Ana Sayfa>(Sayfa 120)

Abdulbaki Baykara

İstanbul – Merkez Efendi ‘de Yenikapı Mevlevihanesinin hemen yanında yer alan Hamuşan Kabristanında

Yenikapı Mevlevihanesi ‘nin son şeyhi olan Meh­med Abdülbaki Efendi, Şeyh Mehmed Celaleddin Dede ile Meclis-i Zabtiye üyesi ve Mevlevilik tarikatına bağlı olan Mustafa Naili Efendi’nin kızı Nazife Zeliha Hanım’ın çocu­ğudur.

Dedesi, Yenikapı Mevlevihanesi‘nin tanınmış şeyhi Os­man Selahaddin Dede‘dir. Abdülbaki Dede küçük yaşta Mevlevi sikkesi giymiş ve on iki yaşında sema çıkarmıştır. Dedesi başta olmak üzere devrinin tanınmış isimlerinden Kur’an, Farsça, Arapça ve Mes­ nevi konusunda dersler almıştır.

Bunlar arasında Sütlüce Sadi Dergahı Şeyhi Hasirizade Mehmed Elif Efendi ve Mesne­vihan Mehmed Esad Efendi, Mesnevi konusunda Abdülbaki Dede’nin eğitiminde önemli bir yere sahiptir. Abdülbaki Efendi, babası Celaleddin Efendi’nin is­teğiyle ve Konya’daki Abdülvahid Çelebi’nin izniyle 1903 yı­lından itibaren Yenikapı Mevlevihanesi postnişinliğine vekalet etmeye, şeyh sikkesi giyip İsm-i Celal okutmaya ve sema ayini icrasına başlamıştır.

Babasının 1908 yılında Hakk’a yürümesi üzerine II. Abdülhamid’le iyi geçinmek isteyen Abdülhalim Çelebi, Abdülbaki Efendi’yi padişahın sevmediği Yenikapı Mevlevihanesi şeyhliğine atama konusunda tereddüt etti. Bu gerginliğin kaynağı, Abdülbaki Dede’nin dedesi Osman Sela­haddin Dede’nin şeyhliğinden beri Yenikapı Mevlevihanesi’nde özgürlükçü siyasi fikirlerin zemin bulmasıdır.

Ancak aynı yıl 31 Mart Olayı gerçekleşti ve II. Abdülhamid’in yerine Sultan V. Mehmed Reşad getirildi. Sul­tan Reşad’ın Abdülbaki Dede ile ilişkileri çok iyiydi. Bu ge­lişmeler sonucunda Abdülhalim Çelebi, yirmi beş yaşındaki Abdülbaki Dede’yi Yenikapı Mevlevihanesi’ne şeyh tayin etti.

il. Abdülhamid zamanında kundaklanan Yenikapı Mevlevihanesi, bu dönemde biraz nefes almıştır. Tadilattan ge­çen tekke Balkan Harbi ve I. Dünya Savaşı sırasında yaralılar için hastane olarak kullanılmıştır. Tekkenin dervişleri I. Dün­ya Savaşı sırasında kurulan Mevlevi Alayı’na katılmış, şeyh de binbaşı rütbesi ve komutan vekili olarak Şam’a gitmiştir.

Abdülbaki Dede erken bir yaşta Şevkiye Hanım ile evlenmiştir. Bu evlilikten Ahmed Gavsi ve Mehmed Celaled­din adındaki oğulları ve Fatma Kerra adında bir kızı olmuştur. Bu evlilik 1912 yılında son bulmuştur. Abdülbaki Dede, aynı yıl Doktor Mustafa Münif Paşa’nın üvey kızı Emine Güzide Hanım’la evlenmiştir. Bu evlilikten Osman Selahaddin Rüsuhi ve Nazife Gevher adındaki çocukları dünyaya gelmiştir.

1925 yılında tekkelerin kapanması üzerine Abdülba­ki Dede için dramatik bir hayat başlamıştır. Kütüphaneleri Tas­nif Komisyonu üyeliğinde bulunan şeyh, kısa süreliğine de İs­ tanbul Türk Ocağı’nın müdürlüğünü yapmıştır. Darülfünun ‘da Farsça hocalığına getirilmiş, ama 1933 üniversite reformu sı­rasında yerine Alman bir hocanın atanması sonucu yine işsiz kalmış, evini geçindiremez olmuştur.

1935 yılında kalp krizi geçiren ve Hakk’a yürüyen Abdülbaki Dede’ nin cebinden bir iş başvurusu çıkmıştır. Ab­dülbaki Dede, Yenikapı Mevlevihanesi’nde sırlanmıştır.

Aşcı Ahmed Dede

İSTANBUL – TOPKAPI ; MERKEZ EFENDİ KABRİSTANINDA YOL ÜZERİNDE

1828 yılında, Kandilli semtinde Mehmed Ali Efendi’nin oğlu olarak dünyaya gelen Halil İbrahim Efendi’nin babası eski bir Yeniçeri’dir. Yeniçeriliğin kaldırılması sırasında bir süre Kandilli’de saklanan Mehmed Ali Efendi, daha sonra yeni kurulan orduya katılmıştır.

Babasının askerlik görevi nedeniyle Halil İbrahim Efendi’nin çocukluk yılları akrabalarının yanında geçmiştir. Önce Kandilli Mahalle Mektebi’ne, ardından taş mektebe, daha sonra da Süleymaniye Rüşdiyesi’ne gitmiştir. Halil İb­rahim Efendi, bürokrat yetiştiren Süleymaniye Rüşdiyesi’ni bitirdikten sonra çeşitli iş imkanlarına rağmen orduda memu­riyete başlama kararı almıştır.

Halil İbrahim Efendi, ilk olarak Laleli’de bir Halveti Şeyhi olan Hasan Efendi’nin hizmetine girmiştir. Aynı dönem­ de Kuşadalı İbrahim Efendi’nin halifelerinden Kızıl Dede’ye karşı olan hayranlığını da gizlememiştir. Halil İbrahim Efen­di, Kızıl Dede’nin sohbetlerinde, şeyhi Hasan Efendi’nin de dostu olan Kasımpaşa Mevlevihanesi postnişini Hakkı Kadri Dede’yle tanışır.

Bir süre şeyhi Hasan Efendi ile Kasımpaşa Mevlevihanesi’ni ziyaret eden Halil İbrahim Efendi, zaman­la Mevleviliğe intisap etme kararı almış ve Hakkı Kadri Dede’ye biat etmiştir.

Burada semazen olan Halil İbrahim Efendi, Mes­nevi dersleri almış ve Kasımpaşa Mevlevihanesi’nde şeyhinin hizmetine girmiştir. Ancak Halil İbrahim Efendi’nin tekke­ ye devam etmesi, 1856 yılında önce Erzurum’a, ardından da Erzincan’a tayin edilmesiyle son bulmuştur. Halil Ibrahim Efendi, Erzincan’da Nakşiliğin Halidi koluna bağlı, “Terzi Baba” olarak bilinen Mehmed Vehbi Hayyat’ın halifeleriyle görüşmüş ve bunlardan Fehmi Efendi ile Nakşi usulüne göre seyr-i süluke başlamıştır.

Halil İbrahim Efendi, memuriyeti sırasında birkaç kez Erzincan ve İstanbul arasında gidip gelmiş, daha sonra bir doğunun Şam’daki çiftliğiyle ilgilenmek için istifa etmiştir. Ama burada tutunamamış ve İstanbul’a geri gelmiştir. Halil İbrahim Efendi mesleği ve ailesi nedeniyle Mevlevi çilesini çıkarıp “dede” olma fırsatı bulamamıştır, an­cak Nakşibendiliğin Halidi kolunda şeyhlik mertebesine kadar yükseldiği anlaşılmaktadır. Araştırmacılar, bu konuda kendisi­nin tıpkı şeyhi Fehmi Efendi gibi mütevazı davrandığını yazar.

İlerleyen yıllarda memuriyete geri dönen Halil İb­rahim Efendi, İkinci Ordu bünyesinde Edirne’de görev yaptığı sırada buradaki Mevlevihane’ye devam etmiştir. Halil İbra­him Efendi, gördüğü bir rüya üzerine Mevleviler tarafından dedelik makamına kabul edilmiş ve kendisine destarlı Mev­levi sikkesi tekbirlenmiştir. Halil İbrahim Efendi, Edirne Mevlevihanesi’nde ayin yönetecek kadar yükselmiştir.

Halil İbrahim Efendi’nin İstanbul’un tasavvufi kültürü konusundaki önemi, Risale-i Tercüme-i Ahval-i Aşcı Dede-i Nakşi Mevlevi başlıklı hatıratıdır. Hem Nakşibendilik­ ten hem de Mevlevilikten nasipli olan Halil İbrahim Efendi, Farsçadan dilimize bazı çevirilerde yapmıştır fakat en çok Aşçı Dede’nin Hatıraları adıyla yayımlanan eseri ile ünlüdür.

Eski İstanbul yaşantı­sı ve tarikat adabı alanında eşsiz bir kaynak olan Aşçı Dede’nin Hatıraları önce Reşad Ekrem Koçu tarafından yayımlanmış, ardından yine Koçu’nun İstanbul
Ansiklopedisinde madde konusu olmuştur.

Kaynak ; İstanbul’un 100 Sufisi , Ebru Erte , İBB Yayınları .

İdris Muhtefi (k.s.)

İstanbul – Kasımpaşa’da Kulaksız Kabristanında. Tersane tarafındanki kapıdan girdikten sonra Kuzeye doğru 300 metre solda. (google.map haritasındaki işaret tam olarak kabrinin olduğu yeri işaret eder)

Bugün Yunanistan’ın sınırları içinde bulunan Tırhala’da doğan İdris Muhtefi (k.s.) ; Hasan Kabaduz’dan sonra melami kutbu olarak tanınmıştır. Asıl adı Ali Rumi olan İdris Muhtefi ; küçük yaşta Veziriazam Rüstem Paşa’nın terzisi olan amcasının himayesinde iken, 1546 da Elfas seferine çıkan orduya iştirak etmiştir.Ordu Ankara’dan geçerken amcası ile Kutluhan’a uğrar ve bu köyde melemi şeyhi Hüsameddin Ankaravi ile görüşür. Bu görüşme de Ali rumi de kuvvetli bir sadakat ve istidat gören Hüsameddin Ankaravi , terzi Ali’yi yanına alır ve onun manevi terbiyesi ile bizzat ilgilenir. Mesleği Terzi olduğu için ; Hüsameddin Ankaravi Ali Rumi’ye ”İdris” mahlasını verir. Şan ve şöhretten uzak durması için ”Muhtefi” lakabını almıştır. ( Bir görüşe göre ; İdris Ali rumi Kutubluk makamına geçtikten sonra ; kendisini ve müridlerini devletin takibatından korumak faaliyetlerini son derece gizli yürüttüğünde dolayı ”Muhtefi” lakabını almıştır.)

İstanbul’a dönüp irşad faaliyetlerine başlayan İdris Muhtefi , bu görevini tanınmadan 46 yıl sürdürmüştür. Bir kaç defa hacca gidip gelmiş , aynı zamanda ticaretle uğraşmış ve bu amaç Filistin , Sofya, edirne ve Belgrada gidip gelerek hem ticari olarak zenginleşmiş hemde Melamiliğin bu bölgelerde yayılmasında etkili olmuştur. Daha sonra ticareti yakınlarına bırakarak Sultan Selim civarında (Mehmet Ağa camii yakınında) geniş arazisi olan bir ev alıp kendisini tamamiyle irşad ve rizayata vermiştir.

