Hz. Selman Farisi (r.a.)

Irak – Medain

Aslen İranlı olup, İsfehan yakınında bir köyde doğup, büyüdü. Gençliğinde mecûsî iken, hıristiyan rahibleriyle tanışıp, mecûsîliği terk etti. Kiliseye girip hıristiyan oldu. Çok ilim öğrenip âlim oldu. Sonra da uzun yıllar değişik yerlerde kaldı. Nihâyet Medine’ye gelip Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) hicret edince maksadına kavuşup müslüman oldu ve Ehl-i beytten sayıldı. Müslüman olmadan önce, ismi Mabeh idi. Müslüman olunca, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), O’na Selmân ismini verdi. İranlı olduğu için de Fârisî denildiğinden ismi Selmân-ı Fârisî olarak meşhûr oldu. Nesebi ise; Mabeh bin Buzanşâh bin Mursilân bin Behbudah bin Firûz’dur. Lakabı Selmân-ül-Hayr, künyesi ise Ebû Abdullah’tır.

Ebü’l-Ferec ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: Abdullah İbn-i Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) yanında idim. Bana Selmân-ı Fârisî’nin bir gün hayatını şöyle anlattı:
Selmân dedi ki: “Ben Fâris (İran)’ın, İsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini olup, arazîmiz ve malımız çoktu. Ben babamın tek çocuğu idim. Beni herkesten çok severdi. Bunun için beni kız gibi yetiştirdi. Evden çıkmama izin vermezdi. Babam mecûsî (ateşperest) olduğu için mecûsîliği de bana evde tam bir şekilde öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar biz ona tapar secde ederdik. Babamın malı ve mülkü çok olduğu için beni bir ara dışarıya çıkardı ve dedi ki: “Yavrum ben öldüğüm zaman bu malların sahibi sen olacaksın, onun için git mallarını ve arazilerini tanı.” Ben de “peki” deyip bahçelerimizi dolaştım. Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde bir hıristiyan kilisesine rastladım. Onların seslerini işittim. Gidip baktım ki, içerde ibâdet ediyorlar. Ben daha önce öyle bir şey görmediğim için çok hayret ettim. Zira bizlerin ibâdeti bir miktar ateş yakar ve ona secde ederdik. Fakat onlar görünmeyen bir Allah’a ibâdet ediyorlardı ve kendi kendime dedim ki, vallahi bunların dîni haktır ve bizimki batıldır. Onun için akşama kadar onları seyrettim. Tarlalarımıza gitmedim, akşam oldu. Onlara dedim ki: “Bu dînin aslı nerededir?” bana, “Bu dînin aslı Şam’dadır” dediler. “Peki dedim ben de Şam’a gitsem beni de bu dine kabûl ederler mi?” “Evet kabûl ederler” dediler. “Sizlerden yakında Şam’a gidecek kimseler var mıdır?” diye sordum “Bir müddet sonra bir kervanımız Şam’a gidecektir, diye cevap verdiler. (İsfehan’daki bu Hıristiyanlar, İsfehân’a Şam’dan gelmişlerdi ve sayıları da az idi.)
Ben bunlarla meşgûl olurken vakit geç oldu. Babam benim dönmediğimi görünce, beni aramak için adam göndermiş. Beni aramışlar bulamamışlar ve bulamadıklarını babama söylemişler. Tam bu sırada, ben de eve döndüm. Babam “Bu zamana kadar nerede kaldın. Seni aramadığımız yer kalmadı” dedi. Ben de “Babacığım ben bu gün tarlaları dolaşmak için yola çıktım fakat yolda karşıma bir nasrânî kilisesi çıktı. Ben de içeri girdim, baktım ki; görmedikleri ve herşeye hâkim ve kadir olan bir Allah’a îmân ediyorlar. Onların ibâdetlerine şaşdım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki onların dîni haktır.” dedim. Babam “Ey oğlum sen yanlış düşünüyorsun senin babalarının ve dedelerinin dîni, onların dîninden daha doğrudur. Onların dîni bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma” dedi. Ben de “Hayır babacığım onların dîni bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dîni haktır. Bizimki (ateşperestlik) ise bâtıldır.” Babam buna çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan bağlayıp eve hapsetti. Ben daha önce kilisede hıristiyan rahiblere; bu dînin aslının nerede olduğunu sormuştum. Onlar da Şam’da olduğunu söylemişlerdi. Ben evde hapis iken devamlı Şam’a gidecek olan kervanı beklerdim. Nihâyet hıristiyan rahibler Şam’a gidecek kervanı hazırlamışlardı. Bunu haber alınca beni bağlayan iplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu kiliseye gittim. Buralarda duramayacağımı anlattım. O kervanla beraber Şam’a gittim. Şam’da hıristiyan dîninin en büyük âlimini sordum. Bana bir âlimi tarif ettiler. Onun yanına gittim. Ona durumu anlattım. Onun yanında kalmak istediğimi ona hizmet edeceğimi söyleyip, Ondan bana nasrânîliği öğretmesini Allahü teâlâyı tanıtmasını rica ettim. O da kabûl etti. Ben de Ona hizmet etmeye kilisenin işlerini yapmaya başladım. O da bana dîni öğretmeye başladı. Fakat sonradan Onun kötü kimse olduğunu anladım. Çünkü hıristiyanların fakîrlere vermesi için getirdikleri sadaka altın ve gümüşleri kendine alır, fakîrlere vermezdi. Böylece şahsına yedi küp altın ve gümüş biriktirdi. Fakat bunu benden başka kimse bilmezdi. Bir müddet sonra o âlim vefât etti. Nasrânîler onu defn etmek için toplandılar. Onlara “Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz, o hürmete layık bir insan değildir.” dedim. “Sen bunu nereden çıkarıyorsun” dediler ve bana inanmadılar. Ben de biriktirdiği altınların yerini bildiğim için onlara gösterdim. Nasrânîler yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar ve “Bu, defne ve techîze lâyık bir kimse değildir dediler ve bir yere atıp üzerini taşla kapattılar. Sonra onun yerine başka bir âlim geçti. Çok âlim zâhid bir kimse idi. Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Âhirete tâlib bir kimse olup, hep âhıret için çalışıyordu. Gece-gündüz hep ibâdet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Onun ve kilisenin hizmetini yapar ve de onunla ibâdet ederdim. Vefât zamanı geldi ve ona “Ey benim efendim uzun zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü sen Allahü teâlânın emirlerine itaat ediyorsun ve men ettiklerinden kaçıyorsun. Sen vefât ettiğin zaman ben ne yapayım. Bana ne tavsiye edersin” diye sordum. Bana “Oğlum Şam’da insanları ıslâh edecek bir kimse yok. Kime gitsen seni ifsâd ederler. Fakat Musul’da bir zât vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim” dedi. “Ben de peki efendim” dedim. O zât vefât edince Şam’dan Musul’a gittim. Onun tarif ettiği zâtı buldum. Başımdan geçenleri anlattım. Beni hizmetine kabûl etti. O da diğer zât gibi çok kıymetli zahid âbid bir kimse idi. Onun vefât zamanı aynı soruları ona da sordum. O da bana Nusaybin’de bir zâtı tavsiye etti. O vefât ettikten sonra ben de derhal Nusaybin’e gittim. Bahsedilen kimseyi bulup yanında kalmak istediğimi söyledim. İsteğimi kabûl etti ve bir müddet de O’nun hizmetinde kaldım. Bu zât da vefât etmek üzere iken, beni başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye’deki bir Rum şehrinde bulunan başka bir kimseyi tarif etti. Vefâtından sonra da oraya gittim. Tarif edilen bu son şahsı da bulup, hizmetine girdim. Uzun bir zaman da O’nun yanında kaldım. Artık O’nun da vefâtı yaklaşmıştı. O’na da beni birine havale etmesini rica edince, vallahi şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhir zaman Peygamberinin gelmesi yaklaştı. O Arablar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Alâmetleri şunlardır: Hediyeyi kabûl eder, sadakayı kabûl etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır, diyerek alâmetlerini saydı. Yanında bulunduğum son zât da vefât edince, O’nun tavsiyesi üzerine, Arab diyarına gitmeye hazırlandım.
Ben Amuriye’de çalışıp, bir kaç öküz ile bir miktar koyun sahibi olmuştum. Benî Kelb kabilesinden bir kâfile Arap beldesine gitmek üzere idi. Onlara dedim ki, bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arap vilâyetine götürün. Kabûl edip beni kâfilelerine aldılar. Vâdiy-ül-Kura denilen yere gelince bana ihânet edip, köledir diyerek beni bir yahûdiye sattılar. Yahûdinin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm. Âhir zaman Peygamberinin hicret edeceği yer herhalde burasıdır diye düşündüm. Fakat kalbim oraya ısınmadı. Bir müddet yahûdinin hizmetinde kaldım. Sonra beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da alıp Medine’ye getirdi. Medine’ye varınca, sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim, öylesine ısındım. Artık günlerim Medine’de geçiyor, beni satın alan yahûdinin bağında bahçesinde çalışıp, ona hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma arzusuyla bekliyordum.
Bir gün beni satın alan yahûdinin bahçesinde bir hurma ağacı üzerinde çalışıyordum. Sahibim, yanında biri ile bir ağaç altında oturup konuşmakta idi. Bir ara dediler ki, Evs ve Hazrec kabileleri helak olsunlar. Mekke’den bir kimse geldi. Peygamber olduğunu söylüyor. Ben bu sözleri işitince kendimden geçip az kalsın ağaçtan yere düşüyordum. Hemen aşağı inip, O şahsa ne diyorsun? dedim. Sahibim bana bir tokat vurdu ve “Senin nene lâzım ki soruyorsun sen işine bak” dedi. O gün akşam olunca bir miktar hurma alıp, hemen Kûba’ya vardım. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) yanına girip “Sen sâlih bir kimsesin yanında fakîrler vardır. Bu hurmaları sadaka getirdim” dedim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) yanında bulunan Eshâba “Geliniz hurma yiyiniz” buyurdu. Onlar da yediler. Kendisi asla yemedi. Kendi kendime işte bir alâmet budur. Sadaka kabûl etmiyor dedim. Eve dönüp bir miktar hurma daha alıp, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) getirdim. Bu hediyedir dedim. Bu defa yanındaki Eshâb ile birlikte yediler. İşte ikinci alamet budur dedim. Götürdüğüm hurma yirmibeş tane kadar idi. Halbuki yenen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mucizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime bir alameti daha gördüm dedim. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanına ikinci defa varışımda bir cenâze defn ediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım. Benim muradımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübârek sırtı açılınca Nübüvvet mührünü görür görmez varıp öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i şehâdeti söyleyerek müslüman oldum. Sonra da Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) uzun yıllardan beri başımdan geçen hâdiseleri bir bir anlattım. Halime teaccüb edip, bunu Eshâb-ı kirama da anlatmamı emir buyurdu. Eshâb-ı kiram toplandı, ben de başımdan geçenleri bir bir anlattım..”

Selmân-ı Fârisî îmân ettiği zaman Arap lisanını bilmediği için tercüman istemişti. Gelen yahûdi tercüman, Selmân-ı Fârisî’nin Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) meth etmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnada Cebrâil (aleyhisselâm) gelip Selmân’ın sözlerini doğru olarak Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bildirdi. Durumu yahûdi anlayınca, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.

Selmân-ı Fârisî müslüman olduktan sonra, köleliği bir müddet daha devam etti. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ), “Kendini kölelikten kurtar yâ Selmân!” buyurması üzerine sahibine gidip, âzâd olmak istediğini söyledi. Buna zorla râzı olan yahûdi, üçyüz hurma fidanı dikerek yetiştirip ve hurma verir hâle getirmesi ve kırk rukye altın (o zamanki ölçüye göre bir miktar altın) vermesi şartıyla kabûl etti.

Bunu Resûlullaha haber verdi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Eshâbına; “Kardeşinize yardım ediniz” buyurdu. Onun için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Bunların çukurlarını hazır edip, tamam olunca bana haber ver” buyurdu. Çukurları hazırlayıp, haber verince Resûlullah ( aleyhisselâm ) teşrîf edip, kendi eliyle o fidanları dikti. Bir tanesini de Hazreti Ömer dikmişti. Hazreti Ömer’in diktiği hâriç, hepsi, Allahü teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. O bir taneyi de söküp, kendi mübârek eli ile yeniden dikti ve diktiği anda hurma verdi. Bundan sonra Ehl-i suffâ arasına katıldı.

Buyurdular ki: Bir gün bir zât beni arıyor ve “Selmân-ı Fârisî’yi Mükâtib-i fakîr (Efendisi ile hürriyetine kavuşmak için belli miktarda anlaşan köle) nerededir” diye soruyordu. Beni buldu ve elindeki yumurta büyüklüğündeki altını verdi. Bunu alıp Peygamberimize ( aleyhisselâm ) gittim ve durumu arz ettim.

Resûlullah ( aleyhisselâm ) altını tekrar Selmân-ı Fârisî’ye verip, “Bu altını al borcunu öde” buyurdu. Selmân-ı Fârisî, “Yâ Resûlallah bu altın yahûdinin istediği ağırlıkta değil” deyince, Resûlullah ( aleyhisselâm ) o altını alıp, mübârek dilinin üzerine sürdü. “Al bunu! Allahü teâlâ bununla senin borcunu eda eder.” buyurdu. Selmân-ı Fârisî, “Allah hakkı için o altını tarttım, tam istenilen miktarda geldi. Götürüp onu da sahibime verdim. Böylece kölelikten kurtuldum” dedi.

Uzak diyarlardan geldiği için Eshâb-ı kiramdan biriyle kardeşlik kurması emir buyurulunca, Hazreti Ebû Derda ile kardeş oldu. Hendek savaşından itibâren bütün gazâlara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra, Medine üzerine üçüncü defa yürüyen müşriklere karşı nasıl bir savunma yapılması gerektiği istişâre ediliyordu. Bütün müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta Selmân-ı Fârisî, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) hendek kazmak sûretiyle savunma yapmayı söyledi. O’nun bu teklifi kabûl edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu savaşa, Hendek Savaşı denildi. Selmân-ı Fârisî, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yemân, Nu’man bin Mukarrin ile Ensâr’dan altı kişinin bulunduğu bir grubla beraber bulunuyordu. Kendisi güçlü ve kuvvetli bir zât idi. Hendek kazma işinde gayet mahir ve becerikli idi. Yalnız başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Câbir bin Abdullah ( radıyallahü anh ): “Selmân’ın ( radıyallahü anh ) kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda, beş arşın derinliğinde yeri vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm.” buyurmuştur. Selmân’ın ( radıyallahü anh ) çalışmasına Kays bin Sa’sâ’nın gözü değmiş ve Selmân ( radıyallahü anh ) birdenbire yere yıkılmıştı. Eshâb-ı kiram hemen Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) koşmuş ve ne yapmaları lâzım geldiğini sormuşlardı. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), “Kays bin Sa’sâ’ya gidin Selmân için bir kabta abdest alsın. Abdest suyu ile Selmân yıkansın. Su kabı Selmân’ın arkasından baş aşağı çevirilsin”buyurmuştur. Eshâb-ı kiram, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) buyurduğu gibi yapınca Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) bulunduğu halden kurtulmuş, kendine gelmiş ve açılmıştı. Hendek savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı Selmân-ı Fârisî’ye Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Selmân-ül-Hayr” (Hayırlı Selmân) buyurdu.

Selmân-ı Fârisî müslüman olup, kölelikten kurtulduktan sonra, geçimini sağlamak için ince hurma dallarından sepet örüp satarak geçimini temin ederdi. Kazancının bir kısmını da fakîrlere sadaka olarak dağıtırdı. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) yakınlarından olup, bazı geceler huzûrunda bulunarak başbaşa saatlerce sohbetinde kalırdı. Eshâb-ı kiram tarafından da çok sevilip hürmet görürdü. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) dünyâya hiç rağbet etmezdi. Ayakta duramayacak hale gelinceye kadar namaz kılar, sonra bedeni yorulunca oturur dili ile zikr ederdi. Dili yorulduğu zaman da Allahü teâlânın yarattığı şeylerdeki hikmetleri düşünürdü ki, bu tefekkürü Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) “Bir saat tefekkür bin sene ibâdetten hayırlıdır” buyurdukları tefekkürdü. Birazcık dinlenince “Ey nefsim sen iyi dinlendin. Şimdi kalk Allahü teâlâya ibâdet et.” Diline de “Ey lisânım, sende Allahü teâlânın zikrine başla” derdi. Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca akşamdan sabaha kadar böyle ibâdet etti. Hiç bir gece bu ibâdetleri kaçırmadı. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) zaten Eshâb-ı Suffe denilen ve Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) bizzatihi kendilerini ilim öğrenmekle vazîfeli kıldıkları ve Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) hazarda ve seferde bir an ayrılmayan kimselerdendi.

Kalbinde zerre kadar Allah ve Resûlullah aşkından başka birşey bulunmayan Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ), kendisine gelen bütün dünyâ malını Allah rızası için dağıtırdı. Elinde mal bulundurmazdı. Kınde kabilesinden bir hanım ile evlenmişti. Evlendiği kadının evine girdiği zaman duvarlarına süs eşyalarının asılmış olduğunu gördü. Zinetli, süs örtülerin Kâ’be-i Muazzamaya yakışacağını söyledi ve eve girmedi. Kapının örtüsü hariç bütün örtüler kaldırıldı. Eve girdiği zaman bir hayli mal gördü. “Bunlar kimin içindir” diye sordu. Dediler ki, “Senin ve hanımının malıdır. Buyurdu ki: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana bunu tavsiye etmedi. Fakat bana bir yolcunun malından ve ihtiyâcından fazla bir şey bulundurmamamı tavsiye etti.” Biraz sonra bir hizmetçi gördü. “Bu hizmetçi kimin” diye sordu. “Senin ve ehlinindir (hanımınındır)” dediler. Buyurdu ki: “Halîlim ( aleyhisselâm ) bana bunu tavsiye etmedi ve evinde nikâhlı zevcenden başka kimse bulundurma, buyurdu. Eğer bulundurursam onlar kadınların yapması icabeden şeyleri (yalanı, geçimsizliği, dedikoduyu) yaparlar diye tavsiye etti.” Bunun üzerine hizmetçi kadını da gönderdi. Daha sonra hanımının yanına girdi ve ona “Sen bana emrettiğim şeylerde itaat edecek misin” diye sordu. Hanımı “Senin meclisine itaat etmek üzere oturdum.” Yani sana itaat etmek üzere geldim, evlendim dedi. Bunun üzerine Halîlim ( aleyhisselâm ) bana buyurdu ki,“Sen ehlinle Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek üzere bir araya gel” dedi. Bundan sonra namaz kılmaya kalktı ve ehline de namaz kılmasını emretti. Çok ibâdet edip gözyaşı döktü ve bereketli kılması için Allahü teâlâ’ya duâ etti. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) hanımı ile de gayet zâhidâne bir hayat sürdüler. Eshâb-ı Suffe içerisinde Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) önünde, İslâm ilimlerini öğreniyordu. Selmân ( radıyallahü anh ) senelerce fakîrlik ve kölelik içerisinde çektiği sıkıntıları, vahiy pınarının berrak sularından, kana kana içip gideriyordu. Ehl-i Suffe içerisinde Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) en yakın olan Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) idi. Hazreti Âişe buyuruyor ki: “Selmân-ı Fârisî geceleri uzun zaman Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile beraber kalırdı ve sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resûlullah’ın yanında bizden fazla kalırdı. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Allahü teâlâ bana dört kişiyi sevdiğini bildirdi. Ve bu dört kişiyi sevmemi emretti. Bunlar: Hazreti Ali, Ebû Zerr-i Gıfârî, Mikdâd ve Selmân-ı Fârisî” buyurdular.

Hazreti Ebû Bekir devrinde Medine’den ve Hazreti Ebû Bekir’in sohbetinden bir an ayrılmayan Hazreti Selmân, Hazreti Ömer zamanında İran fethine katılmıştır. İslâm ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu bu seferlerde Selmân-ı Fârisî’nin ( radıyallahü anh ) çok büyük hizmetleri olmuştur. İranlılar hakkında büyük malûmat sahibi idi. Çünkü kendisi İranlıydı. İranlıları kendi lisanlarıyla dine davet ediyor, onlara İslâmiyeti anlatıyordu. İranlılar savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şaşırdılar. Hazreti Selmân fillerle nasıl çarpışılacağını ve nasıl öldürüleceğini İslâm askerlerine gösterdi. İran’ın Medayin şehri alınınca, Onu Hazreti Ömer şehre vâli tayin etti. İlmi, basîreti, vazîfesindeki adâleti ve nezâketi ile Medayin halkı tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece İslâmiyet orada süratle yayıldı.

Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) Hazreti Ömer zamanında Medayin vâlisi iken otuzbin kişiye hutbe okuduğu zaman yanında da iki parçadan müteşekkil bir hırka vardı. Hırkasının bir parçasını namazlık olarak serer namaz kılar, diğer parçasını da giyerdi. Ondan başka hiçbir elbisesi yoktu. Vâli olduğu için kendisine maaş verildi. Maaşını aldığı zaman ondan hiçbir şey harcamaz hepsini fakîrlere dağıtırdı. Kendi el emeği ile geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile bir daha tabak yapmak için malzeme alır, bir dirhemini sadaka verir bir dirhemiyle de evinin ihtiyâcı olan şeyleri alırdı. Üzerinde damı (tavanı) bulunmayan basit bir evde yaşardı. Bir taraftan güneş gelince, duvarlardan güneş gelmeyen yere geçer, oraya güneş gelince güneş gelmeyen diğer tarafa geçerdi. Medayin’de vâli iken Şam’dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selmân-ı Fârisî’yi ( radıyallahü anh ) tek bir hırka ile görünce işçi zannetti ve “Gel şunu taşı” dedi. Selmân ( radıyallahü anh ) çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Selmân’ı ( radıyallahü anh ) tanıyanlar adama “Sen ne yapıyorsun bu vâlidir” dediler. Adam Selmân’a ( radıyallahü anh ) dönüp “Kusurumu bağışlayınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı indirin” dedi. Selmân ( radıyallahü anh ) “Hayır niyet ettim gideceğin yere kadar götüreceğim” dedi ve adamın evine kadar götürdü. Selmân ( radıyallahü anh ) böylesine de tevâzu sahibi idi.

Çok sade bir hayat yaşayan Selmân-ı Fârisî, Hazreti Osman devrinde hastalandı. Bu sırada kendisini ziyârete gelen Sa’d bin Ebî Vakkas’a artık dünyâdan ayrılacağını ve bütün servetinin bir kâse (tas), bir leğen, bir kilim ve bir hasırdan ibâret olduğunu söyledi. Kendisini ziyârete gelen Eshâb-ı kiram nasîhat isteyince, onlara hasta olduğu halde devamlı nasîhatde bulunuyordu. Bu hastalığı neticesinde Medayin’de vefât etti. Vefât ettiğinde ikiyüzelli yaşında bulunuyordu 35 (m. 655).

Selmân-ı Fârisî, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) altmış civarında hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Bunlardan otuz kadarında Buhârî ve Müslim ittifâk edip, kitaplarına almışlardır. İlim öğretmeyi çok severdi. Çok âlim yetiştirmiştir. Ebû Sa’îd el-Hudrî, İbn-i Abbâs Evs bin Mâlik, Onun talebeleri arasında idi. Ebû Hureyre ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Tabiînin büyüklerinden ve o zaman Medine’de Fukaha-i Seb’a denilen, yedi büyük âlimden biri olan, Kâsım bin Muhammed de Selmân-ı Fârisî’nin talebelerindendir. O’nun derslerinde ve sohbetlerinde kemâle gelmiştir.
Selmân-ı Fârisî, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrunda ve sohbetlerinde kemâle geldi. Zâhir ve batın ilimlerinde çok yüksek derecelere kavuştu. Eshâb-ı kiramın hepsi de böyle olmuştu. Fakat Resûlullahdan herkes, kendi kabiliyyeti ve kapasitesi kadar feyz alırdı. Hazreti Ebû Bekir’in kavuştuğu derecelere hiçbir Sahâbî kavuşamadı. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ), Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) sonra Hazreti Ebû Bekir’in sohbetinde ve hizmetinde de çok bulunarak, O’ndan da feyz aldı.

Hanımı anlatır: Vefâtına yakın bana: “Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve başımın etrâfına saç, insan ve cin olmayan kimseler (melekler) yanıma geleceklerdir” dedi. Söylediği gibi yaptım. Dışarı çıktım. Odadan, “Esselâmü aleyke, ey Allah’ın velisi ve Resûlullahın arkadaşı” diyen bir ses duydum. İçeri girdiğimde rûhunu teslim etmişti. Yatağında uyuyor gibiydi.

Sa’îd bin Müsseyyeb, Abdullah bin Selâm’dan naklen anlatır: “Selmân-ı Fârisî bana: “Ey kardeşim hangimiz evvel vefât edersek, vefât eden kendini, hayatta olana göstersin” dedi, ben de bu mümkün müdür? dedim. “Evet, mümkündür. Çünkü mü’minin rûhu bedeninden ayrılınca, istediği yere gidebilir, kâfirin rûhu Siccinde habsedilmiştir” dedi. Selmân ( radıyallahü anh ) vefât etti. Birgün kaylûle yaparken (gün ortasında uyurken) Selmân’ın geldiğini gördüm. Selâm verdi. Selâmına cevap verdim. Yerini nasıl buldun diye sordum, “İyidir. Tevekkül et. Tevekkül ne iyi şeydir” dedi ve üç kere tekrarladı.”

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]

1) Sahih-i Buhârî cild-6, sh. 63

2) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh. 351

3) El-İsâbe cild-2, sh. 62

4) El-İstiâb cild-2, sh. 56

5) Hilyet-ül-Evliyâ cild-1, sh. 185

6) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-1, sh. 185, cild-4, sh. 75

7) İbn-i Hişâm cild-1, sh. 232

8) Şifâ-i şerîf cild-1, sh. 278

9) El-Kâmil fit-târîh cild-2, sh. 178

10) Câmi-ul-Kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 84

11) Kâmûs-ül-A’lâm cild-4, sh. 2606

12) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1063

13) Eshâb-ı Kirâm sh. 391

14) Herkese Lâzım Olan Îmân sh. 315

15) Hadâik-ul-verdiyye sh. 15

[/toggle]

Kasım Bin Muhammed (k.s.)

Mekkeden medineye giderken 105 km de KHULAIS denen bir kasabada mescidi kebir caminin yakinindaki mezarlikda

Tabiînin büyüklerinden. Medîne-i münevveredeki yedi büyük âlimden biri. İnsanları Hakk’a davet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin üçüncüsüdür. Adı, Kasım bin Muhammed bin Ebû Bekr-i Sıddîk et-Teymî’dir. Babası Muhammed, hazret-i Ebû Bekr’in oğludur. Annesi Sevde, son Sâsânî hükümdarı Yezdücürd’ün kızı olduğundan, İmâm-ı Zeynel-Âbidîn ile teyze çocuklarıdır. Hazret-i Osman’ın hilâfeti zamanında 651 (H. 31) yılında doğdu. Babası Mısır’da şehîd edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası ve Peygamberimizin mübarek hanımı hazret-i Âişe’nin yanında büyüdü. 719 (H. 101) veya 725 (H. 106) yılında Mekke ile Medîne arasında Kudeyd denilen yerde Kabe’yi ziyaret için giderken vefat etti.

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’in torunu olan Kasım bin Muhammed, Eshâb-ı kiramdan bir çoğuna yetişmiş ve onlardan ilim öğrenmiştir. Başta halası hazret-i Âişe olmak üzere, Ebû Hüreyre, Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Ömer, hazret-i Muâviye gibi meşhûr sahâbîlerden hadîs-i şerîf rivayetinde bulunmuştur. Kendisinden de; Tabiînin büyüklerinden oğlu Abdurrahmân, Salim bin Abdullah, İmâm-ı Şa’bî, akranlarından İbn-i Amr, Yahya bin Sa’îd ve Sa’d bin Sa’îd el-Ensârî, Abdullah bin Ömer, Sa’d bin İbrahim, Abdullah bin Avn ve daha bir çoğu hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdir.

Kasım bin Muhammed, Selmân-ı Fârisî’nin sohbetlerinde bulunarak yetişip bir ruh mütehassısı olmuştu. Tasavvuf ilminde, verâ ve takvada yâni Allahü teâîânın haram ettiklerinden sakınıp kaçınmada eşi yoktu. Silsile-i aliyye büyüklerinden dördüncüsü olan İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık da, bunun sohbetinden feyz aldı (Bkz. Ca’fer-i Sâdık).

Kasım bin Muhammed, hadîs ve fıkıh ilminde zamanının en yükseği idi. İlimde ve takvada eşine rastlanmıyacak bir yüksekliğe erişmişti. Büyük hadîs ve fıkıh âlimlerinden Yahya bin Sa’îd; “Medîne’de Kâsım’dan üstün bir kimseye yetişmedik” derken, İbn-i Sa’d da; Tabakât adındaki eserinde; “Kasım, hadîs ilminde sika yâni güvenilir bir râvi, fıkıh ilminde yüksek bir âlim ve her bakımdan imâm, önder olan bir zâttı. Pek çok hadîs-i şerîf bildirdi. Takva ve verâ sahibi idi” diyerek kendisini medhetmektedir. Ebü’z-Zenâd da; “Ben, Kasım’dan daha çok hadîs ve fıkıh bilen bir kimse görmedim” demektedir. Yine büyük hadîs âlimlerinden Süfyân ibni Uyeyne de; Kasım bin Muhammed’in devrinin en büyük âlimi olduğunu söylemiştir. Ömer bin Abdülazîz’in de; “Eğer birini yerime halîfe seçmem îcâb etseydi, Kâsım’ı seçerdim” dediği rivayet edilmiştir. Ömer bin Abdülazîz, halifeliği zamanında Kasım bin Muhammed’i, halası hazret-i Âişe’ye âid olan ne kadar hadîs-i şerîf ve başka rivayetler biliyorsa, onların hepsini toplamakla görevlendirmiştir. Hattâ Ömer hin Ahdülazîz birkerresinde; ilmin yok olup, âlimlerin son bulması endişesi üzerine, Medîne valisi Ebû Bekr bin Muhammed Din Hazne’ye mektup yazarak şöyle demiştir: “Resûlullah’ın hadîs-i şerîflerini, sünnetlerini Amre binti Abdurrahmân el-Ensârî’nin ve Kasım bin Muhammed’in rivayetlerini araştır ve yaz! Zîrâ ben ilmin yok olup, âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum.” Amre ile Kasım bin Muhammed, hazret-i Âişe’nin talebesi idiler. Onun Resûlullah’dan rivayet ettiği hadîs-i şerîfleri en iyi bilen bunlardı.

O, fıkıh ilminde de yüksek bir âlimdi. Medîne’de yetişen ve kendilerine fükahâ-i seb’a adı verilen yedi büyük âlimden birisiydi. Allah ve Resûlü adına konuşmanın ve dînî mes’elelerde fetva vermenin mes’ûliyetini en iyi şekilde idrâk edenlerdendi. Yahya bin Sa’îd’in bildirdiği şu sözleri, bunu açıkça göstermektedir: “İnsanın, Allah’ın hakkını bildikten sonra câhil olarak yaşaması, bilmediği şeyi söyleyerek fetva vermesinden hayırlıdır.” Hâlbuki, Abdurrahmân bin Ebî Zenâd, onun hakkında; “Peygamberimizin sünnetini Kasım bin Munammed’den daha iyi bilen birisini görmedim” diyor. Kendisinden bir mes’ele sorulunca: “Anlamıyorum, bilmiyorum” derdi. Ona sormayı çoğalttıkları zaman da; “Vallahi, sorduğunuz her şeyi bilmiyorum. Şayet bilseydik, sizden saklamazdık. Çünkü bildiklerimizi saklamamız bize helâl değil” derdi. Dînî mes’eleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetva verirdi. Her sabah Mescid-i Nebî’ye gelir, iki rek’at namaz kılar, sonra Resûlullah’ın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine sorulan mes’elelere fetva verirdi. Nitekim mezheb imamlarından Mâlik bin Enes (rahmetullahi aleyh) de onun hakkında; “Kasım bu ümmetin fakîhlerinden idi” buyurmuştur.

Kasım bin Muhammed, çok mütevâzî, alçak gönüllü idi. Bir gün köylünün birisi ona; “Sen mi daha çok biliyorsun, Salim bin Abdullah mı?” diye sordu. Cevâb olarak; “Burası Sâlim’in evidir” deyip başka söz söylemedi. Muhammed bin İshak da, onun için; “O benden daha iyi bilir deyip, yalan söylemeyi veyahut ben ondan daha iyi bilirim diyerek kendisini üstün göstermeyi istemedi” dedi. Hâlbuki Kasım bin Muhammed, her ikisinden de âlimdi. Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî; “Ondan daha faziletli bir kimse görmedim” derken, İmâm-ı Buhârî de: “Zamanının en fazîletlisiydi” demiştir.

Seyyid Nur Muhammed Bedayuni (k.s.)

Hindistan – Yeni Delhi’de , Nizameddin Evliya dergahı yakınında

Evliyanın büyüklerindendir, seyyid olup soyu Rasülullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e ulaşır. Hindistan’ın Bedayun şehrindedir. Doğum tarihi bilinmemektedir.

Seyyid Nur Muhammed Bedayüni Hazretleri ilmini ve feyzini İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin torunu, büyük alim ve mürşid-i kamil Muhammed Seyfüddin Faruki Hazretleri’nden aldı. Şeyhinin ölümünden sonra Abdülhak Muhaddis ed-Dehlevî (Rahimehullah)ın oğlu Hafız Muhammed Muhsin (Rahimehullah)ın sohbetlerine devam etti.

Seyfüddîn-i Farükî Hazretleri’nin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip icazet aldı. İlimde o kadar yükselmişti ki sarf, nahiv, mantık, me’ anî, tefsîr, hadîs ilimlerinde ve tasavvufta zamanının yegane alimi ve rehberi idi. Tasavvuf ehli onunla iftihar etmişlerdir, insanlar ondan feyiz almak için sohbetine koşmuşlardır. Bir teveccühü ile talebelerinin kalpleri zikretmeye başlardı. Yetiştirdiği talebelerin en meşhuru ve halîfesi Muhammed Can-ı Canan el-Mazhar Hazretleri olup evliyanın büyüklerindendir.

Seyyid Nur Muhammed Bedayünî Hazretleri dînin emirlerine tam uyardı. Şüpheli şeylerden ve haramlardan sakınma husüsunda gayreti son dereceye ulaşmıştı. Yiyeceği ekmeğin ununü helalden tedarik eder, hamumnu kendi yoğump, pişirir ve açlık ağır bastıkça azar azar yerdi.

İstiğrak ve cezbe halleri yani tasavvufta ilahî aşk ve kendinden geçme hali pek ziyade idi. On beş sene bu hal üzere yaşadı ve tasavvufi hallere gark oldu. Ömrünün son zamanlarında bu halden ayıklık haline dönmüştür. Sünnet-i Seniyye’ye ittiba’a çok dikkat gösterirdi. Rasülüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in hayatını yüksek ahlakını anlatan kitapları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hallerinde ve işlerinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)e uymaya çalışırdı.

Bir gün birisi yiyecek bir şey hediye getirmişti. Kendisine takdim edilince, nazik bir tavırla “Bu yiyecekte bir zulmet gözüküyor, bir araştırınız.” buyurdu. “Bu yiyecek helaldendir.” diye arzettiler. Fakat araştırınca, bu yiyeceğin gösteriş niyetiyle hazırlandığını anladılar.

Dünyaya düşkün olan bir kimse, kendisinden emanet bir kitap istediğinde verirdi. Kitap geri getirilince o kitabı bir yere koyar ve üç gün bekletirdi. Verdiği kimseden kitap üzerine sirayet eden zulmet, sohbetinin bereketiyle dağıldıktan sonra alip okurdu.

Evliyanın büyüklerinden ve Seyyid Nur Muhammed Bedayuni Hazretleri’nin en başta gelen talebesi olan Habibullah Can-ı Canan el-Mazhar Hazretleri ondan bahsederken gözleri yaşla dolar ve talebelerine şöyle derdi: “Sizler Seyyid Nur Muhammed Bedayüni Hazretlerine yetişemediniz, onu görmediniz. Eğer görmüş olsaydınız, imanınız tazelenir ve ”Allah-u Te’ala ne büyük kudret sahibidir ki. böyle mübarek bir zat yaratmış” derdiniz. Onun keşfi son derece kuvvetli idi. Başkalarının baş gözüyle göremediklerini o, kalp gözüyle görür ve anlardı.Hayatı baştan sona fazilet ve kerametlerle doludur.

1135 (1722) senesinde Delhi’de vefat etti. Mürîdlerinden Newab Mükerrem Han’ın Nizameddin Evliya Türbesi civarında bulunan bağına defnedildi. En önemli halîfesi olan Can-ı Canan el-Mazhar Hazretleri daha sonra buraya bir türbe yaptırdı.

Şeyh Seyfeddin Faruki (k.s.)

Hindistan – Serhend’de İmam Rabbani hazretlerinin 200 metre güneyinde

İmam-ı Rabbani Hazretleri nin torunu ve eI-Urvetü’l-Vüska Muhammed Masum el Faruki Hazretleri’nin altıncı oğludur, ismi Muhammed Seyfüddîn, nisbesi Farükî’dir. Muhyi’s-sünne (sünneti ihya eden) lakabıyla meşhur olmuştur. 1055 (1645) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrinde doğdu. 1684 (H. 1095) senesinde aynı yerde vefat etti. Kabri, babası Muhammed Masum el-Faruki Hazretleri’nin türbesinin yakınındaki türbededir.

Seyfüddin-i Farükî (Kuddise Sirruhü) küçük yaşından itibaren ilme yönelip ders okuyabilecek yaşa geldiği zaman Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Sonra amcası Muhammed Sa’id’den akli ve nakli ilimleri tahsil edip kısa zamanda çok şeyler öğrendi. Zamanının marifet deryası olan babası Muhammed Ma’sum-i Faruki Hazretleri’nin teveccüh ve sohbetleriyle, Nakşibendiyye yolunun usul ve adabı üzere tasavvuf yolunda ilerleyip, kısa müddet içinde manevi mertebeleri kat etti, birçok hallerin ve kerametlerin sahibi oldu. Manevî derecelere kavuşup, arifler semasının ayı ve alimlerin baştacı oldu. Kendisine, ilahî hazinelerin kapıları aralanıp, birçok ihsanlara kavuştu.

Zahiren ve batinen olgunlaştıktan sonra babasının emriyle insanlara, Allah-u Te’ala’nın dinin, Rasullulah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in güzel ahlakını anlatmak ve vaktin sultanı Evrengzib AIemgir Han’ın dini terbiyesi için vazifelendirilip Delhi’ye gitti.

Sohbetlerinin bereketiyle Hindistan’da yayılmış birçok bidat ve sapıklık, Sultan Alemgir Han tarafından ferman çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in unutulmuş ve kaybolmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, valiler ve devlet adamları da Seyfüddin-i Faruki Hazretleri’nin sohbetleriyle şereflenip hidayete kavuştular. Ona son derece saygı duyup huzurunda ayakta dururlardı.

Muhammed Seyfüddin-i Faruki Hazretleri’nin himmet ve bereketiyle, Hindistan’ın her tarafında İslamiyet yayılıp Müslümanlar kuvvetlendi. Bidat sahipleri ve kafirler perişan olup, hiçbir yerde kabul görmediler. Hindistan hiçbir zaman böyle bir devir görmemişti.

Muhammed Seyfüddin-i Faruki Hazretleri, Delhi’deki bu gelişmeleri ve Sultan Alemgir Han’ın sevindirici halini babasına mektup yazarak bildirdiği zaman, babası çok sevinip dua etti.

Delhi’de, onun sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kafirler, facirler, fasıklar da onun sohbet meclisine gelip, yüksek huzuruyla şereflenince, hidayete kavuşup eski günahlarına tevbe edip, istiğfar ederek geri dönerlerdi.

Onun sohbeti bereketiyle, binlerce kişi hidayete ve kemale kavuşup, yüksek derecelere ulaşmıştı. Dergahına her gün binlerce kişi gelir feyz alırdı. Delhi’de kurduğu tekkeden pekçok halifeler yetişti. Burada yetişen halifeler aracılığıyla, Nakşibendiyye’nin Müceddidiye kolu, Afganistan, Türkistan, Irak ve Şam bölgelerine yayıldı.

Ömrünü islamiyet’in emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanlara anlatarak onların dünyada ve ahirette saadete, kurtuluşa ermeleri için sarf eden Muhammedi Seyfüddin Hazretleri bin dört yüz veli yetiştirdi. Birçok velî ve mürşid-i kamil yetiştirip, insanların hidayete kavuşmalarına vesile oldu. Seyyid Nur Muhammed Bedayuni (Kuddise Sirruhü) yetiştirdiği talebelerinin en büyüğü ve kamilidir.

Sekiz oğlu vardı. Üçü kendi huzurunda kemale geldi. Beşi henüz küçüktü. Büyük olan oğulları Şeyh Muhammed Azam, Şeyh Muhammed Hüseyin ve Şeyh Muhammed Şu’ayb’dır. Diğer oğulları Muhammed İsa, Muhammed Musa, Muhammed Kelimetullah, Muhammed Osman ve Abdurrahman’dır. Altı kızı vardı. Bunların isimleri de Cennet, Habibe, Saire, Şehrî, Refiunnisa ve Zehra’dır. (Rahmetullahi Aleyhim ve Aleyhinne Ecma’în)

”Mektubat-ı Seyfiyye” adlı bir eseri olup, için de yüz doksan mektup vardır. Bu kıymetli eseri, oğlu Muhammed Azam (Rahimehullah) toplayıp kitap haline getirmiş, Hindistan’ın Haydarabad şehrinde basılmıştır.

Kaynaklar ; Lalegül dergisi – Cübbeli Ahmet Hoca Efendi
(Muhammed Fazlullah es-Serhendi, ‘Umdetü’l-makamat, sh:392; Yusuf en-Nebhanî, Cami’u keramati’l-evliya, 1/204; Muhammed Zahid el-Kevserî, İrgamü’l-merîd, sh:75; ‘Abdülmecid el-Ham, el-Kevkebü’d-dürriyye ‘ale’l-Hadaiki’l-verdıyye fi ecillai’s-sadati’n-Nakşibendiyye, sh:593-595; Ahmed Hilmî, Hadîkatü ‘1-evliya, sh:112; İslam Alimleri Ansiklopedisi, 16/173)

Muhammed Masum (k.s.)

Hindistan – Serhend’de İmam Rabbani Hazretlerinin türbesinin 200 metre kuzeyinde

Asıl adı Muhammed’di. Günaha düşmekten ve şüphelilere yaklaşmaktan çok sakındığı için ”Ma’sum” lakabıyla anılırdı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğludur. 1599 (H. 1007) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan Mülk-i Haydar mevkıinde doğdu.

O daha küçük iken, babası onda tam bir olgunluk ve irşâd eserleri gördü. İstidâdının yüksekliğini anlayınca teveccüh ve nazarları ile ona yönelip, istidâdının altında gizli kemâlâtın açığa çıkmasını bekledi. Buyurdu ki: “Hâl, ilimden sonra olduğu için, ilim okumaktan başka çâre yoktur.” Bu sebeple oğluna aklî ve naklî ilimleri okutmağa başladı. En zor ve en derin kitapları satır satır, yaprak yaprak okumasını emretti. Böylece Muhammed Ma’sûm hazretleri, ilim tahsîline başladı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; “İlim tahsîlini çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz vardır.” buyururdu. Daha on dört yaşında iken babasına; “Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur.” diye arzedince, babası; “Sen zamânının kutbu olursun.” buyurarak müjde verdi. Nitekim daha sonra bunu kendisi şöyle belirtmiştir: “Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun. Vâd edilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine kavuştum.”

Muhammed Ma’sûm, ilminin çoğunu babasının huzûrunda öğrendi. Bu tahsîli sırasında İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektubunda onun hakkında şöyle yazmıştır: “Bu günlerde oğlum Muhammed Ma’sûm, Şerh-i Mevâkif’i bitirdi. Bu arada Yunan felsefecilerinin kusur ve hatâlarını iyi anladı. Nice faydalara kavuştu. Allahü teâlâya bu ihsânından dolayı hamd ve senâlar olsun.” İlminin bir kısmını da büyük ağabeyi Muhammed Sâdık’tan ve babasının halîfelerinden olan büyük âlim Muhammed Tâhir-i Lâhorî’den öğrendi. Ayrıca başka âlimlerden de ilim öğrendi. Hadîs ilminde babasından icâzet, diploma aldı.

On altı yaşında iken, bütün ilimlerin tahsîlini bitirdi. Bundan sonra tamâmen tasavvufa yönelip, babasının feyzlerine, üstün makamlara, büyük derecelere ve yüksek kemâlâta kavuştu. Kendinden önce yaşayan büyük velîlerin bir ömür harcayarak elde ettiklerini, o daha çocukluğunda elde etti. Bu durumu kendisi şöyle ifâde etmiştir: “Bu fakîr, (yâni Muhammed Ma’sûm) o esrar denizlerinin dalgıcı oldum. O yüksek efendim (İmâm-ı Rabbânî), dâimâ bu fakîrin hâlini kontrol ve teftiş ederdi. İlerlememi yakından incelerdi. Çok teveccüh buyururdu. Gizli hakîkatleri beyân eyledikleri zaman bu fakîrden başkası, şerefli huzurlarında yoktu. Kavuştuğum şeyleri sorduktan sonra çok iltifât eylediler. Yüksek hâllere kavuştuğumun müjdesini verdiler. Allahü teâlâya bunun ve verdiği nîmetler için hamd ü senâlar olsun.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri ömrünün son günlerinde onu husûsî odasına çağırıp buyurdu ki: “Benim bu dünyâya bağlılığım yalnız bu kayyumluk vazifesi ve muâmelesi sebebiyle idi. Devamlı teveccühlerden sonra o sana verildi. Bütün mahlûkât tam bir şevk ile yüzünü sana dönüyor. Şimdi bu fânî dünyâda kalmak için sebep bulamıyorum. Bu denî, aşağı ve hakîr dünyâdan göç etmem yaklaştı.” Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî buyurdu ki: “Bu fakîr, bu gizli müjdeyi duyduğum hâlde kalbim parçalandı. Gözlerim yaşla doldu. Büyük bir elem ve üzüntü ile kendimden geçtim. Ne dilimde konuşacak kuvvet, ne kulağımda dinleyecek kudret kaldı. Bendeki bu değişmeyi görünce, şefkât ve merhametinin çokluğundan bir müddet daha yaşayacağını işâret edip; “Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; birini kendine çağırır, diğerini onun yerine oturtur.” buyurdu.

Muhammed Ma’sûm, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra, vâz ve irşâd makâmına geçip talebe yetiştirmeye başladı. O da ilim ve feyz saçarak insanları doğru yola dâvet etti. İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti onun ki kadar yaygın olan bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuz yüz bin kişi ona talebe olup elinde tövbe etmiş, talebelerinden yüz kırk bini evliyâlık mertebelerine kavuşmuş, yedi bini de mürşid-i kâmil, tam ve olgun bir âlim olarak yetişip, irşâd ile emrolunmuştur. Talebeleri onun huzûrunda bâzan bir ayda, bâzan bir haftada evliyâlık kemâlâtına ererlerdi. Bâzılarını bir teveccühde, makamların hepsine ulaştırırdı.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin yetiştirdiği mürşid-i kâmillerden herbiri, bulunduğu yerlerde insanlara feyz vererek, onları irşâd ettiler, hak olan doğru yolu anlattılar. Böylece onun feyz ve mârifeti her tarafa yayıldı. Yapılan bu mükemmel hizmetler, îzâh edilemeyecek kadar umûmileşti, yaygınlaştı ve asırlar sonrasına aksetti. Talebelerinin meşhûrlarından olan Murâd-ı Münzevî hazretlerinin kabri İstanbul’dadır. İstanbul’da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan biridir.

Muhammed Ma’sûm hazretleri 1657 (H.1068) senesinde hacca gitti. Bu sefere çıkıp mukaddes beldelere varınca buyurdu ki: “Bu yerlerin her tarafını Peygamber efendimizin nûrları ile dolmuş buluyorum.” Mekke ve Medîne’de bulundukları müddetçe, beyâna sığmaz hâller müşâhede eyleyip, bir kısmını yakınlarına anlatmıştı. Buyurdu ki: “Mekke-i mükerremeye geldiğim zaman tavâf-ı kudûm yaptım. Melekler ve hûrilerin Kâbe’yi tavaf ettiklerini, böyle şevk ve kavuşma hasretinin insanlarda olamayacağını gördüm. Her defâsında Kâbe’yi üç defâ medhederlerdi. Kâbe’nin etrâfından göğe kadar her yeri kaplamışlardı.”

Yine şöyle buyurdu: “Mekke’den Arafat’a gitmek için yola çıktım. Mina’ya varınca, namaz kılmak için Mescid-i Hîf’e girdim. Peygamber efendimiz o mescidin yakınında çadır kurmuş, konaklamışlardı. Aynı zamanda orada Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmın makamları vardı. Bu mescidde oturduk. Allah’ın Peygamberi tam bir heybet ve celâl ile geldi. O’nun o mübârek latîf vücûdu sebebiyle yer gök nûr ile doldu. Her şey o nûrun içine gömüldü.”

Mekke-i muazzamada bulunduğu sıralarda, büyük kardeşi Hâce Muhammed Saîd hastalanmıştı. Hastalığı da ağırdı. Kurtulması için duâ etti.Teveccüh buyurdu. Ağlayarak Allahü teâlâya sığındı. Ellerini kaldırarak, içli duâ eyledi. Sonra buyurdu ki: “Duâ esnâsında müşâhede eyledim ki; huşû ile ellerimi kaldırıp, Allahü teâlâya duâ ettiğim sırada, mahlûkatdan milyonlarcası, bana uyarak ellerini kaldırdılar. Murâdımın hâsıl olması için, duâma iştirak ettiler. Böylece duâm kabûl oldu. Ağabeyimin rahatsızlığı geçip tam sıhhate kavuştu.”

Yine buyurdu ki: “Kâbe’de idim. Hazret-i İbrâhim’i, makâm-ı İbrâhim’de gördüm. Onun yakınında inanılmıyacak zuhûrlar ve garîb hâller buldum.”

Peygamber efendimizin dünyâyı şereflendirdikleri Rebî’ul-evvel ayının on ikinci gecesi, Kabe’de Mültezem’in yanında iken, irşâd ile meşgûl olayım mı, yoksa bu işi bırakıp uzlette, kendi başıma mı ibâdetle meşgûl olayım diye Resûlullah efendimize tazarrû, yalvarma ve ilticâda bulundum. Çok kıymetli olan irşâd ile meşgûl olmam için emrolundum. Allahü teâlânın rızâsının tamâmen bu işte olduğunu ve bu işe gayret etmemi bildirdi. Hattâ bunu terketmemin hiçbir şekilde rızâsına uygun olmadığı anlaşıldı.

Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm hazretleri Mekke-i mükerremeden ayrılıp, Cidde’ye geldiği zaman buyurdu ki: “Nûrlar ve esrâr, Harem-i şerîfin dışında, içindekilerden daha çok görünmeğe başladı. Zîrâ, huzurda iken, nûrların ziyâsının çokluğu, onlara bakmamıza mâni oluyordu. Bu yüzden hiçbir tarafa bakamıyordum ve her şeyi iyice anlayamıyordum. Nûrların azalması, bakmayı kolaylaştırdığı için, anlamak da mümkün oluyor.” Sonra Medîne’ye gitmek üzere yola çıktı.

Medîne-i münevvere yoluna büyük bir sevgi ile koyuldu. Mescid-i nebînin nûrlarının eserlerinin, dalgalarının görünmesi, duyulmağa başlaması, bir an evvel bu kıymetli yerlere kavuşmağı hızlandırıyordu. Bunun gibi Sahâbe-i kirâmın mübârek mezârlarına ulaşmak için tam gayret ediyordu. Bedir vâdisine gelince, Sugra’da yatan Bedir muhârebesi şehîdlerinden hazret-i Abdülhâris’in mezârını ziyârete gitti. Yanındakilerle berâber, bir müddet mezârın başında murâkabe eyledi. Sonra; “Onun mezârının başında teveccüh ettim. Kendisini bulamadım. Bir müddet sonra görünüp, bize doğru geldi. Büyük bir neşe ile beni karşıladı.” buyurdu.Sonra Medîne’ye girdiler. Medîne’de Peygamber efendimizin kabrini ziyâret ederek, uzun müddet murâkabe ile meşgûl oldu ve; “Peygamberlerin sonuncusu, kereminin çokluğundan ve merhametlerinin fazlalığından gözüküp yanıma geldi.Lütf ve inâyet buyurup beni kucakladı. O kadar nîmete kavuştum ki, bunun gibisine bu zamâna kadar kavuşmamıştım.” buyurdu. Orada bulunduğu müddetçe Peygamber efendimizi bu şekilde defâlarca görmüştür.

