Ana Sayfa>(Sayfa 8)

Ömer Hüdai Baba (ks.)

Elazığ Merkeze bağlı Mollakendi beldesi Güntaşı köyündedir.

Ömer Hüdai Baba’nın (k.s.) Nakşi  Silsile-i Şerifi

Ömer Hüdayi Baba 1821’de Harput’un Hoğu beldesine bağlı Mürü (Yünlüce) köyünde doğmuştur Tahsilini Harput medreselerinde tamamlamıştır. 1842 yılında askerlik görevini yerine getirmek için Erzincan’a gider ve “Kırk Serdarlar” teşkilatı sancaktarlığına seçilir. Bir süre bu görevi yerine getirir. Erzincan’da “Kırk Serdarlar” teşkilatının başı olarak görev yaparken gördüğü bir rüya üzerine orada Hayyat Vehbi (Terzi Baba)’yle tanışır. Uzun süre Terzi Baba’nın sohbetlerine devam edip ondan tasavvufun incelikleriyle ilgili bilgi ve feyiz alır. Daha sonra ilmi konularda kendini yetiştirmek ve çevresine hizmet etmek için askerlik görevinden ayrılır ve Harput’a dönmeye karar verir.

Bu arada hocası Hayyat Vehbi Efendi Harput’un Arapgir ilçesinde Ömer Nurani isminde bir halifesinin olduğunu ve onunla sık sık görüşmesini tavsiye eder. Bunun üzerine Ömer Hüdayi Baba, Ömer Nurani Efendi’ye intisab eder ve yedi yıl boyunca ziyaretlerine gider ve sohbetlerinde bulunup istifade eder. Ömer Nurani Hazretleri, seyri sülükünü tamamlayıp kemale ulaştığından ve irşada ehil olduğundan dolayı ona icazet verir. Böylece Ömer Hüdayi Baba da etrafında bulunan insanları irşad etmek amacıyla sohbetlere başlar Ömer Hüdayi Baba bir gün şeyhi ile halvette iken şeyhi kendisine; “Oğlum ben sana çok emek çektim bezedim, süsledim ve bir çekmeceye koydum. Anahtarı Osman’dadır” diye buyurur. Fakat Ömer Hüdayi Baba edebinden hikmetini soramaz. Şeyhi de bir cevap vermez. Bir gün Ömer Hüdayi Baba ticaret amacıyla birkaç arkadaşıyla Urfa’ya gider. Bir akşamüstü şehirde gezerken evin birinde sesli zikir yapıldığını duyar. Arkadaşlarından bir bahane ile geri kalır. Zikir yapılan eve girince karşısında bir zikir halkası ve ortasında nur yüzlü yaşlı bir zât görür. Büyük bir hayranlık ve zevk ile zikri izler. Bir müddet sonra o da yapılan zikre katılmış ve ritmine kendini kaptırmıştır. Bir ara halkanın ortasındaki bu kişi halkadan çıkarak Ömer Hüdayi Baba’nın yanına gelir ve, “Hoş geldin evladım ama arkadaşların sokakta seni arıyorlar. Büyük endişelere kapıldılar. Şimdi git, yarın sabah namazı yalnız olarak gel”, der. Bunu üzerine Ömer Hüdayi Baba dışarı çıkar. Gerçekten de arkadaşlarının büyük bir telaş içinde kendisini aramakta olduklarını görür. Ertesi gün sabah namazında aynı evin önüne gelir. Daha kapıyı dönmeden bu şahıs kapıyı açar ve buyur eder. Sabah namazını birlikte kılarlar. Sonra sohbet etmeye başlarlar. Bir ara bu kişi, “Evladım, maşallah şeyhin sana çok emek çekmiş. Fakat birazcık aşkın noksandır. Sana biraz da aşk gerek”, der. Ömer Hüdayi Baba bu sözden alınmış olacak ki, “Efendim onu da siz lütfediniz”, der. Şeyh Efendi onun gücendiğini fark eder. Bunu üzerine Ömer Hüdayi Baba’ya “Evladım neden gönül koyarsın bize! Şeyhin Ömer Nurani sana anahtarın Osman’dadır.. demedi mi? İşte o Osman benim”, der. Bu söz üzerine Ömer Hüdayi Baba çok mahcup olur ve bu yaşlı zatın ellerine kapanıp affını diler.

Ömer Hüdayi Baba bir süre Seyyid Dede Osman Avni’ye hizmet eder ve Kadirilikten Hırka-i Tarikatı giyer. Ayrıca Kadiri şeyhi olan Osman Avni Hazretlerinden icazet alır. Bundan sonra da Harput’ta Kadiri ve Nakşî tarikatı üzere halkı irşada devam eder. Fakat o yörede daha çok Kadiri Şeyhi olarak meşhur olmuştur. Ömer Hüdayi Baba daha sonra Kövenk’e yerleşir ve orada dergâh kurar. Dergâhında kendisine gelen talebelere dersler verip onları yetiştirmekle meşgul olur. Onun ilmi ve tasavvufi terbiyesi altında yetişip icazet alan halifeleri de çoktur. Bu halifeleri çevre il ve ilçelerde çok faydalı irşad görevlerinde bulunmuşlardır.
[toggle title=”Ömer Hüdai Baba Menkıbeleri” load=”hide”]

Ömer Hüdayi Baba ile ilgili bir birçok menkıbe anlatılır.
………Rivayete göre, bir Cuma akşamı dergâhta zikrullah yaparken bir rahip de misafir olarak orada bulunmaktadır. Ömer Hüdayi Baba şahadet parmağını bu rahibe uzatır. Rahip o anda yüksek bir sesle, “Ben şahitlik ederim ki Allah birdir ve ondan başka ilah yoktur. Hz. Muhammed Onun kulu ve Resülüdür”, der ve halka-i zikre girer. Zikirden sonra orada bulunanlardan bir zat Ömer Hüdayi Hazretlerine, “Efendim parmağınızı bu zata yönelttiniz ve bu zat Müslüman oldu. Ne olur bana da bir parmak uzatın da ıslah olayım”, der. Ömer Hüdayi Baba o zata, “Evladım! Bir işaretle çok gayrimüslimi müslüman ettik, ama sana kırk sefer işaret ettikse de ıslah olmadıysan ben ne yapayım”, der.

…… Hacı Ömer Hüdayi Baba Güntaşı Köyü’nde dergâh açar ve devrin ileri gelen âlimlerinden olan Beyzade Hoca ve İmam Efendiyi ziyarete Harput’a gider. Beyzade Hoca’ya, “Sen, bey oğlusun, beylere sahip ol” İmam Efendi’ye de, “Sen de imamsın imamlara sahip ol. Hırsızlar yolsuzlar da benim”, der. Hamza Baba, Güntaşı’na beş kilometre uzaklıkta köyde oturan bir eşkıyadır. Diyarbakır yolu köyünün yakınından geçer. O da yol kesip, kervan soymaktadır. Hacı Ömer Hüdayi Baba, bundan haberdar olup, “Ben yakınıma sahip olamazsam uzağıma nasıl sahip olurum” diye düşünür. Birgün Hamza’nın yolu dergâha düşer. Ömer Baba, “Hamza artık yeter, bu işten vazgeç! Allah yoluna çalış”, der. Hamza, ruhuna işleyen bu çağrıyı kabul eder ve dergâha intisap eder. Bir ay, iki ay derken bir gün arkadaşları başına dikilirler. “Harput’ta bir ev var. Sen olmazsan soyamayız, “derler. Hamza Baba, “Yapmayın etmeyin, ben Hacı Ömer Baba’ya intisab ettim. Bazı hâllerimi yüzüme vurdu. O adamdan korkarım.” dese de fayda etmez. Arkadaşları, “Senden bilmez, etraf eşkıya dolu”, diyerek razı ederler. Gece bastırınca da Harput’ta soyacakları evin önünde buluşurlar. Eskiden evlerin sürgüleri tahtadanmış. Hamza Baba, testereyi alıp kapının aralığından sürgüyü kesmeye uğraşır. Uzun süre çabalamasına rağmen sürgü bir türlü kesilmediğinden, kapıyı açamazlar. Arkadaşları telâşlanır:” Neredeyse sabah olacak, yakalanmadan gidelim.”derler. Hamza Baba, “Bunda bir hâl var, neden tahta sürgü kesilmesin ki”, diye düşünür ama bir anlam veremez. Dönüşte Güntaşı’ndan geçerken, “Bir de şeyhime uğrayayım” diyerek dergâha gelir. Bu Ömer Baba’nın beklediği ziyarettir. Hamza Baba, içeriye girer oturur ama Ömer Baba’nın kolunun sarılmış ve boynundan asılı olduğunu da görür. “Ne oldu? Şeyhim”, der. Ömer Baba, hiç sesini çıkarmaz. Ama cemaatte oturanlar duramayıp eşiştirirler. “Şeyhim akşam bir şey yoktu, gece ne oldu? Düştün mü, ne yaptın?” Ömer Baba, “Oğlum, orasını karıştırmayın, bizim bir eşkıyamız vardı, gece kolumu testereyle kesmeye kalkıştı”, diye cevap verince, Hamza Baba, akşamdan beri olup bitenin sırrını anlar ve utancından başını önüne eğer. Öyle çok ibadet eder, öyle çok çalışır ki, olgun müritlerin seviyesine bir yılda ulaşır.
[/toggle]

Ahmed Cemali adında bir oğlu, Meymene, Saâdet, Hafize adında üç kızı olan Ömer Hüdayi Baba, 1905 tarihinde Kövenk’te vefat eder. Kövenk’deki türbesine defnedilir. Ömer Hüdayi Baba’nın (1821-1905) birbirinden ayrı kubbeli üç mekândan oluşan türbesi, Güntaşı (Kövenk) köyünde bulunmaktadır Her üç mekan da sekizgen planlı olarak modern bir mimari anlayışla inşa edilmiştir. Türbe içinden mekanların birbirlerine geçişleri sağlanmıştır. Türbe içinde Ömer Baba’nın sandukasıyla beraber halife ve müridlerine ait bir sanduka iki mezar daha bulunmaktadır. Bunlar Hacı Ömer Baba’nın kabrinin güneybatısında Kürklü Muhammed Baba’nın, doğusunda ise Göllü Mustafa Baba ile halifesi Şükrü Baba’nın kabirleridir. Ziyaret mahallinde elektrik ve su bulunmaktadır. Türbe önünde yer alan bahçedeki mezarlıkta Hacı Ömer Baba’nın aile fertlerinin mezarları da yer alır.

