Ana Sayfa>(Sayfa 21)

Yunus Nabi

İstanbul – Üsküdar –  Karacaahmet Kabristanında Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin 50 metre yakınında

Karacaahmet Mezarlığı’nda medfun ünlü Osmanlı şairi.

1642’de Urfa’da doğdu. Babası Seyyid Mustafa’dır. Hayriyye’sinde atalarının ilim sahibi olduklarını, nesebinin ünlü olduğunu söyler. Çocukluk ve gençlik dönemlerini Urfa’da geçirdi, iyi bir eğitim aldı. Arapça ve Farsça öğrendi. Yakup Halife adlı bir şeyhe bağlandı. 1666’da İstanbul’a gitti. İlk zamanlar İstanbul’da aradığını bulamadıysa da Padişah IV. Mehmed’in musahibi Damat Mustafa Paşa’yla tanışıp onun dostluğunu kazanınca rahat bir hayata kavuştu. Paşa’nın divan kâtibi oldu, döneminin büyük şairlerince tanınmaya başladı. Lehistan seferine katıldı. Edirne’de şehzadeler için düzenlenen sünnet düğününde bulundu, buradaki şenlikleri Surnâme adlı eserinde anlattı. Urfa yoluyla hacca gitti. Medine’ye vardığında “Sakın terk-i edeb- den kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu” mısrâıyla başlayan gazel formundaki ünlü naatını kaleme aldı. Hac seyahatinden sonra Tuhfetü’l-Haremeyn adlı eserini yazdı. Bir süre Mustafa Paşa’nın kethüdâlığını yaptı. Daha sonra bu görevinden ayrılan şair, paşanın ölümüne kadar Boğazhisar’da kaldı. Daha sonra Halep’e gidip yerleşerek burada rahat bir hayat sürdü. Ünlü eseri Hayriyye’yi burada yazdı. Padişah III. Ahmed kendisine zaman zaman çeşitli hediyeler gönderdi. Çorlulu Ali Paşa’nın sadâreti yıllarında bir ara oturduğu mâlikânesi elinden alınmış, aylığı kesilmiş olsa da bu uzun sürmedi. Halep valisiyken ikinci kez sadrazamlığa atanan Baltacı Mehmed Paşa onu İstanbul’a götürdü (1710).

Birçok şair onun İstanbul’a gelişini sevinçle karşıladı. Bu döneminde de İstanbul’un edebiyat ve kültür muhitlerinde büyük bir takdir topladı, “şeyhu’ş-şuarâ” olarak nitelendirildi. Darphane eminliği yaptı; başmukabelecilik ve mukabele-i süvârîlik gibi çeşitli mansıplar verildi. 13 Nisan 1712’de ölen şair Üsküdar’da Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi.

Türk şiirinde hikemî tarzın en büyük temsilcisi kabul edilir. Eserlerinde mahallileşme unsuları da belirgin bir şekilde görülür. Adı geçen eserlerinin dışında Divan’ı başta olmak üzere, Tercüme-i Hadis-i Erbaîn, Hay- râbâd, Münşeat, Fetihnâme-i Kamaniçe, Zeyl-i Siyer-i Veysî ve Farsça Divançe’si bulunmaktadır.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak ; Üsküdar Meşhurarı , Yayına hazırlayan Azmi Bilgin , Üsküdar Belediyesi Yayınları
[/toggle]

Köstendilli Ali Efendi

İstanbul – Üsküdar’da Katibim Aziz Bey sokak ile Ethemağa sokağının kesişimindeki caminin haziresinde.

Nureddin Cerrahi Hazretleri’nin mürşidi.

Nureddin Cerrahî Hazretlerinin mürşidi olan Köstendilli Şeyh Ali Efendi, tanınmış evliyadandır, ilimde ve amelde zühd ve takvası herkesçe teslim edilmiştir. O da tarikatı Lofçalı Fazıl Aliyyü’r-Rumî Hazretlerinden almış ve uzun müddet mürşidine hizmet ile tarikat adabını ikmal eylemiştir.

Kerametleri halk dilinde dolaşan şeyhlerdendir. Halk arasında Köstendilli Kadısı Ali Efendi namı ile meşhur olan. bu zat Üsküdar’da Katibim Aziz Bey sokak ile Ethemağa sokağının kesişimindeki Hz. Selami’nin halen yıkılmış olan tekkesinin mezarlığında medfundur.

Adı geçen tekkeye şeyh olması hadisesini Evrenoszade Sami Bey şöyle anlatmıştır:
Zamanın padişahı, uzun müddet Medine’de kalan haremağalarından Beşir Ağa’ya sormuş :
— Bunca sene «Ravza-i Mutahhara»’da hizmet etmişsin, bu müddet zarfında hiç bir fevkaladelik görmedin mi?
Beşir Ağa:
— Evet Efendim, demiş. Bir gün şöyle bir vak’a oldu: Bir akşam üzeri türbenin kapıları kaparken bir adam hızla içeri girdi. «Ben Köstendil Kadısı Ali» dedi ve benden geç kaldığı için özür diledi ve ziyaret sebebi olarak bazı hadis hakkındaki iltibasın halli için huzur-u Peygamberi’ye geldiğini söyledi. Kendisini biraz bekledim ve beraberce türbenin kapısını kapayıp çıktık. Yolda ben birisine selam verdim, hal hatır sorarken bir de arkama bakayım ki Hazret kaybolmuş.

