Bayezid Bistami (k.s.)

İran – Sahrud Bölgesindeki Bistam kasabası merkezinde , Beyazid Bistami Külliyesi bahçesinde

Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî se’âdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisidir. “Sultân-ül-ârifîn” lakabıyla meşhûrdur. Künyesi, Ebû Yezîd’dir. İsmi Tayfur, babasının adı Îsâ’dır. 160 veya 188 (m. 803)’de İran’da Hazar Denizi kenarında Bistâm’da doğdu. 231 veya 261 (m. 874) senesinde Şabân-ı şerîfin onbeşinci günü Bistâm’da vefât etti. Hanefî mezhebinde idi.

Annesi diyor ki, “Kendisine hâmile iken şüpheli bir şeyi ağzıma alacak olsam, onu geri atıncaya kadar karnıma vururdu.” Üveysî olup, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın vefâtından kırk yıl sonra doğdu. İmâm-ı Ali Rızâ’nın sohbetinden ve bunun bereketiyle İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın rûhâniyetinden istifâde etmiştir. Hazreti Bâyezîd, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın rûhâniyetinden feyz almakla meşhûr olmuştur. Otuz sene Şam civarında bulunup, yüzonüç âlimden ilim öğrenmiştir. Aşk-ı ilâhîde o kadar ileri ve ibâdette o derece yüksekte idi ki, namaz kılarken Allah korkusundan ve İslâmiyete saygısından göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirlerdi. Son derece âlim, fadıl ve edîb idi. Şiirleri meşhûrdur.

Hazreti Bâyezîd, ilim tahsil ettiği üstâdlarından birine olan hürmet ve muhabbetinden dolayı, onun kabrinin yanına defn edilmeyi ve kabrinin, hocasının kabrinden, daha derin yapılmasını, kendi vücûdunun, hocasının vücûdundan aşağıda olmasını vasıyyet etti. Hocalarının en büyüğü, Allahü teâlâya kavuşmak yolunda çok yüksek derecelere kavuşmasına vesîle olan, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleridir. Feyz ve ma’rifeti, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın mübârek rûhâniyetinden, O da, Medîne-i münevverenin yedi büyük âliminden biri olan Kâsım bin Muhammed’den, O da, Selmân-ı Fârisî’den, O da, Eshâb-ı kiramın en yükseği Sıddîk-ı ekber’den (r.anhüm), O da, Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) almıştır.

Çocukken bir gün câmi avlusunda oynarken, oradan geçmekte olan Şakîk-i Belhî ( radıyallahü anh ) kendisini görüp, “Bu çocuk büyüyünce zamanının en büyük velîsi olacak” buyurdu. Küçük yaşta iken, annesi, kendisini mektebe gönderdi. Bâyezîd ( radıyallahü anh ), büyük bir dikkatle derse devam ediyordu. Bir gün Kur’ân-ı kerîm okumak için gittiği mektebde, okuduğu bir âyet-i kerîmenin (Lokman-14) te’sîri ile erkenden eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü suâl edince, şöyle cevab verdi: “Bir âyet-i kerîme gördüm. Allahü teâlâ o âyet-i kerîmede kendisine ve sana hizmet ve itaat etmemi emrediyor. Ya benim için Allahü teâlâya duâ et, sana hizmet ve itaat etmem kolay olsun, veyahut da beni serbest bırak, hep Allahü teâlâya ibâdet ile meşgûl olayım” dedi. Annesi, “Seni Allahü teâlâya emânet ettim. Kendini O’na ver” dedi. Bundan sonra Bâyezîd ( radıyallahü anh ), kendini Allahü teâlâya verdi. Emîrlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi, ama annesinin hizmetini de ihmâl etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabûl edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü teâlânın emri de böyle idi. Soğuk ve dondurucu bir kış gecesi idi. Annesi yattığı yerden oğluna seslenip su istedi. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) hemen fırlayıp su testisini almaya gitti. Fakat testide su kalmamış olduğundan çeşmeye gidip, testiyi doldurdu. Buzlarla kaplı testi, ile annesinin başına geldiğinde, annesinin tekrar dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. O halde bekledi. Nihâyet annesi uyandı ve “Su, su” diye mırıldandı. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) elinde testi bekliyordu. Şiddetli soğuk te’sîri ile eli donmuş parmakları testiye yapışmış idi. Bu hâli gören annesi “Yavrum, testiyi niçin yere koymuyorsun da elinde bekletiyorsun?” dedi. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) “Anneciğim uyandığınız zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum” dedi. Bunun üzerine annesi “Yâ Rabbî! Ben oğlumdan râzıyım. Sen de râzı ol!” diye cân-ü gönülden duâ etti. Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allahü teâlâ ona evliyâlığın çok yüksek mertebelerine kavuşmağı ihsân etti. İstanbul’a geldiği, papazların bir toplantısında bulunduğu ve aralarından yüzlercesinin îmânla şereflenmesine vesîle olduğu rivâyet edilmektedir.

Bayezid Bistami hazretlerinin Menkıbeleri

Nakledildiğine göre Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) hocalarından birinin huzûrunda bulunuyordu. Hocası “Şu rafdaki kitabı getir” dedi. Bâyezîd, “Hangi rafdaki kitabı istiyorsunuz efendim?” dedi. Hocası, “Bunca zamandır buraya gelip gidiyorsun. Dershânede oturduğun yerin üstündeki rafı diyorum” deyince, Hazreti Bâyezîd, “Efendim, mübârek sohbetinizi dinlemekteki dikkat ve edebe riâyetten dolayı, şu âna kadar başımı kaldırıp etrâfa bakmış değilim” diye cevap verdi. Hocası bu söz karşısında “Madem ki durum böyledir. Senin işin tamamdır. Şimdi artık Bistâm’a dönebilirsin ve bizden öğrendiklerini başkalarına öğretebilirsin” buyurdu.

Bir gün kendisine, “Mürşidin kimdir?” diye sordular. O da “Bir kadın” dedi. “Bu nasıl olur?” dediler. Cevâbında şöyle buyurdu: “Bir gün Allahü teâlânın sevgisi ile kendimden geçmiş olarak yolda yürüyordum. Bir kadın gördüm. Elinde bulunan bir çuval unu, taşımam için bana ricada bulundu. Gücüm yetmez diye düşündüm. Orada kafes içinde bulunan bir arslana işâret ettim. Kafes açılıp, arslan geldi. Un çuvalını yükledim. Fakat açıktan kerâmet göstermiş olduğum için de çok korktum ve mahcûb oldum. Kadının beni tanıyıp tanımadığını öğrenmek için, “Pazara varınca kimi gördüm diyeceksin?” dedim. Kadın, “Zâlim Bâyezîd’i gördüm diyeceğim” dedi. Ben hayretle “Neden?” diye sordum. Kadın şöyle cevap verdi: “Allahü teâlâ, bu arslanı yük taşımak için yaratmadığı hâlde, sen niçin yük yükledin? Bu zulüm değil de nedir? Bunu, insanlar sana kerâmet sahibi desinler diye yapmış isen çok fenâ.” Bunun üzerine çok ağlayıp istiğfar ettim. Bundan sonra benden fevkalâde bir hâl meydana gelse, “Lâ ilahe illallah Muhammedün resûlullah, Nûh Neciyullah, İbrâhîm Halîlullah, Mûsâ Kelîmullah, Îsâ Rûhullah; yazısını veya bir nûr görüyorum. Böylece, benden meydana gelen hâllerin doğru olduklarını, Allahü teâlâ tarafından tasdîk olunduğunu anlıyorum.”

Hazreti Bâyezîd-i Bistâmî, Allahü teâlânın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O’ndan başka hiçbir şeyi tanımazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her çağırdığında “Yavrum ismin nedir?” diye sorardı. Bir defasında, o talebe dedi ki, “Efendim. Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla şerefleniyorum. Lâkin her defasında ismimi sormanızın hikmetini anlıyamadım.” Hazreti Bâyezîd-i Bistâmî “Evlâdım, kusura bakma. Her defasında ismini soruyorum. Allahü teâlânın muhabbeti kalbime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki, O’ndan başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat böyle hâl olunca unutuyorum. Sen hiç üzülme” buyurup talebesinin gönlünü aldı.

Birgün yakınları kendisine, “Efendim, filan yerde büyük bir zât var. Fazîlet ve kerâmet sahibi bir velîdir” dediler ve daha başka sözlerle o zâtı çok medh ettiler. Bunun üzerine Hazreti Bâyezîd “Madem öyledir. O halde o büyük zâtı ziyârete gitmemiz lâzım oldu” buyurdular. Talebelerinden ba’zıları ile birlikte tarif edilen zâtın bulunduğu yere geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bildirilen zâtın, mescide gitmekte olduğunu gördü ve kıbleye karşı tükürdüğünü müşâhede etti. Görüşmekten vazgeçip derhal geri döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu: “Dînin hükümlerini yerine getirmekte, sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riâyette zayıf olan birisine, nasıl olur da kerâmet sahibi denilir. Böyle bir kimsenin, Allahü teâlânın evliyâsından olması mümkün değildir.”

Bâyezîd-i Bistâmî’ye ( radıyallahü anh ) “Bu yüksek makamlara nasıl kavuştunuz?” diye sordular. Cevâbında şöyle anlattı: “Bir gece herkesin uyuduğu bir sırada, Bistâm’dan çıktım. Ay her tarafı aydınlatıyordu. Gidiyor iken, aniden karşımda çok heybetli bir makam gördüm. Onsekizbin âlem O’nun heybeti yanında bir zerre gibi kalıyordu. Aklım başımdan gitti. Beni fevkalâde bir hâl kapladı. O halde iken (Yâ Rabbi, bu kadar büyük, bu kadar güzel bir dergâh acaba niçin böyle boş?) dedim. Bir nidâ geldi ki: (Bu dergâhın boşluğu, kimse gelmediği için değil, belki gelenlerin lâyık olmadığı ve uygunsuzluğu sebebiyle gelenleri bizim kabûl etmeyişimizdendir.” Bir an, herkesin bu huzûra kavuşması için şefaatçi olayım diye kalbime geldi. Fakat, bu şefaat makamının Sultân-ül-Enbiyâ Muhammed Mustafâ ( aleyhisselâm ) efendimize mahsûs olduğunu hatırlayıp, benim öyle düşünmemin, bu şefaat makamına karşı edebe riayetsizlik olacağını anlayıp, o düşüncemden vazgeçtim. Bir ses duydum ki (Ey Bâyezîd, Sultân-ül-Enbiyâ’ya olan muhabbetin ve edebe riâyetin sebebiyle, biz de senin edebini ve mertebeni yükseltiyoruz. Kıyâmete kadar (Sultân-ül-ârifîn) diye anılırsın; buyuruyordu.

Sultân-ül-ârifin, Bâyezîd-i Bistâmî’yı ( radıyallahü anh ) bir gece uyku bastırıp, sabah namazına uyanamadı. Namazını kaza edip o kadar ağlayıp inledi ki, bir ses’İşitti. “Ey Bâyezîd, bu günahını affeyledim. Bu pişmanlık ve ağlamana da, ayrıca yetmişbin namaz sevâbı ihsân eyledim” diyordu. Aradan bir kaç ay geçtikten sonra onu, yine uyku bastırdı. Şeytan gelip, Hazreti Bâyezîd’in mübârek ayağından tutarak uyandırdı ve “Kalk namazın geçmek üzeredir” dedi. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) Şeytan’a, “Ey mel’ûn! Sen hiç böyle yapmazdın. Herkesin namazının geçmesini, kazaya kalmasını isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın?” buyurunca; Şeytan şu cevâbı verdi: “Bir kaç ay önce sabah namazını kaçırdığında, pişmanlığın ve üzüntün sebebiyle çok ağlayıp inlediğin için ayrıca yetmişbin namaz sevâbı almıştın. Bu gün, onu düşünerek seni uyandırdım ki, sadece vaktin namazının sevâbına kavuşasın, yetmişbin namaz sevâbına kavuşmayasın.”

Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri şöyle anlatıyor: “Benim zamanımda binlerce velî vardı. Hepsi de ibâdet, riyâzet, keşif ve kerâmet sahibi idi. Fakat asrın kutupluğu, ümmî bir demircinin üzerinde idi. Ben bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler içindeydim. Çoluk çocuğunun nafakası için geceli gündüzlü örs başından ayrılmayan demirciyi görmek istedim. Birgün dükkânına gittim. Selâm verdim. Beni görünce, çocuklar gibi sevindi. Ellerime sarıldı, uzun uzun öptü ve benden duâ rica etti. Henüz keşif âlemine girmemiş olduğu için kendi makamından habersizdi. Benden duâ isteyince dedim ki: “Ben senin ellerinden öpeyim de, sen bana duâ et! Sizin duânıza muhtaç olan benim!” O ise şöyle cevap verdi:
“Benim sana duâ etmemle, içimdeki dert hafiflemez ki!” Bunun üzerine ben de “Derdin nedir? Söyle bir çâre arayalım?” dedim. “Acaba kıyâmet gününde, bunca insanın hâli ne olur? Bunu düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok” dedikten sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Beni de ağlattı. O vakit içimden bir nidâ duydum: “Bunlar nefsim, nefsim diyenlerden değil, ümmetim ümmetim diyenlerdendir.” Hemen içimdeki hayret silindi. Kutupluk makamının bu demirciye niçin verildiğini sezdim. Anladım ki, böyleleri, sevgili Peygamber efendimizin kalbine her an bağlıdır. Onun hakîkatine mazhardır. Demirciye dedim ki:
“İnsanların azâb çekmesinden sana ne?” Demirci de, “Bana mı ne? Benim fıtratımın mayası, şefkat suyuyla yoğurulmuştur. Cehennem ehlinin bütün azâbını bana yükleseler de, onları bağışlasalar, ben se’âdete ererim ve derdimden kurtulurum” dedi.
O, namazda okunmak için, farz miktarından fazla sûre ve âyet bilmiyordu. Bilmediklerini öğrettim. Ben de, kırk yıldır elde edemediğim ma’nevî derecelere yükseldim, içim feyz-i ilâhi ile doldu. O vakit iyice anladım ki, kutupluk sırrı başka bir ma’nâ imiş.”
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, kabristanda çok dolaşırdı. Bir gece yine gezerken, gece bekçisi elindeki sopayla vurdu. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) “La havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm” dedi. Bekçi birkaç kere daha vurunca sopa kırıldı.
Bâyezîd hazretleri eve dönünce talebelerine sopanın fiatanı sordu. O kadar parayı bir keseye koyarak, bir miktar da tatlı ile beraber bir talebesiyle, o bekçiye gönderdi. Bir de mektûb yazarak bekçiye vermesini söyledi. Mektûp şöyle idi:
(Muhterem Bekçi efendi, belki beni hırsız sanarak dövdün. Kabahat bendedir. Gece kabristanda gezmeseydim, dövmezdin. Sopanızın kırılmasına da sebep oldum. Gönderdiğim parayla kendine bir eli sopa al! Sopanın kırılma üzüntüsünün kalbinden gitmesi için de, yolladığım tatlıyı ye! Allahü teâlânın selâmı üzerine olsun.) Genç bekçi mektûbu okuyunca, gelip özür dileyerek tövbe etti. Onunla birlikte birkaç bekçi daha hak yola girdi. Bir gün Yûsuf-i Bahirânî isminde bir zât kendi kendine düşündü ki, “Bâyezîd-i Bistâmî’nin yanına gideyim. Eğer, açıktan bir kerâmet gösterirse velî olduğunu kabûl edeyim. Böylece O’nu imtihan etmiş olayım.” Bu düşünce ile, Hazreti Bâyezîd’in bulunduğu yere geldi. Hazreti Bâyezîd onu görünce buyurdu ki: “Biz kerâmetlerimizi, talebelerimizden Ebû Sa’îd Râî’ye ( radıyallahü anh )’e havale ettik. Sen ona git.” Bu kimse gidip, Ebû Sa’îd Râî’yi sahrada buldu. Kendisi namaz kılıyor, koyunlarına da, kurtlar bekçilik ediyordu. Namaz bitince, gelen kimse kendisinden taze üzüm istedi. Oralarda üzüm bulunmazdı ve zamanı da, değildi. Ebû Sa’îd Râî ( radıyallahü anh ) asasını ikiye bölüp, bir parçasını gelen kimsenin tarafına, diğer kısmını da kendi tarafına dikti. Allahü teâlânın izni ile, hemen o parçalar asma oldu ve taze üzüm verdi. Fakat, Ebû Sa’îd tarafında bulunan üzümler beyaz, gelen kimsenin tarafında bulunan üzümler siyah renkte idi. O kimse, üzümlerin renklerinin farklı olmasının sebebini sordu. Ebû Sa’îd Râî. ( radıyallahü anh ), “Ben Allahü teâlâdan, yakın yolu ile istedim. Sen ise imtihan yolu ile istedin. Dolayısıyle, renkleri de niyetlerimize uygun olarak meydana geldi” buyurdu ve o kimseye bir kilim hediyye edip, kaybetmemesini tenbîh etti. O kimse kilimi alıp, hacca gitti. Fakat, kilimi, Arafat’da kaybetti. Çok aradı ise de bulamadı. Hacdan dönüşünde, Bistâm’a, Bâyezîd hazretlerinin yanına uğradı. Baktı ki kaybettiği kilim, Hazreti Bâyezîd’in önünde duruyor. Bu hâdiselere şâhid olduktan sonra, böyle yüce bir zâttan, kerâmet istediğine çok pişman oldu. Tövbe ve istiğfar edip, Bâyezîd-i Bistâmî’nin talebeleri arasına katıldı.