Ömer Hüdai Baba’nın Halifeleri

Hacı Ömer Hûdaî Baba, Kövenk’te uzun yıllar halkı irşad eder Bu süre içerisinde Göllü Mustafa Baha’yı, Akçakirazlı (Perçençli) Muhammed Baba’yı, Palulu Muhammed Baba’yı, Tebecüklü Mehmet Baba’yı Kürklü Hacı Muhammed Baba’yı, Dere boğazı köyünden Hamza Baha’yı, Harputlu Abdullah Fahri Baba’yı, Izollu Muhammed Emin Baha’yı ve Şükrü Baha’yı yetiştirir. Bunlardan Göllü Mustafa Baba, Tayyar Baba’yı yetiştirerek Kadirilik Tarikatını günümüze taşır. Bir diğer kolu ise Harputlu Abdullah Fahri Babayla Malatya’ya gider. Sarılılı Muharrem Hilmi Efendi de buradan yetişerek sonradan kendisi Süleyman Ateş’i yetiştirmiştir. Tarikatın Kürklü Hacı Muhammed Baha’dan devam eden diğer bir kolu ise, Trabzon’a kadar ulaşıp bugünkü İcmal Dergisi ve Mesaj TV etrafında toplanan Prof. Haydar Baş grubunu oluşturur. Kabri mütevazi bir mezar halindeyken daha sonra sevenleri tarafından kabrinin üstüne türbe yapılır. Günümüzde türbesi oldukça yoğun bir şekilde haftanın bütün günleri ziyaret edilmektedir. Türbe genellikle ziyaret amaçlı olarak ziyaret edilmektedir. Buraya çocuğu olmayan kadınlar çocuk sahibi olmak, felçli hastalar, bedensel ve ruhsal rahatsızlığı olanlar çoğunlukta olmak üzere her türden hastalar gelir. Rahatsızlığı olan kişiler şifa bulmak amacıyla bazen burada bir iki gece yatıya kalır. Kısmeti kapalı olan gençler kısmetlerinin açılması, işsiz olanlar iş sahibi olmak, çeşitli sınavlara giren öğrenciler başarılı olmak maksadıyla ziyarete gelmektedir. Ayrıca çocuğu askerden dönenler, geçirdiği bir kazadan sağlıklı bir şekilde kurtulanlar vb. birçok dilek ve istekleri doğrultusunda buraya gelmekte ve şükür amacıyla kurban kesip tasadduk etmektedirler. Adağı olanlar da buraya gelip kurbanını kesmekte ve tasadduk etmektedir. Ziyarete gelenler burada Kur’an-ı Kerim okumakta ve ziyaret sonrasında en az iki rekât namaz kılmaktadırlar. Türbenin bakımını yapan kadına da yaptığı bu hizmetten dolayı cüz’i miktarda para veya yiyecek türünden hediyeler de verilir.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Molla Ahmet Peykeri (ks.)

Elazığ Merkeze bağlı Mollakendi beldesinde medfundur. Elazığ’a 15 km uzaklıkta bulunan bu beldeye Elazığ Bingöl karayolunun 14. kilometresinden sonra sağa sapılarak gidilir. Türbesi Sultan IV. Murad Camii’nin bahçesinde bulunmaktadır

Molla Ahmet Peykeri’nin türbesi, Mollakendi bucağında IV. Murat tarafından yaptırılan cami avlusunun batı tarafında yer almaktadır Sekizgen planlı olan türbe sadece makam bölümünden oluşur. Üstü kubbeli olan türbe sonradan bazı tamirler görmüştür. Çeşitli kaynaklarda bu değerli zatın ismiyle burada bir vakıf külliyesi bulunduğu, müştemilatı içerisinde medrese ve zaviye ile birlikte cami ve türbenin de olduğu belirtilir. Bugün bunlardan sadece cami ve türbe ayaktadır. Ahmet Peykeri doğduğu yere izafeten çeşitli kaynaklarda, “Peykeri, Peykevi, Peykerci, Pekerci” şeklinde kaydedilmiştir.

Ahmet Peykeri hakkında bilgi veren tüm kaynaklar onun Erzincan’dan bu bölgeye geldiği hususunda ittifak ederler. Ahmet Peykeri Hazretlerinin Erzincan’ın Tercan ilçesine bağlı Pekeriç (Çadırkaya) köyünden geldiği ve Mollaköy’ünde doğmuş olduğu ileri sürülür. İshak Sunguroğlu Harput Yollarında adlı eserinde Ahmet Peykeri Hazretleri’nin XVII. yüzyılda yaşadığını v e I V. M urat ile çağdaş olduğunu ileri sürer. İskender Oymak ise, bu zatın medrese ve zaviyesine ait kayıtların, onun IV. Murad zamanından 120 yıl önce yaşadığını ortaya koymakta olduğunu savunur Kendisinin, devrin ünlü mutasavvıflarından biri ve aynı zamanda Molla sıfatından dolayı bir medrese âlimi olduğu anlaşılmaktadır. 1518 ve 1523 tahrirlerinde medrese ve zaviyenin vakıfları belirtilir. Medrese, XIX. yüzyılın sonlarına kadar hizmetine devam eder ancak günümüze sadece cami ve türbe gelebilmiştir.

Sultan IV. Murat ve Arpa Tarlası
Anlatıldığına göre, IV. Murat Revan seferine çıkarken yolu Harput’tan geçer. O zaman Harput’a bağlı olan Hoğu köyünde bir hafta kadar konaklar ve ordusunun ihtiyaçlarını giderir. Hoğu’da bir akşam yemeğinden sonra ağalar ve beylerle sohbet ederken onlara, “Memleketinizde kendisinden manevi bir destek alınabilecek kimse yok mudur?” diye sorar. Orada bulunanların hepsi Mollaköy’de oturan Ahmet Peykerci’yi söylerler. Sabah olunca Padişah Çavuş başına, “Maiyetine istediğin kimseleri al, Mollaköy’üne git. Orada Ahmet Peykerci namında bir zat vardır. Selamlarımla görüşmek istediğimi kendisine söyler, buraya getirirsiniz”, diye emir buyurur. Çavuşbaşı emir gereğince ertesi sabah Mollaköy’üne gider. Kapısını çalıp kendisine iradeyi tebliğ ettiği sırada Ahmet Peykerci abdest almaktadır. Hiçbir şekilde vaziyetini bozmadan abdestini tamamlar. Daha sonra cübbesini giyer, kavuğunu başına takar, evinden çıkarak Çavuşbaşı’nın muhafazasında Hoğu’ya getirilir. Padişah, Ahmet Peykerci o gün ve o gece halvet yaparak uzun musahabelerde bulunur. IV. Murat bu musahabelerinde Ahmet Peykerci’den İran’da muvaffak olup olmayacağını sorar ve manevi yardımlarını rica eder. Ahmet Peykerci ise muzaffer olarak döneceğinin müjdesini verir. Ertesi gün birçok hediye ve ikramlarla köyüne gönderilir. IV. Murat Revan Seferi dönüşünde tekrar Harput’tan geçerken Ahmet Peykerci’yi sorar. Ölümünü duyunca çok üzülür. Mollaköy’de caminin yanındaki mezarını ziyaret eder. Ruhaniyetini tekrimen merhumun ismine izafetle bir medrese ve yolculardan fukara olanların barınmaları ve yiyip içmeleri için bir zaviye ile mezarın üzerine bir türbe yapılmasını ferman buyurur.

Bu hadisenin sonuç kısmı bir başka rivayette ise farklı anlatılır. IV. Murat ayrılma vakti gelince Ahmet Peykeri’ye, “Baba, biz Acem üzerine sefere niyet kıldık, duanı ve himmetini bizden uzak koyma”, der. Bunun üzerine Ahmet Peykeri, “Sen gönlümüzdesin Sultanım, bizden uzak değilsin ki senden uzak olalım.Yalnız sultanımdan bir istirhamım var. Gelirken bana bir düşman kellesi getiresin”, der. Ahmet Peykeri izin alarak köyünün yolunu tutarken Sultan Murat da Diyarbakır yoluyla İran üzerine yürür. Aradan belli bir süre geçer. Bir gün Ahmet Peykeri talebeleriyle ders yaparken dersi bitirir ve talebelere, “Çocuklar bugünlük bu kadar ders yeter. Hele bir gidip bakalım bizim arpalar olmuş mu?”, der. Daha sonra yürüyerek arpa tarlasına giderler. Burada Ahmet Peykeri çocuklara, ”Herkes eline bir arpa kellesi alarak ufalasın ve şu tarafa doğru üflesin”, der. Çocuklar hocalarının dediklerini yaptıktan sonra hep birlikte köye dönerler. Zafere ulaşan Sultan Murat ve ordusu dönüşte tekrar Hoğu Köyüne uğrar. Yanına birkaç kişiyi alan Sultan Murat Ahmet Peykeri’yi ziyarete gider ve ona, “Baba siz bize yardım ve himmet etmeye söz vermiştiniz, herhalde unuttunuz ki himmetiniz bize yetişmedi”, der. Bunun üzerine Ahmet Peykeri “Sultanım emanetimi getirdiniz mi?” diye sorar. Sultanın emriyle bir tepsi içinde içeriye getirilen düşman kellesini alan Ahmet Peykeri, bu kellenin gözlerindeki arpa kılçıklarını IV. Murat ve yanındakilere gösterir. Daha sonra Sultan Murat’a, “Falan gün falan saatte ordunuz bozulmak üzereydi. Bu esnada bir toz bulutu gelip düşmanınıza rahatsızlık vermedi mi? Biz verdiğimiz sözü unutmadık”, der. Savaş meydanındaki hadiseyi hatırlayan Sultan ve adamları bu keramet karşısında ne yapacaklarını şaşırırlar. Sultan biraz evvelki sözlerinden dolayı mahcup olmuştur. Ahmet Peykeri’nin gönlünü almak için bugün de sağlam bir şekilde ayakta duran camiyi yaptırmış ve çevreyi su kanallarıyla süslemiştir.