Muhammed Ma’sûm hazretleri Medîne-i münevverede bulunan Eshâb-ı kirâmdan birçok zâtın ve diğer büyük zâtların medfûn bulunduğu Bakî’ kabristanını da ziyârete gitti.Bu ziyâreti sırasında da, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin rûhâniyeti ile görüştü. Bakî’ kabristanında vedâ ziyâreti yaparken, hazret-i Osman’ın nûr saçan mezârı başında oturdu. Diğer mezârları da ziyâret için oradan ayrılırken, hazret-i Osman’ın rûhâniyeti gözüküp onu uğurladı ve üç defâ öptü. Ayrıca hazret-i Abbâs’ın, hazret-i Âişe’nin, hazret-i Fâtıma’nın, Peygamber efendimizin küçük yaşta vefât eden mübârek evlâdı İbrâhim’in ve diğer büyüklerin rûhâniyetini görmüştür. Onların da feyz ve bereketlerine kavuştuğunu, herbirinden ayrı ayrı hâller gördüğünü bildirmiştir.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin, vefât ettiği sene, Şa’bân ayının on beşinci gecesi, yâni duâların kabûl olduğu, ecellerin takdir edildiği Berât gecesinde, talebelerinden bâzı hâdiseleri sorup cevap aldı. Sonra da; “Bir kutbun ismini yaşayanlar defterinden sildiler.” buyurarak, vefât edeceğine işâret etti.Yine vefâtına yakın bir zamanda bir yerde durup; “Pek yakında kemâl sâhiplerinden birinin mezârı burası olur.” buyurdu. Vefât edince kabrinin orası olduğunu görenler bu sözdeki işâreti anladılar. Yine o günlerde babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kabrini ziyâret ettiği sırada ondan âhiretin hâllerini sorduğunu ve babasının cevâbında; “Burada her şey rahmet iledir” buyurduğunu bildirdi ve ertesi gün vefât etti.Vefâtları 1668 (H.1079) senesi Ağustos ayının on yedinci günü öğle vakti idi. Cenâzesini, Ahund Sücâdil yıkadı. Mübârek ağzını yıkamaya sıra gelince, yıkayıcı; “Bu mübârek ağzı açmaya tâkat getiremiyorum.” dedi. Bunun üzerine Muhammed Ma’sûm hazretleri kendisi, hayatta olanlar gibi ağzını açtı, suyu ağzına aldı ve ağzını çalkaladı. Orada bulunanlar bu hâli görünce şaşırdılar. Namazını en küçük kardeşi, Şeyh Yahyâ kıldırdı. Mezârı, hayatta iken; “Burada kemâl mertebelerine kavuşan bir fakîrin mezârı bulunur” buyurduğu yer oldu. Bâbür sultânı ve talebesi olan Evrengzîb Âlemgir, kabri üzerine yüksek kubbeli bir türbe yaptırdı. Türbesi, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesinin birkaç yüz metre kuzeyindedir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ında, bu oğluna yazdığı mektuplar vardır.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin kıymetli neslinden pekçok veli yetişmiş ve zamanlarının kutbu olmuşlardır. Bütün İslâm memleketlerine feyzleri yayılıp nûrlandırmıştır. Ecdâdlarının vârisleri ve yeryüzünün meşhûrları olmuşlardır. Hidâyet ve irşâdda yüksek derece kazanmışlardır.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin üç ciltlik;Mektûbât-ı Ma’sûmiyye adlı bir eseri vardır. Bu üç cildde toplam altı yüz elli iki mektup vardır. Son olarak 1976 (H.1396) senesinde Pakistan’ın Karaçi Şehrinde bastırılmıştır. Fârisî olan bu mektuplar arasından yüz kırk bir adedi seçilerek; Müntehâbât-ı Ma’sûmiyye adı ile İhlâs Holding A.Ş. tarafından bastırılmıŞtır.

[toggle title=”Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretleri Mektûbât-İ Ma’sûmiyye’sinin 1. cild 4. mektubundaşöyle buyurmaktadır:” load=”hide”] “Bu bir köşede unutulmuşu hatırlıyarak, kardeşim Mevlânâ Muhammed Hanîf ile gönderdiğiniz mektup geldi. Okuyunca, çok sevindirdi. Ortağı, benzeri olmayan cenâb-ı Hakk’a bağlılığınızı ve O’nun muhabbetinin ateşi ile yandığınızı okuyunca, sevincimiz kat kat arttı. Bu âhir zaman fitne ve zulmeti içinde, Allahü teâlâ, bir kulunun kalbine, kendi sevgisini yerleştirir ve kendi hicrânı, ayrılığı ile onu yakarsa ne büyük nîmettir! Bu nîmetin kıymetini bilip, şükrünü yapmak lâzımdır. Durmayıp, bunun artmasına çalışarak, aşk-ı ilâhînin, en son derecesine yükselmesini beklemelidir. Hakîkî matlûbdan başka hiçbir şeye gönül bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle uğraşmamalıdır. Muhabbet ateşi, nefs-i emmârenin azgınlığından, yükselmesinden meydana gelen, izzet-i nefs perdesini tamâmen yakarak, ezelî ve ebedî kemâlâtİn nûrlarİ, kalbi aydİnlatmalİdİr. “Nîmetlerime Şükrederseniz, onlarİ arttİrİrİm.” (İbrâhim sûresi: 7) buyrulmuŞtur.

Ey mes’ud ve bahtiyâr kardeşim! Allahü teâlânın sevdiği kullarının yolunda yürümek arzusunda isen, bu yolun şartlarını ve edeblerini gözetmelisin! En önce, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Çünkü Allahü teâlânın sevgisine ulaştıran yolun esâsı bu ikisidir. İşlerinizi, sözlerinizi ve ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin sözlerine ve kitaplarına uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve söylemekte aşırı gitmeyip, orta derecede olmalısınız. Seher vakti (yâni gecelerin sonunda) kalkmağa gayret etmelisiniz. Bu vakitlerde istigfâr etmeyi, ağlamayı, Allahü teâlâya yalvarmayİ ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle berâber olmayİ aramalİsİnİz. “İnsanİn dîni, arkadaŞİnİn dîni gibidir.” hadîs-i şerîfini unutmayınız! Şunu, iyi biliniz ki, âhireti, seâdet-i ebediyyeyi isteyenlerin, dünyâ lezzetlerine düşkün olmaması lâzımdır.

Mübâh olan lezzetleri bırakamazsanız, hiç olmazsa, haramlardan ve şüphelilerden kaçınınız. Böylece âhirette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altın ve gümüş eşyânın ve çayırda otlayan hayvanların ve ticâret eşyâsının zekâtını, topraktan, tarladan, ağaçtan alınan mahsüllerin öşrünü de her hâlükârda vermek lâzımdır. Bunların verilecek mikdârları, fıkıh kitaplarında bildirilmiştir.

Zekâtı ve fıtraları, İslâmiyetin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyı ziyâret etmeli, mektupla gönüllerini almalıdır. Komşuların haklarını gözetmelidir. Fakirlere ve borç isteyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, İslâmiyetin izin vermediği yerlere harcetmemeli, izin verilen yere de, isrâf etmemelidir. Bunlara dikkat edince, mal zarardan kurtulur ve dünyâlıklar, âhiretlik hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez.

İyi biliniz ki, namaz dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmayanın dîni yıkılır. Namazları, müstehap zamanlarda, şartlarına ve edeblerine uygun kılmalıdır. Bunlar fıkıh kitablarında bildirilmiştir. Namazları cemâatle kılmalı, birinci tekbîri imâm ile birlikte almağa çalışmalıdır ve birinci safta yer bulmalıdır. (Câmiye geç gelip, birinci safa geçmek için, safları yarmak, cemâate eziyet vermek haramdır.) Bunlardan biri yapılmazsa mâtem tutmalıdır. Kâmil bir müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhirete girer. Çünkü dünyâda Allahü teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıktır. Âhiret ise, asla yakınlık yeridir. İşte namazda, âhirete girerek, burada nasîb olan devletten hisse alır. Bu dünyâda hasret ve firâk ateşi ile yanan susuzlar, ancak namaz çeşmesinin hayat suyu ile serinleyip rahat bulur. Büyüklük ve mâbûdluk sahrâsında şaşırmış kalmış olanlar, namaz gelininin çadır etekleri altında vuslatın (matlûba kavuŞmanİn) kokusunu duyarak hayrân olurlar. Allahü teâlânİn sevgili Peygamberi buyurdu ki: “Bir mümin namaz kİlma?a baŞlayİnca, Cennet kapİlarİ onun için açİlİr. Rabbi ile onun arasİnda bulunan perdeler kalkar. Cennet’te olan hûriler onu karŞİlar. Bu hâl, namaz bitinceye kadar devâm eder.”

Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar; Kur’ân-ı kerîm okuyarak, ibâdetleri yaparak, kıymetli kitaplarda ve hadîs-i şerîflerde bildirilen duâları, tesbihleri okuyarak vakitlerinizi mâmûr ediniz! Bu duâ, tesbîh ve ibâdetlerden bir kısmını bu fakîr, toplamıştım. Mevlânâ MuhammedHanîf almıştı. Zamânınızın çoğunu; “Lâ ilâhe illallah” kelimesini söylemekle geçiriniz. Kalbi temizlemekte çok tesirlidir. Her gün, belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli ve abdestsiz söylenebilir. Bu yolun büyüklerini sevmeyi saâdetin sermâyesi biliniz! Bu yolda ilerleten en kuvvetli vâsıtanın, bu muhabbet olduğunu biliniz.Fârisî beyt tercümesi:

Aradığın hazînenin nişânını verdim sana!

Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da!

Allahü teâlâ size ve doğru yolda gidenlerin hepsine selâmet ve rahatlıklar versin!” (Birinci cild, on dördüncü mektup.)

[/toggle] [toggle title=”Mübarek Sözleri” load=”hide”] Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretleri buyurdu ki: “Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip, sevâblarını meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet olur.”

“İnsanlar arasına karışmak, eğer onların haklarını yerine getirmek için olursa zikr olur.”

“Belâların ve şiddetli şeylerin kalkması için istigfâr, tövbe etmek çok faydalıdır.”

“Kulun ıslah olması, kalbinin ıslah olmasına bağlıdır. Fesâdı da kalbin fesâdına bağlıdır.”

“Sâlih amellerin sevâbını bütün müminlerin rûhuna hediye etmek iyi ve makbûldür. Her birine ayrı sevâb ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyet edilip okunan ve hediye edilen meyyitin sevâbı hiç eksilmez.”

“İnsanın izzeti, îmân ve mârifet iledir. Mal ve mevkî ile değildir.”

“İnsan her neye kavuşursa, başına ne gelirse bunların hepsi takdir-i ezeliyye iledir.”

“İnsandan bu fânî dünyâda istenen, kulluk vazifesini yerine getirip, ibâdetleri yapmasıdır.”

“Allahü teâlâ insanı beyhûde yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun. İstediğini yapsın, hevâ-yı nefse ve hoşuna giden şeye uysun!O, emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsine, arzu ve hevesine uyanlar, âsi, inadcı olup, Allahü teâlânın gazabına uğrarlar ve çeşitli azablara müstehak olurlar.”

“Vakitleri zikr ve tefekkür ile mâmûr etmek lâzımdır. Vakti en mühim işler ile geçirmelidir. Yalnızken ve başkaları ile birlikte iken takvâ ve havf (korku) üzere olmalı ve ölüm ânını düşünüp, tefekkürü terk etmemelidir.”

“Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikr ve tefekkür ile geçirmek lâzımdır. Gecelerin karanlığını istiğfâr ile aydınlatmalı(geceleri çok tövbe etmeli) ve bu az vakitte (dünyâ hayâtında) âhiret azığını hazırlamalıdır.

“Bid’atler yayılıp sünnetler terkedildiği zulmetli zamanda, İslâm ilimlerinin tahsîli ve neşri en mühim işlerdendir. Ve Muhammed aleyhisselâmın sünnetini yaymak en büyük maksattandır.”

“Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o günah amel defterine yazılmaz.”

“Tövbe kapısı açıktır. Allahü teâlâ raûf ve rahîmdir. Kimse kusurdan hâli değildir. Ümidli olmalıdır.”

“Kur’ân-ı kerîm okumak, Allahü teâlâ ile tekellüm (konuşmak) olur.”

“Cennet’e girmek ancak rahmet-i ilâhî iledir.”

“Ömrün en kıymetli zamânı gençlik zamânıdır. En kıymetli şey ise mârifetullahdır. Gençliğini en kötü şey olan hevâ ve heves peşinde harcayıp, mârifetullahı, ömrün en kötü zamânı olan ihtiyârlık zamânına bırakanlara yazıklar olsun!”

“Kıymetli ömrünü bu fânî ve denî, alçak olan dünyâ için sarf eden kâbiliyetli gençlere çok yazık! Onlar gençliklerini dünyâ için harcamakla, aldatıcı bir kahpeye âşık olmuşlar, kıymetli cevherleri saksı parçaları ile değişmişlerdir!”

“Müminin hesâbı kısa bir zaman için olacaktır. Birinin hesâbı diğerinin hesâbını geciktirmez.”

“Dünyâ hayâtı çok kısadır. Bu birkaç günlük kısa fırsat zamânında, kabri ve kıyâmeti unutmamak (hazırlanmak) lâzımdır.”

“Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebeb olacak işleri yapan ve âhiret azığını hazırlayandır.”

“Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk’ın dostları bu derde tutulmuş, giriftâr olmuşlardır.”

“Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu birkaç günlük hayâtı ganîmet bilip, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya sarfetmek lâzımdır. Alçak dünyânın nîmetlerine dalmayıp, âhireti istemek lâzımdır. Ebedî olan âhireti ve âhiret nîmetlerini kazanmak için çalışmalıdır.”

“Rızık mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan veya ziyâde olması, Hak teâlânın husûsî fazlı iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur.”

“Sadakanın sevâbını evvelâ Resûlullah efendimizin rûhuna, sonra da diğer meyyitin rûhuna hediye etmelidir.”

“Seher vakitlerinde ağlamayı ve istigfâr etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş olarak addetmelidir.”

“Seher vaktinde uyanık olmayı mümkün olduğu kadar elden bırakmamalı ve ağlayarak namaz kılıp istigfâr etmeyi ganîmet bilmelidir.”

“Attâr-ıŞiblî kırk sene ağladı ve başını kaldırıp semâya bakmadı. Ağlamasının sebebi sorulunca; “Kabrin korkusundan ve kıyâmet gününün heybetinden ağlamaktayım” dedi. Semâya neden bakmıyorsun? diye sorulunca da; “Meclislerde kahkaha atarak çok güldüm. Bu yüzden utanıp başımı kaldırıp bakamıyorum.” buyurdu.”

“İslâmiyete uymadıkça, hiçbir vakit mârifet-i ilâhî hâsıl olmaz.”

Keramet ve Menkıbeleri

Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinin yüksek talebelerinden olan MuhammedHanîf-iKâbilî, gençlik yıllarında Kâbil şehrinde bulunurken, rüyâsında iki büyük zâtı görür. Kim olduklarını merak edince biri gelip; “Her ikisi de Müceddid-i elf-i sânî İmâm-ıRabbânî hazretlerinin oğludur. Biri rahmetler hazînesi Muhammed Saîd, diğeri Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm’dur.” dedi. O da beni Muhammed Ma’sûm’un huzûruna götür deyince, o şahıs da; “Ben senin yanına onun işâreti ile seni götürmek için geldim.” dedi. Onu alıp MuhammedMa’sûm hazretlerinin huzûruna götürdü. Muhammed Hanîf, büyük müjdelerle dolu olan bu rüyâsından uyanınca, gördüklerini yakınlarına anlattı. Büyük bir şevk ve cezbeye kapılmıştı. Bunun üzerine Kâbil’den Serhend’e gitti.Serhend’e varınca Muhammed Ma’sûm hazretlerinin huzûruna girip, aynen rüyâsındaki gibi gördü. Ona talebe olup bir müddet derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Hocasının büyüklüğü, ihsânı ve himmeti ile aklından, hayâlinden geçmeyen derecelere, kulakların duymadığı, gözlerin görmediği mârifetlere kavuştu. Hocasından icâzet ve hilâfet alarak memleketi olan Kâbil’e döndü. İnsanları irşâda ve yetiştirmeye başladı. Orada bulunan bir takım kimseler, hocasının ve onun üstünlüğünü anlayamayıp karşı çıktılar. Nihâyet bir grup insan aralarında anlaşıp, Hâce Muhammed Hanîf’e geldiler: “Biz bir kerâmet, bir hârika görmeyince, sizin büyüklüğünüze inanmayız.” dediler. Ve; “Biz bir ziyâfet hazırlayacağız. Üstâdınızı dâvet ediyoruz. Bugün yemek vaktinde onun Serhend’den Kâbil’e gelmesini bekliyoruz. Eğer gelirse, hepimiz senin taleben oluruz.” diye ilâve ettiler. Hâlbuki, hocası ile arasındaki mesâfe değil bir günlük, bir aylıktan daha uzak ve yüzlerce kilometre idi. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri, hocasına olan bağlılığının çokluğundan ve Allahü teâlânın kullarına şefkatinden, bunu kabûl eyledi ve; “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri yemeği ekseriyetle yatsı namazından sonra yer. Siz yemekleri hazırlayın, geleceğini ümid ederim.” dedi.

Oradakiler gülüp oynamaya, alaylı bir şekilde yemekleri ve misâfir odasını hazırlamaya başladılar. Vakit gelince Hanîf’e; “Yatsı vakti oldu. Artık yemek yiyelim.” dediler. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri de; “Yemeği getirin, üstâdımın yemek yeme zamânı bu zamandır.” buyurdu. Oradakilerin bir kısmı yemeğin getirilmesi ile meşgûl oldular. Bir de ne görsünler! MuhammedMa’sûm hazretleri altı oğlu ile birlikte evin kapısından girip kendileri için ayrılmış olan minder üzerine oturdu. Yüksek oğulları da babalarının etrâfında halka şeklinde oturdular. Oradakiler bu hâli görünce, hayretler içinde kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Özür ve af dilediler.

Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Yalnız MuhammedHanîf’in hatırı için geldim. Onu çok sevdiğim ve o da bana bağlı olduğu için onu kırmadım. Yoksa maksadım, niyetim kerâmet göstermek değil. Sakın bundan sonra evliyâdan kerâmet istemeyiniz. Büyük zarar ve ziyanlara düşersiniz.” Hep berâber yemeğe başladılar. Hem yediler, hem de konuştular. Konuşulanlar, yenenlerden tatlıydı. Orada bulunanlar, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetini dinleyerek kalblerindeki zulmetten kurtuldular. Onu sevenler arasına girip, saâdete erdiler. Her ne kadar Muhammed Ma’sûm hazretlerinin orada biraz kalmasını istediler ve bu bizim için en büyük saâdettir dedilerse de, Muhammed Ma’sûm hazretleri; “Hiç kimseye haber veremedim, bundan kimsenin haberi yok, belki bize bağlı olanlarda bir merak ve üzüntü hâsıl olur.” buyurup, ayrıldılar.

Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî anlatır: “MuhammedMa’sûm hazretleri bana icâzet verdikten sonra, memleketime gidip, insanları irşâd etmemi emretti. Bunun üzerine; “Efendim, irşâd makâmında bulunmak, masraf ister. Gelen giden çok olur. Benim ise sarfedecek bir şeyim yoktur.” dedim. Bu sözler üzerine bana; “Ey Sofi! Bir parça kırmızı ve bir parça da siyah kâğıt getir.” buyurdu. Hemen gidip getirdim. Mübârek elleri ile o kâğıtları, para şeklinde kesti. Sonra ıslatıp bana verdi. Bu kâğıtlar o anda altın ve gümüş para oldu. Hayretler içerisinde kaldım. Kendi kendime; “Bu tasarrufu bana ihsan etselerdi, ne iyi olurdu” dedim. Kalbimden geçeni anlayıp, bana tekrar buyurdu ki: “Peki bu tasarrufu Hak teâlânın izniyle sana verdim. Ama ihtiyâcın olduğu zaman, kullanırsın. Kırmızı kâğıdı yuvarlak yapar, ıslatırsan altın olur. Siyah kağıdı ıslatırsan gümüş olur.”Sonra izin alarak, memleketime gittim. Evimize her gün misâfir geliyordu. Buyurdukları gibi yapıyordum. Kâğıtlar, altın veya gümüş para oluyordu. Hocamın bu tasarrufu ile gereken her masrafı karşılayıp irşâd vazifesine devâm ettim. Halk tarafından çok sevildim ve böylece onlara hizmet ettim.” Bu talebesinin ismi, altın yapan Kâbilli Sofi mânâsında; “Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî” diye meşhûr olmuştur.

Hüdâperest Hân adında bir vâli, vâliliği bırakıp, Muhammed Ma’sûm hazretlerine talebe olmuştu. Bir gün evine altı misâfir gelmişti. Onlara yedirecek ve ikrâm edecek bir şeyi yoktu. Sohbet ve hatmi kaçırmamak için hocası Muhammed Ma’sûm’un huzûruna gitti. Hocası Muhammed Ma’sûm hazretleri sıkıntısını kerâmetiyle anlayıp, sohbetten sonra, kendisine ve altı misâfirine onar tâne olmak üzere yetmiş tâne, “Enbe” denilen yemiş verdi. Ayrıca altı misâfiri için, “Eşrefî” denilen altı altın para verdi ve; “Sen bizim oğlumuz yerindesin, burada bulunduğun müddetçe, sana misâfir gelirse hiç çekinmeden bize haber ver.” buyurdu.

MuhammedMa’sûm hazretlerinin, Sofî Pâyende Kerbâs adında bir talebesi, huzûrunda yetişip halîfelerinden oldu. Yanından ayrılıp memleketine giderken, ona biraz kumaş vermişti. Verirken de; “Bu kumaşta bereket vardır.” buyurmuştu. Sofî Pâyende uzun zaman o kumaştan bir parça keserek satıp ihtiyaçlarını temin etti. Kumaş hiç eksilmiyordu. Hayâtının sonuna kadar böyle devâm etti. Vefâtından sonra da vasiyeti üzerine o kumaş kendisine kefen yapıldı. Bunun için, kumaş yapan Sofî mânâsında “Sofî Pâyende Kerbâs” ismi ile meşhûr olup anıldı.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından ve halîfelerinden olan Hâce Muhammed Sıddîk’a, Peşâver’de irşad, talebe yetiştirme vazifesi verilmişti. Bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretlerini çok özlemiştim. Mübârek yüzünü görüp, sohbetinde bulunmak için Peşâver’den, Serhend’e gitmek üzere yola çıktım. Bir katıra binip yola devâm ediyordum. Yolda katır birden bire ürküp kaçmaya başladı. Sonra da beni düşürdü. Ayağım üzengiye takıldı, bir türlü kurtaramadım. Katır, beni sürüklemeye başladı. Yanımda ve çevremde beni bu hâlden kurtaracak hiçbir kimse de yoktu. Tam bir çâresizlik içinde iken hocam Muhammed Ma’sûm hazretlerini hatırladım. Allahü teâlânın izni ile hocamın imdâdıma yetişmesini istedim. Daha böyle düşünür düşünmez hocam âniden gözüküverdi. Katırı tutup durdurdu. Ben ayağımı üzengiden kurtarıp, yerden kalkıncaya kadar bekledi. Ayağa kalkınca hocamın ayaklarına kapanıp, bu yardımından dolayı memnûniyetimi ve muhabbetimi arzetmek istedim. Fakat ben ayağa kalkar kalkmaz hocam gözden kayboldu, onu orada göremedim.”

Yine, talebelerinin büyüklerinden HâceMuhammedSıddîk şöyle anlatmıştır: “Hocam MuhammedMa’sûm hazretlerinin sohbetine ve derslerine devâm ettiğim sırada, memleketime gidip gelmek üzere izin almıştım. Yola çıkıp bir müddet gittikten sonra, yolda derin bir su kenarında durdum. Gömleğimi yıkamak istedim. Fakat bu sırada ayağım kaydı. Birden bire suya düşüp batmaya başladım. Su beni boyluyordu. Yüzme de bilmiyordum. Bir batıyor bir çıkıyordum. Ölmek üzereydim. Tam bu sırada hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri gözüküp elimden tuttu ve beni boğulmaktan kurtardı. Sonra da gözden kayboldu.”

Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Bir gün kendimden geçip muhabbet ateşiyle yanarak sahralara düşmüştüm. O kadar gitmişim ki sahraya dalıp şehirden çok uzaklaşmışım. Sahrada öyle susamıştım ki, neredeyse susuzluktan ölecektim. Ben bu hâlde çâresiz iken, hocam Muhammed Mâ’sûm hazretleri uzaktan gözüküverdi. Hemen şevk ile sevinerek hocamın yanına koştum. Tam huzûruna varınca hocam gözden kayboldu. Fakat hocamın bana gözüküp, sonra da gözden kaybolduğu yerde bir pınar buldum ve suyundan içtim. Böylece şiddetli susuzluktan ve helak olmaktan kurtuldum.”

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetinde bulunmakla şereflenen ve talebesi Hâce Muhammed Sıddîk’ın talebesi olan bir zât şöyle anlatmıştır: “Bir defâsında hayvanıma odun yükleyip getirirken yük devrilip yıkıldı. Yalnızdım ve tekrar yüklemek için yardım edecek kimsem yoktu. Çâresiz kalakaldım. Tam bu sırada Muhammed Ma’sûm hazretleri birden bire karşıma çıkıverdi. Yıkılan yükü hayvanın üzerine koydu ve gözden kayboldu.”

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden olan Hâce Mûsâ şöyle anlatmıştır: “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri bana, icâzet-i mutlaka ve hilâfet verip; “Size itâat ederler, sözünüzü dinlerler.” buyurup, memleketime dönmemi söylediği zaman kendisine; “Bizim memleketimizdeki halk, sert tabiatlıdır, böyle şeyleri bilmezler, zâhirî bir kerâmet ve tasarruf görmezlerse bu yola girmezler. Hattâ böyle olunca alay ederler. Oradaki insanlar, sert tabiatlı ve sıkıntı vericidirler. Onlar hakkında öyle bir teveccüh buyurunuz ki, itâat etsinler. Böyle olunca elbette oradakiler de sevenlerden ve muhlislerden olurlar.” diye bildirdim. Bunun üzerine hocam; “Senin isminin anıldığı yerde, sana itâat ederler. Bir de, senin duân her hastalığa şifâdır. Onunla hastaları iyi edersin. Oradaki bütün insanlar sizi severler.” dedi. Gerçekten hocamın buyurduğu gibi oldu.”

Sa’dullah Hân, Şâh Cihân’ın yanındayken, Muhammed Ma’ sûm hazretlerinin büyük bir mürşid-i kâmil olduğunu inkâr ederek, dil uzatıp hâllerini yalanlamıştı. O anda kulunç hastalığına tutuldu. Bu hastalığa birdenbire yakalanıvermesinin, Muhammed Ma’sûm hazretleri hakkında söylediği kötü sözlerden olduğunun farkına vardı. Pişmân oldu ve MuhammedMa’sûm hazretlerine beş yüz rupye (o zamânın parası) ve bâzı hediyeler gönderdi. “Benim kusur ve anlayışsızlığımı affetsin.” diye haber yolladı. Bir bardak içerisinde de su gönderip şifâ olması için suya okumasını da istemişti. Fakat Muhammed Ma’sûm hazretleri bunları aslâ kabûl etmedi. Oğulları o kimseyi kurtarmak için çok yalvarınca, buyurdu ki: “Yalan söyleyenlerin nefesinde bereket ve şifâ olmaz. Bize yalancı dedi.” O Hânın adamlarına; “Çabuk gidiniz. Onun rûhu, bu cevâbı bekliyor.” buyurdu. Sa’dullah’ın adamları, utanarak geri döndüler ve duyduklarını söylediler. Sa’dullah Hân bu sözleri işitince o anda öldü.

Berekât-ı Ma’sûmî kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Bir gün Evrengzîb’in oğlu, zamânın pâdişâhı Muhammed Muazzam Şâh’ın meclisindeydim. MuhammedMa’sûm hazretlerinin tasarruflarından bahsediliyordu. Muhammed Muazzam Şâh dedi ki: “Sultan Evrengzîb, Keşmîr’e giderken, irşâd diyârı olan Serhend’den geçiyordu. Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm hazretlerini ziyâret ile şereflendi. O sene, pâdişâh olmasının beşinci senesiydi. Ben de babamın yanındaydım. Muhammed Ma’sûm hazretleri; “Baban vefât ettikten sonra, pâdişâhlık sana geçecektir.” buyurdu. Kırk beş sene sonra bu müjdesi doğru çıktı. Evrengzîb’in pâdişâhlık müddeti elli sene idi.”

BOL NÎMET VE BEREKET

Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: Peygamber efendimizin mihrâbının yanında öğle namazını kılıyordum. Bu mübârek yerlerden ayrılık düşüncesinin verdiği hüzün ve elemin tesiriyle ağlamağa başladım. Bu üzüntü ve gam içerisinde iken, kabr-i seâdetten, o temiz ve en güzel kokulu mezârdan etrâfa nûr saçılmağa başladığını gördüm. Peygamber efendimiz tam bir heybetle o nûrlar arasından göründü. Mübârek kabrinden çıktı. Yanımıza geldi. Kerem ve ihsânının çokluğundan, benzerini hiçbir zaman göremediğim, sultanların tâcı ve hil’atı gibi, bir tac ve hil’atı bana giydirdi. Bu tac çok süslü ve pek kıymetliydi. O anda bana bildirdi ki: “Mübârek vücudlarına değen ve şimdi çıkarıp sana verdikleri bu hil’at, diğerlerine benzemez.” Görüyorum ki, Ravda-i mutahharadan, gece gündüz devâm üzere, bütün mahlûkâta nîmetler ve bereketler nehir gibi akİyor. Nitekim, onun hakkİnda Kur’ân-İ kerîmde Allahü teâlâ meâlen; “Biz seni ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik”buyuruyor.

İBRİĞİN SIRRI

Muhammed Ma’sûm, bir gün abdest alırken abdest aldığı ibriği kuvvetle duvara fırlattı. Hizmetinde bulunan talebesi gitti ve başka bir ibrik getirdi.Talebesi, önce verdiği ibriğin böyle atılıp kırılmasına üzüldü. “Acabâ ne kusur ettim.” deyip, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin yakınlarından birine gidip durumu anlattı. O da, talebesinin bu üzüntülü ve korkulu hâlini Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerine bildirdi. Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Ona söyleyiniz korkmasın. O ibriği attığım sırada, bizi sevenlerden birisi sahrada, kana susamış bir arslana rastladı. Arslan o anda onu orada öldürecek, parça parça edecekti. O talebem ise tam bir âcizlik içinde bizden yardım istedi. O anda elimde ve yanımda ibrikten başka bir şey yoktu. Bunun için ibriği arslana fırlattım ve o zavallıyı kurtardım.”

Bu hâdiseyi yaşayan talebesi başından geçenleri sonra şöyle anlattı: “Sahrâda âniden bir arslan gördüm. O anda Hocam, İmâm-ı Muhammed Ma’sûm hazretlerini hatırladım. Hemen baş gözüm ile gördüm ki, İmâm-ı Ma’sûm hazretleri geldi, elindeki ibriği arslana fırlattı. Arslanda hareket edecek kuvvet kalmadı.Sonra hocam gözümden kayboldu. Böylece beni o arslandan kurtardı. Sonra, o ibriğin kırılmış parçalarını yerden topladım. Hâlâ yanımda saklıyorum.”

KISA ÖMÜR

Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “İnsanın ömrü çok azdır. Sonsuz olan âhiret hayâtında, insanın karşılaşacağı şeyler, dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, dünyâdaki kısa hayâtında, âhirette iyi ve rahat yaşamağa sebeb olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım olan şeyleri hazırlar.”

“Bir kimse âhirete yönelirse, Allahü teâlâ keremiyle, onun dünyâ ve âhiret ihtiyaçlarını giderir.”

BOŞ HAYALLERDEN VAZGEÇ

Bir genç, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetine gelirdi. Bu genç, bir kıza âşık olup, dalgın ve dağınık bir hâldeydi. Muhammed Ma’sûm hazretleri bir gün o gencin hâlini anlayıp buyurdu ki: “Bu bozuk düşünceden ve lüzumsuz hayâlden vazgeç! Himmet ve arzu yüzünü hakîkat bahçesine çevir! Mârifet bostanından meyveler topla! Elbette bu diğerinden daha iyi olacaktır.” Bu hâl içerisinde ezilen ve sıkıntı içinde olan genç, Hâfız-ı Şirâzî’nin bir beytini okuyarak bu hâlden kurtulması için duâ ve himmet etmesini istedi. Muhammed Ma’sûm hazretleri, gencin bu sözü üzerine, o hâlden kurtulması için duâ ve himmet etti ve; “Seni bu hâlden kurtardılar!” buyurdu. Genç bu sözü duyar duymaz, kendini toplayıp aklı başına geldi. Mecazî olan aşk ve sevgisi, hakîkî aşka döndü. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sâdık talebelerinden oldu. Hattâ onun feyz ve bereketlerinden o kadar faydalandı ki, sâlih, velî ve kâmil bir zât oldu.

EHL-İ SÜNNETİN ŞEREFİ

Bir gün İran kumandanlarından râfızî îtikâdlı biri, Hindistan’ın başşehrine gitmek üzere yola çıkmıştı. Serhend şehrinden geçerken, alay edercesine, hizmetçilerinden birini Muhammed Ma’sûm hazretlerinin huzûruna gönderip, ziyâretine gelmek istediğini bildirdi. Muhammed Ma’sûm hazretleri; “Misâfir kâfir de olsa ona ikrâmda bulununuz.” sözü gereğince, misâfir için hazırlık yaptırdı. İkindiye kadar beklediler. Gelmedi. Sonunda o kumandanın gittiği haberi geldi. Maksadı, Ehl-i sünnetin en büyük âlimlerinden ve koruyucularından olan Muhammed Ma’sûm ile alay etmek, onu küçük görüp hafife almakmış. O sırada, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin en yüksek halîfelerinden olan Hâce Muhammed Hanîf-i Kâbilî misâfir geldi. Hazır olan yemekleri onun için getirdiler. Hâce Muhammed Hanîf, hediye olarak birkaç tâne bıçak getirmişti.Başka hediyeler de vardı. Muhammed Ma’sûm hazretleri bıçaklardan birini alıp; “Bir salatalık getirin.” buyurdu. Salatalık getirdiler. O bıçakla salatalığı kesti ve buyurdu ki; “Salatalığı keserken, bizimle alay etmeye kalkışan o râfizînin de başının kesildiğini gördüm.” Hakîkaten buyurduğu gibi oldu.

ON İKİ SENE SONRA

Ekberâbâd şehrinde tasavvufta yetişmiş bir âlim vardı. Hastalanıp ölmek üzere iken, talebesi olan kız kardeşinin oğlunu istedi. Sonra; “Senin hâllerin tamamlanmadı. Ben de ölüyorum. Şimdi senin, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin huzûruna gidip, sülûk eylemen, tasavvufta yetişmen ve böylece kemâl mertebelerine kavuşman gerekiyor. Zannedersem, bu büyük nîmete ancak, on iki sene sonra kavuşabileceksin.” buyurdu. Bu zât söylenilen müddet içinde, her ne kadar birçok yere gittiyse de, irşâd diyârı olan Serhend’e yolu düşmedi. Ancak on iki sene sonra, Serhend şehrine geldi. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin ziyâreti ile şereflendi. Muhammed Ma’sûm hazretleri onu görünce; “Üstâdının sana söylediği on iki sene bugün doldu.” buyurdu. Gelen talebe hesâb etti aynen buyurdukları gibiydi. Sonra buyurdular ki: “Bu mânâyı, üstâdının büyüklüğünü göstermek için izhâr eyledim. Burada bulunanlar da, onun kemâlini böylece öğrensinler diye söyledim.”

[/toggle]

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]

1) Mektûbât-ı Ma’sûmiyye (Muhammed Ma’sûm (kuddise sirruh)

2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1118

3) Zübdet-ül-Makâmât; s.315

4) Hadarât-ül-Kuds; s.262

5) Umdet-ül-Makâmât; s.251

6) Hadâik-ül-Verdiyye; s.191

7) Hak Sözün Vesîkaları; (2. Baskı) s.319

8) Kıyâmet veÂhiret; (5. Baskı) s.102

9) İrgâm-ul-Merîd; s.72

10) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.109

11) Reşehât Zeyli; s.39

12) Nesîmât-ül-Üns

13) Ma’den-i Cevâhir

14) Eşcâr-ül-Huld

15) Esmâr-ül-Eşcâr

16) Mahzen-ül-Envâr-ı Sâfî fî Keşfi Esrâr-il-Müceddidî

17) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.199

18) Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.291

19) Yevâkît-ül-Haremeyn

20) Makâmât-ı Ahyâr; s.28

21) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.89
[/toggle]

Muhammed Bakibillah (k.s.)

Hindistan – Delhi’de sadar Bazaar bölgesinde

Muhammed Bâki Billah hazretleri 1563 (H.971) senesinde Kâbil şehrinde doğdu. Babasının ismi Abdüsselâm olup, fazîletli bir zâttı. Annesi ise hazret-i Hüseyin’in soyundan olup, seyyide ve mübârek bir hanımdı.

Daha çocukluk zamanlarında, bâzan bütün gün odanın bir köşesinde başını önüne eğip sessizce oturur, tefekküre dalardı. Gençliğinde, ilim tahsîli için Kâbil’den Semerkand’a gidip, zâhirî ve aklî ilimleri, zamânının en büyük âlimlerinden olan Mevlânâ Sâdık-ı Hulvânî’den öğrendi. Yüksek yaradılışı ve kâbiliyeti ile kısa zamanda, hocasının talebeleri arasında en yüksek seviyeye ulaştı. Zâhirî ilimleri öğrenip bitirmeden tasavvufa yönelip, bâtınî ilimleri öğrenmek için, bu yolun büyük âlimlerinin sohbetlerine ve derslerine gitti. Yaratılışındaki zekâsının ve kâbiliyetinin üstünlüğü ile, ilimlerde yüksek bir dereceye ulaştı.

Muhammed Bâkî Billah’ın, zâhirî ilimleri tahsîl ettiği gençlik yıllarında, Nakşibendiyye yoluna karşı büyük bir muhabbeti vardı. Kendisini bu yolda yetiştirecek bir büyüğü arıyor, onun derslerinden ve sohbetlerinden feyz almak, faydalanmak istiyordu. Bu büyüklerin bulunduğu Mâverâünnehr’e giderek bir çoğu ile görüşüp tanıştı. Sohbetlerinde bulunarak feyz aldı.

Sonra Nakşibendiyye yoluna bağlanma arzusu ile yola çıktı. Semerkand’a geldiğinde rüyasında Ubeydullah Ahrar (k.s.) hazretlerini gördü. Ahrar, bu rüyada ona Hacegi İmkenegi hazretleri’ne intisap etmesini tavsiye etti, oda gidip İmkenegi hazretlerine mürid oldu. Başka bir rivayete göre, Baki Billah hazretleri zihnine tasavvufla ilgili iki soru takılmıştı. Bunların cevabını bir türlü bulamıyordu. Rüyasında gördüğü Ubeydullah Ahrar hazretleri ‘’ bu problemlerini kim çözerse senin zahiri şeyhin odur.’’ demişti. Görüştüğü şeyhlerden tatmin edici cevap alamayan Baki Billah hazretleri sonunda Hacegi İmkenegi hazretleri ile tanışıp sorularına cevap alına ona intisap etti.

Şeyhi İmkenegi hazretleri, Baki Billah hazretleri ile üç gün halvet halinde sohbet etti, bu süre sonunda onu tasavvufa yeterli görüp irşad icazeti verdi ve Hindistan’a gidip Nakşibendiliği orada yaymasını tavsiye etti. Baki Billah hazretleri kendisini bu göreve hazır ve yeterli görmediği için kabul etmek istemedi. Bunun üzerine şeyhinin tavsiyesi ile istihare yaptı. Rüyasında dala konmuş bir papağan gördü ve ‘’bu papağan o daldan inip elime konarsa bu Hindistan seferi çok hayırlı olacaktır’’ diye düşündü. Böyle düşünürken papağanın uçup eline konduğunu gördü. Ağzının suyunu papağanın gagasına akıttı, papağan konuşmaya başladı ve Baki Billah’ın ağzına şeker döktü. Sabah uyandığında rüyasını Şeyhi İmkenegi hazretlerine anlatınca o; ‘’ Papağan Hindistan kuşlarındandır, hemen Hindistan’a gidiniz, orada sizin bereketli varlığınızdan hakikatleri konuşan bir aziz meydana gelecek, bize de onun sayesinde bir bereket ulaşacaktır ’’ dedi.

Muhammed Bâkî Billah hazretleri hocasının emriyle Hindistan’a gidip, bir sene Lâhor’da kaldı. Oradaki âlimler ve fâdıllar onun sohbetine gelip, istifâde ettiler. Sonra Delhi’ye gidip, vefâtına kadar orada kalıp, insanlara doğru yolu anlattı. İki-üç sene gibi kısa bir müddet irşâd makâmında bulunmasına rağmen, pekçok âlim ve velî yetiştirdi. Onun yetiştirdiği büyüklerin başında, kendisinden sonra halîfesi olan, hicrî ikinci bin yılının müceddidi, İslâm âlimlerinin gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî gelir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri yetişip kemâle gelince, Muhammed Bâkî-billah bütün talebesinin yetiştirilmesini ona bıraktı. Hâce Ubeydullah ve Hâce Muhammed Abdullah adında iki oğlu vardı. Bunların da yetiştirilmesini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bıraktı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ında bunlara yazılmış mektupları vardır. Oğulları tasavvufta yetişmiş kıymetli zâtlardandı.

Muhammed Bâkî-billah hazretleri, dâimâ hâllerini gizlerdi. Çok tevâzu sahibiydi. Suâl soranlara zarûret miktârınca, kısa cevap verirdi. Bununla berâber, tasavvuf yolunda karşılaşılan derin mânâların halli için sorulan suâlleri, soranın tamâmen anlayabileceği şekilde, açık şekilde îzâh ederdi.Belki yanlış anlar ve yanlış yola gider düşüncesiyle, bu hususta çok dikkatli davranırdı. Dâimâ hüzünlü ve üzüntülü olduğu hâlde, huzûruna gelenlerle neşeli ve tebessüm ederek konuşurdu. Müslümanlara çok yardım eder, iyi işlerinde onlara faydalı olmaktan aslâ kaçınmazdı. Âlimlere ve büyüklere, aşırı hürmetleri vardı.

Muhammed Baki Billah hazretlerinin Farsça bazı eserleri ve mektupları Külliyat-ı Baki Billah adıyla tek cilt içinde yayınlanmıştır. (nşr. Ebu’l Hasan Zeyd Faruki ve Burhan Ahmed faruki, Lahor 1967). Kırk yaşına geldiğinde hastalanan Baki Billah hazretleri 25 Cemaziyel-ahir (30 Kasım 1603) tarihinde genç yaşta vefat etti ve delhi’de Kademgah denen mevkide defnedildi. Burası bugün Nebi Kerim Mahallesi, İdgah ( Eidgah Road, Singara Chowk) olarak anılmaktadır.

Mazhar-ı Can-ı Canan (k.s.)

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin kabri şerifi ; Hindistan – Delhi’de

Tam adı Şemsüddin Habibullah Mirza Mazhar Can-ı Canan ibni Mirza Can ibni Abdissübhan ed-Dehlev’dir. 1 Ramazan 1110’da (3 Mart 1699), ailesi Dekken’den Ekberabad’a (Agra) göç ederken Kalabağ adlı küçük bir kasabada doğdu.

Can-ı Canan Hazretleri ‘nin babası bir Çiştî şeyhine intisab ederek tasavvuf yoluna girince 1110 (1699) yılında askeri görevinden istifa edip ailesiyle birlikte göç etmiş, Mazhar Hazretleri de bu yolculuk sırasında dünyaya gelmişti. Kendisine, babasının isminden kinaye olarak ve bir erkek çocuğun babasının asıl canı olduğunu ifade etmek üzere Can-ı Can adı verilmiştir. Ancak bu isim kısa bir süre sonra Can-ı Canan (Cancanan) olarak değiştirilmiş, Farsça ve Urduca şiirlerinde kullandığı “Mazhar” mahlası da zamanla adının bir parçası olmuştur.

Mirza Mazhar Hazretleri muhtemelen babasının son yıllarında veya onun 1130’da (1718) ölümünden kısa bir süre sonra Ekberabad’dan aynlarak Delhi’ye gitti. Başlangıçta tasavvufa pek az ilgi duyan Mazhar Hazretleri, Abdürrasül ed-Dehlevli’den tefsir ve İmam-ı Rabbani’nin torunu Hacı Muhammed Efdal es Sıyalkutî’den hadis ve fıkıh tahsili gördü.

Babasının mesleğini devam ettirmeyi düşünerek orduda bir görev almak için girişimde bulundu. Başvurusu reddedildiğinde Çiştî velîlerinden Kutbüddin Bahtiyar Kaki’nin, kendisine manen bütün gücünü manevî arayışa vakfetmesi tavsiyesinde bulunduğu kaydedilmektedir.

Mirza Mazhar Hazretleri bunun üzerine Nakşibendî-Müceddidî şeyhi Nur Muhammed el-Bedayuni Hazretleri’ne intisab etti, Bedayuni Hazretleri’ne bağlılığı onun vefatından sonra da devam etti ve türbesinde altı yıl süreyle inzivaya çekildi.

Bedayünî Hazretleri son dönemlerinde ona bir mürşid aramasını söylediği için kendisi Şah Muhammed Zübeyr, Şah Hafız Sa’dullah ve Muhammed Abid Sünamî (Kaddesellahu Esrarahum) adlı üç Nakşî-Müceddidî şeyhine daha intisab etti. Şah Hafız Sa’dullah bir şair olarak kabiliyetini geliştirmesine yardımcı oldu,Muhammed Abid Sünamî de ona Kadiri, Sühreverdi ve Çişti tarikatlarına intisab etmesi için ayrıca destek verdi. Böylece Mazhar (Kuddise Sirruhu) Hazretleri, Nakşibendî-Müceddidi silsilesinin dört ana kolunu kendi şahsmda birleştirmis oldu.

Sünami’nin vefatından (1160/1747) sonra yoğun bir şekilde irşad faaliyetine başlayan Mazhar Hazretleri, dergahını Delhi’de kurarak Müceddidiliğin merkezinin Sirhind’i de tehdit eden istikrarsızlığın hakim olduğu Pencap’tan Delhi’ye intikal etmesini sağladı. Halifelerini Gucerat, Pencap ve Dekken başta olmak üzere Hindistan’ın her tarafına gönderdi. Bazen onların faaliyet merkezlerini bizzat ziyaret etti.

Hadis alimlerinin meşhurlarından olan Şah Veliyyullah ed-DehIevi şöyle demiştir: “Allah-u Te’ala bize sahih keşifler ihsan eyledi. Bu zamanda, hiçbir yerde Mirza Can-ı Canan Hazretleri’nin benzeri yoktur. Makamlarda ilerlemek istiyen onun hizmetine gelsin.” Hadîs öğrenmek için kendisine gelenleri, istifade etmeleri için Can-ı Canan Hazretleri’ne gönderirdi. Ona yazdığı mektuplarda ; “Allah-u Te’ala faziletlerin tecelli mahalli olan sizlere uzun zaman selamet versin ve bütün Müslümanları bereketlerinize kavuştursun.” derdi.

Mirza Mazhar Hazretleri 1183’te (1769) Delhi’den ayrılıp aralarında çok sayıda müridinin bulunduğu Rohilla Afganlıları’nın geleneksel kalesi olan Rohilkband’a gitti. Sonra yine Delhi’ye döndü. Artık vücudu oldukça zayıf düştüğünden sadece ileri gelen mürîdlerinin huzuruna çıkmasına izin veriyordu. Nihayet cuma namazına gidemez oldu.
1195 yılı Muharrem ayının başında (Aralık 1780 sonu) dergahının önünden geçmekte olan Şi’i bir grubun taziye törenini görünce, onların hak ettikleri şekilde tahkîr edici bir değerlendirme yaptı. 5 veya 7 Muharrem’de (1 veya 3 Ocak 1781) dergahına gelen silahlı üç kişi tarafından vuruldu, üç gün sonra da (10 Muharrem Aşara Günü’nde) şehid oldu.

Saldırganların, taziye törenini kınadığından dolayı kendisinden intikam almak isteyen Şi’iler olduğu iddia edilmekteyse de bu konuda kesin bir delil bulunamamıştır. Katilleri siyasi ve dini sebeplerden dolayı Rohilla Afganlıları’na düşman olan Necef Han’in görevlendirmiş olmasi da muhtemeldir.

Mirza Mazhar Hazretleri üç önemli halife yetiştirmiştir. Bunlardan tefsir ve hadis alanında büyük bir alim olan Gazi Senaullah Panipeti, ”et-Tefsiru’l-Mazhari” adlı Arapça tefsiri Mirza Mazhar Hazretleri’ne ithaf emiştir. Hatta Can-ı Canan Hazretleri bu müridi hakkında “Kıyamet günü bana Ne getirdin denilince Senaullah Panipeti’yi getirdim, diyeceğim.” buyurmuştur.

Diğer halîfesi Na’imullah Behraiçî; Mazhar Hazretleri’nin hayatı, görüşleri ve uygulamaları hakkında ”Matmüuat-ı Mazhariyye” ve ”Bişarat-ı Mazhariyye” adıyla iki kitap kaleme almıştır.

Onun daha etkili halifesi Şah Gulam Ali diye de tanınan Abdullah ed-Dehlevi’dir. Mürşidi hakkında ”Makamat-ı Mazhariyye” adlı bir eser yazan Gulam Ali Dehlevi, Mirza Mazhar Hazretleri ‘nin türbesinin yaninda Hindistan’ın en önemli Müceddidi merkezi olan bir dergah inşa etmiştir.

İngilizler’in 1857’deki Hint ayaklanmasını bastırması sırasında yıkılan dergah Şah Gulam Ali’nin silsilesinden gelen Şah Ebü’l-Hayr tarafından onarılmıştır. Kendisine nisbetle Dergah-ı Şah Ebü’l-Hayr olarak tanınan dergah bugün de faaliyetini sürdürmektedir. Şah Ebü’l-Hayr ayrıca Mirza Mazhar Hazretleri, Abdullah ed-Dehlevî ve Ebü Sa’îd Ahmedi’nin kabirlerini aynı alanda yanyana gelecek
şekilde toplamıştır.

Mazhar Hazretleri’nin müridlerini irşad amacıyla Farsça olarak yazdığı mektuplar “Kelimat-ı Tayyibat” adlı eserde derlenmiş olup seksen dokuz mektup ihtiva etmektedir.

Abdullah ed-Dehlevi’nin ”Makamat-ı Mazhariyye “sinde de yirmi dört mektubu yer almaktadır. Bütün mektupları “Mirza Mazhar Can-Canan ki Hutut” adıyla Urduca’ya tercüme edilmiştir (nşr. Halîk Encüm, Delhi 1962). Mazhar Hazretleri’nin Farsça ve Urduca şürlerini ihtiva eden bir de dîvanı vardır (Kanpür
1271/1855).
Kaynak ; Lalegül dergisi , Mayıs 2017 sayısı , Cübbeli Ahmed Hoca Efendi

İmam Rabbani (k.s.)

 

İmam Rabbani Hazretlerinin kabri şerifi ; Hindistan – Serhend’de

Hindistan’da yetişen meşhûr İslâm âlimi ve büyük velî. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir, insanların i’tikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen İslâm âlimlerinin yirmiüçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel’âbidîn’dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü’l-Berekât’dır. 971 (m. 1563) senesinde Hindistan’ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. 1035 (m. 1624)’de Serhend’de 63 yaşında iken vefât etti. Türbesi oradadır. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır, İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demektir. Rabbânî âlim de; kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından kâmil olan âlim demektir. Hicri ikinci bin yılının Müceddidi olmasından dolayı “Müceddîd-i elf-i sânî”, ahkâmı İslâmiye ile tasavvufu vasletmesinden, birleştirmesinden dolayı da, “Sıla” ismi verilmiştir. Hazreti Ömer’in soyundan olduğu için, “Fârûkî” nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, “Serhendî” nisbeti verilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî, Müceddîd-i elf-i sânî, Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî’dir (kuddise sirruh).

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîfde; “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer bin Hattâb peygamber olurdu.” buyurarak methettiği ve Hazreti Ebû Bekr’den sonra insanların en üstünü olan Hazreti Ömer’in soyundan olup, yirmidokuzuncu torunudur. Yine hadîs-i şerîfde; “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.” buyurularak bildirilen, ilmini nübüvvet kaynağından alan ve “Ulemâ-i râsihîn” denilen âlimlerin en meşhûrlarındandır.

Doğumu ve Çocukluğu

Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, sâlih ve faziletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişmiş, tasavvuf hâllerinde kemâl derecede büyük bir âlim ve mürşid-i kâmil idi. Gençliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, doğru yolu göstermek için seyehat ettiği sıralarda, Hindistan’ın meşhûr kasabalarından Skendere’ye gitmişti. O memleketin asîl bir ailesine mensûb sâliha bir hanım, firâsetiyle Abdülehad’ın mübârek bir zât olduğunu anlayıp, ona; “Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm, iffet ve ismet cevheri bir kız kardeşim vardır. Böyle sâliha bir kızın sizinle nikahlanmasını arzu ediyorum. Ümid ederim ki bu ricamı kabûl edersiniz” diye haber göndermişti. Abdülehad bir müddet düşündükten sonra teklifi kabûl edip, o kızla nikahlandı. Bu evliliklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğdu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin memleketi olan Hindistan’ı ilk fetheden, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin onbeşinci dedesi olan Ferruh Şâh’dır Ferruh Şah, Kabil sultanlarının büyük vezirlerinden ve kumandanlarından olup, Gazne ve Kabil taraflarından gelip Hindistan’a yerleşmiş idi. Serhend (Sihrind) şehrini de ilk kuran Sultan Firûz Şâh’dır. Sihrind, siyah arslan demektir. Çünkü, bu şehrin yeri önce arslanlar ormanı idi. Yakınında şehir yoktu. Daha sonraları burası îmâr edilip, güzel bir şehir kuruldu, İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğduğunda, Serhend şehri, Hindistan’ın meşhûr bir şehri ve bulunduğu havâlinin merkezi hâline gelmiş idi. Babası Abdülehad, o beldenin tanınmış âlimlerinden ve meşhûr evliyâsından idi.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde büyük bir üzüntü hâsıl olup, vefât edeceğini zannetmişlerdi. O zamanın meşhûr evliyâsından Şah Kemâl Kihtelî Kâdiri’ye götürüp duâsını istediler. Şah Kemâl Kadirî, İmâm-ı Rabbânî’yi görünce büyük bir hayranlıkla bakarak babasına; “Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle âmil, büyük bir âlim ve eşsiz bir ârif olacak” demiş ve çocuğun elinden tutup, ağzından öpmüştür. Muhabbetle sarılmalarından dolayı, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin feyzi ve nûru, mübârek vücûdunu kaplamıştır.