Beşir Ağa’nın anlattığı bu vakıa üzerine Padişah bu zatı arayıp bulmasını irade ediyor. Bir gün Beşir Ağa Beyazıt meydanında geçerken Kadıya rast geliyor. Köstendilli Ali Efendi:
— Bre ulan Arap! diyor, beni Padişaha neden gammazladın?
Beşir Ağa Padişahın zoru ile anlattığını söylüyor ve saraya avdet edince vaziyeti Padişaha arzediyor. Hükümdar da Ali Efendi’nin şeyhliği açık olan bir tekkeye tayin edilmesi hususunda Şeyhü’l İslamlığa irade ediyor. Köstendilli Ali Efendi bu vazifeyi kabul etmek istemiyor. Fakat
Şeyhü’l-îslam kendisine:
— İki şey reddedilmez, diyor. Biri padişahın iradesi, diğeri Şeyhü’lislam’ın mucibi.

Hazret ister istemez vazifeyi kabul edip Üsküdar’ın yolunu tutuyor. Üsküdar iskelesinde kendisini alayla karşılayıp Tekkekapusu’na götürüyorlar, fakat mahallelinin engeli ile karşılaşıyorlar Mahalleli tekkeye dervişlerden birinin şeyh olmasını arzu ettikleri için tekkenin kapısını iç tarafından açılmasın diye duvar örerek kapatmışlar. Bu vaziyet karşısında Kadı Hazretleri:
— Bize yalnız “Padişahın iradesi ile Şeyhü’l-İslam’ın mucibi red olumnaz” dediler, buna Evliyaullah’ın Fatihasını da ilave etmek lazım deyip bir Fatiha çekiyor. Kapı kendi kendine yıkılıyor ve post’a geçiyor.

Kabir taşı ;

“Tarikat-i Halvetiye’den, hatemu’l muctehidin Piri, Muhammed Nureddin-i Cerrahi Hazretleri’nin murşid-i azizi, Köstendil Mufti-yi kibarı, ricalullahtan Hazreti Şeyh Ali Alaaddin-i Halveti kuddise sırruhu’l-baki 1143 (1730-31) ile haremi Havva Bacı Hatun (k.s.) 1167 (1761-62) ruh-i şerifleri icin el Fatiha”

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak
İstanbul Evliyaları ve Fetih şehidleri ; Şevket Gürel
[/toggle]

Şeyh Seyyid Nuri Efendi

İstanbul – Üsküdar’da Kurban Nasuh camii avlusunda

Türbe, Kurban Nasuh Camii avlusunun sağ tarafında, Büyük Selim Paşa Caddesi üzerindedir. Kare planlı olan türbenin çatısı son tamirde kurşun ile kaplanmıştır. Caddeye bakan büyük hâcet penceresinden başka, cami avlusuna bakan iki penceresi daha vardır. Hiçbir yerinde kitâbesi bulunmayan yapının kapısı arka tarafta olup, sağ tarafında ve set üzerinde Recep 1308 (şubat 1891) tarihinde vefat eden Hacı Mehmet Hulusi Efendi’nin ve Şevval 1323 (Kasım 1905) tarihinde vefat eden İbrahim Edhem Surûrî Efendi’nin kabirleri vardır. Avluya bakan pencerelerin önünde ise, 995 (1587) tarihinde vefat eden Kurban Nasuh’un, yine set üzerinde kabri bulunmaktadır.

Türbe içinde üç sanduka vardır. Biri, 29 Muharrem 1273 (1 Eylül 1856) yılında vefat eden Şeyh Mehmet Nuri Efendi’ye; ikincisi 12 Muharrem 1317 (23 Mayıs 1899) tarihinde vefat eden Şeyh Tevfik Efendi’ye; üçüncüsü ise, Hidayetullah ismiyle de anılan Şeyh Nuri Efendi’nin kızı Hediye Sultan Hanım’a aittir.

Türbe, Şeyh Nuri Efendi’nin vefatından sonra, 1856 yılı sonlarında yapılmıştır. Şeyh Nuri Efendi’nin sandukası üzerindeki levhada, güzel bir hat ile şu yazı yazılmıştır:
Yâ Hazreti Şeyh Mevlâna Seyyid Nuri’ er-Rıfai el-Hüseynî el-Üsküdarî. Tarih-i vefatları, 29 Muharrem 1273 Yevm-i Salı
İkinci sanduka üzerinde:
Es-seyyid ŞeyhTevfik Efendi Hazretleri. Vefatı, 1317. Es-Seyyid Mehmed Nuri Efendi Hazretleri’nin mahdumu ve cami-i şerifin son imam-hatibi ve Şeyhi. Es-Seyyid Mehmed Hayrullah Taceddin Yalım’ın pederidir.
Üçüncü sanduka üzerinde ise:
Hediye Sultan Hanımefendi Hazretleri. -Şeyh Nuri Efendi nin kerimesidir,diye yazılıdır. Vefat tarihi yoktur.

Türbe kapısı yanındaki sofada yanyana iki kabir vardır. Etrafı demir parmaklıklıdır. Bu parmaklık üzerindeki mermer levhada şunlar yazılıdır:
”Kudvetü’l-ârifîn eş-şeyh es-seyyid Mehmed Nuri er-Rıfaî Kuddise / Sirruhu’l-Hâdi Hazretleri’nin hâfidi eş-şeyh es-seyyid el-hac Mehmed Hulûsî Efendi’nin rûh-i şerifi çün el-Fatiha Fî 7 Şevval 1323 (5-Aralık -1905)”

Bunun yanındaki diğer bir levha üzerinde ise şunlar yazılıdır:
Ser-tâcü’l-ârifîn eş-şeyh Mehmed Nûri er-Rıfaî k.s. el-celî Hazretlerinin bendesi Bahriye Nezaret-i celilesi / Muhasebecisi ecille-i ricâl-i saltanat-ı Seniyyeden / Es-seyyid İbrahim Edhem Sürûrî Efendi merhûmun rûh-ı şerifleriçün El-Fatiha. Fî l9 fiubat 1307. fî. 13 Recebü’l-ferd 1308
Her ikisinde de şâhide yoktur.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak
Kaynak ; Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 8 , sy 119-121 , Hazırlayan ; Süleyman Ateş
[/toggle]