Ahmet Peykeri’nin adının “Molla ve Mevlana” sıfatlarıyla birlikte zikredilmesi onun medrese tahsili görmüş ulemadan bir zat olduğu ve ayrıca yaşadığı devrin önemli mutasavvıflarından biri olduğunu gösterir. Kövenkli Hacı Ömer Hüdâyi Baba’nın ifadesine göre, Elazığ toprağında manevi derecesi en yüksek olan iki zâttan biri Ahmet Peykeri diğeri de Harput’ta medfun olan Fatih Ahmet Baba’dır. Öte yandan Molla Ahmet Peykeri külliyesinden bugüne kadar gelebilen cami, minare ve türbeyi mimari açıdan ele alıp inceleyen Metin Sözen de, Ahmet Peykeri’nin XVII. yüzyılda yaşamış olabileceği tezini kabul eder. Nitekim o, cami, minare ve türbenin mimari özelliklerinin XVII. yüzyıl mimari özelliklerini yansıttığını ifade eder. Harput’tan geçen Evliya Çelebi Ahmet Peykeri için, ne zaman yaşadığı hakkında bir şey söylemediği gibi bu zâtın yaşadığı zaviye ve medresenin de ne zaman yapıldığı hakkında bilgi vermemiştir. Öte yandan Başbakanlık arşivlerinde XVI. yüzyılın ilk çeyreğine ait Harput’la ilgili Osmanlı devri vesikalarında Ahmed Peykeri’den bahsedilmektedir. Bu da Ahmet Peykeri’nin XVII. yüzyılda değil de XVI. yüzyılda yaşadığını göstermektedir. Eldeki mevcut bilgilerden hareketle Ahmet Peykeri’nin XV. yüzyılın ikinci yarısında doğmuş ve XVI. yüzyılın başlarında vefat etmiş olduğu tahmin edilmektedir. Günümüzde bu ziyaret yöre halkı tarafından yoğun olarak ziyaret edilmektedir. Ziyarete her türlü amaç ve maksat doğrultusunda gelinmektedir. Ziyarete daha çok baş ağrısı olanlar, ruhsal dengesi bozuk olanlar ve herhangi bir nedenden dolayı korkmuş olan kişiler getirilir. Burada bu zatın ruhuna Kur’an-ı Kerim okunur ve bağışlanır, Allah’tan bu zatın yüzü suyu hürmetine şifa temenni edilir. Ayrıca hayatın yoğunluğundan bunalmış olan kişiler buraya gelmekte, dua etmekte ve psikolojik olarak rahatlamaktadırlar. Bunun yanında sadece ziyaret amaçlı olarak da gelinmekte ve dua edilerek gidilmektedir.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Seyyid Muhammed Kattal (ks.)

Türbe, Maden ilçemize bağlı Gezin beldesinin 15 km kuzeyindeki  Kartaldere Köyü’nde bulunmaktadır.

……

Seyyid Muhammed Kattal türbesi, ilçeye 37 km. mesafede bulunan Kartaldere Köyündedir. Şeyh Muhammed Kattal’ın Hicri 764 yılında irşad hizmetini ifa ederken Ermeni ve Bizanslılarca katledildiği rivayet edilir. Bu sebeble Kartaldere köyünün eski adı ‘katledilen şeyh’ anlamına gelen “Şeyhkatülan” olarak anılmıştır. Türbe köy içerisine az yükseklikte düz bir arazi üzerinde bulunur.

Türbe, üstü çatılı olup, türbegâh, misafirhane, mescit ve mutfak olmak üzere dört bölümden oluşmaktadır.
Türbegâh kısmı demir parmaklıklarla kapatılmıştır. Türbenin herhangi bir mimari özelliği bulunmamaktadır. Ayrıca türbenin arkasındaki dış duvarına iki tane Türk bayrağı işlenmiştir. Türbenin karşısında ve alt tarafında köy mezarlığı bulunur. Muhammed Kattal, Osmanlı İmparatorluğu döneminde hazırlanan berat ve fermana göre Evlad-ı Resül’den olup Zeynelabidin’in oğlu Muhammed Bakır’ın oğludur.

Türbe duvarında yer alan mermer levhaya göre Muhammed Kattal’ın şeceresi şöyle verilmiştir: “Bu türbede yatan Evlad-ı Resül’den beşinci imamın oğlu Seyyid Muhammed Kattal Hazretleri’dir. Muhammed Kattal Muhammed Bakır’ın, Muhammed Bakır Ali Zeynel Abidin’in, Zeynel Abidin İmam Hüseyin’in, İmam Hüseyin’de İmam Ali’nin oğludur. Radiyallahü Anhüm. Şecere Tarihi: 764” Muhammed Kattal’ın asıl adı Ali’dir. Babası Muhammed Bakır büyük bir hadis ve fıkıh âlimidir. Bugün mevcut birçok sahih hadise kaynaklık etmiştir. Devrin hükümdarı Ömer bin Abdulaziz birçok konuda ona fikir danışıp istifade etmiştir. Muhammed Kattal, İslam ordularıyla birçok savaşlara katılmış ve başarılar göstermiştir. Onun, İslamı yaymak amacıyla Anadolu’ya yönelik akınlardan birinde tahminen genç bir yaşta görev alarak bugünkü Kartaldere yakınlarında Bizanslılarla yapılan bir savaşta şehit düştüğü ve buraya defnedildiği söylenir. Türbenin bulunduğu köyün kuzeyinde yer alan dağın zirvesinde Muhammed Baki ve eteğinde ise Muhammed isimli zâtların bugün yerleri belli olmayan mezarları yer alır. ruh ve sinir hastalıkları başta olmak üzere her türlü hastalık için gelinmektedir. Rahatsızlığı olan bazı hastalar şifa bulma ümidiyle burada yatıya kalır. Şifa bulup da adak dileyenler daha sonra buraya gelip kurban kesmekte ve tasadduk etmektedirler.[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Ankuzu Baba

Elazığ –  Harput’un 7-8 kilometre kuzey-doğusunda, Buzluk kayalıkları ilerisindeki tepede bulunmaktadır..

Ankuzu Baba, Harput’a beş km. mesafede kendi ismiyle anılan Ankuzu Tepesi’nin üzerinde medfundur. Türbe duvarları taş ve beton malzeme ile inşa edilmiş, tavanı ise eğimli bir beton tabiye ile kapatılmıştır. Oldukça küçük olan Ankuzu Baba türbesi tek mekandan ibaret olup, elektriği ve suyu yoktur. Ayrıca türbeye herhangi bir şekilde taşıt yolu da yapılmamıştır. 16. yüzyılda türbenin hemen yanıbaşında bir zaviye olduğu çeşitli kayıtlarda geçer. Bugün bu zaviyeden hiç bir eser kalmamıştır. Evliya Çelebi’nin, “Ankuzu Baba Tekkesi mihmanhane-i fukaradır.” diye bahsettiği bu tekke ve mescid daha sonra yıkılarak harab olur. Burası Osmanlı Dönemine ait çeşitli kayıtlarda değişik isimlerle anılır. Başvekalet Arşivi tapu defterinde “Ey Kuzu” denildiği gibi 1704 tarihli bir başka vesikada da “Aynül Kuzat” olarak geçer. Harput’un fethi sırasında şehid düşmüş ve uzun yıllar bir mağara içinde bozulmadan kalmış olan naaşı, bugün aynı bölgede medfun bulunan velilerden Beyzade Efendi (1810-1904) tarafından yaptırılan tekke ve mescid yanına defnedilir.

Bazı rivayetlere göre Ankuzu Baba, 8. ve 9. yüzyıllarda Arap-Bizans savaşları esnasında Arap ordularında yer alan bir askerdir ve burada şehit düşmüştür. Kuzu Baba Dağı’nın yamacında bulunan bir kaya üzerindeki at nalına benzeyen çukurluğun, Ankuzu Baba’nın atının izi ve taşlar üzerinde bulunan kırmızı lekelerin de, Ankuzu Baba’nın yaralarından damlayan kan izleri olduğu anlatılır. Bir diğer söylentiye göre ise Ankuzu Baba, civarda yaşayan insanlardan biridir. Yeniçerilerin zulmüne uğrayarak kaçar ve kayalıklara sığınır. Ancak yeniçeriler tarafından yakalanıp öldürülür ve orada gömülür. İshak Sunguroğlu’nun ‘Harput Yollarında’ isimli eserinde burasının çok eski yıllarda daha çok ziyaret edildiği, burada halkın piknik yapıp, kurbanlar kestiği anlatılır. Vaktiyle Yetimoğulları ailesinden Ahmet namında meczup bir kişi, kayalıkların zirvesinde bulunan Ankuzu Baba türbesinin yıllarca türbedarlığını yapar . Ölümünden sonra da Ankuzu Baba neslinden geldiğini iddia eden kızı Hamide Hatun, bu vazifeyi üzerine alır. Hamide Hatun, yaz kış demeden uzun zaman bu bahçede oturarak babasının izinde sebat eder. Ziyaretgaha araba yolunun olmaması ve ziyaret çevresinde içme suyunun bulunmamasının, ziyaretçi sayısını oldukça düşürmüş olduğu nakledilir. Son yıllarda bir türbe yaptırılarak kabrin kaybolması önlenmiştir. Kışın kar sebebiyle ulaşılamadığından, ancak yaz günlerinde ziyaret edilebilmektedir. Türbe Elazığ Kültür Envanterinde kayıtlıdır.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Fatih Ahmed Baba

Elazığ – Harput’da . Elazığ kalesi’nin 2 km uzağında.