Bir sene hacca gitmek üzere yola çıktı. Bir devesi vardı. Azığını ve eşyasını o deveye yüklemişti. Birisi kendisine, “Bu kadar uzun yol için, bu kadar yük bu deveye fazla gelmez mi?” dedi. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) “Acaba yükü taşıyan deve midir? dikkat et bakalım, devenin sırtında yük var mı?” dedi. O kimse dikkatle baktığında gördü ki, yük devenin sırtından bir karış yukarıda durmaktadır. O kimse hayretini gizliyemeyip “Sübhânallah! Ne kadar acâib bir iş” deyince, Hazreti Bâyezîd, “Hâlimi sizden gizlesem, bana dil uzatıyorsunuz. Hâlimi size açık açık göstersem hayret ediyorsunuz, takat getiremiyorsunuz. Ben size ne yapayım bilemiyorum?” buyurdu ve yoluna devam etti. Ziyâretleri esnasında kendisine, annesinin hizmetine gitmesi bildirildi. Bistâm’a giden bir kâfile ile hemen yola çıktı. Bistâm’a geldiği duyulunca bütün halk yollara dökülüp, kendisini karşıladılar. Seher vakti evlerine geldi. Annesi abdest almış şöyle duâ ediyordu, “Yâ Rabbî! Benim garîb oğlumu her kötülükten muhafaza buyur. Büyükleri kendisinden hoşnud eyle. Oğluma güzel hâller ve iyilikler ihsân buyur…” Bunun üzerine Bâyezîd ( radıyallahü anh ) kapıyı çalıp izin İstedi. Annesinin “Kim o?” suâline Bâyezîd ( radıyallahü anh ) “Senin garîb oğlun” cevâbını verdi. Annesi koşup kapıyı açtı ve “Senden ayrılık hasretiyle ağlaya ağlaya saçlarıma ak düştü, belim büküldü” dedi.

Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir sene hac dönüşünde Hemedan’a uğrayıp, oradan bir miktar tohum satın aldılar. Bistâm’a gelip, Hemedan’dan aldığı tohum torbasını açınca içinde bir kaç adet de karınca bulunduğunu gördü. Bunları yuvalarından ayırmanın münâsip olmıyacağını düşünüp, tekrar Hemedan’a gitti Tohumu aldığı yere bırakıp, ondan sonra Bistâm’a döndü.

Bir gün yolda yürürken, bir gencin kendisini takip etmekte olduğunu fark edip döndü ve gence, “Niçin beni takip ediyorsun, istediğin nedir?” dedi. Genç, edeble, “Efendim, sizin gibi olmak, yolunuzda bulunmak istiyorum. Lütuf elinizi uzatıp himmet buyurun da ben de kazanayım” dedi. Cevâbında “Benim yaptıklarımı yapmadıkça, benim derimin içine girsen istifâde edemezsin. Bu Allahü teâlânın bir lütfudur” buyurdu.
Hazreti Bâyezid-i Bistâmî’ye bir kimse gelip: “Efendim, ben Taberistan’da idim. Bir zâtın cenâze namazını kılıyorduk. Siz de orada idiniz, cenâze namazından sonra Hızır aleyhisselâmın elinden tuttunuz. Daha sonra sizin havada uçtuğunuzu gördüm” dedi. Bâyezid ( radıyallahü anh ), ona “Doğru söylüyorsun” buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî’ye ( radıyallahü anh ) bir gün bir kimse gelip dedi ki, “Efendim. Ben otuz senedir, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hiç bir ilerleme göremiyorum. Halbuki i’tikâdım da düzgündür.” Bâyezîd ( radıyallahü anh ) “Sen bu hâlde üçyüz sene daha devam etsen bir şeye kavuşamazsın. Çünkü nefs engelin var” buyurdu. O kimse, “Efendim. Bunun hâl çaresi yok mu?” diye sordu. Bâyezid ( radıyallahü anh ): “Var ama sen kabûl etmezsin” buyurdu. O kimse ısrar edip “Aman efendim, lütfen bildiriniz ve beni talebeliğinize kabûl ediniz. Ne emrederseniz yaparım” dedi. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp, adi ve eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni en iyi, tanıyanların bulundukları sokağa git. Çocukları başına topla, (Bana bir tokat vurana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz, veriyorum) de.” O kimse bunları duyunca, “Sübhânallah, Lâ ilahe illallah. Ben bunları yapamayacağım. Bana başka bir şey emretseniz” dedi. Hazreti Bâyezîd, “Senin ilâcın ancak budur ve biz de baştan (Sen bunları kabûl etmezsin) diye söylemiştik. Yolumuzun esası nefsi terbiye etmektir.” buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî’nin mecûsî olan bir komşusu ve süt emme çağında bir de çocuğu vardı. Bu mecûsî sefere çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk ağlıyordu. Hazreti Bâyezîd her gün bir çıra alıp, komşusunun evine götürdü. Mecûsî seferden dönünce durumu haber alıp, kendisinde değişiklikler hissetti Hazreti Bâyezîd’e karşı kalbinde bir sevgi hâsıl olduğu hâlde, “O zâtın aydınlığı varken bizim karanlıkta bulunmamız hiç uygun değildir” dedi ve hemen Bâyezîd-i Bistâmî’nin huzûruna gidip müslüman oldu.

Bir gün sohbetinde bulunanlara, “Kalkınız, Allahü teâlânın velî kullarından birini karşılamaya çıkalım” buyurup, kalktılar. Yola çıktıklarında, İbrâhîm bin Şeybe-i Hirevî ile karşılaştılar. Hazreti Bâyezîd ona, “Hatırıma, seni karşılamak ve Allah katında sana şefaat etmek geldi” buyurdu. O da, “Efendim siz bütün mahlûkâta şefaat etseniz yine fazla sayılmaz” dedi.

Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir gün talebeleriyle giderken delîlerin bulunduğu bir tımarhânenin önünden geçiyorlardı. Talebelerinden birisi, orada, delîlerin tedâvileri için bir şeyler yapmaya çalışan baştabibe yaklaşıp, “Günah hastalığı ile hasta olanlar için bir ilâcınız var mıdır?” diye sordu. Baştabib cevap veremeyip susunca, ayağı zincirle bağlı delîlerden biri, Bâyezîd’in ( radıyallahü anh ) teveccühü ile şöyle dedi: “O derdin ilâcı şöyledir: Tövbe kökünü istiğfar yapr ağıyla karıştırıp, kalb havanına koyarak, tevhîd tokmağıyle iyice dövmeli. Sonra insaf eleğinden eleyip, gözyaşıyle hamur etmeli. Daha sonra aşkullah ateşinde pişirip, muhabbet-i Muhammediyye balından katarak, gece gündüz kanâat kaşığıyla yemelidir.”

Ebû Türâb Nahşebî’nin bir talebesi vardı. Allahü teâlâya olan muhabbetinin çokluğundan dolayı hemen hergün yüzlerce defa kendinden geçip bayılırdı. Bir gün hocası, kendisine “Sen Hazreti Bâyezîd’i görsen daha çok derecelere kavuşurdun” dedi ve o talebe ile beraber Hazreti Bâyezîd’in yanına geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) ile o talebe göz göze geldikleri anda talebe düşüp vefât etti. Bunun üzerin; Ebû Turâb Nahşebî dedi ki: “Yâ Bâyezîd, bu talebe öyle idi ki, Allahü teâlânın aşkı ile kendisinde ba’zı hâller olur, kendisinden geçerdi. Fakat sizi bir defa görmekle düşüp can verdi. Bu nasıl oluyor?” Hazreti Bâyezîd buyurdu ki: “O kişinin hâli doğru idi. Önceden, onun müşâhedesi kendi makamı kadar idi. Beni gördüğü anda, müşâhedesi benim makamım kadar oldu. Lâkin o kimse buna takat getiremeyip, can verdi.”
Bir gece, ba’zı kimseler Hazreti Bâyezîd’in nasıl ibâdet yaptığını, neler söylediğini işitmek için penceresinin altında dinlemeye başladılar. Seher vakti olduğunda bütün kalbiyle “Allah” dedi. Sonra düşüp bayıldı. Bayılmasının sebebi sorulduğunda “Sen kim oluyorsun? Senin haddîne mi düştü ki, ismimi ağzına alıyorsun? şeklinde bir nidâ gelir diye çok korktum da onun için bayılmışım” buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) namaz kılmak için mescide gelince kapıda bir miktar durur ve ağlardı. Sebebini soranlara da, “Câmiyi, vücûdumla kirletmekten korkuyorum. Tövbe edip Allahü teâlâya yalvarıyorum, ondan sonra giriyorum” dedi. Bâyezîd-i Bistâmî’ye ( radıyallahü anh ) sordular ki: “Nefsine verdiğin en hafif ceza nedir?” Cevâbında buyurdu ki: “Bir defasında nefsim, bir itaatsizlikte bulundu. Buna ceza olarak bir yıl boyunca hiç su içmedim.” Bir gün ba’zı kimseler, Bâyezîd’in huzûruna gelip, yağmur yağması için duâ etmesini taleb etmişlerdi. Hazreti Bâyezîd mübârek başını eğip, bir miktar duâ ettikten sonra, “Gidiniz, damlarınızın oluklarını kontrol ediniz” buyurdu. Ondan sonra 24 saat durmadan yağmur yağdı.

Bir defasında Hazreti Bâyezîd’in kalbine şöyle ilham olundu: “Ey Bâyezîd! Hazinelerim, başkaları tarafından yapılan ibâdetlerle ve güzel hizmetlerle doludur. Sen bize öyle bir şeyle gel ki, o bizde olmasın.” Hazreti Bâyezîd, “Yâ Rabbî! Hazinende bulunmayan şey nedir?” Kalbime ilham olundu ki, “Acizlik, zavallılık, çaresizlik, zillet ve ihtiyâç.”

Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir defasında şöyle anlattı: Bizim rûhumuzu, semâlara götürdüler. Cenneti, Cehennemi gösterdiler. Hiçbir şeye bakmadım. Hep Allahü teâlâyı düşünüyordum. Nice makamlardan geçirdiler. Nihâyet ezeliyyet ağacını gördüm. Sonra “Yâ Rabbî! Sana gelebilmem için beni benliğimden kurtar” diye yalvardım. Bana bildirildi ki: “Ey Bâyezîd! Benliğinden kurtulup bana yaklaşman, Sevgili Peygamberime tâbi olmana bağlıdır. Onun ayağının tozunu, gözüne sürme yap. Onun bildirdiği hükümlere uymaya devam et. (Tasavvuf ehli arasında bu menkıbeye Bâyezîd’in mi’râcı” denir.) “Bulunduğunuz şu derecelere nasıl kavuştunuz?” diye kendisine sordular. Cevâbında buyurdu ki: “Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle” buyurdu.

Sâlihlerden bir zât şöyle anlatıyor: “Abdurrahmân bin Yahyâ’ya “Tevekkül nedir?” diye sordum “Elin, bileğine kadar ejderhanın ağzında olsa, Allahü teâlâyı düşünüp, başkasından korkmamandır” buyurdu. Aynı suâli Hazreti Bâyezîd’e de sorayım. Onun da cevâbını alayım düşüncesiyle kapısını çaldım. Kapıyı açmadan ve kim olduğumu sormadan, “Abdurrahmân’ın sözü sana kâfi gelmedi mi?” buyurdu. Kapıyı açmalarını istirhâm ettim. “İyi ama sen ziyâret için değil, suâl sormak için geldin ve kapının arkasında iken cevâbını aldın” buyurdu. Ben dönüp gittim. Bir sene sonra kendisini ziyâret etmek niyyetiyle yanlarına geldim. “Hoş geldin. Şimdi bizi ziyârete gelmişsin” buyurdu. Yanında bir ay kaldım. Bu zaman içinde kalbimden geçenleri bana haber verirdi.”

Bir gün Hazreti Bâyezîd’e “Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?” diye sordular. Cevâbında buyurdu ki: “Biz onlar hakkında bir şey söyliyemeyiz ve onları anlıyamayız. Hâllerini anlamakdan âciziz. Onlar, bizim anlıyabildiğimizden çok daha yüksekdirler. Diğer insanlar, büyük velîleri ne kadar anlıyabilirse, velîler de peygamberleri ancak o kadar tanıyabilirler.”

Bâyezîd ( radıyallahü anh ) yanında bulunanlara, Allahü teâlâ kendilerinden râzı olduğu kimseleri Cennetine koyuyor değil mi?” diye sordu. Onlar “Evet efendim, öyledir” diye cevap verdiler. Bunun üzerine “Bir kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuştuktan sonra, bir andaki duyduğu zevk vesaâdet Cennetteki bin köşkten daha fazladır.” Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir defasında bir imâmın arkasında namaz kıldı. Namazdan sonra, o imâm, Hazreti Bâyezîd’e “Siz bir yerde çalışıp para kazanmıyorsunuz. Başkalarından da bir şey istemiyorsunuz. O halde siz, nafakanızı nereden temin ediyorsunuz?” dedi. Hazreti Bâyezîd bunu duyunca, “Ben hemen namazımı iade edeyim. Zira, rızıkları kimin verdiğini bilmiyen birinin arkasında namaz kılmışım, bu ise caiz değildir” buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir gün, talebeleri ile birlikte, gayet dar bir sokaktan geçiyorlardı. Hazreti Bâyezîd, karşıdan bir köpeğin gelmekte olduğunu gördü ve geri çekilip köpeğe yol verdi. Talebelerinden birinin hatırına şöyle geldi: “İnsanoğlu hayvanlardan şereflidir. Hem bizim üstadımız, Sultân-ül-ârifîndir. Hem de etrâfındakiler onun, her biri çok kıymetli sâdık talebeleridir. Bütün bunlara rağmen, üstadımızın bu köpeğe yol vermesinin hikmeti acaba nedir?” Bunun üzerine Hazreti Bâyezîd buyurdu ki: “Şu köpek, hâl lisânı ile bana dedi ki, “Sana Sultân-ül-ârifîn olmak hil’atini ve bana da köpeklik postunu giydirdiler. Bunun tersi de olabilirdi.” Bunun üzerine ben de ona yol verdim.”

Bir defasında şöyle anlattı: “Bir gece sahrada vaha kenarında hırkamı üzerime örtüp uyumuştum. İhtilâm oldum. Hemen kalkıp gusletmek istedim. Hava çok soğuk olduğu için, nefsim, güneş doğduktan, hava ısındıktan sonra gusletmemi istiyerek gevşek davrandı. Nefsimin bana yaptığını görünce hemen kalkıp, buzu kırdım ve nefsime ceza olarak, hırka ile beraber guslettim. Gusülden sonra da, hırkamı çıkarmadım. Hırka buz bağlamıştı. Sonra “Ey Nefsim! Tenbelliğinin cezası işte budur” dedim.

Hazreti Bâyezîd, “Oniki sene nefsimin ıslahı için çalıştım. Nefsimi riyâzet (nefsin arzularını yapmamak) körüğünde, mücâhede (nefsin istemediği şeyleri yapmak) ateşiyle kızdırdım. Mezemmet (nefsini kınayıp, ayıblamak) örsünde, melâmet (azarlama) çekici ile dövdüm. Böyle uğraşa uğraşa kendi benliğimden bir ayna yapıp beş sene kendimin aynası oldum. Yapabildiğim ibâdet ve tâatlarla bu aynayı cilalayıp parlattım. Bir sene ibret nazarı ile bu aynaya baktım. Neticede bu aynada gördüm ki, belimde, gurûr, riya, ibâdete güvenip amelini beğenmek gibi kalb hastalıklarından meydana gelen bir zünnar bulunuyor. Bu zünnarı kesip atabilmek için beş sene daha uğraştım. Yeniden müslüman oldum” buyurdu.

“Ömrüm boyunca, Allahü teâlâya lâyıkıyla ibâdet edebilmeyi, namazımı lâyıkıyla kılâbilmeyi arzu ettim. Bu arzu ile, belki güzel namaz kılarım diye sabaha kadar namaz kıldım. Fakat kıldığım bütün namazları O’na lâyık olarak bulmuyordum. Nihâyet, Allahü teâlâya şöyle yalvardım: “Yâ Rabbî! Sana lâyık şekilde tam ve kusursuz olarak hiç namaz kılamadım. Kıldığım bütün namazlar hep Bâyezîd’e yakışır şekilde oldu. Beni ve ibâdetlerimi kusurlarımla birlikte kabûl eyle.” “Bir zaman “Artık ben, zamanın en büyük evliyâsıyım” düşüncesi kalbime geldi. Hemen, buna pişman olup gönlüm hüzünle doldu. Şaşkınlık içerisinde Horasan’ın yolunu tuttum. Bir müddet gittikten sonra “Allahü teâlâ beni, kendime getirecek birini bana gönderinceye kadar buradan ayrılmayacağım” diye niyet ettim ve orada üç gün bekledim. Dördüncü gün dişi bir devenin üzerinde bir gözü görmeyen bir kişi geldi. “Nereden geliyorsun?” dedim. “Sen niyet ettiğin zaman üçbin fersah uzakta idim. Oradan geliyorum. Kalbini koru “zamanın en büyüğü benim” gibi düşünceleri hatırına getirme!” dedi ve kayboldu.