Halil Numan Dede

İstanbul – Üsküdar’da Doğancılar caddesindeki Üsküdar Mevlevihanesinde

1- Tekkenin kurucusu Numan Halil Dede Efendi 1213 Receb 27 (4 Ocak 1799)
2- Hafız Seyda Abdurrahim Dede Efendi. Üsküdar ve Galata ve Yenikapı ve Beşiktaş Mevlevihaneleri ser-kudumi eş-şeyh es-seyyid Seyda Hafız Dede Efendi. Rihleti 27 Muharrem 1215 (20 Haziran 1800)
3- Şeyh Seyyid Mehmed Hüsameddin Dede Efendi1216 (1801).
4- Eş-Şeyh el-hac Ali Dede Efendi (Hacı Dede). 1217 (1802)
5- Şeyh İsmail Hulusi Dede Efendi. 1219 (1804)
6- Eş-Şeyh es-seyyid el-hac Mehmed Emin Dede Efendi. 1227 (1812)
7- Kapıdan girişte sol tarafta kime ait olduğu bilinmeyen bir sanduka vardır. Bu, Şeyh Abdullah Necip Dede Efendiye ait olmalıdır. 1252 (1836)
8 – Şeyh Abdulkadir Kadri Dede Efendi. Beşiktaş Mevlevihanesi şeyhi iken vefatında oradaki türbeye gömülmüştür 1267 Zilkade 15 (11 Eylul 1851).
9- Hazreti Şeyh es-seyyid Hafız Ahmed Arif Himmeti Dede Efendi. 1290 Rebiyulevvel 17 (15 May›s 1873).
10- Eş-şeyh Mehmed Hasib Dede Efendi.
11 -. Eş-şeyh Mehmed Halid Dede Efendi. Oldu Halid Dede’ye huld makam 1320 (1902)
12- Ahmet Vesim Paşa 1328 (1910).
13 – Bursa Mevlevihanesi seccadenişini Şeyh Şemseddin Dede Efendi’nin oğlu Fasih Dede Beyefendi 1335 (1916).
14- Üsküdar Mevlevihanesi’nin meydancısı Mustafa Dede. 1285 Zilkade 3 (şubat 1869).
15- Derviş Aziz Efendi 1323 Zilkade 29 (Ocak 1906)

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Kaynak ; Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 8 , sy 119-121 , Hazırlayan ; Süleyman Ateş
[/toggle]

Seyyid Haşim Baba

İstanbul – Üsküdar – Karacaahmet kabristanında – Karacaahmet sultan dergahından inadiye ‘ye giderken .

Celvetiye tarikatının Hâşimiyye kolunun kurucusu.

Üsküdar’da doğdu (1718). Bazı kaynaklarda adı Mehmed Hâşim olarak verilse de doğrusu Mustafa Hâşim’dir. Babası, daha sonra Bandırma- lızâde (Bandırmalı) Tekkesi diye bilinen Üsküdar İnadiye’deki evini tekke yaparak irşad faaliyetlerinde bulunan Celvetiyye şeyhlerinden Yusuf Nizâmeddin Efendi’dir. Kendisi de babasının yerine daha sonra şeyh olmuştur. Ancak daha sonraki yıllarda Hâşim Baba’nın Celvetî şeyhleri tarafından dışlanması sebebiyle mensupları kendisine Haşimiyye adlı bir tarikat nispet etmişlerdir. Bu tarikatın silsilesi Celvetiyye’nin kurucusu Aziz Mahmud Hüdayi’den (ö. 1628) iki ayrı yolla gelmektedir. Celvetîlikle Bektaşîliğin birleştirilmesinden meydana gelen bu kolun fazla yayılmadığı belirtilmektedir.

Haşim Baba’nın, Celveti şeyhliğinin yanında Melamiliğe de meylettiği ve bazı Melamilerce kutup olarak nitelendirildiği söylense de bu doğru değildir. O aynı zamanda Kahire’de Baba Kaygusuz Tekkesi’nde Kasrü’l-Ayn şeyhi Hasan Baba’dan (ö. 1756) el alarak Bektaşi de olmuştur. Hatta bir ara Kırşehir’deki Hacı Bektaş Tekkesi’ne gitmiş ve orada da dört yıl kadar dede-babalık yapmıştır. Ayrı bir erkânnâme yazarak Bektaşîlik âyinini tadile çalıştığı ve bu suretle Bektaşîlik’ten bir kol ayırmak istediği de ileri sürülmüştür. Sefînetü’l-evliyâ müellifi Hüseyin Vassâf, Hâşim Baba’nın önce babasının yerine şeyh, sonra Bektaşi, daha sonra Melâmetle neşvedâr olup son olarak babasının mesleğini takip ettiğini bildirmektedir.

Vefat ettiği zaman cenaze namazı kılınmak için Hüdâyî Âsitanesi’ne götürülmüşse de pîr makamı şeyhi Büyük Ruşen Efendi (ö. 1794), dergâhın hiçbir kapısını açtırmamış, cenazeyi içeriye kabul etmemiştir. Bunun üzerine cenaze namazı, dergahın alt tarafındaki türbe önünde yolda bulunan musalla üzerinde kılınmış, Bandırmalızâde Tekkesi’nin türbesine defnedilmiştir. Burası bir süre Haşimiyye’nin âsitanesi olarak faailiyet göstermiş, bugün tekkenin yıkılmasından sonra kabri yol genişletilmesi sırasında kaldırılarak yerine parmaklıklı bir kabir yapılmış yeni harflerle “Üsküdarlı Haşim Baba” levhası asılmıştır.