Fatih Ahmet Baba hazretleri , 1313 yılında Harput’u Ermenilerden geri almak üzere sefere çıkan İlhanlı ordusuyla bölgeye gelmiş ve şehrin fethi sırasında arkadaşlarıyla birlikte şehit düşmüştür. İshak Sunguroğlu, Fatih Ahmet Baba’nın hüviyeti hakkında Beyzade Efendi’nin ihvan-ı kiramiyle vaki olan keşifleri neticesinde elde edilen hal tercümesini şöyle nakleder;
“Sen bil ki Harput Kasabası civarında medfun ve Fetih Ahmet namıyla meşhur olan zat, Perevat ya da Perbat şehrinde Şeyhü’l-Kâinat ünvanıyla anılan Aliyü’r-Remeytani’nin talebelerindendir. Kendisi Belh’de doğmuş, ismi Ahmed, tarikatı Tarikat-i Hacegan’dır. Muhammed Hallacu’l-Belhi vasıtasıyla Azizan Hoca Aliyü’r-Remeytani’den intisap etmiştir. Onun ahbap ve yakınlarından on kişi de türbenin üst tarafındaki mezarlıkta medfundurlar. Kendisi sadat-ı kiramdan (Peygamber neslinden) olup sağ tarafından (kolundan) yaralanarak şehid düşmüş ve aynı yere defnedilmiştir. Mensup olduğu mezhep, Hanefi mezhebi olup Bağdat’ta medfun bulunan ve bu mezhebin banisi olan İmam Âzam Ebu Hanife’nin türbedarı olarak hizmetinde bulunmuştur.”

Fatih Ahmet Baba’nın hüviyeti hakkında Erzurum’un Pasinler kazasına bağlı Yegân köyünde türbe-i mahsusunda medfun bulunan “Halil Divani” Hazretlerinin türbedarı ve mütevellisi ve marifetname sahibi İbrahim Hakkı Hazretlerinin kütüphanesinde bulunan tevliyetnamede şöyle zikrolunur: “Erzurum ve havalisi Tebriz’e merbut (bağlı) iken ol zamanın hükümdarı Aras’ın bir kısmını Halil Divani’nin türbesine vakfetmiş imiş… Bu vakıfnamede Halil Divani’nin Evlad-ı Resülden (Peygamber neslinden) olduğu ve silsilesi tamamen yazılı bulunduğu gibi mensup bulunduğu şeyhi de Fatih Ahmed Herberdi (Harputi) olduğu silsilesinde tamamen zikredilmiştir. Rüya Kılıç, bir vakfiye suretini esas alarak seyyidlerin daha 12. yüzyılda Anadolu’ya ayak bastığına işaret etmektedir. İmam Muhammed Bakır soyundan Halil Divani (Yağan Paşa) adına düzenlenen vakfiyeden hareketle, aşiret reisi olması muhtemel olan Kirmanlı Seyyid Şerif Halil Divani yanındaki grupla birlikte o dönemde Tebriz’e bağlı Pasinler’e gelerek yerleşir. Kurduğu zaviyesine ise Gürcü krallarından satın aldığı bazı köylerin gelirlerini vakfeder48. İcazetnamede şu sıra yer alır “Tarikat silsilesi (İcazetnamesi=İzinnamesi): Seyit Halil Divani kendisi, ilk önce, Seyit Şeyh Ahmed-i Kebirden el, inabe ve. beyat aldı Bu zat da Seyit Şeyh Ahmet Fatih-el Harputi’nin (Ölümü M.1313) elinden inabe aldı. Bu da Seyit Şeyh Tacettin İbrahim-el Fatih (ölümü M.1305) den, o da Seyit Şeyh Şemsuddin Ahmet bin Muhammed-el Fatih’in elinden inabe aldı.” Bu icazetname vesilesiyle Fatih Ahmed Baba’nın Rıfai tarikatı şeyhi olduğu ve muhtemelen küçük Seyyid Ahmed-i Kebir’in babası olan Şeyh Taceddin İbrahim’den inabe almış olduğu anlaşılıyor.

Fatih Ahmet Baba ile ilgili pek çok menkıbe anlatılmaktadır. Rivayete göre, Harput’un ilk kaymakamı Şevki Bey ehl-i keyf bir zattır. Bir yıl yazı geçirmek üzere Fatih Ahmed Baba türbesi civarındaki Hacı Haliloğullarının bahçelerinden birini kiralar. Cuma günleri dostlarından bazıları ile bahçeye gider, orada beraberce demlenir (içki içer) ve eğlenirler. Yine böyle bir günde yine biraz demlendikten sonra sık ağaçlarla kaplı olan havuz manzarası, Şevki Bey’in alkol ile beslenen ruhunu sıkmış olacak ki ayağa kalkar ve etrafta dolaşmaya başlar. Karşıda türbenin tam alt tarafında derenin kenarında yeşil bir düzlük görünce kilimlerin, şiltelerin ve rakı sofrasının buraya nakledilmesini emreder. Fakat misafirlerden birisi türbeyi göstererek, “oraya pek yaklaşmayalım”, demişse de kaymakam Şevki Bey buna aldırmaz. Bu emir üzerine tam Fatih Ahmed Baba’nın türbesinin önündeki kayaların altında sofra kurulur ve alem başlar. Yemişler, içmişler ve geç vakit dağılmışlardır. Ertesi sabah Şevki Bey yatağından kalktığı zaman ağzının ve çenesinin eğilmiş olduğunu ve bir kelime dahi konuşamadığını hissedince, bundan çok etkilenir. Kasaba ve Elazığ’da bulunan mevcut doktorlara tedavi için gitse de yapılan müdahalelerin hiç biri çare olmaz ve bu darbenin nereden geldiğini anlar. Birkaç gün evinden çıkmaz ve sonra dostlarının tavsiyesi ile Fatih Ahmed Baba türbesine giderek türbeyi ziyaret edip tövbe eder ve af dileyerek sağlığına kavuşmak için duada bulunur. Türbeyi ve yanındaki mescidi tamir, önündeki sahayı tesviye ettirerek türbenin önüne bir çeşme yaptırır ve ağaçlandırır. Yaptığı bu hizmetin mükafatını da çok geçmeden çenesinin düzelmesiyle görür.

Fatih Ahmed Baba’nın türbesi, Harput’a bir kilometre mesafede, şehrin kuzey doğusunda Göllü Bağlarına (Karataş ve Serince köylerine) giden yolun sağındadır Türbenin inşa tarihi bilinmemektedir. Ancak günümüze kadar ulaşan kayıtlardan, adına türbe yapılan zatın bir şeyh, bir veli olduğu ve 1313’te vefat ettiği öğrenilmektedir. Türbenin, Fatih Ahmet Baba’nın vefat ettiği yıllarda yaptırılmış olması muhtemeldir. Şeyh-i Kâinat Mescit ve Türbesi olarak da anılan yapı, kuzey güney doğrultusunda dikdörtgen bir mekan (mescit) ile bu mekanın batı duvarına bitişik, içten ve dıştan sekizgen planlı bir mekandan (türbeden) oluşu Türbenin batı duvarı mescit cephesinin hizasına kadar uzatılmış ve oluşan bu mekanın üzeri sundurma ile örtülmüştür. Türbenin batı ve kuzey-batı cephesi mescit ile bitişiktir. Sekizgen şeklinde olan yapı, sade ve basit durumdadır. Üzeri sac kaplı kırma çatı ile örtülüdür. Sadece alt katıyla günümüze ulaştığı kabul edilen türbenin güney doğu köşesinde bir mazgal penceresi yer alır. Kuzey cephedeki basık kemerli oldukça küçük bir kapı ile türbe bölümüne girilir. Türbe orijinalinde altıgen planlı kaide üzerinde ve iki katlı olarak inşa edilmiştir. Mescit ve türbenin üzeri son restorasyon sırasında betonla sıvanmış ve sonradan ziftlenmiştir.

Fatih Ahmet Baba türbesi gerek Elazığ ve çevresinde gerekse çevre illerden gelen ziyaretçiler tarafından yoğun olarak ziyaret edilir. Bu ziyarete hem Sünni hem de Alevi halk tarafından yoğun olarak rağbet edilmektedir. Sünni ziyaretçiler daha çok perşembe ve cuma günleri gelirken, Alevi ziyaretçiler ise çarşamba günleri gelmektedir. Belli bir rahatsızlık veya dileğinden dolayı gelen ziyaretçiler tarafından bu ziyaret günleri bazen üç cuma veya üç çarşamba şeklini alır. Ziyarete daha çok çocuğu olmayan kişiler rağbet eder. Bunun yanında kız çocuğu olup da erkek çocuğu olmayan kişiler de bu maksatlarına ulaşmak amacıyla buraya gelmektedir. Sinir hastaları, felçliler, nazara uğrayan kişiler ile çeşitli dilekleri bulunan kişiler tarafından da yoğun olarak ziyaret edilir. Sünni ziyaretçiler dilekleri gerçekleştiğinde buraya gelip şükür amacıyla kurban kesip tasadduk etmektedirler. Ziyaretçiler dilek ve isteklerine ulaşınca buraya gelerek lokma (gömme) adı verilen yöresel bir yemek yapıp dağıtırlar. Durumu ağır olan hastaların bir kısmı şifa bulmak maksadıyla burada yatıya kalır. Yine çocuğu olmayan kadınlar buraya ziyarete geldiklerinde koluna demir bir bilezik geçirip çocuğu olana kadar çıkarmazlarsa, bu dilek ve maksatlarına ulaşacaklarına inanılır. Bu türbeye geldikten sonra çocuğu olan aileler çocukları erkek olursa ismini “Fethi Ahmet veya Fatih Ahmet”, kız çocukları olursa ismini Fethiye koyarlar. Çocukları olduktan sonra da buraya gelerek kurban kesip tasadduk ederler. Yine çeşitli talep ve isteklerine ulaşmak için buraya gelen ziyaretçiler türbenin arka tarafındaki dardağan ağacına bez, yazma vb. şeyler bağlamaktadır. Ayrıca türbenin sol tarafındaki “dilek duvarı” adı verilen duvara da taş yapıştırırlar. Şayet bu duvara taş yapışırsa o kişinin dileğinin kabul olacağına, aksi takdirde kabul olmayacağına inanılır. Yine türbeye muhtelif amaçlarla gelen ziyaretçiler dileklerini bir kağıda yazıp mevcut Kur’an-ı Kerim’lerin içine bırakırlar. Ya da bu dileklerini mescid bölümünün güney yönündeki duvara da yazarlar.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Musa Kazım Efendi

