Ana Sayfa>(Sayfa 30)

Hz. Şuayb (a.s.)

Filistin – Haifa’da Kfar Zeitim bölgesinde

Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen peygamber. İbrahim aleyhisselam veya Sâlih aleyhisselamın neslindendir. Soyu anne tarafından Lut aleyhisselamın kızına ulaştığı ve Eyyub aleyhisselamla teyze oğulları oldukları rivâyet edilmiştir. Musa aleyhisselamın kayınpederidir. Kavmine güzel söz söylemesi, tatlı ve tesirli hitâb etmesi sebebiyle kendisine Hatîb-ül-Enbiyâ (Peygamberlerin hatîbi) denildi. İnsanlara İbrahim aleyhisselama bildirilen dînin emir ve yasaklarını tebliğ etti.

Arabistan Yarımadasının kuzeybatısında Hicâz’la Filistin arasında Kızıldeniz sâhilinde yer alan Akabe Körfezinden Humus Vâdisine kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Şuayb aleyhisselam, o kavmin asîl bir âilesine mensuptu. Gençliği, dedelerinden Medyen adlı bir şahsın etrâfında toplandıkları için bu adla anılan Medyen halkı arasında geçen Şuayb aleyhisselam, azgın ve sapık kavmin kötülüklerinden uzak yaşar, babasından kalan koyunlarıyla meşgul olur ve çok namaz kılardı.

Medyenliler atalarının doğru yolundan ayrılmışlar ve kötü yollara sapmışlardı. Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeyi bırakmışlar, kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere tapıyorlardı. Medyen, ticâret kervanlarının gelip geçtiği yollar üzerinde olduğundan ticâretle uğraşıyorlardı. Yaptıkları alışverişte muhakkak hîle yapıyorlardı. Yiyecek maddelerini alıp, stok yapıyorlar, pahalanınca fâhiş fiyatla satıyorlardı. Ölçü ve tartı için iki değişik ölçek kullanıyorlar, alırken büyük ölçekle alıyorlar, satarken küçük ölçekle veriyorlardı. İnsanların yollarını kesiyorlar, onların mallarına zorla el koyuyorlardı.

Yol üstünde durup, bilhassa yabancı ve gariblerin mallarını çeşitli hîlelere başvurarak ellerinden alıyorlardı. Ayrıca sâhip oldukları pekçok nîmetin şükrünü yapmayıp, nankörlük ediyorlardı.

Allahü teâlâ onlara, doğru yola dâvet etmek için Şuayb aleyhisselamı peygamber olarak gönderdi. Şuayb aleyhisselam onlara nasîhatlerde bulunup, Allahü teâlâya şirk koşmamalarını ve yalnızca O’na ibâdet etmelerini, alışverişte, ölçü ve tartıda haksızlık ve hîle yapmamalarını, yeryüzünde bozgunculuk yapmamalarını söyledi. Kötülüklere devâm ettikleri takdirde azâba uğrayacaklarını, vazgeçtikleri takdirde mükâfâta kavuşacaklarını söyledi. Fakat azgın Medyen kavmi, Şuayb aleyhisselamın sözlerini dinlemeyip, ona karşı çıktılar. Ona inananları tehdit ettiler.

Şuayb aleyhisselam, bütün sıkıntı, eziyet ve horlamalara rağmen, Medyenlileri doğru yola dâvete devâm etti. İbret olarak isyânları sebebiyle helâk edilen Nûh aleyhisselamın gönderildiği kavmin, Hûd kavminin, Lut kavminin başına gelen azapları ve helâk olmalarını anlattı. İnkârdan vazgeçip îmân etmelerini, mağfiret dilemelerini, aksi hâlde kendilerinin de isyân edip, helâk olan kavimler gibi azâba düşeceklerini ve helâk olacaklarını açık bir lisanla anlattı. Onun peygamberliği Şam’a kadar duyulmuştu. Pekçok kimse gelerek Şuayb aleyhisselama îmân etmekle şereflendiler. Fakat Medyenliler yolda durup, Şuayb aleyhisselama gelenlere mâni olmaya çalıştılar. Şuayb aleyhisselamı ve ona inananları kendi sapık dinlerine dönmedikleri takdirde yurtlarından çıkaracaklarını söyleyip, tehdit ettiler.

Şuayb aleyhisselam azgın Medyen halkının, bütün nasîhatlerine rağmen îmâna gelmelerinden ümit kesince, onları Allahü teâlâya havâle etti.Şuayb aleyhisselam Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver. Sen hükmedicilerin hayırlısısın.” diye dua etti.

Azgınlıklarına ve inananlara karşı düşmanlıklarına devâm eden Medyen halkı üzerine, Allahü teâlâ azâb gönderdi. Cebrâil aleyhisselamın bir sayhası ve bir zelzeleyle onların hepsini helâk etti. Hepsi yok oldular. Sanki onlar o beldede yaşamamışlardı.

Şuayb aleyhisselam ve ona inananlar kurtulup Medyen’e yakın yerde, yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir olan Eyke’ye giderek, oradaki insanlara doğru yolu göstermekle vazîfelendirildi. Medyen halkının bütün husûsiyetlerini taşıyan Eyke halkı, parayı tartı ile alırlar, kenarlarından kırptıktan sonra, tâne ile verirlerdi. Alışverişlerinde karşı taraftakine muhakkak zarar verirler ve onu aldatırlardı. Alırken ucuz ve fazla fazla alırlar, satarken pahalı ve eksik verirlerdi. Yolcuları soyarlar, putlara taparlardı. Şuayb aleyhisselama inanmak için gelenleri vaz geçirmek için çalışırlar, Şuayb aleyhisselama yalancı derlerdi. İstekleri olmazsa, tehditte bulunup, eziyet ederlerdi.