Hâşim Baba’nın müretteb bir divanı, gelecekte vuku bulacak olayları değişik metodlarla öğrettiğine inanılan cefr (cifr) ilmiyle ilgili Ankā-yı Meşrık ve kaynaklarda Vâridât veya Makālât adlarıyla geçen mensur bir eseri daha vardır. Besmele’nin esrarı, leyle-i Kadr, ilâhî aşk, Melâmîlik meşrebi, sûfîlik yolu, rüya, Hz. Mûsâ’nın âsâsı, hazarât-ı hams, havâss-ı hamse-i bâtıniyye ve havâss-ı hamse-i zâhiriyye, Ehl-i beyt sevgisi, çeşitli âyet ve hadislerin tasavvufî izahları bu mensur eserin başlıca konularıdır.

Divanında yaklaşık iki yüzün üzerinde şiir bulunmaktadır. Özellikle Ehl-i beyt sevgisi başta olmak üzere, on iki İmam, tarîkat silsilesi, kutsal günler ve devr nazariyesi gibi konuların dile getirildiği kasideleri önemli bir yekûn tutar.

Hâşim Baba’nın, Niyazi-i Mısrî’nin Devriyye-i Arşiyye’sine zeyil olarak yazdığı Devriyye-i Ferşiyye’si de bu türün önemli eserlerinden biri sidir. Kaside ve makalelerinden bazıları müstakil olarak bazı kütüphanelerde bulunmaktadır.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak ; Üsküdar Meşhurarı , Yayına hazırlayan Azmi Bilgin , Üsküdar Belediyesi Yayınları
[/toggle]

Karacaahmet Sultan – Üsküdar

İstanbul – Üsküdar – Karacaahmet Kabristanındaki dergahta.

Karacaahmet Sultan’nın hayatı ile alakalı bilgiler net değildir. Daha çok menkıbevi bir kimliğe sahiptir. Enîsî’nin Mir’âtü’l-vefâ adlı eserinde nesebinin baba tarafından Enes b. Malik’e ulaştığı bilgisi mevcuttur. Babası Sufî Abdullah diye meşhur olan Melik Şehâb b. Kara Arslan, annesi ise Safiyye Hâtûn’dur. Eserdeki kayda göre, Karaca Ahmed Sultan Hamza-i Asgar’ın Mardin’deki hâkimiyeti sırasında 14 Zilhicce 545 (3 Nisan 1151) tarihinde burada dünyaya gelmiştir. 96 yıl ömür sürdüğünü belirten bilgiye göre hicri 641, miladi 1244 senesinde vefat etmiş olmaktadır.

Mir’âtü’l-vefâ’da verilen bu bilgilerin bir kısmı başka bazı eserlerdeki bilgilerle örtüşmemektedir. Âşıkpaşazâde ve Âlî Mustafa’ya göre, Orhan Gazi devrinde yaşamış, Acem diyarında hükümdarlık yapan Süleyman el-Horasânî’nin oğludur. Başlangıçta zevk ve safa içinde bir hayat sürerken bir vesileyle dervişliğe yönelmiş, Anadolu’ya gelerek Geyve Akhisarı’nın fethine katılmış, fetihten sonra da buraya yerleşmiştir. Orhan Gazi 1359’da vefat ettiğine göre Karaca Ahmed’in de bu tarihe yakın yıllarda hayatta olması gerekir. Ancak bu durumda Enîsi ile diğer kaynaklar arasında bir asırlık bir fark oluşmaktadır.

Hacı Bektaş Vilâyetnâme’sinde Karaca Ahmed’in Anadolu erenlerinin gözcüsü ve Sivri- hisarlı Şeyh Nûreddin’in müridi olduğu ifade edilmektedir. Vilâyetnâmeye göre Hacı Bektâşı Velî Anadolu’ya geldiğinde Karaca Ahmed Anadolu’da bulunuyordu ve Fatma Bacı’nın uyarısıyla Hacı Bektaş’ın Sulucakarahöyük’te olduğunu yanındakilere bildirmiş ve bazı kerâmetlerini gördükten sonra da yanına giderek kendisine intisap etmiştir.

Saruhanoğulları’na ait bir vakfiyede Karaca Ahmed’in 1371 yılında hayatta olduğu kaydına göre ise onun Hacı Bektaş’la görüşmesi pek mümkün görünmemektedir. Ayrıca Hacı Bektaş’ın 1240’ta Babaîler isyanı sırasında kardeşi Menteş ile birlikte Anadolu’ya geldiği düşünülürse, Karaca Ahmed’in ondan önce Anadolu’ya gelip Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya gelişini haber verdiğine dair rivayetlere şüpheyle bakmak gerektiği ortaya çıkar.

Orhan Gazi döneminde Bizanslılar’la yapılan Palekanon savaşından sonra Üsküdar’a gelerek bugün kendi adıyla anılan türbe ve mezarlığın bulunduğu bölgeye yerleşen Karaca Ahmed burada kurduğu tekkede çok sayıda mürid yetiştirmiş, tekkesi Osmanlı Bizans sınırında bir tampon bölge görevini üstlenmiştir. Karaca Ahmed’in Üsküdar’daki türbesi, adını verdiği semtte, Nuhkuyusu Caddesi ile Gündoğumu Caddelerinin birleştiği köşededir. Evliya Çelebi’nin tekkenin varlığından bahsetmesi tekkenin 1630’larda faal olduğunu göstermektedir. Türbenin ilk çekirdeği 1539 yılında Gülfem Hatun tarafından yaptırılmıştır. Üstü açık olan türbeyi Sultan III. Mehmed’in annesi Safiye Sultan 1600’lü yıllarda kapattırmıştır. Sonrasında birkaç kez tamir görmüştür. Bugün Karaca Ahmed’in türbesinin bulun- duğu mezarlık Karacaahmet Mezarlığı olarak bi linmektedir. Ancak bu isim 1698-1699 yıllarında türbenin yapılışından 170 yıl sonrasında kullanılmaya başlanmıştır.