İdris Muhtefi hazretleri; Şeyhi Hüsameddin Ankaravi , İsmail Maşuki ve Hamza bali (k.s.) ile silsiledki bazı kutupların trajik ölümlerinde dolayı (idam) kendini gizlemiş ve meçhul olmak istemiştir. Tam bir melameti tavır ile hareket eden İdris Muhtefi , melamiliğe daha önce hiçbir melemi kutbunun öne çıkarmadığı bir yorum geitrmiştir. Kimi çevrelerde önde gelen eşraf, tanınıp bililnen , hürmet edilen servet sahibi bir tüccar ” Tüccar Ali Bey’ iken, madalyonun diğer yüzünde etkili vaazlar veren, semt semt cami cami dolaşan ve kısa zamanda hüsnü kabul gören sırlı bir Melami kutbudur. Söylenceye göre ; İstanbul’da Ali , Mekke’de Hasan , Medine’de Muhammed, Kahire’de İbrahim diye tanınan bir gizli hazine idi.

İdris Muhtefi’nin konağının altı çarşı olup dükkanları bağlıları tarafından çalıştırmaktaydı. Ayrıca Kırkçeşme’deki Peştemalcılar Hanı esnafı da ona tabi idi.  Onun faaliyetleriyle birlikte esnaf ve fütüvvet mensupları melami zümreleri ile tekrar bütünleşmiş ve Gölpınarlı’ya  onun zamanında Melamilik en parlak zamanını yaşamıştır.

İrşad hizmetini en parlak şekilde yapan İdris Muhtefi hazretleri bir süre sonra İstanbul’daki konuşmalarından ve vaazlarından ötürü diğer ulema ve meşayihin kıskançlığından kurtulamamış ; O dönemin en etkili isimlerinden Şeyh Sivasi Efendi bile , ”İdris denen bu adamın” küfre girdiğini tez zamanda yakalanıp icabına bakılmasını söylemiştir. Bu sebeple kısa zamanda İdris Muhtefi hazretleri hakkında ferman çıkar ve yakalanıp şer an idamı istenir.

Hatta bu olayla ilgili şöyle bir menkıbe anlatılır;

”Onun hakkında soruşturma yapmakla vazîfelendirilen Tercüman Yunus Tekkesi  Şeyhi Ömer Efendi, iyi halleriyle ve akıllı bir kimse olarak tanıdığı Hacı Ali Beyi  dâvet etti. İdris-i Muhtefî hakkında bâzı şeyler sordu ve onun bozuk inanış ve hareketlerinden bahsederek; “Şehrimizde büyük bir fitne peydâ oldu. Hiçbir yolla mâni olunamadı. Netice nereye varacak bilemiyoruz. Ali Bey bu hususta sizin görüşünüz ve düşünceniz nedir acabâ? Bu fitne nasıl bertaraf edilebilir. İdris derler bozuk îtikâtlı ve sapık bir kimse ortaya çıkmış. Sözleri ve hareketleri sebebiyle katl edilmesi gereken bu kimse nice müslümanın dalâlet ve sapıklık çukuruna düşmesine sebeb olmuş, başına topladığı serseri kimselerden olan bir gürûhla birlikte fitnelerini yaymaktaymış. Bu zamâna kadar ne kendisi, ne de etrâfındakilerden kimse ele geçirilemedi. Bu hususta sizin bildiğiniz bir şey var mı, yardımınız olur mu?” dedi.

Ömer Efendinin sözü bitince söz alan Hacı Ali Bey; “Siz hiç o adamı gördünüz mü? Dediğiniz halleri o kimse sizin huzûrunuzda îtirâf etti mi? Yâhut o kimsenin halleriyle ilgili olarak size kesin bir bilgi ulaştı mı?” diye sordu. Ömer Efendi ve yanındakiler bu sorulara “Hayır” diye cevap verdiler. Hacı Ali Bey tekrar söz alıp; “O halde hakkında kesin bilgi sâhibi olmadığınız bir müslüman hakkında bu derece iftirâ ve taşkınlık edilmesinin sebebi nedir?İşte sizin bahsettiğiniz ve hakkında pekçok şeyler söylediğiniz kimse benim. İsmim Ali, lakabım İdris’tir. Beni nasıl bilirsiniz? Bu söylediğiniz haller bende var mıdır?” deyince, Ömer Efendi söylediklerine tövbe edip pişman oldu. Hacı Ali Beyden özür diledi ve helallığını istedi. Söze devâm ederek; “Ben sizi salâh, iyi hal ve takvâda yâni haramlardan sakınmak husûsunda üstün bir zât ve pîrim, azîzim makâmında bilirim. Sizden bu anlatılanlar doğrultusunda ne bir söz işittim, ne de bir hareket gördüm.” dedi. Hacı Ali Bey; “O halde meseleyi böylece bilin. Hakkında kesin bilgi sâhibi olmadığınız kimseler hakkında uygunsuz konuşulmasına müsâde etmeyin.” dedi. Ömer Efendi ve yanındakiler pâdişâha, anlatılanların aslının olmadığını bildirdiler. Böylece bir fitne ve iftirâ ateşi söndürülmüş oldu.

Buradan da belli olduğu gibi ; gerek Abdulmecit Sivasi’nin gerkese  Ömer Efendi’nin İdris Muhtefi hakkındaki suçlamaları esasen bir bilgiye değil dedikoduya dayanmaktadır. Hatta İdris Muhtefi, kendisiyle ilgili suçlamalar sebebiyle Sivasi Efendi’yi şikayet etmiş ve bunun üzerine mensuplarından Sadrazam Halil Paşa tarafından Sivasi Efendi Bursa’ya sürgüne gönderilmiştir.

46 yıl süren irşad vazifesi sonrasında 1615 yılında 83 yaşında büyük ve müeddep bir melamet kutbu olarak hakkın rahmetine kavuştur.

İrşad faaliyetleri sırasında evine her gün 50-60 mürid ve ziyaretçinin geldiği, yaklaşık 24.000 müridinin bulunduğu ve cenazesinde 40.000 kişinin hazır bulunduğu kaynaklarda zikredilir. Bu rakamlar dikkate alındığın, Hazreti Muhtefi’nin ne büyük bir gizlilik ve müessiriyet içerisinde irşad faaliyetlerini yürüttüğün anlamak mümkün olur. Hatta  Hüseyin Vassaf’ın kaydına göre , baba-oğul-kardeş kendisinin bağlısı olduğu halde Hazretin cenazesine katılıp birbirlerini teşhis edinceye kadar birbirlerinin bağlılığında haberdar olmamışlardır.

Kabir taşında şunlar yazılıdır; 

Rıhlet Etti ol aziz-i muhterem
Ravza-i cennat-ı Adn ona harem

Rahmet olsun dediler cümle ümem
Namıdır Hacı Ali Ali Himem

Hem Rebiülevvel ayın ahiri
Bin yirmi dört idi sal-i rakam

<p>

Kaynaklar
durrezzak Tek , Melamet Risaleleri , Emin Yayınları , 2007
Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012
Ali Bolat , Melametilik , İnsan yayınları , 2011
Abdülbaki Gölpınarlı , Melamilik Ve Melamiler , Milenium Yayınları , 2011
Türkiye Gazetesi , İstanbul Evliyaları cilt 1
</p>

Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde. Kanuni sultan Süleyman Han’ın Türbe-i şerifinin hemen önünde

“Beynelmilel şöhrete sahip, nâdirü’l-emsâl, meşhur bir İslâm alimi, gerçek bir âbid ve zâhid, cihâd-ı ekberi ve cihâd-ı küffârı bihakkın eda etmiş örnek bir mücahid, turuk-ı aliyyemiz silsilelerinde kendi adına özel bir şube teşkil edecek kadar ileri mertebede bir şeyhler şeyhi, aşkın en yüksek tasavvufî makam olduğuna dair bir eser yazmış olmasına rağmen, şöhret ve şatafata kapılmamış, ilm-i zâhiri ve ilm-i bâtını, tasavvufu, tarikati ve şeriati beraber götürmüş, ehl-i sahh ve ehl-i temkinden, çok ciddi ve çok vakur bir ârif-i kâmil; yüzden fazla kâmil mürebbî ve halife yetiştirmiş bir mürşid-i kâmil ve mükemmil, nice nice hadis, kelam, fıkıh ve tasavvuf eseri yazmış çok velud bir müellif; muhaddis, mütekellim, fakih, kutbu’l-aktâb, gavsü’l-vâsılîn” Ahmed b. Mustafa b. Abdurrahman el-Gümüşhânevî 1228/1813 senesinde Gümüşhane’nin Emirler Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir.

Ondokuzuncu yüzyıl gibi Osmanlı Devleti’nin çalkantılı, buhranlı bir devrinde yaşamış olan Gümüşhânevî hazretleri; tarikat anlayışı, tekkesi, irşat hususiyeti, bir milyondan fazla müridi, padişahlar nezdindeki nüfuzu, tasavvuf, fıkıh ve hadise dair eserleri ve dünyanın çeşitli bölgelerine gönderdiği 116 halifesiyle günümüzde de halen canlılığını muhafaza eden bir tesir ve şöhrete sahiptir.

YETİŞMESİ

Gümüşhânevî hazretlerinin çocukluğundan beri ilim tahsiline ayrı bir merak ve kaabiliyeti vardır. Beş yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i hatmeder, sekiz yaşına geldiğinde iseKasâid, Delâil-i Hayrât ve Hizb-i A’zâm adlı eserleri hatmedip icazet alır.

On yaşlarına geldiğinde ailesiyle birlikte Trabzon’a göç eder. Ağabeyinin askere gitmesiyle yalnız kalan babasına işyerinde yardım etmektedir ama bir taraftan da o yörenin alimlerinden sarf, nahiv ve fıkıh dersleri almaya başlar. Hem ilim tahsili hem ticari işler altında ezilmesinden endişe eden babası, ağabeyi askerden gelince onu İstanbul’a Dârü’l-Ulûm’a göndermeye söz verir. O da bunun sevinciyle bir taraftan derslerine devam eder; hıfzını tamamlar, bir taraftan da eli ile ördüğü para keselerini satarak ileride ihtiyacı olacak parayı biriktirmeye başlar.

Düşündüğü, hayal ettiği ve en çok arzuladığı şey ise mâsivâdan soyutladığı bedenini yalnızca ilim tahsiline hasretmektir.

İLİM TAHSİLİ

18 yaşlarına geldiğinde ticari alış-veriş için amcasıyla İstanbul’a gelir. Babasının verilmiş bir sözü vardır, ağabeyi de askerden dönmüştür. Bunları göz önünde bulunduran genç Ahmed, gerekli malzemeleri satın alıp amcasına teslim ettikten sonra Trabzon’a onunla dönmeyeceğini, ilim tahsili için artık İstanbul’da kalmaya karar verdiğini uygun bir dille anlatır. İhtiyaçları için biriktirdiği bir miktar parayı da, kendisine hiç pay ayırmadan babasına gönderir.

“Yardımcı ve dost olarak Allah bana yeter.” diyerek İstanbul’da hiç bir tanıdığı, yanında da tek kuruş parası olmadığı halde Rabbi’ne tam bir teslimiyet ve tevekkül duygusu içinde Bayezid Medresesi’nde yapayalnız kalır. Burada bir velînin mânevî murakabesinde Hikmet, Ahbâr, Tasavvuf ve Fen gibi aklî-naklî ilimleri tahsil eder. Bu zâtın vefatının ardından Mahmudpaşa Medresesi’nde bir hücreye yerleşerek kendisini ilme verir.