Şuayb aleyhisselam Eyke halkını Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye, azgınlık ve taşkınlıklarından vaz geçmeye dâvet etti. Eyke halkı Şuayb aleyhisselamdan mucize istediler. Şuayb aleyhisselam çevredeki putlara hitâb edip; “Rabbiniz kimdir? Ben kimim? Söyleyin!” dedi. Taş ve ağaçtan yapılmış cansız birer varlık olan putlar dile gelip; “Rabbimiz ve yaratıcımız Allahü teâlâdır. Yâ Şuayb! Sen ise Allahü teâlânın peygamberisin!” dediler ve kâidelerinden yere düşüp paramparça oldular. Bu mucize karşısında bâzı kimseler îmâna geldi.

İnanmayanlar da azgınlıklarını daha da arttırdılar. Şuayb aleyhisselam son defâ îkâz edip, puta tapmaktan vaz geçmelerini, Allah’a îmân etmelerini ölçü ve tartıda adâletli olmalarını ve her türlü zulümden vazgeçip, kurtulmalarını söylediyse de inkâr edip inanmadılar. Alay ettiler, yalancısın, sihirbazsın, büyülenmişsin dediler. Îmân etmeyeceklerini açıkça söyleyip; “Eğer sen doğru sözlüysen, bize gökten azap indir.” dediler.

Şuayb aleyhisselam bu azgın kavmi Allahü teâlâya havâle etti. Allahü teâlâ onlara isyanları sebebiyle şiddetli bir azap göndererek hepsini helâk etti. Önce ortalığı kasıp kavuran şiddetli bir sıcaklığa tutuldular. Sular fokur fokur kaynadı. Susuzluktan kıvranıyorlar sıcak suları içtikçe içleri yanıyordu. Çâresizlikten gölge ve içecek su arıyorlar, bir taraftan bir tarafa koşuyorlardı. Bu hâl yedi gün devâm etti. Sekizinci gün ufukta koyu gölgeli siyah bir bulut çıkıp yükseldi. Bunu gören Eykeliler serinlemek için koşup hepsi bulutun altında toplandılar. Onlar bulutun altına toplanır toplanmaz buluttan üzerlerine şiddetli bir ateş yağmaya başladı ve hepsi ateş altında helâk olup, gittiler.

Eykelilerin helâk edildiği bugün, Kur’ân-ı kerîmde (gölge günü) olarak bildirilmekte ve meâlen şöyle buyrulmaktadır:
“O gölge (zulle) gününün azâbı onları yakalayıverdi. Gerçekten o azap büyük bir günah azâbı idi.” (Şuarâ sûresi: 189)

Şuayb aleyhisselam, Eyke ahâlisinin helâk olmasından sonra, inananlarla birlikte Medyen’e gidip yerleşti. İnananlardan birinin kızıyla evlendi. İki kızı oldu. Kızlar büyüdü. Kendisi iyice yaşlandı. Allah korkusundan çok gözyaşı döktü. Gözleri zayıfladı, vücudu kuvvetten düştü.

Bu sırada Mısır’dan çıkıp Medyen’e gelen Musa aleyhisselam, kuyu başında koyunlarını sulamak için bekleyen Şuayb aleyhisselamın kızlarına yardım ederek, koyunlarını suladı. Şuayb aleyhisselam ücret vermek için onu evine dâvet etti. Onu emin güvenilir bir kimse olarak görüp, koyunlarına çoban tuttu. Sekiz sene koyunlarını gütmesi şartıyla kızlarından birini ona nikâhladı.

Musa aleyhisselam orada on sene kaldı. Çocukları oldu. Daha sonra Mısır’a göç etti. Sıhhati düzelip gözleri açılan Şuayb aleyhisselam, her sene Medyen’den Mısır’a giderek kızı ve dâmâdını ziyâret etti. Bir müddet sonra Mekke-i mükerremeye gidip yerleşti. Daha sonra da orada vefat etti. Vefâtında 300 yaşında olduğu rivâyet edilmiştir.

Şuayb aleyhisselam çok namaz kılardı. Tevrat’ta ismi Mikâil olarak bildirilmiştir. Kur’ân-ı kerîmde A’râf, Şuarâ, Hûd ve Ankebût sûrelerinde Şuayb aleyhisselam, Medyen ve Eyke kavimleri hakkında âyet-i kerîmeler mevcuttur.

Şuayb aleyhisselamın altı çeşit mucizesi vardır:
1. Hazret-i Şuayb’ın duası bereketiyle, koyunlardan doğmuş siyah kuzuların hepsi beyaz olmuştur.

2. Hazret-i Şuayb’ın duası bereketiyle taşlar toprak olmuştu. Şöyle ki: Medyen kasabası dağlık, taşlık bir yer olduğundan: “Hak peygamber iseniz, dua ediniz, şu dağlar, taşlar kalkıp, yerimiz geniş olsun.” diye teklif etmişlerdi. Şuayb aleyhisselam dua edince, cenâb-ı Hak duasını kabul edip, elini o dağ ve taşlar üzerine koy, diye emreyledi. Elini koyunca hepsi toprak oluverdi.

3. Şuayb aleyhisselamın duası bereketiyle Medyen’de bâzı taşlar koyun olmuştur. Şöyle ki, kendilerinin hiç koyunu olmadığı için kavmi, bizim koyunlarımızı elimizden almak için Şuayb buraya gelmiştir diye söz etmişlerdi. Hazret-i Şuayb bunu işitince, çok üzülüp, kendinin de koyunu olması için cenâb-ı Hakka dua eyledi. Cenâb-ı Hak, duasını kabul edip, orada bulunan taşlara eliyle işâret etmesini emreyledi. Hazret-i Şuayb işâret ettiği anda o taşlar koyun oluverdi. Bu sûretle koyunları kavminin koyunundan birkaç misli fazla oldu. O koyunları sekiz, yâhut on sene hazret-i Musa’ya güttürüp, kızını da ona verdiği meşhurdur.

4. Hazret-i Şuayb, bir yerin taşları etrâfında dönünce, o taşlar hemen bakır olup, ahâli bununla pek zengin olmuştur.

5. Hazret-i Şuayb’ın duası bereketiyle kum tepeleri yerinden kalkmıştır.

6. Hazret-i Şuayb, bir dağa çıkmak istediği zaman, dağ âdeta devenin oturup kalktığı gibi, Şuayb aleyhisselam çıkıncaya kadar küçülür, çıktıktan sonra evvelki hâli gibi büyük bir dağ olurdu.