Karaca Ahmed, Rumeli’deki fetihlere katıldıktan sonra, Üsküdar’daki tekkesine geri dönmüştür. Fakat tam olarak tespit edilemeyen bir tarihte bilinmeyen bir sebepten dolayı Üsküdar’dan ve Osmanlı topraklarından ayrılmıştır. Sonrasında Anadolu’nun pek çok yöresini dolaşarak hem hastaları tedavi etmiş, hem de kurmuş olduğu tekkeler vasıtasıyla Anadolu’nun İslâmlaşma’sına katkıda bulunmuştur. Osmanlı topraklarından geniş bir mürid kitlesiyle birlikte ayrıldıktan sonra ilk olarak Afyon’da bugün kendi adıyla anılan bölgede yerleşmiştir. Bölge beylerinden birinin akıl hastası kızını tedavi etmesi onun şöhretini daha da arttırmış ve burada kendisine geniş araziler vakfedilmiştir. Ancak kendisi bir süre sonra Afyon’dan ayrılıp Saruhanoğulları’nın hüküm sürdüğü Manisa bölgesine yerleşmiştir. Tarihî kayıtlardan, onun Saruhanoğulları topraklarında bu beyliğin son hükümdarı İshak Bey zamanında yaşadığı anlaşılmaktadır. Akhisar muhtemelen Karaca Ahmed’in son durağı olmuş, bundan sonra başka bir yere gitmeyip kurmuş olduğu tekkesinde hem ruh hekimliği yapmış hem de mürid yetiştirmiştir. Saruhanoğulları’nın vakfiyelerinde 1371 yılında Revak Sultan’a yapılan bir vakıf tahsisinde Karaca Ahmed’in şahit olarak adı geçmekte, 1390’da Hoşkadem Mescidi ve Yengi’deki Karaca Ahmed evkafının Karaca Ahmed Tekkesi’ne vakfedilmesine dair belgede ise artık yaşamadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda onun 1371-1390 yılları arasında vefat ettiği söylenebilir.

İstanbul, Afyon, Manisa, Aydın, Sivrihisar, Göynük, Makedonya’da yedi türbesi bulunmaktadır. Karaca Ahmed’in ruh hastalarını tedavi eden bir hekim olduğu inancı, günümüzde de devam etmektedir. Özellikle akıl hastaları üzerinde büyük bir etkisinin olduğu rivayet edilir.

Karacaahmet Sultan Üsküdar’daki makamı, 946 (1539) tarihinde gördüğü bir rüya üzerine, Gülfem Hatun tarafından yaptırılmıştır. Kendisi, Manisa Sarayı’ nda bulunduğu sırada sık sık Horoz Koyu’ne giderek Karacaahmet’in Turbesi’ni ziyaret ediyordu.

Türbe’ye Gündoğumu Caddesine açılan demir bir kapıdan girilir. Kapı üzerinde, dört mısralı şu kitabe vardır:
Ravza-i feyz-i fütuh-› Karacaahmed’dir
Gel erenler oku bir Fatiha kıl istimdad
Eyledi zevcesi Fehmiyye Hanım ruhi-cun
Matbah-ı amire memuru Ziya Bey bünyad (1283 – 1866-67)

Kitabeden de anlaşılacağı üzere türbe, Saray matbahı mmuru Ziya Bey tarafından karısının ruhu için yaptırılmıştır. Kapının sol tarafında Ziya Bey’in aynı tarihte inşa ettirmiş olduğu sebil vardır. Kapıdan uzunca bir avluya girilir. Sağ tarafta, mezarlığa açılan bir kapı ve pencereler bulunmaktadır. Sol tarafta ise, sebil odası ve onun arkasında üç kabir mevcuttur. Çimentodan yapılmış bir sandukanın ayak uçuna üç kabir taşı yerleştirilmiştir ki, en eski tarihli olanın kitabesi şudur:

Karacaahmed Sultan ki, kutbü’l-arifin idi
Niyaz ile gelub her subh u şam eşiğine yüz sür
Keramet ehlidir evladı hem sahib-i nazardır
Ziyaret ile tazim et huzurunda ayağın dur
Berat gicesi öldü Şeyh Mehemmed didiler tarih
Bu köhne tekkeden el çekdi hem göçdü Mehemmed
Dede
…………….
…………….
Sene 1050 (1640-41)

Etrafı demir parmaklıkla çevrili olan bu yerdeki ikinci kabir taşı üzerinde şunlar yazılıdır:

Derviş Halil’in ciğerkuşesi
Merhum ve mağfur Selim Dede
Ruhi-çün el-Fatiha
1156 (1743)

Üçüncü kabrin kitabesi de şudur:

Merhum ve mağfur
Tekye-nişin Şeyh Halil
Ruhi-çün Fatiha
1173 (1759)

Son iki taş baba oğula ait olup baba, oğlu Selim Dede’den 16-17 sene sonra olmuştur. Her ikisinin üzerinde tarikat sikkeleri vardır.