Çocukluğundan beri hep Şeyh Salim, Şeyh Ömer el-Bağdâdî, Şeyh Ali el-Vefâî ve Şeyh Ali gibi şeyhlerin dizi dibinde olan Gümüşhânevî (ks.), mânevî bir olgunluk içerisindedir. Bir gece Süleymaniye Camii ile ilgili dehşetli ama bazı mânevî müjdelere de işaret eden bir rüya görür. Bu rüya Süleymaniye menşeli Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin (ks.) yine Süleymaniye menşeli Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî’yi O’nun irşadı ile görevlendirmesi ve nihayet kendi türbesinin de Süleymaniye Cami-i Şerîfi avlusunda bulunmasıyla geniş tabirini bulmaktadır. Mahmudpaşa Medresesi’nde Sultan Abdülaziz, Abdülmecid ve II. Abdülhamid’in hocası Abdullah el-Mekkî el-Erzincânî’nin halifesi ve daha sonra kendisine intisap eden Şehri Hafız Muhammed Emir el-İstanbulî ile Erzincanlı Nakşî Şeyhi Kürd Hoca namıyla bilinen Abdurrahman el-Harpûtî’den ders okumuştur. Bu hocaların rahle-i tedrisinde gerekli ilimleri tahsil ederek İstanbul’daki 13 yıllık tahsil hayatı sonunda 1844’de icazet almıştır.

Şer’î ve zâhirî ilimleri, padişah ve saray hocalarının ders halkasında tamamlayan, icazet almadan önce ardadaşlarına ders verebilecek kadar başarılı olan Gümüşhânevî hazretleri, icazet aldıktan sonra Bayezid ve Mahmudpaşa medreselerinde müderrisliğe başlar. Bir yandan geceli gündüzlü 30 yıl sürecek olan ilmî eserler tertip ve telîfine çalışırken bir yandan da gittikçe ders halkasını genişletir.

TASAVVUFA İNTİSABI

Gümüşhânevî hazretleri, şer’î ilimlerde zirvede iken, bâtınını teslim edip gönül bağlayabileceği, kâmil bir mürşit arayışı içine girmiştir. Bu sıralarda, 1845’de İstanbul’a gelip yerleşen ve Üsküdar Alacaminare Tekkesi’nde tarikat neşrine çalışan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin İstanbul halifelerinden Abdülfettah el-Ukarî (v. 1281/1864) ile bir sohbet meclisinde tanışır. Kendisine intisap etmek isteyen Gümüşhânevî’nin bu arzusunu ileride gelecek olan bir zâtın buna izinli olduğunu söyleyerek kabul etmez.

Nihayet bir gün Abdülfettah Efendi’nin bulunduğu tekkede kendisi için önceden tayin edilmiş ve yalnızca kendisinin mânevî irşadıyla görevli olarak İstanbul’a gönderilmiş bulunan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin bir başka halifesi Trablusşam Müftüsü diye anılan Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî ile karşılaşır ve ona intisap eder. Onun mânevî murakabesi altında seyr u sülûkünü tamamlar.

İki yıl aralıkla iki defa halvete giren Gümüşhânevî, ikinci halveti müteakip 1848’de şeyhi Ervâdî’den Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye, Şâzeliyye, Desûkiyye, Halvetiyye, Müceddidiyye, Mazhariyye, Rifâiyye, Hâlidiyye tarikatlerinden hilâfet-i tâmme ile icazet alır. Bu ledün ilmi alış verişi 16 yıl sürer. Kendileri artık mânevî ilimlerin de bir zirvesi olmuştur.

Pek çok meşayihin mânevî bir işaretle varlığını öğrendikleri mürşitlerini arayıp bulmak için diyar diyar gezdikleri ve uzun yolculuklar yaptıkları bilinir. Gümüşhânevî hazretlerinde ise tamamen farklı bir durum sözkonusudur. Şems-i Tebrîzî’nin Mevlânâ’yı arayıp bulmasında olduğu gibi Ervâdî’nin de Şam’dan İstanbul’a kadar gelerek Gümüşhânevî’yi irşat etmesi onun ileride Hâlidiyye Tarîkati içindeki yerinin önemine ve değerine işaret etmektedir.

Ervâdî hazretleri, 1858 senesinde Şam’da bu dünyadan ayrılır. Şeyhinin tavsiyesi üzerine Gümüşhânevî, onun vefatı ardından Abdülfettah Efendi’yi sohbet şeyhi ittihaz eder. Bu bağlılığını kendisi Cağaloğlu’nda, Ukarî hazretleri de Üsküdar’da olduğu halde haftada bir defa karşılıklı ziyeretlerle devam ettirir. Gümüşhânevî, Hâlidî âdâbına riayet ederek, bu zâtın vefatına kadar müstakil hareket etmekten sakınmış ve böylece Mevlânâ Hâlid’in İstanbul halifelerinde bulunmasını istediği en kıdemli halifeye uygun hareket etme esasına riayet etmiştir.

1864’de Abdülfettah Efendi’nin âhirete göçmesine kadar tarikat neşrinden daha çok ilmî çalışmalarda bulunmuş, kitap çalışmalarının tamamını bu tarihe kadar tamamlamıştır.

1864’de başladığı haftalık sohbetlerde Râmûzü’l-ehâdîs’in şerhedilmesi ve yorumlandırılması ile Levâmiu’l-ukûl adlı eserini meydana getirmiştir. 16 yıl müridlerine Nakşibendiyye ve Hâlidiyye usûlü zikir tâlim etmiş ve Hatm-i Hâce zikri icra eylemiştir.

Bu dönemden sonra artık irşat faaliyetlerine de hız vermiş, pek çok talebe yetiştirmiştir.

Onun bu ilmî seviyeye gelmesinde etkili olan hocalarından Şehri Hafız Muhammed Emin el-İstanbulî ilk önce Abdullah-ı Mekkî hazretlerinden hilafet aldığı halde daha sonradan Ervâdî hazretlerinden Hâlidî Tarikati üzere irşat icazeti alan talebesi Gümüşhânevî’ye intisap etmiştir. Hocalarından bir diğeri de belirtildiği gibi Kürt Hoca diye meşhur olan Abdurrahman el-Harpûtî’dir.

SEYAHATLERİ VE EVLİLİĞİ
Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleri, ömründe iki defa hacca gitti. Birinci yolculuğunda İskenderiye ve Mısır’a uğradı. Buradaki enbiyâ ve evliyâ kabirlerini ziyaret etti. Bir buçuk ay süren bu ziyaretinde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin sohbetiyle şereflenenlerden Küçük Âşık Efendi ile sohbette bulundu. İlk haccından sonra 63 yaşında iken Şeyhülharem-i Nebevî Mehmed Emin Paşa’nın kızı Havva Seher Hanım’la evlendi. Hanımı kendisinden 18 sene sonra bu dünyadan ayrıldı.

İkinci hac yolculuğuna ailesiyle beraber çıkmış, Mekke ve Medine’de pek çok kişi ile görüşmüştür. Bunlardan bazılarına hadis okutmuş, bazılarına da tarikat telkininde bulunmuştur. Hac dönüşünde Mısır’a uğramış ve burada üç yıldan fazla kalmıştır. Bu süre zarfında Tanta, Kahire, Nâsıriyye, Câmiu’l-Ezher ve Seyyidinâ Hüseyin câmilerindeRâmûz okutmuş, beş kişiye de tarikat hilâfeti vermiştir.

VEFATI
Gümüşhânevî hazretleri, 7 Zilkâde 1311/13 Mayıs 1893 senesinde sabahleyin saat on sularında ansızın gözünü açıp “Hepsini isterim yâ Kibriyâ’!” diyerek dâr-ı bekâya irtihal eylemiştir. Kabri, Süleymaniye Camii avlusunda Kânûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin kıble tarafındadır. Yanlarındaki kabirde zevceleri Havva Seher Hanım yatmaktadır.

Beşiktaşlı Yahya Efendi (k.s.)

İstanbul- Beşiktaş’da Yahya Efendi Dergahında

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden. İsmi Yahyâ, nisbeti Beşiktâşî’dir. Aslen Amasyalı olup Şamlı Ömer Efendinin oğludur. Yahyâ Efendi, İbn-i Ömer el-Arabî, Yahyâ bin Ömer Beşiktâşî ve Molla Şeyhzâde gibi isimlerle de tanınıp meşhûr olmuştur. 1494 (H.900) senesi Trabzon’da doğdu. 1569 (H.977) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabr-i şerîfi, Beşiktaş ile Ortaköy arasında yaptırdığı ve kendi adıyla anılan câminin yanında olup, ziyâret mahallidir.

Babası Şamlı Ömer Efendi uzun müddet Trabzon’da kâdılık yaptı. Yahyâ Efendi orada dünyâya geldi. Kânûnî Sultan Süleymân da Trabzon’da aynı sene aynı haftada doğdu. Kânûnî ile süt kardeşi oldular. Kânûnî dünyâya geldiğinde, annesi Âişe Hafsa Sultanın sütü kesilmişti. Bunun üzerine Kânûnî’yi Yahyâ Efendinin annesi emzirdi.

İlk tahsîlini, babasından ve oradaki başka âlimlerden yapan Yahyâ Efendi, küçüklüğünden îtibâren ilim ve ibâdete rağbet ederek yetişti. Çok riyâzet ve mücâhede yaptı. Nefsin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak için çok çalıştı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere, mânevî olgunluklara kavuştu. İlimdeki kemâlâtını arttırmak ve daha yükseklere kavuşmak maksadıyla, hilâfet merkezi olan İstanbul’a geldi. Zenbilli şöhretiyle meşhûr, Müftiy-ül-enâm Ali Cemâlî Efendinin hizmet ve sohbetlerine kavuştu. Vefâtına kadar sohbetlerine devâm etti.

Ali Cemâlî Efendinin vefâtından sonra müderris oldu. Yahyâ Efendi, çeşitli medreselerde vazîfe yaptıktan sonra, 1553 senesinde, Sahn-ı semân medreselerinden birinde müderrislik yaptı. İki sene sonra da emekli oldu. Emekliliğinden sonra inzivâyı, yalnız kalıp, hep ibâdet ve tâat ile meşgûl olmayı tercih etti. Beşiktaş’ta satın aldığı deniz kenarındaki bahçesinde, bir ev ve mescid yaptırdı. Sonraları evin etrâfında; medreseler, hamam ve orada kalanların barınacakları odalar ve yol üzerinde herkesin gelip geçtiği bir yerde de çok güzel bir çeşme yaptırdı. Pek mahâretli olup, inşâat işlerini bizzat kendisi yapardı. Yaptığı çeşmenin târihî olması bakımından, kitâbesi için yazdırdığı şu beyt meşhûrdur:

“Binâ târihi bu inşâlar olsun

Konup içenlere sıhhâlar (safâlar) olsun”

Askerî ve mülkî erkân, ahâlinin ileri gelenleri, çevredeki ve uzak yerlerdeki insanlar, tüccârlar ve bilhassa gemiciler, Yahyâ Efendiyi ziyâret ederler, hediye ve adak gönderirler, hâcetleri için duâ isterlerdi. Yahyâ Efendi, yanına gelen ziyâretçilere çeşit çeşit yemekler, şerbetler ve meyveler ikrâm eder, geleni boş çevirmezdi. İyilik, ikrâm ve ihsânları pekçoktu. Bâzan şehrin ileri gelen zâtları ile ilim sâhiplerini dâvet eder, çeşit çeşit ikrâmlarda bulunurdu. Bâzan da fakir ve yoksullara ziyâfet çeker, gönüllerini alırdı. Her sene Resûlullah efendimizin, dünyâya teşriflerinin sene-i devriyyesi olan mevlid kandilinde, daha çok iyilik ve ikrâmlarda bulunur, daha geniş ziyâfetler verirdi. İlim talebelerinden, fakirlerden ve zayıflardan ziyâretine gelenlere çok sadakalar verir, en aşağı hediyesi kayık ücreti olurdu. Bahçesinde bulunan meyvelerden Kânûnî Sultan Süleymân Hâna takdîm ve hediye eder, Sultân da ona, maddî yardımda bulunurdu.