“Uzun seneler nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece, Allahü teâlâya yalvardım, ilham olundu ki, “Şu testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur.” Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana bildirildi ki, “Ey Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tane misâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da Allahü teâlâya kavuşmak için yol istiyen kimselere de ki, “Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski bir abayı terk etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle size izin verileceğini mi zannediyorsunuz. Asla izin alamazsınız.” Bâyezîd-i Bistâmı ( radıyallahü anh ) vefât ederken, kendisini sevenlerden Ebû Mûsâ ismindeki zât yanında bulunamamıştı. Fakat o gece rü’yâda “Arşı, başı üzerine alıp taşıyordu.” Bu rü’yâya çok hayret edip, hikmetini anlıyamadı ve bunu Hazreti Bâyezîd’e sormak için yola düştü. Yolda, Hazreti Bâyezîd’in vefât ettiğini haber aldı. Bistâm’a geldiğinde cenâze merasimi için, hesabı mümkün olmayan fevkalâde bir kalabalık gördü. Tabutunu taşımakla şereflenmek için yanaşmaya çalıştı. Fakat yanaşıp da tabutu taşımak mümkün olmuyordu. Diyor ki, “Gördüğüm rü’yâyı, unutmuş vaziyette, Hazreti Bâyezîd’in tabutunu taşımakla şereflenmek istiyordum. Bu mümkün olmayınca tabutu taşıyanlar arasından meşakkatle geçip tabutun altına girdim ve başımı tabuta dayayıp öylece gidiyordum. Birden tabutun içinden bana şöyle hitâb ettiğini duydum. “Ey Ebû Mûsâ! İşte şu bulunduğun hâl akşamki gördüğün rü’yânın tâbiridir.”
Bâyezîd ( radıyallahü anh ) devamlı “Allah! Allah!..” derdi. Vefâtı ânında da yine “Allah!.. Allah!..” diyordu. Bir ara şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Senin için yaptığım bütün ibâdet tâat ve zikirleri hep gaflet ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet hâli devam ediyor. Allahım! Bana huzûr ve zikir hâlini ihsân eyle.” Bundan sonra, zikir ve huzûr hâli içinde rûhunu teslim etti.
Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) vefât ettikten sonra, büyüklerden biri kendisini rü’yâda görüp, “Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi” diye sordu. Buyurdu ki, “Beni toprağa koydukları zaman bir ses duydum ki, “Ey Bâyezîd! Bizim için ne getirdin?” diyordu. “Yâ Râbbî! Sana lâyık hiç bir iyi amel yapamadım. Huzûruna lâyık hiçbir şey getiremedim, ama şirk de getirmedim” dedim.
Hazreti Bâyezîd, vefât ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendisini rü’yâda görüp sordu. “Münker ve Nekir sana nasıl muâmele eyledi?” Cevâbında şöyle buyurdu: “O iki mübârek melek gelip (Rabbin kimdir?) diye sorunca onlara dedim ki: Bunu sormakla sizin maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana O’nu soracağınıza, beni O’na sorun. Eğer O, beni, kulu olarak kabûl ederse ne a’lâ. Maazallah O, beni kulu olarak kabûl etmezse, ben, yüz defa (O, benim Rabbimdir) desem ne faydası olur?)”
Hazreti Bâyezîd-i Bistâmî vefât ettikten onra, O’nun sâdık talebelerinden olan bir hanımefendi şöyle anlattı: “Kâ’be-i muazzamayı tavaf ettikten sonra bir saat kadar tefekkür ettim. Bu sırada uykum geldi ve birazcık uyudum. Rü’yâmda beni göğe çıkardılar. Allahü teâlânın izni ve lütfu ile, arş-ı a’lânın altını gördüm. Çok güzel kokusu vardı. Nûrdan yazılmış bir yazı gördüm (Bâyezîd Veliyyullah) yazılı idi ve yazının eni ve boyu da görünmüyordu.”
Velîler taifesinin efendisi Cüneyd-i Bağdadî ( radıyallahü anh ) buyuruyor ki: “Velîler arasında Bâyezîd-i Bistâmî’nin yeri Melekler arasında Cebrâil’in (aleyhisselâm) yeri gibidir.”
Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin tasavvufta derecesi çok yüksek idi. Tasavvuf ilminde sekr hâli (ilâhi aşk ile kendinden geçmiş iken) denilen bir hâlin kendisini kapladığı bir an, içinde bulunduğu durumu, müşâhede ettikleri şeyleri anlatmak için “Sübhânî” demiştir. Bu sözü ba’zı kimseler anlıyamamış, Bâyezîd hazretlerinin şânına uygun olmayan sözler sarf etmişlerdir. Halbuki bu sözü büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretleri birinci cild 43. mektûbunda şöyle açıklamaktadır: “Hallâc-ı Mensûr’un “Enelhak” ve Bâyezîd-i Bistâmî’nin (Sübhânî) sözünü tevhîd-i şühûdî bilmemiz lâzımdır. Bu sûretle dîne uygun olurlar. Bu büyükler o hâl içinde, Allahü teâlâdan başka, hiçbirşey göremeyince, bu sözleri söylemiş, Allahü teâlâdan başka birşey yoktur demek istemişlerdir. “Sübhânî” sözü Hak teâlâyı tenzihtir. Kendini tenzih değildir. Çünkü kendi varlığını bilmemektedir. Birşeye hüküm veremez.”
Böyle hâllerle ilgili olarak Hindistanda yetişmiş büyük İslâm âlimi Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, (Merec-ül-Bahreyn) adlı kitabında diyor ki: “Tasavvuf büyükleri, İslâmiyete uymayan sözleri söylerken, çok kızan ve çok sevinen insan gibidirler. Kızmak ve sevinmek, insanın aklını örter, ihtiyârını giderir, ilâhî aşk ile kendinden geçmiş ba’zı tasavvuf erbâbı da böyle şuursuz konuşmuşlardır. Bu hâllerinde onlar ma’zûrdurlar. Yalnız böyle sözlerine uymak caiz değildir buyurmaktadır. Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbâtının üçüncü cild 121. mektûbunda: “Esrârı ortaya dökmek olan böyle sözler, herkesin anladığı ma’nâ ile söylenmiş değildirler” buyurmaktadır.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri bu söz için, “Allahü teâlânın büyüklüğünü, hiç kusurlu olmadığını en iyi şekilde bildirmektedir” dedi. Tenzihin tenzihidir, buyurdu.
Görülüyor ki, bu sözü ile İslâmiyete uygun olan bir şeyi anlatmak istemiştir. Sekr hâlinde olduğundan başka kelime bulamamış, ince bilgilerini, herkesin anlıyamayacağı kelimelerle bildirmiştir.

Bayezid Bistami hazretlerinin Sözleri

“Dilini, Allahü teâlânın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesaba çek. İlme yapış ve edebi muhafaza et. Hak ve hukuka riâyet et ibâdetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhamet sahibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma.
“Otuz sene mücâhede eyledim, ilimden ve ilme uymakdan daha zor bir şey bulamadım.” “Gözlerini harama bakmaktan ve başkalarının ayıplarını görmekten koru.”
“Bir gece karanlığında odamda otururken ayaklarımı uzatmıştım. Hemen bir ses duydum. Sultanla oturan edebini gözetmelidir diyordu. Hemen toparlandım.”
“Ey Allahım! Ey kusurlardan uzak olan sonsuz kudret sahibi Rabbim. Sen ne dilersen yaparsın. Benim vücûdumu öyle büyült, öyle büyült ki Cehennemi ağzına kadar doldursun. Böylece başka kullarına yer kalmasın. Onların yerine ben yanayım.” (Hazreti Ebû Bekir de ( radıyallahü anh ) böyle duâ ederlerdi.)
“Siz havada uçan birisini gördüğünüz zaman hemen o kimsenin fazîletli, kerâmet sahibi birisi olduğuna hüküm yermeyin. Hatâ edebilirsiniz. O kimsenin hakîkaten fazîlet ve kerâmet sahibi olduğunu anlamak için, İslâmiyetin emirlerine uymaktaki hassasiyetine, Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklanması ve sünnet-i seniyyeye uymasına, hakîkî İslâm âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakın. Bunlar tam ise, o kimse fazîlet ve kerâmet sahibidir. Bunlara uymakta en ufak bir gevşeklik ve zayıflık bulunursa, o kimse için fazîlet ve kerâmet sahibidir demek mümkün olmaz.”
“(Yâ Rabbî! Sana kavuşmak nasıl mümkün olur?) diye duâ ettim. Bir nidâ geldi, (Nefsini üç talakla boşa) diyordu.”
“Bu kadar zahmet ve meşakkatlere katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın, bütün işlerin evvelinde lâzım olduğunu anladım.”
“Günahlara bir defa, tâatlere ise bin defa tövbe etmek lâzımdır. Ya’nî yaptığı ibâdet ve tâatlere bakıp kendini beğenmek, o ibâdeti hiç yapmamak günahından bin kat daha fenâdır.”
“İnsana zararı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Anladım ki, bu gaflettir. Gafletin insana yaptığı zararı Cehennem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî! Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütuf ve keremin ile bu duâyı kabûl eyle.”
“Bütün âlemin yerine beni Cehennemde yaksalar ve ben de sabretsem, Allahü teâlâya muhabbeti da’vâ edinmiş birisi olarak yine bir şey yapmış olmam. Allahü teâlâ da benim ve bütün âlemin günahını affetse rahmetinden ve ihsânından bir şey eksilmiş olmaz.”
“Bir kimsenin, Allahü teâlâya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti, kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzu gibi üç hasletin bulunmasıdır.”
“Allahü teâlânın ni’metleri, her an herkese gelmektedir. O halde her zaman ona şükretmek lâzımdır.”
Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir gece, talebelerinden bir kısmı ile bir yere misâfir oldular. Ev sahibi evin aydınlanması için bir kandil yaktı. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) yanında bulunanlara, “Bu kandilde bir garîblik görüyorum. Yanıyor ama ışık vermiyor. Hikmeti nedir?” diye sordu. Ev sahibi, “Efendim. Biz bu kandili bir gece yakmak için komşumuzdan emânet’ olarak almıştık. Bu akşam ikinci gece yakıyoruz” deyince, Hazreti Bâyezîd, kandili söndürdü ve hemen kandili sahibine götürüp teslim edin. Arzu ederseniz, bir gece daha yakmak için izin isteyin” buyurdu. Ev sahibi kandili alıp komşusuna götürdü. Olanları anlattı ve tekrar izin alıp geri getirdi. Eve gelince kandili yaktılar ve oda aydınlandı. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki, “İşte şimdi ışığını görüyorum.”
Hazreti Bâyezîd-i Bistâmî bir gün yanlışlıkla bir karıncayı öldürdü. Haberi olunca, çok pişman olup üzüldü, ölü karıncayı avucuna alıp, şefkat, merhamet ve hüzün ile ve kırık kalbi ile karıncaya üfürünce, Allahü teâlânın izni ile karınca canlanıp yürümeye başladı.
Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir gün çamurlu bir sokakta yürürken ayağı kaydı, düşmemek için duvara tutundu. Sonra araştırıp duvarın sahibini buldu. “Sokakta yürürken ayağım kaydı. Sizin duvarınıza tutundum. Belki de duvarınızdan bir toprak yere dökülmüştür. Hakkınızı helâl etmenizi istirhâm ediyorum” dedi. Meğer o kimse mecûsî imiş, “Sizin dîniniz bu kadar ince ve hassas mıdır?” dedi. Hazreti Bâyezîd “Evet” deyince, o kimse hakkını helâl etti ve müslüman oldu. Bunun üzerine o mecûsînin evindekiler de müslüman oldu.

Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Horasan Evliyaları

Hacı Hasip Yardımcı (k.s.)

Kabr-i Şerifi Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğindedir.Şehitliğin kapısından girince 200 m dosdoğru yürüyoruz sol tarafta tabelada ismini göreceğiz. Abdulaziz Bekkine hazretlerinin hemen yanında

Abdullah Hasib (Yardımcı) Efendi, 1280/1863 senesinde Serez’de doğmuştur. Babası “muavin” namı ile bilinen Halis Efendi’nin oğlu Ali Efendi olup Serez’de Câmi-i Atik imamı, aynı zamanda Serez Rüşdiyesi’nde öğretmen ve müdür muavini idi. Ali Efendi Cidde’de medfundur.

Hasib Efendi, orta tahsilini Serez Rüşdiyesi’nde tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek eğitimini Çarşamba’da Mahmud Ağa Medresesi’nde sürdürür. Burada on sene kaldıktan sonra 1310/1893 yılında Tokatlı Hacı Şakir Efendi’den müderrislik icazeti alır. Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhanevî hazretleri de bu icazet merasiminde hazır bulunmuştur. Bu arada Sandıklılı Hasan Hamdi Efendi hazretlerine intisab etmişlerdir.
Tashîh-i Hurûf’u Fatih’in meşhur Baş İmam’ı Filibeli Arap Hoca’dan tahsil etmiş olup bu hususta yaptığı çalışmalar halen erbabı tarafından bilinmekte ve kaynak gösterilmektedir.

Hâmil-i Kur’ân olmanın gereği olarak kabul ettiği kıraat ilmine ait icazeti o zamanın Reîsü’l-Kurrâ’sı olan Hacı Nuri Efendi’den almıştır. Meslek-i dîniyenin seçkinleri arasında yer almasına ve birinci derecede ehliyet sahibi olmasına rağmen herhalde nâm ve şöhretten endişe duydukları için mensubu bulundukları mesleğin en mütevazî bölümü olan imamlık hizmetini tercih etmiştir. Serez’e dönüp daha önce babasının imamlık yaptığı Cami-i Atik’de görev almıştır. Orada Buhârî dersleri okutmuş, pek çok talebe ve hafız yetiştirmiştir.

Hat sanatıyla da uğraşan Hasib Efendi’nin meşhur hatları da bulunmaktadır. 1924 senesinde tekrar İstanbul’a dönerek Eyüp Sultan semtine yerleşir. Bu arada Abdülaziz (Bekkine) Efendi ve Mehmed Zahid Efendi ile tanışır. Daha sonra onların feyiz aldıkları mürşidleri Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’ye intisab ederek derslerine devam etmeye başlar. Abdülaziz Efendi hazretleri Hasib Efendi’yi dergaha getirip tanıtınca Mustafa Feyzi Efendi;
“İşte şimdi güzel elyaflı bir kereste getirdin.” diyerek iltifat etmişlerdir.

Hasib Efendi (ks.), Mustafa Feyzi Efendi’nin derslerini takip etmek için Eyüp Sultan semtindeki evlerinden, o günkü ismi Bâb-ı Alî olan bugünkü İstanbul Valiliği’nin hemen yanıbaşında bulunan Fatma Sultan Camii’ne kadar her sabah yaya olarak gelirlermiş. Bir müddet sonra aynı camide vazife alıp caminin meşrutasına yerleşmişlerdir. Fatma Sultan Camii’ndeki bu vazifesinin ardından Şehzadebaşı Damat İbrahim Paşa Camii’nde imam-hatiplik yapmıştır. Bu arada Mahmutpaşa semtinde bir ev alarak oraya taşınmıştır. Son zamanlarında Kapalıçarşı Camii hatibi olarak görev yapmışlardır.

Hasib Efendi’nin dört hanımından onyedi çocuğu olmuş, bunlardan yalnızca biri yaşamıştır. Ömründe dört defa hacca giden Hacı Hasib Efendi, uzunca boylu, beyaz sakallı, nur yüzlü, çok yumuşak ve hilim sahibi, mübarek bir kimse idiler. Zahirî ilimlerde üstat olduğu gibi mânevî ilimlerde de zamanının yüksek bir şahsiyetidir. Kendisinden sonra Gümüşhaneli Dergâhı’nda postnişîn olan Aziz Efendi, Hasib Efendi’nin vefatının ardından yaptırdığı Hatm-ı Hâcegânlarda onun için “Kutbü’l-Aktâb” sözünü zikrederlermiş. Hasib Efendi’nin evinde her hafta pazartesiyi salıya bağlayan gece Hatm-ı Hâce yapılırmış. Fakat sabahlara kadar sürmezmiş. Sünnete riayette titizlik gösteren Hocaefendi, yatsıdan sonra uzun oturmaları hoş görmezlermiş.

Kırk yıl -oruç tutulması haram olan günler hariç- hergün oruç tuttuktan sonra şöyle demişlerdir: “Artık ihtiyarladık da Savm-ı Dâvûd’a çevirdik.” Hasib Efendi, Bayezid Camii’nde, uzun süre, çarşamba günleri öğle namazından sonra Râmûzü’l-ehâdîs sohbetleri yapmıştır. Kendi mahallî şîvesi ile yaptıkları konuşmalar dinleyiciler üzerinde derin tesirler uyandırmıştır. Hasib Efendi mûnis yaratılışlı, rikkat dolu bir kalbe sahiptir. Peygamber Efendimiz’e karşı büyük bir muhabbeti vardır. Ondan bahsedilince bile gözyaşlarını tutamazlarmış. Âyetler okunurken ağlarlarmış. Bununla beraber dinî meselelerde çok sert ve titizlermiş.

Sevenlerinden biri birgün faiz konusunda kaçamak aramaya çalışıyormuş. “Şöyle olsa nasıl olur, böyle olmaz mı?” derken Hocaefendi hazretleri cevaben “Olur, olur be yahu, ama haram olur.” buyurmuşlardır. Hasib Efendi’nin gönüllere ve rüyalara tasarrufları vardır. Açık kerametleri sevenleri tarafından anlatılmaktadır. O yıllarda öğrenci olan bir bağlısı şöyle anlatıyor:
“İmtihanımın yaklaştığı bir zaman evlerine gittim. Yanlarına oturdum. İçimden, ‘Hocaefendi bir sorsa da dua etmesini istesem.’ diye geçirdim. O sırada birşeyler anlatıyordu. Sözünü yarıda kesip nerede okuduğumu, ikmalim olup olmadığını sordu. ‘Bir ikmalim var.’ dedim. ‘İnşaallah geçersin ben bazen dua ederim, sınıflarını geçerler. O benden değil Allah’tandır Allah’tan.’ dedi ve ağladı.”