Şah Kemâl Kadirî, İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında çok güzel ve büyük müjdeler vermiştir. İmâm-ı Rabbânî yedi-sekiz yaşlarında iken Şah Kemâl-Kâdirî vefât etmiştir. İmâm-ı Rabbânî daha sonra bu zâtı ve kendisini götürdükleri evini de hatırlamıştır.

Yine bir defasında İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) gençliği sırasında, çok zayıf düşüp hastalanmıştı. Zafiyetinin çokluğunu ve hastalığının şiddetini gören hanımı çok üzüldü. Abdest alıp iki rek’at hacet namazı kıldı. Ağlayarak ihtiyâç içinde yüzünü yerlere sürdü. Bu ağlama esnasında uyudu. Rü’yâda birisinin; “Hiç üzülme, bu zât daha çok yaşayacaktır, bizim onunla çok büyük işlerimiz vardır. Öyle ki, o işlerin binde biri daha zuhur etmemiştir” dediğini duydu. İmâm-ı Rabbânî o hastalıktan hemen kurtuldu. Sonra hocası Muhammed Bâkî-billah’ın sohbetine kavuştu.

Tahsili ve Bakibillah Hazretlerine İntisabı

İmâm-ı Rabbânî hazretleri ilk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur’ân-ı kerîmi bülbül gibi okurdu, ilminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhûr âlimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere âit küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, zâhirî ve bâtınî ilimlerde, o zamanın en meşhûr âlimi Mevlânâ Kemâleddîn Keşmîrî’den aklî ilimlerin bir kısmını gayet iyi bir şekilde öğrendi. Mevlânâ Kemâleddîn ( radıyallahü anh ), meşhûr âlim Abdülhakîm-i Siyalkûti’nin de hocası olup, zamanının en yüksek âlimi idi. Ba’zı hadîs kitaplarını da Şeyh Ya’kûb-ı Keşmîrî’den okudu. Âlim-i Rabbânî Kâdı Behlûl-i Bedahşânî’den hadîs, tefsîr ve ba’zı usûl ilimlerinde icâzet (diploma) aldı. Onyedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, aklî ve nakli, fürû’ ve usûl ilimlerinin hepsinden icâzet aldı. Tahsili sırasında, Kadirî ve Çeştî büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, zâhirî ve bâtınî ilimleri talebelere öğretmeye başladı. Bu sırada; “Risâlet-üt-tehlîliyye”, “Redd-i revâfid”, “İsbât-ün-nübüvve” adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahati ve belagatı, sür’at-i intikâli, zekâsının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu. Daha sonra da, Vâhidî’nin; Besît, Vesît, Esbâb-ı nüzûl gibi eserlerini, Kâdı Beydâvî’nin; Envâr-üt-tenzîl, Menhâc-ül-vüsûl, Gâyet-ül-kusvâ ve diğer eserlerini, İmâm-ı Buhârî’nin; Câmi’us-Sahîh, Sülâsiyyât, Edeb-ül-müfred, Efâl-i ibâd, Târih ve diğer eserlerini, Tebrîzî’nin Mişkât-ül-mesâbîh’ini, Tirmizî’nin Şemâil’ini, İmâm-ı Süyûtî’nin Câmi’us-sagîr’ini ve müselsel hadîs rivâyeti icâzetini Kâdı Behlûl-i Bedehşânî’den aldı.

Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde kemâli ile birlikte kalbi, Ahrâriyye (Nakşibendiyye) büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefâtından, bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend’den yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi’ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bâkî-billah’ın (kuddise sirruh) talebelerinden olan Mevlânâ Hasen Keşmîrî ile görüştü. Mevlânâ Hasen Keşmîrî, onu hocasının huzûruna götürüp, tanıştırmak istedi ve şöyle dedi: “Bugün Ahrâriyye yolunda bu ülkede başka böyle büyük bir zât yoktur. Talibler onun bir nazarıyla öyle şeylere kavuşuyorlar ki, günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyâzetlerle buna kavuşamazlar.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, daha önce babası Abdülehad’dan da, Ahrâriyye yolunun ve bu yolda bulunanların şânını ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okuyup onların güzel hâllerini bildiği için; “Bu Hicaz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikr ve murâkabesini almaktan daha iyi ne olur?” diyerek Muhammed Bâkî-billah’ın huzûruna gitti. Huzûruna girince kalbinde bir nûr parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi. Şimdiye kadar duymadığı, bilmediği şeyler kalbine doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifâde etmeği niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmayıp, ertesi gün huzûruna gelip Ahrâriyye feyzine kavuşmak şevkini bildirdi. Hizmetinde kaldı. Edeble, can kulağı ile sözlerine ve hâllerine bağlandı. Ya’nî Kâ’beye gitmekten vazgeçip, Kâ’be sahibini talep etti. Yüksek kabiliyeti ve bütün varlığı ile çalışıp, bütün kemâlât kendisinde hâsıl oldu. Üstadının da lütfu ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hâllere kavuştu. Muhammed Bâkî-billah, İmâm-ı Rabbânî’nin daha birkaç gün geçmeden yükselmeye başladığını ve üzerindeki irşâd eserlerini görünce, husûsî odasında, ona birkaç sene önce şâhid olduğu hâdiseleri şöyle anlattı: “Yüksek üstadım Hâcegî Muhammed İmkenegî (kuddise sirruh) bana şöyle emretti: “Hindistan’a git, orada senin sayende, bu yüksek yola büyük rağbet olacak ve bu yol revaç bulacak.” Ben kendimi bu işe lâyık görmeyip, özür diledim, istihâre etmemi emretti. Rü’yâda gördüm ki bir papağan, bir dal üzerinde oturuyordu. Ben de kalbimden şöyle niyet ettim: “Eğer şu papağan o daldan iner, elime konarsa, bu seferde bize çok şeyler nasîb olacaktır.” Böyle düşünürken, o papağanın uçup, elime konduğunu gördüm. Ben ağzımın suyunu onun gagasına akıttım. O papağan da ağzıma şeker verdi. O sabah, gördüğüm rü’yâyı Hâcegî Muhammed İmkenegî’ye arzettim. Buyurdu ki: “Papağan. Hindistan kuşlarındandır. Hemen Hindistan’a gidiniz. Orada sizin bereketli irşâdınızla bir azîz yetişecek, bütün dünyâ onun nûruyla dolacak. Hattâ siz de ondan nasîbinizi alacaksınız.”

Muhammed Bâkî-billah (kuddise sirruh) diğer bir hâdiseyi de şöyle anlatmıştır: “Hocam İmkenegî’den (kuddise sirruh) icâzet alıp Hindistan’a dönüyordum. Sizin bulunduğunuz Serhend şehrine gelmiştim. Rü’yâda bana; “Sen bir kutbun civarındasın” dediler ve kutb olan zâtın şemailini gösterdiler. İşte siz, o zâtsınız.” “Yine Serhend’den geçerken, gördüm ki, göklere kadar yükselen bir meş’ale yanmış, şarkdan, garba kadar bütün dünyâ, bu meş’alenin ışığından aydınlanıyordu. Bu meş’alenin ziyasının gittikçe arttığını, birçok insanların bundan kendi mumlarını yaktıklarını müşâhede ettim. Bu rü’yâyı, sizin dünyâya geleceğinize bir müjdeci, bir işâret biliyorum.”

Sohbetinde kaldığı bu iki-üç ay içinde, Allahü teâlânın yardımıyla Hâce Bâkî-billah’ın İmâm-ı Rabbânî hakkında bereketli nazar ve terbiyeleri öyle bir semere verdi ki, kalem dil olsa, dil kalem olsa, bunu yazmaktan ve söylemekten âciz kalırlar.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, daha sonra hocasının mahdûmlarına gönderdiği bir mektûpta şöyle buyurmuştur: “Yüksek üstadımın, beni dünyâ ve âhıret ni’metlerine kavuşturan kıymetli hocamın sevgili yavruları! Biliniz ki, herşeye muhtaç olan bu zavallı kardeşiniz, tepeden tırnağa kadar, o yüksek babanızın sadakaları ve ihsânları içinde yüzüyorum, insanlığın elifbasını ondan öğrendim. Yükseklikleri haber veren kelimeleri ondan okudum. Herkesin senelerce çalışarak kazanabildiği dereceler, onun huzûrunda, terbiyesi altında, az zamanda elime geçti, insanlara meziyet, üstünlük veren bütün kıymetler, ona hizmetimin ikramiyesi olarak üzerime serpildi. Hiçbir işe yaramıyan ve insanlıktan haberi olmıyan bu zavallı, onun nurlu bakışları altında, ikibuçuk ay içinde olgunlaşarak, büyüklerin yoluna katıldı. Onların Allahü teâlâya olan yakînliklerine kavuştu. Böyle az bir zamanda, tasavvufu tatmış olanların, tecelliler, zuhurlar, nûrlar, hâller ve keyfiyetler diye anlatmak istedikleri gizli kazançlar, babanızın parlak kalbindeki deryanın damlaları olarak önüme saçıldı. Bunlardan hangi birini anlatayım. Onun, lütf ederek, acıyarak mübârek gönlünü bu fakire çevirmesi ile, tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), ma’iyyet (beraberlik), ihata (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle, anlatmak istedikleri ma’rifetlerden, ince bilgilerden ele geçmiyen, hemen hemen birisi kalmadı. Bunların içlerinden, özlerinden bildirilmedik bırakılmadı…”

Hâce Muhammed Bâkî-billah, zamanının âlimlerinin büyüklerinden ba’zı ahbabına yazdığı mektûplardan birisinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden bahsederek buyurdu ki: “Serhend şehrinden bir genç geldi, ilmi pekçok. Her hareke’ti ilmine uygun. Birkaç gün bu fakirin yanında bulundu. Onda çok şeyler gördüm. Dünyâyı, nurla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum. Akrabası ve kardeşlerinin hepsi de pırlanta gibi, kıymetli ve âlim yiğitler! Onların da, az zamanda, ne cevherler olduklarını anladım. Hele Ahmed’in oğulları da var ki, her biri, Allahü teâlânın birer hazinesidir.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Muhammed Bâkî-billah’ı tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hâllerine bağlandı. Yüksek kabiliyeti ve bütün varlığı ile çalışıp, hocasının da lütfu ve himmeti ile, iki ay içinde kimsede görülmeyen hâllere kemâlâta ve üstünlüklere kavuştu. Birkaç ay sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah ona icâzet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hâllerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend’e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend’e gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: “Kalblere deva, rûhlara şifâ olan bu tohumu, Semerkand ve Buhârâ’dan getirip Hindistan’ın bereketli toprağına ektim. Taliblerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O (İmâm-ı Rabbânî), her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım.” Hocasından başka o zamanın büyük âlimlerinin bir çoğu onu medhetmişlerdir. Hepsi, onun ma’rifet ışığı etrâfında, pervane gibi toplanmışlardır.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, memleketine gelince zâhirî ve bâtınî ilim ve nûrlarını dünyâya yaymağa, talibleri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan âşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydâvî tefsîri, Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbîh, Avârif-ül-Me’ârif, Usûl-i Pezdevî, Hidâye ve Şerhi Mevâkıf gibi ba’zı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu, ömrünün son zamanlarında dahî talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın ( aleyhisselâm ) dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının pâdişâhlarını, vâli, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çok te’sîrli mektûpları ile, dîne, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve evliyâ yetiştiriyordu. Allahü teâlâ ona o kadar ilm-i bâtın ihsân etmişti ki, kendine mahsûs olan ilimleri de cihâna yaydı. Hocası Bâkî-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzûruna gelir, hürmetle otururdu. Hattâ birgün geldiği zaman, İmâm-ı Rabbânî’yi kalbi ile meşgûl görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; “Rahatsız etme!” dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmâm-ı Rabbânî hazretleri kalkıp; “Kapıda kim var?” deyince üstadı; “Fakir Muhammed Bakî” dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevâzu ile karşıladı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir müddet Serhend’de talebe yetiştirmekle meşgûl olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah’ı ziyâret için Delhi’ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbetleri oldu. Hâllerini bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hâllere, faziletlere kavuşmasına rağmen, hocası Muhammed Bâkî-billah’a öyle edeble davranıyordu ki, daha fazlası mümkün değildi. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Hâce Hüsâmeddîn Ahmed’den işittim. Hocam İmâm-ı Rabbânî’yi (kuddise sirruh) medhedip övdükten sonra şöyle buyurdu: “Mertebesi yüksek, fazileti çok olmakla beraber, edebe riâyette, hocamız Muhammed Bâkî-billah’ın talebelerinden hiçbiri, İmâm-ı Rabânî hazretleri gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce ona nasîb oldu.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocası Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin ikinci defa huzûruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha taliblere feyz vermekle meşgûl oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu hâllerini hocasına mektûplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defa hocasını ziyârete gitti. Bu ziyâretinden sonra Delhi’den Serhend’e dönüp birkaç gün kaldı ve Lahor şehrine gitti. Lahor şehrinde herkes, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin teşrîfini büyük bir ganîmet bildi. Talebelerinin en meşhûrlarından olan; Mevlânâ Muhammed Tâhir, Hâce Muhammed, Mevlânâ Esgar Ahmed ve Mevlânâ Ravh Hüseyn gibi zâtlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Lâhor’da bulunduğu sırada, oranın meşhûr âlimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice muamma ve zor mes’eleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Lâhor’daki sohbetleri devam ederken, hocası Muhammed Bâkî-billah’ın vefât haberi geldi. Kalblerdeki huzûr ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haberi duyunca, hemen Delhi’ye gidip mübârek mezarlarını ziyâret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine ta’ziye de bulundu. Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzûrlarına gelip, Muhammed Bâkî-billah’a gösterdikleri gibi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabûl edip bağlandılar.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri de yüksek hocasının emrine, vasıyyetlerine ve buradaki kalbi yaralıların ricâlarına uyarak, bir müddet Delhi’de kaldı. İrşâdlarının te’sîri, feyzlerinin bereketi ile, talebelerin sohbete devam ve gayretleri, hocaları Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın hayatta olduğu zamanki gibi yeniden tazelendi. Teveccüh eserleri ve cezbe nûrları, bu talebelerin hâllerinde görünmeğe başladı. Bu gayretli yetiştirme ve feyz verme sırasında, ba’zı çekemeyenler oldu ise de, İmâm-ı Rabbânî hazretleri onlara nasihat etti. Bunu da dinlemiyenler sonunda yaptıklarına pişman olup af dilediler, İmâm-ı Rabbânî hazretleri de ihsân ederek onları affetti. Böylece pekçok kimse sohbetlerinden ve feyzlerinden istifâde etti.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Ahrâriyye (Nakşibendiyye) yolundan başka; Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Çeştiyye ve Kübreviyye yollarından da icâzet almıştır. Çeştiyye ve Kâdiriyye yollarının icâzetini babasından aldı. Babası Abdülehad onu büyük bir muhabbetle severdi. Hattâ İmâm-ı Rabbânî Akra’da bulunduğu sırada, meşgûliyeti sebebiyle babasının yanına gidemeyince, babası onu görmek için Akra’ya gitmiştir. Daha sonra Akra’dan dönüp babasının hizmetinde bulundu. Babası Abdülehad evliyânın büyüklerinden idi. Babasının sohbetinde çok feyze kavuştu.

Ehlisünnet düşmanlarının saldırıları ve Güwalyar Kalesine Hapsedilmesi
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dîne yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, ikna edici delîllerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i sünnet i’tikâdının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid’atlerin kalktığını gören ba’zı sapık kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftira etmeye başladılar.

İşte, bunun için ba’zı kimselerin cefâsına, oklarına ve iftirâlarına uğradı. Nice âlimlerin, fâdılların, kâmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrâfına ve hizmetine koşuşmaları da, hasedcileri arttırdı. İmâm’ı tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar.

O zamanın sultânı Selîm Cihangir Hân’ın devlet adamları, hattâ büyük veziri, baş müftîsi ve etrâfındakiler Ehl-i sünnet düşmanı idiler. Hâlbuki İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birçok mektûpları ve bilhassa ayrıca yazdığı “Redd-i revâfid” risalesi, Eshâb-ı Kirâm düşmanlarını red etmekte, câhil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktadır. İmâm-ı Rabbânî bu risalesini Buhârâ’da bulunan en büyük Özbek hânı Abdullah-ı Cengizî Hân’a yollamıştı. “Bunu İran’da, Şah Abbâs-ı Safevî’ye gösterin! Kabûl ederse ne iyi, etmezse onunla harb caiz olur” demişti. Kabûl etmedi. Harb oldu. Abdullah Hân, Hirât’ı ve Horasan’daki şehirleri aldı. Buralarını yüz sene evvel Safevîler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan’daki bozuk fırkalar, Eshâb-ı Kirâm düşmanları elele verdiler. Sultâna gidip İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında çeşitli iftiralarda bulunarak şikâyet ettiler. Sultan, oğlu Şah Cihân’ı gönderip, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, evlâdlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeğe karar verdi. Bunun üzerine Şah Cihan, bir müftî ile yanına gitti. Sultâna secde caiz olduğunu gösteren bir fetvâyı da götürdü. İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) üstünlüğünü biliyordu. “Babama secde edersen seni kurtarabilirim” deyince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu fetvânın zarûret zamanında izin olduğunu, azîmet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeği kabûl etmedi. Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultâna yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı sultâna o kadar” güzel ve doyurucu cevap verdi ki, sultan yüksek hakîkatleri anlıyabilecek birisi olmadığı hâlde, neş’elendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hattâ, sultâna kendisine yapılan iftiraların asılsız olduğunu açık delîllerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hindûların büyük bir kumandanı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu. Sultânın ikna olduğunu, kendi uğraşmalarının boş olduğunu gören iftiracı sapıklar; “Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir” diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultânı aldattılar. Sultan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, memleketin on sağlam ve korkunç kalesi olan Güwalyar Kalesi’ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi.

Bu hâdiseye çok üzülen talebeleri sultâna isyan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri onları rü’yâlarında ve uyanık iken bu işten men etti. Sultâna hayır duâ etmelerini emredip; “Sultânı incitmek bütün insanlara zarar verir” buyurdu. Kendisi de sultâna hep hayır duâ ediyordu. Sultânın veziri, koyu bir muhalif olduğundan, zindanda, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin başına kardeşini ta’yin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli kerâmetler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hattâ neş’e görerek tövbe etti. Bozuk i’tikâdını terkedip Ehl-i sünneti seçti ve onun hâlis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendiler. Birçok günahkâr tövbe etti. Hattâ ba’zıları yüksek âlim oldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Hapisten çıkarıp ikram ve ihsân eyledi. Hattâ hâlis talebesinden ve sâdık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hâllerin ve makâmların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü. İmâm-ı Rabbânî hazretleri daha önceleri; “Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha Çok makamlar vardır. Onlara yükselmek celâl sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim” buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına; “Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belâlar yağacak” buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu. O makamlara da yükselmek nasîb oldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiren Selîm Cihangir Hân’ın oğlu Şah Cihan, pâdişâh olmak için babasına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların çoğu kalbden kendisine bağlı olduğu hâlde zafer kazanamadı. O zamanın evliyâsından birine hâlini anlatıp duâ istedi. O velî dedi ki: “Senin zafer kazanman için vaktin dört kutbunun sana duâ etmesi lâzımdır. Bunlardan üçü seninle beraber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe râzı değildir. O da İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretleridir. Şah Cihan, İmâm’ın huzûruna gelip duâ etmesi için yalvardı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) onun babasına karşı gelmesine mâni olup nasihat etti. “Babana git, elini öp, gönlünü al, yakında vefât edecek, saltanat sana kalacaktır” diye müjde verdi. Şah Cihan emirlerini dinleyip arzusundan vazgeçti. Az zaman sonra 1037 (m. 1627)’de babası vefât edince saltanata kavuştu.

Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir İmâm-ı Rabbânî’nin elinde müslüman oldu. Çok sayıda fâsık ve fâcir onun güzel hâllerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek sâlih müslüman oldu. Uzaktan yakından çok kimseler, rü’yâda ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzûruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Âlim, sâlih, genç, ihtiyâr binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzûrundaki pekçok sayıda talebeyi hâllere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerâmetleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerâmetlerinin altıbinden fazla olduğu bildirilmiştir.

İlmi ve Tasavvufi Düşüncesi

İmâm-ı Rabbânî, İslâm dininde her sözü sened olan, Ehl-i sünnetin temel direklerinden çok büyük bir âlim ve velidir. Kelâm ilminde de müctehiddir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri daha ilim deryasına yeni daldığı sıralarda Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) rü’yâda görmüştü. Peygamber efendimiz kendisine buyurmuştu ki: “Sen kelâm ilminde müctehid olacaksın.” Bu rü’yâsını hocasına anlatmıştı. O günden beri, ilm-i kelâmın her mes’elesinde ayrı ictihâdı ve görüşleri vardır. Fakat, mes’elelerin çoğunda (Mâtürîdiyye) imamımız ile beraberdir. Eski Yunan filozoflarının İslâmiyete uymayan sözlerini reddedip, yanıldıklarını isbât etti. Tasavvuf büyüklerini tanıyâmayarak, sözlerini anlamayarak, yoldan çıkan, sapıtan ve kendilerini din adamı sanıp, herkesi de yoldan çıkartan, câhil ve ahmakların yüz karalarını meydana çıkardı, önceki birkaç asırda İslâmiyete çok sinsi bir şekilde, din düşmanları tarafından sokulmak istenen felsefî düşünceleri tamamen bertaraf etti. Yazdığı mektûplar ve kitaplarla, kıyâmete kadar bu yoldaki bütün suâllere cevap teşkil edecek izahlar ve açıklamalar yaptı. Daha 18 yaşında iken yazdığı İsbât-ün-nübüvve (Peygamberliğin İsbâtı) kitabı ile peygamberleri filozoflardan kesinlikle ayırarak, peygamberlerin Allahın dînini bildiren ve Allahü teâlânın seçtiği kimseler, filozofların ise, yalnız aklını rehber edinmiş sıradan insanlar olduğunu açıkça ve kesin delîllerle isbât etmiştir. Böylece peygamberliğe inanmayanların, peygamherleri filozof zannedenlerin veya onlarla bir tutmaya kalkışanların, ne kadar yanlış düşündüklerini göstererek, İslâm dînine insan düşüncesi ve fikri karıştırmak ve böylece dîni, zamanla değişir hâle getirmek isteyenlerin yolunu kapatmıştır. Büyük Ehl-i sünnet âlimleri ve evliyânın da ancak Muhammed aleyhisselâmın tam yolunda yürüyen yüksek insanlar olduğunu belirterek, bunlara da filozof diyenlerin bu sözlerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermiştir. Bundan sonradır ki, müslümanlar arasındaki sapık kimselerin te’sîriyle ortaya çıkmış fikir ayrılıkları, düşünce farklılıkları sona ermiş, şüpheye ve tereddüde düşürülmüş olanlar itminana ve emniyete kavuşmuşlardır. Daha sonraki asırlarda ve zamânımızdaki filozofların her türlü sözlerine, onun eserlerinde cevaplar bol bol bulunmaktadır.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, tasavvufun bütün inceliklerine ve en yüksek kemâllerine kavuşarak, Muhyiddîn-i Arabî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Bâyezîd-i Bistâmî ve Cüneyd-i Bağdadî başta olmak üzere, kendisinden önce yaşamış velîlerin sekr hâlinde ya’nî tasavvufda kendinden geçme hâlinde iken söyledikleri ve iyi anlayamayanları şaşırtan yüksek sözlerini, vahdet-i vücûd bilgilerini, gayet net bir şekilde açıklamış, bu büyüklerin yanlış anlaşılmasına ve onlara düşmanlık yapılmasına ve îmânlarının ve i’tikâdlarının tehlikeye düşmesine mâni olmuştur.

Böylece o büyük velîleri kötülemek veya medhetmek şeklinde de olsa, iftiralar atılmasına son vermiştir. Tasavvuf deryasından bol bol saçtığı yüksek ma’rifetler, beliğ ifâdeler ve fasih sözleri ile, çok kimsenin anlamak ve anlatmaktan âciz kaldığı yüksek hakîkatleri, candan arzulayanlara sunarak, bu sonsuz deryadan susuzlarının hararetini teskin etmiştir. Yolunu şaşırmışlara doğru yolu göstermiş, aşağı derecelerde takılıp kalanları çok yükseklere çıkarmıştır. Sorulan bütün suâllere cevaplar vererek, tasavvufta iyi anlaşılmayan bir yer bırakmamıştır. Mürşidlik, müridlik, tarikat, kutb, gavs, evliyâ, zikr, ma’rifet, kerâmet gibi kelimeleri çok mükemmel bir şeklide açıklamış, bu konulardaki karışık ifâde ve bilgilerin arkasına saklanarak, müslümanları kandıran ve şaşırtan câhillerle, dünyâya düşkün bozuk tarikatçıların maskelerini indirmiştir. Bu husûsta esasları düstûrları açıklamış, bütün bu isim ve sıfatların, asıllarını ve hakîkatlerini gözler önüne sermiştir. Böylece bu yoldan, tasavvuf kelimesi perde edilerek, İslâm dînine bozuk inanç ve ibâdetlerin, uydurma merasim ve toplantıların, her türlü sapıklık ve hurafelerin girip yerleşmesini önlemiştir. Vilâyetin ve veliliğin muhakkak kerâmet göstermek demek olmadığını, asıl vilâyetin Allahü teâlâyı unutmamak ve Allahü teâlânın isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine olan ma’rifet, yakınlık olduğunu, tasavvufun, İslâm dîni dışında ayrı bir yol değil, bizzat dînimizin içinde, emir ve yasakların kolaylıkla yapılmasına yardımcı olan ve Allahü teâlâya muhabbet yolu olduğunu çok veciz şekilde îzâh etmiştir. Böylece din bilgisi az olanların ve hakiki tasavvuf ehli olmayanların, şaklabanlıklar ve istidrâclar ile insanları kandırmalarına ve böylelerinin ma’rifet ve kerâmet sahibi hakiki velîlerle karıştırılmasına mâni olmuştur. Kısacası onun tasavvuf deryasında çözmediği bilmece, haber vermediği esrâr kalmamıştır.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, kitaplarında, mektûplarında, sohbetlerinde ve günlük hayâtında, bütün bid’atlerle şiddetle mücâdele etmiş, bunları bir bir ayıklayarak, unutulmuş olan nice sünnetleri, hattâ farzları yeniden meydana çıkarmıştır. Bid’atlerin en çirkinin i’tikâdda ortaya çıkanlar olduğunu bildirerek, bunlara ve ibâdetlere sokulmak istenen bid’atlerle, ilim, amel ve ma’rifet ile mücâdele etmiş, her sözü ve işinin sünnete uygun olmasına pek çok titizlik göstermiştir.

Ayrıca zamanındaki bütün fen ilimlerini en üstün şekilde biliyordu. Fen bilgileri üstüne yapağı açıklamalar, bu ilimlerin mütehassıslarını hayrette bırakmıştır. Meselâ, atomların içinin ve böylece maddelerin dolu sanıldığını, hâlbuki elektronların çok hızlı dönüşlerinden dolayı boş olduğunu ilk olarak bundan dörtyüz sene önce açıklamıştır. Bu husûs, fen adamları tarafından ancak yirminci yüzyılda ve uzun tecrübeler sonucu anlaşılabilmiştir.

Onun tasarruflarının bereketi ile İslâm dîni, bilhassa Hindistan’da çok kuvvetlendi. Ekber Şah zamanında yıkılan, ihmâl edilen İslâm eserleri yenilendi, inançsızlardan pek çok kimse onun elinde müslüman oldu. Binlerce fâsık tövbe etti. Muhlislerinden ve talebesinden olan Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahîm Hân, Nüvâb Ferid Mürtedâ Hân, Muhammed a’zam Hân gibi birçok kuvvetli, kudretli vâli ve kumandanları, te’sîrli mektûpları ile İslâmiyeti kuvvetlendirmeğe, yaymağa, Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdını beyân etmeğe teşvik ve muvaffak eyledi Bunlar da emr-i şerîflerine uyarak, bu yolda çok gayret sarfedip, dînin kuvvetlenmesine hizmet ettiler. Öyle oldu ki, bid’at ve küfr zulmeti kalkıp, îmân ve sünnet nûru yayıldı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, tasavvufda kendi yolunu bildiren, yüksek ma’rifetlerle dolu bir mektûbun sonunda şöyle yazmıştır: “Allahü teâlânın bu fakire gösterdiği yol budur. Başlangıçtan sonuna kadar beni mümtaz eylediği yolun aslı, nihâyetin başlangıcına yerleştirilmesi olan Ahrâriyye yoludur. Bu asıl ve temel üzerine birçok binalar kurdurdular, köşkler yaptırdılar. Eğer bu asıl ve temel olmasaydı bu hâle gelmezdi. Buhârâ ve Semerkand’dan tohum getirip, aslı Medine ve Mekke toprağından olan Hindistan’a ektiler. Fazilet suyu ile terbiye eylediler. Bu faziletler ve ihsânlar kemâle gelince, bu ilim ve ma’rifet meyvelerini verdi. Allahü teâlâya bu ni’metlerinden dolayı hamd-ü-senâlar olsun.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasavvufda gösterdiği yola “Müceddidiyye” denilmiştir. Tasavvuf; bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimdir.

Tıb ilmi, beden sağlığına âit bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf ilmi de, kalbin, rûhun kötü huylardan kurtulmasını öğretir. Kalb hastalığının alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaştırıp, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar. Zâten dînimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızâsı için olmasını emrediyor. Kısaca din; ilim, amel ve ihlâsdan ibârettir, insanın ma’nen yükselmesi, dünyâ ve âhıret saadetine kavuşması, bir uçağın uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi ya’nî benzinidir. Maksada ulaşmak için, uçak elde edilir. Ya’nî îmân ve ibâdet kazanılır Harekete geçmek için de, kuvvet, ya’nî tasavvuf (ahlâk) ilminin yolunda ilerlemek gerekir. Tasavvufun iki gayesi vardır. Birincisi; îmânın vicdânileşmesi, ya’nî kalbe yerleşmesi ve şüphe getiren te’sîrlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delîl ve isbât ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Ra’d sûresi 28. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikr ile olur.” Zikr; her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O’nun rızâsına uygun iş yapmak demektir. Tasavvufun ikinci gayesi; fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefs-i emmâreden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir, ibâdetlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günah olan işlerden de nefret ederek uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür. Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rü’yâlar görmek için değildir. Tasavvuf ile elegeçen ma’rifetlere, bilgilere ve hâllere kavuşmak için, önce îmânı düzeltmek, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Zâten bu üçünü yapmadıkça, kalbin tasfiyesi kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi mümkün değildir. Tasavvuf bilgileri mürşid-i kâmiller tarafından öğretilir. Mürşid-i kâmil; yol gösteren, rehberlik eden yetişmiş ve yetiştirebilen âlimdir. Böyle olan âlimlerin belli usûllerle gösterdikleri, insanları saadete kavuşturmak için tasavvufta ta’kib ettiği bu yollara, tarikat denilmiştir.

Tarikatların çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir. Aynı hocanın talebeleri, birbirlerini tanımak ve hocaları ile tanınmak, öğünmek için, bulundukları yola mürşidlerinin ismini vermişlerdir. Tarikatlar, başlıca iki kısma ayrılırlar.

1- Sessiz zikr (Zikr-i hafi) yapan tarikatlar Bu yol Hazreti Ebû Bekr’den gelmiş olup, mürşidlerinin adına göre, (Tayfûriyye), (Yeseviyye), (Medâriyye), hakîki olan; (Bektâşiyye), (Nakşibendiyye), (Ahrâriyye), (Ahmediyye-i Müceddidiyye) ve (Hâlidiyye) gibi isimler almışlardır.

2- Yüksek sesle zikr (Zikr-i cehri) yapan tarikatlar: Bu yolda, Hazreti Ali’den oniki İmâm vasıtasıyla gelmiştir. Oniki İmâmın sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ’dan Ma’rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin çeşitli talebelerinin yolunda bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek, kollara ayrılmışlardır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan, (Kadirî”), (Şâzilî), (Sa dî) ve (Rıfâî), Ebû Ali Rodbârî yolundan; Ahmed Gazâlî ve Ziyâüddîn Ebû Necîb-i Sühreverdî vâsıtaları ile (Kübrevî) meydana gelmiştir, İmâm-ı Ali’den Hasen-i Basrî vâsıtası ile (Edhemî) ve bundan (Çeştî) hâsıl olmuştur. (Bedeviyye), Rıfâiyyeden hâsıl olmuştur.

Tarikat, zikr ile Allahü teâlâya kavuşma yoludur. Zikr, Allahü teâlâyı hatırlamak demektir. Her sözünde ve her işinde O’nun emirlerine ve yasaklarına sarılmaktır. Yaklaşık olarak, son yüz seneden beri tarikat diyerek birçok şeyler uyduruldu. Hakîki İslâm âlimlerinin, Eshâb-ı Kirâmın, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) alıp bildirdikleri doğru yol unutuldu. Dinde câhil olanlar, hattâ İslâmiyetin emirlerine açıkça uymayanlar, şeyh ve tarikatçı ünvanı alarak, zikr ve ibâdet adı altında, dînimizin yasak ettiği birçok günahları ve bid’atleri işlediler. Bugün sahte, yalancı mürşidlere, müslümanları sömüren tarikatçılara, dîni siyâsete âlet edenlere çok rastlanmaktadır. Şeyh-ül-İslâm Ahmed İbni Kemâl Efendi’nin Risâle-i Münîre adlı eserinde yer alan bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyuruyor ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü, yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat İslâmiyete uymayan bir iş yapsa, kerâmet sahibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, “Mektûbât” adlı eserinin üçüncü cild 123. mektûbunda, bu husûsla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“İnsanı Allahü teâlâya kavuşturan yollar ikidir. Birincisi, peygamberlerin yakınlığı gibi olan (Nübüvvet yolu) olup, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve bunların sahâbîleri bu yoldan kavuşmuşlardır. Ümmetlerinden sahâbî olmıyanlar arasından dilediklerini de bu yoldan kavuşmakla şereflendirirler. Fakat bunlar pek azdır. Bu yolda vâsıta, aracı yoktur. Ya’nî vâsıl olduktan sonra, doğrudan doğruya asıldan feyz alırlar. Hiçbiri ötekine vâsıta olmaz, perde olmaz, İkinci yol, (Vilâyet yolu)’dur. Kutblar, evtâd, büdelâ ve nücebâ ve bütün evliyâ hep bu yoldan kavuşmuşlardır. Bu yol (Sülûk) yoludur. Evliyânın cezbeleri de, bu yolun cezbeleridir. Bu yoldan kavuşanlar birbirlerine vâsıta ve perde olurlar. Bu yoldan vâsıl olanların önderi ve en üstünleri ve ötekilere vâsıta olanı, hazret-i Ali Mürtedâ (kerremallahü teâlâ vechehü’l-kerîm)dir. Bu yoldan gelen feyzlerin kaynağı odur. Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) gelen feyzler, ma’rifetler hep onun vâsıtası ile gelir. Fâtımat-üz-Zehrâ, hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn (r.anhüm), bu makamda, hazret-i Ali ile ortaktırlar, öyle sanıyorum ki, hazret-i Ali, dünyâya gelmeden önce de, bu makamda idi. Vefât ettikten sonra da, bu yolda her velîye gelen feyzler, hidâyetler, yine onun vâsıtası ile gelmektedir. Çünkü kendisi, bu yolun en yüksek noktasında bulunuyor. Bu makamın sahibi odur. Hazret-i Ali vefât edince, ondan yayılan feyzler, hazret-i Hasen ve sonra hazret-i Hüseyn vâsıtası ile geldi. Daha sonra oniki İmâmdan, sağ olanları da vâsıta oldular. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler, bu oniki İmâm vâsıtası ile geldi. Kutblara, nücebâya da, hep bunlardan geldi.

Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh), dünyâya gelip, velî oluncaya kadar hep böyle idi. Sonra, bu da bu vazîfeye kavuştu. Ondan sonraki kutblara, nücebâya ve bütün evliyâya oniki İmâmdan gelen feyzler ve bereketler bunun vâsıtası ile geldi. Başka hiçbir velî bu makama kavuşamadı. Bunun içindir ki; “Önceki velîlerin güneşleri battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, hiç batmıyacaktır” buyurmuştur. Hidâyet, irşâd feyzinin akmasını, güneş ışıklarının yayılmasına benzetmiştir. Feyzin kesilmesine, güneşin batması demiştir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine oniki İmâmın vazîfeleri verilmiştir. Rüşd ve hidâyete vâsıta olmuştur. Kıyâmete kadar, her velîye feyzler onun vâsıtası ile gelecektir. (Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin bu vasfından dolayı, ona “Gavs-ül-a’zam” denilmiştir.)

Her asırda gelen müceddidler, onun vekîlleridir. (Hazret-i Îsâ (aleyhisselâm), hazret-i Mehdî ve İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) “Nübüvvet yolu” ile vâsıl olduğundan, vâsıtaya ihtiyâçları yoktur. Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) nübüvvet yolunda, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) vekîlidir:

Resûlullahın vârisi, müceddîd-i elf-i sânî,
İlm-i zâhirde müctehid, tasavvufda Veysel Karânî.

Dîni yaydı yeryüzüne, nûrlar saçdı her mü’mine,
Uyandırdı gâfilleri, yüce İmâm-ı Rabbânî.

İyi bildi ilm-i hâli, dîne uygundu her hâli,
Küfr sarmışken cihanı, oldu Ebû Bekr misâli.

Sohbetinden feyz aldılar, hem kumandan hem de vâli,
Ömer Fârûk soyundandır, buna şâhid oldu adlî.

Bütün İslâm âlimleri, bu zâtın İmâm-ı Rabbânî hazretleri olduğunda ittifâk etmişlerdir. Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) tam bin sene sonra ilim ve irşâd kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihanı Resûlullahın ( aleyhisselâm ) nûrları ile aydınlattı. Bid’atleri-temizleyip İslâm dînini ihyâ etti. Onun zamanında Hindistan’da ve hattâ bütün İslâm âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufda vahdet-i vücûdu anlatan sözler, müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu. Bu yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok câhiller, büyüklerin sözlerinin ma’nâlarını anlamayarak zamanla dinden çıktı. İslâmiyete karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru yoldan ayırmak için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslâmiyetin hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gösterilerek, müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri başta vahdet-i vücûd bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan daha birçok mes’eleyi gayet açık bir şekilde îzâh ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid’atlerden temizledi. Hakkı bâtıldan ayırıp, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet i’tikâdını her yere yaydı. Genç-ihtiyâr herkes ve birçok âlim onun etrâfında toplandı. Kendisine ilk defa (Müceddîd-i elf-i sânî) ismini veren, zamanının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûti’dir. O zamanın diğer büyük âlimleri de onu medhetmiş, övmüştür.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin husûsiyetlerinden ve üstünlüklerinden bir kısmı şunlardır:

Zamanının âlimleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine “Sıla” ismi ile hitâb ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını İslâmiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte; “Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennete girer” buyurularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî’nin “Cem’ül-Cevâmi’” kitabında vardır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektûbunda; “Beni iki derya arasında “Sıla” yapan Allahü teâlâya hamd olsun” diye duâ etmiştir. Eshâbı, talebeleri ve sevenleri arasında “Sıla” ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte müjdelenen “Sıla” ismini ondan evvel kimse almamıştır.

Mevlânâ Abdürrahmân Câmî (kuddise sirruh) Nefehât kitabında diyor ki: Şeyhülislâm Ahmed Nâmık-i Câmî buyurdu ki: “Evliyânın çektiği riyâzetlerin, sıkıntıların hepsini yalnız başıma çektim ve daha çok da çektim. Allahü teâlâ, evliyâya verdiği hâllerin, ihsânların hepsini bana verdi. Her dörtyüz senede, Ahmed isminde bir kuluna böyle büyük ihsânlar yapar ve bunu herkes görür.” Ahmed Câmî’den, İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) zamanına kadar dörtyüzotuzbeş sene olup, bu zaman içinde evliyâ arasında bu büyüklükte, Ahmed isminde biri bulunmadı. Ahmed Câmî’nin haberi, büyük bir zan ile İmâm-ı Rabbânî’ye (kuddise sirruh) âid olmaktadır. Şeyhülislâm Ahmed Câmî’nin; “Benden sonra benim ismimde onyedi kişi gelir. Bunların sonuncusu bin târihinden sonra olup, en büyüğü ve en yükseği odur” sözü de, bu husûsu kuvvetlendirmektedir.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, müceddîd-i elf-i sânîdir. Ya’nî hicrî ikinci binin müceddididir. Eski Ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir Resûl gönderilirdi. Yeni din önceki dîni değiştirir, ba’zı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebî gelir, din sahibi peygamberin dînini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerîfde; bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslâm dînini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dînini her bakımdan ihyâ edecek, dîne sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı se’âdetteki temiz hâline getirecek, zâhirî ve bâtınî ilimlerde tam vâris, âlim ve ârif bir zâtın olması lâzımdı. Hadîs-i şerîfler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî hazretleri yapmıştır.

Talebelerinin meşhûrlarından Muhammed Hâşim-i Keşmî “Zübdet-ül-makâmât” adlı eserinde şöyle yazmıştır: “Kalbimden geçti ki: “Eğer Allahü teâlâ, bu zamanın âlimlerinin en büyüklerinden birine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Müceddîd-i elf-i sânî olduğunu (ikinci binin kuvvetlendiricisi olduğunu) bildirse, bu ma’nâ tamamen kuvvetlenirdi.” Birgün bu düşünce ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gittim. Bu fakire hitâb edip buyurdular ki: “Birçok kıymetli kitaplar yazan aklî ve naklî ilimlerde Hindistan’da bir benzeri bulunmayan Abdülhakîm Siyalkûtî’den mektûp aldım.” Bunu söyleyip tebessüm etti. Sonra da; “Mektûbunun bir yerinde bu fakiri medhedip; “Müceddid-i elf-i sânî” yazıyor” dedi.

Abdülhakîm Siyalkûti; bir gece rü’yâda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördü, İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona şu âyet-i kerîmeyi okudu: “Allah de ve onları kendi oyunlarına bırak.” (En’âm-91) bu rü’yâyı gördükten hemen sonra İmâm-ı Rabbânî’nin huzûruna gelip, hakiki muhlislerinden oldu. Huzûruna gelmeden evvel: “Ben İmâm-ı Rabbânî’nin üveysiyim” (Ya’nî onun rûhâniyeti beni terbiye ediyor) dedi.

Halîl-ül-Bedahşî (kuddise sirruh) buyuruyor ki: “Silsilet-üz-zeheb büyüklerinden Hindistan’da bir kâmil gelir ki, asrında onun gibisi bulunmaz.” Hindistan’da bu silsileden İmâm-ı Rabbânî’den (kuddise sirruh) başkası meydana çıkmamış olduğundan, bu haberin İmâm-ı Rabbânî’ye âit olması zarurî lâzımdır.

Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mîr Muhammed Nu’mân diyor ki: “İmâm-ı Rabbânî’ye tâbi olmağı hocam bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; “Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nûruna karşı duruyor” dedim. Hocam sert bir sesle; “Sen, Ahmed’i ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nûru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir” buyurdu. Muhammed Bâkî-billah (kuddise sirruh) bir kerre de buyurdu ki: “Bu üç-dört sene içinde, herkese doğru yolu, kurtuluş yolunu göstereceğim diye uğraşdım. Elhamdülillah ki, bu gayretim boşa gitmedi. Çünkü, İmâm-ı Rabbânî gibi biri yetişti.”

Hâce Muhammed Bâkî-billah bir kerre de buyurdu ki: “Kalblere deva, rûhlara şifâ olan bu tohumu Semerkand ve Buhârâ’dan getirip Hindistan’ın bereketli toprağına ektim. Taliblerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O, (Ya’nî İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) her dereceyi aşıp üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım.”

Hâce Muhammed Bâkî-billah, İmâm-ı Rabbânî’ye yazdığı bir mektûpta buyuruyor ki: “Allahü teâlâ size, en yüksek dereceye yetişmek ve herkesi de yetiştirmek nasîb etsin!” Mısra’:

“Kerîmlerin sofrasından toprağa da nasîb vardır!”

Mübalağa değil, işin doğrusu şöyledir ki, Şeyhülislâm Abdullah-i Ensârî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Beni, Ebü’l-Hasen-i Harkânî yetiştirdi. Fakat Harkânî şimdi sağ olsaydı, hocam olduğunu düşünmez, gelip önüme diz çökerdi.

Bizim durmamız, ihtiyâcımız olmadığından veya ehemmiyet vermediğimizden değil, belki kabûl işâretini gözetmekteyim, işin doğrusu budur. Allahü teâlâ, bizlere hidâyet ihsân eylesin! Kendini beğenmekten ve aldanmaktan korusun! Bu mektûbumu size getiren Nişâpûrlu Seyyid Sâlih, kalbinin derdine çâre için bana geldi. Vaktim, hâlim buna elverişli olmadığından, vakitlerini yanımda ziyan etmemesi için size gönderiyorum. İnşâallah lütf ve yüksek teveccühünüze kavuşarak istidâdı kadar bir şeyler alır.

Allahü teâlâ, ilim ve irfan fukarasını, birşeyden nasîbi olmıyanları, sevip seçtiği evliyâsı hürmetine maksatlarına kavuştursun! Evliyâ kaynağı olan makamınıza ihlâs ve saygılarımı arzedemedim. Evet, hâlleri doğru olan bir huzûra ancak bu kelimeyi yazmak mümkündür. Size talebem demek, hayâsızlığın en aşağısı ve görünüşün söylenmesi olup, hakîkati örtmek olur. Bize lâzım olan, haddimizi bilmek, yersiz konuşmamaktır. Duâlarınızı istirhâm ederim efendim.”

Üstadından başka, o zamanın büyük âlimlerinden, kâmillerinden birçoğu; ona lâyık olan medh-ü-senâlarda bulunmuşlar, ona karşı edebsizce söyliyenlere cevap vererek, hepsi onun ma’rifet ışığı etrâfına pervane gibi toplanmışlardır. Bunlardan parmakla gösterilen en büyükleri; Fadlullah-i Burhân-pûrî, Mevlânâ Hasen-ül-Gavsî, Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyâlkûti, Mevlânâ Cemâleddîn-i Tâluvî, Mevlânâ Ya’kûb Sırfi, Mevlânâ Hasen-ül-Kubâdânî, Mevlânâ Mîrekşâh, Mevlânâ Mîr Mü’min, Mevlânâ Can Muhammed Lâhorî ve Mevlânâ Abdüsselâm’dır.

Fadl Burhân-pûrî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin güzel evsâfını, doğru hâllerini dinlemekten hoşlanır, kıymetli ma’rifetlerini işitmekle zevklenirdi. Onun, kutb-ül-aktâb olduğunu, hakîkat sırlarından verdiği haberlerin hep doğru olduğunu; sözlerinin doğruluğuna ve hâllerinin yüksekliğine alâmet ise, İslâm dîninin bütün inceliklerine tâbi olması ve herkesin onu sevmesi olduğunu söylerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Guwalyar Kalesi’nde habs olduğu zaman, kurtulması için beş vakit namazda çok duâ ederdi. Kendisine Serhend taraflarından talebe gelince: “Siz İmâm-ı Rabbânî’ye yakın olup da, ilmi, ma’rifeti başka yerlerde arıyorsunuz. Güneşi bırakıp, yıldızların ışığına koşuyorsunuz. Sizlere şaşıyorum” derdi.

Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyâlkûtî, İmâm-ı Rabbânî’ye ( radıyallahü anh ) çok ta’zîm ve hürmet ederdi. İnkâr edenlerle mücâdele ederdi. İnkâr edenlere karşı; “Büyüklerin sözlerine, maksatlarını anlamadan i’tirâz etmek cahilliktir. Böylelerin sonu felâkettir, ilim ve feyz kaynağı, irfan menba’ı üstâd Ahmed’in sözlerini red etmek, bilmemezlik ve anlamamazlıktandır” diye yazmıştır.

Belh şehrinde bulunan Mîr Muhammed Mü’min Kübrevî, talebesinden birini, inâbet, tövbe ve sülûk için, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) huzûruna gönderdi. İmâm-ı Rabbânî’nin huzûruna varınca; üstadından, Seyyid Mîrekşâh’dan, Hasen-i Kubâdâni ve Kâdı’l-kudât Tulek’den selâm getirdi ve; “Üstadım Mîr Muhammed Mü’min buyurdu ki: “İhtiyârlığım mâni olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifâde eder, ölünceye kadar ona hizmetçilik ederdim. Kimseye nasîb olmıyan nûrları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakiri, huzûrunda bulunan temiz talebesi gibi kabûl buyurmasını ve mukaddes nûrlarından rûhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim için de mübârek elini öp!” dedi” deyip İmâm’ın (kuddise sirruh) bir daha elini öptü. Veda edip ayrılırken de dedi ki: “Belh şehrindeki azîzler, kendilerine, yüksek hakîkatleri bildiren mektûplarınızdan göndermenizi istirhâm ettiler.” Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî bir mektûp yazıp, diğer birkaç mektûpla beraber verdi. Bir müddet sonra, Belh’den Hindistan’a gelen ba’zı sâdıklar dedi ki: “İmâm’ın (kuddise sirruh) bu mektûbu, Mîr Muhammed Mü’min’e ulaşınca, okurken zevkinden yerinde duramıyordu. “Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd, Seyyid-üt-tâife Cüneyd ve bunlar gibi büyükler şimdi sağ olsalardı, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) önünde diz çökerler, hizmetinden ayrılmazlardı” dedi.

O zamanın âriflerinden biri diyor ki: “Âlimlerin, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) yazılarından nasîbleri, câhillerin, hikmet sahiplerinden duyduklarını anlamaları gibidir.”

O zamanın, ilmi ile amel eden dindar âlimlerden biri buyuruyor ki: “Kalb ve rûh ilimlerinin mütehassısları, ya kitap tasnif ederler veya te’lîf ederler. Tasnif demek; bir ârifin kendine bildirilen ilimleri, esrârı, dereceleri yazmasıdır. Te’lîf ise, başkalarının sözlerini kendine mahsûs bir sıra ile toplayıp yazmasıdır. Tasnif çok zamandan beri dünyâdan kalktı. Yalnız te’lîf kaldı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) yazıları, doğrusu, tasniftir. Te’lîf değildir. Ben, onun talebesi değilim. Fakat insaf ile söylemek lâzım gelirse, onun yazılarına çok dikkat ediyorum. Başkalarının sözlerini bulamıyorum. Hepsi kendi keşfleri, kalbine gelen ilimlerdir. Hepsi de, yüksek, makbûl, güzel ve İslâm dînine uygundur.”

O zamanın en büyük kadısına, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) hâlleri soruldukta, dedi ki: “Kalb ve rûh âlimlerinin sözlerine ve hâllerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fakat İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) hâllerini görünce, geçmiş evliyânın hâllerini ve sözlerini anladım ve bildim. Bundan evvel, geçmiş evliyânın acayip hâllerini, garîb ibâdetlerini okuyunca, talebenin bunları, büyülterek yazmış olmaları hatırıma gelirdi. Onun hâllerini, vaziyetlerini görünce, bu düşünce ve tereddütlerim kalmadı.”

Hadîs âlimi Abdülhak-ı Dehlevî, ilk zamanlar İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) hazretlerinin yazılarını beğenmez, i’tirâzlar yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allahü teâlânın inâyetine kavuşarak, yaptıklarına pişman oldu. Tövbe etti. Hâce Muhammed Bâkî’nin icâzetli talebelerinden Mevlânâ Hüsâmeddîn Ahmed’e, bu tövbesini şöyle yazdı: “Allahü teâlâ, Ahmed-i Fârûkî’ye selâmetler ihsân etsin! Bu fakirin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis oldu. Beşeriyet perdeleri kalktı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı durmamak, akıl icâbı idi. Ne insafsızlık, ne cahillik etmişim. Şimdi kalbimde, vicdanımda duyduğum mahcubiyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri değiştirmek, Allahü teâlâya mahsûstur.” Abdülhak Dehlevî kendi çocuklarına da mektûp yazarak; “Ahmed-i Fârûkî’nin sözlerine karşı i’tirâzlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiçbir bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı hâlis olmuştur” dedi.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefâtından sonra da sevilmiş, asırlar boyu medhedilmiş, eserleri okunup istifâde edilmiştir. Büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, ince rûhunun terennümleri ile dolu olan fârisî dîvânının doksandördüncü sahifesindeki beytlerinde buyuruyor ki:

“Yâ Rabbî! O nihâyetsiz yolun yolcusu, ilim sahiplerinin reîsi, bu göz ile görülmeyen, akıl ile varılmayan gizli sırların menba’ı, insanların anlayamadığı, ancak senin bildiğin büyüklüğün sahibi, köpüren ve dalgalanan ma’nâlar deryası, maddesizlik ve mekânsızlık âleminin reîsi, nûrları ile Hindistan’ı aydınlatan, Sihrind şehrini, Mûsâ aleyhisselâma Allahü teâlânın kelâmı geldiği şerefli va’di yapan, Muhammed aleyhisselâmın dîninin büyüklüğünün vesîkası, keskin görüşlüler meclisinin ışığı, dîni bütün olanlar ordusunun kumandanı, düşünülemiyen yüksekliklere erişen, izinde gidenleri de oraya çeken Ahmed-i Fârûkî’nin (kuddise sirruh) gözlerinin nûru hürmetine beni affet! Senin af ve merhamet denizinin sonsuzluğunu düşünerek, rahat ediyorum. Allahım! Yalnız senin ihsânına güveniyorum. Çünkü, “Ben af ediciyim” buyuruyorsun!”

Evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye, hocası Şah Abdullah-ı Dehlevî hazretleri yazdığı bir mektûpta şöyle buyuruyor:

“İmâm-ı Rabbânî’yi sevenler, mü’min ve takvâ sahipleridir. Sevmeyenler ise şâkî ve münâfıklardır. Bütün âlem-i İslama, İmâm-ı Rabbânî’nin şükrünü eda etmek vâcibtir.” Yine bu mektûpda; “İnsanlarda bulunabilecek her kemâli her üstünlüğü, Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine vermiştir…” buyurarak onun için farsça şu şiiri yazmıştır:

“Her letâfet ki, nihân bûd pes perde-i gayb
Heme der sûret-i hûb-ı tû ıyân sâhte end.

Herçi ber safha-i endîşe keşed kilk-i hiyâl
Şekl-i matbû’i tu zîbâter ezân sâhte end.”

Ma’nâsı:

Gayb perdesi ardında bulunan güzellikler,
Senin eşsiz simanda hepsi zuhur ettiler.

Hayal kalemi gönül sayfasına ne çizse,
Senin düzgün şeklini, ondan güzel ettiler.

Onu medh edenlerden birisi de, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin (kuddise sirruh) yetiştirdiği ulemâ ve evliyânın en üstünü, âlim, fâdıl, velîyyi kâmil, sayısız kerâmetler sahibi, Seyyid Tâhâ-i Hakkâri (kuddise sirruh) hazretleridir.

İmâm-ı Rabbânî’yi (kuddise sirruh) medheden büyüklerden birisi de, ulemânın zîneti, evliyânın ekmeli, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Efendi’dir. “rahmetullahi aleyh”. Sâlihlerden birine yazdığı bir mektûpta buyuruyor ki: “Zikr ve zikrin te’sîri, derin bir denizdir. Onun derinliklerine kimse varamamıştır. Bir dalgalı deryadır ki, bütün dünyâ onun bir dalgasını bilmiyor. Dünyâyı kuşatan öyle bir bahr-i muhittir ki, (okyanustur) onu kavramağa bütün âlemin gücü yetmez. Zikr; zikr edenlerin kalblerinde hâsıl olan bir hâldir. Söylemesi, yazması, bildirmesi imkânsızdır.

Hak teâlâyı, bilen kimsenin dili söylemez olur. Kelime bulamaz ki, anlatabilsin. Şaşar kalır. Dünyâdan ve insanlardan haberi olmaz. Zikr olunan, Allahü teâlâ olduğu gibi, zikr eden de ancak O’dur. Kendisini yine ancak kendisi zikr edebilir. Mahlûkların, O’nu zikr etmek haddîne mi düşmüştür? Ancak Sıfat-ı ilâhiyesi ile sıfatlanması için, yaratmış olduğu insana kendisini zikr etmesini emr etmiştir. Herkes, yaradılışındaki kabiliyeti kadar, o nihâyetsiz ve dalgalı denizden birşey ile teselli bulur. Veysel Karânî o deryanın bir damlası ile teselli bulmuştur. Cüneyd-i Bağdadî, o denizden bir avuç miktarı ile doymuş, kanmıştır. Abdülkâdir-i Geylânî, ancak o denizin kenarına varmıştır. Muhyiddîn-i Arabî ise, bunun dibinden çıkarılmış bir cevher ile övünmektedir, İmâm-ı Rabbânî, ondan büyük pay almıştır.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocası Muhammed Bâkî-billah’ın (kuddise sirruh) büyük oğlu Hâce Ubeydullah, İmâm-ı Rabbânî’ye (kuddise sirruh) yazdığı bir mektûpta onu şöyle medh etmiştir:

“Kölelerinizin en aşağısı, hakîr Ubeydullah’ın, ihlâs ve ihtisasın menba’ı olan yüksek makamınıza arzıdır. Bu yolun bütün sarhoşluklarından kurtulup, ayıklıkta ve uyanıklıkta en ileri gitmiş olanların başı, taliblere yol gösterenlerin önderi, şeyhülislâm, karanlıkları aydınlatan, bütün insanların rehberi, uykuda olanların uyandırıcısı, ameli kuvvetli, vera’ı çok, kemâli üstün, nûr yüzü, nûr kaynağı olan azîz efendim!

İslâm dîninin kuvvetlendiricisi, nûrlandırıcısı, bid’at ve alçak şeylerden dînin temizleyicisi, doğruyu ve hakkı söyleyen, dînini kayıran, dînin sağlam hükümlerini koruyan, hakkı arayanlara feyz verme makamlarının sahibi, aşağı mertebelerden saadet ufkuna yükselen muhterem efendim!..”1- Kutbluk istidâdı: Kutb olacağı daha hocası Muhammed Bâkî-billah’a talebe olmadan birkaç sene önce bu hocasına bildirilmiştir.

2- Tasavvufda yüksek hâllere kavuşmadan önce, hocası Muhammed Bâkî-billah onun cihanı aydınlatacak nûrlarını büyük, bir kandil gibi görüp, hakkında; “Onun, âlemi, nurla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum” buyurdu.

3- Hocası, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine, tasavvufda yetişmek isteyen birini göndererek şöyle demiştir: “Bizi seven ve size gelen bu dostumuzu altı yedi günde nihâyete kavuşturmanızı rica ediyorum.” Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek derecesine işâret etmiştir.

4- İmâm-ı Rabbânî hazretlerine murâdlık ve mahbûbluk (çekilip götürülmek) mertebeleri verilip, çok yüksek hâllerle müjdelendi.

5- Hocası Muhammed Bâkî-billah’ın huzûrunda, iki-üç ay kadar kısa bir zaman içinde, tasavvufda yetişip tam bir olgunluğa ulaştı.

6- Çok yüksek derecelerde bulunan hocası Muhammed Bâkî-billah, daha hayatta iken, irşâd ve feyz verme makamına İmâm-ı Rabbânî hazretlerini geçirdi.

7- Yüksek hocası Muhammed Bâkî-billah bir “mektûbunda kendisinden feyz almak için, huzûruna gitmek üzere işâret beklediğini yazmıştır.

8- Hocası ondan istifâde etmek ve feyz almak için yanına gitmiş ve onun hakkında; “O bizim gibi binlerce yıldızı örten bir güneştir” buyurmuştur.

9- Yine hocası Muhammed Bâkî-billah birgün; “O, murâdların ve mahbûbların (çekilip götürülen) büyüklerindendir”, bir başka vakit; “Gök kubbe altında bugün, bu yüksek yolun velîlerinden onun gibisi yoktur”, bir başka vakit; “Eshâb-ı kirâm’dan, Tabiînin büyüklerinden ve müctehidlerden sonra seçilmişlerin seçilmişlerinden İmâm-ı Rabbânî gibi birkaç kimse görüyorum” buyurdu.

10-Bereketler ve faziletler sahibi Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın vefâtından sonra, çok gizli ve husûsî sırları açıklayan yazıları ele geçti. Burada dört dâire çizmişti. Birinci dâirede velâyet, ikinci dâirede vilâyet, üçüncü dâirede bâtın kemâlâtı, dördüncü dâirede mutlak kemâl kelimelerini yazıp, bu dört dâirede, Sahabe ve Tabiînden sonra gelen (radıyallahü anhüm) seçilmişlerin seçilmişlerini, bu dâirelerin etrâfına, mertebelerine uygun olarak, şüphesiz bir keşf yoluyla, gayb âleminden kendilerine bildirdiği şekilde yazdı. Bütün bunların arasında en büyüklerinden on-oniki büyüğü, her dâirede en olgun bir şekilde, dâhil edilmiş gördüler. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini de bu on-oniki kişi arasında her dâireye girmiş buldular. Muhammed Bâkî-billah defalarca onun kutb olduğuna işâret etmiştir.

11-Muhammed Bâkî-billah kendi yüksek nisbetlerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine verdikten sonra, diğer yollardaki büyükler de kendi nisbetleri ve terbiye usûllerini kırmızı bir gül gibi ona sunup, daha yüksek makamlara götürdüler. Evliyâullahdan ba’zılarına verilen vilâyet nisbetini ve nübüvvet kemâlâtını tamamen İmâm-ı Rabbânî hazretlerine verdiler. Hepsinin ma’rifeti ile şereflendirdiler. Kendisi birçok defalar bunu söyleyip şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın, bu kullarının en aşağısına en büyük yardımı şudur Bu yolda hiçbir sokak, hiçbir makam kalmadı ki, bu fakiri oradan geçirmemiş olsunlar. Sereyânın, ma’iyyetin, ihatanın, vahdetin, tesbihin, tenzihin yüksek nisbetlerini, dünyânın ve âhıretin, varlığı lâzım olanın ve mahlûkâtın esrârını kerem ve ihsân ederek ayrı ayrı bildirdiler.”

12-Hızır ve İlyas aleyhisselâmın rûhâniyeti ile görüşüp, konuştu. Ona hayatları ve ölümleri hakkında bilgi verdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu husûsu “Mektûbât’ın birinci cild, 282. mektûbunda bildirmiştir.

13-İmâm-ı Rabbânî hazretleri tasavvufda ilerlemeye başladığı ilk sıralarda, Hızır aleyhisselâm ona ilm-i ledünnîyi öğretti.

14-Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri murâkabe halkasında bir kırıklık ve amellerindeki kusurları görme hâlinde iken; “Seni ve kıyâmete kadar vasıtalı veya vasıtasız seni tevessül, vesile edenleri, senin yolunda gidenleri ve sana muhabbet edenleri mağfiret eyledim” nidasını duydu. Ve; “Bunu herkese söyle” diye kendilerine emrettiler. Nitekim Mebde’ ve Me’âd risalelerinde bunu bildirmiştir.

15-İmâm-ı Rabbânî hazretlerine; “Elbette o, müttekîlerdendir” ilhamı geldi. Bunun sebebi şu idi: Birgün vefât eden oğullarından birinin rûhuna sadaka olarak bir yemek verdi. Bu arada inkisârlarının (kırıklıklarının) kendisini istilâ etmesinden dolayı buyurdu ki: “Bu sadakamızı nasıl kabûl ederler. Allahü teâlâ sadakayı kabûl hakkında; “Allah ancak müttekîlerinkini kabûl eder” buyuruyor. Bunu derken, şöyle bir nidâ geldi: “Elbette o müttekîlerdendir.

16-İmâm-ı Rabbânî hazretlerine: “Cenâze namazında bulunduğun herkes mağfiret olunmuştur” müjdesi ilham olundu.

17-Magfiret olunması için hangi mezarın başına gitse, kendisine o mezarda bulunanlardan azâbın kaldırıldığı ilham edilirdi.

18-İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilham olundu ve müjde verildi ki: “Senin söylediğin ve yazdığın ilimlerin hepsi bizdendir.” Kendisine mahsûs olup, tereddüt ve şüphe ettiği ilimlerin doğrularını ve hakîkatlerini de kendisine bildirdiler.

19-İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “İslâmiyeti gördüm. Kervanın, kervansaraya indiği gibi, bizim mahallemize, etrâfımıza indi.”

20-İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Ramazân-ı şerîfin son on gününde idi. Teravih namazını kıldıktan sonra, kendimde bir gevşeklik hissedip yatağıma yatmak istedim. Yatarken, bu gevşekliğin çokluğundan evvelâ sağ tarafa döneceğimi unuttum. Hâlbuki bu sünnet idi. Sol tarafa dönüp yattım. Bir müddet sonra sünneti terk ettiğim hatırıma geldi. Bunu ilk defa terk ettiğimi düşündüm. O anda unutarak ve sehven olduğu bildirildi. Fakat, sünneti terketmek korkusu benden gitmedi. Hemen kalktım; sağ tarafa dönüp yattım. Bunu yaptıktan sonra Allahü teâlânın nihâyetsiz nûr ve feyzleri zâhir oldu ve şöyle bildirildi: “Sen bu kadar sünnete riâyet edince, âhırette hiçbir şekilde sana azâb etmem!”

21-Yine Ramazân-ı şerîfin son on gününde buyurdu ki: “Bu gün son derece güzel bir hâl zâhir oldu. Yatağımda uzanmış yatıyordum. Gözlerimi kapamıştım. Yatağımın üzerine bir başkasının gelip oturduğunu hissettim. Bir de ne göreyim, evvelkilerin ve sonrakilerin seyyidi, efendisi Peygamberimizdir ( aleyhisselâm ). Buyurdu ki: “Senin için icâzet yazmağa geldim. Hiç kimseye böyle bir icâzet yazmadım.” Gördüm ki, o icâzetnamenin metninde bu dünyâya âit büyük lütuflar yazılı idi. Arkasında da öbür dünyâya âit, çok inâyetler yazmışlardı.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu husûsu, “Mektûbât”ının üçüncü cild, 106’ncı mektûbunda uzun bildirmektedir.

22-Resûlullah ( aleyhisselâm ) İmâm-ı Rabbânî hazretlerine, yârın kıyâmet günü binlerce insanı senin şefaatin ile affederler müjdesini verdi. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) bu müjdeyi alınca, bu ni’metin şükrünü eda etmek için, bir ziyâfet verdi. O ziyâfette kendilerinin; “Beni iki derya arasında “Sıla” yapan Rabbime hamd ederim” sözlerine temasla şöyle arzettim: “Azîzlerden birisiyle bu husûsda münâkaşa ettik. Dedi ki, Allah aşkına! Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) Mehdî hakkında olduğu gibi, bunun hakkında da böyle bir müjde zâhir olmuş mudur? Ben dedim ki: “Hadîs-i şerîflerde ona âid bir işâret olmadığını nereden bileyim ki, biz bütün hadîsleri bilmiyoruz.” O azîz dedi ki: “İmâm-ı Süyûtî’nin “Cem’ul-Cevâmî”, kitabı bende var. Onda bulunmıyan çok az hadîs-i şerîf vardır. Gel, bu ümmetin faziletleri kısmında arayalım.” Bu arama esnasında bir hadîs-i şerîfe rastladık ki, aradığımıza tam uygun idi. Ve o hadîs-i şerîf şu idi: “Ümmetimden “Sıla” isminde biri gelir. Onun şefaatiyle, çok çok kimseler Cennete girerler.” Ben o azîze dedim ki, ne için bu hadîs-i şerîf İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâline bir işâret olmasın. “Olabilir” dedi ve sustu. Onların kalemi ile açık olarak yazılan “Sıla” kelimesini duydum ve gözümü hadîs-i şerîfin sonu olan şefaat kelimesine diktim. Elhamdülillah ki, o müjdeye de kavuştum. Hazret-i İmâm tebessüm ettiler ve bu fakîr hakkında iltifâtlar buyurdular.

23-Hazret-i İmâm Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) yedi derecesine mutâbe’at, ya’nî uymak nûrları ve bereketleri ile şereflendi.

24-Vesveseler veren Hannâsı (Şeytanı) İmâm-ı Rabbânî’nin sinesinden dışarı çıkardılar. Kendisi bunu şöyle anlatmıştır: “Duhâ (kuşluk) namazında idim. Aniden sinemden büyük bir belânın dışarı çıktığını gördüm. Ondan sonra, onun yuvasının da sinemden çıkarıldığını gösterdiler. Etrâfında bulunan büyük zulmetten de bir eser kalmadı. Kalbimde büyük bir inşirah (ferahlık) buldum. Göğsümden çıkanın, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ondan Allahü teâlâya sığınmakla emir olunduğu Hannâs olduğunu bildirdiler. Ve yine bildirdiler ki, usûl-i dinde zâhir olan düşünce ve tehlikelerin menşei bu Hannâsdır ki, göğüste yuvası vardır. Kalbi her zaman oradan iğneler.

25-Allahü teâlâ mutlak inâyet ederek, gizli şirki İmâm-ı Rabbânî’nin ibâdetlerinden kaldırdı. Buyurdular ki: “Birkaç gün amellerdeki kusurlarımı görme hâli, beni o kadar kapladı ki, namazda Fâtiha sûresini okurken; “Elbette sana ibâdet ederiz” kelâmına gelince, hayret edip; “Eğer bunu okursam, onun ma’nâsıyla hâllenmiş değilim” dedim. Ve; “Ey îmân edenler! Niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz?” (Saff-2) âyet-i kerîmesi ile amel etmiş olurum; aklıma geldi. Okumazsam, onsuz namaz tamam olmaz diye düşündüm. Bu hâlde iken, Allahü teâlâ, benim ibâdetlerimden şirki kaldırdığını bildirdi. “İyi bil ki, Allah için olan din, şirk ve riyadan uzak olarak ibâdet etmektir.” (Zümer-3) âyet-i kerîmesinin ma’nâsı zâhir oldu. Bunun için Allahü teâlâya hamd ederim.

26-İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) bağlılığının çokluğundan, İmâm-ı a’zamın ve İmâm-ı Şafiî’nin ( radıyallahü anh ) ve bütün talebelerinin ictihâdlarına ittibâlarının fazlalığından, hepsinde fenâ ve bekâya kavuştular. Bunu kendisi şöyle anlatmıştır: “Bir sabah zikr halkasında idim. Aniden bir fenâ hâli zâhir oldu. Kendimden geçtim. Bu hâl o günün ikindi namazından sonrasına kadar devam etti. Gördüm ki; ümmetin ışığı, İmâmların İmâmı, Ebû Hanîfe Kufi ( radıyallahü anh ) bütün talebeleri ile ve kendi mezheblerindeki bütün müctehidlerle etrâfımda toplandılar ve beni sardılar. Hocalarından İbrâhim Nehaî gibileri de orada gördüm. Sonra gördüm ki, İmâm-ı a’zâmın ve bu imamlardan hepsinin nûru bana geldi. Ben onların bu nûrlarından kendime geldim ve bekâya kavuştum. Tamamen o nûrlara gömüldüm. Her birinin nûrunu ayrı ayrı kendimin bir parçası gördüm, İki-üç gün sonra aynı huzûr ve bekâ, İmâm-ı Şafiî ve talebesi ve mezhebindeki müctehidleri ile zuhura geldi. Hanefî âlimlerinin benden ayrılıp çıktıklarını, İmâm-ı Şafiî’nin talebesinin ve müctehidlerinin bana geldiklerini, kalbime girdiklerini gördüm. Evvelkiler gibi, bunların da nûrları benim parçalarım oldu. Birkaç saat sonra, Hanefî mezhebinin nûrları, eskisi gibi tekrar bana geldiler. Şimdi kendimi bu iki mezhebin nûrlarına kavuşmuş buluyorum…”

27-İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Erkeklerden ve kadınlardan vasıtalı ve vasıtasız olarak bizim yolumuza girmiş olanları ve girecekleri bana gösterdiler. İsimlerini, soylarını, doğum zamanlarını ve memleketlerini bize bildirdiler. İstersem hepsini tek tek sayabilirim. Hepsini bana bağışladılar.”

28-Yine buyurdu ki: “Hindistan’da peygamberler geldiğini bildirdiler (aleyhimüsselâm). Ba’zılarına üç, ba’zılarına iki, ba’zılarına bir kişi imân etti.” Bu memlekette bulunan, bu peygamberlerin ba’zılarının mübârek mezarlarını da İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gösterdiler ve onların nûrlarını müşâhede eylediler.

29-İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin en büyük husûsiyetlerinden biri de şudur Vefâtına yakın buyurdu ki: “Bir insana verilmesi mümkün olan bütün kemâlleri, olgunlukları bana ihsân eylediler. Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) mutabeat, tâbi olmak ve verasetle bu makama kavuşturdular.”

30-Buyurdu ki: “Birgün amellerimdeki kusuru görme hâli beni kapladı. Büyük bir pişmanlık ve kırıklık içinde iken “Allahü teâlâ için tevâzu göstereni, Allahü teâlâ yükseltir” hadîs-i şerîfi gereğince, şöyle bir nidâ geldi: “Seni ve kıyâmete kadar seninle vasıtalı ve vasıtasız olarak tevessül, vesile edenleri mağfiret eyledim.”


İbadet ve Adetleri

İmâm-ı Rabbânî hazretleri yüksek hâller ve binlerce kerâmet sahibidir: Bu husûsta şöyle buyurmuştur: “Gerçi amel ve işlerden bize ne ihsân olunduysa bunları husûsi ihsân ve mücerret ikram ile bilirim. Bunun sebebi ise Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) mutabeat, uymak sebebiyledir, işimin esâsını bunda bilirim. Bana verilenlerin hepsini, az olsun çok olsun Peygamberimize ( aleyhisselâm ) uymak, tâbi olmak sebebiyle verdiler. Vermediklerini de, insanlık icâbı olarak, bu tâbi olmaktaki noksanlıktan dolayı vermediler.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından olan Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Birgün Hazret-i İmâm’ın huzûrunda oturuyordum. Onlar ma’rifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helaya gitti. Fakat hemen sür’atle dışarı çıktı. Böyle sür’atle helaya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. “Acaba bunun sebebi nedir?” dedim. Heladan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrar helaya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: “Bevl sıkıştırdı, acele ile helaya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Hâlbuki, o nokta Kur’ân-ı kerîmin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmağı doğru görmedim ve edebe riâyete uygun bulmadım. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı, bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az göründü. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim.”

“Bir başka zaman yine huzûrlarında idim. Mevlânâ Sâlih-i Haşlânî’ye emir buyurup; “Bahçeden birkaç karanfil alıp getir” dedi. O da altı tane karanfil alıp getirdi. Karanfilleri çift sayıda getirdiği için onu azarladı ve; “Bizim en aşağı bir talebemiz, hiç olmazsa şu kadarını duymuştur ki: “Allahü teâlâ tektir ve teki sever.” Tek’e riâyet ve dikkat müstehâbdır. İnsanlar müstehâbı ne zannediyorlar. Müstehâb, Allahü teâlânın sevdiği şeydir. Eğer dünyâyı ve âhıreti Allahü teâlânın sevdiği birşey için verseler, hiçbir şey vermemiş olurlar” buyurdu. Sonra buyurdu ki: “Biz müstehâba o kadar riâyet ederiz ki, yüzümüzü yıkarken önce suyu sağ tarafımıza getiririz. Çünkü sağdan başlamak müstehâbdır.”

Birgün sedir üzerinde yaslanmış oturuyordu. Aniden fırlayıp yere indi ve şöyle buyurdu: “Yatağın altında bir kâğıt gördüm. Bu kâğıt üzerinde birşey yazılı olup olmadığını, varsa ne yazılı olduğunu anlayamadım. Bir kimseye o kâğıdı alıp kaldırmasını söyleyecektim. Fakat bu kadar zaman bile oturmayı edebe aykırı gördüm.”

Bir başka vakit, hafızlardan biri kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur’ân-ı kerîm okumağa başladı, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur’ân-ı kerîm okumakta olan hafızdan yüksekte oturmazdı.”

Zamanının meşhûr âlimlerini ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerini de görmüş olan bir zât şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görüp sohbetinde bulunduktan sonra, Burhânpûr şehrinde bulunan onu sevenlerden meşhûr Şeyh Muhammed bin Fadlullah’ın huzûruna gitmiştim. Bu zât benden İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sordu ve; “O büyüğün huzûrunda bulunmuşsun, hadi gördüklerini anlat da dinleyelim” dedi. Ben cevâbımda; “Benim gibi bir maksatsızın, onun kalb hâllerinden ne haberi olur? Ama zâhirde sünnet ve sünnetin inceliklerine riâyet ve dikkat husûsunda, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini şöyle buldum ki, eğer bu zamanın bütün velîleri toplansa, onun yaptıklarının yüzde birini yapamazlar” dedim. Bunun üzerine Şeyh Muhammed bin Fadlullah çok sevindi ve şöyle buyurdu: “Madem ki böyledir, onun gibi bir din büyüğü, sırlardan ve hakîkatlerden ne söylerse ne yazarsa, hepsi sahih ve doğrudur. Bunların doğru olduğuna ve bunlara kavuştuğuna işâret, sözlerinin doğruluğu ve hâllerinin tamamen sünnete uygun olması yetişir.”

Zamanın devlet adamlarından biri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâlleri hakkında tereddütteydi. Birgün Hazret-i İmâm’ın komşusu ve kadıların reîsi olan zâtla, yalnız bir yerdeyken; “Siz âlim bir zâtsınız, doğru konuşursunuz ve çok dindarsınız, komşunuz olan azîzin hâlini bana anlatınız” dedi. Bunun üzerine o zât şöyle dedi: “Kalb ve rûh âlimlerinin sözlerine ve hâllerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fakat şu kadar söyleyeyim ki; “İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) hâllerini görünce, geçmiş evliyânın hâllerini ve sözlerini anladım ve bildim. Çünkü bundan evvel, geçmiş büyük evliyânın acâib hâllerini, riyâzetlerini, garip ibâdetlerini kitaplarda okuyunca, onları sevenlerin bunları abartarak yazmış oldukları hatırıma gelirdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâllerini görünce, bu düşünce ve tereddütlerim kalmadı. Hattâ bu hâlleri yazanlara, az yazdıklarından dolayı kırılıyorum.”

Talebelerine zikre çok devam etmelerini, huzûr ve murâkabeyi çok istemelerini gösterir ve buyururdu ki: “Bu dünyâ; amel, çalışma, huzûr ve hâl elde etme yeridir. Bu kalb hâllerini, dîne uyarak yapılan zâhirî amellerin neticesi olduğunu biliniz.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin fıkıh mes’elelerinde ilmi çoktu ve her mes’eleye ânında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usûl-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyâtının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda ba’zı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftâbih, fıkıh âlimlerinin üzerinde ittifâk ettikleri fetvâlara, dâima uymaktı. Ba’zı fıkıh âlimlerinin caiz dediği, ba’zılarının mekrûh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. Buyururdu ki: “Bir mes’elenin yapılmasında ve yapılmamasında, helâl ve haram olmasında ihtilâf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır.”

Yaz olsun, kış olsun, seferde ve hazarda; ekseriya gecenin yarısından sonra, ba’zan da gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kalkar, o vakitte okunması sünnet olan duâları okur, mükemmel bir abdest alırdı. Abdest alırken bir başkasının su dökmesini istemezdi. Abdest suyunda o kadar ihtiyâtlı davranırdı ki, bundan fazlası tasavvur olunamaz. Abdest alırken kıbleye dönmeye çok dikkat ederdi. Fakat ayaklarını yıkarken, kuzeye ve güneye dönerlerdi. Ya’nî, ayaklarını kıbleye karşı yıkamaz, kıbleye ayak uzatmazdı. Her abdestte misvak kullanmağa ve her namazda abdest almağa çok dikkat ederlerdi. Her uzvu üç defa yıkar, her defasında, elleriyle uzuvdan suyu silerdi, tâ ki yıkanan uzuvdan ve ellerinden damlama ihtimâli kalmasın. Bunun sebebi; abdestte kullanılmış suyun temiz ve necis olması hakkında ihtilâf vardır. Her ne kadar fetvâ, temiz olduğuna dâir ise de, ihtiyâtlı davranırdı. Her uzvu yıkarken, Kelime-i şehâdet ve “Tekmile-i Mişkât” gibi hadîs kitaplarında, ba’zı fıkıh kitaplarında ve “Avârif-ül-Meârif’de. bildirilen abdest duâlarını okurdu. Abdesti bitirdikten sonra, o vakitte okunması bildirilen duâyı okurlar ve teheccüd namazına başlardı. Tam bir itminan, huzûr ve cem’iyyetle, uzun sûreler okuyarak teheccüd namazı kılardı. Öyle ki, insan gücü buna zor takat getirirdi. İlk zamanlarında, teheccüd, kuşluk ve feyz-i zeval namazlarında, Yâsîn sûresini tekrar tekrar okurdu. Hattâ bu sûreyi, bir namazda seksen defa okuduğu olurdu. Ba’zan daha az, ba’zan daha çok okurdu. Son zamanlarda, daha çok, namazda Kur’ân-ı kerîmi hatm ile meşgûl oldu. Teheccüd namazını bitirdikten sonra tam bir huşû’ ve istiğrak ile sessizce murâkabeye otururdu. Sabahtan iki-üç saat önce, sünnete uyarak bir müddet yatardı, tâ ki teheccüd namazı, iki uyku arasında olsun. Sonra ortalık ağarmadan tekrar uyanır, sabah namazını kılardı. Sabah namazının sünnetini evde kılar, sünnetle farz arasında sessiz olarak; “Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil azîm” duâsını devamlı okurdu. Sabah namazının farzını kıldıktan sonra işrâk vaktine kadar, mescidde talebeleri, eshâbı ile murâkabe halkasında oturur, sonra iki selâmla dört rek’at işrâk namazı kılardı. O vakitte okunması îcâb eden tesbihler ve duâlar ile meşgûl olurdu.

Sonra evine gider hanımının ve çocuklarının hâllerini sorar eve lâzım olan ve yapılması îcâb eden işleri söylerdi. Sonra husûsî odasına çekilir, Kur’ân-ı kerîm okurdu. Bundan sonra da talebelerini çağırıp hâllerini sorardı. Yâhud da talebelerinin en yükseklerini çağırır, kendisine mahsûs sırlardan bahseder, bu sırları dinleyen talebeleri kendinden geçerdi. Çünkü bu marifetleri dinlerlerken kendi nisbetlerini ve kendisine verilen ni’metleri onların kalblerine akıtırdı. Ba’zan talebelerinden herbirine, hâline ve istidâdına göre bir vazîfe verirdi. Talebelerinde hâsıl olan bir hâli ve değişmeyi anlardı. Hepsine yüksek maksatlı olmayı, sünnete uymayı, dâima zikr, murâkabe, huzûr ve hâllerini gizlemek üzere olmalarını, tekrar tekrar söylerdi. Buyururdu ki: “Eğer bu dünyâyı ve içerisindekileri Allahü teâlânın beğendiği, râzı olduğu bir işe vermekle, onun rızâsına uygun bir iş yapılacağı bildirilse, bunu büyük bir ganîmet biliniz. Bu, bir kimsenin kırık saksı parçaları ile, dünyânın en kıymetli mücevheratını satın almasına benzer.” “La ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah” mukaddes kelâmını tekrar tekrar söylemek husûsunda şöyle buyurdu: “Görüşün ve gidişin âciz kaldığı, arzu ve himmet kanatlarının düştüğü, her bilgi ve buluşun dışına çıkıldığı zaman, insanı; (La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah) tevhîd kelimesinden başka, birşey ilerletemez. Bu kelimenin âgûşuna sığınmadan, oralarda yükselmek olamaz. Sâlik, bu güzel kelimeyi bir kere söylemekle, o makama yükseliyor. Bu yüksek kelimenin işâret ettiği hakîkat sayesinde, o makamdan yukarıya ilerliyor. Kendinden uzaklaşıp, Allahü teâlâya yaklaşıyor. O yolun en az bir parçası, bütün bu gökler küresinden katkat çoktur. Bu kelimenin üstünlüğünü buradan anlamalıdır. Bütün mahlûkların, bu kelime yanında varlığı hiç kalır. Duyulmaz bile. Büyük bir deniz yanında, bir damla kadar da değildir. Bu güzel kelimenin derecesi ne kadar yüksek ise, bu mukaddes kelimenin büyüklüğü, o kadar çok meydana çıkar. Arabî şiir tercümesi:

Güzelliği o kadar çok görünür,
Ona bakış, ne kadar çok olursa,

Dünyâda bundan daha kıymetli, daha üstün bir arzu olmaz ki, insan, her bulunduğu yerde, (her işinde, her vazîfesinde) bu güzel kelimeyi tekrar tekrar söylemekle lezzet alsın ve haz duysun. Ama ne yapılabilir ki, bütün arzular ele geçmiyor, insanlarla konuşmak ve gaflete düşmek çaresiz oluyor.”

Kendi talebelerine fıkıh kitaplarını mütâlâa etmelerini söylerdi ve şöyle buyururdu: “Din âlimlerinin kitaplarından, dînin sağlam hükümlerini araştırınız, çıkarınız. Hangileri müftâbihdir, hangileri ile amel edilmiştir ve hangileri bid’at ve merdûtturlar öğreniniz! Çünkü Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) zamanından çok uzak kaldık. Çok şeyler bozuldu. Bid’at ve günahların zulmeti her tarafı kapladı. Bu zulmette sünnet-i seniyye nûrundan, ışığından başka kurtuluş yolu yoktur.” Yine buyururdu ki: “Keşf gözüyle görüyorum ki: Bid’atler karanlık bir girdap gibi, bütün dünyâyı sardılar. Sünnetin nûru her tarafta ateş böcekleri gibi görünüyor.”

Sohbetlerinin çoğu sükût ile geçerdi. Sohbetlerinde bir müslüman gıybet edilmez, kimsenin aybı zikr olunmazdı. Talebeleri onun olduğu yerde, gayet edeb ve huşû’ ile otururlardı. Temkin (dikkat) ve istikrarı (kararlılığı) o derece idi ki, bu kadar yüksek hâllere sâhib olduğu hâlde, onlarda bir değişme eseri görülmezdi. Coşma, bağırma, hattâ yüksek sesle “Ah!” bile söylediği görülmezdi. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle demiştir, “İki sene huzûrlarında bulunduğum hâlde, üç-dört defa gözyaşlarının temiz yüzlerine indiğini gördüm. Yine üç-dört defa yüksek ma’rifetleri beyân ederken gözlerinde ve yüzlerinde kırmızılık, iki mübârek yanaklarında hararet terleri ve kırmızılığı müşâhede eyledim. Birgün bir ma’rifeti beyân ederken, bir müddet sustular. Bu susma zamânındaki duraklamada, büyük hâller, yüksek muâmeleler zâhir oldu. O zaman gözlerinde kendinden geçme eserleri ve bir parça kırmızılık göründü.”

Dahve-i Kübrâ vaktinde, kuşluk namazını sekiz rek’at olarak, odalarında yalnız olarak kılar, sonra talebeleri ile yemek yerlerdi. Yemeğe önce kendisi başlardı. Bütün oğullarına ve talebelere pişen yemeklerden verirdi. Oğullarından, talebelerinden veya hizmetçilerinden biri orada bulunmasaydı, onun yemeğinin ayrılmasını emrederdi. Yemekten sonra bildirilen duâları okurdu. Son zamanlarında uzleti, yalnızlığı seçmişti. Çoğu zaman oruç tutardı. Ve aynı odada yemek yerdi, insanlar arasında meşhûr olan, yemeklerden sonra Fâtiha okumak, onlardan çok az görülmüştür. Çünkü, sahih hadîslerle gelmemiştir. Her gün öğleden önce, bir defa, bir şeyler yerlerdi ve bu yedikleri de çok az olurdu. Bununla beraber, şöyle buyururdu: “Ne yapayım ki, âhır zaman geldiği için yemeklerde de bereket kalmadı. Açlıkta, dünyânın ve dînin Serverine ( aleyhisselâm ) tamamen uymak ele geçmiyor.” Yine şöyle buyururdu: “Ârifi, meleklikten insanlığa yaklaştıran, yemekten başka bir şey değildir. Yemeği huşû’ ve huzûr ile yerdi Yemek yerken, sol dizi yatırır, sağ dizi dikerek otururdu. Ba’zan da, bağdaş kurarak yemek yerdi. Öğleden önce sünnet olduğu için bir müddet kaylûleye yatar uyurdu. Müezzini, öğlenin evvel vaktinde ezan okurdu. Ezanı duyar duymaz hemen abdest alır, öğlenin sünnetini kılardı ve buyururdu ki: “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bi’setten vefât edinceye kadar, öğlenin sünnetini terketmedi.” Bu namazda ba’zan uzun, ba’zan kısa okurdu. Sonra dört rek’at farzı, sonra iki rek’at sünneti sonra da dört rek’at daha nafile kılardı, öğle namazı bittikten sonra, hafızdan bir cüz veya daha az, yâhud daha çok Kur’ân-ı kerîm dinlerdi. Eğer verilecek ders varsa, verirdi. Eğer hafız orada olmazsa kendi odasına gidip, Kur’ân-ı kerîm okurdu, ikindi namazını, her şeyin gölgesinin, iki mislini geçtikten sonra, evvel vaktinde kılardı, İkindi namazından evvelki dört rek’at sünneti terkettiği görülmemiştir, ikindiden sonra akşama kadar, talebeleriyle beraber, sessizce murâkabede otururlardı. Bu, sabah ve ikindi halkalarında, kalben talebelerin hâllerine teveccüh ederdi.

Akşam namazını, hava bulutlu değilse, vaktin evvelinde kılar, farzdan sonra kalkmadan on kere kalbden; “La ilahe illallahü vahdehû lâ şerîke-leh, Lehü’l-mülkü ve Lehü’l-hamdü yuhyî ve yümît biyedihil-hayr ve hüve alâ külli şey’in kadir” kelimesini okurdu. Farzdan ve sünnetlerden sonra; “Allahümme entesselâm ve minkesselâm tebârekte yâ zelcelâli vel-ikrâm” duâsından fazla bir şey okumazdı, iki rek’at sünneti kıldıktan sonra, evvâbîn namazını kılar, sonra o vakitte bildirilen duâları okurdu. Evvâbîn namazını altı rek’at kılardı. Ba’zan da dört rek’at kıldıkları da olurdu. Bu husûsta buyurdu ki: “Ba’zı hadîs şerhedicileri, hadîste bildirilen altı rek’ata, akşam namazının iki rek’at sünnetinin de dâhil olması muhtemeldir dediler.” Bu namazda ekseriya Vâkıa sûresini okurdu. Yatsı namazını İmâm-ı a’zamın bildirdiği vakte göre, ufuktaki beyazlık kaybolunca kılardı. Yatsının farzından evvel dört rek’at sünneti kılardı, İki rek’at yatsının sünnetinden sonra, dört rek’at nafile kılardı. Son dört rek’at sünnette, Elif lam mim, Secde, Tebâreke ve Kulyâ eyyühelkâfirûn ve Kulhüvallahü ehad sûrelerini okurdu. Ba’zan o dört rek’atta dört kul (ya’nî kulyâ eyyühel kâfirûn, kulhüvallahü ehad ve kul e’ûzüleri) ayrı ayrı okurdu. Eğer bu dört rek’atta, Elif lam mim, Secde sûresini ve Mülk sûresini okumazsa, vitir namazından sonra, bu iki sûreyi ve Duhân sûresini okur, bunların bu vakitlerde okunmasını talebelerine söylerdi. Vitir namazının birinci rek’ atında ekseriya “Âlâ” sûresini, ikinci rek’atta “Kâfirûn” sûresini, üçüncü rek’atta “İhlâs” sûresini okurdu. Hanefî’nin kunût duâsına Şafiî’nin kunût duâsını ilâve ederdi. Vitir namazını kıldıktan sonra oturarak iki rek’at nafile namaz kılardı. Birinci rek’atta “Zilzal”, ikinci rek’atta “Kâfirûn” sûrelerini okurdu. Son zamanlarında, bu iki rek’ati nâdir olarak eda eyledi ve buyurdu ki: “Fıkıh âlimlerinin bu husûsta çeşit çeşit sözleri vardır.” Vitir namazından sonra âdet hâline gelen iki secdeyi yapmazdı. Buyururdu ki “Âlimler bunun kerâhiyyetine fetvâ verdiler. Vitir namazını ba’zan yatsıdan, ba’zan da teheccüd namazını kıldıktan sonra kılardı. Ba’zılarının yaptığı gibi, gecenin evvelinde kılınan vitir namazını, gece kalkınca bir daha kılmazdı. Buyururdu ki: “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bir gecede iki vitir olmaz.” Yine buyurdu ki: “Bir gece bana gösterdiler ki: Vitir namazını kılmayıp yatan ve gecenin sonunda kılacağım diye niyet edene, sevâb meleği, vitir namazını kılıncaya kadar sevâb yazar. O hâlde, vitir ne kadar geç kılınırsa, o kadar iyi olur. Bununla beraber buyurdu ve hattâ yazdı ki: “Vitri acele kılmakta veya te’hir eylemekte Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) uymaktan başka hiçbir şey göremiyorum. Ve, hiçbir fazileti mutâbeat (tâbi olmak) ayarında bulamıyorum. Resûlullah ( aleyhisselâm ), vitri ba’zan gecenin evvelinde, ba’zan da gecenin sonunda kılardı. Şekilde ve sûrette de olsa, kendi se’âdetimi her işte, O servere ( aleyhisselâm ) benzemekte bilirim. Binlerce gecenin ihyasını, bir mutâbeatın, Resûlullaha bir işte uymanın, yarısına değişmem. Ramazân-ı şerîfin son on gününde i’tikâfta idim. Talebeleri toplayıp dedim ki: “Resûlullaha ( aleyhisselâm ) tâbi olmaktan başka hiçbir şeye niyet etmeyiniz ki, bizim insanlardan ayrılmamızdan ve uzletimizden ne çıkar. Yüzlerce tutulmayı bir mutâbeati (uymayı) elde etmek için kabûl ederim. Ama tevessülsüz (vesilesiz), binlerce uzleti kabûl etmem. Beyt:

“Gözü sarayda olan, hiçbir şeyi göremez,
Bahçesindeki bostanı, lâleyi, gülü bilemez.”

Allahü teâlâ, Peygamberine ( aleyhisselâm ) tam uymağı nasîb eylesin.”

Yatsı namazını ve vitir namazını kıldıktan sonra, hemen yatmaya giderdi. Yatmadan evvel okunması bildirilen âyetleri ve duâları okurdu. Yatsıdan sonra hemen yatmak hakkında buyururdu ki: “Yatsı namazından sonraki uyanıklık, gecenin sonundaki uyanmayı geciktirir.” Eğer bir kimse bu vakitte yanlarında otursa, gayet resmî konuşurdu.

Son zamanlarda, Cum’a geceleri talebelerini toplarlar, bin adet salevât-ı şerîfe okuyup Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gönderirlerdi. Bunu bitirdikten sonra, bir müddet murâkabede oturur, tam bir inkisar (kırıklık) ile duâ ederdi. Tavırlarından bununla emr olunduğu anlaşılırdı. Ya kendisinin tertîb ettiği bir cüzden daha fazla olan salevât-ı şerîfe risalesini, veya Abdülkâdir-i Geylânî’nin ( radıyallahü anh ) tertîb eylediği, salevât-ı şerîfe risalesini okurdu.

Cum’a namazında câmiye ve bayram namazlarında bayram namazının kılındığı yere giderdi. Cum’a namazından sonra, ihtiyâten zuhru âhır namazını da kılardı. Cum’a namazını kıldıktan sonra, Fâtiha, İhlâs ve mu’avvizeteyn’in herbirini yedi kerre okurdu. Kurban Bayramı günü tekbirleri, yoldan giderken yüksek sesle söylerdi. Ba’zan da “Müdmerat” kitabındaki fetvâya uyarak alçak sesle söylerdi. Zilhiccenin ilk dokuz gününde, gündüzleri oruç tutardı, geceleri, sabahlara kadar ibâdet eder, uzlete çekilip ibâdet ile meşgûl olurdu. Hacca gidenlere müstehâb olduğu için, onlara benzemek niyetiyle o günlerde saç ve tırnak kesmezlerdi. Ama, arefe günü, Arafattakilere benzemek için, hacıların yaptıklarını yapmazdı. Bu on günde gece ve gündüz, “Velfecr” sûresini okurdu. Bunun gibi, bu ayın onundan sonra Küsûf namazı kılardı. Teravih namazlarını seferde ve hazarda tam bir cem’iyyet ve huzûr ile kılar, Kur’ân-ı kerîmi tekrar tekrar hatm ederdi. Bu günlerde iki veya üç defa hatm ederdi. Teravih namazı aralarında ba’zan salevât-ı şerîfe, ba’zan da bu zamanda okunması îcâbeden duâları okur, üç kerre “Sübhâne zil-mülki ve’l-melekût…” duâsını okurdu. Ramazânın hâricinde de dâima hatm okurdu. Buyururdu ki: “İnsanlar arasında meşhûr ve şevk ile mukarrer olan “Hatmi Ahzâb” bu yolun sohbetlerinde sünnet olarak söylenmiştir.” Buyurdu ki: “Azîzlerden biri, Mevlânâ Ya’kûb-i Çerhî’nin (kuddise sirruh) yazdığı şu şiiri görmüş ve “Hatmi Ahzâb”ı şöyle bildirmiş: Beyt:

“Fâtiha, En’âm, Yûnus, Tâhâ’yı eyle tamam,
Ankebût’la, Zümer’le, Vâkıa’yla vesselâm.”

Kur’ân-ı kerîm okurken, dinliyenler, okumasından ve simasından, Kur’ân-ı kerîmin esrârının ve bereketlerinin ona akıp geldiğini anlarlardı. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Birgün tilâvet (Kur’ân-ı kerîm okuma) esnasında, bu fakire dönüp; “Sübhânallahi ve bi-hamdihi”, Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ ile Habîbi arasında çok sırlar vardır ki, onları ancak Râsih ilimli âlimler anlar” buyurdu.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri namaza dururken, tekbir almak üzere iki elini kulaklarına kaldırır, avuç içlerini kıbleye çevirir, parmaklarının arasını hafif açık tutar, baş parmaklarını kulak yumuşaklarına değdirir ve; “Allahü ekber” diyerek tekbir alırdı. Sağ elini sol eli üzerine koyup, sağ elinin baş ve serçe parmağını halka yaparak sol elinin bileğini kavrardı. Namazda iki ayağı arasındaki mesafe, dört parmak genişliğinde idi. Namazda ayakta dururken, kıyâmda iken, her iki ayağı üzerine tam basardı. Tek ayağı üzerine meyl etmezdi. Kıyâmda iken, secde edeceği yere bakardı. Kırâati, okumayı, tecvid kaidelerine uygun ve tertil üzere tek tek okur, âyet-i kerîmelerin ma’nâlarını anlar, esrârına ererdi. Kıyâm ve kırâattan sonra tekbir alıp rükû’a eğilirdi. Rükû’da başını sırtıyla aynı hizada tutup, belini de düz tutardı. Rükû’da el parmakları ile diz kapaklarını kuvvetlice kavrar, ayaklarına bakardı. Rükû’dan doğrulunca kavme yapar, sübhanallah diyecek kadar, ya’nî bir tesbih miktarı ayakta dik dururdu, İmâm olunca, rükû’dan kalkarken; “Semiallahü limen hamideh” der sonra içinden; “Rabbena lekel hamd” söyler. Cemâat ile kılarken ise İmâm: “Semiallahü limen hamideh” dedikten sonra o: “Rabbena lekel hamd” derdi, iki secde arasında bir tesbih söyleyecek kadar durur “celse” yapardı. Secdede kucağına bakardı. Secdede karnını dizlerine ve uyluklarına bitiştirmez, açık tutardı. Secdede a’zâlarını yere tam koyardı. Rükû’da ve secdede öyle bir hâl ve yakınlık hâsıl olurdu ki, onu ancak kendisi bilirdi. Rükû’ ve secdede, el ve ayak parmaklarını kıbleye karşı uzatırdı. Talebeleri ve kendisine bağlı olan eshâbı namazı onun gibi kılmaya çalışırlardı.

Talebelerinin meşhûrlarından Bedreddîn Serhendî şöyle anlatmıştır: “Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebesi olmadan önce, ba’zan Cum’a namazı kılmak için onun mescidine giderdim. Mescidde onun namaz kıldığını görenler “Sanki o, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) nasıl namaz kıldığını görerek namaz kılıyor” derlerdi. Ben âlimlerden ve şeyhlerden çok kimsenin namaz kılışını gördüm, fakat, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin namaz kılışı gibi hiç kimsede görmedim. Namazın âdabına ve erkânına öylesine uyardı ki, onun namaz kılması büyük bir hârika idi. Öylesine bir ta’zim, temkin, huşû’, vekâr ve inkisar gösterirdi ki, böyle namaz kılmak, ancak Resûlullaha ittibâ tam tâbi olmak ve râsih âlim olmakla ve bâtını kuvvetin nihâyetine ulaşmakla mümkün idi. Benim ve pekçok kimsenin İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olması, onun namaz kılışına hayranlık sebebiyledir.”

Namazda ve namaz dışında Kur’ân-ı kerîm okurken, korku âyetlerini öyle bir şekilde okurdu ki, korku ifâdesi yüzünden belli olurdu. Recâ, (ümit) âyetlerini tebessüm ederek, suâl şeklinde olan âyetleri suâl şeklinde okurdu. Kur’ân-ı kerîm okurken asla tegannî yapmazdı. Yolculuk esnasında, hayvan üzerinde mahfilde oturur, bir yastık alıp üzerinde Kur’ân-ı kerîm okurdu. O vaziyette, ba’zan altı cüz, ba’zan da daha az okurdu. Secde âyeti gelince secde ederdi. Üzerinde Kur’ân-ı kerîm olan minderi gözlerine çok yakın tutar ve böylece gözlerinin uygun olmayan birşeyi görmemesini te’min ederdi. Yalnız namaz kıldığı zaman, rükû’daki ve secdedeki tesbihleri beş, yedi, dokuz veya onbir defa hâle ve vakte göre okurdu. Buyururdu ki: “Yalnız namaz kılan bir kimsenin kuvveti, kudreti olduğu hâlde, tesbihleri en az olarak söylemesi ne kadar ayıb olur.” Yine buyururdu ki: “Namazda, sünnetlere, müstehablara ve edeblere riâyet etmek, kalbin huzûrda olmasına sebep olur. Çünkü bütün bu riâyetler zikrdir ve Allahü teâlâyı hatırlamak ve O’na teveccühtür.” Yine buyururdu ki “İnsanlar, riyâzet ve mücâhedelere heves ederler, hâlbuki namazın edeblerine riâyet ve dikkat etmek, riyâzet ve mücâhedelerden çok daha üstündür. Bilhassa, farz, vâcib ve sünnet namazlarında, buyurulduğu gibi namaz kılmak çok zor ele geçer. Bunun için Allahü teâlâ buyuruyor ki:. “Namaz (nefsinize) ağır gelen bir yüktür. Ancak kalbinde huşû’ olanlara ağır gelmez.” (Bekâra-45)

Buyururdu ki: “Birçok vera’ ve riyâzet sahibi insan görüyorum ki, riâyet ve ihtiyâta gayret ediyorlar, ama namazın edeblerinde gevşeklik gösteriyorlar.” Abdest aldıktan sonraki, iki rek’at namazı ve câmiye girince, hürmeten kılınan iki rek’at tehiyyat-ül-mescid namazını terk etmezdi. Revâtib sünnetleri gibi, zevâid sünnetleri de hazarda ve seferde dâima kılardı.

İyi amellerde ve işlerde bir ilâve ve noksanlık yapmamak için çok ihtiyâtlı davranırdı. Teravih namazı hâriç, hiçbir nafile namazı cemâatle kılmazdı. Hattâ, nafile namazları cemâatle kılmak mekrûhtur buyururdu. Aşure günü, Berât ve Kadr geceleri, cemâatle nafile namaz kılanları men ederdi. Hattâ bu husûsta, fıkhın en kuvvetli rivâyetlerini bildiren bir mektûp yazmıştır, istihâre ederek iş yapardı. Ba’zan da kalbinin kanâati ile ve sünnet olan duâları okuyarak iş yapardı. Ba’zan birçok mühim mes’eleye bir istihâre yapar, istihâre yaptığı işleri ayrı ayrı sayardı. Eğer istihârenin evvelinde mühim olan bir şeyi unutsa, istihârenin arasında veyâhud sonunda onu da yerine getirirdi. Teşehhüdde “Ettehıyyâtü okurken” sağ elinin parmağını (işâret parmağını) kaldırmazdı. Buyururdu ki: “Her ne kadar ba’zı hadîslerin zâhiri, görünüşdeki ma’nâları, parmak kaldırmağı gösteriyorsa da, hattâ Hanefî âlimlerinden bunun caiz olduğuna dâir rivâyetler gelmişse de, iyi araştırılır, incelenirse, ihtiyâtlı olmak lâzım geldiği ve hakîki fetvâların bunu terketmeyi îcâb ettirdiği anlaşılır.”

Hastaları ziyârete gider, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) naklen gelmiş olan duâlar okurdu. Hattâ ba’zı hastaların şifâ bulması için, kalb ile de teveccüh ederdi. Birçok hasta, bu feyzler menba’ının teveccüh ve duâları ile iyileşirdi. Kabirleri ziyârete gider, ölüler için mağfiret ister ve duâ ederdi. Da’vetlere giderdi. Fakat, günah işlenen, oyun oynanan, semâ ve raks edilen yerlere ve da’vetlere gitmezdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine kıl ucu kadar uygunsuzluğu bulunan hâli kabûl etmezdi.

Ahrâriyye yolunun büyüklerini, diğer yollarınkilerden daha üstün bilirdi. Bu yola; “Eshâb-ı Kirâm yolunun aynısıdır” derdi. Çünkü buyururdu ki; “Sonda olanlar, başlangıca yerleştirilmiştir.” Yine şöyle buyururdu: “Bu yolumuzun büyükleri; “Bizim nisbetimiz, yolumuz, bütün nisbetlerden, yollardan üstündür” buyurdular. Bunun sebebi, onların bu yolunun sünnete uymakta ve azîmete riâyet ve dikkat etmekte, diğer yollardan daha ilerde olmasıdır. Böyle olunca, nisbetleri de diğerlerinin nisbetinden üstün olur. Bu yolda sonra gelenlerin, Hâce Behâeddîn Buhârî (Şâh-ı Nakşibend), Alâeddîn-i Attâr, Hâce Muhammed Pârisâ ve Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr gibi büyüklerin yollarına uymayan ruhsat cinsinden hareketlerini beğenmezdi.

Beydâvî tefsîri, Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbih, Avârif-ül-Meârif, Pezdevî, Hidâye ve Şerhi Mevâkaf gibi ba’zı din kitaplarını, ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu, ömrünün son günlerinde dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, ilim tahsilini önde tutardı.