Yahyâ Efendi, çeşitli ilimlerde söz sâhibi olup, naklî ilimlerden başka; tıb, hikmet, hendese ve fizik gibi aklî ilimlerde de mahâret ve ihtisas sâhibi idi. Duâsı Allahü teâlânın izniyle hastalara şifâ olurdu. Kendisi, hem zâhirî, hem de bâtınî kemâlâta sâhipti. Üveysî idi. Dil ve gönül ehli, şâir, tabîb, hakîm, cömert, kerîm (iyilik edici), şefkatli, yumuşak huylu, zekî, iyi huylu, takvâ ve güzel ahlâk sâhibi bir zâttı. Ziyâretine gelenler, onun kereminden, kerâmetinden, hikmetli sözlerinden, tıbba dâir bilgilerinden, ilim ve fazîletinden istifâde ederler, feyz almış olarak dönerlerdi. Sohbetinde bulunanların herbirine “Âşık” diye hitâb ederdi. Sohbetlerinde din büyüklerinden bahseder, onların menkıbelerini, güzel hâllerini anlatırdı.

Yahyâ Efendinin iyilik, ikrâm ve ihsânları pekçok olmakla birlikte, kendisi gâyet sâde bir hayat yaşar, her türlü lüzumsuz âdetten kaçınır, resmiyetten uzak dururdu. Tekellüf ve fazla masraftan uzak olup, elbisesi ve sarığı sâdeydi.

Çeşitli yerlerden adak ve hediye olarak gelen malların çoğunu, binâ yapmakta ve bahçelerinin bakımında harcardı. Her tarafta binâlar yapardı. Yaptığı inşâatın biri tamam olmadan diğerine başlardı. Mescid, medrese, tıb mektebi, hânekâh, hamam gibi binâlar inşâ ederdi. İnşâat işinde çok mâhir idi. Dağları kazdırır, toprakları indirip, deniz sâhillerini doldurur, oralara yeni binâlar yapardı. Böyle çok binâ yapmasının hikmeti suâl edildiğinde; “Bekara sûresi 36. ve A’râf sûresi 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “…Yeryüzünde sizin için bir vakte (ömrünüzün, ecelinizin sonuna) kadar, yerleşmek, geçinmek ve menfaatlenmek vardır.” buyruldu. Bizim ve bizden sonra gelip yolumuzda olanlar için, en güzel kalma yerleri, en münâsip ve lâzım olan yerler böyle binâlardır. Bunun için bu tip binâların inşâsına bu kadar gayret ediyoruz.” buyururdu.

Kânûnî Sultan Süleymân, sultan olunca, ona çok yakın alâka gösterdi. Çok yardım edip, İstanbul’daki meşhûr yerine yerleştirdi.

Kânûnî Sultan Süleymân Han bir gün Yahyâ Efendiye hatt-ı şerîf gönderip; “Birâderim Yahyâ Efendi! Şaşılacak şeydir ki, bizi terkettin. Hayli zamandır görüşemedik. Buna sebep nedir? Eğer bizden size karşı bir kusur meydana geldi ise kerem edip af buyurunuz. Teşrif edip bizi sevindiriniz. Böylece kırık gönlümüz neşelensin.” dedi. Hatt-ı şerîf, Yahyâ Efendiye ulaşınca, kâğıt kalem istedi ve Kânûnî’ye cevap yazıp onun görüşme isteğini kabûl etti. Dergâhına dâvet etti. Sohbette bulundular.

Yahyâ Efendi hazretlerinin çok kerâmetleri görüldü. Kânûnî Sultan Süleymân Han sık sık kendisini ziyâret eder nasîhatlerini ister, duâsını alırdı.

Bir gün Yahyâ Efendi hazretleri Sahn-ı semân Medresesine gitmek için yola çıkmıştı. Yolda atının yularını bir papaz tuttu ve; “Ey âlim zât! Ey Yahyâ Efendi! Size bir suâlim var. Bu müşkül işi bana îzâh edin. Soracağım şeyin cevâbı acabâ dîninizde var mıdır? Her sene yeni defter tutulmayıp, gidiyor. Ölen kalan kim bilinmeden ölmüş bir gayr-i müslimden devletçe haraç isteniyor? Bu nasıl iştir. Bu şekilde hareket dîninizde var mıdır?” dedi. Yahyâ Efendi bunları duyunca; “Hayır. Dînimizde ölmüş bir gayr-i müslim vatandaştan haraç alınmaz. Sonra çok fakir kazandığıyla güç geçinen kimseden ve çok yaşlı olanlardan da haraç alınmaz. Bunlar affolunmuşlardır. Sultânımız ona muhtaç değildir.” dedi. O zaman papaz; “Efendi şunu iyi bil ki, bizden ölen kimsenin bile haracını isteyip, her yıl alırlar. Bunu ben size soruyorum. İslâm dîni bunun alınmasını istiyor mu? Ne olur bunu Sultan Süleymân Hana arzedin, haber verin, sorun?” dedi.

Bunları işiten Yahyâ Efendi celâllendi ve din gayreti ile medreseye vardı. Ders yapmadan önce hemen kalem kâğıt istedi ve Sultan Süleymân Hana hitâben; “Ey cihân sultanı Süleymân Han! Şimdi sana saltanat haram oldu. Zulmün ölen kişilere kadar uzandı demek. Halbuki böyle bir zulmü senin ecdâdın yapmamıştı. Bu mudur din gayreti? Bak, müminleri bir kâfir ilzâm ediyor, susturuyor, çâresiz bırakıyor.” diye yazdı. Sonra da sevdiği birine bu mektubu verip Sultana gönderdi. Mektup, Kânûnî’nin eline ulaştığında, Kânûnî ona nazar edip okudu. Rengi değişip, kalbini bir üzüntü kapladı. Tahtından indi ve bir adamını Yahyâ Efendiye göndererek geleceğini bildirdi. Çok geçmeden saltanat kayığına binip Yahyâ Efendinin dergâhına vardı. Hürmetle selâm verip yaklaştı ve; “Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu bize siz mi gönderdiniz? Ey güzel haslet sâhibi! Nedir suçumuz? Bize bunu beyân edip açıklayınız? Biz de işin hakîkatını bilelim. Saltanat bana neden haram oldu? Kime zulmeyledim?” diye sordu.

O zaman Yahyâ Efendi hazretleri ona; “Pâdişâhım! Bu ne iştir. Defterleri her sene niçin yenilemezsiniz? Ölmüş olan gayr-i müslimlerden memurlarınız haraç toplarlar. Böyle ele geçen mal sana hiç helal olur mu? Bu senden beklenmez. Yediğin, giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana haram olmuş demektir.” dedi.

Hayretler içinde kalan Kânûnî; “Hâlimi Allahü teâlâ biliyor ki, bu söylediklerinizden zerrece haberim yoktur.” dedi. Yahyâ Efendi de; “O halde bu gaflet nedir? Yarın Allahü teâlânın huzûrunda buna vereceğin cevap ne olur. Memurların gayr-i müslim malı alırlar. Bu kâfir hakkı, kul hakkı olur. Ergeç Allahü teâlânın huzûruna çıkacaksın. Yakanı kâfirin eline vereceksin. Netîcede korkarım Cehennem ateşine atılırsın. Cihân pâdişâhının kâfirle birlikte gelmesi lâyık mıdır? Bu mudur din gayreti, bu mudur îmân gayreti? Kullara zarar verene, inletip ağlatana Allahü teâlânın rızâsı yoktur. Sana yolların en hayırlısı gösterilmişken, buna Resûlullah efendimiz hiç rızâ gösterir mi? Yaptığın işler yanlıştır. Niçin adâletle işlerini görmezsin? Dîninin bildirdiği yola gitmezsin? Şunu iyi bil ki, ey cihân pâdişâhı! Şöhret zînetinin hepsi burada bu dünyâda kalır. Bu apaçık bir iştir. Eğer adâletle bir iş yaptıysan, sana kalacak odur.” buyurdu.

Kânûnî Sultan Süleymân Han bu sözleri işitince ağladı ve vezîrine emredip; “Her sene evleri teker teker sayın. Gayr-i müslimlerden ölen kalanları yazın. Haraç hesâbını iyi tutun. Hazîneye haram para getirmeyin. Şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızâm yoktur.” diye ferman etti. Sonra da Yahyâ Efendi hazretlerine dönüp; “Sen bizim doğru yolu gösteren rehberimizsin. Gaflet uykusundan bizi uyandırdın. Bu sebeple Allahü teâlâ senden râzı olsun. Suç bizdeymiş.” dedi. Yahyâ Efendi de ona; “Ey cihân pâdişâhı! Tövbe edin ki, Allahü teâlâ affetsin. Bir daha gaflette kalıp zulüm etmeyiniz. Doğru yolu bırakıp eğri yola gitmeyiniz.” buyurdu. Kânûnî ona; “Ağabey! Şimdi artık bizim tahta geçmemize izin var mıdır?” diye sordu. O zaman Yahyâ Efendi, Kânûnî’nin elinden tutup; “Evet şimdi çıkabilirsin.” buyurdu.

Yahyâ Efendinin sevdiklerinden Baba Tarak anlatır: “Balıkçı idim. Balık avlar, onunla geçinirdim. Bir seher vakti Yahyâ Efendi hazretlerinin dergâhına vardım. Beni gördükte; “Gel, teknen ile beni denizde bir gezdiriver. Allahü teâlânın kudretini düşünelim. Deryâyı bir güzel seyredelim.” buyurdu. Ben de; “Başüstüne efendim!” dedim. Hemen gidip kayığa bindik. Yahyâ Efendi hazretleri kayığa oturdu. Kıyıdan biraz ayrılınca, gönlümü bir üzüntü kapladı. Gam ile doldum. Zîrâ hanımım bana o gece fakirlikten yakınıp; “Evin ihtiyâcını karşılayamıyorsun. Bak kızın yetişti. Çeyizi bile yok. Sen ise durmadan Yahyâ Efendiye gidersin. O da böylece seni işten alıkoymaktadır. Kuru kuruya gezmek hangi akıl îcâbıdır.” demişti. Gece söylediği bu sözleri hatırıma gelmişti. Kimseye bir şey söylememiştim. Birden Yahyâ Efendi hazretleri bana; “Evlâdım! Yanında balık tutmaya ağın var mı?” diye sordu. Ben de; “Efendim, denizde balık olmayınca, ağ olmuş neye yarar.” diye cevap verdim. Yahyâ Efendi yine; “Balık yok ise üzülme. Allahü teâlâ sana rızkını elbet ihsân ediverir. Ağı bana ver. Şimdi sana Allahü teâlânın kudretini göstereceğim.” buyurdu. Yahyâ Efendi bu sözü söyler söylemez denizin yüzü balıkla dolup kaynamaya başladı. Ağı attı, içi balıkla doldu. Onları kayığın içine boşalttı. Herbiri iri iri, tâze kefallerdi. Bana dönüp; “Evlâdım! Şimdi beni kenara bırak, sen de balıkları satmaya git. Bu balıklar ne kadar para ederse, onunla kızına babalık yap. Çeyizini alıp, hazırla. Hanımının da istedikleri böylece yerine gelsin.” buyurdu. O zaman ben hayretler içinde kaldım. Zîrâ benim üzüntü sebebimi anlamıştı. Hemen Yahyâ Efendi hazretlerini kıyıya bıraktım ve balıkları pazarda satmaya gittim. Balıkları satıp parasını getirerek, durumu hanıma anlatıp parayı saydım. Hanım buna çok sevindi. Bütün ihtiyaçları karşıladım. Çeyizi aldık. Hanım ondan sonra bana karşı hiç huysuzluk yapmaz oldu. Sonra koşarak Yahyâ Efendi hazretlerinin huzûruna geldim. Beni tebessüm ile karşıladı ve; “Balığı şu kadara sattın ve ihtiyaçlarını da karşıladın herhalde.” buyurdular. Ben de; “Evet efendim. Size canım fedâ olsun. Bize kereminizle yardım ettiniz.” dedim. Sonra bana; “Ey Baba Tarak! Sen bu sırrı kimseye söyleme. Allah için yayma. Bizdeki yardım doğrudur. Kısmetmiş ve senin hakkın olmuştur.” buyurdu.”