Bir akşam Hasib Efendi, bir kumaş tüccarı ile birlikte yürümekte iken karşılarına elinde şişesi ile bir sarhoş çıkar. Körkütük sallana-sallana gelir, içki şişesini Hasib Efendi’ye doğru uzatır ve der ki: “Söyle hoca, bunun içinde Allah var mı?” Hasib Efendi cevap verir: “A be kuzucağızım, sen onu nerde ararsan ordadır.” Bu olaydan bir süre sonra aynı sarhoş Hasib Efendi’nin vazife gördüğü Kapalıçarşı Camii cemaatinden olmuştur.

Hasib Efendi hazretleri şöyle derlermiş: “Hidayet kalbe inen bir nurdur, rahmettir. O rahmet, suyun çorak bir toprağı yumuşatması gibi kalbi yumuşatır. Kalp doğru söze açılır ve o doğru sözü hemen kapar. Tıpkı yumuşamış bir toprağın, tohumu kapıp da yeşermesi gibi…” Hasib Efendi (ks.), son zamanlarında prostat ameliyatı olmuşlardı. Hasta yatıyorlardı ve ızdırapları dayanılmız şekilde ağırdı. Son sözleri “Yâ Rabbi! Al emanetini, artık etrafımı rahatsız eder haldeyim.” olmuş ve ruhunu teslim etmiştir.

Âhirete göçmesi 86 yaşlarında iken 15 Mayıs 1949 senesinde geceleyin vuku bulmuş, Edirnekapı Sakızağacı Kabristanı’na defnedilmiştir. Halvette iken kendisinin Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem aşkıyla söylediği na’t-ı şeriflerinden bir bölümü şöyledir:
Bana evvelce gösterdin senin ol gül cemâlini,
Kulağıma işittirdin dahi şirin mekâlini,
Sonunda perdeyi çektin esirgedin visâlini,
Hasib’in maksadı ancak teşerrüftür cemâlinle,
Senin dîdârına geldi, şefaat Yâ Resûlallah
Giderse cennete ahbâb-ı yarânım,
Beni nâra sokarsa cürm-ü isyânım,
Dökülür yaşlarım hâke, çıkar eflâke efgânım,
Hasib’in başlıca arzusu Cemâlullâh’ı görmektir.
Sana yalvarmağa geldi, şefaat Yâ Resûlallah.
Bir gün Aziz Efendi, Hasib Efendi’ye bir sohbet meclisinde sorar:
“Hocam, bir şeyh vefat etse, mürid üzerindeki tasarrufu azalır mı veya kalkar mı?” Hasib Efendi şöyle cevap verir: “Yok, yok kalkmaz! Bilakis derler ki şeyhin vefatı ile dervişler üzerindeki tasarrufu kınından çıkmış kılıç gibi daha da keskinleşir.”

Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede

Mustafa Feyzi Efendi (ks.), 1267/1851 senesinde Tekirdağ’ın Kılıçlar Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Babası çiftçilikle meşgul olan Emrullah Ağa’dır.1

İlim tahsiline memleketinde başlayan Mustafa Feyzi Efendi, 1869 senesinde 18 yaşlarında iken İstanbul’a gelir. Bayezid Camii dersiâmlarından olan ağabeyi Tekirdağlı Mehmed Tahir Efendi’nin ders halkasına katılır. 1882 senesinde 32 yaşlarında iken tahsilini tamamlayarak ulûm-ı aliyyeden icazetnâme alır. Aynı yıl içinde yapılan “rüûs” imtihanında ehliyetini isbat ederek ders verebilecek duruma gelir. Bundan bir sene sonra ders vekili sıfatıyla Bayezid Camii’nde ders vermeye başlar. On beş sene sonra 1898’de de talebelerine ilk icazetini vermeye muvaffak olur.

Tekirdağlı Mustafa Feyzi hazretlerinin Silsile-i Şerifi

1887 senesinde kendisine “ibtidâ-i hâric” rütbesi ile beraber İstanbul müderresliği vazifesi verilir. 1907 senesinde “Mûsıla-i Sahn” rütbesiyle Şehzadebaşı İsmail Paşa Medresesi müderrisliğine tayin edilir. Ardından 4. Osmânî ve 4. Mecidî nişanı ile taltif edilerek 1910 senesinde Huzur dersleri muhataplığına getirilir. En son huzur dersinin yapıldığı 1919 senesine kadar bu vazifesine devam etmiştir.

Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerine intisab eden Mustafa Feyzi Efendi (ks.) onun önde gelen halifelerinden olmuştur. Dağıstanlı Ömer Ziyâüddîn Efendi’nin 1920 senesinde âhirete göçmesinden sonra Gümüşhâneli Dergâhı postnişîni olarak irşad vazifesine başlamış, 1922 senesinde tekke ve zâviyelerin kapatılmasına kadar bu vazifeyi sürdürmüştür. Yeni Cami’de bir müddet Hadis dersleri okutan Mustafa Feyzi Efendi’nin ömründe 24 defa halvete girdiği halifelerinden Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh tarafından ifade edilmektedir.

Mustafa Feyzi Efendi, Gümüşhânevî hazretlerinin dördüncü halifesi olarak beş sene kadar vazife yapmış, pek çok talebe ve 10’a yakın irşad selahiyetli âlim yetiştirmiştir. Her sene bir kere hatim etmek üzere Râmûzu’l-ehâdîs okutmuştur. Son halvetinde talebelerinden Serezli Hasib Efendi, Kazanlı Abdülaziz (Bekkine) Efendi ve Bursalı Mehmed Zahid Efendi’ye hilafet vermiştir. Aynı silsile, sırasıyla bu zâtlar tarafından devam ettirilerek günümüze kadar intikal ettirilmiştir.

Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi orta boylu, dolgunca, ak sakallı, nur yüzlü, yuvarlak çehreli idi. Devamlı oruç tutar, çok namaz kılar, zikrederlerdi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde bir derya olup tevazuu ve güzel ahlâkı ile tebârüz etmişti.
Erzurum’lu İbrahim Hakkı hazretlerinin:
Tasavvuf; kimseye âr olmamaktır.
Tasavvuf; gül olup hâr olmamaktır.
Tasavvuf; yok olup vâr olmamaktır.
Bunu her kim anlarsa bürhân ondadır.
sözlerini sık sık tekrarlayan Mustafa Feyzi Efendi, 23 Muharrem 1345/1 Ağustos 1926 senesinde 75 yaşlarında iken dâr-ı bekâya irtihal eylemişlerdir. Kabri Süleymaniye Camii haziresinde tekke arkadaşlarının yanındadır. Mezar taşı kitâbesinde şunlar yazılıdır:

Tekfurdâğî Mustafa Feyzi
Gümüşhaneli’den almıştı feyzi,
Postnişîn-i sâbık-ı Dergâhında
İrciî hitâbı erişti nâ-gâh
İcâbetine evvelce olmuştu âgâh
Kabrini ziyaret eyleyen ihvân
Ruhuna fâtiha kılsınlar ihsân.

Mustafa Feyzi Efendi’nin zikir halkası esnasında Niyâzî-i Mısrî’ye ait şu ilâhiyi söyledikleri halifelerinden Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh tarafından bildirilmektedir.
Ey derde derman isteyen!
Yetmez mi derd dermân sana
Ey râhat-ı cân isteyen!
Kurban olandır cân sana.

Yağma edersin varlığın,
Gider gönülden darlığın
Mahv eyle sen ağyarlığın,
Yar olısar mihmân sana.

Sermâye bu yolda hemân,
Teslîm olur, buna inan,
Sıdk ile ALLAH’a dayan,
Etmez mi gör ihsân sana.

Tevhîde tapşur özünü,
Kimseye açma râzını.
Şeyh izine tut yüzünü,
Şeyhin yeter burhân sana.

Yalnız kişi yol alamaz,
Maksûdunu tez bulamaz.
Bekle ma’ârif kapısın,
Yüz göstere irfân sana.

Dünyâ ile ukbâyı ko.
Ulâ ile uhrâyı ko.
Var o kuru sevdâyı ko,
Matlab yeter Sübhân sana.

Candan özge kıl yârını,
Ver cânı bu dîdârını,
Yok eyle kendi vârını,
Ki vâr ola cânân sana.

Çürüklerin hep sağ olur,
Zehrin kamu bal-yağ olur.
Dağlar meyvalı bağ olur,
Cümle cihân bostân sana.

Güçdür katı Hakk’ın yolu,
Dergâhı hem gâyet ulu.
Sıdk ile olmazsan kulu,
Etmez yolu âsân sana.

Kulluğa bel bağlar isen,
Şâm u seher ağlar isen.
Sular gibi çağlar isen,
Tez bulunur ummân sana.

Bülbül oluben ötegör,
Gül gibi açıl tütegör,
Aşk oduna can atagör,
Gülzâr olur nîran sana.

Yüzün Niyâzî eyle hâk,
Derdiyle bağrın eyle çâk.
Kalbin sarayın eyle pâk,
Şâyed gele Sultan sana.

Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin 1926 senesinde vefatının üzerinden otuz sene gibi uzun bir süre geçtikten sonra vuku bulan ibret dolu bir hadiseyi Mehmed Zahid Kotku hazretleri şöyle anlatıyor:
“İşte sana bu âlim-i âhiret olan kimselerden gördüğüm bir canlı hâdiseyi anlatırken umarım ki yerlerin yiyemediği bu alim kimseleri de öğrenmiş oluruz: İstanbul yollarının genişletildiği ve türbelerin etrafları açıldığı bir devirde bizim rahmetlik Hocamız Tekfurdağlı, Bayezid Cami-i Şerifi müderrisi ve Gümüşhâneli Dergâhı post-nişîni Hacı Mustafa Feyzi Efendi hazretleri de Kânûnî Sultan Süleyman Câmi-i Şerifi’nin kıblesinde ve Kânûnî Sultan Süleyman’ın türbesinin yanında dış tarafında sekiz-on kadar kabir vardı ki rahmetli Menderes bunların da kaldırılıp yanındaki boşluğa gömülmelerini istemiş ve bu suretle nakl-i kubûr yapılmak üzere bizim de o merasimde murakıp olarak bulunmamızı istemişler. Biz de orada bulunduk. Mezarlar açıldı. İçinden çıkarılan kemikler hazırlanmış torbalara konarak hazırlanan mezarlarına naklediliyordu. Sıra bizim üstadımız Şeyh Hacı Mustafa Feyzi Efendi’nin merazına geldi. Mezar, zeminden hemen bir metre yüksek olduğundan bazı taşlar kopmuş ve mezarın içerisi gözükmekte idi. Nihayet nezar açıldığı zaman- definden zannedersem otuz sene kadar bir zaman geçmiş olduğu halde rahmetlik Şeyh Hacı Mustafa Feyzi Efendi’nin henüz sakalının bile bir kılı değişmemiş. Bütün bir cesedin sanki henüz yeni gömülmüş olduğunu hem biz hem bütün hâzirûn, büyük bir cemaat kalabalığı tarafından görülmüş. Toprağın demek hakiki alimleri yiyemediği hakikaten müşahedemiz olmuştur. Rahmetullahi rahmeten vâsiâ.”

Ömer Ziyaüddin Dağıstani (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede

Ömer Ziyâüddin Efendi, Dağıstan’da Çerkay’a bağlı Miatlı Köyü’nde 1266/1849 senesinde doğmuştur. Babası, zamanın ulemâsından Müderris Abdullah Efendi, Avar Türkleri’ndendir. Ömer Ziyâüddin Efendi, uzunca boylu, beyaz yüzlü, ak sakallı, vakur ve son derece cömert idi. Arapça, Farsça ve Rusça’dan başka Türk lehçeleri uzmanı idi.

İlk tahsiline babasından ders görerek başlar. Gençlikk yıllarına geldiğinde Ruslarla Şeyh Şamil arasında 1825’lerden beri devam eden mücadelelere iştirak eder. Şeyh Şamil’in oğlu Gazi Mehmed Paşa’nın maiyetinde Kafkas Cephesi’nde Ruslar’a karşı yıllarca at üstünde savaşır. O sıralar yirmi yaşlarındadır. Mücadele sona erince Dağıstan grubu Osmanlı Devleti’ne hicret eder. Böylece Ömer Ziyâüddin Efendi de İstanbul’a yerleşir. Burada Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerine intisap eder. Aynı yıl şeyhülislâmlığa takdim ettiği Tecvîd-i Umûmî isimli eseriyle, Taşra ruûsuna nail olur.

Ömer Ziyaüddin Dağıstani  hazretlerinin Silsile-i Şerifi

Ömer Ziyâüddin Efendi’nin asıl adı Ömer’dir. Gümüşhânevî hazretleri kendisini, “Sana Ziyâüddin adını veriyorum, isminle muammer ol.” diyerek taltif etmiştir. Yine şeyhinin kendisine “Hâfız Ömer” diye hitap etmesi üzerine gece-gündüz demeden kendi kendine çalışarak altı ayda hıfzını tamamlamıştır. Kur’an’ı hıfzettiği gibi 200 bin hadîsi de râvî zinciriyle beraber ezberlemiştir. Daha çocukken hadis hıfzının isbatı için kendini hafızlar cemiyetine mümeyyiz seçtirmiştir.

Bunlara devam ederken bir ara “ben başka tarikata geçsem” diye düşünür. Galata Mevlevîhânesi’ne gider. Ayinleri seyrederken bir ara kendinden geçer. Birisi cübbesinin ensesinden tutar, kubbeye doğru çıkartır, oradan aşağı bırakır. O arada Ömer Ziyâüddin Efendi “Allah” diye haykırır. Ter içindedir. Tekkeye gelip şeyhinin elini öpmek ister, şeyhi Gümüşhânevî hazretleri ise gülerek; “O kadar yüksekten düşersen tabi bağırırsın.” der. Kendisini kaldıranın kim olduğunu anlayan Ömer Ziyâüddin Efendi şeyhinin ellerine kapanmış, dört elle tekkeye sarılmıştır. Gerek çalışması, gerekse hafızasının kuvvetiyle kısa zamanda terakki ederek icazet almıştır.

Tahsilini tamamlayıp icazet aldıktan sonra Aralık 1878’de Edirne ikinci Ordu Alay Müftülüğü’ne tayin edilir. Eylül 1892 tarihine kadar 14 sene bu vazifeyi îfâ eder. Haziran 1893-Mayıs 1901 seneleri arasında Malkara kadılığı vazifesinde bulunur. 1903’de Kudüs mevleviyetine, ertesi yıl Malkara kadılığına tayin olunur.

“Şeriatte icrâ-ı adâlet eden kişi devletten para almaz.” diyerek kadılık maaşını cebine koymadan talebelerine dağıtır. Ömer Ziyâeddin Efendi Malkara’da iken son eşi Hafize Hanım’la evlenmiş ve kendisinden sekiz çocuğu olmuştur. İlk üç hanımından doğan çocukları yaşamamıştır. Malkara’da bulunduğu süre içinde her sene hatimle teravih namazı kıldırmıştır. Altı saatte tam bir hatimle teravihi bitirir ve eve geldiklerinde sahur olurmuş. Ömrünün son demlerinde bile Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona Fatiha gibi okuyabildikleri bildirilmektedir. Malkara kadılığı vazifesinde iki yıl kaldıktan sonra 1906 senesinde İstanbul’a yerleşir. 1908’de saltanat ve hilafeti savunan Hadîs-i Erbaîn fî Hukûki’s-selâtîn adlı eserini neşreder.

1909 senesinde 31 Mart Vakasına karıştığı, İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti ve Derviş Vahdetî ile ilgisi olduğu iddiasıyla Divân-ı Harb-i Örfî tarafından müebbet kalebentliğe mahkum edilir. Cezası bir süre sonra sürgüne çevrilerek Medine’ye gönderilir ve orada yedi ay kalır. Bu arada Mısır Hidiv’i Abbas Hilmi Paşa rüyasında Peygamber Efendimiz’i görür. Kendisine, “Medîne-i Münevvere’de bulunan Hâfız Ömer’i himayene al, getir.” diye ismiyle belirterek söyler. Üç gece üstüste aynı rüyayı görür. Nihayet maiyetiyle yola çıkar. Medîne-i Münevvere’ye vasıl olur. Ömer Ziyâüddin Efendi’yi yanına alır. Mısır’a gelirler. Abbas Hilmi Paşa kendisine, “Peygamber’in emaneti!” der, büyük hürmet gösterir.

Ömer Ziyâüddîn Efendi böylece Müntezeh sarayına yerleşir. Abbas Hilmi Paşa’nın saray hocalığını ve imamlığını yapar. Burada yaklaşık 10 yıl kalır. Bu sırada Birinci Dünya Savaşı devam etmektedir. Bir ara Mısır’da İngilizler tarafından hapse atılır. 14 Nisan 1912’de çıkan umumî af üzerine şeyhülislâmlığa müracaat ederek devrin şeyhülislâmından vazife talep etmiştir. Hilâfeti savunan kırk hadîs-i şerîfin yer aldığı Hadîs-i Erbaîn fî Hukûki’s-salâtîn isimli eseri yüzünden bu isteği geri çevrilmiştir. Uzun süren mücadeleleri sonunda nihayet hakkı teslim edilerek önce 5 Ağustos 1919’da Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi hilâfiyat (tartışma ve münakaşa yoluyla karşı fikri çürütme) sonra da yine aynı medresenin Hadis dersi müderrisliğine tayin edilmiştir (27 Ekim 1920).

Ömer Ziyâüddin Efendi, 1919 senesinde Gümüşhâneli Dergâhı şeyhlerinden İsmail Necati Efendi’nin vefatı üzerine Gümüşhânevî’nin üçüncü halifesi olarak postnişin olmuş, irşat görevini üstlenmiştir. Bu arada Râmûzü’l-ehâdîs adlı hadis kitabını da okutmaya devam etmiştir. Sultan Vahidüddin’in bizzat gelip yaptığı şeyhülislâmlık teklifini “İşgal altında bulunan bir memlekette fetvâ makâmı işgal edilmez.” diyerek kabul etmemiştir.