Bir yere gitse, sünnet olan günlerde yola çıkar. Buyururdu ki: “Günlerin uğursuzluğu Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) dünyâya teşrîflerinden sonra kalkmıştar. Buna; “Günler, Allahın günleri, kullar da Allahın kullarıdır” hadîs-i şerîfi delîldir derdi. Yolculuğa çakacağı zaman, istihâre eder ve yolculuğa çıkarken okunması îcâbeden duâları okurdu. Bunun gibi, konaklama ve duraklama yerlerinde sünnet olan duâları terketmezdi. Elbiselerini giyerken, su içerken yemek yerken ve aynaya bakarken, bu zamanlarda okunması bildirilen duâları okurdu.

Çok hamd ve istiğfar ederdi. Az bir ni’mete çok şükrederdi. Hattâ evlâ olan bir işi terketse çok fazla istiğfar ederdi. Eğer bir belâya mâruz kalsa; “Kötü amellerimiz ve hâllerimiz sebebiyledir” derdi. Fakat o belâyı, birçok kirleri temizleyen bir sabun gibi görürdü. Buna, yükselmenin sebebi derdi. Vaktin sultânının İmâm-ı Rabbânî hazretlerini bir kalede hepsettiği günlerde talebelerinden biri, ona bir mektûp yazıp, hâlinin kabzından (tutulmasından), daralmasından ve insanların eziyetlerinden şikâyet etmişti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu talebesine cevap olarak şu mektûbu yazdı:

“Allahü teâlâya hamd olsun, sevdiği seçtiği kullarına selâmlar olsun. Gönderdiğiniz mektûp geldi. İnsanlardan eziyet ve cefâ gördüğünüzü yazıyorsunuz. Bu cefâ, bu yoldakilerin güzelliğinin kendisidir ve onların paslarını temizlemek ve cilalamaktır. Niçin kabz ve hâllerin daralmasına ve bulunmasına sebeb olsun! Bu fakîr, bu kaleye ilk geldiğim zamanlar, insanların eziyet ve cefâlarını, birbiri arkasından gelen nûr dalgaları, ışık bulutları gibi buldum ve hissettim. Bunların verdiği sıkıntılara katlanmak sebebiyle hâlim alçaklardan, yükseklere çıkarıldı. Birçok seneler, cemâl sıfatlarının terbiyesi ile, çok konaklar makamlar aşdırdılar. Şimdi celâl ile terbiye ediyorlar ve yüksek makamlara kavuşturuyorlar. Bu belâ ve cefâlara sabrediniz, hattâ râzı olunuz, cemâl ile celâli aynı biliniz. Yazıyorsunuz ki: “Bu fitnenin zuhurundan, ya’nî sizi kaleye hapsetmeleri sebebi ile, ne zevk kaldı ne de hâl.” “Hâlbuki zevk ve hâllerin artması lâzımdır. Çünkü Mahbubun (Sevgilinin, ya’nî Allahü teâlânın) cefâsı, vefasından daha çok lezzet verir. Niçin belâ olarak düşünülsün.”

Avvâm gibi konuşuyorsunuz ve kendinizi ni’metlerden uzak görüyorsunuz. Çünkü cemâlde ve ni’metlerde, mahbûbun arzusu vardır. Celâlde kendi arzusu yoktur. Buradaki vaktim ve hâlim, eski hâllerimden, çok daha gayrıdır, çok daha yüksektir. Aralarında büyük farklar vardır.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin onyedi sene sohbetinde ve hizmetinde bulunan ve talebelerinin meşhûrlarından olan Bedreddîn Serhendî, Hadarât-ül-Kuds kitabında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin şeklini, sûretini, mübârek yüzünü şöyle ta’rîf etmiştir “Onun mübârek hilyesini şöyle beyân edelim ki, sevenleri ve yolunda bulunanlar, onun mübârek yüzünü ve sohbetlerini düşünerek feyz alsınlar. Beyaza yakın buğday tenli ve açık alınlı idi. Alnında ve mübârek yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, ona bakacak takat kalmazdı. (Bir talebesi de; “Ne zaman mübârek yüzüne baksam, alnında ve yanaklarında “Allah” yazılı görürdüm” demiştir.) Kaşlarının arası açık idi. Kaşları yay gibi olup, uzun, siyah ve ince idi. Gözleri irice olup, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Mübârek burnunun ortası yüksekçe olup, ince idi. Dudakları kırmızı ve ince idi. Dişleri sık, birbirine bitişik olup, inci gibi parlar idi. Sakalları sık, heybetli ve yuvarlak olup, yanaklarına taşmazdı. Uzun boylu ve ince yapılı idi. Ya’nî şişman değil idi. Sıcakta da olsa teri hep misk gibi kokardı. Yüzünün güzelliği Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini andırırdı. Vecâheti (heybeti), vakarı Halîlürrahmân İbrâhim aleyhisselâmın heybetini andırırdı. Onu gören gayr-i ihtiyâri, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini bildiren; “Böyle insan olmaz, bu ancak üstün bir melektir” (Yûsuf-31) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırlardı ve “Sübhânallah bu Allahü teâlânın velî kuludur” derdi ve; “Görüldüklerinde Allahü teâlâ hatırlanır” hadîs-i şerîfini hatırlardı. Ondan her an ve her saat hârikalar zuhur ederdi.

“Ey yükseklerden feyiz saçan rahmet bulutu,
Senden yağıyor bereketli nisan yağmuru.

Bekliyoruz senin feyizinle, kurtuluşu,
Zîrâ hâlimiz harab rûhumuz kan ağlıyor.”

Menkıbeleri ve kerâmetleri

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hayatını, menkıbe ve kerâmetlerini anlatmak üzere yetmişden ziyâde kitap yazılmıştır. Bunların en meşhûrlarından olan “Hadarât-ül-Kuds” kitabında meşhûr talebesi Bedreddîn Serhendî şöyle demiştir: “Onyedi sene İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hizmette bulundum. Eğer huzûruna kavuştuğum ilk günden i’tibâren, vâki olan keşf ve kerâmetlerini, yüksek hâllerini, makam ve derecelerini yazsaydım, sâdece benim gördüklerim hesaba gelmezdi. Çünkü, her saat, her an o hazretten kerâmetler zuhur ediyordu. Kaldı ki, hergün sâdece bir kerâmetini kaydetseydim, huzûrunda bulunduğum müddet içinde altı bin kerâmetini yazıp, kayda geçebilirdim.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Bize amel ve işlerden ihsân olunan şeylerin hepsi, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak, uymak sebebiyle ihsân olundu, işimin esâsını Muhammed aleyhisselâma tâbi olmakta bilirim.” Yine buyurdu ki: “Allahü teâlâ, nihâyetsiz ihsân ve kereminden bana öyle büyük ihsânlarda bulundu ki, bir kuru dala teveccüh ve himmet etsem bütün dünyâ ondan aydınlanır. Fakat, Allahü teâlânın rızâsı bu gibi işlerin zuhurunda değildir. Ben de böyle şeyleri yapmak istemem.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüzlerce kerâmeti Zübdet-ül-makâmât, Menâkıb ve Makâmât-ı Ahmediyye-i Saîdiyye ve Hadarât-ül-Kuds gibi onun hakkında yazılan kıymetli kitaplarda kaydedilmiş olup, bir kısmı şöyledir:

Mevlânâ Muhammed Yûsuf, zamanının âlimlerinden bir zât idi. Muhammed Bâkî-billah onu tasavvufda yetişmesi, kemâle ermesi için İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetine göndermişti. Mevlânâ Yûsuf henüz kemâle ermeden hastalanmış ve ölümü yaklaşmıştı. İmâm-ı Rabbânî, onu ziyârete gitti. Mevlânâ Yûsuf teveccüh ve himmet istedi. İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh), murâkabe ile meşgûl olup, onu Fenâ ve Bekâ makamlarına kavuşturdu. O, bu hasta hâlinde, kalbindeki bu ilerlemeleri görüp, haber verdi. Yolu tamam eyledi ve aynı anda vefât etti. Allaha kavuştu.

Çok uzak memlekette bulunan bir azîz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin medhini duyup, Serhend şehrine geldi. Geceleyin bir kimsenin evinde misâfir kaldı, İmâm-ı Rabbânî’den istifâde etmek için geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini ve bunun için çok neş’eli olduğunu söyleyince, ev sahibi İmâm-ı Rabbânî’yi kötülemeye başladı. O azîz çok üzüldü. Mahcûb oldu. İmâm-ı Rabbânî’ye sığınıp kalbinden; “Ben yalnız Allah rızâsı için, size hizmet niyeti ile gelmiştim. Şu şahıs, beni bu saadetten mahrûm etmek istiyor” dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî birdenbire yalın kılıç gözüküverdi. Hâllerini inkâr eden, o şahsı parça parça eyledi ve evden çıktı. O azîz sabahleyin mübârek huzûruna kavuşunca, geceki hâdiseyi arz etmek istedi. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Gece olanı, gündüz anlatma” buyurup, kerâmetini gizledi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden seyyid bir zât şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birâderi Sürûnç beldesinde idi. Ona bir mektûp yazıp huzûruna gelmesini istemişti. Bu mektûbu götürmek için beni vazîfelendirdi. Yola çıkarken selâmetle gitmem için duâ edip Fâtiha okudu ve bana buyurdu ki: “Yolda “Kureyş sûresini” çok oku ki, tehlikelerden korunasın. Şayet yolda müşkil bir iş ile karşılaşırsan bizi hatırla!” Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki kişi daha vardı. Sürûnç’a iki menzil yolumuz kalmıştı. Fakat önümüzde dehşetli bir çöl vardı. Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gittim. Abdest tazeledim ve abdest aldıktan sonra iki rek’at namaz kılmak üzere namaza duracaktım. Bu sırada karşıma birden bire korkunç bir arslan çıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Bir müşkil ile karşılaşırsan bizi hatırla” emri hatırıma geldi. Kendi kendime; “Ey hocam! Allahü teâlânın izniyle imdâdıma yetiş, beni bu yırtıcı arslanın pençesinden kurtar!” dedim. Daha ben sözümü bitirmeden İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözüküverdi. Bana saldırmak üzere olan arslana benden uzaklaşması için eliyle işâret etti. Arslan kaçarak uzaklaşıp gitti. Bu hâdiseyi yanımda bulunan arkadaşlarım da gördü. Bana; “Böyle bir anda imdâdına yetişen bu büyük zât kimdir?” dediler. Ben de; “İmâm-ı Rabbânî hazretleridir” dedim. Onlar da bu hâdise üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok sevenlerden oldular.”

“Hadarât-ül-Kuds” kitabının müellifi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerâmetlerini yazarken, amcası Şeyh Muhammed’den naklen şöyle anlatmıştır: “İsfehan’dan dönmekte olduğumuz bir yolculukta atımdan heybem düşmüştü. Farkına varınca, atımı kâfiledekilere bırakıp heybeyi aramak için kâfileden ayrıldım. Şuraya da bakayım, buraya da bakayım diyerek ararken aradan çok zaman geçti. Kâfile gözden kayboldu. Kâfileden uzak kaldım. Çöl ve dağdan başka hiçbir şey göremiyordum. Yolumu kaybettim. Şaşkın, perişan bir hâlde, çaresizlik içinde ağlayarak her tarafa koşuyordum. Fakat kâfileden bir eser göremiyordum. Buralarda ölüp gideceğim, yolumu şaşırdım diye düşünüyordum. Sonra bir suyun başına oturup abdest aldım. Tam bir yalvarışla duâ edip, hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin imdâdıma yetişmesini istedim. Ben böyle duâ ederken, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir at üzerinde karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp durdu ve; “Elini ver” buyurarak elimden tutup beni atın terkisine bindirdi. Sonra atı sür’atle sürüp aradığım kâfileye yaklaştı. Ben kâfileyi uzaktan görünce beni attan indirip! “Hadi git” buyurdu. Kâfileye ulaştım, İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözden kayboldu, bir daha göremedim.”

Serhend kadılarından birinin oğlu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde bulunanlardan ve sevenlerinden idi. Bu genç bir defasında çok ağır bir hastalığa yakalandı. Tabibler hastalığına bir ilâç bulamadılar. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektûp yazıp, yalvararak, içinde bulunduğu şiddetli hastalıktan kurtulması için duâ istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbuna cevap yazıp; “Biz seni himâyemize aldık, bu hastalıktan kurtulacaksın. Hatırını hoş tut” buyurdu. O genç İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin teveccühü ve duâsı bereketiyle, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. Sonra tekrar sohbetine devam etmeye başladı. Bu hastalıktan kurtulduktan sonra hâlini zevk ve şevkle anlatıp, bağlılığını dile getirirdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Küçüklüğümde Kur’ân-ı kerîmi ezberleyip hafız olmuştum. Daha sonra Serhend’den İlâhâbâd’a gittim. Zamanla işe dalıp ezberimi unuttum. Bende hafızlık kalmadı. Böylece aradan birkaç yıl geçti. Sonra memleketim olan Serhend’e döndüm. Bu sırada Ramazân-ı şerîf ayı idi. Serhend’e geldiğimde İmâm-ı Rabbânî hazretleriyle görüşünce bana; “Hâfız! Teravih, namazını, hatim ile kıldır!” buyurdu. Kur’ân-ı kerîmin ezberimde kalmadığını, hafızlığımı kaybettiğimi söyledim. Fakat; “Okuyacaksın!” buyurdu. Üç defa hâlimi arzedip; “Bende hafızlık kalmadı” dedimse de kabûl etmediler. Çaresiz emre uydum. Teravih namazını kıldırmak üzere İmâm oldum, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin himmeti ve emirlerinin bereketi ile, unutmuş olduğum hâlde ilk gün yirmibir cüz’ü ezberden okumak sûretiyle teravih kıldırdım. İmâm-ı Rabbânî hazretleri kıyâmda dinledi. Diğer cemâat uzun müddet kıyâmda durmaya güç yetiremedi. İkinci gün terâvihde hatmi tamamladım. Bende hafızlık kalmadığı hâlde böyle okuyabilmem, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bereketi ile idi.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Muhammed Türâb şöyle anlatmıştır: “Kardeşim ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalığı o derece şiddetli idi ki, artık kurtulma ümidi kalmamış gibiydi. Hattâ kefeni bile hazırlanmıştı. Bu hâlde iken birgün İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir sığır ve bir miktar da para hediye etmeye nezr etmişti. Ertesi gün birdenbire ayağa kalkıp; “Ben iyileştim” dedi. Bu hâlini görenler, bu delirdi mi? nasıl olur dediler. Sonra ona çorba içirdiler. Gerçekten ağır hastalıktan kurtulmuş sıhhate kavuşmuştu. Sonra bize o gece seher vaktinde İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rü’yâda gördüğünü ve elinden tutup; “Sen sıhhate kavuşacaksın üzülme!” buyurduğunu ve böylece sıhhate kavuştuğunu söyledi.

Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebelerinden Şeyh Müzzemmil hakkında şöyle buyurdu: “Görünüyor ki, şeyh Müzzemmil şu anda korkunç hâlde! Bir kuyuya düşmüş durumdadır! Öyle bir hâlde ki çıkmak için elini ayağını oynatamıyor!” Şeyh Müzzemmil. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski ve meşhûr talebelerinden idi. Dağda dolaştığı bir sırada aniden ayağı kayıp derin bir kuyuya düşmüştü. Kuyunun derinliğinde elini ayağını oynatamadığı için çıkamıyordu. Çaresiz kuyunun içinde kalakalmıştı. O bu hâlde iken bir köylü hâlini farkedip hemen koşup on kişilik bir gruba haber verdi. Bunun üzerine hemen gelip Şeyh Müzzemmil’i düştüğü kuyudan çıkardılar.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yakın talebelerinden, Şehzâde Veliahd’ın hocası olan Mîrek Şeyh şöyle anlatmıştır: “Ben önceleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenlerden değildim. Çünkü, onun hakkında; “Kendini Hazreti Ebû Bekr’den üstün görüyor” diye bir iftira yayılmıştı. Bu sıralarda Hindistan’a gitmiştim. Serhend şehrine varınca eski dostlarımdan biriyle karşılaştım. Bu arkadaşım önceden çok kötü bir insandı. Fakat bu defa karşılaştığımda onu çok iyi ve üstün bir hâlde, takvâ sahibi gördüm. Yüzünde bir nûr vardı. “Sen böyle değildin bu hâl nedir?” dedim. Dedi ki; “Ben İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hizmetine ve sohbetine girdim, devamlı huzûrundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu ni’mete kayuştum.” Bunun üzerine ben ona; “Senin bahsettiğin zât kendinin Hazreti Ebû Bekr’den üstün olduğunu yazmış. Onun sohbetinin te’sîr ve fâidesi nasıl olur?” dedim. O” arkadaşım ben böyle deyince; “Asla! Binlerce asla! Bilmeden, anlamadan inkâr etme! O yeryüzünün kutbudur. Eğer sen onu görmüş ve sohbetine kavuşmuş olsaydın onun hakkında söylenilen bu iftiranın asılsız olduğunu anlardın” dedi. Fakat bendeki şüphenin çokluğu sebebiyle; “Görmek istemiyorum” dedim. Arkadaşım bana İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip onu görmem için çok ısrar etti. Mutlaka görmemi ve bu yanlış düşünceden kurtulmamı istiyordu. Bu ısrar üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gitmeye karar verip kendi kendime; “Eğer şu üç şeyden bahsedip beni ikna ederse ben de onu sevenlerden olurum” dedim. Kendi kendime cevâbını almak hakkında kendini Hazreti Ebû Bekr’den üstün görüyor diye söylenilen iftiraya cevap vermesi, hemen bu mevzûyu açıp bu husûsta benim şüphelerimi giderip tam ikna etmesi idi. İkincisi; benim babam ve dedelerimden bahsetmesi, üçüncüsü de Hâce Hâvend Mahmûd’dan bahsetmesi idi. Bu karardan sonra beni götürmek isteyen ve bu husûsda çok ısrar eden arkadaşımla beraber, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gittik, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini daha uzaktan görür görmez bütün a’zâlarım heybet ve dehşete kapıldı. Kalbim ona tutuluverdi. Korkarak ve titreyerek huzûruna yaklaşbm. Oturmamıza izin verdi. Oturduktan sonra yastığının altından bir mektûp çıkarıp benim elime verdi. Sonra verdiği bu mektûbu okuyup öyle bir izah yaptı ki, hakkında yapılan ve kendini Hazreti Ebû Bekr’den üstün görüyor diyenlerin iftiralarına cevap verip açıkladı. Benim bu husûsta artık hiç şüphem kalmadı. Bundan sonra zihnimde tuttuğum ikinci mes’eleye geçip; “Mevlânâ Mîrek! Senin baban şöyle şöyle bir zât, deden de şöyle şöyle bir zât ve senin ecdadının şerefi şöyledir” diyerek medhetti. Sonra ayrılmak üzere kalktığımızda veda ederken hatırıma, üçüncü suâlim olan mes’eleden, Hâce Hâvend Muhmûd’dan bahsetmedi diye geçti. Tam bu sırada yüzünü bana dönüp; “Hâce Hâvend bizim Pîr-zâdemizdir ve cezbe sahibidir” buyurdu. Bir sohbetinde bu üç kerâmetini gördüm.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri; herkese, önce kendisi selâm verirdi. Birgün hatırımdan; “Bu gün huzûruna gidip önce ben selâm vereyim” diye geçti. Bu niyetle gittim. Evlerine varınca kalabalık bir cemâat arasında yaklaştım, öyle oldu ki, birkaç adım daha atsam hocamla karşı karşıya gelecektim. Fakat henüz o beni, ben de onu görememiştim. Tam bu sırada cemâatin arasından ismimi söyleyerek; “Selâmün aleyküm yâ filân!” dedi. Çâresiz hemen huzûruna çıkıp “Ve aleykümüsselâm” dedim. Sonra; “Niyetim önce selâm vermek idi” diye arzettim. Tebessüm etti.”

Birgün talebesinden on kişi, aynı akşam, Îmân-ı Rabbanî’yi iftara da’vet ettiler. Kabûl buyurdu. Aynı akşam, aynı anda, hepsinin evinde hazır bulunup, iftar etti.

Birgün buyurdu ki: “Kâ’be-i muazzamayı tavaf arzum o kadar ziyâdeleşti ki, yerimde duramaz oldum. Allahü teâlânın lütfu ile, bu şevk ve iştiyâk cazibesinde, Kâ’be-i şerîfeyi yanımda gördüm ve tavaf ile şereflendim.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden seyyid bir zât şöyle nakletmiştir: “Acîn’de idim, bir grup tüccâr da yanımda idi. Bu tüccârlar arasında Can Muhammed adında Celender’den bir zât da bulunuyordu. Onunla aramızda bir dostluk kurmuştuk. Birgün birisi bana, sultânın, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiğini söylediğinden çok üzüntülü idim. Can Muhammed beni böyle kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hapsedildiğini duyduğum için, çok üzüntülü olduğumu söyledim. Can Muhammed bana; “Ben de onun talebesiyim. Bugün işin aslını ondan öğreneceğim” dedi. Sonra gidip kaylûle yaptı ya’nî öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda, rü’yâsında İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüğünü ve kendisine; “İşittiğiniz haber doğrudur. Fakat ba’zı makamları geçmek, Allahü teâlânın celâl sıfati ile terbiye edilmeye bağlıdır. Eğer böyle olmasaydı o makamları geçmek mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini hoş tutsunlar, işin sırrı budur” buyurduğunu söyledi.

Yine Can Muhammed Celenderî şöyle anlatmıştır: “Ben İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin çok hizmetinde bulundum. Her ne zaman mübârek yüzünü görsem alnında ve iki yanağında Allahü teâlânın ismini, “Allah” yazılı olduğunu açıkça görürdüm.”

Yine Can Muhammed Celenderî, Acîn’de görüştüğü o seyyid zâta şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yanında talebe iken, birgün akşama doğru İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana; “Sana bir iş söylesem yapar mısın?” buyurdu. “Canım feda olsun yapmaz olur muyum!” dedim. Bunun üzerine benim elime yazılı bir kâğıt verdi ve buyurdu ki: “Hâfız Rahne’nin bahçesine git, orada bir grup derviş oturmaktadır. Onların yanına var. Aralarından güzel yüzlü bir dervişin onlardan geride bulunduğunu göreceksin. Bu dervişin yanına git, ona bizim duâ ettiğimizi söyle. Bu kâğıdı ona ver ve buraya gelmesini söyle.” Emri üzerine derhâl söylediği yere gittim. Söylediği gibi dervişlerden bir cemâat ve bu cemâatten biraz geride oturan güzel yüzlü bir derviş gördüm. O da beni gördü ve görür görmez bana; “Seni İmâm-ı Rabbânî hazretleri mi gönderdi?” dedi. Evet deyip elimdeki kâğıdı ona verdim, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin duâ ettiğini ve çağırdığım söyledim. Ben böyle deyince kalkıp, benimle yola koyuldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna girdiğimizde bir köşede oturuyordu. Çağırıp geldiğim zât da başka yere oturdu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazreleri kahve getirmemi söyledi. Hemen koşarak dergâhtaki kahve pişirilen yere gittim. Kahveyi alıp getirdim, önce İmâm-ı Rabbânî hazretlerine taktim ettim. “Ona götür” buyurarak gelen misâfire götürmemi istedi. Ona götürmek üzere yüzümü o tarafa döndüm. Onu da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sûretinde gördüm. Bu sefer o, önce İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürmemi söyledi. Dönüp baktım, İmâm-ı Rabbânî hazretleri yerinde oturuyordu! Huzûruna çağırıp geldiğim o derviş, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden beni sordu. O da; “Bu Celender’dendir. İsmi, Can Muhammed’dir” dedi. Bunun üzerine o derviş; “Babası bizim tanıdıklarımızdandır. Bunu hangi tarikatta yetiştiriyorsunuz?” deyince; “Kâdiriyye silsilesinden” buyurdu. Bunun üzerine o zât; “Allahü teâlâya hamd olsun. Onu Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’ye kavuştururuz” dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri dışarı çıkmak üzere kalktı ve benden bir ibrik su istedi. Hemen hazırladım. Dışarı çıktığında bana kutup yıldızını göstererek; “Can Muhammed! Kutup yıldızını biliyor musun? Bu mudur değil midir? Dikkatli bak!” buyurdu. Dikkatli baktım kutup yıldızından, üzerinde siyah hırka bulunan bir zât çıktı ve ok gibi bir anda yanımıza geldi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana buyurdu ki: “Huzûruna yaklaş! O, Abdülkâdir-i Geylânî’dir! Ona intisâb et, bağlan.” Bu emre uyarak hemen huzûruna yaklaştım, benim kendisine intisabımı (talebeliğimi) kabûl etti. Sonra tekrar kutup yıldızına doğru gidip, yıldızında kayboldu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri, abdest aldıktan sonra mescide girdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin beni göndererek çağırdığı derviş de yanımda idi. Bana; “Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördün mü?” dedi. Ben de “Evet” dedim.”

Bu hâdiseyi Can Muhammed Celenderî’den naklen anlatan seyyid zât şöyle anlatır. “Ben bunları Can Muhammed Celenderî’den dinledikten sonra ona dedim ki: “Bu kadar kıymetli şeylere kavuştuktan sonra neden ticârete dalıp da dergâhdan uzak kaldın?” O da bana; “Acâib bir hikâyedir. Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda talebe iken akrabâlarım gelip, beni götürmek istediler. “Buna müsâade et, biz bunu kethüda (ticâret reîsi) yapacağız” diye ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana; “Git kethüda ol” buyurdu. Ben ayrılıp gidemedim. Yakınlarım tekrar gelip, ısrarla beni istediler. “Git” buyurdu. Ben yine gidemedim. Akrabâlarım kalabalık bir hâlde tekrar geldiler, beni götürmek için ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hâlden rahatsız oldu. Birgün birşey yiyordu. Kendi ağzından yediği şeyin bir parçasını koparıp benim ağzıma verdi. Onu ağzıma alır almaz hâlim değişdi. Dünyâ işlerini düşünür hâle dönmüştüm. Çâresiz beni götürmek için gelip ısrar eden akrabalarımla bu sefer gittim. Ticârete başlayıp, kethüda oldum. Bundan sonra ticâretle uğraştım. Fakat hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerini unutmadım. Ona bağlılığımı kesmedim. Her ne zaman buraya gelsem, ziyâret edip görüşürüm, sohbetinde bulunurum” dedi.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri namazlarda devamlı İmâm olur, namazı kıldırırdı. Ben bir defasında huzûrunda iken acaba devamlı İmâm olmalarının hikmeti nedir diye düşünüp merak ettim. Ben böyle düşündüğüm sırada, İmâm-ı Rabbânî hazretleri birdenbire bana buyurdu ki: “Şafiî ve Mâlikî mezheblerinde Fâtihasız namaz caiz değildir. Bunun için bu mezheblerde İmâma uyan cemâat Fâtiha okur. Bu husûsu gösteren sahih hadîs-i şerîfler de vardır. İmâm-ı a’zama göre ise, cemâatte İmâmın Fâtihayı okuması cemâat için de kâfidir, İmâma uyan cemâatin Fâtiha okumasını caiz görmemiştir. Hanefî mezhebi fukahâsının cumhuru, çoğu böyle buyurmuştur. Ancak Hanefî mezhebinde okumanın caiz olduğuna dâir ba’zı rivâyetler de vardır. Bunun için de namazlarda İmâm olmak sûretiyle, mezheplerin hepsinin hükmüne uymaktayım.”

Serhend şehrinin Cîtbûr kasabası kumandanlarından biri isyan edenlerin üzerine yürümeği, onlarla savaşmağı düşündü. O civarda bulunan âlimlerden bir zâta bu husûsta istihâre etmesini söyledi. O zât da; “Galip geleceksiniz, muhakkak gidiniz” dedi. Bu kumandan o zâtın işâreti gereğince savaşmak üzere yola çıktı. Fakat zafer kazanacaksın diyen zât, keşfinde tereddüt edip, ihtiyât olsun diye durumu bir de İmâm-ı Rabbânî hazretlerine sormak için bir mektûp yazdı. Mektûbunda dedi ki: “Ben bu husûsda kendisine gâlib geleceksin diye müjde verdim. Acaba hazretiniz ne buyururlar?” İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevâbında, “Keşfde hatânız oldu. Bize göre tamamen aksi olacak. Birşey güneş gibi meydanda açıkça görünmeyince, keşfedilmeyince hüküm vermemek lâzım” buyurdu. Fakat o kumandan çok uzağa gittiğinden, ona yeni bir haber ulaştırılamadı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Keşfde hatânız oldu” buyurmasından sonra, üç dört gün geçmeden, o kumandanın, baş kaldıranlar karşısında hezimete uğrayıp perişan olduğu ve geri döndüğü haberi geldi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Bir defasında şiddetli bir sıtma hastalığına tutulmuştum. Uzun müddet bu hastalıktan kurtulamadım. İyice bitkin ve zayıf düştüm. Artık hastalığım o dereceye gelmişti ki, yakınlarım hayâtımdan ümidi kesip, ölürken yanında bulunalım diye geceleri başımda duruyorlardı. Ben bu hâlde iken hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hatırlayıp, onun bereketi ile hastalıktan kurtulmam için duâ ettim. Hastalığımın şiddetlendiği bir sırada geceleyin, üzerinde boydan boya bembeyaz elbise olan ve yüzü kapalı bir zât karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp; “Bu ridâyı (örtüyü), Peygamberimiz server-i kâinat aleyhisselâtü vesselâm, İmâm-ı Rabbânî Şeyh Ahmed Fârûkî Nakşibendî hazretlerine gönderdi, İmâm-ı Rabbânî hazretleri de sana gönderdi. Ben bunu sana giydirmek için geldim! Bunun bereketiyle sen hastalıktan kurtulup sıhhate kavuşacaksın!” dedi. Sonra o ridâyı başımdan ayağıma kadar örttü. Bu sırada ayaklarımdan bir soğuma başladı. Bu soğukluk başıma kadar ulaştı. Hastalıktan kurtuldum. Yanımda bulunan kız kardeşim, ayaklarımın soğuduğunu farkedince artık benim ölmek üzere olduğumu zannederek ağlayıp feryâd etmeye başladı. Ben onun feryadından rahatsız olup; “Üzülme, ben iyileştim” dedim. Sonra çorba isteyip içtim. Tam bir sıhhate kavuştum. Hattâ o gün kalkıp, sabah namazını ayakta kıldım.” Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Birgün bir arkadaşımın evinde, arkadaşımla birlikte, içinde afyon bulunan bir yiyecek hazırlamıştık. Bundan ikimizden başka bir kimsenin haberi yoktu. Yiyeceği hazırladıktan sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin namaz kıldırdığı mescide gidip cemâatle namaz kıldık. Namazdan sonra dönüp, hazırladığımız içinde afyon bulunan o yiyeceği yiyecektik. Namaz bittikten sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, içeri girmek üzere iken kapının önünde durup her ikimizi de yanına çağırdı. Huzûruna varınca bize; Cennetten, hûrîlerden, Cennetteki köşklerden bahsedip, dünyânın lezzetlerinin geçici olduğunu, âhıret saadetini ve lezzetlerini kazanmak için uğraşmak lâzım olduğunu anlattı. Sözünü bitirirken de; “O hazırladığınız afyonlu yiyeceği yemeyiniz!” buyurdu. Bu sözü üzerine kerâmeti karşısında hayran, şaşkın kaldık. Eve gidip hazırladığımız afyonlu yiyeceği yemeyip bir havuza attık. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bu kerâmeti karşısında ona bağlılığımız kat kat arttı.”

Yine bu talebesi anlatmıştır: “Annem hasta idi. Sevâbını Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhuna hediye etmek niyetiyle bir miktar para nezrettim, adadım. Bu parayı alıp hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürdüm. Dağıtması için takdim ettim. Fakat; “O senin yanında kalsın” buyurup, gayet nâzik ve güzel bir tavırla parayı kabûl etmediler. O gece rü’yâmda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Bana; “Ey falan! Uyan ve git annen can çekişmektedir. Vefât ederken başında bulun!” dedi. Uykudan uyandım, gece vakti hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gittim. Teheccüd namazını kılmıştı. Selâm verdim ve gördüğüm rü’yâyı anlattım. Bir müddet başını eğip murâkabeye daldı, uzaktan teveccüh etti. Sonra bana buyurdu ki: “Çabuk git’ Annen vefât etmek üzeredir!” Ağlayarak annemin yanına koştum. Yanına varınca nabzını yokladım. Durmak üzere idi. Biraz sonra da vefât edip Hakkın rahmetine kavuştu.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Din düşmanlarının ve hasetçilerinin iftirası üzerine Sultan Cihangir, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini Guwalyar kalesine hapsetmişti. Bu günlerde büyücülerden biri bana dedi ki: “Ben Hintçe ba’zı isimler biliyorum. Eğer bunları bir namaz vaktinden diğer namaz vaktine kadar okursan o gün düşman helak olur! Bu çok tecrübe edilmiştir.” Sonra o isimleri bir kâğıda yazdı ve bana verip; “Evinin tavanındaki bir ağacın altına koy” dedi. Alıp evimin tavanındaki bir ağacın altına koydum ve; “Yarın Salı günüdür. Yarın okurum” dedim. O gece rü’yâmda hocam İmâm-ı Rabbânî aniden karşıma çıktı. Hayret içinde parmağını ısırarak; “Bizim dostlarımızın böyle bir şey yapması çok hayret edilecek bir iştir. Sakın ha o işi yapma, sihirdir!” dedi. Bu rü’yâdan sonra büyücünün yazdığı o yazıları okumaktan vazgeçtim. Sonra, Sultan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiğine pişman olup, serbest bıraktı. Hapisten çıktıktan sonra huzûruna gittim. Ben evde gizlediğim o sihir yazılı kâğıdı saklıyordum. Bir defa da olsa düşmanın ciğerine bir ok saplamak istiyordum, işimi açmayıp, gizleyeyim diye düşündüm. Hocam İmâm-ı Rabbânî hazretleri hapisten çıkınca üç gün Serhend’de kaldı. Her üç gün bu niyetle huzûruna gittim. Düşmana birşey yapayım diye düşünüyordum. Üçüncü gün gittiğimde beni kalabalık cemâat arasından çağırttı ve bana buyurdu ki:

“O Hintçe isimleri okuma, çünkü onlar sihirlidir!” öyle birşey olmadığını söyleyip, saklamak istedim. Bunun üzerine; “Bana niye böyle söylüyorsun? O isimleri falan sihirbazdan öğrendin!” diyerek o sihirbazın ismini söyledi. Sonra; “O öğrendiğin şeylerin yazılı olduğu kâğıt, evinin tavanındaki bir ağaç arasındadır. Her ne kadar sihir te’sîr ederse de sihir yapmak haramdır! Şimdi git o sihir yazılı kâğıdı yırt!” buyurdu. Ben başımı önüme eğdim. Sonra bana; “O işi yapmayacağına ve sihir yazılı kâğıdı yırtacağına dâir söz ver” buyurdu. Elimi tutup eliyle vurdu. Ben bu kerâmeti karşısında hayret ettim. Çünkü, yapacağım o işi hiç kimse bilmiyordu. Hemen eve gidip üzerinde sihir yazılı kâğıdı, tavandaki ağacın altından çıkardım ve yırtarak parça parça edip attım.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerini seven bir vâli vardı. Birgün o vâliye bir haber gönderip, bulunduğu yerden uzaklaşmasını yoksa başına büyük bir belâ geleceğini bildirdi. Fakat o vâli bu tavsiyeye uymadı. Neticede pâdişâhın kızgınlığına uğrayıp cezalandırıldı. Başına başka belâlar da geldi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlı bir tüccâr, birgün huzûruna gelip; “Gençliğim geçti, ihtiyârladım, ömrüm geçmek üzere, beni arkamdan anacak, bana duâ edecek bir evlâdım olmadı!” diyerek bu husûsta ısrarla teveccüh isteyip, bir evlâdı olması için duâ etmesini istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir müddet murâkabe yaptıktan sonra;.”Senin bu hanımından çocuğun olmayacak, başka bir hanım daha nikahlarsan ondan seni yâd edecek bir çocuğun olur” buyurdu. Bundan sonra o tüccârın ilk hanımı vefât etti. Tüccâr da başka bir hanımla daha evlendi. Bu hanımından bir oğlu, birde kızı oldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabâlarından biri şöyle anlatmıştır: “Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden olmayı arzu ediyordum. Fakat çeşitli mâniler sebebiyle, bir türlü hizmetine girmek nasîb olmamıştı. Bir gece karar verip, “Yarın gidip hâlimi arzedip, beni de talebeleri arasına kabûl etmesini isteyeyim” diye düşündüm. O gece rü’yâmda kendimi derin bir deniz kenarında gördüm. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ise karşı sahilde idi. Huzûruna kavuşmak istiyordum. Bana; “Çabuk gel! Çabuk gel! Geç kaldın” buyurdu. Bu sözlerini işitince kalbim hemen zikretmeye başladı. Sonra uykudan uyandım, kalbim artık zikrediyordu. “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulunmadan kalbim zikre başladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?” dedim. Sabahleyin İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip, gördüğüm rü’yâyı bana olan teveccüh ve tasarruflarını anlatarak hâlimi arzettim. Kalbimin zikretmeye başladığını söyledim. Bana; “Yolumuz tam budur. Buna devam et” buyurdu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlı olanlardan Mevlânâ Murtaza Nâib şöyle anlatmıştır: “Askere gittiğimde ihtiyâçlarımı karşılama husûsunda sıkıntıya düştüm. O günlerde mühim ihtiyâçlar zor te’min ediliyordu. Oğullarım da askerde olduğundan sıkıntım artıyordu. Bu sebeble çok üzülüyordum. Bir gece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yardımıma yetişmesini istiyerek, Allahü teâlâya duâ ettim. O gece İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Elime üzerinde birşeyler yazılı olan bir kâğıt verdi. Sabahleyin bu kâğıdı dîvâna götürüp, ihtiyâçlarımdan dolayı bana yardım etmeleri için verdim, İki-üç gün içinde işim görüldü. Arzu ettiğim şeye kavuşup rahatladım. Bu işimin hemen halledildiğini görenler hayret edip; “Biz senelerdir askeriz, bizim mühim işlerimiz daha hâlledilmedi, bu nasıl olur?” dediler. Bunun üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasarrufu ve bereketiyle olduğunu anlattım. Ona karşı sevgileri ve bağlılıkları iyice arttı.”

Yine bu zât şöyle anlatmıştır: “Babam bana vasıyyet etti ve dedi ki: “Vefât edince, cenâzemi İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürüp, beni de talebeleri arasına almasını iste. O öyle bir yolda ki, insanlar öldükten sonra da onun teveccühüne kavuşur” dedi. Babam vefât edince vasıyyeti üzerine cenâze namazının kılınması ve hâlini arzetmek için cenâzesini götürdüm. Durumu arzettim. Bunun üzerine; “Yarın meclisimizde hazır bulun” buyurdu. Ertesi gün gidip huzûruna oturdum. Bu sırada beni bir hâl kapladı. Kendimden geçip gaybet (kendimi kaybetme) hâline girdim. Bu hâlde iken bir de gördüm ki, babam da huzûrunda oturuyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ile arasında bir kişi vardı. Babam da zikrediyordu. Babamın bu hâlini görünce Rabbime şükrettim.”

Bu talebesi yine şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri Guwalyar kalesinde hapis iken, birgün vefât ettiği haberi yayıldı. Çok üzülüp ağladım ve Fâtiha okudum. Üzüntüyle ağlayıp gözyaşı dökmekte olduğum gece rü’yâmda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Yanında birkaç dervişle içeri girdi. Bana hitâb ederek; “Vefât ettiğime dâir yayılan haber yalandır!” buyurdu. Bunun üzerine hemen uyanıp kalktım, yayılan haberin yanlış olduğunu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sıhhat ve afiyette olduğunu bildirdim.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Muhammed Emîn, birgün ona şöyle arzetti: “Nevâbşîr Hâce, asil ve şerefli bir aileye mensûp olup, babası ve dedeleri evliyâdan idi. Fakat Nevâbşîr Hâce çok içki içiyor ve haram olan işlerle meşgûl oluyor, bunun ıslâhı için bir teveccüh buyurunuz. Bu bir komutandır. Eğer tövbe etmek nasîb olursa onun sebebiyle askerlerden pekçok kimse de kurtulur, sâlih kimselerden olurlar.” Bunu arzedince İmâm-ı Rabbânî hazretleri sükût etti. Yine bir defa aynı şey arzedilince İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Ey Mevlânâ Muhammed! Nevâbşîr Hâce’nin hâline teveccüh ettim. Onu haramlar ve günahlar içinde gördüm. Onu bu kötü hâlden kurtarmak için çok teveccüh ettim, uğraştım. Elim ona ulaşmadı. Fakat sonunda onu kendimize çekeceğiz” buyurdu. Aradan uzun zaman geçti. Hakkında böyle buyurduğu o kimse, içki içmeyi ve işlediği diğer haramları terkedip tövbe etti. Bundan sonra ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Bu zât bir defasında Serhend şehrinden başka bir şehre gitmişti. Serhend’e dönüşünde hastalanıp vefât etti. Oğulları onu İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesi yanında bir yere defnettiler. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Sonunda biz onu yanımıza çekeceğiz” buyurmasının hikmeti anlaşıldı.”

Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri odasında yalnız otururken, talebelerinden Abdülmü’min hizmetinde bulunuyordu. Abdülmü’min’e; “Ne istiyorsan iste?” buyurdu. Abdülmü’min yeni müslüman olmuş ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerini tanıyıp hizmetinde bulunmakla şereflenmişti. Dedi ki: “Her ne kadar uğraşdımsa da annemle, birâderimin müslüman olmalarını sağlayamadım! Onların müslüman olmaları için teveccüh buyurmanızı arzu ediyorum.” Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Çok muhabbet, çabuk müslüman olmaya sebep olacak” buyurdu. Aradan üç gün geçti ki o talebesinin annesi ve kardeşi Serhend’e gelip müslüman olmakla şereflendiler.

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri bana şöyle anlattı: “Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri hastalanmıştı. Bu hastalığı sırasında yemek için onbir tane üzüm istedi. Hizmetçi üzümleri getirince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri murâkabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırıp; “Çok garîb bir hâl gördüm.

Bu üzümleri önüme koydukları zaman, hepsinin Allahü telâlâya münâcaat ettiklerini, yalvardıklarını işittim. Allahü teâlâ üzümlerin münâcaatını kabûl etti ve hastalıktan kurtulmağı bunları yemeğe bağlı kıldı” buyurdu. Bu üzümlerden birkaç tane yeyince hastalığı tamamen geçti. Geri kalan üzümleri de sakladı. Bir müddet sonra küçük oğlu hastalandı. Bu hastalığa dayanamayacak bir hâl alınca o üzümleri yedirdiler ve onun da hastalığı iyileşti.”

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle nakleder: “Hâller sahibi Seyyid Rahmetullah’dan işittim. Şöyle anlattı: “Dekken melikinin emri üzerine, iki üç arkadaşla bir sahraya gittik. Orada bir puthâne gördüm. Birgün senin üstadından, “Bir müslümanın elinden bunu yıkma işi gelirse, bunu muhakkak yıksın, veya zarar versin. Bu işi yapmaktan kaçınmasın. Çünkü bunu yapan Allah yolunda, din için cihâd eden gaziler sevâbına kavuşur” diye duymuştum. Onların bu sözlerine güvenerek arkadaşlarıma bu sahrada, bu puthâneyi koruyan kimse görünmüyor, burayı yıkalım dedim. Duvarlardan biraz yıkmıştık ki, bu civarda tarlalarında çalışan Hindulardan biri, bizim puthâneyi yıkmakta olduğumuzu görmüş. Koşup, o puthânede tapınan köylülere haber vermiş. Aniden ne görelim! Bin kişiye yakın bir kalabalık, taşlarla, sopalarla, mızraklarla tam bir kızgınlıkla üzerimize doğru geliyorlar. Ben ve arkadaşlarım hayret ve korkudan ne yapacağımızı şaşırıp, olduğumuz yerde kaldık. Kaçmağa bile cesâret edemedik. Kalbimden Kelime-i şehâdet getirmeğe başladım. Bu hâlde iken, senin üstadının kalbine müteveccih oldum ve; “Ey din büyüğü! Sizin nasihatinize güvenip bu işi yapmağa koyulduk. Allahü teâlânın izniyle bizi bu alçak kâfirlerin elinden kurtar” dedim. Bu yalvarma ve iltica esnasında İmâm-ı Rabbânî’nin ( radıyallahü anh ) sesi kulağıma geldi. Ve dedi ki: “Hiç korkma! Şimdi senin için İslâm askeri gönderiyorum.” Ben arkadaşlarıma; “Bana bir hâl oldu. Hazret-i İmâm’ın sesini duydum, İmâm’ın söz verdiği askerler ne zaman gelecek, bunlar yaklaştı” dedim. Hindular çok yaklaşmışlardı ki, aniden otuz kırk kadar süvari göründü. Tam bir sür’atle geldiler, bir kısmını kamçıladılar ve bizi korudular. Hepsini sürüp götürdüler. Bu iş senin büyük üstadının tasarrufu ve kerâmeti ile oldu.

Kıymetli talebelerinden Seyyid Cemâl, sahrada arslanla karşılaştı. Kaçacak yer yoktu, İmâma sığınıp, imdâd diledi, İmâm, elinde baston ile göründü ve o kükremiş arslana şiddetle vurdu. Arslan kaçtı. Talebe kurtuldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl talebelerinden biri, cüzzam hastalığına yakalandı. Dostları, onunla oturmaktan, bir arada durmaktan, onunla sofraya oturup yemek yemekten kaçınıyorlardı. Hattâ birgün, bir toplantıda, çok sevdiği arkadaşlarından biri onunla aynı kabdan yemek yemekten açıkça çekindi. Bu zât, bundan çok kırıldı ve üzüldü. Hazret-i İmâm’ın dergâhına sığınıp, Allahü teâlânın izniyle teveccüh ve yardım etmesi için yalvardı. Hazret-i İmâm, şefkat ve merhametlerinin çokluğundan, kederlendi ve o hastalığın kalkması için duâ etti. O hastalığı kendine çekti. Şöyle ki, bu hastalık o kimsenin bedeninden onun mübârek ayaklarına intikâl eyledi. Dostları bu kimsenin vücûdunda hastalıktan eser kalmadığını gördüler. Gerçi muhlislerin ihlâsı ve akidesi daha çok kuvvetlendi. Ama, bu hastalığın hazret-i İmâm’a geçmesinden, hepsi rahatsız, huzûrsuz olup, eleme gark oldular. Bu hastalık sebebi ile, oğullarının ve talebesinin sabırsızlığını, feryâdlarını, ağlamalarını ve korkularını görünce, kendilerinden de kaldırılması için bir daha duâ edip, yalvardı. Allahü teâlânın yardımı ile, kendilerinden de kalktı. Oğullarına ve dostlarına bunun müjdesini ulaştırdılar. O hastalığın bulunduğu a’zâlarını gösterip eser kalmadığını bildirdiler. Hepsi şükrettiler.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebeleri ile birlikte bir köye gitmek üzere yola çıkmışdı. Bir sahraya geldikleri sırada, hava çok sıcak ve tozlu idi. Talebeleri bunaltıcı havada susamışlar ve sıcaktan rahatsız olmuşlardı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözlerini semâya dikerek duâ edince, birkaç adım yürümeden bir parça bulut göründü ve hepsini gölgeledi. Toz kalkmayacak ve çamur olmayacak kadar yağmur yağdı. Yağmurun ardından havanın hararetini düşüren hafif bir rüzgâr esti.

Talebelerinden biri şöyle anlatır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri taleberiyle beraber bir yolculuğa çıkmıştı. Bir kervansarayda konakladıkları sırada, talebelerine aniden şöyle buyurdu: “Bu gün buraya bir belâ geleceğini ve herkese sirayet edeceğini görüyorum. Arkadaşlarımız birbirlerine söylesinler herkes; (Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil-ardı velâ fissemâi ve hüvessemî’ul-alîm) ve Eûzü bi-kelimâtillâhittâmmâti min şerri mâ halak) duâlarını tekrar tekrar okusunlar. Çünkü, bu duâyı kim okursa, Allahü teâlânın inâyeti ile kendisi ve malı korunur.” Bunu söyledikten sonra iki saat geçmeden kervansarayın ba’zı kısımlarında yangın çıktı. Bir türlü söndüremediler ve birçok mal yanıp telef oldu. Bu arada İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Abdülmü’min Lâhorî’nin de malları yandı. Ona; “Sana hiç kimse okunması îcâbeden duâları söylemedi mi?” buyurdu. Arkadaşları ona bu duâların okunması gerektiğini söylemeyi unutmuşlardı.”

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Birgün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hâdiseyi anlattı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük bir kerâmetini görmüştü. Dedi ki: “Hazreti Ali’ye karşı savaşanları, hele Hazreti Muâviye’yi sevmezdim. Bir gece senin üstadın İmâm-ı Rabbânî’nin “Mektûbât”ını okuyordum. Okuduğum yerde; “İmâm-ı Enes bin Mâlik buyurdu ki: “Hazret-i Muâviye’yi, sevmemek onu kötülemek, hazret-i Ebû Bekr’i ve hazret-i Ömer’i sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona söğene, bunlara söğene verilen cezayı vermek lâzımdır” yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. “Mektûbât’ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum. Rü’yâmda gördüm ki; senin o büyük üstadın öfkeli ve kızgın bir hâlde yanıma geldi. İki mübârek elleri ile kulaklarımı çekti ve; “Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zâta götüreyim de gör! Resûlullahın ( aleyhisselâm ) eshâbını sevmediğin için, aldandığını ondan işit” buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü. Beni bahçenin kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzakta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nûr yüzlü, büyük bir zâtın oturmakta olduğunu gördüm. Çekinerek ve saygı ile o zâta selâm verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona birşeyler söylüyor, beni gösteriyordu. Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstadın İmâm-ı Rabbânî, kalktı. Beni çağırdı. “Bu oturan zât, hazret-i Ali ( radıyallahü anh )dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor” dedi. Yanlarına gidip, selâm verdim. “Sakın, sakın! Resûlullahın ( aleyhisselâm ) eshâbına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, hiç kötüleme. Aramızda muharebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!” dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; “Bu zâtın yazılarına da sakın karşı gelme!” buyurdu. Bu nasihati dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu husûsdaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; “Bunun gönlü daha temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!” dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime dedim ki: “Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Hâlbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu hâlden vazgeçmeliyim!” Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rü’yânın, o sözlerin tadı, beni başka hâle soktu. Kalbimde Allahtan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmâm-ı Rabbânî’ye ve onun yazdıklarındaki ma’rifete inancım iyice arttı.” İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden mevki sahibi yüksek rütbeli bir subay, hazret-i İmâm’ın bir vezirin yanına gittiğini duyunca, üzüldü ve; “Dünyalık isteyenlerin huzûruna gitmek, onlara yakışmazdı” dedi. Bunu söylerken orada, hazret-i İmâm’ın muhlislerinden biri vardı. O subaya; “Elbette bir müslümanın işini görmek yahut hayırlı bir iş için gitmişlerdir, sizin bu i’tirâzınız hiç de iyi değildir” dedi. Öbürü susup, birşey söylemedi. O genç subay aynı gece rü’yâda gördü ki, gaybden bir grup insanlar geldi. Tamamen kızgın idiler. Büyük bir suç işlemiş gibi kendisini azarladılar. Birgün evvelki i’tirâzı ile işlemiş olduğu kabahati kendisine hatırlattılar. Sıkıca tutup dilini kesmek istediler. Çok yalvardı, özür diledi, sayısız tövbe ve istiğfar eyledi. Diğerleri de kabûl edip vaz geçtiler. Bundan sonra görünüşte ağır gelse de, hazret-i İmâm’ın hiçbir işine ve sözüne i’tirâz etmedi.

Muhammed Hâşim-i Keşmî nakleder “Vera’ ve faziletler sahibi, cenâb-ı Hakkın velî kulu, Hâce Abdülhak bu fakire şöyle anlattı: “Zamanımız âlimlerinden birinin meclisinde idim. Söz senin yüksek hocandan açılmıştı. O âlim, hazret-i İmâm’ı kötülemeğe başladı. Ben o âlime dedim ki: “Bu fakîr, bu azîzin sohbetinde bulundum. Aynı zamanda çok evliyâ da gördüm. Onlarda gördüğüm yüksek hâlleri, eşsiz ma’rifetleri ve dînimize bu derece bağlılığı, diğerlerinde göremedim. Biliyorum ki, bu büyükler Allah adamlarıdır.” O âlim, bir takım mes’eleler ortaya attı. Uzun müddet konuştuktan sonra, kendisine dedim ki “İşte Kur’ân-ı kerîm! Hadi, ikimiz de abdest tazeleyip, ikişer rek’at namaz kılalım. Tam bir niyet ve ihtiyâç ile Kur’ân-ı kerîmi açalım. Açtığımız sahifenin ilk kelâmını bu zâtın hâline işâret tutalım ve münâkaşaya böylece son verelim.” Sözümü kabûl etti. İkimiz de ikişer rek’at namaz kıldık. Kur’ân-ı kerîmi o âlim eline aldı. Tam bir arzu ve iştiyâkla sahifeyi açtı. Kur’ân-ı kerîmden açtığı sahifenin başında meâlen; “Öyle insanlar vardır ki, ticâret ve alış-veriş onlara Allahın zikrini (Allahı hatırlamağı) unutturmaz” (Nûr-37) buyurulan âyet-i kerîme çıktı. O âlim hayret etti ve söylediklerine pişman oldu. Ben de şükrettim. Onların bu kerâmetlerini gördüğüm için, onlara bağlılığım daha çok arttı.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin güvenilir bir talebesi ve oğulları şöyle anlatmışlardır Bir tüccâr İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin komşularından birinin malını çaldı. Mal sahibi ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabasından bir genci hırsızlıkla itham etti. O genç, hakaret ve dayak korkusundan kaçıp gitti. Serhend nöbetçisi bunu duyunca hazret-i İmâm’ı çağırdı, işinde gevşeklik gösterenin yanına gitmek îcâbetmediğini bildikleri hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebelerinden birisi ile, yaya olarak oraya gitti. O edepsiz nöbetçi onların şânına yakışmayan çok alçak sözler söyledi Hazret-i İmâm ise gayet yumuşak cevaplar verdi. Bu esnada Mevlânâ Tâhir Bedahşî geldi. O kızgın nöbetçiye; “Kimi ayağına çağırdığım biliyor musun? Allahü teâlânın dostlarına kötü davrananlar elbette kısa zamanda cezasını görür” dedi. Nöbetçi onları bıraktı. Aradan birgün geçmeden bu edebsiz nöbetçi, semtinde bulunan büyük bir kalabalıkla münâkaşa etti. İş kavgaya döküldü. O nöbetçi, oğullarından ve akrabasından yirmi kadar insanla kalabalığa karşı koymak istedi ve evin damına çıktı. O evde de harb için saklanan patlayıcı maddeler vardı. Oraya aniden bir ateş düştü ve büyük bir patlama oldu. O nöbetçi, bütün oğlu ve akrabası ile havaya uçtu. Cesedleri bile görülmedi. Böylece Allah dostlarına kötü söz söylemenin cezasını canıyla ödedi. Beyt:

Yalnız kendine değil, edebsizin zarârı,
Onun ateşi sarar, hattâ bütün âfâkı.