Yahyâ Efendi hazretlerinin elbiselerini bir Rum terzi dikerdi. İsmi Kusta Usta idi. Yahyâ Efendi ona zaman zaman; “Ey Kusta Usta! Küfür hâlinde olman uygun değil. Îmâna gelsen de seninle bir kardeş olsak. Âhiret yolunda da yoldaş olsak, daha iyi değil mi?” derdi. O da; “Sözleriniz doğrudur. Bir gün gelir başımızın yazısını elbet görürüz. Hak nasîb ederse oluruz.” diye cevap verirdi. Yahyâ Efendi bir zaman terziye dikmesi için bir elbise verdi. O da kısa zamanda biçip dikti ve Yahyâ Efendi hazretlerine getirdi. Yahyâ Efendi onu eline alınca, ceplerini aramaya başladı. Terzi Kusta Usta; “Bir noksanı mı var?” diye sordu. Yahyâ Efendi de; “Onun bir noksanı yoktur. Acabâ bunun ceplerini dikmediniz mi?” diye sordu. Bunun üzerine Kusta Usta; “Efendim! Cebini dikmiştim. Cep ağızları dikişlidir. Verin bana ağızlarını açayım.” dedi. O zaman Yahyâ Efendi, ona; “Ellerini ceplerine sok ne çıkar, ne bulursan senin olsun.” buyurdu. Terzi Kusta bu söze bir mânâ veremeyip şaşırdı ve ellerini, ipliklerini söktüğü ceplere soktu. Bir avuç altın çıkardı. Kusta Usta’nın aklı başından gitti ve kendisini bir titreme aldı. Sonra Yahyâ Efendinin ellerine sarıldı ve; “Ey Allah’ın sevgili kulu! Bana yardım edin. Mümin olma zamânım geldi. Îmân etmek istiyorum. Bana îmânı öğretiniz.” dedi. Yahyâ Efendi onun başına kendi tülbendini sardı ve; “Artık ismin Ali Usta oldu.” buyurdu. Ali Efendi Kelime-i şehâdeti söyleyip Yahyâ Efendinin talebeleri, sevdikleri arasına girdi ve dergâhta ömür boyu hizmet etti.

Yahyâ Efendinin torunu Azîz İbrâhim Efendi anlatır: “Dedemin yanında oturmuştum. Bir beyt okudu. “Nasîbin var ise gelir Yemen’den. Ne Yemen’den. Hind’den de dahi Hind’den de.” dedi. Sözünü tamamladığında kapı çalındı. Bana; “Kapıyı çalan kimdir bir bak?” buyurdu. Ben de gidip kapıya baktım. Hindli birisi duruyordu. Ona; “Kimsin ve ne istiyorsun. Çaldığın bu kapıdan istediğin nedir?” dedim. Sonra geri dönüp ceddime; “Dedeciğim birisi sizinle kapıda görüşmek istiyor.” diye haber verdim. O da bana; “Onu içeriye dâvet et, sohbet etmek istiyoruz.” dedi. Derhal gidip kapıyı açtım ve ona; “Dedem sizi istiyor.” dedim. O da eşyâsıyla birlikte içeriye girdi. Selâm verdi ve dedemin elini öptü. Koynundan bir mektup çıkarıp verdi. Sonra da; “Ben senin için tâ Hindistan’dan geldim. Sizi sevenler bizi bilir. Bu hediyeleri size gönderdiler.” dedi. Dedem Yahyâ Efendi hazretleri de tebessüm edip, o kişiyi misâfir ettiler ve sonra geri gönderdiler.”

Yahyâ Efendinin Boğaz’da çok güzel bir bahçesi vardı. Orada Mustafa Efendi adında biri hizmet ederdi. Bir gece Yahyâ Efendi ona; “Bana biraz su getir.” buyurdu. O sırada hiç su yoktu. Mustafa Efendi testiyi alıp dışarı çıktı. Dışarısı çok karanlık olup, göz gözü görmez derecedeydi. Üstelik su getirilecek yer de oldukça uzak ve tehlikeliydi. Mustafa Efendi bir türlü gitmeye cesâret edemedi. Geriye de dönemedi. Neticede; “Yahyâ Efendiye fedâ olsun, diye gönlünden geçirip yola koyuldu. Birden gideceği yer gündüz gibi aydınlandı. Selâmetle gidip testiyi doldurup getirdi. Lâkin bu aydınlığa şaşıp kaldı. Tekrar dışarı çıkıp bu aydınlığı görmek istedi. Dışarı çıktığında her tarafı kapkaranlık gördü. Bu hâli Yahyâ Efendiden sormak istedi. İçeri girdiğinde Yahya Efendi ona; “Bak Mustafa Efendi! Bu gördüğünü kimseye söyleme. Bizi de ellere verme. Bir kimsede yakîn nûru varsa, o kimse zulmette, karanlıkta kalmaz.” buyurdu. Bu hal onun bir kerâmetiydi.

Belbân isminde gayr-i müslim bir çobanın sürüsünden, iki koyun kaybolmuştu. Kaybolan koyunlar, Yahyâ Efendinin dergâhının bahçesine gelmişlerdi. Çoban, koyunlarını bütün aramalara rağmen bulamadı. Nihâyet orada bulunduklarını öğrenip, doğruca dergâha geldi. Yahyâ Efendinin, müslümanların büyük bir âlimi ve velîsi olduğunu işitmişti. “Acabâ bana nasıl alâka gösterir, benimle ilgilenir mi, ilgilenmez mi? Eğer benimle ilgilenir, aç ve yorgun olduğumu anlayıp; tâze ekmek, tereyağı ve bal ikrâm ederse, onun hakîkaten büyük bir zât olduğunu anlarım.” gibi düşünceler ile Yahyâ Efendinin huzûruna girdi. Yahyâ Efendi onu görünce, o daha hiçbir şey söylemeden; “Bu kişi, koyunlarını ararken, dağ taş demeden dolanıp çok yorulmuş ve acıkmıştır. Buna tâze ekmek, tereyağı ve bal getirin.” diye hizmetçiye emretti. Emredilen yiyecekler, derhâl hazırlanıp getirildi. Ortaya konunca, Yahyâ Efendi Belbân’a; “İşte sana tereyağı, mumlu bal ve tâze nân (ekmek), Dilersen yağa ban, dilersen bala ban.” dedi ve tebessüm ederek, yemesi için işâret etti. Belbân da o yiyeceklerden yedi. Gönlü ve kalbi yumuşadı. Evliyânın lokması kalp hastalığına şifâ olmuştu. Bunun üzerine Belbân îmân etmekle şereflenip müslüman oldu. Bu nîmetin şükrânesi olarak, Allah rızâsı için, kendisinin olan o iki koyunun kesilmesini ve orada bulunanlara ikrâm edilmesini istedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi, şu şiiri söyledi:

Sabahleyin iki ganem (koyun),
Menzile mihmân (misâfir) geldi.
Her görenler dediler,
“Tekkeye kurbân geldi.”

Yolda çokdur çalıcı,
Onları, çaylak gibi,
Her aç olan ona der;
“Derdime dermân geldi.”

Bir koyundan küçüktür,
İki koyunu pençeler,
Çekip orada yutar,
Der: “Bize ihsân geldi.”

Ey “Müderris” ola gör,
Râ’î (çoban) bugün bunlara sen!
Enbiyâ zümresi hep
Âleme çoban geldi.

Yalova’da bir imâm vardı ki, Yahyâ Efendiyi büyük bilir ve çok severdi. Zaman zaman ziyâretine gelirdi. Bu imâmın çoluk çocuğu kalabalık olup, maddî sıkıntı içindeydi. Fakat o sabreder fakirliğini gizler, kimseye bir şey söylemezdi. Bir gün yine Yahyâ Efendi hazretlerini ziyârete geldi. Selâm verip huzûrunda oturdu. O sırada dergâh tenhâ olup, kimseler yoktu. Yahyâ Efendi ona; “Ey temiz insan! Gel seninle bahçede biraz dolaşalım. Allahü teâlânın lütfunun sonu yoktur.” buyurdu. Berâberce çıktılar. Bir yere geldiklerinde, Yahyâ Efendi; “Sen bize candan bağlısın. Şimdi sana Allahü teâlânın lütfuyla bir iş göstereceğim. Böylece gönlündeki fakirlik sıkıntısı kalmayacak. Fakirlik ateşini söndürmüş ve seni sevindirmiş olacağız.” buyurdu. Sonra yere asâsını vurdu ve; “Burasını kaz!” dedi. İmâm Efendi orasını açtığında, içinden bir küp altın çıktı. Ona; “Ne durursun, fakirlik hastalığına çâredir. Bunları sana sonsuz hazîneler sâhibi Allahü teâlâ gönderdi. İstediğin kadar al.” buyurdu. İmâm Efendi bunları heybesine doldurdu. Yahyâ Efendi ona; “Ey İmâm Efendi! Dünyâ üzüntüsünü gönlüne sakın koyma. Bunları hayırlı işlere sarfedersin. Yalnız bu sırrı kimseye söyleme. Şâyet anlatırsan o zaman bunlar elinden çıkar, aldırırsın.” buyurdu. İmâm Efendi de; “Efendim, ben bu işe çok şaştım! Bu kadar altınla memleketime nasıl dönerim. Yollarda haramîler, eşkıyâlar var. Korkarım ki bunları benden alırlar. Nasıl varacağımı bilemiyorum.” dedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi; “Sana kimse zarar veremez. Bu senin nasîbindir. Var selâmetle git.” buyurdu. İmâm Efendi vedâ edip yola çıktı. Hakîkaten başına hiçbir şey gelmeden Yalova’ya vardı. Kendisini hanımı karşıladı. Heybedeki altınları görünce, hayretler içinde kaldı ve; “Bunları nereden buldun?” diye sordu. O da; “Bu işi sana açıklayamam. Sâdece Allahü teâlânın ihsânı olarak bil!” dedi. İmâm Efendi bundan sonra etrâfına yardım etmeye başladı. Hem yedi hem yedirdi. Ömrü hayır yapmakla geçti. İnsanlar onun hakkında; “Nereden buluyor bunları?” demeye başladı. Bâzısı da; “Birisinden emânet almış gâlibâ!” Kimisi de; “Anlaşılan defîne bulmuş.” dedi. Herbiri bir şey söyledi. Netîcede İmâm Efendi hastalandı. Hastalığı ilerleyince, komşularını başına çağırdı ve onlara; “Size bu malı nereden bulduğumu açıklamak istedim. Bunun elime girmesine sebep, Yahyâ Efendi hazretleridir. Bugüne kadar kimseye söylemedim. Zîrâ bana, söyleme gizle demişti. Şimdi ise ömrümün sonu yaklaştığından onun kerâmeti unutulmasın diye söylüyorum.” dedi ve Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.