30 Kasım 1920 senesinde 18 Rebiülevvel Perşembe günü 73 yaşlarında iken Gümüşhâneli Dergâhı’nda âhirete irtihal etmiştir. Kabri Süleymaniye Camii Hazîresi’ndedir. Ömer Ziyâüddin Efendi’nin Türkçe, Arapça ve Dağıstan dillerinde pek çok eseri bulunmaktadır. Lezgi dili ile yazılmış (Çerkezce) Mevlîd-i Şerîf’i 1.000 beyitliktir. Dağıstan yöresinde Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i gibi meşhur olmuştur. Şairlik tarafı baskın olan Ömer Ziyâüddin Efendi’nin Şeyh Şamil’in kabilesinin dili ile yazılmış Kısâs-ı Enbiyâ adlı manzum eseri, Dağıstan’da, Mevlid, Mi’rac ve Mu’cizât isimli eserleri de Edirne’de basılmıştır. Fetevâ-yı Ömeriyye bi-Tarikati’l-Aliyye adlı eseri tercüme edilerek Seha Neşriyat tarafından neşredilmiştir.

Diğer eserleri şunlardır:
Sünenü akvâli’n-bebeviyye mine’l-ehâdîsi’l-Buhâriyye,
Zübdetü’l-Buhârî,
Es’ile ve ecvibe fî ilmi’l-hadîs,
et-Teshîlâtü’l-atire fi’l-kıraati’l-aşere,
Metnü Akâid Tercemesi
Adâbu’l-Kur’ân,
Mevhibe-i Bârî Terceme-i Buhârî,
Mu’cizât-ı Nebeviyye,
Zübdetü’l-Buhârî Tercemesi,
Zevâidü’z-Zebidî,
Mir’ât-ı Kanûn-i Esâsî.

Hadis, siyer, fıkıh, tecvid ve kıraat gibi ilimlerde eser vermiş, fıkhî ve tasavvufî eserleri ile tanınan Ömer Ziyâüddîn-i Dağıstani (ks.), son devrin ilim ile tarikati, tasavvuf ile fıkhı bir arada yürüten muhaddis ve mutasavvıflarından, aynı zamanda hadis hâfızlarından biridir. Şöhret ve nüfûzunun, geniş bölgelerde yayılmasından dolayı eserleri çeşitli yörelerde neşredilmiş, dağıtımı yapılmıştır. İstanbul, Dağıstan, Mısır, Trabzon ve Edirne’nin çeşitli matbaalarında basılıp dağıtılan eserleri, Mısır’dan Dağıstan’a, Edirne’den Trabzon’a kadar, geniş bir kesime feyiz kaynağı olmuştur.

Mehmed Zahid Kotku (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede

Adı Mehmed Zahid, soyadı Kotku idi. Kendisinin naklettiğine göre babası ona: “Oğlum Mehemmed!” diye hitap edermiş. Soyadının “mütevâzi” mânasına geldiği nüfus cüzdanının başına not edilmiş idi. Tevellüdü 1315 Hicrî-Kamerî (Rûmî 1313, Milâdî 1897) yılında, Bursa şehrinde, kale içinde Türkmenzâde çıkmazındaki baba evinde vâki olmuştur.

Ailesi
Baba ve annesi Kafkasya’dan 1297’de göç eden müslümanlardandır. Dedeleri Kafkasya’da Şirvan’a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha’dandır ki burası dağ eteğinde, ipekçilikle meşhur, ahalisi müslüman, hâlen Azerî Türkçesi konuşulan bir yerdir. Babası İbrahim Efendi Bursa’ya 16 yaşlarında iken gelmiş, Hamzabey Medresesi’nde tahsil görmüş, muhtelif yerlerde imamlık yapmış, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sülalesinden bir Seyyid’dir. 1929’larda 76 yaşlarında iken Bursa ovasındaki İzvat köyünde vefat etmiş ve oraya defnolunmuş, ehl-i tarîk bir kimsedir.

Annesi Sabire Hanım, Mehmed Zahid Efendi üç yaşlarında iken vefat etmiş, Pınarbaşı kabristanına gömülmüştür. Bu anne ve babadan doğma ağabeyi Ahmed Şakir (1308-1335) subaylık yapmış, Kudüs’te Çanakkale’de bulunmuş, siperlerde hastalanmış ve 28 yaşlarında iken vefat edip Söğütlüçeşme’ye defnolunmuştur. Aynı anneden bir küçük kardeşi daha olmuşsa da çok yaşamamış birkaç aylık iken vefat etmiştir. Babasının ikinci evliliği yine Dağıstan muhacirlerinden, Fatma Hanım’la olmuştur. Ondan doğma üç kız kardeşi vardır. Bunlardan Pakize Hanım’ın efendisi de, Bursa Ulu Camii imamlarından ve İsmail Hakkı Tekkesi şeyhlerinden merhum Ahmed Efendi kuddise sırruh’dur.

Tahsili, Askerliği
Mehmed Zahid Efendi rahmetullâhi aleyh ilk mektebi Oruç Bey İbtidâîsi’nde okudu. Maksem’deki idâdîye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebi’ne girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşlarında askere celb olundu. 14 Nisan 1332’de asker oldu, senelerce askerlik yaptı, çok tehlikeli günler geçirdi, hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye’den çekilmesinden sonra, binbir güçlükle İstanbul’a döndü. 10 Temmuz 1335’de Cuma gününden itibaren de 25 K. 30 şubede yazıcı olarak vazifeye devam etti. Kendi hatıra defteri kayıtlarından 1338 Martlarında henüz bu vazifede olduğu görülüyor.

Tasavvufî Yetişmesi ve Dinî Hizmetleri
İstanbul’da bulunduğu esnada çeşitli dinî toplantılara, derslere, camilerdeki vaazlara devam etti. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendi’yi çok sevdiği anlaşılıyor. Bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma günü, namazı Ayasofya Camii’nde edadan sonra Vilayet önünde bulunan Fatma Sultan Camii yanındaki Gümüşhâneli Tekkesi’ne giderek Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi’ye intisap eyledi. Günden güne ahvalini terakki ettirdi. Bu zât-ı şerîfin, 18 Kasım 1337 Cuma günü vefatından sonra postnişîn-i irşâd olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin yanında tahsîl-i kemâlâta devam etmiş, müteaddit defalar halvete girmiş, 27 yaşlarında hilâfetnâmeyi aldıktan sonra ondan Râmuzü’l-ehâdîs, Hizb-i A’zam ve Delâilü’l-hayrât icâzetnâmelerini de almış, Bayezit, Fatih ve Ayasofya camii ve medreselerinde derslere devam etmiş, bu esnada hafızlığını da tamamlamıştır. Bu aralarda hocasının işareti üzere muhtelif kasaba ve köylerde dinî hizmet îfâ etmiştir.

Tekkelerin kapatılmasından sonra Bursa’ya dönmüş, evlenmiş, 1929’da vefat eden babasının yerine Bursa ovasındaki İzvat Köyü’nde 15-16 sene kadar imamlık ettikten sonra Üftade Cami-i şerîfi’nin imam-hatipliğine tayin edilerek şehirde hisar içindeki baba evine yerleşti. Burada 1945-46’dan 1952’ye kadar hizmet eyledi. 1952 Aralığında Gümüşhaneli Dergâhı postnişini ve eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine’nin vefatı üzerine, İstanbul’a naklolarak Fatih’te bulvara nazır Ümmügülsüm Mescidi’nde vazife gördü. 1.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Cami-i şerîfi’ne nakloldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı.

Mehmet Zahid Kotku Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi

Vefatı
Mehmed Zahid Efendi rahmetullâhi aleyh, ömrünün son yıllarında rahatsız idi; ayakta gezmesine rağmen şiddetli ağrılarından muzdaripti. 1979 yazında uzun zaman kalmak üzere gittiği Hicaz’dan, ağır hasta olarak 1980 Şubatı’nda dönmek zorunda kalmıştı. 7 Mart 1980’de ameliyata girdi ve midesinin üçte ikisi alındı.

Ameliyattan sonra tedricen düzeldi, hatta 1980 Ramazanı’nda hiç aksatmadan oruç tuttu. Hatimle teravih kıldı, vaaz etti, yazın Balıkesir Ilıca’ya, Çanakkale Ayvacık sahiline ağrıyan ayakları için götürüldü, hac mevsimi gelince de Hicaz’a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsızlığı nüksetmiş ve ağrılar tekrar başlamıştı. Haccı güçlükle îfâdan sonra, 6 Kasım 1980’de çok ağır hasta olarak İstanbul’a döndü. Tam bir hafta sonra 5 Muharrem 1401 / 13 Kasım 1980’de (5 Muharrem 1401), Perşembe günü öğleye yakın, dualar, Yâsînler, tesbih ve gözyaşları ile uyur gibi bir halde iken âhirete irtihal eyledi.

Cenaze namazı 14 Kasım 1980 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii’nde muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafîr tarafından kılınarak, mübarek vücudu, Kânûnî Süleyman Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstatlarının yanındaki istirahatgâhına defnolundu.Bu esnada Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih ve çevrelerinde trafik durmuş, Süleymaniye’nin içi ve avlusu kâmilen dolduğu gibi, cemaat sokaklara taşarak Esnaf Hastanesi’nin yanına kadar uzanmıştı. Vefatını duyanlar içinde Anadolu’nun en uzak şehirlerinden olduğu

kadar Avrupa’dan gelenler de vardı. Uzakta bulunan muhiblerinden çoğu da vaktinde haber alamama yüzünden cenazesine yetişememişlerdi.
Vefatı İslâm âleminde de büyük üzüntüye yol açmış, Suudi Arabistan’da, Kâbe’de, Kuveyt’te ve daha başka şehirlerde gıyabında cenaze namazı kılınıp dualar edilmiş, ajanslar bu elim vefat haberini yayınlamışlardı. Vefat tarihi olan 13 Kasım 1980 tarihli takvim yapraklarında tevâfukan çok mânidar ibareler yer alıyordu. Mesela bunların birindeki şu parça ne kadar şâyân-ı taaccübdür:*

Arkamdan Ağlama
Öldüğüm gün tabutum yürüyünce
Bende bu dünya derdi var sanma.
Bana ağlama, “yazık, yazık!”, “vah, vah!” deme
Şeytanın tuzağına düşersen “vah vah”ın sırası o zamandır.
Yazık yazık asıl o zaman denir.
Cenazemi gördüğün zaman “elfirak, elfirak!” deme,
Benim buluşmam asıl o zamandır.
Beni mezara koyunca “elvedâ” demeye kalkışma!
Mezar cennet topluluğunun perdesidir.
Mezar hapis görünür amma,
Aslında canın hapisten kurtuluşudur.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batma görünür amma
Aslında o doğmadır, parlamadır.
Yere hangi tohum ekildi de yetişmedi?
Neden insan tohumu için
Bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?
Hangi kova suya salındı da dolu olarak çekilmedi?
Can Yusuf’un kuyuya düşünce niye ağlarsın?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç!
Çünkü artık hay-huy’un,
Mekânsızlık âleminin boşluğundadır.

Ahlâk ve Şemâili
Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına tanımadığına selam verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânalı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.

Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telaffuzu kullanır, karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânalı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu. Özel hayatında ev halkına karşı müşfik ve latifeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez, telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi.

Fevkalâde mütevazi idi. Kerâmetleri zahir ve şöhreti âlemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvanı arasında lâlettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemalini büyük bir maharetle gizlerdi. Kendi üstatlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.

Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu. Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı. Dostlarına vefası emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara her türlü yardımı esirgemezdi.

Çok açık elli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile memnun eder, ziyaretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmaya çalışırdı. Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en ücra, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.

Allahu Teâlâ ve Tekaddes hazretleri derecâtını ulyâ eyleyip, biz âciz ü nâçizleri de füyûzât ve şefaatından feyzyâb u nasibdâr buyursun… Âmîn, bi-hürmeti seyyidi’l-mürselîn sallallahu aleyhi ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahüm bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn, ve’l-hamdü lillahi rabbi’l-âlemîn.

Halil Necâtioğlu

Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede

Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerinin yetiştirdiği, daha hayattayken yerine vekil bırakarak irşat selahiyeti verdiği Gümüşhâneli Dergâhı şeyhlerinden Hasan Hilmi Efendi, Kastamonu’nun Azdavay Kasabası’nda 1240/1824 senesinde doğar.

Müridân arasında daha çok “Kastamonî” nisbesiyle tanınan Hasan Hilmi Efendi’nin babası, Abdullah adında ümmî fakat velî bir zâttır. Kendisinden nakledildiğine göre bir cuma günü babası aniden rahatsızlanır, çocuklarına; “Beni hemen guslettirin. Bugün Rabbim’e icabet edeceğim. O’nun huzuruna tertemiz çıkmak isterim.” deyince arzusu yerine getirilir. Cuma namazını eda ettikten sonra da dostlarını evine davet ederek helalleşip vedalaştıktan sonra ruhunu teslim eder.

Hasan Hilmi Efendi, orta boylu, nur yüzlü, ak sakallı, buğday benizli, çekme burunlu, açık kaşlı, ela gözlü idi. Başında Nakşî tâcı, beyaz sarık, sırtında boylu entari ve hırka bulunurdu. Hz. Ebu Bekir yaratılışlı, ismi ile müsemmâ hilim sahibi, takvâ örneği bir zât idi. İlk tahsiline Kastamonu’da başlar. Memleketinin ileri gelen alimlerinden kıraat, sarf ve nahiv ilimleri tahsil eder.

18 yaşlarına geldiğinde tahsilini tamamlamak üzere babası tarafından İstanbul’a gönderilir. İstanbul’da Mahmudpaşa Medresesi’ne yerleşir. Burada Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleri ile tanışır. 50 yılı aşkın bir süre devam edecek olan beraberlikleri böylece başlar. Mahmudpaşa Medresesi’nde Nevşehirli Büyük Hazım Efendi’nin derslerine devam eder. Tefsir, Fıkıh, Hadis, Hikmet gibi ilimlerde tahsilini tamamlayarak icazet alır.

Hasan Hilmi Efendi terkedilmiş, ıssız ve ibadete kapalı bulunan Fatmasultan Camii müezzinliğine gönüllü olarak talip olur. Camiyi kısa sürede ihyâ ederek günün beş vaktinde açık hale getirdiği için bu caminin baş müezzinliğine tayin edilir. Fatmasultan Camii’ndeki bu vazifesi icabı Mahmudpaşa Medresesi’nden ayrılır. Buna rağmen başından beri büyük bir saygı ve hürmetle bağlı olduğu Gümüşhânevî’yi sık sık ziyaret eder.

Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî (ks.) bu aralar İstanbul’a gelmiş ve Gümüşhânevî hazretleri ona intisap etmiştir. Hasan Hilmi Efendi de uzun süredir bu yola intisap etme arzusu içindedir. Bu düşüncesini dostu, sırdaşı Gümüşhânevî’ye açar. Gümüşhânevî hazretleri ise şeyhi Ervâdî hazretlerinin müsaadesiyle sohbet şeyhi ittihaz ettiği, Ervâdî gibi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin İstanbul halifelerinden olan, Abdülfettah el-Ukarî hazretlerine intisap etmesi yolunda tavsiyede bulunur.
Süleymaniye camii ve haziresi

Hazirede olanlar ;

1- Mehmed Zahid Kotku (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
2- Kanuni Sultan Süleyman han (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
3- Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
4- Tekirdağlı Mustafa Fevzi efendi (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
5- Dağıstanlı Ömer Ziyaeddin Efendi (k.s.) -Süleymaniye camii haziresi[/toggle]

Hasan Hilmi Efendi, Gümüşhânevî’nin de delaletiyle Abdülfettah el-Ukarî hazretlerine intisap eder. Şeyhinin vefatına kadar, ona candan bir teslimiyetle bağlı kalır. Bu arada Gümüşhânevî ile birlikte Ervâdî’nin Ayasofya Camii’ndeki hadis derslerine devam eder. Hasan Hilmi Efendi, ilk şeyhinin 1864 senesinde âhirete irtihalinden sonra, Ervâdî’den hilafet alan Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî’ye intisap eder. Onun hadis derslerine devam ederek ilmî icazet alır. Hemen ardından seyr u sülûkünü tamamlayarak hilâfet alır. Daha şeyhi hayattayken irşat makamında vekili ve baş halifesi olur.

Hasan Hilmi Efendi, 1863 senesinde şeyhi Gümüşhânevî ile beraber hac farizasını eda eder. Şeyhinin ikinci hac seyahatı dönüşünde üç sene Mısır ve Tanta’da ikamet ettiği sürede Gümüşhâneli Dergâhı’nda ona vekalet eder. Şeyhi İstanbul’a döndüktün sonra, kendisini İzmit-Adapazarı bölgesinin irşadı maksadıyla Geyve’ye gönderir. Hasan Hilmi Efendi burada inşa ettirdiği medrese ve tekkede hem hadis okutmuş hem de tarikat neşrine çalışmıştır.

Gümüşhânevî hazretleri, zayıflığı ve ihtiyarlığı sebebiyle dergâhın faaliyetlerini yürütemeyecek hale gelince müridi ve baş halifesi Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’yi Geyve’den İstanbul’a çağırarak tekkeyi ona teslim etmiş, müridlerine de ona bağlanmalarını söylemiştir. Bundan sonra, Gümüşhânevî hazretleri, dünyasını değiştirene kadar yalnızca cuma sohbetlerini ve Hatm-i Hâce zikirlerini icrâ ettirmiştir. Âhirete irtihal ettiği sene ise bu vazifeler de dahil olmak üzere tekkenin bütün mesuliyetlerini Hasan Hilmi Efendi’ye bırakmıştır.