Cümle kapısının karşısındaki kapıdan türbeye girilir. Burada orta yerde, etrafı bir parmaklıkla çevrilmiş olan büyük bir sanduka vardır. Üzerinde bir tarikat sikkesi, iri tesbihler ve baş tarafında muhtelif boy pirinç şamdanlar ve 24 mısralı bir levha bulunmaktadır. Duvardaki camekanda ise Karacaahmet Sultan’ın hırkası, tesbihleri ve takkesi muhafaza edilmektedir. Çatısı içten kubbelidir.

Türbe, şimdiki şeklini 1866 tarihinde almıştır. Ondan evvelki durumunu kitabeden az cok anlamaktayız. 1595 tarihine kadar uzerinde sadece bir makam taşının bulunduğu sanılan kabrin etrafı bir duvarla cevrilmiş ve bir de kapı açılmıştır. Çatısı bulunmayan bu açık türbenin kapısı, Nuhkuyusu Caddesi’ne bakıyordu. Çünkü, türbenin sağ tarafındaki mezarlık, 1273 (1856) tarihinde, Mehmet Rüşdü Paşa’nın annesi Fatma Zehra Hanım’ın buraya gömülmesi ile bir kabristan haline gelmiştir. Türbe son olarak Avni Paşa’nın oğlu Ahmed Fuat Bey tarafından tamir ettirilmiştir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Üsküdar Meşhurları ansiklopedisi , Üsküdar Belediyesi
Yüzyıllar Boyunca Üsküdar , Üsküdar Belediyesi , 2. cilt , sayfa 577-581
[/toggle]

İmam Hasan Askeri – Samerra

Irak – Samerra – Babası İmam Ali Naki El Hadi hazretlerinin yanında

232 yılının Rebîülevvel veya Rebîülâhir ayında (Kasım – Aralık 846) Medine’de dünyaya geldi. Sâmerrâ’da doğduğunu belirten rivayetler zayıf sayılmaktadır. Babası onuncu imam Ali el-Hâdî’dir. İki üç yaşlarında iken babası ile beraber, İmâmîler’in faaliyetlerini daha yakından takip etmek isteyen Abbâsî Halifesi Mütevekkil-Alellah tarafından yeni hilâfet merkezi Sâmerrâ’ya götürüldü. Sâmerrâ’da ikamete mecbur edilen ve hayatı boyunca buradan ayrılmasına izin verilmeyen Hasan b. Ali bu sebeple Askerî nisbesiyle anılmıştır. Kendisine ayrıca Sâmit, Zekî, Naki, Refîk, Hâdî ve Hâlis gibi lakaplar verilmiştir.

Büyük kardeşi Ebû Ca’fer Muhammed babasından önce vefat ettiği için İmam Ali el-Hâdî ölümünden (254/868) dört ay önce Hasan el-Askerî’yi kendine halef tayin etti . Ali el-Hâdî’-nin ölümünden sonra Hasan el-Askerî’- nin diğer kardeşi Ca’fer kendi imâmetini iddia ettiyse de pek ilgi görmedi. Abbâsi yönetimince çok sıkı bir kontrol altında tutulan Hasan Askeri Hazretleri hayatı boyunca taraftarları ile pek temas imkânı bulamamış, ancak babasına da hizmet eden Ebû Amr Osman b. Saîd el-Ömerî, “humus” gibi imama verilmesi gereken vergileri onun adına İmâmîler’den toplayıp kendisine ulaştırmıştır.

Hasan Askeri Hazretleri 260 yılı Rebiülevvel ayının başında (874 Aralık sonu) hastalandı. Bir hafta süren bu hastalık sonunda 8 Rebîülevvel 260 (1 Ocak 874) tarihinde vefat etti. Bazı İmâmî rivayetlere göre Halife Mu’temid-Alellah’ın evine gönderdiği tabipler tarafından zehirlenerek öldürülmüştür. Halifeyi temsilen Ebû îsâ b. Mütevekkil tarafından kıldırılan cenaze namazından sonra oturduğu evde bulunan babasının mezarının yanına defnedildi.

Büveyhî Hükümdarı Muizzüddevle’nin 335’te (946) yaptırdığı, XIX. Yüzyılın sonlarına doğru İran Hükümdarı Nâsırüddin Şah tarafından geniş çapta tamir ettirilen bu iki türbe bugünkü Sâmerrâ’nın en mühim âbidesidir. Kendinden sonra imâmeti devam ettirecek erkek evlât bırakmadan öldüğü ileri sürülen Hasan el-Askerî’nin vefatı İmâmîler arasında büyük bir buhran yaratmış ve onların on dört veya on beş fırkaya ayrılmasına sebep olmuştur. Bu fırkalardan biri Hasan el-Askerî’nin ölmediğini, geçici bir süre için gaybet’e girdiğini ve mehdî olarak tekrar zuhur edeceğini, bir başka fırka ise onun ölümünü kabul etmekle beraber mehdî olarak tekrar hayata döndürüleceğini ileri sürmüştür. Fakat zamanla, Hasan el-Askerî’nin ölümünden bir süre önce Rum veya zenci asıllı Nercis adlı bircâriyeden doğan Muhammed el-Mehdî adında bir oğlunun olduğu inancı İmâmîler arasında yaygınlaştı ve diğer inançları savunan fırkalar tamamen ortadan kalktı. Doğumunda Askerî’nin teyzesi Hakime bint Cevâd’ın hazır bulunduğu, mensuplarından dört kişi ve birkaç hizmetçisinin gördüğü rivayet edilen Muhammed el-Mehdî el-Muntazar da kısa bir süre sonra ölmüştür. İmâmî Şiiler’e göre ise ölmeyip gaybete girmiştir ve zuhuru halen beklenmektedir.