Torunu Tâceddîn Efendi anlatır: “Bir gece uyuyordum. Gece yarısı dedem beni uyandırdı ve; “Tâceddîn! Şimdi git. Dergâhta hizmet edenleri uykudan uyandır. Denizde bir işim var, kayığı denize indirsinler.” buyurunca, gidip haber verdim. Çocuk olduğum için beni dinlemediler ve; “Görmedin mi dışarısı fırtına. Kayık bu havada denize iner mi?” dediler. Ben de gidip söylediklerini dedeme anlattım. O zaman dedem hemen gidip kendisi kayığı denize indirdi. İçine postunu yayıp oturdu. Sonra dergâhtakiler kayığın denize indirildiğini anladılar. Yahyâ Efendi kayıkla denize açıldı. Biraz yol aldıktan sonra küçük bir kayık içinde iki papazın suya batmak üzere olduğunu gördü. Hemen yetişip onları kayığa aldı ve Yeniköy’e götürüp kıyıya çıkardı. Tekrar Beşiktaş’a dergâhına geldi. Sonra bu papazlar metropolitlerine başlarından geçeni anlattılar. Metropolit de, Yahyâ Efendiye çeşitli hediyeler gönderip, ona sevgi, saygı ve hürmetlerini bildirdiler.

Yahyâ Efendiyi seven ve dergâha odun taşıyan bir kayıkçı vardı. O anlatır: “Bir gün Yahyâ Efendi bana; “Ey reis! Sen bize candan hizmet edersin. Seni severiz. Bize bir kayık meşe odunu getiriver.” buyurdu. Ben de gidip bir kayık odun getirdim. Kayığı iskeleye yanaştırdım. Hizmetçiler dergâha odunu taşımaya başladılar. O gün Yahyâ Efendiye pekçok muhtaç ve borçlu geldi. Yahyâ Efendi hazretleri her birine yardım edip, ihtiyâcını karşıladı. Hepsi sevinçliydi. Hayır duâ ederek dergâhtan ayrıldılar. Yahyâ Efendi hazretleri hayâtında para kesesi kullanmazdı. Onun bir küçük el sepeti vardı. Nereye gitse onu yanından ayırmazdı. Bir başkasının da ona dokunmasına, içine elini sokmasına izin vermezdi. Kim bir şey istese, ister ekmek, ister meyve ne olursa olsun mübârek elini içine sokar, istenilen şeyi çıkarır verirdi. Yahyâ Efendinin huzûruna vardığımda beni tebessümle karşıladı ve; “Reis, biz senden odun istemiştik. Ne yaptın?” dedi. Ben de; “Efendim odun iskeleye geldi. Hizmetçiler taşıyorlar.” dedim. O zaman Yahyâ Efendi hazretleri, yanındaki kapalı sepetine elini soktu, içinde dolaştırıp bir miktar altın çıkardı ve bana uzattı. O zaman ben; “Acabâ para kesesi kullanmamasının sebebi nedir?” diye gönlümden geçirdim. Yahyâ Efendi bana bakıp güldü ve; “Reis! Bizim kesemiz yoktur. Lâkin yedi iklim bize keselik yapıyor. Altın ve gümüş bizde misâfir olmaz. Hem de bir gece bile kalmaz. Yerine ulaştırılır.” buyurdu.

Kocaeli’nde Hacı Ali Efendi isminde takvâ sâhibi, dergâhı olan bir zât vardı. Hacı Ali Efendi, Yahyâ Efendi hazretlerinin büyüklüğünü ve güzel hallerini işitmişti. Bir gün onu görmek için yola çıktı. Beşiktaş’a, oradan da Yahyâ Efendinin dergâhına geldi. Hizmetçilere hitâben; “Yahyâ Efendiyi ziyârete geldik.” dedi. Onlar da; “Şu anda burada değildir.” diye cevap verdiler. Hacı Ali Efendi tekrar; “O halde nerede bulabiliriz, söyleyin.” dedi. Hizmetçiler de; “Efendim, Yahyâ Efendi hazretlerinin Yeniköy yakınında bir bağı var, oraya gitti.” dediler. Hacı Ali Efendi bunun üzerine yanındakilere; “Gidip onu bulalım.” dedi. Sonra Yeniköy’e geçtiler ve Yahyâ Efendinin bağını buldular. Hacı Ali Efendi bahçıvana; “Yahyâ Efendiye haber verin. Onu ziyâret için geldik.” dedi. Bahçıvan; “Efendim, Yahyâ Efendi hazretleri seher vakti buraya gelip, bir müddet kalıp kayıkla Kavak tarafına gittiler.” dedi. Hacı Ali Efendi bunları duyunca; “Tövbeler olsun! Bu kişi deli olsa gerek. Kendisinde evliyâlıktan bir eser göremiyoruz. Bağdan bağa dolaşan kişi velî olur mu? Arzusu peşinde koşuyor. Bu işler hiç evliyânın işi mi? Hani zikirler, hani dergâhta sohbet, hani ibâdet, hani virdler, zikirler, hani elbise ve külâh? O ise tenhalarda yollara düşüp bağdan bağa koşuyor. Bu dünyâya bu derece heves bir velîde olur mu? Biz onu daha görmeden niyetlerini bir güzel anladık. Âşikâre apaçık ne olduğu meydana çıktı. Dünyâya düşkün olan, âhiret adamı olamaz. Âhiret adamı olan çok kere fakir olur. Nerede Yahyâ Efendide bunlar?” diye söylendi. Geriye dönmeyi düşündü. Fakat vazgeçti. “Bu kadar zahmet çekip tâ Kocaeli’nden buralara kadar geldim. Görmeden gitmek, bu kadar zahmeti boşa çekmek olur. Emeğim boşa gitmesin. Onu görmeden dönmek akıllıca bir iş olmaz. Onu bir bulup imtihan edeyim.” dedi ve kayık ile Kavak yönüne doğru yola çıktı. Kayıkla giderken yolda Yahyâ Efendi ile karşılaştı. Yahyâ Efendi onu görünce, tebessümle; “Kardeşim hoş geldiniz. Bir kimsenin gönlünde dünyâ sevgisi olmazsa, onun elinde bulunan dünyâlıklar âhirette şeref ve îtibâr bulmasına mâni olmaz. Biz dünyâ ehlinden uzak olmak için bu dağ ve bahçeleri mesken edindik. Lâkin biz nereye gitsek bizi buluyorlar. Aman ve fırsat vermiyorlar.” buyurdu. Sonra şu beyti okudu:

“Yâ İlâhî! Kulunum. Emrine itâat ederim, anarım seni
Beni ne yaparsan yap, yeter ki yapma dünyâ delisi.”

Hacı Ali Efendi bu sözleri duyunca, onun gerçek hâlini anladı ve söylediklerine bin pişman oldu. Geri kalan ömrünü Allahü teâlânın bu sevgili kuluna muhabbet ederek geçirdi.

Kânûnî Sultan Süleymân Hanın vefâtından sonra yerine oğlu İkinci Selîm Han pâdişâh olup tahta geçmişti. Bir gün saltanat kayığı ile Boğazı gezmek için çıktı. Giderken Boğaz’daki bâzı yerleri yanındakilere soruyordu. Beşiktaş’a geldiklerinde, kendisine; “Efendim burası Beşiktaş’tır ve Yahyâ Efendi hazretleri oturur. Buralarını o ihyâ etmiştir.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han; “Yahyâ Efendi nasıl biridir?” diye sordu. Ona; “Sultanım! Yahyâ Efendi, babanız Cennetmekân hazretlerinin süt kardeşi idi. Babanızla çok iyi görüşürlerdi.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han; “Evet, babamla olan yakınlığını ve dostluğunu bilirim. O babama her ne derse babam şüphesiz yerine getirirdi. Yahyâ Efendi saraya bir defâ olsun gelmemişti. Lâkin babam hep onun ayağına giderdi. Babam ona çok iltifat ettiğine göre görelim nasıl zâttır. Evliyâlığı nicedir. İmtihan için onu bir yere dâvet edelim.” dedi. Kale bahçesi denilen güzel bir yere geldi. Sultan bir adamıyla Yahyâ Efendiyi buraya dâvet etti. Yahyâ Efendi geldiğinde ona iltifat etmemeyi gönlünden geçirdi. Çok geçmeden Yahyâ Efendi kayığıyla çıkageldi. Sultan Selîm Han, Yahyâ Efendiyi görünce tahtından inip hürmetle onu karşıladı ve iltifat etti. Yahyâ Efendi ona; “Sultanım! Niçin tahtınızdan indiniz. Bu ne iltifat.” buyurdu. Sultan, el öpmek isteyince, Yahyâ Efendi, Sultanın iki kulağını tutup büktü ve; “Abdestin var mı? Söyle yoksa bırakmam.” dedi. Sultan; “Abdest alayım.” dedi. Yahyâ Efendi; “Dediğim namaz abdesti değildir. Söylediğim tövbe abdestidir.” buyurdu. Sultan Selîm Han mahçûb oldu ve Yahyâ Efendinin ellerinden öpüp, hürmet gösterdi. Onun büyük bir velî olduğuna iyice inandı.

Yahyâ Efendinin, Apostol isminde hıristiyan bir komşusu vardı. Bir gün bu Apostol, denizde fırtınaya tutuldu. Kendisi hıristiyan olduğu hâlde, Yahyâ Efendinin hürmetine duâ ederek kurtuldu. Evine gelince, Yahyâ Efendiye hediye götürmek istedi. Kendi âdetlerince, mühim ve kıymetli hediye sayılan yıllanmış şarap alarak Yahyâ Efendinin dergâhına gitmek için yola çıktı. Getirdiği şarap, dergâhın yokuşunda, daha oraya varmadan nar suyu hâline döndü. Bu apaçık kerâmetleri gören Apostol, müslüman olmakla şereflenip, Ali ismini aldı. Arsasını Yahyâ Efendiye hediye etti ve kendisi de onun talebeleri arasına katıldı. Bu zât, Yahyâ Efendi ile aynı türbede, onun kabrinin ayak ucunda yatmaktadır.

Bir zaman Sultan İkinci Selîm Han bir donanma hazırlayıp sefere çıkılmasını ferman buyurdu. Donanma hazırlandığında donanma komutanı Kaptan-ı deryâ Beşiktaş’a geldi ve Yahyâ Efendiden duâ istedi. O zaman Yahyâ Efendi hazretleri üzüntülü ve sıkıntılı bir halde; “Allahü teâlâ bir şeyin olmasını takdir ettiyse, onu hayır duâ değiştiremez. Lâkin sizden gelecek kötü bir haberi işitmememiz için gece-gündüz Rabbime duâcıyım.” buyurdu ve donanma kaptanını uğurladı. Donanma o yıl düşmana karşı zafer kazanamadı. Bu haber İstanbul’a gelmeden önce Yahyâ Efendi hazretleri Hakk’ın rahmetine kavuştular. Buyurdukları gibi bu haberi duymadan âhirete gittiler.