Elazığ – Harput – Meteris Kabristanında . Şeyh Osman Bedreddin hazretlerinin 50 metre kuzeyinde

Musa Kazım harputi hazretleri’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi

Kazım Efendi’nin (1894-1967) türbesi, Harput’un Meteris mezarlığında, İmam Efendi türbesinin kuzey yönünde 30-40 metre mesafededir. Türbenin etrafı duvarla çevrilidir Mezarın üzerinde altı sütun üzerine oturtulmuş kubbe bulunmakta olup çevresi açıktır. Mezar, yerden yaklaşık 20 cm yükseklikte, çevresi daire şeklinde demir bir kafesle çevrili olup kitabesi bulunmaktadır.

Aslen Harputlu olan Musa Kazım, Nakşi Tarikatının son şeyhlerinden birisi olup İmam Efendi’nin de son halifelerindendir. Halk arasında Kazım Efendi olarak bilinen bu zat 1894 yılında Harput’ta doğmuş, tahsilini burada yapmış ve son olarak da muallim mektebini bitirip Fransızca öğretmenliğine başlamıştır. Harputluların hızla “Mezire”ye yani Elazığ’a indikleri yıllarda Kazım Efendi de Elazığ’ın Nailbey Mahallesinde Köprü Sokak’ta bulunan iki katlı mütevazı bir evde yaşamaya başlar. Bu sokağa vefatından sonra kendi ismi olan “Kazım Efendi” sokağı adı verilmiştir. İmam Efendi’ye intisap ederek ondan hem dini dersler almış hem de onun sohbetlerinden faydalanmıştır. Vefatından sonra İmam Efendi’nin yanında bulunan Şeyh Samini Hazretlerinin müridi Mustafa Naci Efendi ile gönül bağı kurarak tarikatın usul ve erkanını öğrenir. Öğretmenlikle tarikatı birlikte götürmekte zorlanınca, Mustafa Naci Efendi’nin tavsiyesi üzerine öğretmenlikten istifa eder.

Musa Kazım Efendi’nin ilmi üstünlüğü çok yüksektir. Bunun dışındai çokta iyi bir hattat olup çok güzel eserler vermiştir.

Musa Kazım hazretleri ömrünün on yılında talebelerinden Muhammed Mazhar Harputi hazretlerini çağırır ve ‘’ Bu sene bizim yerimize siz hacca gideceksiniz’’ der. Muhammed Mazhar hazretleri büyük bir ferasetle Musa Kazım hazretleri’nin o sene vefat edeceğini anlayarak ‘’Hayır olmaz’’ der. Fakat kıymetli ömürlerinin sonuna gelmiştir. Muhammed Mazhar hazretleri bu durumu şöyle açıklamıştır; ‘’ Zamanın sahibi İnsan-ı Kamil her sene ya maddeten ya da manen hacca gider’’ diye emir buyurur. Daha sonra Muhammed Mazhar Hazretleri hac da tavaf esnasındayken, ‘’ Omuzlarımda büyük bir ağırlık hissettik’’ diye emir buyururlar. İhvanlar, o zaman dilimini tetkik ettiklerinde, Muhammed Mazhar hazretleri’nin ‘’ Omuzlarımda büyük bir ağırlık hissettik dediği zamanın tam olarak Musa Kazım Harputi hazretlerinin dünyasını değiştirdiği zamana denk geldiğini görürler.

Kazım Efendinin makamı, vefatından sonra müritleri tarafında düzenlenmiş ve günümüzde sıkça ziyaret edilmektedir. Bu zatın Malatya, Diyarbakır ve Adana gibi çeşitli illerden de ziyaretçileri bulunur. Her yaştan insanın ziyaret ettiği bu mekân, özellikle sınav dönemlerinde çok yoğun ziyaretçisi olan bir mekândır. Kafileler halinde gelen ziyaretçiler dua ve dileklerini burada ifade etmektedir. Ziyaret esnasında ziyaretçiler Kur’an okur, dilek ve adakta bulunurlar.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Hacı Hulusi Yahyagil

Elazığ – Harput – Meteris Kabristanında. İmam Efendi türbesinin 10 metre kuzeyinde

Ramazan ayının ilk gecesi Elazığ merkeze bağlı Kesrik köyünde dünyaya gelir Babası Yahyazâdelerden Mehmet Efendi, alaylı bir zabittir. İlk tahsilini Elazığ Camii İmamı Sarı Hâfız’dan alır. Elazığ ve Erzincan’da başladığı askerî eğitimine Kuleli Askerî Okulunda devam eder. Daha sonra Harbiye Mektebine geçer. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla eğitimini yarıda bırakır. Bir süre talim ve terbiye gördükten sonra 1915′de Çanakkale’deki 3. Kolorduda görev alır. 1925′de öğrenimini tamamlamak üzere tekrar okula başlar ve Harbiye’den mezun olur. 1944 yılında Albaylığa terfi eder ve 1950′de Denizli Askerlik Dairesi’nden emekli olur.

Hulûsi Yahyagil 1925 yıllarında Bediüzzaman Said Nursî’yi ilk duyduğunda, onu bir şeyh zanneder ve gidip kendisine intisap etmeyi düşünür. 1929′da bir kaç arkadaşıyla birlikte Barla’ya giderek Üstad Bediüzzaman’ı ziyaret eder. Daha sonraki ziyaretlerinden birisinde, Bediüzzaman ona, “Uzaklığın alâmeti olan mektuplaşmak âdetim değildir. Fakat sen yaz” der.

Hulûsi Bey, 1930′daki görüşmelerinin üstünden yirmi yıl geçtikten sonra, Bediüzzaman’ı 1950′de Emirdağ’da ziyaret eder. Bu görüşmeleri yirmi dakika sürer. Aynı yıl hac farizasını yerine getirir. Üstadı en son 1957′de Emirdağ’da ziyaret eder.

Hulûsi Yahyagil ömrünün büyük kısmını, doğduğu yer olan Elazığ’da geçirir. Hayatını Risale-i Nur hizmetine adar. Hizmetle dolu uzun bir ömür geçirir ve 26 Temmuz 1986 tarihinde bir ders sonrası rahatsızlanarak vefat eder. Harput’taki aile mezarlığına defnedilir.

Abdullah Aymaz bir yazısında İhsan Atasoy’un kaleme almış olduğu “Nurun Birinci Talebesi Hulusi Yahyagil” isimli kitaba atfen, Çanakkale Savaşı ile ilgili bölümden bazı yerleri aktarır.

“..26 Temmuz 1915’te “Melhame-i Kübra” denilen Osmanlı’nın ölüm-kalım savaşı Çanakkale Savaşı’na katılır. Conk Bayırı Muharebesi’nde, atların çektiği ağır toplardan birisi bataklığa saplanır. Atlar ne kadar hamle yapsalar da onu kurtaramazlar. Hulusi Bey, birliğinde bulunan “Destan” isimli atı getirip diğerlerinin yanına bağlar ve bir insanla konuşur gibi atın boynuna sarılarak; “Destan, haydi yavrum! Bu din işi, iman işi, vatan işi, göreyim seni!” der. Atlar son bir defa dehlenir, kırbaçlanır. Büyük bir hamle sonunda top kurtarılır ama Destan cansız “..yere serilir. Zira takatının üstünde gösterdiği gücün sonunda hayvancağız çatlayarak ölmüştür.

Son taarruzda bütün subaylar ve erler abdestli olacaktır, su bulamayanlar da teyemmüm edecektir. 8 Ağustos 1915 gecesi Kadir Gecesi’dir, karadan ve denizden düşmanın top mermileri gelmektedir. Hulusi Bey’in önünde bir top mermisi patlar. İki el ateş eder. Düşman cephesinden gelen kurşun sol yanağına isabet eder. Bir kurşun köprücük kemiğini ikiye bölerek kalbine doğru iki buçuk santimetre kadar ilerler. Sol koluna da kurşun isabet eder. Artık şuuru işlemez olur.