1893 senesinde şeyhinin vefatından sonra 18 yıl fiilen Gümüşhâneli Dergâhı’nda irşat vazifesi gören Hasan Hilmi Efendi de, şeyhi gibi hadis ilmi ile iştigali esas almış, tekkenin el kitabı mesabesinde olan Râmûzü’l-ehâdîs’i senede iki defa hatmetmeyi itiyat edinmiştir.

Muhammed Zâhid el-Kevserî başta olmak üzere Ezineli Mehmed Hulusi Efendi gibi yüzlerce talebesine maddî ilimler yanında irfan, edep, ahlâk ve ruh terbiyesi vermiş, bundan başka 56 halife yetiştirmiştir. Amasyalı Eyüb Sabri, Kâtip Mustafa Fevzi, Bolvadinli Yörükzâde Ahmed Fevzi, Kayserili Ali Rıza, Geyveli Yusuf Bahri bunlar arasında sayılabilir.

1896 senesinde yerine Safranbolulu İsmail Necati Efendi’yi vekil bırakarak hacca giden Hasan Hilmi hazretleri, Gümüşhânevî’nin Medine’deki müridlerinden Hafız Ahmed Ziyâüddin Efendi’ye misafir olmuş ve 18 gün Ravza-i Peygamberî’de halvet ederek mücavir kalmıştır. Son zamanlarına doğru irşat hizmetlerini yürütemeyecek duruma gelince, yerine Gümüşhânevî hazretlerinin halifelerinden Safranbolulu İsmail Necati Efendi’yi vekil ve halife tayin etmiştir. Hastalanıp yatağa düştüğü ve hiçbir şey yiyip içmediği bir gün, gözlerini hafifçe açarak, müridlerine yazdığı vasiyetini ihtiva eden kağıdı verdikten sonra;

“Aslında benim, Rahmet-i Rahmân’a kavuşma vaktim çoktan geldi. Fakat sizler benim için dua ettikçe rahatsız oluyorum. Bu ruh artık Rabb-ı Mecîdi’ne kavuşmak ister. Ne olur dua etmeyi bırakın.” diye söylemiş, sonunda da derinden bir “Allah” diyerek ruhunu teslim etmiştir.

10 Şubat 1911 Perşembe günü saat 07.15’de ruhunu teslim eden Hasan Hilmi Efendi’nin kabri Süleymaniye Camii Haziresinde bulunmaktadır.

Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde. Kanuni sultan Süleyman Han’ın Türbe-i şerifinin hemen önünde

“Beynelmilel şöhrete sahip, nâdirü’l-emsâl, meşhur bir İslâm alimi, gerçek bir âbid ve zâhid, cihâd-ı ekberi ve cihâd-ı küffârı bihakkın eda etmiş örnek bir mücahid, turuk-ı aliyyemiz silsilelerinde kendi adına özel bir şube teşkil edecek kadar ileri mertebede bir şeyhler şeyhi, aşkın en yüksek tasavvufî makam olduğuna dair bir eser yazmış olmasına rağmen, şöhret ve şatafata kapılmamış, ilm-i zâhiri ve ilm-i bâtını, tasavvufu, tarikati ve şeriati beraber götürmüş, ehl-i sahh ve ehl-i temkinden, çok ciddi ve çok vakur bir ârif-i kâmil; yüzden fazla kâmil mürebbî ve halife yetiştirmiş bir mürşid-i kâmil ve mükemmil, nice nice hadis, kelam, fıkıh ve tasavvuf eseri yazmış çok velud bir müellif; muhaddis, mütekellim, fakih, kutbu’l-aktâb, gavsü’l-vâsılîn” Ahmed b. Mustafa b. Abdurrahman el-Gümüşhânevî 1228/1813 senesinde Gümüşhane’nin Emirler Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir.

Ondokuzuncu yüzyıl gibi Osmanlı Devleti’nin çalkantılı, buhranlı bir devrinde yaşamış olan Gümüşhânevî hazretleri; tarikat anlayışı, tekkesi, irşat hususiyeti, bir milyondan fazla müridi, padişahlar nezdindeki nüfuzu, tasavvuf, fıkıh ve hadise dair eserleri ve dünyanın çeşitli bölgelerine gönderdiği 116 halifesiyle günümüzde de halen canlılığını muhafaza eden bir tesir ve şöhrete sahiptir.

YETİŞMESİ

Gümüşhânevî hazretlerinin çocukluğundan beri ilim tahsiline ayrı bir merak ve kaabiliyeti vardır. Beş yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i hatmeder, sekiz yaşına geldiğinde iseKasâid, Delâil-i Hayrât ve Hizb-i A’zâm adlı eserleri hatmedip icazet alır.

On yaşlarına geldiğinde ailesiyle birlikte Trabzon’a göç eder. Ağabeyinin askere gitmesiyle yalnız kalan babasına işyerinde yardım etmektedir ama bir taraftan da o yörenin alimlerinden sarf, nahiv ve fıkıh dersleri almaya başlar. Hem ilim tahsili hem ticari işler altında ezilmesinden endişe eden babası, ağabeyi askerden gelince onu İstanbul’a Dârü’l-Ulûm’a göndermeye söz verir. O da bunun sevinciyle bir taraftan derslerine devam eder; hıfzını tamamlar, bir taraftan da eli ile ördüğü para keselerini satarak ileride ihtiyacı olacak parayı biriktirmeye başlar.

Düşündüğü, hayal ettiği ve en çok arzuladığı şey ise mâsivâdan soyutladığı bedenini yalnızca ilim tahsiline hasretmektir.

İLİM TAHSİLİ

18 yaşlarına geldiğinde ticari alış-veriş için amcasıyla İstanbul’a gelir. Babasının verilmiş bir sözü vardır, ağabeyi de askerden dönmüştür. Bunları göz önünde bulunduran genç Ahmed, gerekli malzemeleri satın alıp amcasına teslim ettikten sonra Trabzon’a onunla dönmeyeceğini, ilim tahsili için artık İstanbul’da kalmaya karar verdiğini uygun bir dille anlatır. İhtiyaçları için biriktirdiği bir miktar parayı da, kendisine hiç pay ayırmadan babasına gönderir.

“Yardımcı ve dost olarak Allah bana yeter.” diyerek İstanbul’da hiç bir tanıdığı, yanında da tek kuruş parası olmadığı halde Rabbi’ne tam bir teslimiyet ve tevekkül duygusu içinde Bayezid Medresesi’nde yapayalnız kalır. Burada bir velînin mânevî murakabesinde Hikmet, Ahbâr, Tasavvuf ve Fen gibi aklî-naklî ilimleri tahsil eder. Bu zâtın vefatının ardından Mahmudpaşa Medresesi’nde bir hücreye yerleşerek kendisini ilme verir.

Çocukluğundan beri hep Şeyh Salim, Şeyh Ömer el-Bağdâdî, Şeyh Ali el-Vefâî ve Şeyh Ali gibi şeyhlerin dizi dibinde olan Gümüşhânevî (ks.), mânevî bir olgunluk içerisindedir. Bir gece Süleymaniye Camii ile ilgili dehşetli ama bazı mânevî müjdelere de işaret eden bir rüya görür. Bu rüya Süleymaniye menşeli Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin (ks.) yine Süleymaniye menşeli Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî’yi O’nun irşadı ile görevlendirmesi ve nihayet kendi türbesinin de Süleymaniye Cami-i Şerîfi avlusunda bulunmasıyla geniş tabirini bulmaktadır. Mahmudpaşa Medresesi’nde Sultan Abdülaziz, Abdülmecid ve II. Abdülhamid’in hocası Abdullah el-Mekkî el-Erzincânî’nin halifesi ve daha sonra kendisine intisap eden Şehri Hafız Muhammed Emir el-İstanbulî ile Erzincanlı Nakşî Şeyhi Kürd Hoca namıyla bilinen Abdurrahman el-Harpûtî’den ders okumuştur. Bu hocaların rahle-i tedrisinde gerekli ilimleri tahsil ederek İstanbul’daki 13 yıllık tahsil hayatı sonunda 1844’de icazet almıştır.

Şer’î ve zâhirî ilimleri, padişah ve saray hocalarının ders halkasında tamamlayan, icazet almadan önce ardadaşlarına ders verebilecek kadar başarılı olan Gümüşhânevî hazretleri, icazet aldıktan sonra Bayezid ve Mahmudpaşa medreselerinde müderrisliğe başlar. Bir yandan geceli gündüzlü 30 yıl sürecek olan ilmî eserler tertip ve telîfine çalışırken bir yandan da gittikçe ders halkasını genişletir.

TASAVVUFA İNTİSABI

Gümüşhânevî hazretleri, şer’î ilimlerde zirvede iken, bâtınını teslim edip gönül bağlayabileceği, kâmil bir mürşit arayışı içine girmiştir. Bu sıralarda, 1845’de İstanbul’a gelip yerleşen ve Üsküdar Alacaminare Tekkesi’nde tarikat neşrine çalışan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin İstanbul halifelerinden Abdülfettah el-Ukarî (v. 1281/1864) ile bir sohbet meclisinde tanışır. Kendisine intisap etmek isteyen Gümüşhânevî’nin bu arzusunu ileride gelecek olan bir zâtın buna izinli olduğunu söyleyerek kabul etmez.

Nihayet bir gün Abdülfettah Efendi’nin bulunduğu tekkede kendisi için önceden tayin edilmiş ve yalnızca kendisinin mânevî irşadıyla görevli olarak İstanbul’a gönderilmiş bulunan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin bir başka halifesi Trablusşam Müftüsü diye anılan Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî ile karşılaşır ve ona intisap eder. Onun mânevî murakabesi altında seyr u sülûkünü tamamlar.

İki yıl aralıkla iki defa halvete giren Gümüşhânevî, ikinci halveti müteakip 1848’de şeyhi Ervâdî’den Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye, Şâzeliyye, Desûkiyye, Halvetiyye, Müceddidiyye, Mazhariyye, Rifâiyye, Hâlidiyye tarikatlerinden hilâfet-i tâmme ile icazet alır. Bu ledün ilmi alış verişi 16 yıl sürer. Kendileri artık mânevî ilimlerin de bir zirvesi olmuştur.

Pek çok meşayihin mânevî bir işaretle varlığını öğrendikleri mürşitlerini arayıp bulmak için diyar diyar gezdikleri ve uzun yolculuklar yaptıkları bilinir. Gümüşhânevî hazretlerinde ise tamamen farklı bir durum sözkonusudur. Şems-i Tebrîzî’nin Mevlânâ’yı arayıp bulmasında olduğu gibi Ervâdî’nin de Şam’dan İstanbul’a kadar gelerek Gümüşhânevî’yi irşat etmesi onun ileride Hâlidiyye Tarîkati içindeki yerinin önemine ve değerine işaret etmektedir.

Ervâdî hazretleri, 1858 senesinde Şam’da bu dünyadan ayrılır. Şeyhinin tavsiyesi üzerine Gümüşhânevî, onun vefatı ardından Abdülfettah Efendi’yi sohbet şeyhi ittihaz eder. Bu bağlılığını kendisi Cağaloğlu’nda, Ukarî hazretleri de Üsküdar’da olduğu halde haftada bir defa karşılıklı ziyeretlerle devam ettirir. Gümüşhânevî, Hâlidî âdâbına riayet ederek, bu zâtın vefatına kadar müstakil hareket etmekten sakınmış ve böylece Mevlânâ Hâlid’in İstanbul halifelerinde bulunmasını istediği en kıdemli halifeye uygun hareket etme esasına riayet etmiştir.

1864’de Abdülfettah Efendi’nin âhirete göçmesine kadar tarikat neşrinden daha çok ilmî çalışmalarda bulunmuş, kitap çalışmalarının tamamını bu tarihe kadar tamamlamıştır.

1864’de başladığı haftalık sohbetlerde Râmûzü’l-ehâdîs’in şerhedilmesi ve yorumlandırılması ile Levâmiu’l-ukûl adlı eserini meydana getirmiştir. 16 yıl müridlerine Nakşibendiyye ve Hâlidiyye usûlü zikir tâlim etmiş ve Hatm-i Hâce zikri icra eylemiştir.

Bu dönemden sonra artık irşat faaliyetlerine de hız vermiş, pek çok talebe yetiştirmiştir.

Onun bu ilmî seviyeye gelmesinde etkili olan hocalarından Şehri Hafız Muhammed Emin el-İstanbulî ilk önce Abdullah-ı Mekkî hazretlerinden hilafet aldığı halde daha sonradan Ervâdî hazretlerinden Hâlidî Tarikati üzere irşat icazeti alan talebesi Gümüşhânevî’ye intisap etmiştir. Hocalarından bir diğeri de belirtildiği gibi Kürt Hoca diye meşhur olan Abdurrahman el-Harpûtî’dir.

SEYAHATLERİ VE EVLİLİĞİ
Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleri, ömründe iki defa hacca gitti. Birinci yolculuğunda İskenderiye ve Mısır’a uğradı. Buradaki enbiyâ ve evliyâ kabirlerini ziyaret etti. Bir buçuk ay süren bu ziyaretinde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin sohbetiyle şereflenenlerden Küçük Âşık Efendi ile sohbette bulundu. İlk haccından sonra 63 yaşında iken Şeyhülharem-i Nebevî Mehmed Emin Paşa’nın kızı Havva Seher Hanım’la evlendi. Hanımı kendisinden 18 sene sonra bu dünyadan ayrıldı.

İkinci hac yolculuğuna ailesiyle beraber çıkmış, Mekke ve Medine’de pek çok kişi ile görüşmüştür. Bunlardan bazılarına hadis okutmuş, bazılarına da tarikat telkininde bulunmuştur. Hac dönüşünde Mısır’a uğramış ve burada üç yıldan fazla kalmıştır. Bu süre zarfında Tanta, Kahire, Nâsıriyye, Câmiu’l-Ezher ve Seyyidinâ Hüseyin câmilerindeRâmûz okutmuş, beş kişiye de tarikat hilâfeti vermiştir.

VEFATI
Gümüşhânevî hazretleri, 7 Zilkâde 1311/13 Mayıs 1893 senesinde sabahleyin saat on sularında ansızın gözünü açıp “Hepsini isterim yâ Kibriyâ’!” diyerek dâr-ı bekâya irtihal eylemiştir. Kabri, Süleymaniye Camii avlusunda Kânûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin kıble tarafındadır. Yanlarındaki kabirde zevceleri Havva Seher Hanım yatmaktadır.

Hace Muhammed Baba Semmasi (k.s.)

Özbekistan – Buhara ‘ya 32 km uzaklıkta bulunan Ramiten’e bağlı Decha bölgesinde

Muhammed Baba Semmasi hazretleri, Hace Ali Ramiteni hazretlerinin yetiştirdiği büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin on üçüncüsüdür. Buhara’ya bağlı Semmas köyünde doğdu.

Tasavvuf ilmini büyük âlim Ali Ramiteni hazretlerinden öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek dereceye ulaştı. Hocası, kendisinden sonra yerine, Muhammed Baba Semmasi’yi vekil bıraktı. Diğer talebelerine de, ona tâbi olmalarını vasiyet etti.

Hocasının vefatından sonra onun yerine geçen Muhammed Baba Semmasi, çok talebe yetiştirdi ve içlerinden bir kısmını tasavvufta yüksek makamlara kavuşturdu.

Bu talebelerinin başında, kendisinden sonra yerine geçen ve ilim deryasında sedef olan Seyyid Emir Gilal hazretleri gelmektedir. Bir talebesi de, Behaeddin-i Buhari hazretleridir. Henüz o doğmadan önce, hocası Muhammed Baba Semmasi onun doğduğu yerden geçerken; “Bu yerden büyük bir zatın kokusu geliyor. Pek yakında burası, Kasr-ı ârifân [arifler sarayı] olur” buyurdu.

Bir gün yine oradan geçiyordu. “Şimdi o güzel koku daha çok geliyor. Ümit ederim ki, o büyük zat dünyaya gelmiştir” buyurdu. Böyle buyurduğu zaman, Behaeddin-i Buhari hazretleri doğalı üç gün olmuştu. Dedesi, çocuğun göğsünün üzerine hediye koyup, Muhammed Baba Semmasi’ye getirince; “Bu bizim oğlumuzdur. Biz bunu kabul eyledik” buyurup, talebelerine de; “Kokusunu aldığım işte bu çocuktur. Zamanının rehberi ve bir tanesi olacaktır” buyurdu. Sonra halifesi Emir Gilal hazretlerine, bu çocuğun iyi yetiştirilmesini tembih etti.

Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
“Evlenmek istediğim zaman, dedem beni Muhammed Baba Semmasi hazretlerine gönderdi. Ona gideceğim günün gecesi, içimde gözyaşı ve dua isteği kabardı. Onun mescidine gidip iki rekat namaz kıldım ve Allahü teâlâya şöyle dua ettim: “Ya rabbi, bana, belalarına tahammül için kuvvet ver!”
Sabahleyin hocamın huzuruna varınca; “Bir daha dua ederken, “Ya Rabbi, senin rızan nerede ise, bu kulunu orada bulundur!” diye dua et! Eğer Allah, dostuna bela gönderirse, yine inayeti ile o belaya sabır ve tahammülü de ihsan eder. Fakat, Allahtan ne geleceğini bilmeden, bela ister gibi dua etmek doğru değildir” buyurdu. Bir gece önceki hâlimi keşfetmekteki kerametini anladım ve ona tam bağlandım.”

Yetiştirdiği, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmalarına vesile olduğu yüzlerce veliden dördünü kendisine halife seçmiştir. Bunlardan birincisi Hâce Sufi Suhâri, ikincisi kendi oğlu Hâce Muhammed Semmasi, üçüncüsü Mevlana Danişmend Ali, dördüncüsü ise Seyyid Emir Gilal hazretleridir.

Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
Hocam Muhammed Baba Semmasi ile yemek yiyorduk. Yemek bitince, bana bir ekmek uzatıp; “Al, bunu sakla, belki lazım olur” buyurdu. Yemek yediğimiz halde, bana bu ekmeği vermesinin hikmetini düşünmeye başlamıştım. Ben düşünürken, “Faydasız düşüncelerden kalbi muhafaza etmek gerekir” buyurdu. Sonra yolculuğa çıktık ve bir tanıdığımın evinde misafir olduk. Misafir olduğumuz evin sahibinin sıkıntılı bir halde olduğu görülüyordu. Hocam ona; niçin üzgün olduğunu sordu. O da; “Bir kâse sütüm var, fakat, sütün yanında yemek için ekmeğim yok. Ona üzülüyorum” dedi. Hocam bana dönüp; “Acaba bu ekmek ne olacak düşünüp duruyordun. Ekmeği sahibine ver” buyurdu.

Hace Abdulhalık Goncdüvani (k.s.)

Özbekistan – Buhara’nın 50 km Kuzeyinde Yer alan Gijduvan kasabasındaki İlçe merkezinde yer alan büyük Park’ın içerisindedir.

Evliyânın önderlerinden, İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. Babası Abdülcemîl Malatyalı idi. İmâm-ı Mâlik hazretlerinin neslinden olup âlim ve ârif idi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüksekti. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi. Bir gün Hızır aleyhisselâm kendisine: “Ey Abdülcemîl! Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak. İsmini Abdülhâlık koyarsın.” buyurdular. Abdülcemîl bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Buhârâ’ya göçtü ve Goncdüvân kasabasına yerleşti. Çok geçmeden Hızır aleyhisselâmın buyurduğu gibi bir erkek evlâda sâhib oldu. İsmini Abdülhâlık koydu. Abdülhâlık çocukluğunu burada geçirdi.

Beş yaşına geldiğinde ilim öğrenmesi için Buhârâ’ya gönderildi. Büyük âlim Hâce Sadreddîn hazretlerinden Kur’ân-ı kerîm ve tefsîrini öğrenmeye başladı. Bir gün okuma esnâsında; “Rabbinize tazarrû’ ederek (boyun büküp yalvararak) ve gizli duâ ediniz!” (A’râf sûresi: 55) meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince Abdülhâlık hocasına: “Efendim! Bu “gizli”den murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve duâ, âşikâr, sesli bir şekilde dil ile olursa riyâdan korkulur. Araya riyâ girerse, lâyık olduğu şekilde zikredilmemiş olur. Şâyet kalb ile zikretsem; “Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır.”hâdis-i şerîfi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu müşkülümü halletmenizi istirhâm ederim, efendim!”diye arz etti.

Hocası, büyük âlim Sadreddîn hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun kendisinin bile anlayamadığı böyle bir suâl sormasına hayran kaldı ve cevap olarak: “Evlâdım! Bu mesele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allahü teâlâ nasîb ederse, sana bu ilimleri öğretebilecek bir üstâda kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu müşkülün halledilmiş olur.” buyurdu. Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) bu işâret üzerine, meselelerini halledecek o büyük zâtı beklemeye başladı.

Bir gün Hızır aleyhisselâm yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretme, anma yollarını öğretti ve mânevî evlâtlığa kabûl edip; “Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!” diye târif etti. Abdülhâlık hazretleri de, târif üzere, bu mübârek kelime-i tevhîdi sessiz sessiz kalben söylemeğe başladı. Bunu, kendisi için ders kabûl etti. Bu hâl mânevî makamlarda yükselmesine sebeb oldu.

Bu sıralarda Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri Buhârâ’ya geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Bu hususta kendileri şöyle anlatırlar: On iki yaşında idim. Hızır aleyhisselâm bana Yûsuf-ı Hemedânî hazretlerinden ilim öğrenmemi tavsiye buyurdular. Bu sırada onun Buhârâ’ya geldiğini işiterek derhâl yanına gittim. Ondan pekçok istifâdelere kavuştum. Böylece Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstâdı Yûsuf-i Hemedânî, zikir tâlim hocası da Hızır aleyhisselâm oldu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri hâlini insanlardan gizli tutardı. Nefsinin isteklerine uymayıp, istemediği şeyleri yapmakta kendisini pek ağır imtihanlara tâbi tutar fakat hiç kimseye bir şey sezdirmezdi. Hele onun Hızır aleyhisselâm ile ulaştığı mânâda ilim tahsîline hiç kimse vâkıf olmazdı.

Abdülhâlık Goncdüvânî gerek Hızır aleyhisselâm ve gerekse büyük İslâm âlimlerinin tahsil ve terbiyesi altında zamânının bir tânesi oldu. İnsanlar dünyânın dört bir yanından kâfileler hâlinde ondan istifâde etmek için gelmeye başladılar.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri beş vakit namazını Kâbe-i muazzamada kılar, tekrar Buhârâ’ya dönerdi. Bir Aşûre günü talebelerine derste velîlik hâllerini anlatıyordu. Müslüman kıyâfetinde olan bir genç içeri girip, talebelerin arasına oturdu. Bir müddet sohbetini dinledikten sonra söz isteyerek: Efendim! Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Mü’minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allah’ın nûru ile bakar.” buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir? diye sordu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri gence heybetle nazar ettikten sonra; “Öyleyse belindeki zünnârı, hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı olan parmak kalınlığındaki yuvarlak ipi kes de îmâna gel.” dedi.

Hocanın bu sözleri oradakiler üzerinde şok etkisi yaptı. Genç, telaşla; “Hâşâ! Yemîn ederim bende böyle bir şey yok.” diye söylendi.

O zaman Abdülhâlık hazretleri talebelerinden birine gencin hırkasını çıkarmasını işâret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde düğüm düğüm zünnâr bağlı olduğu görüldü. Bu hâdise karşısında genç, çok mahcûb oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine muhabbet, sevgi duymaya başladı. Böylece evliyânın, Allahü teâlânın nûruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık talebelerinden oldu.

Büyük mürşid bundan sonra etrafındakilere dönerek: “Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnârımızı keselim. Îmân edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnârı kesti, biz de kalbe âid zünnârı keselim. O da, kibr ve gururdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa kavuşalım.” buyurdu.

Talebeleri bir anda hazret-i Hâce’nin gönül yaralarına sunulan şifâ şerbetini içtiler, tövbelerini yenilediler. Böylece kalblerinin Allahü teâlâdan başka bir şeye bağlılıkları kalmadı.

Bir gün huzûruna gelen bir kimse; “Eğer Allahü teâlâ beni Cennet ile Cehennem arasında muhayyer kılsa, ben Cehennemi seçerim. Zîrâ bütün ömrümde nefsimin arzusu üzerine amel etmedim. O halde Cennet nefsin murâdıdır. Cehennem ise, Allahü teâlânın murâdıdır.” dedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri bu sözü red ederek: Kulun seçme hakkı yoktur. Her nereye git derlerse oraya gideriz. Nerede kalın derlerse orada kalırız. Kulluk budur. Senin dediğin kulluk değildir. buyurdu. O kimse bu sefer; “Efendim! Tasavvuf yolunda bulunan kimseye şeytan yaklaşabilir mi?” diye sordu.

“Tasavvuf yoluna yeni gelmiş bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, bir şeye öfkelendiği zaman şeytan ona yaklaşabilir. Şâyet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise, o kimsede öfkelenmek yerine, gayret hâsıl olur. Her ne zaman gayret etse, şeytan ondan kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki, Hakk’a yönelsin. Allahü teâlânın Kitâbına ve Resûlünün sünnetine sarılsın. Bu iki nûr arasında tasavvuf yolunda yürüsün.” buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, Allahü teâlânın indinde duâsı makbûl kimselerden idi. İnsanlar ve cinler duâsına kavuşmak için, uzak yerlerden gelirlerdi.

Bir gün Abdülhâlık Goncdüvânî’nin huzûruna uzak yerden bir misâfir, biraz sonra da yanlarına, güzel sûretli, temiz giyimli bir genç geldi. Abdülhâlık hazretlerinden duâ isteyip hemen ayrıldı. Misâfir; “Efendim! Bu gelen genç kimdi acaba? Gelmesi ile gitmesi bir oldu.” dedi. O da; “Bizi ziyârete gelip duâ isteyen bir melek idi.” buyurdu. Misâfir hayret etti ve; “Efendim! Son nefeste îmân selâmeti ile gidebilmemiz için bize de duâ buyurur musunuz?” diye niyâzda bulundu. Bunun üzerine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri:

“Her kim farzları eda ettikten sonra duâ ederse, duâsı kabûl olur. Sen, farz olan ibâdeti yaptıktan sonra duâ ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için duânın kabûl olmasına vesîle olur.” buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin âhiret âlemine göç etmesi yaklaşmıştı. Kendisine bağlı talebelerinin terbiyesini Ahmed Sıddık, Evliyâ Kebir, Şeyh Süleymân Germinî ve Ârif-i Rivegerî adlarındaki dört büyük halîfesine bıraktı. Onlara nasîhatlerde bulundu. 1180 (H.575) yılında Goncdüvân’da vefât etti. Goncdüvânî hazretleri bugün Nakşibendiliğin prensipleri diye bilinen on bir temel düstûru da ortaya koydu. Bu prensiplerin esası “kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi oradan çıkarıp atmak ve onu dâimâ Allahü teâlâ ile meşgûl hâle getirmek”tir. Vefâtından sonra da kerâmetleri görülmüştür.

Şöyle ki: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin vefât etmesinin üzerinden 332 sene geçmişti. 1512 (H.918) yılında Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîler yüz bin kişilik tâlimli asker ile Ceyhun Nehrini geçerek Mâverâünnehr vilâyetlerine hücûm ettiler. Çok kan döküp büyük tahrîbât yaptılar. Oradan Buhârâ’ya yöneldiler. Pekçok kaleyi zaptettiler. Girdikleri yerlerde Ehl-i sünnet âlimlerinin kabirlerini ve türbelerini yıkıp hakâret yapıyorlardı. Nihâyet Goncdüvân kalesini de abluka altına aldılar. Niyetleri burada bulunan ve Ehl-i sünnet müslümanlarının ziyâretgâhı olan Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin kabirlerini yakmak idi. Ancak şehre karşı hücuma geçtikleri sırada kaleden çıkan beş bin Özbek askerinin etrafında bulunup kendilerine saldıran beyaz atlı beyaz elbiseli ve yeşil sarıklı askerleri gördüler. Başlarında heybetli ve nûrânî, mübârek bir zât elinde iki ağızlı kılıç ile Safevîleri işâret edip hücûma geçtiklerinde ekin tarlasına giren orakçılar gibi düşmanları biçmeye başladılar. Ehl-i sünnet düşmanları kısa sürede bozguna uğrayıp geri dönmemek üzere kaçtılar.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin daha vefâtından evvel söylediği:

Dosta mübârekim ve düşmana musîbetim
Cenkte demir gibi ve sulhta mum gibiyim

Nûr çeşmesinin başı Goncdüvân, menzilimizdir
Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum

şeklindeki sözleri de onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerâmetiydi.

Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Özbekistan Evliyaları

Abdülaziz Bekkine (k.s.)

Kabr-i Şerifi Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğindedir.Şehitliğin kapısından girince 200 m dosdoğru yürüyoruz sol tarafta tabelada ismini göreceğiz.

Abdülaziz Efendi hazretleri 1313/1895 senesinde İstanbul Mercan’daki evlerinde dünyaya geldi. Tasavvufta ilerlemiş ve mânevî dereceler kesbetmiş bir derviş olan babası, zengin ve itibarlı bir zât olan Kazanlı tüccar Halis Efendi’dir.

Abdülaziz Efendi, çok küçük yaşlarda Kaptanpaşa Camii İmamı Halil Efendi’den Arapça ve İslâmî ilimler dersleri alarak ilim tahsiline başlar. Daha sonra Dârüttedrîs mektebini bitirir. Çocukluğunun bir bölümünü İstanbul’da geçirdikten sonra 1910’larda ailesiyle beraber ev ve arazilerinin bulunduğu memleketleri Kazan’a giderler. Burada bir müddet kaldıktan sonra Buhara’ya geçerek orada beş sene kadar ilim tahsili ile meşgul olur ve buradan tekrar Kazan’a döner. Oradaki günlerinden şöyle bahsederlermiş: “Beş altı yaşımdan itibaren seherden sonra hiç uyumadım. Yedi sekiz yaşlarımda iken her sabah namazından sonra bahçeye çıkardım. Büyük ağaçlıklı olan bahçemizde, saatlerce, kuşların öterek “HÛ” deyip Allah’ı zikrettiğini dinlerdim. Babam bana hiç iş vermezdi. ‘Sağlığımda dinlen evliya, benden sonra çalışırsın.’ derdi.”

İlim tahsiliyle meşgul talebelere ve sohbet meclislerine ayrılmış otuz odalı geniş evlerindeki saadetleri babalarının vefatıyla gölgelenir. Bu sıralarda Rus İhtilali de olmuştur. Abdülaziz Efendi, kardeşlerini de alarak 1921’lerde tekrar İstanbul’a döner. İki anneden olma on ikisi kız üçü erkek onbeş kardeşi vardır. Erkek kardeşleriyle beraber Asmaaltı’nda bir dükkan açmışlarsa da bu ticaret meşgalesi çok kısa sürmüştür. Ardından bir süre Çarşıkapı’daki Bayezid Medresesi’ne devam etmişlerdir.

İmamlıkta ilk vazifeleri Beykoz’da, daha sonra ise Aksaray’da bir camide olmuştur. Bundan sonra sırası ile Yazıcı Baba, Kefeli ve Zeyrek Çivizade Ümmü Gülsüm Camii’nde İmam-Hatiplik hizmetinde bulunmuştur. Zeyrek Camii’ndeki vazifesi on üç sene kadar devam etmiştir.

Kazan’dan İstanbul’a döndükten sonra İstanbul’da mevcut pek çok tekkeyi ve şeyh efendiyi ziyaret etmiştir. Bunlar arasında Nakşî şeyhi Hacı Feyzullah Efendi’nin halifesi Küçük Hüseyin Efendi de vardır. Mülayim, zarif bir zât olan ve zamanında çok sevilen Küçük Hüseyin Efendi bir duvar saatinin altına oturmuş, başını eğmiş murakabe yapmaktadır. Aziz Efendi de başını eğer, karşısına oturur, bekler, bir müddet sonra saatin Allah’ı zikrettiğini duymaya başlar. Saat her vurduğunda İsm-i Celâl söylemektedir. Devamını kendileri şöyle anlatıyorlar:

“O zaman ben gözümü açtım. Şeyh Efendi de gözünü açtı. Bana dedi ki: ‘Bizim derviş, saatin zikrine âgâh oldunuz galiba?’ Onun üzerine ben, ‘Tamam, bu Hocaefendi’den ders alınır.’ dedim. Kendisine, ‘Efendim, ben müsaadenizle sizden ders alacağım.’ dediğim zaman, “Nasibin bizde değil oğul, ara bulacaksın. Ama dervişliğe talip ol, derviş ol, sakın mürşidliğe talip olma. Mürşidlik çok zor.’ diye nasihat etti. Şimdi anladım ki çok zormuş.” Nihayet medrese arkadaşı Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh vasıtasıyla Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi (ks.) ile tanışarak aradığını bulmuştur. Böylece küçük yaşlarından beri içinde yanan ilâhî aşkı mürşidinin himmeti ile kemâle erdirmişti. Hemen aynı yıl henüz yirmi yedi yaşlarında iken mânevî ilimlerde irşad selahiyeti ile Râmûzü’l-Ehâdîs’i okutma icâzeti almışlardır.

Abdülaziz Efendi (ks.) şeyhinin mânevî murakabesindeki bir halvetini şöyle anlatır:
“Şeyh Efendi, ‘halvet var’, dedi. Herkes postunu aldı. Ben de zayıf, narin bir insandım, ben de postumu aldım, geldim. Şeyh Efendi, kapıda herkesi tek-tek içeri alıyordu. Sıra bana geldi. ‘Git yatağını al’ dedi, çok üzüldüm, şaşırdım ve ağladım. Gittim yatağı aldım, içimden ‘bu nasıl dervişlik, herkes postla girerken ben halvete yatakla giriyorum’ dedim. Böylece kapıya geldim. İçeri girerken şeyhim kulağıma eğilerek; ‘verecek olan Allah (cc.) postta da yatakta da verir’ dedi. Halvete yatakta girdim. Hayatımda manzum olacak hiçbir şey söylemedim, yazmadım. Müsaade de etmediler. Çünkü bir gün halvette o kadar çok şey söylemek geldi ki içimden, geleni yazmaya başladım. Herhalde kasîde olarak kitaplar dolacak kadar. Elimi ağzıma koydum, kapattım ve bekledim. O anda bir kaç söz ağzımdan döküldü. Hayatımda bütün halvetlerim içerisinde bir tek bir cümle ağzımdan çıktı. ‘Cemâlullah nurudur, nûr-ı cemâlin Yâ Resûlallah’ dedim. Tam o sırada Şeyh Efendi kapıdan içeriye girdi, yanıma gelerek ‘yut, yut, yut’ dedi. Ondan sonra artık ağzımdan bir şey çıkmadı.”