Beşiktâşî Müderris Yahyâ Efendi, ömrünün sonuna kadar Beşiktaş’taki yerinde, ibâdet ve mücâhede ile vakit geçirdi. 1569 (H.977) Zilhicce ayında, kurban bayramı gecesi vefât etti. Vefâtında seksen yaşına yaklaşmıştı. Kurban bayramı günü, Süleymâniye Câmiinde, bayram namazından sonra cenaze namazı kılındı. Cenâze namazını Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Bahçesi yakınında bulunan ve daha önceden hazırladığı kabrine defnolundu. Cenâzesinde vezîrler, âlimler, zenginler ve fakirlerden müteşekkil çok kalabalık bir cemâat hazır bulundu. Bu cemâat, onun hâlinin iyi olduğuna, sonunun hayırlı olduğuna, tam ve âdil bir şâhitti. Vefât gecesinde; âlimler, hâfızlar, vâizler, imâmlar, tasavvuf büyükleri Kur’ân-ı kerîm okudular. Kelime-i tevhîd ve tesbîh ile o geceyi ihyâ edip, sevâbını o büyük zâtın rûhuna hediye ettiler. Kabri üzerine İkinci Selim Hân tarafından türbe yaptırıldı. Sonra gelen Osmanlı sultanları, Yahyâ Efendinin türbesinin, câmi ve zâviyesinin ve diğer külliyâtının bakım ve tâmirini büyük bir hassâsiyetle ve aksatmadan yapmışlardır.

Yahyâ Efendinin iki oğlu olup, her ikisi de babaları gibi ilim, irfan âşığı kimseler idi. Babalarının yolunda bulunmuşlar, vefâtlarında aynı türbeye defnolunmuşlardır.

Yahyâ Efendi hazretlerinin şâirliği de kuvvetli idi. “Müderris” mahlasıyla tasavvufî şiirleri ve müretteb Dîvân’ı vardır.

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

O KENDİNİ TANITTI

Kânûnî, bir gün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizâsına gelince kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendiyi çağırttı. O da yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendinin ahbâbı, devamlı olarak Kânûnî’nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kânûnî bu hâli farkedince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz.” dedi. O zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultana uzattı. Avucunda biraz önce denize attığı yüzük vardı. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kânûnî, elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden kayboluverdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiye dönüp; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “O gördüğünüz Hızır aleyhisselâm idi.” dedi. Bunun üzerine Kânûnî; “O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahyâ Efendi; “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız.” buyurdu.

OSMANOĞULLARININ ÂKIBETİ NE OLACAK?

Bir gün cihân pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi hazretlerine bir hatt-ı şerîf gönderdi ve; “Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize Osmanoğullarının âkıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak. Yok olacaksa, bu hangi sebeptendir.” dedi. Hatt-ı şerîfi okuyan Yahyâ Efendi eline kalem kâğıt alıp; “Kardeşim! Neme gerek.” diye iri harflerle yazıp Kânûnî’ye gönderdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiden gelen mektûbu okuduğunda hayretler içinde kaldı. Fakat bir şey anlamamıştı. Derhal bir kayık hazırlanmasını emretti ve bu bilmece sözün mânâsını anlamak için Yahyâ Efendinin dergâhına geldi. Yahyâ Efendiyi görür görmez; “Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap veriniz. Biz de ona göre hareket edelim.” dedi. Yahyâ Efendi bunun üzerine tebessüm edip; “Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlayamamana şaşarız.” dedi. Kânûnî; “Nasıl?” deyince, Yahyâ Efendi; “Zulüm, haksızlık yayılsa, işitenler de; “Neme gerek.” dese ve onu önlemeye çalışmasalar, sonra koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese, fakirler, muhtaçlar, gariplerin feryâdı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itâat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir.” buyurdu. Kânûnî bunları işitince, göz yaşlarını tutamadı. Yahyâ Efendiye olan sevgisi daha da arttı.

KİMSE KİMSENİN RIZKINI YİYEMEZ

Yahyâ Efendi bir zaman sevdiklerinden birkaçıyla yolculuğa çıkmıştı. Bir yerde durdular. Talebelerinden birini çağırıp; “Burada bir değirmen var. Oraya gidip tâze yumurta alalım. Yiyelim ve şükredelim.” buyurdu. Değirmene gittiler. İsmi Hasan Efendi olan değirmenci, güzel huylu biriydi. Yahyâ Efendi değirmenciye; “Efendi bize tâze yumurta getir.” buyurdu. Değirmenci; “Efendim! Bir tâne bile kalmadı. Yumurta alıcısı geldi, hepsini alıp gitti.” dedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi; “Kimse kimsenin nasîbini alamaz. Alayım dese bile, buna yol bulamaz. Var sen kümesi aç. Bize de kalmıştır.” buyurdu. Kümesi açtığında her taraf yumurta doluydu. O zaman Yahyâ Efendi; “Bak Hasan Efendi! Allahü teâlâ bizim rızkımızı da yaratmış.” buyurdu ve bir avuç altına bir sepet yumurta alıp yola devâm ettiler.

PEHLİVÂN YAHYÂ EFENDİ

Avrupa’da Kara Pehlivan ismiyle meşhûr ve bütün güreşçileri yenen gayr-i müslim bir güreşçi vardı. Bu güreşçi bir ara İstanbul’a geldi. Bütün güreşçilere meydan okuyor, hiç kimsenin kendisiyle güreşmeye cesâret edemeyeceğini söylüyordu. Yahyâ Efendi, İslâmiyetin şerefini, vekarını korumak için, güreşmek üzere o meşhûr pehlivanın karşısına çıktı. Kendisi daha önce hiç güreşmezdi. Herkes bu duruma çok hayret etti. Pehlivanlar meydana çıktığında, binlerce insan merak dolu bakışlarla ve endişe ile netîceyi bekliyorlardı. Nihâyet Yahyâ Efendi, Kara Pehlivan ile karşılaştı. O meşhûr, mağrûr ve kendini beğenen Kara Pehlivan’ı bir elense ile yeniverdi.

Kara Pehlivan, bu zâtta gördüğü kuvvetin normal bir şey olmadığını, bu hâlin o büyük zâtın bir kerâmeti olduğunu anladı. O anda kalbinde bir değişiklik hissetti. Gönlü âdetâ Yahyâ Efendiye bağlanıp kaldı. Nihâyet onun huzûrunda müslüman olmakla şereflenip, talebeleri arasına katıldı.

ÂŞIĞA BAĞDÂT IRAK DEĞİLDİR

Mağripli birisi Yahyâ Efendinin ismini duyup, görmeden ona âşık oldu. Yahyâ Efendinin nerede olduğunu bilmiyordu. Mısır, Şam, Halep ve başka birçok yer gezip Yahyâ Efendiyi aradı. Netîcede İstanbul’a geldi. Gördüklerine dâimâ; “Yahyâ nerede. Ey insanlar Yahyâ’yı biliyor musunuz?” derdi. Birisi onun hâlini anlayıp aradığı kişinin Beşiktaş’ta olduğunu haber verdi. Mağripli yürüyerek Beşiktaş’a geldi. Sorarak Yahyâ Efendinin dergâhını buldu. Kapıyı çalıp, Yahyâ Efendi hazretlerini sordu. Dergâhtakiler Yahyâ Efendinin Kavak’taki bahçesine gittiğini söylediler. Âşık Mağripli; “Âşığa Bağdât ırak değildir.” diyerek Kavak’taki bahçeye geldi. Bahçe çok güzel olup ortasında bir havuz vardı. Yahyâ Efendi havuzun yanında oturmuştu. Hizmetçiler bahçeyi suluyorlardı. Mağripli doğruca Yahyâ Efendinin yanına yaklaşıp, selâm verdi ve elini öptü. Sonra da; “Efendim ne olur beni talebeliğe kabûl edin. Nice yıllar diyar diyar gezip sizi ararım.” dedi. Yahyâ Efendi ona; “Acabâ maksadın nedir?Bu kadar zahmete sebep ne oldu. Bize anlat, biz de sana yardım edelim, gamını giderelim.” buyurdu. Mağripli, Yahyâ Efendinin ayaklarını öpmek istedi ve; “Efendim ne olur kimyâ ilmini bana öğretin.” dedi. Bu sözü üzerine Yahyâ Efendi; “Sen yanlış haber almışsın. Biz o senin dediğin şeyi bilmeyiz.” buyurdu. Mağripli yine; “Efendim! Derdimin dermânı sendedir. Ben arzuma kavuşmadan buradan gitmem.” dedi ve sözlerinde ısrar etti. Meğer ki Mağripli, Yahyâ Efendiyi imtihan etmek istermiş. Onun maksadını anlayan Yahyâ Efendi, Mağriplinin ayak ucunda bir siyah taş gördü ve; “Ey kişi! Şu kara taşı bana al da veriver.” buyurdu. Mağripli eğilip yerdeki kara taşı aldı ve Yahyâ Efendinin eline verdi.Yahyâ Efendi o taşa dikkatle baktı. O sırada taş altın kesildi. Sonra havuzun içine atıverdi ve; “Allahü teâlânın sevgili kulları taşa nazar etseler, o hâlis altın oluverir.” buyurdu. Bunu gören Mağripli; “Elhamdülillah. Cenâb-ı Hak beni maksâdıma kavuşturdu. Maksadım hâsıl oldu. Efendim beni kabûl edin. Hizmetinizle şereflenmek istiyorum. Canım başım yolunuza fedâdır.” dedi ve ellerine sarıldı. Yahyâ Efendi de onu talebeliğe kabûl etti. Bir bahçenin bakım işlerini ona verdi.

BEYİTLER

GÖRDÜĞÜN HIZIR İDİ

Osmanlı pâdişâhı, Kânûnî zamanında,
Yahyâ Efendi diye, vardı ki bir evliyâ.

Sultan, Ağabey diye, ona hitab ederdi,
Büyük zât olduğunu, bilir ve çok severdi.

Velî Yahyâ Efendi, hazret-i Hızır ile,
Sık sık görüşür idi, Allah’ın izni ile.

Pâdişâh bu durumu, çok iyi biliyordu,
Kendisi de Hızır’la, görüşmek istiyordu.

Çıktı sultan bir gece, kayıkla gezintiye,
Yanaştırıp kayığı, bir ara Ortaköy’e.

Yahyâ Efendiye de, gönderdi ki bir haber;
O da gelip bulunsun, kendisiyle beraber.

Yahya Efendi dahi, onun ricâsı ile,
Gelip bindi kayığa, yanında birisiyle.

Sultanın parmağında kıymetli yüzük vardı.
O kişi, dikkatlice o yüzüğe bakardı.

İyice farkedince, bunu Sultan Süleymân,
O kıymetli yüzüğü, çıkarıp parmağından,

Dedi ki: “Siz gâliba, bunu merak ettiniz,
Alıp daha yakından, bakıp inceleyiniz.”

O zât aldı yüzüğü, evirip çevirerek,
Atıverdi denize, hem de gülümseyerek.

Yahyâ Efendi hariç, kayıkta bulunanlar,
Çok hayret ettiler ki, acabâ bu ne yapar?

Biraz sonra o kişi inmeği arzu etti
Pâdişâh kayıkçıya; “Kıyıya yanaş” dedi.

O kişi tam inerken bir avuç su alarak,
Uzattı pâdişâha, göz altından bakarak.

Avcundaki o suda attığı yüzük vardı,
Pâdişah bunu görüp, hayretten dona kaldı.

Tutmak istediyse de, o kişinin elinden,
Lâkin o zât bir anda, kayboldu göz önünden.

Sordu Sultan Süleymân, Yahyâ Efendiye ki
“Ağabey, ne oluyor, bu olanlar nedir ki?”

“Efendim gördüğünüz, Hızır idi” deyince,
Dedi: “Bunu ne için, demedin daha önce.”

Buyurdu: “O kendini, tanıttı hükümdârım,
Lâkin siz tanımakta, geç kaldınız hünkârım.”

KAYNAKLAR

1) Sicilli Osmânî; c.4, s.633
2) Tezkiret-üş-Şu’arâ; c.2, s.882
3) Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.6, s.188
4) Mir’ât-ı İstanbul; s.290
5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1161
6) Şakâyik-ı Nu’mâniyye Zeyli (Atâî); s.147
7) Menâkıb-ı Beşiktâşî Müderris Yahyâ Efendi ibni Ömer el-Arabî (Matbaa-i Osmâniyye İstanbul-1314)
8) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.61
9) Menâkıb-ı Yahyâ Efendi, Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Efendi Kısmı, No 4592
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.19

Mehmed Nuri Şemseddin Nakşibendi (k.s.)