Zamanın sultânı, haksızlık yapan kumandanlardan birinin oğlunu, tam bir kızgınlıkla Lâhor’a çağırdı. Sultânın kızgınlığının çokluğunu görenler, gelir gelmez, onu fillerin ayakları altına attırıp ezdirecek diye düşündüler. Kumandanın oğlu da böyle düşünmüştü ve çok korkmuştu. Serhend şehrine gelince, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini o zamana kadar görmediği hâlde, ona inanması ve ma’nevî bağlılığı sebebi ile, huzûrlarına gelip kendisini koruması için yalvardı. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; “Hiç korkma! Allahın izni ile sana hiçbir kötülük ve eziyet yapılmayacak, hattâ sultan sana lütfedip muhabbet ve hürmet gösterecek” buyurdu. Eleminin ve ızdırâbının çokluğundan onlara; “Size bağlı olan bu muhlisiniz hakkında buyurduklarınızı, kalem ile bir kâğıda yazsanız ve o yazıyı bu garîbe verseniz, hiç sıkıntım kalmazdı efendim” diye arzetti. Bu husûstaki ısrârının fazlalığı üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri tebessüm edip şöyle yazdı: “Filân kimse, sultânın gadabından, kızgınlığından kurtulmak için bu fakire sığındı. Bu fakîr onu himâye kanatlarımın altına aldım. Helak olmaktan kurtuldu.” Bu kâğıdı alıp huzûrundan ayrıldı. Epey bir zaman sonra, birisi haber getirip; bu şahsa sultânın eziyet ettiğini zindana attığını söyledi. Bu haber İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kulağına gidince, tebessüm etti ve: “Sabah güneşi kadar açık olarak görüyorum ki, o şahıs sultandan şefkat ve inâyet görmektir. Söylenenler doğru değildir” buyurdu. İki üç gün sonra haber geldi ki, bu şahıs sultânın huzûruna çıkınca, sultan kendisini gülerek karşıladı ve birkaç nasihat edip, sonra iltifât göstererek ona hil’at verdi.

Sultan-zâdelerin birini, zamanın pâdişâhı zindana attırdı. Pâdişâh onun öldürülmesini istiyordu. O zavallı her tarafa baş vurdu. Evliyâdan da yardım istedi. O sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri Akra’ya gelmişlerdi. Zindanda üzgün bir hâlde bulunan bu zât, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden biri vâsıtası ile kendisinin kurtulması için, husûsî teveccüh ve duâ etmesini rica etti. Bu talebe gelip tam bir yalvarma ve ısrar ile, o zâtın isteğini arzetti. Hazret-i İmâm o gece teveccüh eyledi. Sabahleyin buyurdu ki: “Ona müjde ulaştır ki, ölümden kurtuldu. En kısa zamanda hapisten de çıkacak.” O talebe sevinçle bu haberi ona götürdü. Fakat Sultan-zâde, ızdırâbının ve eleminin çokluğundan bu habere tamamen inanamadı. Allahü teâlânın velî kullarından olan başka bir zâtdan da kurtulması için teveccüh etmesini, bir haberci ile rica etti. O velî de; “Üzülmesin! Gördüm ki; Nakşibendî büyüklerinden birinin çengeli geldi. Onun balığını, helak girdabından çıkardı” dedi. Sultan-zâde o günlerde hapisten çıktı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden oldu. Bu işe vâsıta olan o zât anlatır: “Hazret-i İmâm onun kurtulacağını buyurduğu zaman; “Gününü söylemeyince, gönlü rahat etmiyor” dedim. Buyurdular ki: “Yarın çıkacak.” Söyledikleri gibi oldu, ertesi gün hapishâneden kurtuldu.”

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Annesi tarafından Sultan-zâdelerden olan, bu yüksek yolumuzun üstâdlarından birinin oğlu, kulunç hastalığına yakalandı. Günlerce devam etti. Doktorlara baş vurdu. Bir fâide göremedi. Çok eziyetler çekti. Çok üzüldü. Ne yapacağını, kime baş vuracağını bilemiyor, gece gündüz gözüne uyku girmiyordu. Bu hakîrin tanıdıklarından olan yakınlarından birini, bu fakire gönderip; “Yolumuzun azîzlerinin büyüklerinden yüksek üstadınıza, iyi bir zamanda, bu belânın kaldırılması için teveccüh etmelerini arzederseniz, biz ve büyüklerimizin rûhları sizden memnun olur” diye söyledi.

Bu haberi getiren fakir ikindiden sonra geldi. O gece yatsı namazından sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini odalarında yalnız bulup, hastanın durumunu anlatıp kendilerinden teveccüh istediğini arzettim. “İnşâallah elimizden geleni yaparız” buyurdu. Sabah namazının farzını kıldıktan sonra, bizzat kendisi bu fakiri çağırdı. Kulağıma yaklaşıp; “Teheccüd namazından sonra, akşam sizin söylediğiniz hastalığın kalkması için duâ ettim. Allahü teâlânın yardımı ile o belâ kalktı. Hemen git. Duâmızı o ümitsize ulaştır” buyurdu. Bu fakir emirlerine uyarak, o şahsın yanına gittim. Beni görür görmez, yerinden fırladı, boynuma sarıldı ve gözlerinden yaşlar akmağa başladı. Hâlbuki, ben daha bir kelime konuşmamış idim. Dedi ki: “Seni ne için gönderdiklerini anladım. Biraz önce, burada olanlara; “Gecenin bitmesine birkaç saat kalmışdı ki; bu hastalık benden tamamen kalktı. Sanki hiç hasta olmamış gibi bir hâle geldim” demiştim. Yakînen anladım ki, ricamı onlara arzetmişsiniz. Onlar da bu anda teheccüd namazına kalkmışlar, bu hastalığın kalkmasına duâ ve teveccüh eylemişlerdir. Duâları kabûl edildi. Şimdi müjdesini bana gönderirler diye düşünüyordum.” Ben de; “İşin doğrusu tamamen anladığınız, düşündüğünüz gibidir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri beni bu müjdeyi size ulaştırmak için gönderdiler. Elhamdülillah ki, yüksek yaratılışınız ve bağlılığınız sebebi ile yazıya ve habere lüzum göstermediniz” dedim. Bu hâdiseyi gördükten sonra şeyh-zâde, sultan evlâdından olduğu hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gelip, tövbe ve inâbetle, talebe olma saadetine kavuştu. Muhlislerinden ve sevdiklerinden oldu. Öyle ki, hocasına gelirken dâima yaya olarak huzûruna gelir, bu memlekette, bu zamanda, böyle büyük bir zâtın bulunduğuna dâima şükrederdi.”

Hâce Divâne Sûreti’nin talebesi olan Mevlânâ Muhammed Emîn ağır bir hastalığa tutulmuştu. Bu hastalığı epey bir zaman devam etti. Doktorların tedâvisinden bir fâide görmedi. Hazret-i İmâm’ın büyüklüğünü duyunca, tam bir yalvarma ile mektûp yazıp, şifâ ve deva olan duâlarını istirhâm edip, teberrüken bir elbise göndermelerini de yalvararak istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun arzusu üzerine merhamet edip, bir mektûbu ve teberrüken bir gömleklerini gönderdi.

Mektûp şöyledir:

“Kıymetli oğlum! Kendi üzerinize şefkatli bir anne gibi titremeniz ne zamana kadar sürecek? Kendiniz için üzülmeniz, dertlenmeniz, ne kadar devam edecek! Kendini ve herkesi ölü olarak düşünmek, hissiz ve hareketsiz şeyler gibi bilmek lâzımdır. “Elbette sen öleceksin, o kâfirler de ölecekler…” (Zümer-30) âyet-i kerîmedir. Bu birkaç günlük dünyâ hayâtında, çok zikr ederek, kalb hastalığından kurtulmak en mühim iştir. Bu kısa zamanda ma’nevî hastalıkların ilâcı, Allahü teâlâyı hatırlamaktır. Maksadların en büyüğü olan kalb, Allahtan başkasına tutulursa, ondan ne hayır gelir. Âhırette kalb selâmeti isterler. Rûhun, Allahtan başka şeylerden kurtulmasını ararlar. Bizim gibi dar düşünceliler, dâima kalb ve rûhumuzu başka şeylere bağlamak için sebepler aramağı düşünürüz. Heyhat’ Heyhat! Ne yapalım. Âyet-i kerîmede meâlen; “Allah onlara zulm etmez, onlar kendilerine zulm ederler” (Âl-i İmrân-117) buyuruldu. Zâhiren olan hastalığınızdan merak etmeyiniz, inşâallah sıhhate kavuşup tamâmiyle iyi olacaksınız. Bu fakirden elbise istemiştiniz. Bir gömlek gönderdim. Giyiniz ve çok bereketli olan netice ve semerelerini bekleyiniz. Allah yolunda gidenlere selâmlar olsun. Beyt:

“Efsâne gibi okuyanlara efsânedir
Kıymetini bilene, behâsız hazînedir.”

Mevlânâ Muhammed Emîn, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin gönderdiği gömleği giydi. Onun duâsı bereketiyle senelerce devam eden o hastalıktan kurtuldu. Gelip talebelerinden oldu.

Talebelerinden fazilet sahibi bir zât şöyle anlatmıştır: “Benim İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olmamın sebebi şudur: Çok sevdiğim bir akrabam vardı. Ağır hastalığa tutuldu. Çok doktorlara gitti, ilâç kullandı. Fakat bir fâide görmedi. Bir kimseden, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ismini ve büyüklüğünü duydum. Huzûruna gidip, teveccühlerini istirhâm ettim. Fâtiha okudu ve husûsî odasına gitti. Biraz sonra çıkıp; “Hastası için bizden şifâ isteyen ilim talebesi nerededir” deyip, beni çağırdı. Hemen huzûruna gittim. “Gelin, af ve mağfiret olunması için Fâtiha okuyalım!” dedi. Sonra ben şaşkın ve üzgün olarak, Serhend’den birkaç kilometre uzakta bulunan köyüme döndüm. Yolda, kendi kendime dedim ki: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Fâtiha okuyalım buyurarak, Fâtiha okumasından bu akrabamın vefât ettiği anlaşılıyor. Eğer böyle ise, bu çok büyük bir hârikadır. Muhakkak gelip, talebesi olmalıyım.” Eve geldiğim zaman gördüm ki, akrabam vefât etmiş, yıkamış ve gömmüşlerdi. Hesâb ettim. Tam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin beni çağırıp; “Af ve mağfireti için Fâtiha okuyalım” buyurduğu sırada vefât etmişti. Ben bu sebeple, o büyük İmâm’ın talebelerinden oldum.”

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl talebelerinden olan, yüksek yaradılışlı bir azîzden işittim, şöyle buyurdu. “Mühim bir iş için Lahor şehrinden, Burhânpûr şehrine gitmiştim. Serhend’e gelip, hazret-i İmâm’ın ellerini öpmekle şereflendiğim zaman hastalandım. Gideyim mi, kalayım mı diye tereddüt ediyorum, İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Çok mühim bir işin var, muhakkak gitmelisin, inşâallah hayırlısı olur” buyurdu. Emîrlerine uyarak yola çıktım. Henüz iki üç konak gitmiştim ki, hastalığım arttı. Bir gece böyle devam etti. Bu hastalığın şiddetli zamanında kendi kendime; “Onlar bana; “Gidin bunda hayır vardır” buyurdu dedim.” Hâlbuki hastalığım çok arttı. Bu düşünceden sonra bu hastalığın ateşi ve sıkıntısı esnasında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rü’yâda gördüm. “Hiç üzülme, şifâ bulacaksın yola devam et” buyurdu. Sabah olunca, o hastalıktan hiçbir eser kalmadığını gördüm. Delhi’ye gelince, orada bir dostum bana Hâre (bir şehir) helvası ikram etti. Bunu yiyince, o hastalık daha şiddetli olarak tekrar bana geldi. Yatağa düştüm ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerem ve teveccühüne kavuşmak için yalvarmağa başladım, İki gün geçmeden, hazret-i İmâm’ın huzûrunda bulunan, eski ve samîmi dostlarımdan biri, aniden kapıdan içeri girdi. “Hayırdır, inşâallah” dedim. Dedi ki: “Beni İmâm-ı Rabbânî hazretleri gönderdi. “Git, filân dostunun yanında bulun, şimdi ağır hastadır, senin gibi işten, hâlden anlayana çok ihtiyâcı olup, beraber bulunursunuz” buyurdu. “Senin yanına gelmek üzere yola çıkacağım sırada bir torba şifalı ot isteyip sana getirmem için bana verdi. İşte getirdim.” Ben dedim ki: “Bu otları İmâm-ı Rabbânî hazretleri benim hastalığımın iyileşmesi için ilâç olarak göndermiştir. Bu otları ezip, suyunu içmeliyim.” Doktorlar; “Sıtmanın şiddetli zamanında, tatlı ve soğuk yenmez, içilmez” deyip, beni bu işten men etmek istediler. Ben onlara; İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunları benim için gönderdi içeceğim” dedim, ister istemez o otları ezip şerbet yaptılar, içer içmez, hastalığımın yarısının geçtiğini anladım. Ertesi gün kalan otların da suyunu çıkarıp içtim. O hastalık ve sıtma tamamen geçti. Orada bulunanlar, bu hâdise üzerine hayretler içerisinde kaldılar ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlılıkları kuvvetlendi.” Dekken memleketinde bulunan bir zât vardı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini henüz görmemişti. Fakat uzaktan tanımış ve sohbetine kavuşmayı çok arzu ediyordu. Arzusunun çokluğundan; “Uzakta kalan ve o ni’metlerden mahrûm olan bu garîbe imdâd ediniz” şeklinde bir mektûp yazdı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu mektûbu okuyup ona cevap olarak yazdığı mektûpda şöyle buyurdu:

“Mektûbunuzu okurken, o diyardaki nûrâniyetinizin fazlalığını gördüm ve ümidim arttı. Bunun için Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun.” O zât bu müjdelerle dolu mektûbun gelişinden bir sene sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbeti ile şereflendi. Bir müddet o kapıda hizmet etti ve çok iyi muâmele gördü. Sonra tekrar, Dekken’e gitti. Dekken’e döndükten sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin müjdesi zâhir oldu. Binlerce tâlib onun yardımı ile Ahrâriyye yoluna girdi. Bir çokları, hâl ve zevklere kavuştu. Birçok fâsık tövbe edip, doğru yola girdi. Onun bu hâlini, İmâm-ı Rabbânî hazretleri daha önceden görmüş ve haber vermişdi. Mısra’:

“Kalbler, uzağı gören gözüne, esîr olsun.”

Dekken’de emrinde binlerce insan olan, bir vâli vardı. Bu vâli sâlihleri, âlimleri, ârifleri severdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine de çok bağlılığı ve muhabbeti vardı. Aniden eyâlet başkanlığından azledildi. Zamanın sultânı, onun ve çocuklarının hakkında gayet kötü düşünüyor, hattâ öldürmek bile istiyordu. O vâlinin tanıdıklarından olan, Mir Muhammed Nu’mân onun hâlini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektûp yazarak arzetti. Husûsî yardımlarını istirhâm edip, tekrar aynı makama gelmesini ve sultan tarafından gelecek belâlardan muhafaza edilmesi için duâ istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbuna şöyle cevap yazdı: “Mektûbunuzu okurken o hân (vâli) gözümde, pek yüksek göründü. Onun hakkında hiç merak etmeyiniz.” Bu mektûp, Mir Muhammed Nu’mân’a ulaşınca, mektûbu vâliye gönderdi. O da buna çok sevindi şükretti ve dedi ki: “Sultânın, yoktan yere beni bu kadar fenâ tanıması ve beni bu hâle düşürmesi bana çok ağır geliyor. Hasedçiler, sultâna benim hakkımda çok yalanlar söylemişler ve yazmışlar. Bununla beraber büyük velîlerin, eşsiz âriflerin teveccühlerine tamamen inanıyorum ve güveniyorum.” Bu mektûbun yazılmasından on-oniki gün sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Tekrar merhamet ve şefkat edip, o eyâlet ve memleketi vâlinin emrine verdi. Eskisinden daha çok ihsân ve iltifât eyledi.

İnsanları doğru yola getirmek için çok çalışan bir âlim, muhabbet ve tam bir aşk ile, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna gelince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri yeni gelenlere, bilhassa şeyhlere ve âlimlere karşı gösterdiği neş’eyi, tevâzu ve muhabbeti bu kişiye göstermedi. Ba’zı üstün talebeleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerine; “Bu zât, meşhûr âlimlerdendir” diye arzedip; “Tam bir ihlâs ile, çok uzaktan huzûrunuza geldi. Ona, merhamet buyurun” dediler. Buyurdu ki: “Evet, öyle düşünüyorduk. Fakat, alnında açık bir yazı ile “münkir” kelimesinin yazılı olduğunu görüyorum. Ne yapalım!” Talebeleri bundan dolayı şaşırdılar. Bir müddet onların yanında kaldı. Zamanla İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin keşf ve firâsetlerinin tamamen doğru olduğu anlaşıldı. Çünkü Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Mü’minin firâsetinden korkunuz, çünkü o Allahın nûru ile bakar” buyurmaktadır.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden azîz bir zât şöyle anlatmıştır: “Daha hocamın huzûru ile şereflenmemiştim. Bir mektûp gönderip; “Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) eshâbının bir sohbetle, eshâbdan olmayan, en büyük evliyâdan daha üstün olmalarının sebebi nedir? Yoksa bir sohbette evliyâda hâsıl olan bütün hâllerden daha üstün bir hâl mi elde ediyorlardı” diye sordum, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunun cevâbında; “Bu suâlinizin cevâbı sohbete, hizmete ya’nî beraber bulunmaya ve görüşmeye bağlıdır” diye yazdılar. Bundan sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrları, hizmetleri ve sohbetleri ile şereflendim. Daha ilk sohbette öyle hâllere kavuştum ki, açıklamaya ve beyâna sığmaz. Aynı gün İmâm-ı Rabbânî hazretleri beni çağırıp: “Bu gün senin mektûbuna cevap verdim, senin hâllerin başka şekil aldı. Anladın mı? Yoksa anlamadın mı?” buyurdu. Ayaklarına kapandım. O esrâr ve firâset nûrlarının bahçesindeki servinin ayaklarının toprağına, kalb gözlerimden gizli nehirler akıttım.”

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebeleri şöyle anlatmıştır: “Gönül sahibi bir seyyid, birgün İmâm-ı Rabbânî’nin huzûrlarına geldi. Seyyidi, öyle bir hâl kaplamıştı ki, yanında oturan onun kalbinin; “Allah! Allah!” dediğini duyardı. Hele uyuduğu zaman kalbinin bu zikri iki kat fazla duyulurdu. Zamanın meşâyıhından, kemâle ve olgunluğa gelmeden icâzet almıştı. Bu icâzetin hakkıyla verilmemiş olduğu anlaşıldı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden de izin ve icâzet almak istiyordu. Onun kalbinin zikretmesi ve isteği üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Mübârek bir zât olduğu anlaşılıyor. Ama bu hadde varan kalb zikrinin istilâsından ve hakkıyla verilmemiş olan o icâzetlerden dolayı olan düşünceleri, onun ilerleme yolunu kesiyor. Ona yapılacak ilâç, bu hâllerini yok etmektir.” iki gün geçmeden, o kalbe âid zikr kendisinden öyle alındı ki, her ne kadar kendini zorlasa bile zikr edemedi. Şaştı kaldı. Ağlamağa, inlemeğe, feryâd etmeğe başlayıp, çok göz yaşları döktü. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birkaç gün içinde, teveccühü ile onu eritti ve onun gurûrunu kökünden kazıdı. Sonra onu çağırıp, tasavvufda gizli hâller ile süsledi, hâllendirdi ve buyurdu ki: “Kalb hâlleri, kalbe âid ve kökleşmiş olmalıdır.” İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl ve keşf sahibi küçük kardeşleri ve kıymetli talebesi Şeyh Muhammed Mes’ûd, geçim için ihtiyâcını gidermek maksadıyla, Kandehâr şehrine ticârete gitmişti. O günlerde İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir sabah huzûrlarında bulunan hizmetçilerine şöyle buyurdu: “Ne garîb iştir. Kardeşim Muhammed Mes’ûd’un nerede olduğunu öğrenmek için teveccüh eyledim. Keşf gözü ile her ne kadar aradıysam, hiçbir yerde bulamadım. Bundan sonra daha dikkatli teveccüh eyledim, ölmüş ve henüz gömülmüş olan yeni mezarını gördüm.” Dinleyenler hayretler içerisinde kaldılar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunu söylemesinden bir müddet sonra, kardeşinin beraber gittiği arkadaşları geldiler ve onun Kandehâr’da vefât ettiğini söylediler.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir defasında Ecmîr şehrine gitmişti. Bu sırada mübârek Ramazan ayı gelmişti. Âdeti üzere teravih namazlarında, Kur’ân-ı kerîmi hatm etmeğe başladı. Birinci gece yağmur yağdığı için küçük bir mescidde namazı kıldılar. Çok sıkışık oldu. Ba’zı kimselerden onlara sıkıntı ve eziyet geldi. Namazı bitirdikten sonra, buyurdu ki: “İnşâallah hatmlerimizi bitiririz. Eğer Allahü teâlânın ihsânı ile geceleri yağmur yağmayıp, mescidin avlusunda teravih namazı kılarsak ne büyük bir ni’met olur.” Muhammed Hâşim-i Keşmî bundan sonrasını şöyle anlatmıştır: “Bu fakir, bir arkadaşıma; “Ne söylediklerini duydun mu? Ramazanın sonuna kadar bir daha yağmur görmeyeceğiz, inşâallah” dedim. Dördüncü hatmi bitirdikleri Ramazân-ı şerîfin yirmiyedinci gecesine kadar, gece yağmur yağmadı. Bu da onların büyük bir kerâmeti idi.”

Yine Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Teravih namazı kıldığımız o mescidin, bir duvarı sağlam yapılmamıştı ve bir tarafa doğru eğilmişti. O kadar ki, mescide gelenlerin çoğu ve etrâfında bulunanlar oradan geçerken, bugün yarın bu duvar yıkılacak derlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birgün bu düşüncelerine temasla buyurdu ki: “Bu duvar, bu fakirler burada kaldığı müddetçe, bize riâyet edip her hâlde yıkılmayacak. Nitekim büyükler; “Bizim şakamız ciddîdir” buyurmuşlardır. Buyurdukları gibi duvar, İmâm-ı Rabbânî hazretleri oradan ayrılıncaya kadar yıkılmadı. Oradan ayrıldığımız gün, ben, herkes gittikten sonra bir bahâne ile bir saat kadar o mescidin yanında kaldım. Duvarın yıkılmasını ta’kib ediyordum, İmâm-ı Rabbânî hazretleri mescid görünmez oluncaya kadar uzaklaşınca duvar birdenbire yıkılıverdi.”

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri Lahor şehrine gittikleri zaman bir gece, yatsı namazını kıldıktan sonra eski bir binanın yanında durup; “Sakın kimse bu binanın yanında bulunmasın!” dedi. O gece yağmur yağacak ve fırtına esecek bir durum gözükmüyordu. Tecrübeli bir şahıs bana; “Diğer eski binalar bundan kurtulacak da, bu binanın kabahati nedir ki, yıkılacak” dedi. Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, o bina aniden yıkıldı. Bu binada bir kadın yatıyordu. Ev onun başına çöktü. Yakın olan birisinin ayağına da bir tuğla düştü. Kadını görenler ezildi ve öldü zannederlerdi. Hazret-i İmâm; “Biz bu gece burada kimse kalmasın demedik mi?” buyurdular. O kadını oradan çıkardıkları zaman, üzerinde bir yara ve incinme görülmedi, bir zarar görmemişti.”

O zamanın sultânının üçüncü oğlu, diğer kardeşlerinden çok daha olgun ve aralarında seçkin bir durumda idi. Babasına isyan etmişti. Bir taraftan babası, bir taraftan da bu oğlu, kuvvetli ordularla birbirlerine hücum ettiler. Şiddetli bir harb başladı. Babasının tarafında bulunup, en mühim işleri deruhte eden büyük bir kumandan, bu harb sırasında sultânın oğlunun tarafına geçti. Diğer kumandanlar da bu düşüncede idiler. Bu şehzâde, velîlerin ve âlimlerin sevgisini kazanmıştı. İslâmiyetin yayılmasına gayret ve müslümanları himâye ediyordu. Zamanın evliyâsının büyüklerinden bir kısmı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine mektûp yazıp; “Delhi’de bulunan velîler ve büyükler keşf ve vâkı’alarla galibiyetin ve nusretin şehzâde tarafında olduğunu görüyorlar. Hazretiniz bu husûsda ne buyururlar” dediler: İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevâbında; “Harb meydanındaki vaziyetin bunun aksi olduğunu anlıyorum, fakat sonunda şehzâdenin kazanacağını tamamen görüyorum” buyurdu. Buyurdukları gibi oldu. Bir müddet kadar diğerleri devleti idâre edip, sonra Allahü teâlâ kardeşler arasında sultanlığı ona (Şah Cihan bin Cihângir’e) nasîb etti. Babasının vekîli olarak onun makamına geçti. Allahü teâlâ, bu sultâna Hindistan’ı adâlet ve ihsânla dolduran bir padişahlık nasîb eyledi. Bu pâdişâh sayesinde memleket başka nizâma girdi. Ârifler ve âlimler bambaşka hürmet gördüler. Dîne üstün hizmetler yapıldı.

[/toggle][toggle title=”Vefatı” load=”hide”]İmâm-ı Rabbânî hazretleri 1024 (m. 1615) senesinde, elliüç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; “Benim ömrüm ve hayâtım hakkındaki kazâ-yı mübremin altmışüç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler” buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) tâbi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu husûsta Hazreti Ebû Bekr’e, Hazreti Ömer’e ve Hazreti Ali’ye de uymuş oluyordu.

1032 (m. 1623) senesinde Ecmîr’de iken; “Vefât etmemin yakın olduğuna dâir işâretler, alâmetler görülmeğe başladı” buyurdu. Serhend’de bulunan kıymetli oğullarına mektûp yazıp; “Ömrümüzün sona ermesi yakındır” buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyânın gözlerinin nûru kıymetli oğulları, bu mektûbu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzûruna kavuşunca, birgün, bu yüksek oğullarını husûsi odaya çağırdı. Buyurdu ki: “Kıymetli oğullarım, bu dünyâya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı, öbür dünyâya gitmek îcâb ediyor, gitme ve yolculuk alâmetleri görünmeğe başladı.” Muhammed Hâşim-i Keşmî demiştir ki: “Oğulları odadan çıkınca, kalblerindeki sıkıntıyı ve ölçülemeyen üzüntüyü, bu fakîr gördüm. Her birinin ağlamaktan boğazı tıkanıyordu. Böyle olduklarını görünce, kendilerine ne için bu kadar ağladıklarını sordum. Babaları İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, vefâtının yakın olduğunu açıklaması üzerine ağladıklarını öğrendim. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu haberden oğullarının çok üzgün olduğunu, kalblerindeki sıkıntı ve darlığı görünce, aynı zamanda kendisine daha bir yıldan çok yaşayacakları bildirilince, tekrar oğullarını çağırdılar ve: “Bir takım işleri tamamlamak için daha bir müddet yaşayacağımızı bildirdiler” buyurdu. Bu müjdeden, bu iki mes’ud kardeş çok sevindiler, mesrûr oldular. Bundan sonra bu hâdiseyi bana anlattılar. Bununla beraber, bu fakirin gözyaşlarının aktığı rahneleri (çukurları) açmış oldular. Fakat, bu müjdelerinden, kıymetli oğulları ve bu kalbi yaralı âşık, uzun yıllar yaşayacaklarını ümid ettik.”

Gaybî habercilerden biri de şudur “İmâm-ı Rabbânî hazretleri o günlerde, Hâce Mu’înüddîn Ceşti hazretlerinin mezârını ziyârete gitti. Bir müddet o evliyânın kalblerine murâkabe ederek oturdu. Kalkınca, buyurdu ki: “Hazret-i Hâce çok iltifât edip, çok şefkat gösterdiler. Kendi husûsî bereketlerinden ziyâfetler verdiler. Konuştuk ve çok sırlar açıklandı. Konuşulanlardan biri şudur: Buyurdu ki: “Bu asker arasında bulunmaktan kurtulmağa çalışmayınız. Kendinizi Allahü teâlânın rızâsına bırakınız.” Bu arada o mezarda hizmet gören türbedârlar gelip, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin elini öpmekle şereflendiler.

Mu’înüddîn Ceşti hazretlerinin kabrinin örtüsünü her sene değiştirip eskisini evliyânın büyüklerinden birine gönderirlerdi. Yâhud da zamanın pâdişâhına verirler, o da kıymetli inci ve mücevherat gibi, bir sandıkta, teberrüken saklardı. O gün, o mezârın örtüsünü değiştirdiler ve eskisini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna getirip, buna en çok lâyık olan sizsiniz diyerek takdim ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri tam bir edeble kabûl etti. Örtüyü hizmetçilerine verip, kalbden soğuk bir ah çekdi ve; “Hazret-i Hâce’ye bundan daha yakın bir libâs, bir örtü yoktur. Bunu, bana kefen etmek için saklayın” buyurdu.

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “O günlerde bir gece, teheccüd vaktinde bu fakir, husûsî odalarının yanına geldim. Kapılarının eşiğinin dibinde başımı dizlerimin üzerine koyarak, tefekkür etmeğe başladım. Aniden o odadan ağlamakla karışık acıklı, hüzünlü bir ses işittim. Kulağımı kapıya dayadım ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin içli olarak bir beyt okuduklarını ve Hakkı gören gözlerinden ihtiyâç ve muhabbet gözyaşları döktüklerini anladım. O beyt şu idi:

“İki günlük hayatla Câmî gamına doymadı,
Âh ne güzel olurdu, şu ömrüm uzun olsaydı.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ecmîr seferinden Serhend’e dönünce, artık evinde inzivâya çekildi. Bir müddet, beş vakit namaz ve Cum’a namazı hâriç, evden dışarı çıkmadı. Nûr ve esrâr menba’ı olan husûsî odasına; Muhammed Hâşim-i Keşmî’den, yüksek oğullarından, talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hâriç, başkalarının girmesi çok nâdir oluyordu. Bu halveti seçtiği günlerden birgün, soğuk bir nefes çekip; “Şeyhülislâm’ın (Ebû Ali Dekkâk’ın) meşrebi çok yükselince, meclisinde insan kalmadı” sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün sonuna doğru, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.

O günlerde dostlarına yazdığı mektûplarda ekseriya istiğfar ve Kelime-i tevhîd’in çok okunmasını yazardı. Hattâ ba’zı mektûplarında; “Ömrümüzün sonu yaklaştı, bakalım ne olur?” diye açıkça yazdı. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Bu esnada, Dekken idâresinde karışıklıklar ve hercû merçler sebebiyle hatırıma, gidip çocuklarımı alıp, yüksek huzûrlarına getirip, Serhende, yerleşeyim diye geldi. Bu arzumu İmâm-ı Rabbânî hazretlerine arzettim. Nihâyet yüzlerce hasret ve gamla izin verdi. Gitmek için izin verdiği zaman, kendilerine; “Duâ buyurunuz da, bir an evvel dönüp Hakka kulluk edenlerin sığınağı olan kapınızla şerefleneyim” diye arzettim. Bir âh çekip; “Duâ edelim de, âhırette, hep beraber bir yerde olalım” buyurdu. Bu canları yakan son sözleri aklımı başımdan aldı. Fakat, bu talihsizin nasîbi mahrûmluk olunca, kazaya karşı gelemeyip, ister istemez, gözlerimden kanlı yaşlar akıta akıta, hasret ve gurbet şiirleri dize dize hazırlığa başladım ve ayrıldım.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefât etmeden altı ay önce, Şa’bân ayının onbeşinci gecesi olan “Berât kandili” gecesini, kendi husûsî odasında ihyâ eyledi. O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki: “Bu gece ecellerin ve amellerin takdîr edildiği gecedir. Kimbilir Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kaydetti.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu sözü duyunca; “Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyâda yaşayacaklar sahifesinden silindiğini görenin hâli nice olur?” buyurdu. Bunu söyleyince, esrâr yatağı olan kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretleri, o sene vefât edeceğine kerâmetiyle işâret buyurmuşlardı.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzûruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. “Birkaç gün dur!” buyurdu. Sonra tekrar arzedip; “Hemen gidip, döneceğim” dedim. “Birkaç gün sabret!” buyurdu. Fakat; “Gidip en kısa zamanda huzûrunuza döneceğim” deyince, izin verdi ve: “Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?” mısra’ını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefât etti.

Bunun gibi, husûsî mahremleri ve onlara çok yakın olanlar; bu günlerde İmâm-ı Rabbânî hazretlerine inzivâ ve insanlardan uzak kalmalarına temasla; “Çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan ayrılmanızın, uzlete çekilmenizin sebebi nedir?” diye sorunca, cevâbında: “Bu dünyâdan göçmemi çok yakın görüyorum, İş böyle olunca, tamamen inzivâ ve ayrılığı tercih edip, dâima istiğfar ediyorum, af diliyorum. Bunları zarurî görüyorum. Bütün vakitlerimi ve nefeslerimi, zâhirî ve bâtınî ibâdetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu da ancak, insanlardan ayrılmak ve yalnız kalmakla ele geçer. Bunun için beni bırakınız, benden ayrılınız ve beni Allahü teâlâya ısmarlayınız” buyurdu.

Yine bugünlerde, birgün kendi evinin aralığında (holünde) istirahat ederken, aniden; “İki üç ay sonra biz bu evde olmayız” buyurdu. Orada bulunanlar; “Husûsî odanızda mı bulunacaksınız?” diye arzettiler. Buyurdu ki: “Orada da olmayacağım.” Ya nerede olacaksınız?” diye sordular. “Bu yerlerden hiçbirinde olacağım görülmüyor. Bakalım ne olur?” buyurup, yollarının îcâbı açık söylemedi.

Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Esrâr mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu görünce; “Bütün bu hayratlar, belâların giderilmesi için midir?” diye sordu. Buyurdu ki: “Hayır, belki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü:

“Vuslat günüdür sırdaşım âleme kucak açayım,
Bu devletin, bu ni’metin sevinçlerini saçayım.”

Muharrem-ül-harâm ayının onikinci günü buyurdu ki: “Bana bu dünyâdan öbür dünyâya gitmeme kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezârımı da gösterdiler.” Bu sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tazelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Sa’îd birgün, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevâbında; “Allahü teâlâya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum” buyurdu. Yine oğlu; “Allahü teâlâ, bu işi, bu dünyâda çok sevdiklerinin isteğine bırakır. Madem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz” diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki: “Muhammed Sa’îd! Allahü teâlânın gayretine dokunuyorsun.” Oğlu; “Kendi hâlime üzülüyorum” dedi ve gayet samimî bir beyânla, derd ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına; “Ey gönlümün sürûru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsizlik ve acımasızlık nedendir?” diye arz etti. Bunun üzerine; “Allahü teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefât ettikten sonra, bu dünyâdakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyâda iken, insanlık îcâbı ba’zan ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Hâlbuki öldükten sonra, beşerî sıfatlardan tamamen ayrılma vardır” buyurdu. Bunu söylediği günden i’tibâren, o günleri saymağa başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmiikinci gecesi kalbleri hasta eshâbına; “Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhur eder” buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: “Şu arada hâsıl olan birkaç günlük sıhhatte, Allahü teâlâ, Habîbine ( aleyhisselâm ) tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemâlâtı bana ihsân eyledi. Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde Hazreti Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) Sıddîk-i Ekber’in; “Bu gün dîninizi tamam eyledim.” âyet-i kerîmesi gelince kalblerine gelen, ya’nî Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) vefât edecektir, ilhamından bir işâret bulunduğunu anladılar. Mısra’:

“Senin misk zülfünden, ayrılık gecesinin kokusu geliyor.”

Safer ayının yirmiüçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübârek elleriyle elbiselerini taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın soğukluğu te’sîr edip, tekrar sıtma hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmuşlar ve vefât eylemişlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu husûsta da ittibâ’ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine; “Mangal için şu kadar liralık kömür al!” buyurdu. Biraz sonra tekrar yanına çağırarak; “Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor” buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefât ettiği gün tamamen bitmişti. Bu hastalık zamanında, yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Birgün ince hakîkatleri beyânda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hâce Muhammed Sa’îd; “Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, bu ma’rifetlerin beyânını bir başka zamana bıraksanız nasıl olur babacığım?” diye arzetti. Bunun üzerine buyurdu ki: “Ey oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret bulamayacağım.”

Bu günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemâatle namaz kılmağı terketmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına namaz kıldı. Duâları, tesbihleri, salevâtları, zikri ve murâkabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dînimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini terketmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; “Bu bizim son teheccüdümüzdür” buyurdu.

Vefâtından biraz önce, kendinden geçme hâli görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme hâlinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrak (nurlara gömülme) sebebi ile midir, diye arzetti. Cevâbında; “İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, ba’zı çok yüksek hâller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla herşeyim tamam ve kâmil olsun” buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme hâlinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elveda sözünü hatırlatan, vasıyyetlerini söylemeye başladı. Bu vasıyyetlerin çoğu; mutâbeata, Peygamberimize ( aleyhisselâm ) tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid’atten kaçınma, zikr ve murâkabeye devam etme hakkında idi.

Buyurdu ki: “Sünnete çok sıkı sarılmak lâzımdır.” Bu sözleriyle de Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) vefât edecekleri zaman böyle nasihat eylemişlerdi. Abbâd bin Sâriye’den ( radıyallahü anh ). Tirmizî ve Ebû Dâvûd şöyle rivâyet eder “Resûlullah ( aleyhisselâm ) bize va’z ediyordu. Bu va’zdan kalbler ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki: “Yâ Resûlallah! Bu sözleriniz veda va’zına benziyor, bize vasıyyet ediniz.” Resûlullah aleyhisselâm buyurdular ki: “Size vasıyyetim olsun: Allahtan korkunuz, bir köle bile emr-i ilâhîyi bildirirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zaman benim ve Hulefâ-i râşidînin sünnetine gayet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde bid’atten çok sakınınız. Çünkü bütün bid’atler dalâlettir, sapıklıktır.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri vasıyyetine devamla şöyle buyurdu: “Dînimizin sahibi, Resûlullah ( aleyhisselâm ) nasihatlerin en incelerini bile; “Din nasihattir” hadîs-i şerîfi gereğince ihmâl etmediler. Dînimizin kıymetli kitaplarından, tam tâbi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz. Benim techiz ve tekfin işlerimde sünnete uyunuz.” Bundan evvel daha önce mübârek hanımına buyurmuştu ki: “Eğer ben senden evvel, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan âhırete gidersem, benim kefenimi, senin mehr parandan aldırırsın.”

Nasihatlerinden biri de; “Mezarımı belli olmayan bir yere yapınız” idi. Yüksek oğulları arzettiler ki: “Bundan evvel, hazretinizin işâreti ile ağabeyimizin gömüldüğü, şerefli ve bereketli yer hakkında; “Benim mezarım orada olacaktır. Aynı yerde gömüleceğim” buyurmuştunuz. Bu gün de böyle buyuruyorsunuz.” “Evet öyle idi. Fakat şimdi ben böyle istiyorum” dedi.

Oğullarının, bunu kabûl etme hakkında durakladıklarını görünce; “Eğer böyle yapmazsanız, şehrin dışında yüksek babamın yanına defnediniz. Bu da olmazsa, şehrin hâricinde bir bahçede benim mezarımı yapınız. Süslemeyiniz. Olduğu gibi bırakınız ki, en kısa zamanda nişanı kalmasın” buyurdu.

Hazret-i İmâm kendi kabirleri için buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir duraklama, bir dikkat, hattâ bir şaşkınlık görünce, tebessüm edip; “Serbestsiniz. Nereyi münâsip görürseniz, oraya defnediniz” buyurdu. Vefât ettiği Safer ayının yirmidokuzunda Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; “Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir” buyurdu. Gecenin sonunda: “Bu gece de bitti, sabah oldu” buyurdu. O günün işrâk zamanında; “Bevl edeceğim, bir leğen getirin” buyurdu. Getirdiler, fakat içinde kum yoktu, “İçinde kum olmazsa sıçrama ihtimâli olabilir” buyurdu. O en nâzik zamanda da, en ince husûslara dikkat edip, bevl etmedi ve; “Bu leğeni kaldırın, beni de yatağıma yatırın” buyurdu. Dediği gibi yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefât edeceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın ilhamı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak rûhunu teslim etmek istedi. Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikrle meşgûl oldu. Büyük oğlu Muhammed Sa’îd, babasının sık sık nefes aldığını görünce; “Hâl-i şerîfiniz nasıldır babacığım?” diye arzetti. “İyiyim ve kıldığım o iki rek’at namaz kâfidir” buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefât etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu husûsta da Peygamberlerin serverine ( aleyhisselâm ) tâbi oldu. Vefâtı binotuzdört senesi, Safer ayının yirmisekizi, güneş hesabı ile yirmidokuzu, Salı günü kuşluk vakti vâkî oldu.

O ay yirmidokuz gün idi. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) vefât ayı olan Rebî’ul-evvel ayının ilk gecesi, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûruna kavuştu. Hastalık ve humma çektiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmışüç gün idi. Hadîs-i şerîfde; “Bir günlük humma, bir senenin keffâretidir” buyuruldu. Çektikleri hastalık, bu hadîs-i şerîfin ma’nâsına uygun oldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin nurlu bedeni yıkama tahtasının üzerine koyulup, elbiseleri soyulunca, orada olanların hepsi de gördüler ki, hazret-i İmâm, namazda olduğu gibi ellerini bağladı. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Hâlbuki, oğulları vefâtından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet böyle mütebessim olarak kaldı. Hattâ orada olanlar feryâd ettiler.

Yıkayıcı, mübârek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar, velilik kuvvetinin bir alâmeti olarak, zaîf bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, biraraya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Hâlbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi îcâbederdi. Latif elleri mum ve taze gül yaprağı kadar taze idiler. Bununla beraber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Böylece iki-üç defa vâki oldu. Nihâyet oradakiler, bunda derin bir ma’nâ ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hâce Muhammed Sa’îd; “Madem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım” buyurdu. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîfde; “Yaşadıkları gibi ölürler” buyurdu. Bu, Allahü teâlânın büyük bir ihsânıdır. Dilediğine ihsân eyler. O’nun ihsânı boldur.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin cenâze namazını, oğlu Hâce Muhammed Sa’îd kıldırdı. Vefâtında 63 yaşında idi. Serhend’de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan pâdişâhı Şâh-i Zaman, kabri üzerine büyük ve çok san’atlı bir türbe yaptırdı. Vefât haberi, talebelerini ve sevenlerini çok üzüp ağlattı. Duyulduğu her yerde gözyaşları döküldü. Vefâtı üzerine çok şiirler yazılmış ve pekçok târih düşürülmüştür. Onun vefâtına dayanamayan talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: “Vefât ettiği günün akşamı şehrin kenarında, virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayaliyle içim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kalbimden soğuk ahlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu hâlde iken birden hocamın rûhâniyeti gözüküp; “Sabretmek lâzım” buyurdu Binlerce kırıklık ve perişanlık içinde; “Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?” dedim, “İbrâhim aleyhisselâma uymayı yerine getirmek lâzımdır” buyurdu. Böylece, bu kendinden geçmiş âşığın divaneliği arttı, ızdırâbımı ve ona olan muhabbetimi dile getiren şiirler söylemeğe başladım.”

Büyük oğlu Muhammed Sa’îd buyurdu ki: “Yüksek babamı, vefâtından sonra rü’yâda gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük ni’metlerden tam neş’e ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihar ediyordu. Kendisine; “Canım babacığım, şükr makamından hiç kimseye bir nasîb verdiler mi?” diye arzettim. “Evet, beni de şükredenlerden eylediler” buyurdu. Arzettim ki, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Şükreden kullar azdır” (Sebe’-13) buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan, bu cemâatin, peygamberler olduğudur. Yâhud da Peygamberlerin en büyük eshâblarıdır. Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) gibi deyince; “Evet, öyledir. Fakat beni husûsî bir ihsân ve inâyetle, o cemâate dâhil eylediler” buyurdu.

Hâce Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Babamı vefâtından sonra rü’yâda gördüm. Münker ve Nekîr’in suâli nasıl geçti? diye sordum.” Buyurdu ki: “Allahü teâlâ merhamet ederek, bereket cihetiyle ilham edip; “Eğer sen izin verirsen bu iki melek kabrine gelecek” buyurdu. Arzettim ki: “Ey Allahım! Bu iki melek de, senin huzûrunda kalsınlar dedim. Nihâyetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma göndermedi.” Tekrar; “Kabir sıkması nasıl geçti?” diye sordum. “Oldu, fakat çok az oldu” buyurdu.
[/toggle]

[toggle title=”Çocukları ve Talebeleri” load=”hide”]1- Hâce Muhammed Sâdık: Büyük oğlu olup, daha küçük yaşta tasavvufda yüksek hâllere kavuştu. Onsekiz yaşında iken zâhirî ilimleri bitirip, ders vermeye başladı. Tasavvufda en yüksek dereceye ulaştı. Yirmidört yaşında iken 1025 (m. 1616) senesinde tâ’ûn, veba hastalığından vefât etti.

2- Hâce Muhammed Sa’îd: Babasının huzûrunda ilim öğrenip, onyedi yaşında aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Tatlı sözlü ve alçak gönüllü olup, dünyâya hiç kıymet vermezdi. Hadîs ve fıkıh ilimlerinde, yüksek derecede âlim idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu oğluna icâzet ve hilâfet verip; “Muhammed Sa’îd, Ulemâ-i râsihîndendir (ilmini nübüvvet kaynağından alan âlimlerden)” buyurdu. Bu oğlu 1070 (m. 1660) senesinde vefât etti.

3- Muhammed Ma’sûm: Hindistan’da yetişen kelam âlimlerinin en meşhûrlarından olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde pek yüksek derecede idi. O doğunca, İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Muhammed Ma’sûm’un dünyâya gelişi bizim için pek bereketli ve pek mübârek oldu” buyurmuştur. Babası onu aklî ve naklî ilimlerde yüksek derecede yetiştirmiştir. Ona; “İlim tahsilini çabuk bitir ki, seninle işimiz vardır” buyurmuştur. Muhammed Ma’sûm (r.aleyh) daha ondört yaşında iken babasına; “Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur!” diyerek hâlini babasına arzetmiştir. Bunun üzerine babası İmâm-ı Rabbânî ona; “Sen zamanının kutbu olursun” buyurarak müjde vermiştir. Muhammed Ma’sûm, daha sonra bu husûsu şöyle belirtmiştir “Allahü teâlâya hamdü senalar olsun. Va’dedilen ele geçti. Müjdelere kavuştum!” Muhammed Ma’sûm ( radıyallahü anh ) 1079 (m. 1667) senesinin Rebî’ul-evvel ayının yedinci günü vefât etti.

4- Muhammed Ferrûh: Daha çok küçük iken feyz ve nûrlara kavuşmuş, küçük yaşta, tâ’ûn hastalığından 1024 (m. 1615) senesinde vefât etmiştir.

5- Muhammed Îsâ: ismi, Îsâ aleyhisselâmın ismine izafeten Îsâ konmuştur. Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri “Tâhâ” sûresini dinliyordu. Buyurdu ki: “Îsâ aleyhisselâmı gördüm. Meclisimizde idi. Bana; “Senin bir çocuğun dünyâya gelecek. İsmini benim ismimden koyunuz” dedi. Doğunca ismini Muhammed Îsâ koydular. Dört yaşına gelince hârikaları, kerâmetleri görülmeye başladı. Bu oğlu da Muhammed Ferrûh ile aynı gün tâ’ûn hastalığından vefât etti.

Veba (tâ’ûn) hastalığının yaygın olduğu günlerde, iki oğlu Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ hastalandılar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu iki kardeşi birbirinden ayrı yerlerde yatırın dedi. Muhammed Ferrûh’u cemâathâne odasında, Muhammed Îsâ’yı ise, içerideki odada yatırdılar. Muhammed Îsâ vefât etti. “Muhammed Ferrûh’da ağırdır. Kardeşinin vefâtını ona haber vermeyelim” dediler. Bu sırada Muhammed Ferrûh; “Ey kardeşim, vefasızlık ettin, benden evvel gittin” dedi. Mevlânâ Abdülhay orada idi. “Baba, kime söylüyorsun?” dedi. “Muhammed Îsâ’ya söylüyorum. Ahırete gitmede benden evvel davrandı” cevâbını verdi. Mevlânâ Abdülhay, “Muhammed Îsâ içerideki odadadır. Onun vefât ettiğini nereden bildin?” deyince, Muhammed Ferrûh; “Meleklerin onu gasl ettiklerini görüyorum” dedi. Aynı gün akşam Muhammed Ferrûh da vefât etti.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Sâlih’e gönderdiği bir mektûpda (Birinci cild, 306. mektûp), tâ’ûn hastalığından küçük yaşta vefât eden oğulları için kısaca şöyle yazıyor:

“Kardeşim Molla Sâlih! Serhend’de bulunanların başına gelenleri dinle! Büyük oğlum Muhammed Sâdık ( radıyallahü anh ), iki küçük kardeşi Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ birlikte âhırete gittiler. “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci’ûn.” Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce geride kalanlara sabr etmek gücünü ihsân eyledi. Bundan sonra bu belâdan râzı olmayı nasîb eyledi. Beyt:

“Beni incitsen de, yüz dönmem yine,
Sabretmek tatlı olur sevgili elemine.”

Sekiz yaşında vefât eden ve bu yaşta çok kerâmet ve hârikaları görünen Muhammed Îsâ’dan ne bildireyim! Her üçü de, nefis birer cevher idiler. Bize emânet verilmişlerdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu emânetleri râzı olarak sahibine teslim eyledik. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hürmetine, bizi onların sevâbından mahrûm bırakma! Onlardan sonra bizleri fitneye düşürme!”

6- Ümmü Gülsüm: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerîmesi, kızı olup, iffet hazînesi idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birgün çocukları ile evde oturuyorlardı. Kerîmeleri Ümmü Gülsüm o zaman yedi yaşında idi. Odaya girdi ve annesine; “Vah vah! Siz Allahdan gâfil hâlde oturuyorsunuz” dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; “Bîbî! Sen Allahü teâlâyı unutmamak hâlini nereden aldın?” buyurdu. “Siz perde arkasından, filân hanıma zikr telkin ediyordunuz. Ben de perde arkasında olan o hanımefendinin yanında idim. O günden beri benim kalbim zikr ediyor. Dâima, Allah Allah diyor. Allahü teâlâyı bir an unutmuyorum. Aynı zamanda kalblerde olanları da biliyorum. Kimi görsem, kalbindekini bilirim” dedi. Kardeşlerinden birgün sonra, ya’nî Rebî’ul-evvelin sekizinci günü o da vefât etti. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bu kızından başka iki kızı daha vardı. Bunlardan biri, babasının sağlığında vefât etti. Diğeri de Kâdı Abdülkâdir’le evlendi.

7- Muhammed Eşref: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğullarından olup, babasının sağlığında, süt emmekte iken vefât etti.

8- Şah Muhammed Yahyâ: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin en küçük oğludur. Bu oğullarına Şah lakabını vermesinin sebebi; Şah İskender-i Kâdirî’nin bu çocuğa, daha çok küçük yaşta teveccüh edip, inâyet nazarları ile hâlini süsleyip, kendi dedelerinin âdeti üzere, bu gözbebeğine Şah ismini vermiş olmasıdır. Yahyâ ismini vermelerine gelince; bu oğlu dünyâya gelmeden önce, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine şöyle ilham olundu: “Evinde bir çocuk dünyâya gelecek, senin ismini ihyâ edecek, yaşatacaktır.” Dünyâya gelince, o müjde sebebi ile ismini; ihyâ eden ma’nâsına Yahyâ koydu.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, dâima bu vilâyetin gözbebeğinin yaradılışının ve kabiliyetinin yüksekliğinden bahsederlerdi. Hattâ bu göz nûru, hazret-i İmâm’ın bereketli terbiyeleri ile sekiz dokuz yaşlarında iken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Daha çok küçük yaşta, kendisinde ilim tahsiline karşı öyle bir rağbet ve muhabbet görülüyordu ki, üstadına yaptığı rabıtalar ve bu esnadaki müşâhedeler, hiç bir çocukta görülmüş ve duyulmuş değildir. İmâm-ı Rabbânî, Ecmîr seferinden dönerken, hizmetçilerinden birkaçı, Şah Muhammed Yahyâ’yı, hazret-i İmâm’ı karşılamak için iki üç konak ileriye götürdüler. Hazret-i İmâm’ın huzûruna geldi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, dört gün sonra Serhend’e geleceklerini söyledi. Oğlu Serhend’e dönmek için babasından izin istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Dönmek için niçin bu kadar acele ediyorsun. Yoksa bizi özlemedin mi?” buyurdu. “Burada kalırsam derslerim kalır ve filân arkadaşım beni geçer. Bunu istemem. Hocamı da özledim” dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri çok memnun oldu ve; “Evet, ne için böyle olmasın ki, âlimler tabakasındandır, sâlihler ve hafızlar hânedânındandır” buyurdu ve izin verdi.