Cephede doktorlar genelde ağır yaralılarla uğraşıp vakit zayi etmek istemezler. Onun için Hulusi Bey’i de hayata döndürülmesi zor diyerek ölmek üzere olan ağır yaralılar arasına bırakırlar. Hulusi Bey seneler sonra, Haluk Tangülü’ne Çanakkale’de ölüler arasından nasıl kurtulduğunu şöyle anlatır: “Baygın halde yatıyordum. Birden kulağıma gaipten bir ses geldi. Bu gaybi ses, ‘İmamuha, kitabüha, yazaruha!.’ diye çınlıyordu. Beni bu ses uyandırdı. Üzerimden pardösümü çıkardılar, her yerimden kan damlıyordu!” Hulusi Bey, kendine gelir gelmez, karşısında duran Fransız doktora, Fransızca “Allah’ın izniyle ben ölmeyeceğim!.” diye bağırır. Bunun üzerine ölüler arasından alınıp önce Biga’da, daha sonra İstanbul’da tedavi altına alınır. Beş ay tedaviden sonra tekrar cephedeki birliğine döner. Korkusuz, pervasız biriydi. Subaylar ondan çok korkarlar, erler ise kendisini çok severlerdi. Komutan olduğu yerlerde, askere okunacak hutbeyi kendisi yazar verirdi. (…) Zekâsı çok kuvvetliydi. Dünya malına kıymet vermezdi. Dünya ile maddî bir bağlantısı yoktu. Hayatında bir tek hediye kabul etmemişti. Dünyada bir tek çöp almadığı gibi, ben küçükken dedemden kalan evi de sattı. Öldüğünde üzerlerindekilerden başka bir eşyası, malı yoktu. Maddî hiçbir miras bırakmadı bize. İşi gücü ibadetti. Uyku nedir bilmezdi… Emekli olduktan sonra Elazığ’a geldiğinde evde aynı odada kaldık. Gece yarıları uyanışımda, onu ya namaz kılarken veya Risale yazarken bulurdum. Delâil-i Hayrat ve Kur’an-ı Kerim’den başka kitap yoktu. Abdestsiz gezmezdi katiyen…

 

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Osman Bedreddin Erzurumi (ks.) ( İmam Efendi )

Elazığ – Harput Meteris Kabristanında

Osman Bedreddin Erzurumi hazretleri (k.s.) Silsile-i Şerifi

Asıl adı Hafız Osman Bedrüddin Erzurumi (1850-1924) olan İmam Efendi’nin türbesi, Harput’ta Meteris Mezarlığı’nın doğu tarafında, Buzluk Mağaraları’na giden yolun sağ üst kısmında yer alır Kare planlı ve üzeri büyük bir kubbe ile örtülü olan yapı, tek mekandan ibarettir. Türbenin aydınlatması dışarıya bakan tek pencereyle sağlanır. Burada yer alan üç mezar demir bir setle çevrilidir. Girişte sağda Mustafa Naci Efendi’nin (Muşi Efendi), ortada İmam Efendi’nin, solda (kıble tarafında) ise oğlu Muhit Efendi’nin kabirleri yer alır Yine makam bölümünde bir kabir daha bulunup bu da oğlu ve aynı zamanda halifesi olan Nureddin Efendi’ye aittir. Türbeye girmeden sağ tarafta ise halifesi Saadettin Efendi’nin kabri bulunmaktadır. Yine türbenin dışında güney cephede İmam Efendi’nin halifelerinden Sürsürülü Molla Hüseyin Efendi’nin kabri yer almaktadır. Türbenin etrafında Harput’ta yetişmiş veya hizmetlerde bulunmuş değerli âlimlerin mezarları da bulunmaktadır.

Doğumu ve İlk Tahsili
İmam Efendi Erzurum’un Abdurrahman Ağa Mahallesi’nde dünyaya gelir. Rivayete göre, doğduğunda adet üzerine sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunur. Nakledilir ki, İmam Efendi, okunan bu ezanı ilk duyduğunda sağ elinin şahadet parmağını havaya kaldırır ve ezan bitimine kadar da elini indirmez. Babası ilim ve tasavvufi konulardaki liyakatiyle tanınmış olan Selman Sükutî Efendi, annesi Esma Hatun’dur. Osman Bedreddin üç yaşında iken babasını kaybeder. İlk derslerini Erzurum’daki hocası Mehmet Tahir Efendi’den alır ve dokuz yaşında hafız olur. Arapça’yı öğrendikten sonra tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerine yönelir. Osman Bedreddin, İslami ilimlere olan ilgisi ve kabiliyeti sebebiyle bu ilimlerde derin bilgi sahibi olmuştur. Tefsir çalışırken, Hucurat suresinin tefsirinde işaret edildiği üzere, “yaptığı amellerin, bilmeyerek işleyeceği hatâlar sebebiyle boşa gitmesinden”, korkarak çok az konuşmaya başlar Onun bu sessizliği üzerine hocaları ve arkadaşları kendisine, “Sessiz Hafız Osman Bedrettin”, demeye başlarlar. Mehmed Tahir Efendi bir gün İmam Efendi’ye “Molla Hafız! Bütün bildiklerimi sana öğrettim. Ayrıca bilmediklerimi de öğrendim. Şöyle ki, bilmediklerimi sana öğretmek için önce çalışıp öğrenmeye mecbur kaldım. Bundan ötesine gidemiyorum. Artık senin, ilmi benden daha fazla bir hocaya devam etmen gerekiyor. Bugünden itibaren ders vermeyeceğim”, der

Seyyid Ahmed Merami Hazretlerine talebe olması
Bunun üzerine İmam Efendi, “Dertliyim derdim derin, derdime derman için sana geldim ya Mûin” diyerek bir mürşid bulmak için Allah’a dua eder ve medreseden ayrılır. Aslında o, zahiri ilimlerde yetişmiş olup, batıni ve tasavvuf ilminde kendisini yetiştirecek bir hoca aramaktadır. Bu arayışı sırasında Buhara’daki Cami-i Kebir’de halka vaaz ve nasihat eden Seyyid Ahmed Meramî’nin bu duaya muttali olduğu ve Buhara’dan ayrılarak Erzurum’a geldiği nakledilir. Hasankale’nin ebu’l kasım köyünde üzerine aldığı imamlık vazifesini yürüten Ahmet Merami’nin yapmakta olduğu sohbetler üzerine kısa sürede ilmi ve şöhreti bütün çevreye yayılır Bu zatın ismini ve ilmini duyan İmam Efendi derhal yola çıkar. Aradığı mürşidi bir namaz vaktinde camide bulur. Seyyid Ahmed Meramî bu gencin kendisine yetiştirmesi için işaret edilen genç olduğunu anlar. Namazdan sonra “Merhaba! Hoş geldin, Hafız Osman Bedrüddin” der. Bunun üzerine Osman Bedrüddin birden bire ürperir ve hayretler içinde yaklaşarak Ahmed Meramî’nin elini öper. Daha sonra kendisinden ders almak istediğini söyler. Onun bu arzusuna Ahmed Meramî, “Buhara’dan kalkıp buraya kadar geliriz de senin gibi ilim isteyen bir talebeye ders vermez miyiz?” cevabını verir. Daha sonra Osman Bedrüddîn’i alıp evine götürür. Onun ilimdeki derecesini ölçmek için bazı sorular sorar. Sorduğu sorulara tatmin edici cevaplar alınca, onu yetiştiren hocasını metheder ve şöyle der. “Şunu bilesin ki, ilmin uçsuz bucaksız yolu neticede insanları Hakk’a ulaştırır. İlmin muhtelif safhaları ve sahneleri vardır. İlmin çeşidi çoktur. Bizim sana vereceğimiz ilim tasavvuf ilmidir.” Bir süre daha sohbet eden Ahmed Meramî, İmam Efendi’nin kendisini dikkatle ve şevkle dinlediğini görünce onun istek ve meylini anlar. Daha sonra İmam Efendi’nin istek ve arzusu doğrultusunda her gün gelip kendisinden ders alması kararlaştırılır. Böylece İmam Efendi her gün Erzurum’dan kalkar ve aralarında üç saat mesafe bulunan Alvar köyüne gider. Sabah namazını burada kıldıktan sonra Bulkasım köyüne varır, dersini alır. Yedi yıl süren bu meşakkatli eğitimin ardından Ahmet Meramî, bir gün Hafız Osman Bedrüddîn’e dönerek “Şunu bilesin ki, ilm-i zahir ile ilm-i batın birleşerek ait olduğu kalpte merkezleşti. Allah-ü Teala’ya hamd ve sena olsun, size de mübarek olsun. Benim vazifem burada tamam oldu. Ben irşada memur değilim. Sizi bu güne kadar yetiştirmekle, tasavvufî ahkamı size bildirmekle vazifeliydim. Biz memleketi, memlekettekiler de sizi arzuluyor. Varis-i enbiya meşarık-ı evliya (peygamberlerin varisi evliya güneşi) olarak bir mürşid-î kamil aramaya selahiyet kazandınız. Cenab-ı Hak hayırlısıyla muvaffak buyursun”, der ve derslerine son verir.

93 harbi ve Orduya katılması
Osman Bedreddin, hocası Ahmet Meramî’nin tavsiyesi üzerine gönüllü olarak orduya katılır. Harbin başlamasının ertesi günü 8 Kasım 1877 günü Osman Bedreddin, sabah Kars kalesi (veya Ayas Paşa) Camiinden ezan okur. Bu ezan halkı düşman karşısında cesaretlendiren kıvılcım olmuştur. Erzurum halkı bu ezan sesinden çok etkilenerek camiye koşar, sabah namazını kılan halk, hızlıca evlerine dağılarak düşmanla savaşmalarına silah olarak yardımcı olacak ne varsa yanlarına alarak cepheye koşarlar. Erzurum halkının da desteğiyle ordu güçlenmiştir. Rus ordusu dağıtılarak düşman güçlerini geri çevirmeyi başarmıştır.

Savaşın başladığı sabah, okuduğu ezanla halkı heyecanlandıran Osman Bedreddin, düşmanla ön saflarda çatışarak Erzurum halkına büyük bir cesaret örneği olmuştur. Okuduğu etkileyici ezan ve savaş esnasında gösterdiği cesaret ile Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın dikkatini çeker. Bu sayede Gazi Ahmed Muhtar Paşa onu 28. Alayın 3. Tabur imamlığına tayin eder Osman Bedreddin tabur imamı olduktan sonra ‘İmam Efendi’ diye anılmaya başlar. Bu vazifesi esnasında evliyânın büyüklerinden Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerinin oğlu ve halîfesi Seyyid Ubeydullah ile Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin halîfelerinden Kufrevî Şeyh Muhammed ve Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn ve Erzincanlı Terzi Baba lakabıyla meşhûr Şeyh Hayyât’ın talebelerinden Hacı Fehmi Efendilerle sohbet eder. Osman Bedreddin, 93 Harbi esnasında Erzurum cephesinde savaşmaya gelen birçok ilim ve irfan sahibi zatla tanışma fırsatı bulur. Savaş esnasında birkaç arkadaşıyla esir düşse de kaçmayı başarırlar. Harp sonrası taburu ile birlikte Diyarbakır’a tayinen naklolur. 1882’de ise vazifeli olduğu tabur Palu’ya taşınır.