Eseleri

Hasan el-Askerî’ye nisbet edilen eserlerden günümüze intikal edenler şunlardır:
1. Tefsîrü’l-İmâm el-Hasan el-Askeri. Şeyh Sadûk’un Muhammed b. Kasım el-Esterâbâdî, Ebû Ya’küb Yûsuf b. Muhammed b. Ziyâd ve Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Seyyâr tarikiyle rivayet ettiği bu tefsirin Hasan el-Askerî’ye nisbeti hakkında Şîa âlimleri arasında ihtilâf vardır. Şeyh Sadûk, İbn Şehrâşûb ve Hür el-Âmilî eserin nisbetinin sahih olduğunu ve imlâsının imama ait bulunduğunu belirtirken Muhammed Cevâd Belâgî, Âyetullah Hûyî ve Muhakkik Şüşterî gibi son devir âlimleri eserin imama ait olmadığını söylemektedirler Tefsirin ilk taş baskısı 1268 yılında Tahran’da yapılmış, diğer iki taşbaskı 131 S’te Tebriz’de gerçekleştirilmiştir. Eser, yazma nüshaları ve ilk baskıları dikkate alınarak Müessese-i İmâm Mehdî tarafından yayımlanmıştır
2. Kitâbühû (‘aleyhi’s-selâm) ilâ İshâk b. İsmâ’îl en-Nîsâbûrî. Hasan Askeri Hazretleri İshak en-Nîsâbûrî’ye yazdığı çeşitli tavsiye ve uyarılarını ihtiva eden bir mektuptur.
3. Mâruviye ‘anhü mine’l-mevâ’izi’lkışar , Hasan el-Askerî’nin öğütleri ve hikmetli sözlerinden ibarettir (a.g.e., s. 516-
4. Risâletü’l-menkabe. Askerî’nin helâl ve haramlarla ilgili sözlerini ihtiva eden bu risâle, İbn Şehrâşûb’un Menâkıbü Âli Ebi Tâlib adlı eseri içinde yer almaktadır

Menkıbeleri ;

Behlül adında bir kimse anlatır: ”Bir yere gidiyordum. Çocukların oynadıklarını gördüm. Küçük Hasan Askeri de yolun kenannda oturmuş ağlıyordu. Onun diğer çocukların elindeki oyuncaklar için üzülüp ağladığını zannettim. Yanına yaklaştım ve,
- Sana da bir oyuncak alayım mı, dedim. Hasan Askeri hazretleri ;
- Ey akılsız kimse! Biz oyun oynamak için yaratılmadık, dedi. Behlül,
- Ya ne için yaratıldık, diye sordu. Hasan Askeri Hazretleri ; 
- Biz ilim ve ibadet için yaratıldık, dedi. Behlül,
- Bunu nereden öğrendin, diye sordu. Hasan Askeri Hazretleri
- Allah Teala Kur’an-ı Kerîm’de, “Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yarattık sanıyorsunuz. Bize dönmeyeceğinizi mi zannediyorsunuz” (Mü’minün 23/115)ayetinden öğrendim, dedi.
Behlül, bu küçük çocuğun sözlerine ve hareketlerine hayret etti. Ondan, kendisine nasihat etmesini istedi. Hasan Askeri Hazretleri , bazı beyitler okuyarak nasihatte bulundu. Fakat o sırada aniden fenalaştı ve düşüp bayıldı. Bir müddet sonra ayılıp. Kendine geldi. Behlül ona,
- Sana ne oldu. Sen küçük ve günahsızsın, dedi. Hasan Askeri hazretleri ,
- Ey Behlül Annemi ateş yakarken gördüm. Büyük odunları tutuşturmak için küçük odunları yakıyordu. Ben de cehennemin küçük odunlanndan olmaktan korkuyorum, diye cevap verdi.
Hasan Askeri hazretlerinin, bazı hasetçi kimselerin kışkırtmaları sebebiyle, zamanın devlet adamlarıyla arası açıldı. Bu sebeple hapse atıldı. Hapishanede bulunduğu sırada birçok kerameti görüldü.
İsa b. Feth anlatır:
Biz hapishanedeyken Hasan Askeri hazretleri yanımıza girdi. Bana,
- Ey Isa! Senin ömrün altmış beş yaşını bir ay iki gün geçti, dedi. Hakikaten doğum tarihimin yazılı olduğu kağıda baktığım zaman onun dediği gibi olduğunu gördüm. Bana,
- Senin çocuğun oldu mu, diye sordu. Ben de,
- Hayır, olmadı, dedim. Ellerini açtı ve,
- Allahım! Buna, kendisine kuvvet verecek hayırlı bir evlat ihsan eyle. Çocuk ne güzeldir, diye dua etti. Ben,
- Ey efendiml Senin evladın var mı, diye sordum. Şöyle dedi:
- Allah Teala’ya yemin ederim ki benim bir oğlum olacak ve yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Fakat şu anda yoktur. Daha sonra onun Muhammed Mehdi isminde alim ve faziletli bir oğlu oldu.
Talebelerinden biri şöyle nakletti:
Zindana düşmüştüm. Zindan çok dar ve ayağımdaki zincirler de çok ağırdı. Askeri hazretlerine mektup yazarak sıkıntımı anlattım. Mektuba geçim sıkıntımın da olduğunu yazacaktım. fakat utandığı için yazamadım. İmam hazretleri, mektuba verdikleri cevapta,
- Bu mektubu aldığın gün, öğle namazını evde kılacaksın, diye yazmıştı. Hakikaten o gün öğle üzeri beni zindandan çıkarıp serbest bıraktılar. Sevinç içinde evime geldim, namazımı kıldım. Kapım çalındı, kapıyı açtığımda Hasan Askerî hazretlerinin hizmetçisi ile karşılaştım. Bana 100 altın ile bir mektup bıraktı. Mektubu açtığımda şunların yazılı olduğunu gördüm.
- Ne zaman bir ihtiyacın olursa iste! İstediğin şeye, Allah Teala’nın izniyle kavuşursun.
İmamı sevenlerden biri, basından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:
Hasan Askeri hazretlerine bir mektup yazarak bazı şeyler sordum. Bahar hummasından da soracaktım. Fakat unutmuştum. Daha sonra suallerimin cevabı geldi. Suallerin cevabından sonra şöyle yazmıştı:
- Bu sorularla beraber bahar hummasını da soracaktın, fakat unuttun. Onun cevabını da verelim. (Enbiya 21/69) ayet-i kerimesi yazılıp, hummalı hastanın boynuna asılırsa şifa bulur, buyurdu. Dedikleri gibi yaptım, hasta şifa buldu.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 16 , sy 289 , Hazırlayan ; Hamdi Algar
Ehli Beyt İmamları , Siraceddin Önlüer , Semerkand Yayınları , sy 72-75
[/toggle]