Şah Muhammed Yahyâ babasının vefâtından sonra, yüksek ağabeylerinin bereketli terbiyeleri ile, aklî ve naklî ilimleri tamamen öğrendi. Tam bir kuvvet ve kudretle ilim kürsüsüne oturup, en zor kitaplardan ders okutmaya başladı. Allahdan başka herşeyden vaz geçip, lüzumsuz hiçbir şey yapmayıp, vakitlerinin kıymetini bilip, sünnet-i seniyyeye uyup, bu büyükler yoluna tam riâyet edip, bu yolda devam etti. Öyle ki, temizliğin ve ma’nevî nisbetin varisliği, temiz alnından belli olurdu. Boyu, gözleri, kaşları, yürüyüşü, yüksek babasına çok benzerdi. Makbûl ve sevgili olmasının alâmetlerinden biri de, Hâce Bâkî-billah’ın büyük oğlu Hâce Muhammed Abdullah’ın kızının, bu vilâyet sedefinin nikâhı altına girmesidir. 1037 (m. 1627) senesinde onbeş yaşında idi ve “Mutavvel” okuyordu.

Zâhirî ilimlerden sonra, yüksek ağabeylerinin yanında tasavvuf yolunda ilerledi. Kemâl ve ikmâl derecelerine kavuşup, mürşid-i kâmil-i mükemmil oldu. Yüksek keşf ve ma’rifetler sahibi oldu. Bir kısmını kalem dili ile, hazret-i Urvet-ül-Vüskâ İmâm Ma’sûm’a arzetti, doğruluklarını sordu. Mektûbât-ı Ma’sûmî’de bunlar vardır.

Yüksek ağabeyleri, Haremeyni şerîfeyni ziyârete gidince, bu da onlarla beraberdi. O mübârek yerlerin feyz ve nûrlarından çok nasîb aldı. 1098 (m. 1687)’de vefât etti. Tegannînin haram olduğuna dâir bir risalesi vardır. (Tegannî; Kur’ân-ı kerîmi ve ezanı, hareke veya harf katacak veya harfleri değiştirecek şekilde, müzik perdelerine uyarak okumaktır.)

Şah Muhammed Yahyâ’nın iki oğlu kaldı. Biri Şeyh Ziyâeddîn, diğeri Şeyh Fakîrullah idi. Bunların ikisi de zâhir ve bâtın kemâllerine kavuşmuşlardı. Mektûplarından birkaçı Gülşen-i Vahdet’de vardır.

Talebeleri: İmâm-ı Rabbânî hazretleri irşâd makamına geçip, insanları irşâda, doğru yolu anlatmaya başlayınca, insanlar dünyâ kazançlarını bırakıp, yakın-uzak heryerden karınca ve çekirge sürüleri gibi huzûruna üşüştüler. Onun bereketiyle, dünyâda bir benzeri daha bulunmayan ve büyük bir ni’met olan ders halkaları ve sohbet meclisleri kuruldu. İslâmiyetin zayıf, kâfirlerin galip olduğu bir zamanda, binlerce gayr-i müslim İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda müslüman oldu. Nice fâsık ve fâcir, haramlara dalmış felâket içinde olan günahkâr kimseler, onun sohbeti ile hidâyete kavuşmuş, hâllerini düzeltip, takvâ sahibi ve ibâdet eden kimseler olmuşlardır.

Dünyânın her yerinden, uzaktan-yakından pekçok insan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rü’yâda ve uyanıkken görüp, aşk ve muhabbetle huzûruna koşmuşlardır. Âlimlerden, sâlihlerden, zengin ve fakirlerden pekçok kimse böylece huzûruna gelip, sohbetiyle şereflenmişler, ondan feyz almışlardır.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, huzûruna gelip, sohbetinde toplanan herkese teveccüh eder, feyz verir ve tasavvufta üstün hâllere kavuştururdu. Elinde tövbe edip, ona talebe olanların sayısı yüzbinlerin üstündedir. Seçkin talebelerini insanlara doğru yolu anlatmak üzere çeşitli memleketlere göndermiş ve talebeleri vasıtasıyla oralara da feyz vermiştir.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından bir kısmı şu zâtlardır:

Muhammed Sâdık: Yirmidört yaşında iken çok az insanın kavuşabileceği yüksek derecelere kavuşan büyük oğludur. Babasının sağlığında 1025 (m. 1616) senesinde vefât etmiştir. Muhammed Sa’îd: Yüksek hâller, güzel ahlâk ve temiz ameller sahibi ikinci oğludur. Aklî ve naklî ilimlerde âlim, tasavvuf bilgilerinde mütehassıs idi. Babasının husûsî sırlarına büyük derecelerine, eşsiz kemâlât ve hâllerine kavuşup, onun nûrunu bütün âleme yayan üçüncü oğlu Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî olup, dokuzyüzbin talebesi vardı. Bunlardan yüzkırkbini evliyâ, yedibini de mürşid-i kâmil idi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebeleri arasında, en meşhûrlarından ve halîfelerinden olanları da şu zâtlardır 1- Mîr Muhammed Nu’mân, 2- Şeyh Tâhir-i Lâhori, 3- Bedî’uddîn Sehâren-pûri, 4- nûr Muhammed Pütnî, 5-Hamîd-i Bingâlî, 6- Şeyh Müzzemmil, 7-Şeyh Tâhir Bedahşî, 8- Mevlânâ Ahmed Berkî, 9- Mevlânâ Kâsım Ali, 10- Mevlânâ Yûsuf Semerkandî, 11-Mevlânâ Muhammed Sâlih Gülâbî, 12-Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî, 13- Şeyh Abdülhayy, 14- Mevlânâ Yâr Muhammed Telkânî, 15- Mevlânâ Hasen-i Berkî, 16- Şeyh Abdülhâdî, 17-Şeyh Hacı Hıdır Efgân, 18- Şeyh Yûsuf-i Berkî, 19- Şeyh Mühibbullah, 20- Mevlânâ Ahmed Deybenî, 21- Kerîmüddîn Baba Hasen Ebdâlî, 22- Şeyh İshâk Sindî, 23- Mevlânâ Abdülvâhid Lâhori, 24- Mevlânâ Emânullah Lâhorî, 25- Muhammed Sâdık Bedahşânî, 26- Yâr Muhammed Kadîm, 27-Mevlânâ Kâsım Ali, 28- Âdem Bennûrî 29- İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hayâtını ve menkıbelerini anlatan “Zübdet-ül-makâmât” kitabını yazan ve Mektûbât’ın üçüncü cildini toplayan meşhûr talebesi, Muhammed Hâşim-i Keşmî, 30- Yine hayâtını ve menkıbelerini anlatan “Hadarât-ül-Kuds” kitabını yazan, meşhûr talebesi, Bedreddîn Serhendî en meşhûr talebelerindendir.

Yüksek talebelerini, insanlara zâhirî ilimleri ve bâtınî ma’rifetleri öğretmeleri için her tarafa gönderdi. Meselâ; Mevlânâ Hamîd-i Bingâlî, Mevlânâ Muhammed Sıddîk-i Bedahşî, Şeyh Müzzemmil, Mevlânâ Tâhir-i Bedahşî, Mevlânâ Ahmed-i Deybenî, Kerîmüddîn-i Baba Hasen-i Ebdâlî, Hasen-i Berkî, Mevlânâ Abdülhayy-i Belhî, Mevlânâ Hâşim-i Keşmî, Mevlânâ Bedreddîn-i Serhendî, Yûsüf-i Berkî, Hacı Hıdır Efgân, Hâce Muhammed Sâdık-i Kâbilî, Mevlânâ Yâr Muhammed Kadîm-i Talkânî ve diğerleri..

Bu zâtlar İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin seçkin talebelerindendir. Bunların sohbetinden milyonlarca insan feyz alarak, Vilâyet makamına kavuşmuşlardır. Bu yüksek talebelerine çok yüksek müjdeler vermiş ve insanların bu seçkin zâtların sohbetlerine kavuşmalarını teşvik eylemiştir. Talebesinden ba’zılarını vilâyet ve kutbluk makamı ile müjdelemiştir.

Nûr Muhammed Pütnî (kuddise sirruh): talebesinin büyüklerindendir. Bunun hakkında; “O, ricâl-ül-gaybdendir. Ya Nükabâdan, yâhud Nücebâdandır” buyurdu.

Bedî’üddîn-i Sehârenpûri (kuddise sirruh): Rü’yâda Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) çok inâyet ve iltifâtlara kavuştu. Kendisine; “Sen Hindistan’ın sirâcısın kandilisin” buyuruldu. Zamanın kutbu olmak saadetine de kavuştu.

Mevlânâ Ahmed-i Berkî (kuddise sirruh): Bir hafta içinde bütün sülûk konaklarını geçmiştir. Bu da memleketinin kutbu olma şerefine nail olmuştur.

Mevlânâ Muhammed Tâhir-i Lâhori (r.aleyh): Kendi memleketinin kutbu olmakla şereflendi. Allahü teâlâ kendisine; “Senin teveccüh ettiklerinin hepsini Cehennem ateşinden halâs ettim ve sana talebe olanı bağışladım” diye ilham eyledi.

Seyyid Âdem-i Bennûrî (r.aleyh): Daha ilk teveccühde ve hattâ telkin ânında, talebeyi tasavvufda Fenâ-i kalbî makamına ve nisbet-i hâssaya ulaştırırdı. Allahü teâlâ tarafından kendisine husûsî bir tarz ve yol ihsân edildi. Bu yola “Ahseniyye” denmiştir, işte bu yol ile insanları Allahü teâlâya yaklaştırıyordu. Bu beşareti, müjdeyi, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, şu sözleri ile kendisine verdiler “Size bizden istifâde ettiğinizden daha çoğu gaybî olarak verilecektir. Sizin yolunuza tevessül (vesile) eden, mağfiret olunmuştur. Kıyâmette size yeşil bir sancak verilir. Size tevessül edenler, sizin yolunuzda gidenler, kıyâmet gününde o sancağın altında rahat ve gölgede olurlar.” Dörtyüzbinden ziyâde kimse huzûrunda tövbe etti. Bin tane kâmil talebesi vardı. Seyyid Ahmed, Medîne-i münevvereye gidince, Resûlullah ( aleyhisselâm ) selâmını almış ve pek az kimseye bile nasîb olmıyan müsâfeha etmek şerefine kavuşmuştu. O sırada; “Ey oğlum! Sen benim yanımda kal!” diyerek bir ses duyuldu ve hakîkaten, Medîne-i münevverede vefât etti.

Seyyid Muhammed Nu’mân-ı Bedahşî (kuddise sirruh): İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir mektûbunda, Seyyid Muhammed” Nu’mân-ı Bedahşî’ye: “Sizin kemâl hilâliniz, güneşin karşısında ondördüncü ay gibi oldu. Güneşe verilenlerin hepsi, ona aksetti” yazdı. Kutb olduğu kendisine müjdelendi, İrşâdları çok fazla oldu. Yüzbinlerce insanı Allahü teâlâya yaklaştırdı. Zamanın pâdişâhı, talebesinin çokluğundan korktu. Onu Dekken’den çağırıp yanında muhafaza eyledi. Buyurdu ki: “Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) rü’yâda gördüm. Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ), O serverin yanında idi. Buyurdu ki: “Yâ Ebâ Bekr! Oğlum Muhammed Nu’mân’a söyle, Ahmed’in makbûlü, benim makbûlümdür ve Allahü teâlânın makbûlüdür. Ahmed’in merdûdünü, kabûl etmediğini ben ve Allahü teâlâ sevmeyiz.” İmâm-ı Ahmed Rabbânî’nin (kuddise sirruh) makbûllerinden olduğum için, bu müjdeyi duyunca, büyük bir sürura kapıldım. Bu huzûr içerisinde iken, tekrar şöyle buyurdular: “Oğlum Muhammed Nu’mân’a de ki: Senin makbûlün, Ahmed’in (İmâm-ı Rabbânî’nin) makbûlüdür. Onun makbûlü, benim ve Allahü teâlânın makbûlümüzdür. Senin merdûdün, kabûl etmediğin Ahmed’in, benim ve Allahü teâlânın merdûdüdür.”

[/toggle]

[toggle title=”Eserleri ve Eserlerinden Seçmeler” load=”hide”]Eserleri: 1- Mektûbât: İslâm âleminde İmâm-ı Rabbânî’nin mektûbâtı kadar kıymetli bir kitap daba yazılmamıştır. Mektûbât, üç cild olup, beşyüzyirmialtı mektûbunun toplanmasından meydâna gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun ma’rifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.

Mektûbât’ın birinci cildi 1025 (m. 1616) senesinde talebelerinin meşhûrarından Yâr Muhammed Cedîd-i Bedahşî Talkânî tarafından toplanmıştır. Birinci cildde üçyüzonüç (313) mektûp vardır. Bu cildin son mektûbu, Muhammed Hâşim-i Keşmî’ye yazılmıştır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birinci cildin son mektûbunu yazınca; “Muhammed Hâşim’e gönderilen bu mektûpla resûllerin, din sahibi peygamberlerin ve Eshâb-ı Bedr’in sayısına uygun olduğundan, üçyüzonüç mektûpla birinci cildi burada bitirelim” buyurmuştur.

İkinci cildi ise 1028 (m. 1619) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütnî tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esmâ-i hüsnâ ya’nî Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde geçen doksandokuz ismi sayısınca doksandokuz (99) mektûp vardır.

Üçüncü cild de İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra 1040 (m. 1630) senesinde talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur’ân-ı kerîmdeki sûrelerin sayısınca yüzondört (114) mektûp vardır. Her üç cildde toplam beşyüzyirmialtı (526) mektûp vardı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra on mektûbu daha üçüncü cilde ilâve edilmiştir. Böylece toplam mektûp adedi. (536) olmuştur.

Mektûbât’daki mektûpların birkaçı Arabî, geri kalanların hepsi Fârisîdir. 1392 (m. 1972) senesinde, Pakistan’da Karaşi’de (Edeb Menzil, Sa’îd Kompani) de Gulâm Mustafa Hân tarafından, üç cildi iki kitap hâlinde ve haşiyesinde açıklamalar olarak, gayet okunaklı ve nefis basılmıştır. Bu Fârisî baskının, 1397 (m. 1977) senesinde İstanbul’da, ofset baskısı yapılmıştır. Muhammed Murâd-i Kazanî Mekkî tarafından 1302 (m. 1884) yılında Arabîye tercüme edilerek, “Dürer-ül-meknûnât” adı verilmiş, 1316 (m. 1898)’da Mekke-i mükerremede Miriyye matbaasında basılmıştır. 1382 (m. 1963)’de, İstanbul’da da ofset yolu ile birinci hamur kâğıda gayet nefis basılmıştır. İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) ve oğlu Muhammed Ma’sûm’un (kuddise sirruh) (Mektûbât) kitapları, Müstekîm-zâde Süleymân Efendi tarafından Farsçadan Türkçeye, Osmanlıcaya tercüme edilip, 1277 (m. 1860) senesinde taşbasması yapılmıştır. Daha sonra birinci cildi Türkçeye tercüme edilerek, “Müjdeci Mektûblar” adı ile İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Mektûbât’ın ikinci ve üçüncü cildindeki mektûplardan da bir kısmı Türkçeye tercüme edilerek, “Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye” kitabı içinde 108 madde hâlinde yayınlanmıştır.

İmâm-ı Rabbânî’nin mübârek oğlu Muhammed Ma’sûm-i Serhendî’nin yetiştirdiği, yüzlerce evliyânın meşhûrlarından olan Muhammed Bâkır Lâhorî, 1080 (m. 1668)’de “Mektûbât’ı Fârisî olarak hülâsa edip, özetleyerek “Kenz-ül-hidâyât” ismini vermiştir. Bu eser yüzyirmi sahife olup, içinde yirmi başlık vardır. 1376 (m. 1957) senesinde Lâhor’da basılmıştır.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: “Hocamın zamanında yaşayan ve derin âlim olan bir zât bana: “Senin hocanın risaleleri ve mektûpları olduğunu duydum, fakat görmedim” dedi. Ben de İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bir mektûbunu, o dindar âlime okudum. Dinlerken zevkinden coşup, ellerini kaldırdı. Bir müddet duâ etti ve; “Yâ Rabbî! Bu muazzam şeyhe dâima selâmet ver!” dedi, sonra bana; “Bid’atlarla dolu olan bu bozuk zamanda kalb kararıyor, paslanıyor. Senin yüksek hocanın sözleri o pasları sildi, kalbimi cilâlandırdı” dedi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle nakleder: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Bütün yazılarımızı, âhır zamanda gelecek olan Hazret-i Mehdî’nin okuyacağı ve hepsini makbûl bulacağı bize bildirildi.”

Son asrın zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük İslâm âlimi ve rûh bilgilerinin mütehassısı, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri defalarca şöyle buyurmuştur: “Ba’de kitâbillah ve ba’de kütüb-i sitte efdal-i kütüb, Mektûbâtest.” Ya’nî, Allahü teâlânın kitabı olan Kur’ân-ı kerîm’den sonra ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîflerinin toplanması ile meydana gelmiş olan Kütüb-i sitteden sonra, dîn-i İslâmda yazılmış kitapların en üstünü Mektûbât’tır. Yine Mektûbât’tan bahsederken; “Din ve dünyâya en ziyâde yarıyan ve dîn-i İslâmda misli yazılmamış Mektûbât kitabı…” buyurmuştur.

Evliyâ-yı Kirâmın vilâyetlerinin kemâlâtının ma’rifetlerini bildiren kitapların en kıymetlisi, Celâleddîn-i Rûmî’nin “Mesnevî”si olduğu gibi, hem vilâyet kemâlâtının ma’rifetlerini, hem de nübüvvet kemâlâtının ma’rifetlerini ve inceliklerini bildiren kitapların en kıymetlisi ve en üstünü, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbât” kitabıdır.

Diğer eserleri de şunlardır: 2- Redd-i revâfıd: Fârisî olup, Râfizîleri reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak sözün Vesîkaları) kitabında, bir bölüm olarak, Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Arapcaya da tercüme edilmiştir. 3- İsbâtün-nübüvve: “Peygamberlik nedir?” adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir. Hak Sözün Vesîkalan kitabı içinde bir bölüm olarak yayınlanmıştır. Ayrıca Arapcası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir. 4- Mebde’ ve Me’âd, 5-Âdâb-ül-mürîdîn, 6- Ta’lîkât-ül-Avârif, 7-Risâle-i tehlîliyye, 8- Şerh-i Rubâ’ıyyât-ı Abd-il-Bâkî, 9- Meârif-i ledünniye, 10- Mükâşefât-ı gaybiyye, 11- Cezbe ve sülûk risalesi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eşsiz eseri “Mektûbât”, hem yazıldığı asırda, hem de sonraki asırlarda, hakîki saadeti arayanlar tarafından aşk ve şevkle okunmuş, istifâde edilmiş ve pekçok insanın se’âdete kavuşmasına vesile olmuştur. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak isteyenlere fâideli olmak için yazdığı bu eserinden seçmeler:

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, büyük oğlu Muhammed Sâdık’a yazdığı birinci cilddeki 260. mektûbun son kısmında şöyle buyurdu:

“Ey oğlum! Kutb-i irşâdın feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili ma’rifetler, “Mebde’ ve Me’âd” risalesinde, “İfâde ve istifâde” babında yazılmışdı. Sırası gelmiş iken, fâideli olan bu ma’rifeti de, buraya yazıyorum. Orada yazılı olan ile karşılaştırınız! Kutb-i irşâd, kemâlât-i ferdiyyeye de mâlikdir. Çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ arşa kadar herkese; rüşd, hidâyet, îmân ve ma’rifet onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu ni’mete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi, (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O derya, sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz (ya’nî şöhretten uzak olur, onu kimse tanımaz.) O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhud, o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryadan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat, birinci feyz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük zâtı inkâr eder, beğenmezse, yâhud o büyük zât, bu kimseye incinmiş ise, Allahü teâlâyı zikr etse bile, rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istememiş olmasa bile, onun zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yoktur. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikr etmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. Fârisî beyt tercümesi:

Susdum artık, zekîlere bu yeter,
Çok bağırdım, dinleyen varsa eğer.

Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamdolsun. O, rahmândır ve rahimdir. O’nun resûlü Muhammed aleyhisselâma ve Âline ve Eshâbına sonsuz salât ve selâm olsun.”

Birinci cild, 23. mektûpda şöyle buyurdu:

“Bir din âlimi, gençlere din öğreteceği zaman, bunlara önce, İslâm düşmanları ve câhil kimseler tarafından şırınga edilen, yanlış bilgileri ve iftiraları anlayıp, onların temiz ve körpe kafalarını bu zehirlerden temizler. Zehirlenen rûhlarını tedâvi eder. Sonra, yaşlarına ve anlayışlarına göre, İslâmiyeti ve meziyetlerini, faydalarını, emirlerindeki ve yasaklarındaki hikmetlerini, inceliklerini ve insanlığı saadete ulaştırdığını, onların kalbine yerleştirir. Böylece gençlerin rûh bahçelerinde, dertlere deva, rûhlara gıda olan nefis çiçekler yetişir. Böyle bir din âlimini ele geçirmek, en büyük kazançtır. Onun bakışları, rûhlara işler. Sözleri, kalblere te’sîr eder. Dîn-i İslâmı hazır lokum gibi yutmak, susuz kalmış iken soğuk şerbet içip ciğerlerine kadar serinliyebilmek, ancak böyle bir Allah adamının sunması ile mümkündür…”

Birinci cild, 193. mektûp:

Allahü teâlâ yardımcımız olsun! işlerinizi kolaşlaşdırsın! Ayıb ve çirkin olan şeylerden korusun!

Âkil ve baliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazîfesi; Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmakdır. Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol sevâb versin! Âmin. Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmağa bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar, yalnız bunların yolunda gidenlerdir. (Onların yolunda gidenlere “Sünnî” denir.) Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ve Eshâbının “rıdvânullahi aleyhim ecmaîn” yolunda gidenler yalnız bunlardır. Kitâbdan ve sünnetten (ya’nî Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden) çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan, yalnız bu büyük âlimlerin, kitâbdan ve sünnetden anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünkü, her bid’at sahibi, ya’nî her reformcu ve her sapık kimse, bozuk düşüncelerini, kısa aklı ile, kitâbdan ve sünnetden çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini gölgelemeğe, küçültmeğe kalkışıyor. Demek ki, kitâbdan ve sünnetden çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına aldanmamalıdır…

İ’tikâdı düzeltdikten sonra, helâl, haram, farz, vâcib, sünnet, mendûb ve mekrûh olan şeyleri de fıkıh kitaplarından öğrenmek ve her işi bunlara göre yapmak da lâzımdır. Talebeden birkaçına emir buyurunuz da, Fârisî dilinde yazılmış fıkıh kitaplarından birini, toplandığınız zaman okusunlar. “Mecmû’a-i Hâni” ve “Umdet-ül-İslâm” adındaki kitapları okumak çok uygun olur.

Allah korusun, i’tikâd edilecek şeylerde bir sarsıntı olursa, kıyâmetde. Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İ’tikâd doğru olup da, işlerde gevşeklik olursa, tövbe ile ve belki tövbesiz de af olunabilir. Eğer af olunmazsa, Cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur. Görülüyor ki, işin aslı ve temeli, i’tikâdı düzeltmektir. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr buyurdu ki: “Bütün iyi hâlleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdını kalbimize yerleşdirmeseler, hâlimi harab; istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer, bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem.” Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Ehl-i sünnet i’tikâdından ayırmasın! İnsanların efendisi hürmetine ( aleyhisselâm ) duâmızı kabûl buyursun! Âmîn.

Lâhor’dan gelen bir talebe, Şeyh Ciyûn’un eski Nahhâs Câmii’nde Cum’a namazı kıldığını söyledi. Meyan Refi’uddîn onun iltifâtına kavuşduktan sonra, Kâdı Şeyh Ciyûn’un kendi bahçesinde bir câmi yaptırdığını söyledi. Böyle haberleri işittiğimiz için, Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ böyle iyi işleri arttırsın! Böyle haberleri işitince, çok, hem de pekçok sevinmekteyiz.

Muhterem Seyyid hazretleri! Bugün, müslümanlar kimsesiz kaldı, İslâmiyete yardım için, bugün az birşey vermek, binlerce altın vermiş gibi kıymetli olur. Hangi talihli kimseye bu büyük ni’meti ihsân ederlerse, ona müjdeler olsun! Dînin yayılmasına, İslâmiyetin kuvvetlendirilmesine çalışmak, her zaman iyidir ve kim olursa olsun böyle çalışan, cihâd sevâbına kavuşur. Fakat, İslâm düşmanlarının her yandan saldırdığı bu zamanda, Ehl-i beyt-i nebeviden olan siz kahramanların yardım etmesi, elbette daha iyi, daha güzel olur. Çünkü Allahü teâlâ, İslâmiyet gibi en büyük ni’metini, kullarına, sizin yüksek ceddîniz ile gönderdi. Sizin yardımınız, kendi yaptığı şeye yardım etmek olur. Başkalarının yardımı ise böyle olmaz, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) tam vâris olabilmek, bu büyük işi yapmakla olur. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Eshâbına karşı buyurdu ki: “Siz, öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının onda birini yapmaz iseniz, helak olur, Cehenneme gidersiniz. Sizden sonra öyle müslümanlar gelecek ki, Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının onda birini yapabilseler Cehennemden kurtulurlar.” işte bizim zamanımız, o zamandır ve müjdelenenler de, şimdiki müslümanlardır. Fârisî beyt tercümesi:

Se’âdet topu, ortaya kondu.
Topu kapan yok, erlere noldu?

Bu yakınlarda, mel’ûn Guvendval kâfirinin öldürülmesi çok güzel oldu. Onun ölümü, Hindûların burunlarının kırılmasına sebeb oldu. Ne niyetle olursa olsun, niçin öldürüldü ise öldürülsün. İslama saldıranların alçalması, müslümanlar için bir kazançdır. O kâfir öldürülmeden önce rü’yâda, devlet reîsimizin, kâfirlerin liderlerinin başını kesdiğini görmüşdüm. Doğrusu, o kâfir, düşmanların önderi ve kâfirlerin şefleri idi. Allahü teâlâ, o alçakları yardımsız bıraksın!

İslâmiyetin ve müslümanların yükselmesi, kâfirlerin ve kâfirliğin kıymetden düşmesine, aşağı olmasına bağlıdır. Allahü teâlâ, zımmîlerden cizye almağı emreyledi. Onlardan bu vergiyi almak, onları aşağı kılmak içindir. Kâfirler ne kadar yükselirse, müslümanlar da o kadar alçalır. Bu inceliği iyi anlamalıdır. Çok kimse, bu bağlılığı anlayamıyor. Bu yüzden dinlerini yıkıyorlar. Allahü teâlâ, Tövbe sûresinin, 73. âyetinde meâlen; “Ey sevgili Peygamberim ( aleyhisselâm )! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihâd et, döğüş! Onlara sert davran!” buyurdu. Kâfirlerle döğüşmek, onlara sert davranmak, dinde zarurî lâzımdır. Ya’nî îmânın şartıdır. (Fakat, cihâdı hükümet yapar. Devletin ordusu yapar. Müslümanların cihâdı, asker olarak hükümetin verdiği vazîfeyi yapmakdır.)

İslâmiyetin emirlerini bildirmek için, hârika işler yapmak, kerâmet sahibi olmak şart değildir. Bilenlerin, bilmeyenlere öğretmeleri lâzımdır. Elimde gücüm, kuvvetim yokdu da, İslâmiyetin yasak etdiği şeylerin kötülüklerini söyliyemedim diyerek, özür ve bahâne ileri sürmek, kıyâmetde insanı azâbdan kurtaramayacakdır. İnsanların en iyileri olan peygamberler (aleyhimüsselâm), İslâmiyetin emirlerini, yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri mu’cize isteyince; “Mu’cizeleri Allahü teâlâ yaratır. Bizim vazîfemiz O’nun emirlerini bildirmekdir” buyururlardı. Allahü teâlâ, dilerse ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, saadete kavuşmaları için, o anda mu’cize yaratırdı. Her ne olursa olsun, İslâmiyeti bildirmek, gençlere öğretmek, fâidelerini açıklamak, düşmanların yalanlarını, iftirâlarını cevaplandırmak elbette lâzımdır. Bilenler, bildirmezlerse, cezadan, azâbdan kurtulamayacaklardır. Bu vazîfeyi yaparken, fitne çıkarmamağa dikkat etmelidir. Dikkatle çalışırken, kendine bir sıkıntı gelirse, bunu ni’met bilmelidir. Peygamberler (aleyhisselâm), Allahü teâlânın emirlerini bildirirken, görmedikleri sıkıntılar, çekmedikleri işkenceler kalmadı. Onların en üstünü Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Hiçbir peygambere, benim çekdiğim eziyet çektirilmedi.” Fârisî beyt tercümesi:

Ömür geçdi, derdimi anlatmak bitmedi,
Bitireyim artık, gece devam etmedi.

Vesselâm.

[/toggle]

[toggle title=”Mübarek Sözleri” load=”hide”]“Edebi gözetmek, zikrden üstündür. Edebi gözetmeyen, hakka kavuşamaz.”

“Ehlin gönlü için (ailenin gönlünü almak için) günah işlemek ahmaklıktır.”

“Eshâb-ı Kirâm sohbet ile yükseldi. Eshâb-ı Kirâm, dîni bildirenlerdir.”

“Eshâb-ı Kirâma dil uzatan dîni yıkar. Eshâb-ı Kirâmın îmânda ayrılıkları yoktur.”

“Eshâb-ı Kirâmın hepsi, evliyânın hepsinden üstündür.”

“Farzı bırakıp, nafile ibâdetleri yapmak boşuna vakit geçirmektir.”

“Felâsifenin (filozoflar) kısa görüşleri, yalnız madde âlemini görmektedir.”

“Gına sahiblerinin ya’nî zenginlerin, alçak gönüllü olması güzeldir. Fakirlerin ise onurlu olması lâzımdır.”

“Haram sebeple elde edilen herşey de haramdır.”

“Havf (korku), gençlikte; recâ (ümîd), ihtiyârlıkta olmalıdır.”

“Hayr, Allahü teâlâdan gelendedir.”

“Her sabah ve akşam yüz kerre; “Sübhânellahi ve bi-hamdihi” demelidir.”

“Her ne ki kalbin huzûruna yardım ede, mübârektir.”

“Her hatıra geleni yapmağa kalkışmamalıdır.”

“Herşeye kalbi bağlamaktan kurtulmadıkça, Hak teâlâya bağlanılamaz.”

“İbâdet-i gayrdan (başkasına tapınmaktan) kurtulmak için, Allahü teâlâdan başka birşey istememelidir.”

“İbâdetin hâlis olması için mâsivâya köle olmakdan kurtulmalıdır.”

“İhlâs ile yapılan bir iş, senelerce yapılan ibâdetlerin kazancını hâsıl eder.”

“İctihâd ve kıyas; âyetlerin ve hadîslerin ma’nâlarını açığa çıkarmaktır.”

“İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak, daha sonra tasavvuf yolunda ilerlemektir.”

“İslâmın temeli; Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine inanmak ve yapmaktır.”

“Kalbe gelen lekeleri temizlemek için; tövbe, istiğfar, pişmanlık ve iltica (sığınma, yalvarma) etmelidir.”

“Kalbin tasviyesi (temizlenmesi); İslâmiyete uymakla, sünnetlere yapışmakla, bid’atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve rehberi (doğru yolu gösteren âlimi) sevmek bunu kolaylaştırır.”

“Kalbin birçok şeyleri sevmesinin sebebi, hep o birşey içindir. O da nefsdir.”

“Kâfirlere Kıymet vermek müslümanlığı aşağılamak olur.”

“Kelâm-ı ilâhi’nin tefsîri; nakil ile, işitmekle olur.”

“Kelime-i tevhîd; putlara ibâdeti bırakıp, Hak teâlâya ibâdet etmek demektir.”

“Küfür, nefs-i emmârenin isteklerinden hâsıl olur.”

“Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir.”

“Maraz-ı kalbi (kalbin hasta olması), Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına kalbin inanmaması demektir.” “Maraz-ı kalbi, kalbin mâsivâya (Allahü teâlâdan başka şeylere) bağlanmasıdır.”

“Maraz-ı kalbiye tutulmuş olanların hiçbir ibâdeti ve tâati fâideli olmaz.”

“Mâsivâ, mahlûklar demektir.

Akla hayâle gelen, düşünülen, görülen herşey mâsivâdır.”

“Mekrûhtan sakınmak ve bir edebi gözetmek; zikrden, fikirden ve murâkabeden daha fâidelidir.”

“Meyyite (ölüye); duâ, Fâtiha, sadaka ve istiğfar ile yardım etmelidir.”

“Minnet ve sıkıntıya katlanmak, muhabbet sahiblerine lâzımdır.”

“Mübah olan şeyleri lâzım olunca kullanmalıdır. Mübahları, kulluk vazîfesini yapmak için niyet ederek kullanmalıdır.”

“Mübahları gelişi güzel kullanan, şüpheli şeyleri yapmağa başlar. Şüphelileri yapmak da harama yol açar.”

“Büyükleri sevmek saadetin sermâyesidir. Muhabbete müdâhâne (gevşeklik) sığmaz.”

“Nefs bir merkez bir santraldir. Duygu organları onun âletleridir.”

“Nefs bir kötülük deposudur. Kendini iyi sanarak Cehl-i mürekkeb olmuştur.”

“Nefse, günahlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevâbtır.”

“Nefs-i emmâre, hiç kimsenin emri altına girmeyip, herkese emretmek ister.”

“Nefs-i emmâreyi yıpratmak, azgınlığını önlemek için dîne uymaktan başka çâre yoktur.”

“Namazda hâsıl olan lezzetlerde, nefsin nasîbi yoktur.”

“Namazın mi’râc olması bu ümmete mahsûstur.”

“Uyku zamanında yüz kere tesbih (sübhânellah demek), tahmîd (elhamdülillah demek) ve tekbîr (Allahü ekber demek) okumak, kendini hesaba çekmek sayılır.”

“Razzâk olan Hak teâlâ, rızıklara kefil olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır.”

“Se’âdet, ömrü uzun ve ibâdeti çok olanındır.”

“Saâdet-i ebediyyeye kavuşmak, peygamberlere uymağa bağlıdır.”

“Sohbeti ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü, bütün üstünlüklerin ve kemâllerin üstüdür.”

“Sünnet ile bid’at arasında şüpheli olan bir işi terk etmelidir.”

“Sünnet ile bid’at birbirinin zıddıdır. Birini yapınca öteki yok olur.”

“İslâmiyete uymadan, azâbdan kurtulmak olmaz.”

“İslâmiyete uymak, nefsin isteklerini bırakmak demektir.”

“İslâmiyete uymayan kimse, Allahü teâlâya kavuşamaz.”

“İslâmiyete uygun olmayan sözler ve işler, insanı felâkete sürükler.”

“Şeytan, (Allahü teâlâ rahimdir af eder) diyerek insanı günah işlemeğe sürükler. Hâlbuki kıyâmet günü düşmanlara merhamet olunmayacaktır.” “Şeytan, kötülükleri iyilik şeklinde gösterip insanları aldatır.” “Şöhret, âfettir.”

“İstemek, kavuşmanın müjdecisidir. Yanıp yakılmak da kavuşmanın başlangıcıdır.”

“Taleb (istemek), büyük ni’mettir. Ni’meti elden kaçırmamak için, onun şükrünü yerine getirmek lâzımdır.”

“Tâlib olmayan kimse, tâlib olmayı istemelidir. Bu istek de büyük ni’mettir.”

“Talibin nefse uymaması lâzımdır. Bu da vera’ ve takvâ ile olur ki, haramlardan sakınmalıdır.”

“Talibin yalvarması ve çok sevmesi lâzımdır.”

“Tasdik demek, kalbin şüphesiz inanmasıdır. Bilmek, anlamak demek değildir.”

“Tekmîl-i sınâ’at telâhuk-i efkâr iledir. Ya’nî san’atların, fenlerin gelişmesi, buluşların birbirine eklenmesi iledir.”

“Zâhid, dünyâya gönül bağlamadığı için, insanların en akıllısıdır.”

“Zekât niyeti ile bir kuruş vermek, dağlar kadar altını sadaka olarak vermekten kat kat daha sevâbdır.”

“Sâlih ameller İslâmın beş şartıdır. Sâlih amelleri yapmadan kalb selâmette olmaz.”

“Cennet ile Cehennemden başka ebedî bir yer yoktur. Cennete girmek için îmân ve dînin emirlerine uymak lâzımdır.”

“Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhıret bir arada olmaz. Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır. Dünyâya düşkün olanlar âhırette zarar görür. Dünyâya düşkün olmamanın ilâcı, İslâmiyete uymaktır.”

“Bu zamanda dünyâyı terk etmek çok zordur. Dünyâyı terk lâzımdır. Hakîkaten terk edemeyen, hükmen terk etmelidir ki, âhırette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük ni’mettir. Bu da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dînin hududundan dışarıya taşmamakla olur.”

“Dünyâyı terk etmek iki türlüdür; birincisi, mübahların, zarûret miktarından fazlasını terktir. Bu çok iyidir, ikincisi, haramları ve şüphelileri terkedip yalnız mübahları kullanmaktır. Bu zamanda bu da iyidir.”

“Tesbih okumak (sübhânellah demek), tövbenin anahtarı ve hattâ özüdür.”

“Tövbe yapabilmek, Hak teâlânın büyük ni’metidir.”

“Ulemâ-i din (iyi din adamları, hakîki din âlimleri), dünyâ ni’metlerinden vazgeçmişlerdir. Dîni yaymaktan ve dîni kuvvetlendirmekten başka şey düşünmezler.”

“Ulemâ-i dünyâ (dünyâya düşkün olan kötü din adamları), dünyâ ve dünyâ ni’metleri arkasında koşarlar. Bunlarla arkadaşlık etmek zararlıdır. Kötülükleri herkese bulaşır.”

“Ulemâ-i sû’ (kötü din adamları) insanların doğru yoldan sapmalarına sebep olurlar.”

“Rü’yâlar güvenilecek şey değildir. Uyanık iken ele geçen kıymetlidir.”

“Vakit çok kıymetlidir. Kıymetli şeyler için kullanmak lâzımdır, işlerin en kıymetlisi sahibine hizmet etmektir. (Ya’nî Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmektir.”

“Gençlik zamanında dînin emirlerine uymak, dünyâ ve âhıret ni’metlerinin en üstünüdür.

“Annenin yavrusuna fâidesi olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyâmet günü için, hazırlık yapmayana yazıklar olsun!”

“Âyet-i kerîmede; “Vallâhu basîrun= Allah onların ne yaptıklarını görmektedir” buyuruldu. Allahü teâlâ herşeyi gördüğü hâlde (insanlar) çirkin işleri yaparlar. Aşağı bir kimsenin bile bu işleri gördüğünü bilseler, vaz geçerler yapmazlar. Bunlar ya Hak teâlânın görmesine inanmıyorlar, Yâhud onun görmesine kıymet vermiyorlar, îmânı olana her ikisi de yakışmaz.”

“Velîlerin hiçbiri, peygamber mertebesine varamaz.”

“Velîlerin hiçbiri, Sahâbî mertebesine çıkamaz.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki:

“Allahü teâlânın hayırlı işlerde kullandığı kimselere müjdeler olsun!”

“Her işi, dînini seven ve kayıran, doğru âlimlerin kitaplarından öğrenmelidir.”

“İyi kimselerle arkadaşlık kurmalı, kötü kimselerle arkadaşlıktan kaçınmalıdır.”

“Mâlâya’nî (boş şeyler) ile vakit geçirmek, Allahü teâlâdan uzaklaşmaya işârettir.”

“İhlâs ile yapılan küçük bir iş, senelerce yapılan ibâdetler gibi kazanç (sevâb) hâsıl eder.”

“Her ibâdeti seve seve yapmalı. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanlara hakkını ödemeğe titizlikle çalışmalıdır.”

“Dünyânın vefasızlıkta eşi yoktur, dünyâyı isteyenler de alçaklıkta ve bahillikte (cimrilikte) meşhûrdur. Azîz ömrünü, bu vefasızın ve değersizin peşinde harcayanlara yazıklar ve korkular olsun.”

“Gençlik çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslâmiyet bilgilerini öğreniniz ve bu bilgilere uygun olarak yaşayınız! Kıymetli ömrünüzü faydasız, boş şeyler arkasında, oyunla ve eğlence ile geçirmemek için uyanık olunuz.”

“İnsanlar riyâzet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki, dînimizin emr ettiği kadar yimek için dikkat etmek, binlerce sene nafile oruç tutmaktan daha fâidelidir.”

“Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini yemek istediği hâlde, dînimizin emr ettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyâzettir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür.”

“Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nafile ibâdet yapmaktan daha çok fâidelidir.” Fârisî beyt tercümesi:

“Allahtan başka her neye tapınsan, hepsi hiçtir.
Yazıklar olsun ol kimseye ki, bir hiç iledir.”

“Ölüm gelmeden önce, yapacak işi bilmeli, yüzü ak olarak, Allahü teâlâyı özliyerek can vermelidir.”

“Sebeplere yapışmak Allahü teâlâya güvenmeğe mâni değildir. Sebepleri ve onlardaki te’sîrleri de o yaratıyor.” Fârisî beyt tercümesi:

“Ne varsa güzel, Allah sevgisinden başka.
Hepsi cana zehirdir, şeker dahî olsa.”

“Herşey, Allahü teâlânın varlığını ve sıfatlarını gösteren, birer işârettir.”

“Hayrı ve şerri yaratan Allahü teâlâdır. İyilik istiyenlerden râzıdır. Kötülük istiyenlerden râzı değildir.”

“Birkaç günlük zamanı büyük ni’met bilerek, Hak teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır.”

“Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi, onun sevmediği yolda kullanmak, çok çirkin bir iştir.”

“Büyük ihsân ve iyilik, kerîmlere güç gelmez.”

“İnsan tedbir alır, sebeplere yapışır, takdîri bilmez. Allahü teâlânın takdîri, kulun tedbîri ile değişmez.” Beyt:

“Yüzlerce dile mâlik olsa da vücûdum.
Lütfunun şükrünü, nasıl yapabilirim.”

“Gökler, yıldızlar, elementler, canlılar yok idi. Hepsi Allahü teâlânın yaratması ile var oldu.”

“Şefaatçi aramak tövbenin bir parçasıdır.” Beyt:

“Kendinden haberi olmayan kimse
Nerede kaldı başka şeyleri bile.”

“Ölmek, felâket değildir, öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir.”

“Sonsuz kurtuluşa kavuşmak için, üç şey muhakkak lâzımdır ilim, amel, ihlâs.”

“Ölülere duâ ve istiğfar etmekle ve onlar için sadaka vermekle, imdatlarına yetişmek lâzımdır.”

“Dünyâyı ele geçirmek için âhıreti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak anmaklıktır.

“Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi seâdet zan etmemeli, nefse güç ve acı gelenleri de şekavet ve felâket sanmamalıdır.”

“Birkaç günlük zamanı büyük ni’met bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır.”

“İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran şey namazdır.”

“Câhillerin, büyüklere dil uzatmalarına sebeb olmayınız! Her işinizin İslâmiyete uygun olması için, Allahü teâlâya yalvarınız.” Beyt:

“Haramdan sakın, farzı yapmaya bak
Farzı yapmazsan, olur hâlin harâb.”

“Geçici lezzetlere, çabuk biten, tükenen dünyalıklara aldanmamalıdır.”

“İhsan sahibinin kapısı çalınınca açılır..”

“Gönül dalgınlığının ilâcı: gönlünü Allahü teâlâya vermiş olanların sohbetidir.”

“Dünyâ hayatı pek kısadır. Bunu en lüzumlu şeyde kullanmak gerekir. Bu en lüzumlu şey de, kalbini toparlamış olanların yanında bulunmaktır. Hiçbirşey sohbet gibi fâideli değildir.”
[/toggle]

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]1) Mektûbat-ı İmâm-ı Rabbânî

2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1023

3) Mebde’ ve Me’âd risalesi sh. 19

4) Zübdet-ül-makâmât sh. 126 vd.

5) Hadarât-ül-kuds sh. 30 vd.

6) Ümdet-ül-makâmât sh. 98 vd.

7) Visali Ahmedî (Bedreddîn Serhendî)

8) Makâmat-ı Ahmediyye (Ahmed Sa’îd Fârûkî)

9) Meslek-i İmâm-ı Rabbânî (Muhammed Sa’îd Nakşibendî)

10) Essebe-ül-esrâr fî medâric-ül-ahyâr (Muhammed Ma’sûm Ömeri)

11) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî (Muhammed Manzûr Nu’mânî)

12) Hazret-i Müceddid (Ebü’l-Hasen Zeyd Farûkî)

13) İmâm-ı Rabbânî (Muhammed Abdüşşükür)

14) Hazret-i Şeyh Ahmed Serhendî (Muhammed Eslem)

15) Hak Sözün Vesîkaları sh. 306

16) Eshâb-ı Kirâm sh. 147

17) Kıyâmet ve Âhıret sh. 168, 186

18) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 334

19) Reşehât zeyli sh. 19

20) Derer-ül-meknûnât (kenarı) sh. 52

21) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 330

22) Meslek-i Müceddid (Cemil Ahmed Şarkpûrî)

23) Makâmât-ı ahyar sh. 26

24) İrgâm-ül-merîd sh. 70

25) Hadâik-ül-verdiyye sh. 178

26) Hadîkat-ül-evliyâ sh. 97, 150

27) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 156

28) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 259

29) El-A’lâm cild-1, sh. 142

30) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 138
[/toggle]

Abdullah Dehlevi (k.s.)

Hindistan – Delhi

Altın silsilenin yirmidokuzuncu halkası yine Hind diyarından. Babası Şah Abdüllatif, Kadiri tarikatına bağlı. Oğlu doğmadan önce rüyasında Hz. Ali’yi gördü. Hz. Ali ona: “Oğluna Ali adını koymasını” söyledi. Bu yüzden oğlu doğduğunda babası ona “Ali” adını verdi. Ancak daha sonra kendisine “Gulam-ı Ali” denmeğe başlandı. “Gulam-ı Ali” Ali’nin hizmetçisi demekti. Daha sonra rüyasında Hz. Peygamber’in Dehlevi’ye bizzat ”Abdullah” diye hitap etmesi sonucu ” Abdullah Dehlevi” diye meşhur oldu.

Seyyid olup, Hazreti Ali efendimizin soyundandır. 1158 (m. 1745) senesinde Hindistan’ın Pencap şehrinde doğdu. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine talebe oldu. Onun sohbeti ve teveccühleri ile kemâle gelerek, zamanının bir tanesi oldu. Çok kerâmetleri görüldü. En büyük kerâmeti, kendisine gelen sâdık kimselerin kalblerine bir teveccüh ederek, feyz ve bereketle doldurmasıydı. Binlerce âşıkı bir bakışta cezbelere ve vâridât-ı ilâhiyyeye kavuştururdu. İnsanların Cehennemden kurtulması için zamanın sultanlarına, komutanlarına, beylere, âlimlere, cemiyete hükmeden kimselere mektûplar yazar, onlara nasîhatlarda bulunurdu. Çeşitli memleketlere göndermiş olduğu mektûplarından yüzyirmibeş adedi, talebelerinden Rauf Ahmed Müceddidî tarafından toplanarak, “Mekâtîb-i şerîfe” ismi verildi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, 1240 (m. 1824) senesinde Delhi’de vefât eyledi. Şah Cihan Câmii yakınındaki kendi dergâhında, mermerden yapılmış mezar içinde, üstâdının yanında ve onun batı tarafında medfûndur. Binlerce âşıkı her zaman ziyârete gelmekte, onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedir.

Abdullah-ı Dehlevî, küçük yaşından i’tibâren babasının yanında ilim öğrenmeye başladı. Onüç yaşına gelince, babası onu, kendi hocası olan Nâsırüddîn hazretlerinin sohbetinde bulunup, ilim öğrenmesi için Delhi’ye götürdü. O sırada Şeyh Nâsırüddîn vefât ettiği için görüşmek mümkün olmadı. Bunun üzerine babası; “Ey oğlum! Ben seni üstadım Nâsırüddîn hazretlerinden ilim öğrenip, onun terbiyesi altında yetişmen için getirmiştim. Ne yapalım, nasip değilmiş. Şimdi serbestsin. Mübârek kalbine nereden bir ma’rifet kokusu gelir, seni yetiştirecek bir âlim ve velî bulabilirsen, ona gidip büyüklerin yolunu öğrenebilirsin” dedi. Abdullah-ı Dehlevî, bunun üzerine Delhi’de Allah adamlarının sohbetlerinde bulunmaya gayret etti. Evliyânın büyüklerinden Hâce Zübeyr, onun halîfelerinden Ziyâullah ve Abdüladl, Hâce Nâsırüddîn’in oğlu Hâce Mîr Dürer, Mevlânâ Fahreddîn, Fahr-i Cihân-ı Çeştî Dehlevî, Hâce Nânû, Hâce Gulâm-ı Çeştî gibi büyük zâtların sohbetleriyle şereflendi. Yirmiiki yaşına kadar onlardan tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri öğrendi. Tasavvuf yolunda yetişip büyük bir velî olmak için çalıştı. Yirmiiki yaşından sonra, zamanın bir tanesi, dünyânın en büyük âlim ve evliyâsı, insanları hakka da’vet eden, Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) gelen feyz ve bereketleri alıp başkalarına aktarabilen, velîler zincirinin halkalarından Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleriyle karşılaştı.

Seyyid Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın kendisini talebeliğe kabûl buyurması için yalvardı. O da; “Evlâdım! Bizim yolumuz, tuzsuz taş yalamak gibidir. Bunun için sen kendine, zevk ve şevk ile dolu olan yerler bul” buyurdu. Onun büyüklüğünü anlayan Abdullah-ı Dehlevî ise; “Ben de tuzsuz taş yalamayı arzu ediyordum. Bunu hepsinden çok seviyorum. Ne olur bu fakiri kabûl buyurunuz” dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân “Peki” buyurup kabûl etti. Önce zâhirî ilimleri öğretti. Zamanın fen ilimlerinde yetiştirdi. Sonra da tasavvufta yetiştirmeye başladı. Nakşibendiyye yolunun edeblerini öğretti. Onbeş sene Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın şerefli sohbetinde bulundu. Huzûrunda nihâyete kavuşunca, ya’nî evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşınca, kendisine Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye ve Kübreviyyede irşâd için icâzet verdi.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, hocasının vefâtından sonra talebe okutmağa başladı. Âlim ve sâlihlerden yüzlerce kimse, uzak yolculuklara katlanarak Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzûruna koştular. Onun hizmetiyle şereflenip, kalblere deva olan sohbetlerine kavuştular. Teveccühleri bereketiyle yüksek makamlar sahibi oldular. Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) i’tibâren gelen nübüvvet yolunun feyzlerine mazhar oldular. Bunların en başta geleni, Bağdat’tan gelen Mevlânâ Hâlid hazretleridir.

Abdullah-ı Dehlevî, günlük hayâtını hadîs-i şerîflere uygun olarak geçirirdi. Çok az uyurdu. Teheccüd namazına kalktığında, talebelerini de uyandırırdı. Namazdan sonra yatmaz, Kur’ân-ı kerîm okur, murâkabe ve Allahü teâlâyı zikr ile meşgûl olurdu. Sabah namazını evvel vaktinde cemâatle kılar, talebeleriyle birlikte işrak vaktine kadar murâkabe ve Allahü teâlânın yüce ism-i şerîfini kalbleriyle anarlardı. Her bir talebesine ayrı ayrı teveccüh ederek, onların tasavvuf yolunda ilerlemelerini sağlardı. İşraktan sonra talebelere hadîs-i şerîf ve tefsîr dersi verirdi. Ziyâret için gelenlere ikramlarda bulunur, onlarla kısaca görüşür, sıkıntılarını giderdikten sonra gitmelerine müsâade ederdi. Makam sahibi olanlara da aynı muâmeleyi yapar, diğerlerinden ayırt etmezdi.

Cömertliği dillere destan idi. Hayası o kadar çoktu ki, insanlarla göz göze gelmemeye çalışır, aynada kendi yüzüne dahî bakmazdı. Müslümanlara o kadar şefkatli ve merhametli idi ki, kendisine kötülük yapanlara bile gece seher vakitlerinde duâ ederdi. Hâkim Kudretullah Hân, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin komşusu idi. Çoğu zaman Abdullah-ı Dehlevî’yi gıybet eder, aleyhinde konuşurdu. Birgün hapse düştü. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri onu hapishâneden çıkartmak için her türlü çâreye başvurdu. Hapisten çıktığında yaptıklarına utanıp, Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûruna geldi. Tövbe ettiğini bildirdi ve ona çok bağlı talebelerinden oldu.