Seyyid Mahmud Samini hazretleri’ne intisabı
O artık burada asıl hocasına kavuşur Bu mübarek zat Mahmud Samini’dir. Daha İmam Efendi gelmeden önce, onun hallerini kapalı olarak talebelerine bildirmektedir. Zaman zaman işaretler vererek, “Maşallah dokuz yaşında hafız ve fakih olmak her kulun karı değildir.” derdi. Yine bir gün, “Fesübhanallah, ilme olan gayreti hocalarını çalışmaya mecbûr ediyor.” Osman Bedreddin görevi nedeniyle Palu’da yaklaşık dört sene kalır. Burada yaşadığı ve şahit olduğu bazı olağanüstü hal ve buyruklarının manevi tesiriyle büyük bir mürşid ve tasavvuf ehli olduğunu anladığı Mahmut Samini’ye intisap eder. İmam Efendi kısa sürede tasavvufta yetişip kemale erer. Samini dergâhında on sekiz gün sülûkte kalıp Nakşîlikten tarikat icazeti alır.

Palu’daki irşadı ve Vefatı
Bir müddet sonra, Palu’da izindeyken Çemişgezek ilçesine nakledilen taburuna avdet eder. Artık o kendisine gelen talebeleri irşad ve manen terbiye etmeye mürşidi Mahmut Samini tarafından memur ve mezun kılınmıştır. Çemişgezek yöresindeki halka 15 yıl süresince ilim, irfan ve hakikat yüklü sohbetleriyle irşat eder. 1909 yılında tabur imamlığı vazifesinden emekli olur ve o gün için Doğu Anadolu’nun ilim ve irfan merkezi durumundaki Harput’a gider. Onun Harput’taki devresi dopdolu, hayatının en verimli ve feyizli devresi olur. Harput’ta Kurşunlu Camii’nde sohbetlerini yapar. 1911 yılında hacca giden İmam Efendi hacdan döndükten sonra irşad vazifesine Harput’ta devam eder. Ayrıca çevre il ve ilçelere de sık sık seyahatler ederek Elazığ ve Tunceli’nin merkez ve ilçeleri başta olmak üzere Keban, Ağın, Çemişgezek, Arapgir, Kemaliye (Eğin), Divriği, Kemah, Pertek, Hozat gibi civar il ve ilçelerde halka vaazlar verir ve sohbetlerde bulunur. Bu esnada da pek çok talebe yetiştirir. Hayatı boyunca kendini ilme adayan ve bu yolda oldukça önemli bir mesafe alan, ayrıca yaptığı sohbetlerle insanlara hak ve hakikati anlatan İmam Efendi, 17 Ekim 1924 tarihinde vefat eder. Harput Meteris Mezarlığına defnedilir.

[toggle title=”Osman Bedreddin Efendi’nin Vasiyeti” load=”hide”]

Osman Bedreddin Efendinin yakınlarına bıraktığı vasiyeti şöyledir.
”Ey benim evlâd, birâder ve akrabâlarım! İslâmiyette ve doğru yolda bulunan kardeşlerim! Benim Ehl-i sünnet vel-Cemâat mezhebi üzere bir müslüman olduğuma Cenâb-ı Hak şâhidimdir. Lütuf ve ihsânına karşı Allahü Teâlâ’ya hamd ederim. Şâyet ömrüm tamam olup, Allahü Teâlâ’nın emri üzerine âhirete göçüp, ilâhî rahmete nâil olursam, son ömrümde düşmanımız olan nefis ve şeytan tarafından şaşırtılmak istenirsem, inşâallah ben onları dinlemem. Ancak, İslâm dîninde olduğumu şimdiden işitip, kıyâmet gününde müslümanlığıma şâhitlik etmenizi istiyorum. Allahü teâlânın birliğine inanıyorum, elhamdülillah. Allahü Teâlâ’dan başka ilâh yoktur. Muhammed Aleyhisselâm O’nun kulu ve resûlüdür. Yalnız Allahü teâlâ vardır. O’nun ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O, her şeye kâdirdir. Sizden Allahü teâlânın birliğine olan bu îmânıma şâhid olmanızı istirhâm ediyorum. Ben âciz ve günahkâr bir kulum. “Allahü teâlânın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allahü teâlâ (şirkten tövbe ve îmân etmek sûretiyle) bütün günahları affeder.” (Zümer sûresi: 53) meâlindeki âyet-i kerîmesini kendime delil edinip tövbe ederek, Rabbimin rahmetine sığınıyor, Peygamber efendimizin şefâatına kavuşmayı ümid ederek gidiyorum. Evliyâullahın, Allahü teâlânın sevdiği kullarının ve Nakşibendiyye büyüklerinin bu günahkâr kula mânevî yardımlarını ümid ederim. Bilhassa Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî, Muhammed Behâeddîn Buhârî, pîrim Mevlânâ Hâlid, Şeyh Ali Sebtî, hocam Mahmûd Sâminî ve babamın mânevî yardımlarını ve Allahü Teâlâ’nın katında bu fakîre şefâatçı olmalarını ihsân ve ikrâmlarından ümîd ederim. Vefât ettiğimde üzerime Kur’ân-ı kerîm okuyunuz. Allahü teâlâ bu âcize ve bütün din kardeşlerime îmân ve hüsn-i hatîme nasîb eylesin! Âmin.”

[/toggle]

Osman Bedreddin iki defa evlenmiştir. İlk zevcesinden Bahaeddin, Nureddin ve Muhit isminde üç erkek ve Nuriye isminde bir kızı olmuştur. İkinci hanımından en küçük erkek oğlu Ziyaeddin Uz ise, Elazığ’da Ağır Ceza Mahkemesi başkanlığı yapmış ve 1989 yılında emekli olmuş, 2006’da vefat ederek babasının türbesinin yanına defnedilmiştir.

Osman Bedreddin hazretlerinin Eserleri
İshak Sunguroğlu, İmam Efendi’nin aynı zamanda iyi bir şair olduğunu belirtmekte ve şiirlerinden ancak bir nümunesinin bulunabildiğini söylemektedir. İlahi aşk, insan sevgisi, tevazu, hoşgörü ve kalp temizliği gibi hususlar işlenmiş olduğu bu şiirlerini divan edebiyatı nazım şekilleri ve dörtlüklerle yazmıştır.
Osman Bedreddin’nin talebeleri tarafından sohbetleri not edilerek bir araya getirilmiş olan Gülzar-ı Samini adındaki mektubatı ile Gülbin-i İrşad ve Mecalis-i Saminiyye adında beş ciltlik eseri ve ayrıca kasidesi vardır Hayatına ilişkin en önemli belge, onun Osmanlıca el yazması eseri olan “Sohbetname” adlı kitabıdır. Sohbetname, İmam Efendi’nin İslam ahlakı, fıkıh ve çeşitli konulardaki hadislerin yorumlarından ibaret bir çalışmadır. Sohbetnamenin orijinal el yazması bugün torunu Halit Hoca’nın kütüphanesinde bulunuyor. Ayrıca tasavufi konulardaki şiirlerini kapsayan bir de Divan’ı mevcuttur.

Osman Bedreddin hazretleri’nin Halifeleri
1- Seyyid Hace Musataf Naci hazretleri(ks.) ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte sağdaki kabir.
2- Seyyid Saadettin Efendi (ks.); Samini hazretleri’nin torunu, Kabri samini hazretlerinin türbesinin içerisinde
3- Ömer Nasuh Bilmen (ks.); İstanbul – Edirnekapı Sakızağacı şehitliğinde
4- Seyyid Nureddin Efendi ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte heen karşıdaki kabir.
5- Seyyid Musa Kazım Harputi
6- Sürsürülü Seyyid Molla Hüseyin Efendi ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte heen karşıdaki kabir.
7-Seyyid Saadettin Efendi ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte heen karşıdaki kabir.
8- Seyyid Muhammed Mazhar Ettasi Harputi ;

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Tayyar Baba (ks.)

Tayyar Baba (1902-1973)’nın türbesi, Harput’tan Meteris mezarlığına çıkılırken Beyzade kabristanlığının güney batı yönünde, Elazığ’a bakan bir düzlüktedir

“Mücazoğulları” ailesinden gelen Cafer-i Tayyar’ın babası Hızır’dır. İlk eğitimini aile çevresinden alır. Ağabeyi Hacı Mehmet, Hacı Ömer Hûdaî Baba’nın yanında yetişmiştir. Dolayısıyla Kadirilik tarikatına meyli ağabeyi Hacı Mehmet’ten gelir. Ağabeyi bir süre sonra Şam’a Sancak Beyi olarak gider ve oradaki bir muharebede şehit düşer. Tayyar Baba genç yaşta babasını da kaybeder. Artık ailenin geçim yükü Tayyar Baba’nın omuzlarındadır. Harput’a gelen Tayyar Baba dabaklık mesleğini öğrenir ve bu sırada Kadiri tarikatına intisap eder. Kadiri ve Yesevi Tarikatı mensuplarının oturup sohbet ettiği Nadir Baba dergahına yerleşir.