Yusuf Has Hacib

Doğu Türkistan – Kaşgar şehir merkezinde

Karahanlılar devrinde yetişmiş meşhûr edîb, şâir ve devlet adamı. Doğu Türkistan’daki Balasagun şehrinde muhtemelen 1017 senesinde doğdu. Türk ve müslüman asil bir aileye mensub olduğu tahmin edilmektedir. Balasagun’da tahsîl ve terbiye gördü. Karahanlıların hizmetine girip “Has Hâcib” ünvanını almadan önce Balasagunlu Yûsuf olarak tanındı. Balasagunlu Yûsuf, kendini çok iyi yetiştirdi. Elli yaşlarında on sekiz ay içerisinde manzum olarak Kutadgu Bilig adlı meşhûr eserini yazdı. Bu kitabı, Kaşgar’a gelip 1070 senesinde Karahanlı hükümdarı edebiyat meraklısı Uluğ Kara Buğra Hân’a sundu. Kara Buğra Hân, Türklerin ahlâk, hukuk ve devlet idaresi ile törelerini çok güzel dile getiren eseri, bizzat yazarına sarayında okuttu. Kutadgu Bilig, günlerce okunup, çok beğenildi. Uluğ Has Hâcib ünvanı ile başvezir yardımcılığına getirilerek, en yüksek Karahanlı devlet me’mûriyetlerinden biri verildi. Bu vazifesiyle Yûsuf Has Hâcib olarak tanınıp târih ve edebiyatla ilgili eserlere girdi.

Yûsuf Has Hâcib, İslâmî Türk edebiyatının, eseri elimize geçen ilk yazarıdır. Devrinin âlim bir yazarı ve Türk tefekkür târihinin mümtaz mütefekkiri idi. Yûsuf Has Hâcib, eserini; münâcaatlar, naatlar ve cihar yâr-ı güzîn’i öven şiirler ile süslemiştir. Yûsuf Has Hâcib’in vefatı muhtemelen 1077 senesidir.

Kutadgu Bilig, İslâmî devir içinde Türk dili ve edebiyatının olduğu kadar, Türk Kültür târihinin de asla ihmâl edilmeyecek bir siyâsetnâmesidir. Siyâsî ve kültürel bakımdan Türk-İslâm muhîtinin çok mühim bir merhalesini teşkil etmektedir. Böyle olmasına rağmen uzun müddet bir kenarda unutulmuş veya dar bir muhîtin istifâdesinde kalmıştır. Kitaba ilk ilâve edilen 77 beytlik bir manzume vardır. Bu manzum önsözde, eser ve müellifi hakkında malûmat verilmektedir. Burada hükümdarlara “İlig” ve “beğ” yerine “melik” tâbiri kullanılmıştır. Şark meliki ve Maçin beylerinin hepsi bu eseri benimsemişler ve kendilerine mîras yolu ile intikâl ettiğinden başkalarına vermemişlerdir.

Eser bu devreden sonra üçüncü defa ortaya çıkarılmış ve manzum önsözün bir özeti, eksik ve kötü bir şekilde mukaddime olarak eklenmiştir. Burada, manzum önsözdeki “melik” tâbiri yerine “pâdişâh” kelimesi kullanılmıştır.

Kutadgu Bilig, yazı bakımından iki türlü alfabe ile yazılmıştır. Bunlardan biri Uygur; diğeri de islâmî Türk alfabesidir. Eserin aslının hangi alfabe ile yazıldığı bilinmiyor. Çünkü bilinen üç nüshasının biri Uygur, diğer ikisi ise islâm harfleri ile yazılmıştır. Yûsuf Has Hâcib, eserinde kendi adına, yalnız bir yerde yer vermiştir. Onun eserini yazmasındaki en mühim âmil muhakkak ki, çağdaşı Kaşgarlı Mahmûd’da olduğu gibi Türklüğü ve Türk milletinin değerlerine sâhib olma azminden başka birşey değildir.

Eser’de tasvîr edilen hayât ve idealize edilmiş olan şahıslar, şâirin kendi devrinden önceki bir zamana aittir. Yûsuf, ideal fertlerden teşekkül eden cemiyet ve devleti gözönünde canlandırır. Sonra kendi devrinden acı acı şikâyet eder. Eser, şâirin tasavvur ettiği ideal bir hayâtı işlemesine rağmen gerçekle alâkasını kesmez. Hattâ Türk edebiyatı içinde bir tiyatro eseri hüviyetine bürünür. Türk yazı diline hakkıyla hâkim ve inceliklerine vâkıf olan şâir, Uygur Türklerinin an’anesini devam ve inkişâf ettirmiş ve Türk milletinin hayâtına geniş yer vermiştir. Böyle olmakla birlikte Yûsuf Has Hâcib zaman zaman tecrübelere yönelerek; tecrübeli yiğitlerin, büyüklerin, milleti düşünenlerin düşüncelerine eserinde yer vermiş ve bu sözlerin yabana atılamıyacağından bahsetmiştir. Hattâ müdâfaa ettiği fikri bu kabil sözlerin eşiğine getirerek sözü kısaca daha önce söylenilen atasözlerine, değer verdiği tecrübeli kimselerin buyruk ve işaretlerine bırakmayı ihmâl etmez. Bunların içinde pek çok sözün kaynağının hadîs-i şerîflere dayanması esere ayrı bir değer katmaktadır. Elimizde bulunan Türkçe ilk İslâmî eser olan Kutadgu Bilig, değerler bakımından islâmiyet’e sıkı sıkıya bağlı, dünyâ ve âhiret seâdetinin ancak bu şekilde bulunacağı fikrini işlemektedir. O, bu yönü ile ilk Türk eğitimcileri arasına girmeye de hak kazanmaktadır. Zâten Kutadgu Bilig; dünyâ ve âhiretin seâdetini gösteren bilgi demektir.