Abdülaziz Efendi büyücek başlı, sivrice çeneli, mavi gözlü, yüzleri sarıya çalar buğday renkli idi. Tenleri beyazdı. Sakalları sarı, uzunca ve seyrekçe idi. Kendisi Hz. Ali Efendimiz’i hatırlatan bir vücut yapısına sahipti. Orta boylu, güçlü, kuvvetli, göğsü geniş ve görüntüsü heybetliydi. Öne doğru eğik olarak, elleri arkasında bağlı, kendilerine has bir yürüyüşü vardı. Genellikle arabaya binmezler ve gidecekleri yere yürüyerek giderlerdi. Kendisinden evvel postnişîn olan otuz yaş kadar büyüğü Hasib Efendi hazretlerinin “Evi tekkedir, işi Allah iledir.” dediği Abdülaziz Efendi, gece-gündüz demeden sabahlara kadar oturup anlatır, karşısındakini ikna edip hidayetine vesile olmak için uğraşır, bu yola gönül verenlerin de mânevî terakkilerine öncülük ederdi. Binlerce talebe yetiştirmiş, Râmûzü’l-ehâdîs’i de defalarca okutmuştur. Abdülaziz Efendi hazretlerinin ilk haccı mânevî bir esrar perdesi altında gerçekleşiyor. 1942’de “Ben hacca gidiyorum.” diyerek çıkıyor. Ne pasaport ne başka bir hazırlık… Sınırı geçiyor, nasıl geçtiğini bilen yok. Suriye’de bir köyde beş gün kalıyor. Köy halkı sohbetlerinden mest oluyor. Uğurlamaya geldiklerinde köy halkının hepsi ağlayarak şöyle diyorlar: “Hocam, keşke sizi hiç tanımasaydık.” Hakikaten de Aziz Efendi’nin sohbetleri tadına doyulmaz, hususî bir güzelliğe sahipmiş.

Her seviyeden, her yaştan insana ayrı ayrı hitabedebilme gücü, umumiyetle sorulu cevaplı olan ilgi çekici vecîz üslubu ile sohbetini bir dinleyen bir daha vazgeçemezmiş. Doktorasını Sorbon’da Felsefe dalında yapmış bir kişi olan Nureddin Topçu, bir arkadaşının vasıtasıyla onun sohbetine katılır, gece yarısı oradan ayrılırlarken daha dış kapıdan çıkmadan Topçu duraksar ve arkadaşına “Yahu, tekrar içeri girsek ayıp olur mu?” deyiverir.

Nureddin Topçu’nun Aziz Efendi hazretlerine muhabbeti ve bağlılığı bu görüşmeden sonra artarak devam eder. Merhum Topçu, birgün, “Hocam çok gafiliz.” der. Aziz Efendi; “Tabi gafil olacağız, gafil olmazsak hiçbir şey yapamayız.” diye cevap verir. Aziz Efendi’nin hastalığı sırasında bir gün Nureddin Topçu yelpaze ile serinletmektedir. Hocaefendi “Senin işin yok mu?” der. Topçu da, “Yok, Efendim.” deyince bu sefer Aziz Efendi; “ Bundan daha iyi iş mi olur?” diyerek mürşide hizmetin takdire şayan bir iş olduğunu ifade eder. Hocaefendi, hutbelerinde ellerine herhangi bir kitap alır, fakat irticâlî konuşurlarmış. Zeyrek Camii’nin arka tarafında genişçe bir bahçe vardır. Orada, bir köşede bir setin üzerinde yetişmiş bir incir ağacı altında, yaz günleri tatlı bir serinlik içinde küçük cemaat gruplarıyla sohbet ederlermiş. Yahut da evinin alt katındaki büyükçe odada. Her iki yer de geniş bir perspektiften Süleymaniye’yi görüyor.

Aziz Efendi zamanını, ilmini, malını ve ailesini Allah (cc.) yolunda feda etmeyi cana minnet sayacak kadar fedakardır. Canına çok cömerttir. Öyle ki irtihalinden dört gün öncesine kadar, hastalığı dolayısıyla konuşamayacak derecede sesi iyice kısılmış haliyle, sevdiklerine gece yarısına kadar nasihatte bulunmuştur. Bir insanda bir arada bulunması zor olan üç haslet onda mevcuttur: Feragat, sadâkat ve kanaat. Kapısına gelenlere vakit ayırmadaki cömertliğinde eşsiz! Gece vakti hangi saatte olursa olsun “Sohbet olan odada ışık varsa kapıyı çalıp girebilirsiniz!” dermiş.

1949 senesinde Hasib Efendi’nin Hakk’a yürümesinden sonra postnişîn olan Abdülaziz Efendi gece gündüz kapısını sevenlerine ve ziyaretçilerine açık tutmuş, oldukça sınırlı bir zamanı olduğunu bilircesine irşad vazifesini yerine getirmede olanca gayretini göstermiştir. Kendisine gelenlere bir seçim yapmalarını tavsiye eder, “Bir kapı her kapı, her kapı hiç kapı!” dermiş. Gerçekten seçmesini bilmeyenler, her zaman, seçilmişlerin değerini anlamada ve yerlerini belirlemede güçlük çekerler. Abdülaziz Efendi, o zamanın entellektüeli, üniversite mensupları ve talebe gençlerle çok yakından ilgilenmiş, namaz kılsın kılmasın hatta itikadî meselelerde zayıf da görse herkesle görüşmüş evinde uzun sohbetlerde bulunmuştur. Üniversite gençliğine bilhassa, evinde hizmetten zevk duymuş, onlara himmetini esirgememiştir. Sorularını cevaplayıp sorunlarını çözmeye çalışmıştır. O devrede Hocaefendi’nin sohbetlerine devam eden biri şunları söylüyor: “O zamanlar biz gençler olarak Aziz Efendi’ye giderdik, alnımızı secdeye getirdi. Üniversitede bize her yönden destek olan, bize istikamet veren, bizi müsbet hamlelere iten çok önemli, çok değerli, çok muhterem bir zâttı. ‘Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.’ sözü onundur.”

Aziz Efendi’nin imamlık yaptığı Zeyrek Camii, sadece bir cami olarak değil aynı zamanda bir ilim ve fikir müessesesi olarak da ikinci bir işlev üstlenmiş, hizmet aşkıyla yananların istişare ve istifade merkezi olmuştu. Gümüşhânevî Mektebi her zaman olduğu gibi o devrede de ilim adamlarına, fikir adamlarına ve her seviyeden öğrenciye rehberlik etmiştir. -Bugün elli yaşın üzerindeki nesilden, İslâm’ın ölçü ve değerlerine bağlı olanlar; O’nun engin bilgi ve sevgisinin çevresinde, belirli bir ruh zenginliği kazanmış ilk üniversite kuşağındandırlar.

Sevenlerinden biri bir defa, şifa ümidiyle alkolik bir adamı kendisine getirmek için izin isteyince şöyle demiştir: “Buraya her çeşit insanı getirebilirsiniz, yalnız kibirli olmasın. Çünkü kibirli insan şeytana satılmış demektir.” Aziz Efendi maddî mânadaki cömertliğin de zirvesindedir. Zira o, yoklukta cömert olanlardandır. Kendisi zengin bir aile çocuğu olduğu halde babasından kalanların hemen hepsini dul kardeşlerine bağışlamış, yalnızca imamlık maaşı ile ailesini, dört çocuğunu geçindirmiştir. Aziz Efendi o zamanlar Zeyrek Camii’nde imamdır. Maaşı 19 lira. Bu nedenle çocuklarının iaşesi için keçi almış, keçilerin sütü ile çocuklarını beslemiş. Keçiler üremiş, her gün hale gider, pazar dağıldıktan sonra atılmış sebze artıklarını bir çuvala doldurur, eve getirir, keçilerini beslermiş. Dünyaya ve dünyalıklara kıymet vermez, elinde ve evinde fazla olanı sabaha bırakmazmış. Bazen maaşına hiç elini sürmeden ihtiyaç sahibi bir ihvanına gönderdiği vaki imiş.

Abdülaziz Efendi hazretleri otuz dokuz yaşlarında iken evlenmiş ikisi kız, ikisi erkek olmak üzere dört çocukları dünyaya gelmiştir. Vefakâr zevcesi Şazimet Hanım, zevci hakkında, “On sekiz senelik evlilik hayatımızda hiç bir geceyi tamamen uyuyarak geçirdiğini görmedim. Daima ibadetle meşgul olurlardı.” demiştir. Öğleden önce vakit bulurlarsa kaylûle uykusu uyurlarmış. Buna rağmen esnedikleri veya uyukladıkları vaki değilmiş. Güzel ahlâkın bütün inceliklerine sahiptir Aziz Efendi (ks.). O sünnet-i Seniyye’den hiç ayrılmamıştır. Düşünceli olduklarında sakalını sağ elle tutar ve ucuna bakarlarmış ki Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti de böyledir. Aziz Efendi’nin sofrasında muhakkak misafir bulunurmuş. Yemekte çok latîfe eder, çekingen davrananların ağızlarına kaşığı ile yemek verirmiş.

Bir gün kendisine, “Efendim, bu tekke âdâbında sorular dilden mi, yoksa gönülden mi sorulur?” diye sual edilince, “İkisi de olur, ama biz gönül yolunu tercih etmişiz.” demiştir. Abdülaziz Efendi, muhib ve müridleri üzerinde kuvvetli bir tasarrufa sahipti. Bunun içindir ki çeşitli seviyeden pek çok insanı etrafında toplayıp muhafaza edebilmişti. Her insanda Allah’ın sıfatlarının tecellileri vardır. Aziz Efendi’yi tanıyanlar onda “Celâl” sıfatının daha çok tecellî ettiğini söylüyorlar. Fakat bu celâlin altında cemâlin tebessümü gizlidir. Çünkü o, gayet hoşgörülü, mütebessim, kusur aramayan, mütevazi bir kimsedir.

Abdülaziz Bekkîne hazretleri, 1952 Ağustosu’nda îfâ ettiği ilk haccını müteakip rahatsızlanır. 2 Kasım 1952’de Pazartesi öğle vakti civarı genç denecek bir yaşta, 57 yaşlarında iken dâr-ı bekâya irtihal eder. Kabirleri Edirnekapı Sakızağacı Şehidliği’nde medrese arkadaşı Hasib Efendi hazretleri ile yanyanadır. Celal Hoca diye mâruf rahmetli Celaleddin Ökten’in Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh ile devam eden sıkı bağı ve gönül dostluğu Abdülaziz Efendi hazretleri ile başlamıştır.

Aynı ailenin ikiz evladı gibi birbirini çok seven Abdülaziz Efendi ve Mehmed Zahid Efendi dînî ilimlerdeki tahsillerini, bunun yanında öz gayelerine hizmet verebilme yolundaki gerekli çalışmayı, yani halveti yapmışlar, füyûzât ummanı Resûlullah Efendimiz’den gelen has ve saf kaynaktan talip ve layık oldukları nasibi de aynı zamanda beraber almışlardır. Mehmed Zahid Kotku hazretleri Nefsin Terbiyesi adlı eserinde şunları söyler: “Vaktiyle Beykoz’daki Yûşâ aleyhisselâm’ın ziyaretine sık sık giderdik. Rahmetli kardeşimiz Hacı Aziz Efendi de Kuddûsî hazretlerinin menâkıbını yanından hiç eksik etmezdi. Vapurda giderken biz de bir kamaraya girer onları tatlı tatlı okurduk. Okudukça da zevkimiz o kadar artardı ki…”

İnsan şahsiyetinin mükemmelliği, davranışlarında kendisini gösterir. Aziz Efendi, şahsiyetinin vakar ve izzetini korumuş bir kimse olarak, oturup kalkmasına, konuşmasına, başkasını dinlemesine ve her konuda âdâba çok dikkat etmiş etrafındakilere nümûne-i imtisâl (model) olmuştur. Abdülaziz Efendi hazretleri, zekâsı, hitabeti, takvası, cömertliği, talebelerine karşı olan sevgi ve muhabbeti ve fedâkârlıkları ile eşine az rastlanır mübarek bir zât idiler. Onun müdavimlerinden biri olan merhum Nureddin Topçu’nun Mürşidi Abdülaziz Bekkine hazretlerinin vefatı üzerine kaleme aldığı yazısının ilk paragrafı hayli duygu yüklüdür: “Ruhlarımızın önünde yürüyen o büyük varlığı kaybettim. Acılarım zamanın ve kaderin kollarıyla kucaklanmayacak kadar engindi. Onun bende şimdi muamma olan son bakışında melek masumluğu ile ilâhî bir emir birleşmiş gibiydi. Hicap ile ihtarın bir bakışta böyle birleştiğini ömrümde görmemiştim. Peygamberâne sakalının üstünde nâmütenâhiye kolayca dalan mavi gözler de kapandıktan sonra, sahipsiz kalmıştım. Sanki hakikat ve aşk âleminden atılmış da gölgeler ve yoksul mücrimler dünyasına sığınmıştım.”

Aziz Bekkine hazretlerinin Sözleri

“Bu işin (âhiret yolculuğunun) mihveri Allah’ın muhabbetidir.”
“Hüsn-i niyetin ardı arkası yoktur.”
“Bir kimse tam mütevekkil oldu mu kendisinden istikbal endişesi alınır.”
“Mü’minin nazarı dünyaya takılmaz. Dünyadaki zevk u sefaya bakar, arkasında cehennemi; meşakkate, hizmete bakar, arkasında cenneti görür.”
“İnsanlarda riyanın karışamayacağı, anlaşılabilir hakiki tek vasıf sabırdır. Sabır, musibet geldiği an, hiç şikayet edilmeden sineye çekebilme halidir. Şayet ilk anda feveran eder de sonra sineye çekerse ona sabırlı değil, mütehammil denilir.”
“Bu dünyaya kiracı gibi yerleş, ev sahibi gibi yerleşirsen gitmesi zor olur.”
“Ümit, Allahu Teâlâ’nın kullarına bir ikramıdır. Kulun hayatı ile alakalı değildir. Her kulun Allah’tan ümitlenmek hakkı vardır. Çok ibadet eden bir kulun bundan ümitlenmeye, ibadetini aksatan birinin de bundan dolayı ümitsizliğe düşme hakkı yoktur.”
“Dünyada herşeyin bir ölçüsü, tartısı vardır. Sevginin tartısı da fedâkârlıktır. Fedâkârlık yapmayanların sevgisine inanılmaz.”
“Talip, başkasının yükünü yüklenip kimseye yük olmayan kişidir.”
“Seni Mevlan’dan alıkoydu ise dünya bir çöp de olsa dünyadır.”
“Cenâb-ı Hakk’a ihtiyacımız olmayan an ve cephe yoktur. Gafletten hissedemiyoruz.”
“Nefsin izzeti olmaz, vasfın izzeti olur. Kim ki vasıflıdır. O izzetlidir.”
“Müslüman kadının kıyafeti, görüldüğünde dikkati çekmeyen ama saygı uyandıran bir kıyafettir. Bu da yüz hatlarının büyük bir kısmını örten bol bir baş örtüsü, vücut hatlarını göstermeyen bol ve uzun bir manto, kalın çorap, düz ayakkabı pekala olabilir.”
“İnsanlara giriş yolu gönül yoludur. Sevmeyen, insanlara kendini sevdirmeyen bir insan, insanlara bir şey anlatamaz. O zaman ilk vazifeniz, kendinizi sevdirmenizdir. İkinci vazifeniz, halinizle nümûne olmanızdır. İslâm yaşanan bir nizamdır. Yaşanırken konuşulur.”
“Bir gün danışacak hocalarınız da bulunmaz, öyle bir günde seçeceğiniz insanda arayacağınız vasıf sabırdır. O kimsenin sabrını kontrol edersiniz.”
1951 senesinde îrâd ettiği hutbelerinden biri şöyledir:
“Ey Cemaat!
“Hz. Musa, ümmetinden kendisine çok zenginlik vermiş Kârun’a ve ümmetine nasihat ediyor. ‘Fazla ferahlanma, Allahu zülcelâl hazretleri neşeleneni sevmez.’ Bu âyet-i kerîme umumdan dolayı söylenmiştir. Çünkü umumiyetle insanlar, fazla bir dünyalıkları olunca, dünyaları rahatlayınca, ferahlarlar ve sevinirler. Halbuki Allahu Teâlâ, âyet-i kerîmelerinde şöyle buyuruyorlar: ‘Siz Allah’ın fazlı ve ihsanıyla ferahlanın, bu sizin dünyalıklarınızdan çok hayırlıdır.’ Sonra âyet-i kerîmenin devamında, ‘Sen bu dünyalıklarla âhireti kazan’ yani bu dünyalıklarını Allah yolunda, Allah için harca. Bunu tekit ederek de âyet-i kerîmenin sonunda şöyle buyuruyor: ‘Allah sana nasıl ihsan ettiyse, sen de öyle ihsan et.’ Bu ihsanın iki mânada kullanılışı vardır:
“Biri ubûdiyette ihsan: Allahu Teâlâ seni nasıl kayırdı, seni nasıl gözetti ise sen de O’na karşı öyle kulluğunu yapıp öylece haddini bil.
“İkincisi umûmiyette ihsan; Allahu Teâlâ sana nasıl varlık verdiyse sen de onu öyle dağıt, demektir.”
“Dünyayı unutup âhirete çalışanlar sizin hayırlılarınız değildir, âhireti unutup dünyaya çalışanlar da değildir. Ya, her ikisini de birden yürütenlerdir.
“Hakikatte dünya ile âhiret birbirinden ayrılmaz ve âhiret de ancak dünyada ve dünyalıklarla kazanılır. Nasıl ki niyeti halis olan bir kimse, dünya işini yapmakla âhireti kazanırsa, gâfil ibadet edenler de kaybetmiş olur. Demek ki bütün iş kulun uyanık bulunmasıdır.
“Allahu Teâlâ yük olanları sevmez. Yani İslâm’da ben Rabbim’e ibadet ediyorum, diye kimseye yük olmak yoktur. Çalışmak ve vazife almak vardır.
“Allahu zülcelâl hazretleri cümlemizi gafletten uyandırsın!..”