İmam Ali Naki el Hadi – Samerra

Irak – Samerra – Oğlu İmam Hasan askeri hazretlerinin yanında

Medine’nin 3 mil uzağında bulunan ve Mûsa b. Ca’fer tarafından kurulan Sureyya köyünde 214 (829) yılında doğdu. Babası Muhammed Cevâd et-Takî, annesi Semâne veya Sûsen adında Mağribli bir cariyedir. Annesinin Halife Me’mûn’un kızı Ümmü’1-Fazl olduğu da rivayet edilir. Künyesi Ebü’l-Hasan, en meşhur lakapları Hâdî ve Nakî’dir. Bunlardan başka Nâsih, Fettâh, Emîn, Murtazâ lakaplarıyla da anılır. Bağdat yakınlarındaki Sâmerrâ şehrinin Asker mahallesinde oturduğu için Askerî nisbesini almıştır.

Sâmerrâ’da altı yıl birlikte yaşadığı babası ölünce yaşının küçüklüğüne rağmen İsnâaşeriyye Şîası tarafından imam kabul edildi. Küçük bir grup ise kardeşi Mûsâ’yı imam olarak tanıdı. Avfî, Deylemî, Muhammed b. İsmâil es-Saymerî gibi şairler kendisini öven şiirler yazdılar. Hasan el-Askerî, Hüseyin, Muhammed, Ca’fer, Âişe (veya Al iyye) adlarında dört oğlu ve bir kızı olan Ali el-Hâdî’nin soyu sekizinci kuşakta Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’ye ulaşır. Kendisinden sonra ise Hasan Askeri ile devam eder.

Aynı zamanda bir fıkıh âlimi olan Ali el-Hâdî, Halife Vâsik ve Mu’tasım devirlerinde Medine’de ömrünü zühd ve takvâ içinde ilimle uğraşarak, Kur’an, hadis, akaid ve fıkıh dersleri okutarak geçirmiştir. Ancak Mütevekkil döneminde birkaç defa halifeye şikâyet edildi. Medine Valisi Abdullah b. Muhammed de evinde silâh, devrin yöneticileri tarafından mahzurlu görülen bir kitap ve taraftarlarına ait eşya bulundurmakla suçlayarak onu halifeye ihbar etti. Ali Naki El hadi hazretleri , halifeye kendisini savunan bir mektup yazdı. Bunun üzerine Mütevekkil Ali Naki El hadi hazretleri’ye inanarak valiyi değiştirdi. Fakat sonraları Şiîler’in halifeye hücum hazırlığı içinde bulundukları haberi gelince, Mütevekkil, Ali’yi Bağdat’a getirmek üzere Yahyâ b. Herseme’yi Medine’ye gönderdi. Halifenin emriyle gelen Türk asıllı görevliler, onu tek başına kıbleye yönelmiş olarak Kur’an’daki va’d ve vaîd âyetlerini okurken buldular ve alıp Sâmerrâ’ya götürdüler (848).

Hayatının geri kalan kısmını burada gözetim altında geçiren Ali el-Hâdî, bununla birlikte şehir içinde serbest dolaşıp üst seviyedeki kimselerle görüşebiliyor, halifeden yardım görüyor ve taraftarlarıyla temas kurabiliyordu. Sâmerrâ’da vefat eden Ali Naki El Hadi hazretleri ikamet ettiği eve defnedildi. Şiîler onun, Halife Mu’tez veya Mu’temid tarafından zehirlendiğini iddia ederler ve genç yaşta ölmesini buna delil gösterirler.

Âlim, müttaki, cömert ve zâhid bir kişi olan Ali el-Hâdiye Şiî rivayetlerde, çok sayıda yabancı dil bilmesi, beklenmedik fırtınaları ve bazı insanların vefatını önceden haber vermesi, avucuna aldığı taş parçalarının altına dönüşmesi gibi kerametler atfedilir.

Ali Naki El Hadi hazretleri’ne üç risâle nisbet edilir:
1. Risâle fi’r-red “alâ ehli’l-cebı ve’t-tefviz. Cebriyye ile Kaderiyye’nin tenkit edildiği bu risâle İbn Şu’be’nin Tuhafü’l-cukîıl adlı eseri içinde yayımlanmıştır (Beyrut 1969).
2. Kıt’a min ahkâmi’d-dîn. Fıkha dair olan bu risaleyi Şehrâşûb, Mükâtebetü’r-ricâl canil-‘Askeriyyîn adlı eserinde nakletmiştir.
3. Mübâhasâtü Yahyâ b. Ekşem. Bu risâle de İbn Şu’be’nin Tuhafü’l-‘ ukül’ünde mevcuttur.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 2 , sy 394-395 , Hazırlayan ; Ahmet Saim Kılavuz
[/toggle]