Yûsuf Has Hâcib, islâm san’atkârlarını örnek tutarak, aruz veznini kullanmıştır. Eser; “Feûlün, feûlün, feûlün feûl” vezninde yazılmış ve dört esas üzerine tanzim edilmiştir: 1-Doğru kânun (könü törü); bu Kün togdı (hükümdar), 2-Saadet (Kut); Ay toldı (vezir) 3-Akıl (ukuş); bu öğdülmüş (vezirin oğlu), 4-Odgurmuş (zâhid) tarafından temsil edilmektedir. Eserin sonunda kasîde şeklinde yazılmış bâzı ilâve parçalar bulunmaktadır. Ek birde, gençliğine acıyarak ihtiyarlığını söylemektedir. Ek ikide, zamanın bozukluğundan bahsedilir. Ek üçde ise, Yûsuf Has Hâcib kendisine nasihatte bulunur.

Eserin bugün bilinen üç nüshası vardır: 1-Herât nüshası: Kutadgu Bilig’in ilk bilinen nüshasıdır. Arapça yazılmış bir nüshadan Uygur harflerine çevrilmiştir. Bu nüsha, Fâtih Sultan Mehmed Hân devrinde Uygur kâtiblerinden Abdürrezzâk Bahsi için Kadı Ali tarafından Tokat; tan İstanbul’a getirilmiştir. 2-Fergana nüshası: Eserin en önemli nüshasıdır. Nerede, ne zaman ve kim tarafından: kimin için istinsah edildiği belli değildir; 3-Mısır nüshası: Bu nüsha Kârace’de, Hidiv Kütüphânesi’nin o zamanki müdürü Alman Moritz tarafından 1896 senesinde bulunmuştur. Eserin içinde yerli ve yabancı mıstardır. En önemli çalışma Reşit Rahmeti Arat tarafından yapılmıştır. R. Rahmetî Arat, üç nüshanın karşılaştımalı metnini 1947’de, metnin tercümesini 1959 senesinde yayınlamıştır.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
İslam Alimleri Ansiklopedisi , Türkiye Gazetesi
[/toggle]

Mümine Hatun Kümbeti – Azerbaycan

Azerbaycan – Nahçivan şehir merkezinde , Medeniyet Nazırlığı binasının 150 metre batısında.

Mümine Hatun Kümbeti , halk arasında Atabey Künbezi olarak bilinir. Yapı kitabesine göre Mümina Hatun için yapılmıştır. Kaynaklar İldeniz hanedanıyla ilişkili iki Mümine Hatun’dan bahsedilir. Bunlardan ilki, Irak Selçuklu Sultanı II. Tuğrul’un eşi iken Sultanın 1134’de ölümü ile dul kalmış ve 1135’te, İldenizle evlenmiştir. İldeniz’le olan evliliğinden Muhammmed Cihan Pehlivan ve Kızıl Arslan adında iki oğlu vardır. Harici Hatun adıyla da anılan Mümine Hatun’un 1172 veya 1175 yılında öldüğü ve Hamedan’da defnedildiği belirtilir.

Diğer ise, Zahide Hatun adını taşıyan Cihan Pehlivan’ın karısı Mümine İnanç Hatun’tur. Türbenin bani kitabesinde, baninin adını veren kısım tahrip olduğundan okunamamıştır. Ancak kitabede geçen ünvanlar yapının banisinin Cihan Pehlivan olduğu kesinleşir. Cihan Pehlivan, İldeniz’in Mümine Hatun’dan olan ikinci oğludur. Babasının ölümü üzerine 1175 yılında Atabey olmuştur. Ölüm tarihi şubat- mart 1186’dır. Türbe 24 Mart-24 Nisan tarihlerinde bitmiştir. Bu tarihler Cihan Pehlivan’nın son günleridir.<

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak
Nahcivan’da Türk Mimarisi , Turgay Yazar , Türk Tarih Kurumu
[/toggle]

Yusuf Bin Kuseyr Kümbeti – Ataba Kümbezi – Azerbaycan

Azerbaycan – Nahcivan Şehir merkezine, Kurtlar mahallesinde yer alır.

İnşa Kitabesine şöyle yazar ;
Haza el-meşhe el-hoca el-reis el-ecel Rükn
e-Din Cemal el-İslam mukaemü’i meşayih
Suf bin Kuseyr el bezzaz bi tarihi şevval ve senete seb’a ve
hamsine ve hamsemiyye

Tercümesi ;

” Bu meşhed, hoce, en büyük reis, inin süsü, şeyhlerin başkanı bezzaz Yusuf bin Kuseyr’inir. 557 şevval ayına vefat etmiştir.”

Kümbet , yapı kitabesine göre şevval 557H. / 13 eylül-12 Ekim 1162 M. tarihine Bezzaz Yusuf Bin Kuseyr için yaptırılmıştır. Yusuf B. Kuseyr’e El- reis ve mukaddem-ül meşayih gibi ünvanlar verilmektedir. Reis ortaçağ’da ahi liderlerine verilen bir ünvandır. Mukaddem-ül Reis ise tarikattaki en üst makmalardandır. Bu ünvanlar Yusuf Bin Kuseyr’in Nahcivan’daki bir Ahi şeyhi olduğunu ve yapınında bir Ahi yapısı olduğunu gösterir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak
Nahcivan’da Türk Mimarisi , Turgay Yazar , Türk Tarih Kurumu
[/toggle]

Hz. Safvan B. Muattal (r.a.) – Adıyaman

Hz. Safvan B. Muattal Türbesi ; Adıyaman İlinin Samsat ilçesine bağlı Taşkuyu köyü sınırları içerisindeki tepelik bir alandadır. Türbe Adıyaman il merkezine 40 km , Adıyaman Havaalanına 30 km, Samsat ilçe yoluna 1,5 km uzaklıktadır. Bu Mevkie ulaşım rahat ve yılın her ayı sorunsuzdur.

Andolu’nun başka hiçbir yerinde, geldiği yeni vatanından 40 yıl yaşayıp, oraya defnedilen Bir sahabi bulunmamaktadır.

” Ben onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum” Hz. Muhammed (s.a.v.)

Hz. Safvan B. Muattal (r.a.) hicretin 18. yılından, hicretin 60 yılındaki vefatına kadarki 40 yılı aşkın süreyi Adıyaman bölgesinde geçirdi. Vatan edindiği bu topraklarda İslamiyetin yaygınlaşması içib Bizans ile amansız savaşlara girdi. Yaralandı ve Adıyaman’da şehit düştü.

Hicretin 5. (627) yılından önce müslüman oldu. Hendek Gazvesi’ne ve daha sonraki gazvelere katıldı. Uykusu çok ağır olduğu, ancak kendiliğinden uyanabildiği için Resul-i Ekrem onu ordunun artçısı olarak görevlendirir, o da unutulan eşyayı sahiplerine verirdi. Hz. Safvan B. Muattal’ın katıldığı ilk gazvenin İfk Hadisesi’nin cereyan ettiği Mustalik (Müreysi) Gazvesi olduğu kaydedilir. Bu gazvede yine arkada kaldığından konak yerinde birinin uyumakta olduğunu görmüş, “inna li’llah ve inna ileyhi raciun” ayetini (Bakara 56) yüksek sesle okuyunca orada uyumakta olan Hz. Aişe uyanmış, Safvan da tesettür ayetinden önce kendisini gördüğü için onu tanımıştı. Hz. Aişe gece karanlığında ihtiyacını gidermek için ordugahtan uzaklaşmış, dönüşünte gerdanlığını kaybettiğini farkedip onu aramaya koyulmuş, bu arada birlik onun hevdecinde olduğunu sanarak yola girmiş, Hz. Aişe de herkesin gittiğini görünce kendisini almaya gelmelerini beklerken uyuya kalmıştı. Hz. Safvan B. Muattal devesini çökertip onu bindirdi ve hayvanı yedeğine alarak kuşluk vakti ordunun konakladığı yere ulaştı. Daha sonra bu olay Abdullah B. Übey B. Selül’ün dedikodusu yüzünden Safvan İle Hz. Aişe hakkında iftiraya dönüştü. Fakat nazil olan ayetlerle onların suçsuzluğu ortaya çıktı. Ayet inmeden öncede Resul-i Ekrem ” Ben onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum” diyerek Hz. Safvan’ın dürüstlüğünü dile getirmişti.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in deve çobanını öldü­rüp develerini kaçıran kişilerin yakalanma­sı için Kürz b. Sabit ile birlikte görevlendi­rilen Safvân ayrıca İyâz b. Ganm kuman­dasında İslâm fetihlerine katıldı. Hz. İyaz B. Ğanm komutasındaki ordunun sol cenah komutanı olarak önce Urfa’yı fethetmiş, sonrada Ermeni merkezi olan Adıyaman- Samsat’ı feth ederek oraya yerleşmiş, yıllarca burada komutanlık/ Valilik  yapmış, İslma’ın Anadolu topraklarına yayılmasına öncülük etmiş ve burada şehit olmuştur.  Hz. Safvân, Resûl-i Ekrem (asv)’den iki ha­dis rivayet etmiş (hadisler için bk. Müs­ned, V, 312), kendisinden Saîd b. Müseyyeb, Ebû Bekir b. Abdurrahman, Saîd b. Ebû Saîd el-Makbürî gibi tabiîler rivayette bulunmuştur.

Hızır Zinde Ziyaretgahı

Azerbaycan – Sijazan Rayonundaki Beşparmak dağında

Bu Ziyaretgah Sijazan Rayonun yakınlarındaki Beşparmak dağının başında yer alır. Bu dağın zirvesi Hızır Zinde makamı olarak anılır. Her yıl Temmuz ayından , Ağustos ayının sonuna kadar ziyaretler yapılır.

 

Bibi Heybet Ziyaretgahı

Azerbaycan – Bakü’de Bibi Heybet camiinde

Azerbaycan’nın Bakü körfezindeki Bibi Heybet camii’nde On iki İmamın yedincisi İmam Musa Kazım Haretlerinin kızı Hazreti Hekime’nin ve İmam Musa Kazım hazretlerinin iki erkek ve bir kız torununun kabirleri bulunmaktadır. Mimarlık abidesi bu yapı 13. yüzyılda (1281-1282) Şirvanşah II. Ferruhzad bin Asitan tarafından inşa edilmiştir. Mimarı, Mahmud Bin Seyyid’dir.Bu yapı 1936 yılında Sovyet rejimince yıkılmış, Azerbaycan bağımsızlığını kazandıktan sonra cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in teşebbüsü ile 1998’de yeniden inşa edilmiştir.

1257 yılında vefat eden Hazreti Hekime Hanım hiç evllik yapmamış , tüm ömrünü kardeşinin ( İmam Ali Rıza) çocuklarına bakarak geçirmiştir. Hazreti hekime onu inciten Halife’nin elinden kaçarak Bakü’ye gelmiştir.

Cami’ye Bibi Heybet ismini almasının sebebi ise , Hazreti Hekime’nin düşmanlarına haber ulaşmasın diye devrin büyüklerinden Hacı Bedir Hazretleri , Hekime Hanımın adını saklar ve ondan ‘Bibi’ diye söz eder. Bibi Heybet ise Heybet’in Halası demektir. Hacı Bedir Hazretleri kendi arzusu ile Hekime Hanım’ın ayak tarafında ve Yükseklik bakımından Düşük bir seviyeye kabrini yaptırdı.

İbrahim Zahid Geylani

İran – Hazar denizi Kıyısındaki Gilan eyaletindeki Lahinca’da

İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Ruşen Emîr bin Yâbil bin Bidâr-ül-Kürdî es-Sincâni olup, künyesi Ebü’s-Safvet ve lakabı Tâcüddîn’dir. Doğum târihi tesbit edilemiyen İbrâhim Zâhid-i Geylânî, Azerbaycan’da bulunan Geylân nahiyesine bağlı Siyâverûd isimli köyde doğdu. 705 (m. 1305) senesinde Geylân yakınlarında bulunan Lenger-i Künân denilen yerde vefât etti. Kabri oradadır.

İlim tahsilini Geylân’da tamamlayan İbrâhim Geylâni’nin, baba ve dedeleri de kendisi gibi ilim ve fazilet sahibi zâtlar idi.

Nakledildiğine göre Seyyîd Cemâleddîn-i Ezheri, hocası Şihâbüddîn-i Tebrîzî’nin huzûrunda kemâle gelip, insanlara İslâmiyet bilgilerini anlatmak üzere Geylân’a gitmesi emredilince, Geylân’a gelip yerleşti.

Bu günlerde İbrâhim Zâhid çocuk idi ve kitapları koltuğunun altında mektebe gidip geliyordu. Cemâleddîn hazretleri birgün yolda, aynı şekilde mektebe gitmekte olan İbrâhim Zâhid’i gördü. Elini onun başına koyarak; “Hocam Şihâbüddîn, bizi buraya, bu ma’sûm yavruyu yetiştirmek üzere gönderdi” buyurdu.

İbrâhim Zâhid-i Geylânî, zâhirî ilimlerde tahsilini tamamlamak üzere Şîrâz’a gitti. Orada zâhirî ilimleri ikmâl ettikten sonra, bâtın yolunda da ilerlemek için, Ehl-i sünnet âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden olan Sa’di Şîrâzî hazretlerinin huzûruna vardı. Ona talebe oldu. Onun sohbetleri bereketi ile, yüce makamlara, üstün derecelere kavuştu.

Sa’di Şîrâzî hazretleri, birgün İbrâhim Zâhid’e; “Evlâdım! Bizim yanımızdaki terbiyen tamam olmuştur. Bundan sonraki yetişmen ve yükselmen ise, Seyyid Cemâleddîn’e havale edilmiştir. Geylân’a git. Cemâleddîn’in hizmetinde bulun” dedi.

Bundan sonra Geylân’a gidip, orada Lâhicân’da oturan Cemâleddîn hazretlerinin dergâhına vardı ve ona talebe oldu. Sohbet ve hizmetinden ayrılmadı. Burada, yüksek olgunluklara, üstün makamlara ulaştı. Çok kerâmetleri görülmüştür.

Bir defasında, geçtiği bir yerde bulunan yabanî otlardan biraz kopardı. O otların, elinde ham gümüş olduğunu görünce hayret etti. Hâlbuki onun, böyle şeylerde gözü ve gönlü yoktu, istemezdi. Dünyalık şeylerin elde bulunmasını kabahat ve kusur sayardı. “Ne kabahat işledim ki böyle oldu?” diye ağlayarak secdeye kapandı. Tövbe ve istiğfar etti. Sonra yolunu değiştirip, başka tarafa doğru gitti. Bu defa eline aldığı otların hâlis altın olduğunu görüp, sıkıntı ve üzüntüsü daha da arttı. Sür’atle hocası Cemâleddîn’in yanına geldi. Ağlayarak olanları anlattı. Yalvararak, bu hâlden kurtulmak istediğini, bunun için kendisine yardım etmesini hocasından istirhâm etti.

İbrâhim Geylâni’nin anlattıklarını dikkatle dinleyen hocası şöyle söyledi: “Bu öyle bir hâldir ki, tasavvuf yolunda ilerleyen sâliki, böyle şeylerle tecrübe ve imtihan ederler. Sen bu imtihanı kazandın. Bütün nebi ve velîlerin rûhları ile birlikte, yerde ve gökte olan melekler ve bütün mahlûkât, sana Zâhid dediler ve nâmını da Şeyh Zâhid koydular.”

Zâhid, haram ve şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu da terk eden, dünyâya ve dünyalık olan şeylere muhabbeti olmayan, kalbi bunlara meyletmeyen kimsedir.

Bir defasında hocasının emri ile, tarladan bir çuval pirinci omuzlayıp dergâha getiriyordu. Bir ara çok yorulduğu için, çuvalı yere koyup birazcık dinlenmek istedi. Bu esnada, çuvaldan bir adet pirinç tanesi düştüğünü gördü. Onu alıp ağzına atmak istedi. Fakat, bir tane olmasına rağmen buna ehemmiyet verdi. Bununla imtihan edilmekte olabileceğini düşündü ve o pirinç tanesini çuvala koydu, İbrâhim Zâhid, çuvalla birlikte dergâha geldi. Hocası Cemâleddîn hazretleri onu görünce; “Ey İbrâhim! Sözünde sadakât gösterdin. Ahdine vefa eyledin. Zâhid nâmına lâyık olduğunu isbât ettin” buyurdu.

Seyyid Cemâleddîn hazretlerinin huzûrunda yetişip kemâle gelen İbrâhim Zâhid-i Geylânî, fetvâ verecek dereceye geldi. Evliyânın büyüklerinden oldu.

Hocası Seyyid Cemâleddîn, vefâtı yaklaştığında İbrâhim Zâhid-i Geylânî’ye vasıyyet edip buyurdu ki: “Vefâtımdan sonra, insanlara faydalı olmak, onların hidâyete kavuşmalarına vesîle olmak maksadıyla, memleketin olan Geylân taraflarına git Orada taşlık ve dağlık bir bölge ile karşılaşırsın. Orada, dağ içinde bulunan bir vadiye ulaşırsın. O vadide o kadar sık ağaçlar vardır ki, içine girip yol almak mümkün değildir. O ağaçların yanına vardığında, selâm verirsin. O ağaçlar, hâl lisanları ile senin selâmına cevap verirler ve ikiye ayrılıp sana yol gösterirler. Orayı da geçtikten sonra karşılaştığın yer, senin hizmet yerin olsun.”

Bunları dikkatle dinleyip; “Baş üstüne” diye karşılık veren Zâhid’i Geylânî, hocasının vefâtından sonra, aynı ta’rîf edilen şekilde gitti. Herşey hocasının bildirdiği gibi oluyordu. Nihâyet bildirilen yere vardı ve orada yerleşti.

Burada uzun seneler hizmet ile meşgûl olup, insanlara çok fâideli oldu. Birçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesîle oldu.

Nefse uymamakda çok yüksek idi. Gündüzleri oruç tutar, geceleri de namaz kılmakla, Kur’ân-ı kerîm okumakla, Allahü teâlâyı zikretmekle vakit geçirirdi. Hiç uyumazdı. Gündüzleri oruç tutmakla birlikte, tarlasında çalışır, boş durmazdı. Geceleri uyumamak için, ucu demirli bastonunun sivri demirini boğazının altına dayar, böylece uyanık kalmayı sağlardı.

Bir defasında seyahate çıkan İbrâhim Zâhid hazretlerinin yolu Erdebîl’e düştü. Orada Abdülmelik mescidi diye bilinen bir mescidde misâfir oldu. Mescidin vazîfeli müezzini o gece rü’yâsında, mescidin bânisi (inşâ ettireni) olan Abdülmelik hazretlerini gördü. Abdülmelik, müezzine; “Bu gece mescidimize bir misâfir geldi. Git bak. Onu ağırla” dedi. Müezzin de, misâfire ikram edecek birşeyi bulunmadığını söyledi Bunun üzerine Abdülmelik; “Evin falanca yerindeki yağ ile, falan kimsenin hediye ettiği pirinci ve falan yerdeki eti pişir. Mescidde bulunan misâfirimize ikram eti” dedi. Bundan sonra uyanan müezzin, rü’yâya i’timâd etmeyip tekrar yattı. Aynı rü’yâyı tekrar gördü. Uyandı. Tekrar yattı. Aynı rü’yâyı üçüncü defa görüp biraz da ikâz edilince, kalktı ve mescide geldi İbrâhim Zâhid ( radıyallahü anh ) mescidde oturup, Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl idi. Müezzin ona, rü’yâdan hiç bahsetmeden; “Efendim! Hoş safa geldiniz. Birşeyim yok ki size ikram edeyim” dedi. O da; “Şimdi geri git, Abdülmelik’in ta’rîf ettiği şekilde yemek yap getir! Ona i’tirâz etme! Sonra zarar görürsün” dedi. Onun bu apaçık kerâmeti karşısında hayrete düşen müezzin, karşısındaki şahsın, sıradan bir kimse olmadığını, evliyâ bir zât olduğunu anlayıp ellerine sarıldı. Hemen gidip yemeği hazırladı, İbrâhim Zâhid hazretlerine ikram etti ve onun talebelerinden oldu.

Had Ali isminde bir zât şöyle anlatır: “Şeyh Zâhid diye bilinen İbrâhim Zâhid-i Geylânî ile birlikte bir gemide yolculuk ediyorduk. O zamana kadar ben kendisini şahsen tanımıyordum. Fakat hâlinden derviş bir zât olduğu anlaşılıyordu. Gemide bir köşede oturuyor ve kimseye karışmıyordu. Bir ara bir fırtına çıktı. Gemi sallanmaya başladı. Hepimiz batacağız zannettik.

Bu hengâmede, yine bir köşede sakin sakin oturmakta olan İbrâhim Zâhid’in yanına vardım. Kendisine; “Ey şeyh, böyle tehlikeli bir anda, bir köşede oturacağınıza, birşeyler yapıp, kurtulmamıza vesile olsanız olmaz mı?” demeyi düşünüyordum. Hemen yerinden kalkıp, gemicinin yanına geldi Dümeni eline aldı ve çok güzel idâre etmeye başladı. Onun dümeni eline almasıyla fırtına sakinleşti ve gemimiz düzgün gitmeye başladı, İbrâhim Zâhid bana hitaben; “Ey Hacı Ali! Gemi böyle kullanılır değil mi?” dedi. Ben de; “Evet” dedim. Biraz sonra sâlimen karaya ulaştık. Gemide bulunanlar dışarı çaktılar. Ben de çıktım, İbrâhim Zâhid’in yanına yaklaşıp selâm verdim. “Ve aleyküm selâm ey Hacı Ali Erdebilî” dedi. Ben ellerine sarılıp; “Beni nasıl tanıdınız? ismimi ve nereli olduğumu nereden öğrendiniz?” dedim. “Allahü teâlânın izni ile gönlünden geçeni bilen. İsmini ve memleketini bilemez mi?” diye cevap verdi. Bunun üzerine, “Allahü teâlâ, evliyâsının gözlerinden perdeyi kaldırır ve gizli olan birçok şeyi onlara gösterir” sözünü hatırladım.

Şerefüddîn isimli bir zât şöyle anlatır: “Âdetimiz olduğu üzere, bir arkadaşım ile beraber İbrâhim Zâhid’i ziyârete gidiyorduk. Yanımızda, ona hediye olarak götürecek bir şeyimiz de yoktu. Bunun endişesiyle yola devam ederken, Geylân nehri kenarına geldik. O sırada nehrin sularının kabardığını, büyük bir balığın sahile vurduğunu hayretle gördük. Biz, gözümüzün önünde bir anda meydana gelen bu hâl karşısında hayrette iken, nehrin suyu tekrar sâkinleşti. Bizim hayretimiz daha da arttı. Bu balığı, hocamıza hediye olarak götürmeye karar verdik. Vardığımızda, bizi huzûruna kabûl etti. İltifât ederek hediyemizi (büyük balığı) aldı ve mutfağa gönderdi O balığı pişirdiler. Orada bulunan herkes yiyip doyduğu hâlde, balığın eti bitmemişti.

Yemekten sonra sohbete başlayan İbrâhim Zâhid hazretleri, söz sırasında buyurdu ki: “Tam bir teveccüh ile Allahü teâlânın velî kullarına yönelenler, Allahü teâlânın ve mahlûkâtın sevgilisi olurlar. Hattâ gökte ve yerde olan şeyler bile, onlara yardım, ikram ve hürmet ederler.” Biz, onun bu sözünü, bizim hakkımızda söylediğini, kerâmet olarak hâlimize vâkıf olduğunu anladık.”

İbrâhim Zahid-i Geylânî’nin talebelerinden olan Ahmed isimli bir zât şöyle anlatır: “Birgün hocamızla birlikte bir yerden geçiyorduk. Yanımızda ba’zı talebe arkadaşlarımız da vardı. Haddîni bilmez ba’zı kimseler, bizi görünce birbirlerine; “Hey! Bakın pilav düşmanları geçiyor. Kimbilir nereye yağlı pilav yemeye gidiyorlar. Bunlar dışarıdan sûfî görünüyorlar, ama Allah bilir, tenhâda yalnız kaldıklarında neler işliyorlar!” gibi uygunsuz ve edebsiz şeyler söylediler. Bu sözler hocamızın gayretine dokundu. Çok üzüldü. O kimselere karşı döndü: “Eğer biz, sizin dediğiniz gibi değilsek, hidâyete kavuşmuş olup, başkalarını da bu yola da’vet eden, nefsinin arzularını hakîr gören, nefsine ve şeytana uymayan, cenâb-ı Hakka şükredenlerden isek ayaklarınız dökülsün mü?” dedi. İbrâhim Zâhid hazretlerinin sözü biter bitmez, o kimselerden herbiri kötürüm oldular. Ayakda duramayıp, yere yıkıldılar ve hepsi de, binlerce elem ve sıkıntı içinde, acılarla kıvrana kaldılar. Orada bulunan herkes de, bu hâli görüp ibretle seyrettiler. Orada bulunan diğer insanlar, Allahü teâlânın veli kullarına sataşmanın, onları incitmenin ne büyük felâket olduğunu, gözleriyle görerek anlamış oldular. Bununla beraber, bu kimselerin bu acılarının, âhırette çekecekleri, azap ve sıkıntılar yanında pek hafif kalacağını da düşünüp; “Allahü teâlânın evliyâsını incitmekten Allahü teâlâya sığınırız” dediler.

Birgün İbrâhim Zâhid-i Geylânî hazretlerinin huzûruna, gözyaşları içinde bir kadıncağız gelerek, çok sıkıntıda olduğunu, duâsını almaya geldiğini, derdine hiç kimsenin çâre bulamadığını, lütfen kendisine bir çâre göstermesini rica edip, derdini şöyle anlattı: “Dünyâda bir oğlumdan başka kimsem yoktur. Oğlum bir hastalığa tutuldu. Hastalığın verdiği elem ile, kendinden geçmiş bir şekilde bir ağacın altında uyurken, bir yılan gelip, ağzından mi’desine girerek orada duruyor. Ba’zan da ısırıp çok elem veriyor. Çok yerlere müracaat ettim. Fakat bir netice alamadım. Ne olur siz yardımcı olunuz!” Kadının anlattıklarını üzüntü ile dinleyen İbrâhim Zâhid’in önde gelen talebelerinden Şeyh Safi de orada idi. İbrâhim Zâhid bu talebesine buyurdu ki: “Git, o yılana; “Şeyh Zâhid’in emri var” de. Oradan çekip gitsin ve bir daha o yiğide zarar vermesin.”

Kadın biraz rahatlamış olarak evine döndü. Biraz sonra da Şeyh Safi o eve geldi. Bu hâli haber alanlar meraklanıp, acaba nasıl olacak diye o kadının evinde toplanmışlardı. Şeyh Safi, delikanlının yanına varıp, hocasının söylediklerini söyledi. Sözünü bitirir bitirmez, gencin ağzından çıkan yılan, hemen oradan uzaklaşıp gözden kayboldu. Orada bulunanların hepsi, bu hâle şâhid olup, hayretle seyrettiler. Genç ve annesi, sevinçlerinden Allahü teâlâya çok şükredip, İbrâhim Zâhid ve talebelerine çok duâ ettiler. Onlara olan muhabbetleri de kat kat arttı.

Allahü teâlânın evliyâsı için böyle işler, olamıyacak şeyler değildir. Nitekim ba’zı büyükler; “Velî olan zâta, Allahü teâlâ öyle ihsânlarda bulunur ki, bırakın başka mahlûkları, dağlar ve taşlar bile ona hizmet eder, onun emrindedir. Bir velî zât, bir dağın yerinden ayrılıp başka bir yere gitmesini istese, Allahü teâlâ o sevgili kulu hürmetine o dağın yerini değiştirir” demişlerdir.

Vefâtı yaklaştığında, yanında bulunan talebeleri ve yakınları, ona yalvararak dediler ki: “Efendim! Uzun zamandır ağzınıza bir şey koymadınız. Hep oruçlu oluyorsunuz. Bununla beraber, iftar ve sahurda da birşey yemiyorsunuz. Bu sebeple rahatsız olmanızdan, hastalığınızın artmasından endişe ediyoruz.” Onların bu sözlerine karşı iltifât edip tebessümle karşılık veren İbrâhim Zâhid; “Güzel bir et olsa, suyla pişirilip yahni yapılsa..” dedi. Bildirdiği gibi güzel bir yemek pişirilip akşama hazırlandı. Akşam olup, namazdan sonra sofraya oturdular. Kendisi su ile iftar eden İbrâhim Zâhid hazretleri, o yemekten yemedi. “Efendim! Bir miktar da olsa yeseniz” diyenlere; “Siz yeyiniz. Talebelerimin yemek yemelerini, ağızlarının hareketlerini seyretmek bana ayrı bir zevk veriyor” buyurdu. Ertesi gün yine oruca niyet etti ve oruçlu olarak vefât etti. Yetiştirdiği talebelerinin sayısı pekçok olup, önde gelenleri ve kendisinden sonra halîfesi olan dört tanesinin isimleri şunlardır: Safi, Ahî Yûsuf, Pir Hikmet ve Ahî Muhammed.

 

1) Lemezât (Süleymâniye Kütüphânesi, Halet Efendi kısmı. 281 numaralı kitap.)