Bir gün Midyat çevresinde bulunduğu sırada halktan birine burada meşayıhtan birinin olup olmadığını sorar. Ona, “ilerde bir mağarada bir fakih var” derler. Tarif edilen mağarayı bulur. Mağaranın içerisi karanlıktır. Ama, ilerde bir ışık görür. O ışığa doğru gittiğinde orayı aydınlatan ışığın orada oturan zatın yüzünden yayıldığını farkeder. Yaklaşınca o zat kendisine, “Gel Tayyar Baba gel… Seni bekliyordum. Ben seni görmeye gelecektim ama, çok ihtiyarım.” der. Sanki kırk yıldır birbirini arayan iki sevgili gibi hemhal olurlar. Tayyar Baba bu olayı anlatırken, “Onun yanında çok zevkler yaşadım. Bazen onun bedeninin kaybolduğunu gözlerimle gördüm. Bazen de kendi bedenimin yok olduğunu fark ediyordum.”, der.

EHarput’un Elazığ’a taşındığı günlerde o da askerliğini bitirerek Elazığ’a döner. Kazım Efendi ona eski İzzet Paşa Camii yanında bir hücre ayarlar Artık Tayyar Baba günlerinin büyük bir kısmını bu hücrede geçirir. Kısa zamanda bu hücre onun sohbet meclisi olur. Bu sıralar Göllü Mustafa Baba’dan da icazet almıştır . Tayyar Baba bir süre eski İzzetpaşa Camii’nin bir hücresinde kaldıktan sonra önce bir ev bularak kiraya çıkar. Daha sonra Mustafa Paşa Mahallesi’nde bir ev satın alarak taşınır. Kısa zamanda çevresinde her kesimden büyük bir mürit topluluğu oluşur. O, kırk yaşında iken Erzurum göçmenlerinden Yusuf Efendi’nin kızı Feride Hanımla evlenir. Tatür ve Abdulkadir isminde iki oğlu dünyaya gelir.

[toggle title=”Tayyar Baba’nın Menkıbeleri” load=”hide”]

Menkıbeleri ;

…….Anlatılır ki, bir Ramazan ayında Tayyar Baba eşeğine oruç tutturmaya karar verir. Akşamdan akşama önüne yem doldurur, suyunu verir. Sahurdan sonra önünü temizler. Bir ay sonra bayram günü sırtına binerek Harput’a çıkar. Orada Allah-u Teala’ya şöyle niyazda bulunur. “Rabbim, oruçtan kasıt aç ve susuz kalmak ise, eşek olarak yarattığın bu canlı, Tayyar kulundan daha iyi oruç tuttu. Yok eğer oruç bunun ötesinde bir şey ise, ne olur bana bu sırrı bildir.” Daha sonraları, oruç konusu geçtiği zaman çevresindekilere, “Hamdolsun, Rabbim bana orucun hikmetini bildirdi.”, dermiş.

…….Bir gün Ermeni komşusu olan Saatçi Poto namı ile bilinen kişi kapısını çalar. İçeri girdikten sonra Tayyar Baba’nın elini öper ve bir köşeye geçerek oturur. Biraz sonra koynundan çıkardığı rakı şişesini açarak içmeye başlar. Tayyar Baba’nin müridleri, o anda Efendi orada olmasa, Ermeni Poto’yu döve döve dışarı atacaklar. Tayyar Baba durumu fark edince, “Oğlum Feyzi, git mutfaktan bir bardak getir, rahat içsin.”, der. Bardak gelince Ermeni Poto rakısını bardaktan içmeye başlar. Aradan uzun bir süre geçer. Ermeni Usta kalkıp gider. Tayyar Baba kızmış bulunan müritlerine dönerek, “Ne oldu yani, en fazla bardak kirlendi. Yıkarsınız temizlenir, olmazsa kırarsınız. Evi de havalandırırsanız koku gider. Ama o evimize gelmiş Tanrı misafiridir. Misafire iyi davranmak lâzım”, der.

……Nazif Esen’den nakledildiğine göre, “1951 yılında önce Bingöl’e, sonra Niğde’nin Bor kazasına asker olarak gidiyorum. Nakil sırasında Bingöl’den Elazığ’a geldik, iki saatlik rötarımız var. Muhafız onbaşıya dedim ki: “Burada bir akrabam var görüp geleceğim. Zorla izin aldım. Niyetim Tayyar Baba’yı görüp sonra Niğde’ye gitmekti. Efendinin yanına geldim, bana: “Nereye verdiler?” dedi. Ben Bor ilçesini söylemeden “Niğde’ye” dedim. Güldü: “Niye öyle korka korka gidiyorsun, Bor iyi bir yerdir. Havası, suyu tıpkı sizin Palu’ya benzer.” Tayyar Baba’dan ayrılacağı zaman: “Nazif, o ki Bor’a gidiyorsun, sana iki tembihatım var. Birincisi, orada “Kuddusi Baba” diye bir zat yatıyor, önceleri orası türbeydi. Şimdi sanmıyorum ki orada türbe kalsın. Onun kabr-i şerifine bir uğra, benim selamımı ilet. İkinci isteğime gelince, orada Kuddusi Efendi’nin yolunda giden Ahmet Efendi diye bir zat var, bir de onu bularak selamımı ilet.” Biz çekip Bor’a gittik, izinlerde askerin gidebileceği bir kahve vardı. O sıralar asker çayı beş kuruş, sivil çayı on kuruştu. Tabi askerin çayı açık oluyordu, ilk gidişimde bana açık bir çay getirdiler. Çayı döküp parasını koydum, ikinci gidişimde yine açık çay gelince yine döktüm. Ocaktaki çaycı yanıma gelerek: “Asker, bu çayı niçin döküyorsun?” dedi. Ona, “Bana sivil çayı getir, sivil parası al.” dedim. Adamla dost olduk. Sürekli bana ocağın yanında bir sandalye ayırmıştı “Bundan sonra buraya her gelişte bu sandalye senin.” dedi. Bor’da “Paşa Camisi” diye büyük bir cami vardı. Bir gün izin çıkışı o camiye giderek namaz kıldım. Niyetim başta imam olmak üzere, yaşlı kimselere Kuddusi Efendi’nin türbesini sormaktı. Nitekim cami çıkışında kime sordumsa, Kuddusi Efendiyi tanıyan çıkmadı. Müftüye gittim, ne yazık ki o da tanımadı. Canım çok sıkılmıştı. Doğru kahvehaneye geldim. Baba bana bir iş söyledi yerine getiremiyorum diye üzgündüm. Ocakçı dalıp gittiğimi görmüş olacak ki: “Nazif Onbaşı” diye seslendi. Adama döndüm, biraz da kızarak, “Böyle memleket olmaz.” , dedim. “Burada bir tek büyük zat var, onu da kimse tanımıyor.” Ocakçı “Kim?” dedi. Olayı olduğu gibi anlattım. Başladı gözlerinden yaş akmaya. Bana, “Gel” diyerek dışarı çıkardı. Eliyle bir kaç yüz metre ilerde büyük bir binayı gösterdi. “Kuddusi Efendi’nin türbesi önce orada idi. Bor büyüyünce türbeyi yıkarak Asri Mezarlığa naklettiler. Zaten o eski yeri de mezarlıktı.” Bana Ahmet Efendi’nin dükkanını tarif etti. Ahmet Efendi saatçilik yapıyordu. Onun dükkanına gittiğimde, “Buyur asker ağa.” dedi. “Ben Elazığlıyım, Tayyar Baba’nın sana selamı var.” dedim. Biraz düşündü. “Hangi Tayyar?” dedi. Ben de, “Caferi Tayyar Baba” diye karşılık verdim. Yeniden düşündü. Sonra “Yaa, Tayyar Baba büyük bir adam, hayır duasını alın size yeter.” dedi. Olayı onunla da konuştuk. Bana Kuddusi Baba’nın mezarını tarif etti. Ne yazık ki izine gelene kadar o büyük zatı gidip ziyaret edemedim, izin için memlekete geldiğimde, Tayyar Baba beni görür görmez, “Ben sana küsmüşüm.”, dedi. “Niçin Baba?”, dedim. Biraz üzgün bir şekilde, “Sana iki şey söyledim, birini yerine getirmedin. Emanete ihanetin cezası ağırdır.” dedi. İzinden döndüğümde arkadaşlarımı da yanıma alarak Asri Mezarlığın yolunu tuttum. Birlikte mezar taşlarını okumaya çalışıyoruz. Tabi esas maksadımız Kuddusi Baba’yı aramaktı. Buraya nakli sırasında türbesi yıkılınca ikinci defa türbe yaptırmamışlardı. Neticede bulduk. Ben Yasin-i Şerif okumaya başladım. Nefsim ise, okuma burası değil, diyor, içimden, “Ya Kuddusi Baba”, dedim. “Doğru ise bana işaret ver. O anda ayağımın altından üç defa “güm, güm, güm” diye bir ses geldi. Rahatlamıştım. Dönerken asker arkadaşlarımdan birisi yaklaştı, “Nazif” dedi, “Yasin-i Şerifin falan yerinde alttan gelen sesi ben de duydum.” Ağlamaya başlamıştım. Netice olarak, askerlik bitip Elazığ’a döndüğümde, Baba’yı ziyarete gittim. Beni görür görmez, gülmeye başladı. “Nazif, işte şimdi yüz akı ile geldin. Mezarı epeyce aradınız ama sonunda da buldunuz. Allah sizden razı olsun.”, dedi.

[/toggle]

Tayyar Baba ile ilgili birçok menkıbe anlatılır. Vefat etmeden önce kendisinin Harput’a gömülmesini ve kendisi için türbe yaptırılmamasını istemiştir. “Ancak ne zaman mezarının altında berrak bir su çıkar, bu su altı altı ay akar ve daha sonra kesilirse”, türbesinin o zaman yapılmasını vasiyet eder. Bu işaretten sonra oğulları türbesini yaptırmıştır. Bu ziyaretgâha özellikle tatil günlerinde insanlar akın akın gelir, Kur’an-ı Kerim okuyup dua ederler. Bazı insanlar da maddi ve manevi hastalıklardan kurtulup şifa bulmak maksadıyla gelir ve adaklarda bulunurlar.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]