İstanbul- Beşiktaş’da Yahya Efendi Dergahında

Mehmed Nuri Şemseddin Nakşibendi hazretleri ; Abdülkadir Geylani hazretlerinin onbeşinci batın evladlarından olup, Kastamonu ilinin Ayvalı kasabasından Emirzadelerden Şehid Seyyid Hüseyin efendinin oğludur. H. 1216 yılında , İstanbul’da doğmuşlar ve tahsil çağına girdiklerinde, evleri yakınında bulunan Mercanağa mektebinde Kur’an’ı öğrenmeye başlamıştır.

H. 1230 yılında 14 yaşlarında iken Hafız olmuş ve 1231 yılında Beyazıd camii şerifinde ders veren Baltacı namıyla anılan Hasan Efendi’den Sarf, Nahiv ve mantık ilmi öğrenmeye başlamıştır. H. 1242 yılında hacca gitmiş ,dönüşte Süleymaniye camii alimlerinde Şehri Hafız efendi olarak ünlenmiş İstanbullu Hafız Mehmed Efendi’den derslerine devam etmiştir. Ve daha bir çok hoca efendiden de dersler almıştır.

H. 1232 yılında ; Kayseri’nin tanınmış evliyâlarından ve Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden olan Şeyh Mehmed Saîd Efendi,  hocası Şeyh Ahmed Behcetî el-Kayserî ile birlikte İstanbul’a geldi. Bir süre sonra Mehmed Nûri Efendi ile karşılaştılar. Şeyh Ahmed Behcetî Efendi, talebesi Mehmed Saîd Efendiye; “Bu genci, sen yetiştireceksin. Ümmet-i Muhammed’den birçoğu, onun vesîlesiyle doğru yolu bulacaklar.” dedi. Bundan sonra Mehmed Saîd Efendi, uzun süre Mehmed Nûri Efendiyi göremedi. On sekiz sene sonra bir Ramazân-ı şerîf ayında, vâz ve nasîhat etmek için İstanbul’a gelen Mehmed Saîd Efendi, hocasının işâret buyurduğu zamânı bekledi. 1248 senesi Ramazân-ı şerîf ayında, Mehmed Nûri Efendi, Mehmed Saîd Efendinin huzûruna gelerek, kendisini talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti. Mehmed Saîd Efendi, hocasının işâreti üzerine onu talebeliğe kabûl etti. Mehmed Nûri Efendi, 1252 senesine kadar tasavvuf yolunun edebini ve esaslarını öğrendi , hilafet ve velayet rütbesine ulaşmıştır.

H. 1256 yılında mürşidleri Mehmed Said Efendi , II. Mahmud tarafından Hacı Bektaş-ı Veli Dergahının meşihatı görevi verilmiş; birlikte Kırşehir’e gitmişler , üç ay orada kaldıktan ve mürşidi ile kırk gün çile çektikten sonra irşad vazifesi ile görevlendirilip İstanbul’a gönderilmiştir. İstanbul da Uzunçarşı başında bulunan evlerinde tarikat saliklerini ve hakikat arayanları irşada başlamışlardır.

Beşiktaş ‘da medfun bulunan Mevlana Yahya Efendi hazretlerinin türbedarı Şeyh el- Hac Ali Efendi’nin vefatı üzerine onun yerine türbedarlığa tayin olmuş aynı zamanda da Nusretiye camiinde Şifa-ı şerif dersleri vermektedir.

Beş sene Yahya Efendi türbesinde müridlerine irşada devam etmiştir. Menar , Mülteka ve tarikat-ı Muhammediye’yi ders olarak okutmuşlardır. H. 1257 yılında ikinci defa hacca gitmiştir.

İstanbul’a döndükten sonra H. 1282 senesi Şevval ayına kadar 25 yıl daha irşad makamında bulunmuştur.

H. 1282 Şevval ayının ondördüncü gecesi sayılı nefeslerini tamamlayarak Dergah-ı Rabbül izzete yürümüşlerdir. Cenaze namazları, Beşiktaş daki Sinan Paşa camii kebirinde meşayih , ulema ve çok  kalabalık bir cemaatle kılındıktan sonra Yahya Efendi dergahında sırlanmıştır.

Mehmed Nûri Efendinin herşeyi, dîn-i İslâma ve sünnet-i seniyyeye uygun idi. Güzel tabiatlı, zâhid, cömert ve kâmil bir zât idi. Çok talebe yetiştirdi.

Buyurdu ki: Şu hususa çok dikkat etmelidir. Babadan kalmış veya bir kolayını bulup gelir temin etmek gâyesiyle bir dergâh ele geçirmiş kimseler vardır. Bunlar tasavvuf yolunda, bâzı kitap ve risâleleri okuyarak âriflik iddiâ ederler. “Şeyhiz” diyerek, insanlara doğru yolu göstermek isterler. Fakat kendileri doğru yolun hangisi olduğunu bilmezler. Böyle kimseler kör bir insan gibidir. Bunların talebeleri de kör olur. Bunların, eninde sonunda tehlikeli bir uçuruma düşmelerinden korkulur.

Bir başka grub daha vardır ki, bunların ne gusl abdesti, ne abdesti, ne namazı, ne de oruçları vardır. Her türlü yasakları mübâh derecesinde işlerler. “Bizim guslümüz ezelîdir. Abdestimiz o zaman alınmıştır. Namaz ve oruçlarımız o zaman edâ olmuştur”, “Biz cemâl âşıkıyız. Bizim Cennet ve Cehennemle işimiz yoktur” derler. Bu gibi kimselerden uzak olmak lâzımdır. Bu kimselerden uzak kalmak, Allahü teâlâya yakın olmaktır. Bu gibiler pisliğe batmışlardır. Yanlarına varanlara pislik bulaşır.

Bir hoca, ilim öğrenmek isteyen talebesine şu beş şeyi emreder: 1) Devamlı abdestli olmak, 2) Farz namazları, cemâati terk etmeyerek vaktinde kılmak, 3) Kazâya kalmış namaz ve oruç borcu varsa, onları da en kısa zamanda tam olarak edâ etmek, 4) Yalan söylemekten ve dedikodu etmekten son derece çekinmek ve sakınmak, 5) Hiç kimsenin aleyhinde olmayıp, kendi kusurlarının affedilmesi için duâ ile meşgûl olmak.

Nûri Efendinin yazmış olduğu risâlelerden bâzıları şunlardİr: 1) Miftâh-ul-Kulûb, 2) Murâkabe, 3) Tasavvuf Yolunun Şartları, 4) Vasiyetnâme, 5) Pendiye, 6) Evrâd-ı Fethiyye Evrâd-ı Behâiyye.

Veli Dede – Edirne

Edirne – Lari camii karşısında Veli Dede Tekkesinde

Veli dede ile ilgili olarak kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Mezar taşında ; ” Gülşeniyye tarikatı şeyhleri büyüklerinden himmet ehlinin kutbu ve asrın en seçkin Veli Dede Efendi” yazar. 1043/1631 tarihinde vefat ettiğinde şeyhi olduğu tekkenin yakınındaki Lari caminin karşısındaki türbesinde sırlanmıştır. Söz konusu tekkeye Veli Dede’den sonra 1049/ 1637 yılında oğlu Mehmed Efendi (ö. 1070/ 1659) postnişin olmuştur.

Uzun yıllar harap halde olan türbesi , Edirne valiliği tarafında restore edilmiştir. Allah onardan razı olsun.

Mehmed Efendi
Mehmed Efendi, Gülşeni Veli Dede‘nin oğlu olup, Edirne’de dünyaya gelmiştir. İlim ve irfan tahsilini tamamladıktan sonra Gülşeniyye tarikatı meşayihinden, Süleymaniye Küçük Pazarı’ndaki Şah Melek Zaviyesi şeyhi Kutub Efendi’ye inabet etmiş ve tarikat adabını kesbe himmetini sarfederek babasının makamına postnişin olmuştur. Bu hal ile günlerini geçirmekte iken 1070/ 1659 tarihind vefat etmiş ve Lari Camii yakınında olan babasının türbesine defnolunmuştur.

Meşhur şair Karni Efendi’nin babası Şeyh İbrahim Gülşeni bu zattan icazet almıştır. Vakayi’u’l-Fuzala’nın beyanına göre, Mehmed Efendi Kutub Efendi’den, onlar da Hamdi Efendi’den, onlar da Seyyid Salih Efendi’den, onlar da babası Seyyid İbrahim Efendi bin Seyyid Hasan Efendi’den, onlar da eniştesi Şeyh Muhyiddin Efendi’den, onlar da babası olan Seyyid Hasan Efendi’den, onlar da büyük kardeşi Şeyh Ali Sükuti Efendi’den, onlar da babası Seyyid Ahmed Hayali Efendi’den, onlar da büyük nazar sahibi olan babası Pir İbrahim Gülşeni’den feyzyab olmuştu

İbrahim Efendi
İbrahim Efendi, Gülşeni Veli Dede’nin ikinci oğludur. 1107/ 1695 tarihinde Lari Camii karşısında Veli Dede Dergahı postnişinliğinde bulunduğu sırada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir Edirne ulemasından Faizi Efendi irtihfiline şu tarihi tanzim etmiştir:
Gelüb didi birisi kudsiya’nın Fayiza tarih
Revan oldı gülizar-ı cinona Gülşenizade.

Kaynak ;
Dr. Selami Şimşek , Edirne’de Tasavvuf Kültürü , Buhara Yayınları , 2008

La’li Muhammed Fenayi (k.s.)

Edirne – Kavaklı Tekke sokakta yer alan Hasan Sezai Tekkesinde .

La’li Muhammed Efendi , aslen Kastamonulu olup , tahsilini tamamladıktan sonra Edirne’ye gelerek Gülşeni Şeyhi Şeyh Mehmet Sırri Efendi’nin meclisine katılmış ve tarikat adabını öğrenmiştir. Daha sonra Mehmed Sırri Efendi’nin irtihaline ve işaretine mahsuben ; İstanbul’a gelip Sümbüliyye Şeyhi Şeyh Alaeddin Efendi’ye intisap ederek seyr-ü sülükunu tamamlamış ve bir erbain çıkarmıştır.

La’li Efendi İstanbul’da aynı zamanda ; Balat Şeyhi Seyyid Hasan Nuri Efendi ve Manisa Şeyhi Hasan Kenzi vs ile de hemdem olmuş ,onlardan da hilafet almıştır. Yani sümbüliyye tarikatından başka , Şabani , Uşaki , Celveti ve Nakşi tarikatlarından da icazet alır. Sonra Edirne’ye dönmüş ve Şeyh Şücaeddin Dergahına postnişin olmuştur. Bir süre sonra Hicaz gitmiş ve bir çok şeyh efendiyle görüşmüş. Hicaz’dan döndükten sonra da Edirne de Kutbi Efendizade Seyyid Ali Efendi’den boşalan Şah Melek zaviyesine postnişin olmuştur.

En önemli halifesi Hasan Sezai hazretleridir. İbrahim Gülşeni hazretlerinin Mesnevi-i Manevi’sinin başlarına arifene bir şerhi vardır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen La’li Efendi 6 sene şeyhlik yaptıktan sonra Zilhicce 1112 / mayıs 1701 senesinde 110 yaşlarında vefat etmiştir.

Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Dr. Selami Şimşek , Edirne’de Tasavvuf Kültürü , Buhara Yayınları , 2008