Bu mektuplar bir yandan Şehzade Mustafa’yı telaşa düşürürken bir yandan da Cü-neyd Bey’in ondan ayrılarak adamlarıyla birlikte Aydın iline kaçmasına sebep oldu. Diğer taraftan eski akıncı beylerinden olan ve bir süreden beri Tokat’ta mahpus bulunan Mihaloğlu Meh- med Bey’in serbest bırakılarak bir gece Şehzade Mustafa ordusundaki Evrenos, Gümlü ve Turahanoğulları gibi akıncı beylerine Mustafa’nın düzmece olduğunu söylemesi,bu akıncı beylerinin toplu- ca ll. Murad tarafına geçmesine ve Mustafa’nın kaçmasına yol açtı. O sırada II. Murad tarafına geçen, fakat ihanetleri yüzünden ikinci vezir Çandarlı İbrahim Paşa tarafından öldürtülmek istenen Rumeli beylerinin ve maiyetindeki akıncıların affedilmesini de ivaz Paşa sağladı.

Veziriazam Bayezid Paşa’nın Düzmece Mustafa tarafından öldürülmesinden sonra Çandarlı İbrahim ‘in veziriazamlığa getirilmesi üzerine (1421) İvaz Paşa da ikinci vezir oldu. Ancak nüfuz rekabeti sebebiyle Çandarlı ile arası açıldı. Devrin ünlü alimi Molla Fenari de Çandarlı tarafını tutuyordu Bir suikasta uğramaktan korkan Hacı ivaz Paşa kaftanının altında sürekli zırh bulundurmaya başladı. Divan toplantılarına bile zırhlı olarak gelmesi muhalifleri tarafından ordu ile gizli ilişkiler içinde bulunduğu, padişaha suikast yapacağı ve tahtı gasbedeceği şeklinde dedikodulara yol açtı. Bunun üzerine II. Murad İvaz Paşa’yı önce vezirlikten azletti, daha sonra da gözlerine mil çektirerek Edirne’den uzaklaştırdı (1424). Bursa’da mecburi ikamete tabi tutulan Hacı İvaz Paşa, bir veba salgını sırasında kardeşleri Hacı Şerefeddin Çırak ve Hacı Hayreddin Hızır ile birlikte 9 Zilkade 831 (20 Ağustos 1428) tarihinde vefat etti. Mezarı Bursa’da Pınarbaşı Kabristanı’nın Kuzgunluk tarafındadır.

Değerli bir devlet adamı olan Hacı İvaz Paşa aynı zamanda büyük bir mimardı. Diğer ülkelerden sanat ehlini Osmanlı ülkesine davet ederek özellikle çiniciliğin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Aşıkpaşazade “Al-i Osman kapısında paşalarda çinilerle şölen onundur” demektedir. İvaz Paşa’nınmimar olarak Çelebi Sultab Mehmed adına imzasını attığı eserler arasında Bursa’daki Yeşilcami Külliyesi ile Dimetoka ‘daki camisinden başka Ulubat nehri üzerinde yeniden yaptırılan köprü ve Edirne’de Acemi Oğlanları Kışlası olarak kullanılan saray zikredilebilir. İvaz Paşa ayrıca Tuna nehrinden Edirne’ye su nakletmeyi planIayarak bunun için Deliklikaya mevkiinde kuyular açtırmışsa da bu çabası bir sonuç vermemiştir.

Hacı ivaz Paşa’nın Kazzaziye (imactiye) adıyla bilinen Bursa’daki medresesi XVI. yüzyıl boyunca 40 akçelik medreselerden olmuş, daha sonra 50’Iiye yükselmiştir. Bursa-inegöl arasında ham ve çeşmesi, inegöl’de mektebi, Dere kızık köyünde de camisi olan İvaz Paşa’nın ayrıca Tokat’ta da camisi, medresesi ve mahallesi; Kosava’da mescidi, medresesi, zaviyesi ve hamamı bulunmaktadır. Bu medrese XVI. yüzyılda Sahn-ı Sernan derecesinde idi. Hacı İvaz Paşa’nın bunlardan başka muh- temelen Edirne’de camisi, mahallesi ve sarayı vardı. İvaz Paşa inşa ettirdiği eserleri için dört vak- fiye tertip ettirmiştir. Bunlardan ilk üçü Tokat’taki tesislerine. 1 Cemaziyelewel 830 (28 Şubat 1427) tarihli dördüncü vakfıyesi ise Bursa ve civarındaki tesislerine aittir. Ayrıca her yıl Mekke ve Medi- ne fakirlerine dağıtılmak üzere para da tahsis etmişti .

Hacı İvaz Paşa’nın Bari, Bekir, Mehmed, Mahmud ve Ahi Çelebi adlarında beş oğlu oldu. Bazı kaynaklarda Vesiletü’n-necdt müelliti Süleyman Çelebi de İvaz Paşa’nın oğulları arasında zikredilmekteyse de bunun sağlam bir mesnedi yoktur. Oğullarından Ahi Çelebi’nin (ö. 1437) Atai mahlasıyla şiirler yazdığı, Anadolu’da Türkçe gazellerle atasözü söyleme adetini onun başlattığı kaynaklarda zikredilmektedir .

Kaynaklar

Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi