Ana Sayfa>(Sayfa 26)

Evliya Ata

…..

Evliya Ata Türbesinin kitabesi yoktur. Yesevi menakıp kitaplarında ” Katte Evliya” , ” Barak Han oğlu Evliya Ata Kara Han ” adıyla kayıtlıdır.
Ayşe Bibi türbesiyle aynı dönemde tarihlenen yapı, çok daha büyüktür. Binadan daha yüksek, büyük bir taç kapı şeklindeki giriş cephesinin iki köşesi , sütunçelerle sınırlanır. Bina sivri kesimli kubbe ile örtülüdür.
Sovyet döneminde , dönemin anlayışıyla tamir edildiğinden, özgün durumuyla ilgisi hayli azalmıştır. Ön cephenin bezemesinin şimdikiyle pek ilgisinin olmadığını ispatlayan eski fotoğraflarında, cephede nişler yerine tuğlaların farklı dizilişiyle oluşan zikzaklar baklava desenli işlemlerle görülür.

Çoban Ata

Özbekistan – Taşkent .

Çaban Ata adıyla anılan türbeler , Orta Asya’nın geniş çoğrafyasında bir çok şehirde görülür. Anadolu’da Elazığ, Harput, Adana, Sivas, ve başka illerde Çoban Baba – Çoban Dede adı verilen türbelere rastlanmaktadır. Taşkent Çoban Ata türbesi, taçkapı görünümüyle yükseltilen giriş cephesi ve çok yüksek kubbeli yüksek kubbesi ile ihtişam kazanan küçük bir yapıdır.

Abdülaziz Han Türbesi

Kazakistan – Çimkent’e bağlı Sayram kasabasında şehir girişindeki kabristanda.

Sayram’da şehir girişindeki kabristanda yer alır. Mezarlığın kapısındaki kitabeye göre 9. yüzyılda, türbe kapısındaki levhaya göre 14. yüzyılda inşa edilmiştir. Yanlarda türbe, ortada mescit ile meydana gelen üç bölümlü bir yapıdır. Üç birim de yüksek kubbelerle örtülüdür. Mescit bölümünün kubbesi, ön cephenin ortasındaki taçkapıyı da aşacak şekilde iyice yükseltilmiştir.

 

 

Mehmet Feyzi Efendi

Hayatı boyunca insanlara ilim irfan, hikmet ve güzel ahlakın yüceliğini en güzel bir tarzda yaşayarak anlatan merhum Mehmet Feyzi Efendi (Kuddise Sirruhü), 28 Mart 1912de Kastamonu’da doğdu. Babası İzzet Efendi, annesi Hafize Aişe hanımdır.

1935 1937 yılları arasında İstanbul Yıldız’da muvazzaf askerliği, daha sonra da Beykoz da7 ay ihtiyat askerliğini yaptı. 1957 yılında muallim İbrahim Efendi’nin kızı Melek hanımla evlendi. Nuriye, Aişe,Münibe, Mevlibe ve Mehmet Münip diye isimlendirdiği dört kızı bir oğlu oldu. 1966,1970 ve 1976 yıllarında üç defa hacca gitti.

Soyu neseben Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e ulaşan nurani Seyyidler silsilesindendir ki sohbetlerinde Seyyid olmayanın seyyid im demesi nasıl çirkin bir yalansa, seyyid olanında değilim demesi ceddini inkar olacağını şecere şart değil, aile içi bilgilendirme (tevatür nakü) ile bilinmesi o kimsenin seyyidliğine kafidir buyurarak bu kutsi emaneti çocuklarına biz hem anne, hem de baba tarafından seyidiz. Müjdesiyle vermiştir.

Tahsil Hayatı
Bilinen ilk muallimesi Çerkez Hoca Hanımdır. O günkü eğitim koşullarina göre 7 yaşında başladığı Yarabcı Mektebinde ilk tahsilini tamamladı. Sinanbey Cami’inde imamlık, Nasrullah Camiinde Hatiplik yapan daha sonra İstanbul Fatih Camii başimamı ve diyanet işleri başkanlığına ait Mushafları inceleme kurulu başkanlığı görevinde bulunan Kurra Hafız Ömer Aköz hoca efendiden hafızlığını tamamladı ve Kuran talimi aldı.

Yine aynı hocaefendiden “Mukaddeme-i Cezeriyye”, “Tecvid-i Edaiye” ve “İlm-i irtifa” okudu. Hafız Abdurrahman Efendiden Arapça, Fıkıhtan Halebi Hafız Tevfik Efendiden ”Kıraat-ı Sab-a” Reisü’l- Kurra Hoca Kamil Efendiden “Mülteka”, ”Şiriatü’l İslam” ve ”Fıkh-ı Ekber” tahsil etti.

İstanbul’da iken Nevşehirli Hacı Hayrullah Efendiden “Tefsir-i Alusi” Hoca Hüsrev Efendiden Buhari-i Şerif okudu Abdulhakim Arvasi Hazretleri’nin “Tefsir-i Kebir” den verdiği derslere katıldı.

Asker dönüşü daha önce Kastamonu’ya gelmis olan Bediüzzzaman Said Nursi Hazretleri’nden Kelam, İslam Felsefesi ve mantık dersleri aldı. Hizmetteki yakınlığından dolayı Sır Kitabı unvanıyla taltif edildi. Bu ünvan altında mazhar olduğu “İlm-i Ledün” den hikmetleri ise sohbetleriyle insanlara sundu.

Aynı zamanda zahir anlamda kendisine müracaat edenlere Arapça Tefsir ve Hadis dersleri vermenin yanında önceleri hafızlara sonra İmam Hatip lisesi talebelerine Kur’an-ı Kerim talimi okuttu.

Hayata Bakışı

Merhum Mehmet Feyzi Efendi (Kuddise Sirruhu) yıllarca ilim, iman, hikmet ve feyz dolu sohbetlerinde Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şerif okuma, bunların hakikatlerini keşfetme, manası ile ahlaklanıp yaşamanın önemini yaşayarak anlatmıştır.

Kur’an’ın tealluk, tehalluk, tahakkuk mertebelerinin olduğunu belirterek ittibadaki istikameti göstermiştir.
Çağımız ilim asrı olduğundan, ne akıl namına kerameti reddetmiş, ne de keramet namına aklı iptal etmiştir. Bu nedenle kerrer sohbetlerinde farzdan evvel farz ilmidir, ihlas sevgi huşu ve samimiyetten uzak ilminde ölü ceset gibi olacağından hareketle farz içinde farz da ihsastır. Buyurarak ilim ile İhlasın varoluştaki önemini veciz bir ifade ile belirtmiştir.

Sohbetlerinde fiziki kerametten ziyade ilmi keramet göstererek akıldan geçen soruları sormadan anlatmıştır. Bununla beraber sohbetlerinin bir başka özelliği de muhatapların dillerindeki sorudan ziyade kalplerindeki manevi hastalığı giderecek nitelikte olmasıdır.

Sosyal olaylarla ilgili olarak bir yandan “Sadakat-i Vataniye (vatanseverlik), Mefahir-i Milliye (milliyetçilik) ve hamiyet-i Diniye (dindarlık) birdir, bunları ayırmaya çalışıyorlar. Vatan olmazsa millet olmaz, millet olmazsa kim Islamiyeti yaşayacak?” diğer yönüyle de sultan zalim bile olsa beddua edilmez. O zaman terör ve anarşi olur, hukuk olmaz. Buyurarak vatan millet din, devlet, hukuk kavramlarının ayrılmaz bir bütün olduğunu izah ederek tefrika çıkarmak isteyenlere meydan vermemiştir.

İslamiyet ruh Türklük cesettir. Sözleriyle de bin asırlık tarihimizi özetlemiştir. Din ve millet ilişkisinin kuramını belirleyip müspet milliyetçiliğin en güzel tanımını yapmıştır.

Yine yeis (ümitsizlik), fert ve toplumlar için kötü sonuç vereceğinden, bir “Fecr-i Sadık”ın doğacağını müjdelerken öbür yönden “Alim vaktini bilmek” mecburiyetindedir.

Fecr-i Kazipte (yalancı fecir) sabah namazı kılınmaz buyurarak ”din garib başladı ileride yine garib olacak…” hadisindeki GARİB kelimesini vatanından ayrı kalana denir diyen fıkıhçılar gibi tarif etmemizi çünkü bu hadisin varud (söyleniş) sebebinin fıkhi bir hüküm çıkarma olmayıp, bir hakikatin bir doğuşun anlatıldığını İslam başlangıçta nasıl çok kısa zamanda hakikati ile bir güneş gibi diğer dinler arasında parladı ise sonunda da böyle olacağının müjdesi var.

Ehl-i Hakikat, GARİBİ güneşle tarif ediyor. Yani benzersiz, adim-i binazir, biz de böyle düşünelim. Buyurmuştur. Bu hadis yorumunu Fetih Süresindeki; “Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hidayet ve hak din île gönderen O’dur..” (Fetih 48/28} Ayetiyle birleştirerek ahir zamanda da yine öyle olacağının müjdesini vermiştir. Ancak pencere kışta iken açılmaz, baharda açılır. Buyurarak müspet düşüncenin, müspet konuşmanın, müspet hareket etmenin önemini de ayrıca belirtmiştir.

Vefatı

Mehmet Feyzi Efendi (Kuddise Sirruhü), hayatının her safhasında hatta her anında, sakalından-tırnağına, yemesinden içmesine, sevincinden, kızmasına, sözlerinden sözlerini yaşamasına kadar Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve sellem) sünnetine ittibada (uymada) öylesine dikkat etti ki, bunun mükafatı olarak, bin bir sır ve hikmetleri içeren Cenab-ı Hakk’m Habibi’ni (Sallallahu Aleyhi ve sellem) dünyada iken ilahi huzuru davet mucizesi Miraç gecesine rastlayan 4 mart 1989’da vefat ederek ilahi huzura kavuşması, Kuranı Kerimin mucize bir tarzda verdiği, ahir zamanda süneti ve sünnete ittibayı hafife alacak bir takım insanlara karşı ;
“(Resulüm) de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana ittiba edin ki, Allah ta sizi şevsin…” (Ali îmran 3/31)
Ayetinin surrına nail olurken öbür yandan mezarının bile annesinin ayakucunda oluşuyla cennet , anaların ayaklarının altındadır. Hadis-i Şerifinde ittibanın güzel bir örneği olmuştur.

Vasiyeti üzerine kabir taşına yazılan;
HÜVE-L-HAYYÜ’L-BAKÎ,
Burada yatan ADEM
Bir zaman HUBBİ idi
Bir zaman CUBBİ idi
Bir zaman SUKÜTİ idi
Şimdi de TURABİ oldu

Kasım Bin Muhammed (k.s.)

Mekkeden medineye giderken 105 km de KHULAIS denen bir kasabada mescidi kebir caminin yakinindaki mezarlikda

Tabiînin büyüklerinden. Medîne-i münevveredeki yedi büyük âlimden biri. İnsanları Hakk’a davet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin üçüncüsüdür. Adı, Kasım bin Muhammed bin Ebû Bekr-i Sıddîk et-Teymî’dir. Babası Muhammed, hazret-i Ebû Bekr’in oğludur. Annesi Sevde, son Sâsânî hükümdarı Yezdücürd’ün kızı olduğundan, İmâm-ı Zeynel-Âbidîn ile teyze çocuklarıdır. Hazret-i Osman’ın hilâfeti zamanında 651 (H. 31) yılında doğdu. Babası Mısır’da şehîd edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası ve Peygamberimizin mübarek hanımı hazret-i Âişe’nin yanında büyüdü. 719 (H. 101) veya 725 (H. 106) yılında Mekke ile Medîne arasında Kudeyd denilen yerde Kabe’yi ziyaret için giderken vefat etti.

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’in torunu olan Kasım bin Muhammed, Eshâb-ı kiramdan bir çoğuna yetişmiş ve onlardan ilim öğrenmiştir. Başta halası hazret-i Âişe olmak üzere, Ebû Hüreyre, Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Ömer, hazret-i Muâviye gibi meşhûr sahâbîlerden hadîs-i şerîf rivayetinde bulunmuştur. Kendisinden de; Tabiînin büyüklerinden oğlu Abdurrahmân, Salim bin Abdullah, İmâm-ı Şa’bî, akranlarından İbn-i Amr, Yahya bin Sa’îd ve Sa’d bin Sa’îd el-Ensârî, Abdullah bin Ömer, Sa’d bin İbrahim, Abdullah bin Avn ve daha bir çoğu hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdir.

Kasım bin Muhammed, Selmân-ı Fârisî’nin sohbetlerinde bulunarak yetişip bir ruh mütehassısı olmuştu. Tasavvuf ilminde, verâ ve takvada yâni Allahü teâîânın haram ettiklerinden sakınıp kaçınmada eşi yoktu. Silsile-i aliyye büyüklerinden dördüncüsü olan İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık da, bunun sohbetinden feyz aldı (Bkz. Ca’fer-i Sâdık).

Kasım bin Muhammed, hadîs ve fıkıh ilminde zamanının en yükseği idi. İlimde ve takvada eşine rastlanmıyacak bir yüksekliğe erişmişti. Büyük hadîs ve fıkıh âlimlerinden Yahya bin Sa’îd; “Medîne’de Kâsım’dan üstün bir kimseye yetişmedik” derken, İbn-i Sa’d da; Tabakât adındaki eserinde; “Kasım, hadîs ilminde sika yâni güvenilir bir râvi, fıkıh ilminde yüksek bir âlim ve her bakımdan imâm, önder olan bir zâttı. Pek çok hadîs-i şerîf bildirdi. Takva ve verâ sahibi idi” diyerek kendisini medhetmektedir. Ebü’z-Zenâd da; “Ben, Kasım’dan daha çok hadîs ve fıkıh bilen bir kimse görmedim” demektedir. Yine büyük hadîs âlimlerinden Süfyân ibni Uyeyne de; Kasım bin Muhammed’in devrinin en büyük âlimi olduğunu söylemiştir. Ömer bin Abdülazîz’in de; “Eğer birini yerime halîfe seçmem îcâb etseydi, Kâsım’ı seçerdim” dediği rivayet edilmiştir. Ömer bin Abdülazîz, halifeliği zamanında Kasım bin Muhammed’i, halası hazret-i Âişe’ye âid olan ne kadar hadîs-i şerîf ve başka rivayetler biliyorsa, onların hepsini toplamakla görevlendirmiştir. Hattâ Ömer hin Ahdülazîz birkerresinde; ilmin yok olup, âlimlerin son bulması endişesi üzerine, Medîne valisi Ebû Bekr bin Muhammed Din Hazne’ye mektup yazarak şöyle demiştir: “Resûlullah’ın hadîs-i şerîflerini, sünnetlerini Amre binti Abdurrahmân el-Ensârî’nin ve Kasım bin Muhammed’in rivayetlerini araştır ve yaz! Zîrâ ben ilmin yok olup, âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum.” Amre ile Kasım bin Muhammed, hazret-i Âişe’nin talebesi idiler. Onun Resûlullah’dan rivayet ettiği hadîs-i şerîfleri en iyi bilen bunlardı.

O, fıkıh ilminde de yüksek bir âlimdi. Medîne’de yetişen ve kendilerine fükahâ-i seb’a adı verilen yedi büyük âlimden birisiydi. Allah ve Resûlü adına konuşmanın ve dînî mes’elelerde fetva vermenin mes’ûliyetini en iyi şekilde idrâk edenlerdendi. Yahya bin Sa’îd’in bildirdiği şu sözleri, bunu açıkça göstermektedir: “İnsanın, Allah’ın hakkını bildikten sonra câhil olarak yaşaması, bilmediği şeyi söyleyerek fetva vermesinden hayırlıdır.” Hâlbuki, Abdurrahmân bin Ebî Zenâd, onun hakkında; “Peygamberimizin sünnetini Kasım bin Munammed’den daha iyi bilen birisini görmedim” diyor. Kendisinden bir mes’ele sorulunca: “Anlamıyorum, bilmiyorum” derdi. Ona sormayı çoğalttıkları zaman da; “Vallahi, sorduğunuz her şeyi bilmiyorum. Şayet bilseydik, sizden saklamazdık. Çünkü bildiklerimizi saklamamız bize helâl değil” derdi. Dînî mes’eleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetva verirdi. Her sabah Mescid-i Nebî’ye gelir, iki rek’at namaz kılar, sonra Resûlullah’ın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine sorulan mes’elelere fetva verirdi. Nitekim mezheb imamlarından Mâlik bin Enes (rahmetullahi aleyh) de onun hakkında; “Kasım bu ümmetin fakîhlerinden idi” buyurmuştur.

Kasım bin Muhammed, çok mütevâzî, alçak gönüllü idi. Bir gün köylünün birisi ona; “Sen mi daha çok biliyorsun, Salim bin Abdullah mı?” diye sordu. Cevâb olarak; “Burası Sâlim’in evidir” deyip başka söz söylemedi. Muhammed bin İshak da, onun için; “O benden daha iyi bilir deyip, yalan söylemeyi veyahut ben ondan daha iyi bilirim diyerek kendisini üstün göstermeyi istemedi” dedi. Hâlbuki Kasım bin Muhammed, her ikisinden de âlimdi. Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî; “Ondan daha faziletli bir kimse görmedim” derken, İmâm-ı Buhârî de: “Zamanının en fazîletlisiydi” demiştir.

Şeyh Yakupzade Hafız Mustafa Efendi

Uşak şehir merkezindeki Şehitler Kabristanında. Kabristanının üst kapısından girdiğimizde 50 metre aşağı yürüyoruz . Sol tarafta 20 metre ileride.

Yakupzade Şeyh Mustafa Özyürek
Yakupzade Şeyh Mustafa Özyürek

Halvetı/Şabani Azizlerinden Yakupzade Hafız Mustafa (Özyürek) Efendi (d. 1887-ö. 1973) Uşaklı­ dır. Annesi Alime hanım, babası Mehmed Efendi’dir. Her ikisini de küçük yaşlarında kaybeder. Teyzesi tarafından büyütülür. Teyzeoğlu ile birlikte hafızlık tahsil eder. On sekiz yaşında Rukiye Hanım (nam-ı diğer Rukiye Molla) ile evlenir. Bu evlilikten Ah­met, Mehmet, Nurettin, Hatice (Kayahan), Ulviye (Aksekili), ve Alime (Vidinlioğlu) adlı çocukları dünyaya gelir. İyi bir halıcı olan Rukiye Hanım’ın da des­teğiyle Uşak’taki medrese tahsilinden sonra Birinci Dünya Harbi sı­rasında İstanbul’a Harbiye’ye nakleder. Buradaki tahsilini ikmalden sonra 1 Temmuz 1915 tarihinde Kafkas Cephesi’ne gönderilir. Üçün­cü Orduda teğmen rütbesiyle görev yapar ve üç sene sonra Uşak’a geri döner. Memleketine döndükten sonra ticaret ve Yeşil Cami’de imamet ile meşgul olmaya başlar.

Yakup Baba tesirli hutbeleri ve va’zlarıyla tanınmış ve saygı du­yulmuş bir azizdir. Onu yakinen tanıyanların ifadelerine göre halk üzerinde fevkalade tesiri olan ileri görüşlü bir kişidir. Hutbelerinde ”Allah’ı isteyen eteğimi tutuversin” diyecek kadar açık sözlü olmasına rağmen tasavvufi yönünü halktan gizlemeyi de bilmiştir.

Kendinden önceki piran gibi aşka ve irfana dayalı süluk anlayı­şıyla sohbetlerinde ısrarla vahdet bilincini vurgulayan Yakupzade Hazretlerine göre “Süluk, gönülden önce, dil; kulak, göz, el ve ayak eği­timidir. Dil Hakkı söyleyecek, kulak Hakkı duyacak, göz hakkı görecek! Bunlar eğitilmeden, gönül Çalab’ın tahtı olmaz! Bu eğitim birkaç gün­ de gerçekleştirilecek bir şey olmadığı gibi, ne sadece bedeni, ne de ruhi bir eğitimdir. Kırk sene hizmetin sırrı, topyekun bir gönül eğitimiyle ilgilidir. Yunus’un dergaha kırk yıl hizmet etmesi, gönül (insan) terbi­yesinin ne kadar zor ve hassas olduğunu göstermektedir. Ayrıca bu hizmet sırasında dervişin içten içe idrak etmesi gereken nüktelerden birisi de, “halka hizmetin Hakk’a hizmet ve ibadet olduğu” bilincine ulaşmakla ilgili­dir. Bu bilince bazıları kırk günde bazıları da kırk senede ulaşır. Kırk günde gelene “nerede kaldın?”; kırk senede gelene “ne kadar erken geldin!” demişlerdir. Hasıl-ı kelam, vücud-ı vahidi anlamak, cemal ve celali birlemek, sonra dönüp vücud içinde kendi aslını seyretmek kolay değildir. Kırk gün veya kırk sene tabirlerinde kabiliyet nüktesi gizlidir!

Yakup Aziz, büyük bir alim ve natık­tır. Fakat eline kalem alıp ilmini kitaba dökmemiş, ömrünü insan yetiştirmeye hasretmiş ve insan-ı kamiller yetiştirmiş­tir. Bu sebeple bizzat kaleme aldığı “Ey gözüm nuru ne bilsin gizlidir esrarımız/ Cahil ü nadan ne bilsin anlamaz ahvali­miz” matlaıyla başlayan tek nutkundan başka edebi değeri haiz bir şey bırakma­mıştır. Menakıbı maalesef derlenme­miştir. Müntesipleri tarafından dilden dile aktarılan cümlelerinden birisi “Türkiye’de ve dünyada bütün sınırlar bir gün kalkar!” sözüdür.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Yakupzade hazretlerinin insanın kalbine ok gibi tesir eden bir sohbeti var idi. Yanına gelen müftü, müderris yahut ulemadan her kim olursa olsun edeben susar, mey­danı azize bırakmak durumunda kalırdı. Yamalı Dede’ye derviş olan devrin büyük alimlerinden Fatih medreselerinden mezun Yusuf Ziya Bey, bilahire Yakupzade hazretlerine gelerek tekmil-i süluk etmiş ve ondan hilafet almış velayet erbabındandır. Bu zat Cuma hutbesi ve­rirken dahi Aziz içeri girse, hutbeyi keser, tazim ettikten sonra “des­ tur” der söze öyle devam ederdi. Bulunduğu mecliste otururken içeri girse ayağa kalkar, hürmet ederdi. Oğlum bunu yapma, istirham ederim derse de: -Aziz efendim, istirham ederim, işte bunu benden istemeyiniz der, saygıda kusur etmezdi. Bu Yusuf Ziya Hazretleri ciltler dolusu kitap yazabilecek kabili­yette olduğu halde, Aziz hazretlerinin huzurunda bir saatlik sohbet­te binlerce müşkilinin çözüldüğünü belirtirdi… Bu zat, Yamalı Dede’nin Tac-ı şerif ve asa gibi emanetlerini ya­şadığı bir hal üzere Yakupzade hazretlerine getiren kişidir aynı za­manda..

Yamalı Dede ile başlayan çağdaş kıyafet tercihi, Yakupzade haz­retleri ile devam etmiş olduğu için, gerek Yamalı, gerek Yakupzsde ve gerek onun takipçileri dönemlerinin modern kıyafetleriyle dikkat çekmişlerdir.

Yakupzade hazretleri hem şiir hem de musiki vadisinde yete­nekli olduğu halde önceki azizler gibi bu konularla doğrudan ilgi­lenmemiştir. Meclislerinde kendilerinden meşkeden bilhassa zakir­ başıları Cemaleddin Kunat ve Uşak Kurşunlu Camii Müezzini Hafız Abdullah Tez (ö. Uşak 2010) vasıtasıyla meşkettiği bazı besteli ilahiler günümüze intikal etmiştir. El yazısıyla bıraktığı tek ilahi defteri eli­ mizde olup, içinde kendilerine ait iki nutk-ı şerifleri, Salih ve Yamalı Babaların şahide kitabeleri ve zikir meclislerinde okuduğu ilahiler kayıtlıdır.

Yakup Aziz’in hatıraları bir bütün olarak toplanmamıştır. Onun yetiştirdiği pek çok zat bugün vefat etmiştir veya yaşlılık dönemini yaşamaktadır. Yakup Aziz sohbetlerinde tasavvufi tecrübelerini sa­vaş hatıralarıyla kaynaştırıp ayrı bir çeşni vermiştir fakat derlen­mediği için bunların çoğu unutulup gitmiştir. Özellikle Uşak’taki ih­vanından derlenecek hatıralar fevkalade kıymeti haizdir. Bildiğimiz şu ki onun yerine posta geçen zat silsiledeki pek çok meşayih gibi mahfi yaşamıştır. 15 Mart 2013 tarihinde göçen Cemalettin Kunat zat postu olarak kırk sene irşad görevinde bulunmuş ve sessiz seda­sız bu alemden göçmüştür.