Abdullah-ı Dehlevî her zaman şehîd olmayı arzu ederdi. Lâkin buyururlardı ki: “Mürşidim ve üstadımın, ya’nî Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin şehîd edilmesinden insanlara çok sıkıntılar geldi. Üç sene büyük kıtlık olup, binlerce insan öldü. Yine o şehîdlik hâdisesi üzerine insanlar arasında olan kavga ve gürültülerde ölenler, herkesin bildiği gibi yazıya sığmayacak kadar fazla oldu. Onun için şehîd olmaktan vaz geçtim.” Abdullah-ı Dehlevî’nin son hastalığında basur ve kaşıntısı arttı. Bu sırada Luknov’da bulunan Ebû Sa’îd Fârûkî’ye kısa zamanda birçok mektûplar yazıp; “Benden sonra yerime siz oturursunuz” dediler. Bu haberler üzerine Ebû Sa’îd çok şaşırdı. Çoluk çocuğunu Luknov’da bırakıp sür’atle geldi. Huzûrlarına gelince; “Sizinle karşılaştığım zaman içimden çok ağlayacağım diyordum. Fakat öyle bir vakitte geldiniz ki, ağlayacak gücüm de yok” buyurup, çok ihsânlarda bulundular. Âdetleri öyle idi ki, hastalandığında vasıyyetname yazdırırlardı. Şimdi de hem yazdırdılar, hem söz ile anlattılar ve buyurdular ki: “Devamlı zikrediniz. Büyüklere bağlılığımızı muhafaza ediniz. Güzel ahlâklı olup, insanlarla iyi geçininiz. Kaza ve kader husûsunda nasıl ve niçini bırakınız. Yol kardeşleri ile birlik olmayı lâzım biliniz. Fakr, kanâat, rızâ, teslim, tevekkül ve feragat üzere olunuz. Benim cenâzemi, âsâr-i nebeviyyenin bulunduğu Delhi’deki Büyük Câmi’ye götürünüz Allahın Resûlünden ( aleyhisselâm ) şefaat isteyiniz.” Yine buyurdu ki: “Hazret-i Hâce Behâeddîn Nakşibend (r.aleyh); “Bizim cenâzemizin önünde;

Huzûruna müflis olarak geldim,
Yüzünün güzelliğinden birşey isterim.

Şu boş zenbilime elini uzat,
O mübârek eline güvenirim

beytlerini okuyun” buyurmuşlardı.

Ben de, bu şiirin ve ayrıca aslı Arabî olan şu şiirin güzel sesle okunmasını istiyorum:

Kerîmin huzûruna azıksız geldim,
Ne iyiliğim var, ne doğru kalbim,
Bundan daha çirkin hangi şey olur?
Azık götürürsün, O ise kerîm.”

Cumartesi günü idi. Mevlevî Kerâmetullah Sâhib’e; “Çabuk Meyan Sâhib’i (ya’nî Şah Ebû Saîd’i) (rahmetullahi aleyh) çağırınız” buyurdular. Mevlevî Sâhib ecele kalkıp, Ebû Sa’îd hazretlerini çağırdı. Kapıdan içeri girince, bakışlarını ona çevirdi ve bu hâlde, 22 Safer 1240 (m. 1824) senesinde, kuşluk vakti murâkabe hâlinde iken, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan ayrıldılar. İnsanlık için büyük üzüntü ve zarar olan vefâtı haberini duyan binlerce insan toplandı. Cenâze namazı, Büyük Câmi’de kılındı. Şah Ebû Sa’îd imâm oldu. Cenâzesı, üstâdı Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin medfûn bulunduğu kabrin sağ yanına defnolundu.

Şimdi orada bulunan üç kabirden biri de Şah Ebû Sa’îd hazretlerinindir. Hacdan dönerlerken Tunek’de vefât etti. Cenâzesini oradan getirip, Abdullah-ı Dehlevî’nin sağ yanına defnettiler. Bu duruma göre, Abdullah-ı Dehlevî’nin mezârı ortada olandır. Abdullah-ı Dehlevî’nin vefâtı için; “Nevverallahu madca’ahü: Allahü teâlâ kabrini nûrlandırsın” “Can be-Hak Nakşıbend-i sânî dâd: İkinci Nakşibend hakka can verdi” târih düşürüldü. Şâh Rauf Ahmed de pek güzel bir ruba’i söyledi ki şöyledir:

Zamanının kayyûmu Şâh Ahdullah-ı Dehlevî,
Vefât etti, açıldı ona, Cennât-i kerîm
Kalbimden vefâtına târih aradım, buldum:
Fî ravhın ve reyhânın ve Cennât-in-na’îm (1240)

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin en büyük kerâmeti, yetiştirdiği binlerce âlim ve evliyadır. Bunların içinde en büyükleri şunlardır: Mevlanâ Hâlid Ziyâeddîn Bağdâdî, Ebû Sa’îd Fârûkî, Mevlânâ Besâretullah, Mevlânâ Pîr-zâde, Rauf Ahmed, Mevlanâ Muhammed Can, Mevlanâ Fadıl Gulâm, Mevlânâ Şeyh Sa’dullah Sahib, Mevlânâ Şeyh Abdülkerîm, Mevlânâ Şeyh Gulâm Muhammed, Mevlanâ Abdürrahmân, Mevlânâ Seyyid Ahmed, Mevlânâ Seyyid Abdullah Magribî, Mevlânâ Pîr Muhammed Mevlânâ Muhammed Münevver.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, “Makâmât-ı Mazhariyye” isimli eserinde, mübârek hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ı pek güzel anlatmaktadır. “Mekâtib-ı şerîfe” isimli kitabı ise, çok fâideli bilgi ve sırları açıklayan bir hazînedir. Bu kitaptan birkaç mektûp Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye isimli eserde, Türkçeye tercüme edilmiştir. Bu mektûpları okuyanlar Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilminin, derecesinin yüksekliğini açıkça görmektedir. Talebelerinden Rauf Ahmed Müceddidî, hocasının son bir sene içinde yaptığı sohbetleri yazarak, bir kitap hâlinde toplamıştır. Bu kitaba; “Dürr-ül-me’ârif” ismini vermiştir ki, çok fâideli bir eserdir. Bu iki kitap, Hakîkat Kitabevi tarafından neşredilmiştir.

[toggle title=”Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretlerini, Dîvân’ında şöyle anlatmaktadır:” load=”hide”]
“Mübârek hocam karanlık ufukları aydınlatıp, mahlûkâtı dalâletten hidâyete kavuşturmaya vesile oldu.

Bu büyük zât, Gulâm Ali Abdullah’dır ki, bir teveccühü ile çürümüş kemikler dirilir.

Onu anlatmak kelimelerle ifâde etmek öyle kolay değildir. Ancak edibler onu anlatmak için, temsil yapıp, misâl vermekte bir beis görmediler.

O, bir fazilet denizi bir cömertlik ve kerem dağıdır. Her fazilet ve iyi hallerin kaynağı, menbaıdır.

O, hidâyet yıldızı, karanlık gecelerin dolunayı, takvâ ummanı, feyzler definesi, yüksek hâller ve kerâmetler hazinesidir.

O, hilmde yer, vekarda dağlar, ziya bakımından güneş, yükseklikte semâ gibidir.

O, dîn-i İslâmı en güzel bilen bir kaynak, irfan ma’deni, mahlûkâtın yardımcısı, iyilik ve ihsân menbaıdır.

O, Allahü teâlâya kavuşturucuların kutbu, evtâdın rehberi, mahlûkların gavsi (yardımcısı), ebdâl isimli Hak âşıklarının maksadı, hedefidir.

O, mahlûkların şeyhülislâmı, müslümanların baş tacı, büyüklerin reîsi, müşkillerde müracaat yeridir.

Gizli bir rehberlikle en iyiye götürücü, en iyi yol göstericidir. Bütün gücü ile insanları Allahü teâlâya da’vet edici, çağırıcıdır.

O, âlemlerin Rabbinin sevdiği bir kuldur. Kim onun gösterdiği doğru yoldan giderse, sen o kimseye; “Ey emsallerine rehber olan zât” diye hitâb et.

Nefsi hevasının bukağısıyla bağlanmış nice câhilleri, o, bir nazarla, teveccühle nefsinin elinden kurtarmıştır.

Nice kâmil velîler, ondan yüzçevirdiği için yüksek hâllerden ve ma’rifetlerden mahrûm kalmıştır.

Onun yüksekliğini inkâr eden nice kimseler helak olmuş, Allahü teâlânın şiddetli azâbına yakalanmıştır.

O, noksan olanların kemâle gelmesine vesile olan, bütün kemâl ehlinin de noksanını tamamlayandır.

Şânı yüce Allahü teâlâ, onu, azamet ve heybet kubbesi altında gizlemiştir.”
[/toggle]

[toggle title=”Mübarek Sözleri” load=”hide”]
“Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin, günahların başıdır. Günahların başı da küfürdür.”

“Hizmet görmek isteyen, hocasına hizmet etsin.”

“Talibin her vakit, her ibâdetten ayrı ayrı lezzet alması lâzımdır. Namazda nasıl hâllere kavuştuğunu, Kur’ân-ı kerîm okurken nasıl bir bağlılığın zuhur ettiğini, hadîs-i şerîf dersinde nasıl şevklerin hâsıl olduğunu, Kelime-i tevhîd söylerken nasıl bir zevkin meydana geldiğini bilmelidir. Bunun gibi şüpheli lokmalardan nasıl bir zulmetin yükseldiğini ve diğer günahları da buna benzeterek te’sîrlerini bilmelidir.”

“Zevk, şevk, keşf ve kerâmet peşinde olan, Allahü teâlâyı arayıcı değildir.”

“Nefsinin arzularına tâbi olan, Allahü teâlâya nasıl kul olur? Ey insan! Kime tâbi isen onun kulu olursun.”

“Müceddidî yolu, dört feyz denizini birlikte bulundurur: Nakşibendî, Kadirî, Çeştî ve Sühreverdî. Lâkin birincisi galiptir.”

“Bu fakirin rûhâniyetine teveccüh ediniz! Yahut, Mirzâ Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın mezarına gidip, onun rûhâniyetine teveccüh ediniz! Ona teveccüh edince, Allahü teâlânın feyzlerine kavuşulur. O, zamânımızdaki binlerce diriden daha fâidelidir.”

“Yemekde, bir nefsin rızâsı (beğenmesi), bir de nefsin hakkı vardır. Nefsin rızâsı, çok ve iyi yemekler yemektir. Nefsin hakkı ise, farzları ve sünnetleri yerine getirecek kadar kuvvet verecek gıdalardır.”

“Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bütün kemâlâtı kendinde toplamış idi. Ama o kemâllerden, her asırdaki ümmetinde o vakte uygun olanlar zuhur etmiştir ve edecektir. Feyzler hazînesi olan mübârek bedeninin kemâlleri, aç durmak, cihâd ve ibâdet etmek olup, Eshâb-ı Kirâmda göründü. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mübârek kalbi ile alâkalı olan kemâller, istiğrak (nurlara gömülme), kendinden geçme, zevk ve şevk, âh, feryâd ve vahdet-i vücûd sırları olup, Cüneyd-i Bağdâdî’nin (r.aleyh) dilinden evliyâya verildi. Bâtın nisbetinde kendini yok etmek ve yok olmak, Nakşibendî büyükleri ile Hâce Nakşibend Muhammed Buhârî hazretlerinde ortaya çıktı. Şerefli Muhammed ismi ile alâkalı kemâl mertebeleri ve olgunluklar, Müceddîd-i elf-i sânî zamanında zuhur etti.”

“Duâ ederken nûrlar akıp gelir. Duânın kabûl olması yönünden bu bereketleri ayırmak zordur. Ba’zıları demişlerdir ki, eğer iki elde ağırlık hissedilirse, duânın kabûl alâmetidir. Biz de deriz ki, eğer sadrın inşirahı, ya’nî göğüste bir genişleme, kalbde bir açıklık hâsıl olursa, kabûl alâmetidir.”

“İnsanlar dört kısımdır: “Nâmerdler, merdler, civânmerdler ve ferdlerdir. Dünyâyı isteyen nâmerd. âhıreti istiyen merd, âhıretle birlikte Hak teâlâyı isteyen civânmerd, yalnız, Hakkı isteyen ferddir.”

“Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) üveysî olmak isteyen, yatsı namazından sonra, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek ellerini, kendi elinde imiş gibi tutup şöyle demelidir: “Ey Allahın Resûlü, sana beş şeyde bî’at ettim: Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü demek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan’da oruç tutmak ve gücüm olduğunda Kâ’be’ye gidip haccetmek.” Birkaç gece bunu yapmalıdır. Eğer büyüklerden birine üveysî olmak istiyorsa, yalnız olarak oturup, iki rek’at namaz kılıp, sevâbını onun rûhuna göndermeli ve rûhuna müteveccihen oturmalıdır.”

“Allahü teâlâ bana öyle bir idrâk, ya’nî anlama kuvveti ihsân etti ki, bedenim de, kalb gibi oldu. Önden, arkadan, sağdan, soldan kim gelirse bilirim.”

“Sa’dî Şirâzî, Sühreverdî yolunda, anlayış sahibi idi. İki sözde tasavvufu ne güzel anlatır.

Âlim, mürşid, üstâd Şihâbüddîn Sühreverdî. Bana unutulmayan iki nasihat verdi.

Biri, asla kendini hiç iyi bilmemektir,
Diğeri, başkasını hiç kötü görmemektir.”

“Bizden konuşan, bizim elbisemizi giyinir ve bizim tavrımızı seçmiş olur.”

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin Mekâtib-i şerîfe adında bir mektûbâtı vardır. Farsçadır. Çok hoş, çok tatlı, fâideli ve bereketli bir eserdir. Mektûplarından ba’zı bölümler aşağıdadır:

“Allahü teâlâya, çok, temiz, sevdiği ve beğendiği gibi hamd-ü sena olsun. Ni’metlerine şükretmeyi, ni’metlerini arttırması için vesile kıldı. O’na, nasıl ve ne kadar hamd ve şükredeceğimizi bilemiyoruz. Zîrâ bizi Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden edip, Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdı ile şereflendirdi. Ehl-i sünnette, Şeyhayn’ı ya’nî Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömer’i diğer bütün ümmetten üstün tutmak, iki dâmâdı, ya’nî hazret-i Osman’la hazret-i Ali’yi sevmek, Ehl-i beyti sevmek ve ta’zim etmek, Eshâb-ı Kirâma (r.anhüm) hürmet etmek esastır. Bu sevgi ve ta’zim, îmân ve kurtuluşun iki esâsıdır. Yine Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize peygamberleri evliyâdan üstün tutma i’tikâdını ihsân eyledi.

Hiçbir velînin zevk, şevk, sır ve ilimleri, hiçbir peygamberin yüksek derecelerine ulaşamaz. Çünkü velîdekiler sıfatların, peygamberdekiler zâtın tecellîsinden hâsıl olmaktadır. Bunun için evliyâ, enbiyâya tâbi oldu. Hattâ Eshâb-ı Kirâmın da (r.anhüm) evliyâ üzerine üstünlüğü sabittir. Peygamberlerin en üstününün bereketli sohbetinde bulunmakla, ilâhî hikmet çeşmeleri ve nihâyetsiz feyz pınarları oldular ve Ümmet-i Muhammedin hidâyet ve saadetine çalıştılar. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) inâyet nazarlarından, kalblerinde öyle feyz ve nûr buldular ki, sabır, kanâat, tevekkül, rızâ ve teslimiyet, hayatlarının sermâyesi oldu. Teheccüd ve nafile ibâdetler, kendilerine güzel ahlâk oldu. Allahü teâlâya ve Resûlullaha ( aleyhisselâm ) olan aşırı muhabbetlerinden, îmân etmemiş akrabâları ile muharebeyi iki dünyâ saadeti ve kurtuluşu bildiler. Canları pahasına, din ve İslâmın yücelmesi için, cihâddan hiç geri durmadılar. Ya’nî diğer insanların müslüman olması için, onlara İslâmı duyurmak için, kendi canlarını verdiler.

O hâlde hiçbir velî, en aşağı derecedeki bir sahâbînin derecesine erişemez. Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) hepsine teşekkür etmek, bütün müslümanlara lâzım oldu. Allahü teâlâ onlara en iyi karşılıklar versin. Buradan Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek ve mukaddes sohbetinin ne kadar te’sîrli, bereketli olduğu anlaşılmaktadır. Önceki âlim ve evliyâ sonrakilerden üstündür. Yakînen biliyor ve inanıyoruz ki, evvelki büyüklerin bereketli terbiye ve telkinleri ile, sonrakilerde hâller, sırlar ve ma’rifetler hâsıl oldu. Bizim büyüğümüz hazret-i Müceddîd İmâm-ı Rabbânî buyurdu ki: “Şeyh Muhyiddîn İbni Arabî (r.aleyh), ma’rifet ve sırlarda İmâm ve rehberdir. Biz sona kalanlar, onların ni’met sofrasından birşeylere kavuştuk, üzerinde durulmamış ba’zı cüz’î şeyler, mes’eleler kalmıştı, onları açıkladık. Nitekim nahiv ilminin İmâmı Sibeveyh, Ahveş ve benzerleridir, İbn-i Hâcib, Radî ve benzerleri, ba’zı incelikleri ortaya çıkardılar. Fukahâdan sonra gelen âlimler, fer’î ve cüz’î çok mes’ele açıkladılar. Ama bütün bunlara, İmâm-ı a’zam ve İmâm-ı Muhammed’den (r.aleyhimâ) ettikleri istifâdelerle kavuştular.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, beyân eylediği kendi yolunun ilim, ma’rifet ve tarikat ıstılâhlarının hepsi, velîlerin üstadı Hace Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin onları terbiyesi ile hâsıl olmuştur.

Onlar, ya’nî İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Müceddîd-i elf-i sâni’dir. Hicri ikinci bin yılında İslâm dîninin yenileyicisi ve kuvvetlendiricisidir. Beyân ettiği hakîkatler, incelikler, ilâhî ma’rifetler, feyzler, bereketler, kalblere feyz akıtıp ıslâh etmeler, yüksek makamlar, Allahü teâlâya yaklaştırıcı dereceler hakkında bildirdikleri ile, sofiyye-i aliyyenin ilimlerini yenilemiş, zamanına kadar hiçbir tasavvuf kitabında bulunmayan mertebe, makam, ıstılâh ve hâllerden, sır ve ma’rifetlerden bahsetmiş, müceddidlik vazîfesini yapmıştır. O hâlde, inkarcılardan olma!

Bütün bunlar, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Hâce Ma’rûf-ı Kerhî, hazret-i Gavs-is-sekaleyn, Hâce Mu’înüddîn, Hâce Şâh-ı Nakşibend, Hâce Alâüddevle Semnânî ve hazret-i İmâm-ı Gazâlî (r.aleyhim) gibi hepsi müceddid idiler. Bunların nûrları, ilimleri, ma’rifetleri ve feyzleri, müceddid olduklarının delîlidir.”

“Yüksek makamlar ve beğenilen hâller sahibi. Allahü teâlâ size selâmet versin. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah. Münşî Na’îmüddîn Hân, iyi hâllerinizden çok bahsettiler. Bunun için, bu birkaç satır, kırık dökük ifâdeler yığını mektûbu yazdım ki, uzakta kalmış olanları inâyet nazarınızdan unutmayasınız ve teveccüh ediniz. Zîrâ bu ihtiyârın ömrü günah işlemekle geçti. Şikâyet, gıybet, dil uzatma, ayıblama, la’net etme, büyükleri anlayamama neticesi sitemler şeklinde açık günahlar, yahut huzûr içinde olmayan, tecvide riâyet edilmeden namaz kılma, boş ve lüzumsuz şeylerden kesilmeden oruç tutma, ma’nâsını düşünmeden Kur’ân-ı kerîm okuma ve boş vakitleri Allah korkusu ve huzûru ile geçirmeme ve sayılı nefesleri gafletle harcama şeklindeki diğer günahlar o kadar çoktur ki, amel defterimi kararttılar. Binlerce teessüfler, esefler olsun ki, cihan bahçesine gül için geldik, ama diken topladık. Hasretler, ziyanlar olsun ki, bize sıhhat, afiyet ve rahatlık verildi. Hepsinin şükründe kusur ve eksiklik eyledik. Pişmanlıklar olsun ki, Kur’ân-ı kerîm ve Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) gibi eşsiz iki ni’met ihsân olundu. Biz ise onların şükründe olacak yerde hâlâ gafletteyiz. Allah korusun. Hayretteyim. Yarın ne yüzle Allahü teâlânın ve Peygamberinin ( aleyhisselâm ) huzûrunda kabûl görürüz. Bu ne anlayışsızlıktır. Bu uygunsuzluk ve liyakatsizlikle, şefaat ve mağfiret derecesine ulaşmak çok zordur. Ancak Allahü teâlânın gadabını aşmış rahmeti, ümîdimizdir. Mücerred ihsânı ile muâmelesine güveniyoruz. Yoksa hiç özrümüz, özür dileyecek yüzümüz yoktur.

Ölüm başımızın ucunda, kıyâmet çok yakın, işe yarar hangi ameli işledik. İyiler Cennete girip, Cennet ni’metlerine ve Hakkın dîdârına kavuşurlar. Bizim gibi gafiller, ellibin senelik hesâb günü bizi hesaba çektirecek, bırakmayacak şeylerle meşgûlüz. Düşünmek lâzımdır ki, yarın hasret, ziyan elde kalmasın. Allah katında kıymetli kulların yaptıkları gibi, seher vaktinde kalkıp, gözlerden hasret gözyaşları akıtmağı, mücâhede ve can çıkarırcasına gayretle ibâdet ve kullukta bulunmayı Hak teâlâ nasîb eylesin. Hazret-i Münşî Na’îmüddîn Hân ve sevgili zât-ı âliniz, husûsî zamanlarınızda, yolda kalmış ihtiyârları hatırlayınız. Gıyabî duâ kabûle daha yakındır. Buradakiler ve bu fakîr size her zaman duâ ediyoruz. Allahü teâlâ iki dünyâ se’âdeti versin.”

“Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salât-ü selâmdan sonra, o bereketli memleketin (Orta Doğu) âlimleri, fâdılları, hafızları, emirleri, hâkimleri, şerîfleri ve ileri gelenleri! Hepinizin ma’lûmu olsun ki, zâhir ve bâtın faziletlerini, ya’nî İslâm dîninin görünen ve görünmeyen güzellik, üstünlük ve meziyetlerini kendinde toplamış olan Mevlânâ Hâlid (r.aleyh), gaybî işâretlerle, Hindistan’da, Şâhcihânâbâd’da (Delhi) bu aşağı kulun yanına geldi. Zikr, murâkabe ve diğer vazîfeler ile meşgûl oldu. Allahü teâlânın yardımı ve meşâyıh-ı Kirâmın vâsıtası ile kendilerinde huzûr, Cem’iyyet, kendinden geçme, cezbeler, varidat, keyfiyetler, hâller, nûrlar hâsıl oldu. Nakşibendîde, kalb nisbeti denilen mertebeye kavuştu. Bu hâl ve makamlarla, talibleri yetiştirmek ve Hakka kavuşturmak için, kendilerine icâzet ve hilâfet verilip, vatanına gitti. Büyük kabûl gördü ve o diyarda Ahrâriyye yüksek yolunu yaydı. Bunun için Allahü teâlâya hamd olsun!

Mevlânâ Hâlid’in eli benim elimdir. Onu görmek beni görmektir. Onu sevmek beni sevmektir. Bunun gibi onu sevmemek, ona düşman olmak da, bana ulaşır. Onun makbûlü, benim pîrân-ı kibârımın ya’nî Şâh-ı Nakşibend, Hâce Ubeydullah-i Ahrâr, Hâce Muhammed Bâkî-billah, İmâm-ı Rabbânî’nin (r.aleyhim) makbûlüdür. Mevlânâ Hâlid’e ta’zim ve hürmet etmek, o memleketteki Müslümanlara lâzımdır. Ona hayır duâ edip, çok yaşamasına, kaza ve belâlardan korunmasına duâ etmek ise bu fakîre vâcibdir. Hadîs-i şerîfde; “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olan kimsedir” buyuruldu.

Mevlânâ’nın varlığını büyük ni’met, onu sevmeyi ve edebini gözetmeyi vâcib biliniz. Hadîs-i şerîfde; “İslâmın dört cüz’ü vardır: Tevhîd ve ameller, îmân, ihsân ve kıyâmetin tasdiki” buyuruldu. İhsân mertebesi İslâm dîninin rûhudur. Sübhânellah! Mevlânâ Hâlid’in huzûr ve sohbetinde bu mertebe ele geçiyor. Âhırete yönelme kuvvetlenip, dünyâdan yüz çevirme, soğuma hâsıl oluyor. Eshâb-ı Kirâm (aleyhimürrıdvân) zamanında, Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) gelen feyzler, Eshâb-ı Kirâmın kalblerinde huzûra sebep olurdu. Peygamber efendimizden sonra, O’nu göremeyen evliyânın kalblerine gelen feyzler, dayanamayıp kendinden geçmelere, ızdırablara, velvele ve cezbelere sebep oldu. (Bu, Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) görememenin, kavuşamamanın neticesi idi.)

Sübhânellahi ve bihamdihi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, Mevlânâ Hâlid, bütün feyz ve hâl derecelerinden, nasîbini aldı ve taliblerin istidat ve kabiliyetlerine göre o feyzleri kalblerine akıtmakla meşgûldür. Böyle bulunmaz bir cevherin şimdi o memlekette olması, o ülkeler için saadet, ondan istifâde etmek istiyenler için, en büyük kurtuluş vesilesidir. Tasavvuf ehli arasında, hiçbir asırda, hiçbir devirde, onun kadar çok feyz toplamış bir başkasını bilmiyorum. Onu himâye, ona yardım, ihlâs, muhabbet ve ondan istifâde vâcibdir. Hâce Muhammed Bâkî’nin talebeleri içinde İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî’nin, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebeleri arasında, Seyyid Âdem Bennûrî’nin ve bu hiçbir işe yaramayanın talebeleri arasında Mevlânâ Hâlid hazretlerinin imtiyazları vardır. Belki bu kadar çok feyzler, o büyüklerin sohbetlerinde bile yoktu.

Elhamdülillah, tekrar elhamdülillah. Mevlânâ Hâlid’i çekemeyenlerin eziyet ve düşmanlıklarına mâni olunuz. Mübârek kalbini üzmesinler ve kılına kimseyi dokundurmasınlar ve bu hareketleri ile sevâba kavuşsunlar.

Yoksa yardımcı ve mu’în olmada Allahü teâlâ kâfidir.”

Şâh-ı Dehlevî Gulâm Ali Abdullah hazretleri, talebesinin büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye (r.aleyh) gönderdikleri bir mektûpda, Mevlânâ’nın derece ve faziletlerini uzun uzun anlattıktan sonra, İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) hakkında şöyle buyuruyor: “Âlimler ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır ki: “İmâm-ı Rabbânî’yi sevenler, mü’min ve müttekî olanlardır. Sevmiyenler de, münâfık ve şakilerdir. İslâm memleketleri hazret-i Müceddîd’in feyz ve nûrları ile doldu. Bütün müslümanlara, hazret-i Müceddîd’in (r.aleyh) ni’metlerine şükr ve hamd etmesi vâcib oldu.” Başka bir mektûbunda; “İnsanda bulunabilecek her kemâli, her üstünlüğü, Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine vermiştir. Vermediği yalnız peygamberlik makamı kalmışdır” demiş ve aşağıdaki rubaiyi yazmışdır:

Her letâfett ki, nihân bûd pes-i perde-i gayb,
Heme der sûret-i hûb-i tu ıyân sahte end,

Herçi ber safha-i endîşe keşed kilk-i hıyâl,
Şekl-i matbû’i tû zîbâ-ter ezan sahte end.

Ma’nâsı:

Gayb perdesi ardında bulunan güzellikler,
Senin eşsiz simanda hepsi zuhur ettiler.

Hayal kalemi gönül sayfasına ne çizse,
Senin düzgün şeklini, ondan güzel ettiler.

“Talebe, sâdık olan tâlib demektir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve O’nun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanmaktadır. Bilmediği, anlıyamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Geçmişdeki günahlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allahdan korkar, titrer, Allahü teâlânın sevgisine kavuşduracak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder. Her geçimsizlikde, sıkıntıda kusuru kendisinde görür. Her nefesde Allahını düşünür. Gaflet ile yaşamaz. Kimseyle münâkaşa etmez.

Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü teâlânın evi bilir. Eshâb-ı Kirâmın hepsini “r.anhüm” diyerek iyi bilir. Hepsinin iyi olduğunu söyler. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Eshâbı Kirâm arasında olan şeyleri konuşmamağı emir buyurdu. Sâlih müslüman, bunları konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edebsizlikde bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allahın Resûlünü ( aleyhisselâm ) sevmenin nişanıdır, alâmetidir. Kendi bilgisi ile, kendi görüşü ile evliyâ-yı Kirâmı, birbirinden aşağı ve yukarı diye ayırmaz. Birinin, daha yüksek, daha üstün olduğu ancak âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve Sahâbe-i Kirâmın sözbirliği ile anlaşılır. Muhabbet sarhoşluğu elbet başkadır. Aşk sahibi ma’zûrdur.

Namazı cemâat ile kılmak ve “tumânînet” (rükû’da, secdelerde, kavmede ve celsede her uzvun hareketsiz durması) ile kılmak, rükû’dan sonra “Kavme” (kalkıp, ayakta her uzv yerine yerleşecek şekilde dik durmak) yapmak ve iki secde arasında “Celse” (dik oturmak) yapmak bizlere Allahın Peygamberi ( aleyhisselâm ) tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden Kâdîhân, bu ikisinin vâcib olduğunu, ikisinden birisini unutunca secde-i sehv yapmak vâcib olduğunu ve bilerek yapmıyanın namazı tekrar kılmasını bildirmişdir. Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vacibe yakın sünnet demişlerdir. Sünneti hafif görerek, ehemmiyet vermiyerek terk etmek küfürdür. Namazın kıyâmında, rükû’unda, kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturulduğu zamanında, ayrı ayrı, başka başka keyfiyetler, hâller hâsıl olur. Bütün ibâdetler namaz içinde toplanmışdır. Kur’ân-ı kerîm okumak, tesbih söylemek (ya’nî sübhânallah demek), Resûlullaha ( aleyhisselâm ) salevât söylemek, günahlara istiğfar etmek ve ihtiyâçları yalnız Allahü teâlâdan istiyerek O’na duâ etmek, namaz içinde toplanmışdır. Ağaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükû’ hâlinde, cansızlar da namazda (ka’dede) oturuyor gibi yere serilmişlerdir. Namaz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmaktadır. Namaz kılmak, mi’râc gecesi farz oldu. O gece mi’râc yapmakla şereflenen, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine ( aleyhisselâm ) uymağı düşünerek namaz kılan bir müslüman, O yüce peygamber ( aleyhisselâm ) gibi, Allahü teâlâya yaklaşdıran makamlarda yükselir. Allahü teâlâya ve O’nun Resûlüne karşı edebi takınarak huzûr ile namaz kılanlar, bu mertebelere yükseldiklerini anlarlar. Allahü teâlâ ve O’nun Peygamberi, bu ümmete merhamet ederek, büyük ihsânda bulunmuşlar, namaz kılmağı farz etmişlerdir. Bunun için Rabbimize hamd ve şükür olsun! O’nun sevgili Peygamberine ( aleyhisselâm ) salevât ve tehıyyât ve duâlar ederiz! Namaz kılarken hâsıl olan safa ve huzûr şaşılacak şeydir. Üstadım (Mazhar-ı Cân-ı Cânân) buyurdu ki: “Namaz kılarken, Allahü teâlâyı görmek mümkün değil ise de, görür gibi bir hâl hâsıl olmaktadır.” Bu hâlin hâsıl olduğunu tasavvuf büyükleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. İslâmiyetin başlangıcında namaz Kudüs’e karşı kılınırdı. Beyt-ül-mukaddese karşı kılmağı bırakıp, İbrâhim aleyhisselâmın kıblesine dönmek emîr olunduğu zaman, Medine’deki yuhudiler kızdılar. “Beyt-ül-mukaddese karşı kılmış olduğunuz namazlar ne olacak?” dediler. Bekâra sûresinin 143. âyet-i kerîmesi gelerek; “Allahü teâlâ îmânlarınızı zayi eylemez!” meâlinde buyuruldu. Namazların karşılıksız kalmayacakları bildirildi. Namaz, îmân kelimesi ile bildirildi. Bundan anlaşılıyor ki, namazı sünnete uygun olarak kılmamak, îmânı zayi etmek olur. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) “Gözümün nûru ve lezzeti namazdadır” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf; “Allahü teâlâ namazda zuhur ediyor, müşâhede olunuyor. Böylece gözüme rahatlık geliyor” demektir. Bir hadîs-i şerîfde; “Ya Bilâl ( radıyallahü anh ) Beni rahatlandır!” buyuruldu ki; “Ey Bilâl! Ezan okuyarak ve namazın ikâmetini söyliyerek, beni rahata kavuşdur” demekdir. Namazdan başka bir şeyde rahatlık arayan bir kimse, makbûl değildir. Namazı zayi eden, elden kaçıran, başka din işlerini daha çok kaçırır.

Faidesiz şeyler söylemek, müslümanları gıybet etmek, orucun sevâbını giderir. Gıybet etmek, ibâdetlerin sevâblarını yok eder. Gıybetden sakınmak vâcibdir. Zahmet çekerek, sıkıntılara katlanarak ibâdet yapıp da, bunun sevâbını yok etmek, ne kadar akılsızlıkdır. İbâdetler, Allahü teâlâya arz olunur. Gıybeti ve fâidesiz sözleri sahibinin huzûruna çıkarmak, O’na karşı edebsizlikdir.

Din büyüklerinin resimlerini yaparak ziyâret ediyorlar. Bunları ziyâret, Allahü teâlânın rızâsına kavuşdurur diyorlar. İslâmiyetde böyle şeyler yoktur. Görmeden uydurma yapılan resimlere büyüklerin ismini koymak iftira olur. Allahü teâlâ bunlara tövbe etmek nasîb eylesin! Medîne-i münevverenin büyük âlimlerinden, hadîs ilmi mütehassısı Seyyid İsmâil Efendi (r.aleyh), ulûm-i Müceddidî’ye kavuşmak için, Medîne-i münevvereden Hindistan’a kadar bu fakiri görmeğe geldi. Bu zâtı “Âsâr-ı şerîfi (ya’nî mukaddes emânetleri) ziyâret etmesi için Büyük Mescid’e (ya’nî Asya’nın en büyük câmii olan Delhi’deki Şah Cihan Câmii’ne) gönderdim. Hemen geri gelip, orada Resûlullahın ( aleyhisselâm ) nûrları bulunmakla beraber, putların zulmeti de duyuluyor dedi. Câmi’deki vazîfelilerden araştırdım. Odadaki bir sandıkta büyüklerin ismini taşıyan resimlerin bulunduğunu öğrendim. Seyyid İsmâil Efendi’nin, bu zulmetlerin te’sîri altında kaldığını anlamış oldum. Resûlullaha ( aleyhisselâm ), İbrâhim aleyhisselâmın resmini gösterdiklerinde, mübârek eli ile bu resmi yırtdı. Yûsuf sûresinin 106. âyet-i kerîmesinin; “Onların çoğu Allahü teâlâya îmân ediyoruz derler. Fakat imansızdırlar. Başka şeylere ibâdet ederek müşrik olmuşlardır” meâl-i şerîfi, bu hâli haber vermekdedir. Horoz döğüştürmek, güvercinle oynamak gibi her oyun haramdır. Bir taşı yontarak, “Kadem-i şerîf adını takıp, Peygamberin ayağının izidir demek de resimlere, putlara tapınmak gibidir.

Nevruz günü (ve Noel gecesi), mecûsîler gibi bayram yapmak, kâfirlere teşebbüh (benzemek) olur. Tarikatçılar, şeyhler bu çirkin işleri yapınca talebelerine nümûne olur) sened olur. Onlar da bu felâkete, bu akıntıya kapılırlar. Hocalık ve talebelik, takvâ ile olur. Şirkden ve haramlardan sakınmakla olur. Kalbde hâllerin hâsıl olması ve ba’zı şeylerin keşf olunması, görülmesi ve fen bilgilerinin dışında, akılları şaşırtacak işlerin yapılması, kâfirlerde de hâsıl olur. Riyâzetler çekmek, belli şeyleri ibâdet olarak yapmak, muska yazmağı, hastaları, büyülenmiş olanları okumağı, üflemeyi, san’at hâline getirmek din işleri değildir. Câhilleri, ahmakları toplamak ve dünyâlık ele geçirmek için yapılmaktadır. İslâmiyetde bunların kıymeti ve ehemmiyeti yokdur. İslâmiyetde kıymeti olan ve ehemmiyeti olan ve insanı Allahü teâlâya yaklaştıran şey, ancak, O’nun Peygamberine ( aleyhisselâm ) uymak, o yüce Peygamberin ( aleyhisselâm ) izinde bulunmakdır. Eshâb-ı Kirâmın ve Ehl-i beyt-i izamın (r.anhüm) yolu budur. Kur’ân-ı kerîm bu yolu göstermek için gönderilmiştir. Allahü teâlâ, hepimizi sevgili Peygamberinin ( aleyhisselâm ), Eshâb-ı Kirâmın ve Ehl-i beyt-i izamın yolunda bulundursun! Âmîn.

Îmânı olmayan kimsenin sonsuz olarak Cehennem ateşinde yanacağını Peygamber efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lâzımdır. Sonsuz olarak ateşde yanmak ne demekdir? Herhangi bir insan sonsuz olarak ateşde yanmak felâketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lâzım gelir. Bu korkunç felâketden kurtulmak çâresini arar. Bunun çâresi ise, çok kolaydır. “Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın O’nun son peygamberi olduğuna ve O’nun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak” insanı bu sonsuz felâketten kurtarmaktadır. Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir felâketten korkmuyorum, bu felâketden kurtulmak çâresini aramıyorum derse, buna deriz ki: “İnanmamak için elinde senedin, vesîkan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana mâni oluyor?” Elbet vesîka gösteremeyecekdir) senedi, vesîkası olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli olsa da, “Sonsuz olarak ateşde yanmak” felâketinden sakınmak lâzım olmaz mı? Az bir aklı olan kimse bile böyle felâketden sakınmaz mı? Sonsuz ateşte yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini aramaz mı? Görülüyor ki, her akıl sahibinin îmân etmesi lâzımdır. İmân etmek için vergi vermek, mal ödemek, yük taşımak, ibâdet zahmeti çekmek, zevkli, tatlı şeylerden kaçınmak gibi sıkıntılara katlanmak lâzım değildir. Yalnız kalb ile, ihlâs ile, samimî olarak inanmak kâfidir. Bu inancını, inanmayanlara bildirmek de şart değildir. İmâm-ı Rabbânî (r.aleyh) yetmişüçüncü mektûpda buyuruyor ki: “Sonsuz ateşde yanmaya inanmayanın, buna çok az da bir ihtimâl vermesi, zannetmesi akıl icâbıdır.” Sonsuz olarak ateşde yanmak ihtimâli karşısında, bunun yegâne ve kat’î çâresi olan “Îmân” ni’metinden kaçınmak, akılsızlık, hem de çok büyük şaşkınlık olmaz mı?”

“Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), bütün peygamberlerin efendisi olup, kemâlât-ı ilâhiyyeyi, ya’nî Allahü teâlânın ihsân ettiği kemâlâtın cümlesini kendinde toplamıştır. Âlimlerin ve velîlerin gıpta ettiği ilimler ve feyzler, O hazretin ( aleyhisselâm ) kemâlâtından bir nûr zerresidir. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), kendinde toplanan bu kemâlâtı, Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) gönüllerine akıtarak, onları, Allahü teâlâya olan yakınlık mertebelerinin en üstününe ulaştırdı. Böylece Eshâb, ihsân, iyilik, yakîn, muhabbet ve ma’rifet derecelerinde en büyük mertebeye yükseldiler. Dünyâdan yüz çevirmeyi, âhırete dönmeyi ve Peygamber efendimizin bütün sünnetlerine uymayı âdet edindiler. Mü’minin mi’râcı olan ve sünnet üzere (Peygamber efendimize tam uyarak) kıldıkları namazdan, Kur’ân-ı kerîm okumaktan, zikirlerden nasîbdâr oldular. Vatanlarını, mal ve mülklerini terk ederek, kâfirlerle muharebe edip, Allah yolunda şehîd olmayı arzu ettiler. Sekîne ve itminanda öyle idiler ki, Resûlullahın huzûrunda iken, onları taş sanarak başlarına kuş konardı. Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) sohbeti ile öyle yüksek derecelere kavuşurlardı ki, O’nun ( aleyhisselâm ) şereflendiği rü’yet, sanki bunlara da nasîb olurdu. Bu sebeple Eshâb, sohbetten sonra; “Cenâb-ı Hakkın şühûdunda idik” derlerdi.”
[/toggle]

[toggle title=”Menkıbeleri” load=”hide”]
Yine Abdullah-ı Dehlevî hazretleri anlattı ki: “İlk zamanlar geçiminde zorluklarla, güçlüklerle karşılaştım. Elimde olan ne kadar dünyâ malı varsa hepsi bitti. Allahü teâlâya tevekkülü, ahlâk edindim. Eski bir hasırı yatak, bir tuğla taşını yastık edindim. Bir elbiseyi yıllarca giydim. Bu şekilde, on beş senedir kanâat köşesinde oturdum. Bir defasında o kadar çaresiz kaldım, bitkin düştüm ki, artık bulunduğum bu hücre benim mezârım olacaktır diye düşünmeye başladım. İşte bu düşünce bende hâsıl olunca Allahü teâlânın yardımı ulaştı. O’nun ihsân denizine gark oldum. Kalb gözüm açıldı. Melekler âlemini görmeye başladım. Ondan sonraki günlerde hücreme bir kimse gelip; “Kapıyı açınız” dedi. Açmadım. Tekrar açınız dedi. Yine açmadım. Bunun üzerine pencereden bir miktar para atıp gitti.”

Abdullah-ı Dehlevî’nin, Peygamber efendimize çok fazla muhabbeti vardı. Şerefli ismini duyduğu zaman, kendinden geçecek gibi olurdu. Bir defa hizmetçisi su getirdiğinde; “Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mübârek sayesi, ya’nî feyz ve nûr gölgesi üzerinize olsun” dedi. Bu sözü duyunca birden yüzlerinin rengi değişti, kendinden geçer gibi oldu ve hizmetçinin alnından öpüp; “Biz, o şerefe lâyık bir kimse olabilir miyiz?” diyerek tevâzu ettiler ve hizmetçiye duâ ettiler. Kur’ân-ı kerîmi okumaktan ve dinlemekten çok zevk alırdı. Eğer şevk hâlinin galip olduğu zamanlar dinleseydi, düşer kalır ve; “Daha okumayınız, dayanamıyorum” buyururdu. Ekseriya, Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sini okutup dinlerdi. Onunla vecd hâline kavuşur. Kendini kaybedercesine ilâhî aşka dalardı. Fakat, başkalarının yaptığı gibi dînin-emir ve yasaklarına uymayan taşkınlıklarda bulunmazdı. Onun her hali dîne uygundu. Çok nâzik ve nazîf (temiz) idiler.

Yakın talebeleri anlattılar “Mübârek hocamızın odasından zaman zaman çok güzel kokular duyardık. O zaman anlardık ki, Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) ve büyük âlim ve evliyânın rûhları ziyârete gelmişler. Hocamız; “Hâce Nakşibend’in ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek yüzlerini baş gözümle görüyorum. Bir defa karnım ağrıdı. Hazret-i İmâm-ı Rabbânî’nin rûhâniyetinden yardım istedim. O anda hazret-i İmâm’ın sûretini havada gördüm. Yanıma geldiler ve rahatsızlığımı ânında giderdiler” buyururdu. Hocamız, Peygamber efendimizin sünnet-i şerîflerine o kadar bağlıydı ki, birgün; “Biz muhabbet şerbetini içenlerdeniz. Bizim muhabbetimizin artmasına sebep olan, kalblerimize çeşit çeşit zevk bahşeden hadîs-i şerîfler ve salevât-ı şerîfelerdir” buyurdu.

Bütün âlimler, evliyâ ve sonsuz feyz talibleri bilirler ki; hiçbir kerâmet ve hârika, Allahü teâlâyı sevmek ve peygamberlerin Efendisine ( aleyhisselâm ) tâbi olmak gibi olamaz. Bu iki ana madde, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinde kemâl üzere idi. Ya’nî kerâmetten üstün diye bildirilen istikâmet sahibi idi.

Kerâmetlerinin en büyüğü, hârikalarının en üstünü, taliblerin gönüllerine tasarruf etmeleri ve Hakkın feyz ve bereketlerini onların kalblerine akıtmaları idi. Bu büyük iş, Abdullah-ı Dehlevî’de o kadar çok oldu ki, anlatması ve misâlleri, cildlerle kitap olur. Binlerce talibin kalbini devamlı Allahü teâlâyı anar hâle getirdi. Yüzlercesini cezbelere ve ilâhî feyzlere kavuşturdu. Çoklarını yüksek makam ve hâllere eriştirdiler. Bununla beraber dünyâya âit kerâmetleri ilâhî ilhamlarla gaybdan haber vermeleri de çok idi. İnsanların müşkillerini çözer, derdleri ve istekleri için duâ ederdi. Çoklarının işleri onun duâları ile hallolurdu. Beyt:

İşlerin olması mutlak Allahdandır.
Sakın zannetmeyin Abdullahdandır.

O yüksek makamlar sahibinin her sözü hârika olup, Allahın Peygamberinin ( aleyhisselâm ) mu’cizelerinin şuaları idi.

Birçokları Abdullah-ı Dehlevî’yi rü’yâda görüp, büyüklerin yolunu anlar, içine düşen şevk ile huzûrlarına gelir, yüksek makamlara kavuşur, memleketlerine dönerlerdi. Taliblerin sayısı çok olduğu hâlde, teveccühle herbirini makamdan makama geçirir, hâlden hâle ulaştırırdı. Teveccühünün kuvvetli oluşundandır ki, senelerce sürecek işleri, günlere sığdırırlardı. Çok fâsık ve fâcirler, yüksek teveccühleri sebebiyle tövbe edip, doğru yola gelmişlerdir. Ba’zı kâfirler, küçük bir iltifâtı ile İslâmla müşerref olmuşlardır.

Abdullah-ı Dehlevî şöyle anlattı: Birgün, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) muhabbet ateşinden dayanamaz hâle geldim. O’nun ayrılık acısıyla çok ağladım. O gece hocam Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin önde gelen talebelerinden Mîr Rûhullah’ı rü’yâda gördüm. Bana; “Resûl-i ekrem efendimiz ( aleyhisselâm ) oturmuş sizi bekliyorlar” dedi. Son derece istek ve şevkle huzûrlarına gittim. Boynuma sarıldılar. Boynuma sarılıncaya kadar kendi mübârek şekillerinde idiler. Sonra Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin şekline girdiler.

Yine birgün, yatsı namazından önce uyumuştum. Resûlullah ( aleyhisselâm ) gelip, men’ettiler. (Ya’nî o saatte yatmaktan men’ettiler) ve bunun cezasını bildirdiler.

Bir defa rü’yâda Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) suâl edip; “Yâ Resûlallah; “Beni gören gerçekten beni görmüştür” sizin hadîsiniz midir?” dedim. “Evet” buyurdu. Devamlı tesbih ve tahmîd okuyup, mübârek rûhuna hediye ederdim. Bir defa okuyamadım. Rü’yâda Resûlullahı, Tirmizî’nin Şemâil’inde anlatılan şekilde gördüm. Geldi ve; “Okumamışsın” buyurdu.

Ber defa Cehennem ateşi korkusu bini kapladı. Rü’yâda Resûl-i ekremi ( aleyhisselâm ) gördüm. Geldi ve; “Bizi seven, Cehenneme girmiyecek” buyurdu.

Bir defa O yüksek hazreti ( aleyhisselâm ); gördüm “Senin ismin, Abdullah ve Abdülmüheymin’dir” buyurdu.

Bir defa gördüm ki, yüzümün şekli Sultân-ül-meşâyıh hazretlerinin (Ya’nî Nizâmeddîn Evliyâ’nın) mübârek yüzüne çok benziyor.

Bir defa gördüm ki, bir şahıs, Sultân-ül-meşâyıh hazretlerinin gömleğini getirdi ve; “Onlar, sizin üstâdınızdır” dedi. Dedim ki: “Benim üstadım Mirzâ Cân-ı Cânân hazretleridir.” Birkaç defa tekrar etti. Sonunda; “Sultân-ül-meşâyıh, sizin sohbet hocanızdır” dedi.

Bir defa İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sani hazretleri teşrîf eylediler. “Sen benim halîfemsin!” buyurdular.

Bir defa hazret-i Şâh-ı Nakşibend teşrîf buyurdu. Gömleğimin içine girdiler.

Birgün Hâce Bâkî-billah hazretlerinin mezarına gittim. Teveccüh buyurmalarını arzettim. Mezardan kalktı ve teveccüh eylediler.

Birgün Hâce Kutbuddîn (Bahtiyar Kâkî) hazretlerinin kabrini ziyârete gidip; “Allah için bana bir şey verin” dedim. Su ile dolu bir havuz gördüm. Kenarından su akıyordu. Kalbime; “Senin kalbin, Müceddidî muhabbetiyle doludur. Başkasını almaz” diye bildirildi.

Birgün Sultân-ül-meşâyıh Nizâmeddîn-i Evliyâ’nın mezârına gittim. Teveccüh etmelerini arzettim. “Kemâlât-ı Ahmedî sizde hâsıl olmuştur” buyurdu. “Kendi bağlılığınızı muhabbetinizi de ihsân ediniz” diye arzettim. Teveccüh ettiler. Gördüm ki, çehresi benim yüzüm gibi olmuş. Çok memnun ve mesrûr oldum. Son derece haz duydum.

Bir defa hazret-i Hâce Muhammed Zübeyr’in vefâtının sene-i devriyesi gününde bulundum. Toplu hâlde oturmuş Hâce Muhammed hakkında sohbet ediyorduk. Bir ara kapı açıldı, içeri Hâce Muhammed Zübeyr girdi ve; “Çok ibâdet ediniz, bu yolda kulluk yapmaya çalışmak lâzımdır ki, tasarrufdan bir kapı açsınlar” dedi. “Siz bu mertebeye nasıl kavuştunuz?” diye arzettim. “Çok ibâdet etmekten” buyurdu.

Birgün şüpheli bir yemek yemiştim. Gördüm ki, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri istifra ediyor ve ardından; “Her yerde yemek yememelidir” buyuruyordu. Ben de yediklerimi istifra edip kustum.

Birgün kendi kendime “Oturduğumuz ev geniş olsaydı” diye düşündüm. “Çoluk-çocuğun yok, ne yapacaksın” diye ilham olundu. Bir gece; “Yâ Resûlallah!” dedim. “Söyle, ey sâlih kul!” diye cevap geldi.

Talebesinden Mevlevi Kerâmetullah, zâtülcenb hastalığına yakalanmışdı. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin elini hastanın üzerine temas ettirmesiyle, hastalık Allahü teâlânın izniyle geçti.

Delhi Câmii’nin imamının çocuğu uzun zamandır hasta yatıyordu. Bir gece rü’yâda, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri kendi evine gelip, hasta oğluna birşey içirdi. Sabah olunca oğlunun tamamen iyileştiğini gördü. Çok sevindi. Sıdk ve hâlis bir niyet ile biraz para alıp, huzûruna geldi ve; “Bunları kabûl ediniz” diye arzetti. Abdullah-ı Dehlevî tebessüm ederek; “Bu bizim geceki hizmetimizin ücreti midir?” diyerek keşf-i kerâmet buyurduğunda, Mevlevi Fadl Ahmed (Câmi’nin İmâmı); “Hayır efendim, bu ancak bu geceki, lütf ve inâyetinize şükür bile olamaz” dedi.

Talebelerinin ileri gelenlerinden Ahmed Yâr, ticâret için sefere çıkmıştı. Dönerken hocası Abdullah-ı Dehlevî’yi yanında yürüyor gördü. Ahmed Yâr’a; “Hızlı yürü, kâfile geride kalsın! Çünkü yolda, soyguncular, yol kesiciler vardır. Kâfileyi basmak istiyorlar” buyurdu ve kayboldu. Ahmed Yâr anlattı: “Acele ettim. Kervandan çok ileri geçtim. Yol kesiciler gelip, ardımdan kâfileyi bastılar. Ben kurtuldum. Sağ sâlim evime geldim.”

Hazret-i Zülf Şah anlattı: Abdullah-ı Dehlevî’yi ziyârete gidiyordum. Fakat onu hiç görmemiştim. Memleketim Delhi’den çok uzaktı. Yolu şaşırdım. Heybetli bir zât karşıma çıktı ve bana yolu gösterdi. “Sen kimsin” dedim. “Ben, ziyâreti için yola çıktığın kimseyim” buyurdu. Bu hâl, bana iki kerre oldu.

Eshâbının büyüklerinden Mîr Ekber Ali’nin akrabasından bir kadın hastalanmıştı. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinden, hastalığının azalması için duâ etmesini rica etti. Fakat o duâ etmedi. İlle duâ etmesini istirhâm edince; “Bu kadın, onbeş günden çok yaşamaz” buyurdu. Allahü teâlânın takdîri ile onbeşinci gün vefât etti. Lâkin Mîr Ali, kadına teveccüh edip, hastalığının kalkmasına uğraşdı. Ama yaşamasına fâide vermedi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri cenâzesinde bulundu ve; “Mîr’in teveccühlerinin bereketleri, bu hanımın üzerinde açıkça görülmektedir” buyurdu.

Abdullah-ı Dehlevî, birgün Hakîm Nâmdâr Hân’ı ziyârete gitti. Onu sekerât hâlinde, gözlerini kapamış ve şuuru gitmiş buldu. Yakınları; “Allahü teâlâya, hastalığının gitmesi için teveccüh ediniz” dedi. O da, hastaya bir baktı. O anda hastanın şuuru yerine geldi, gözlerini açtı. Bir müddet, rahat olarak onunla konuştu. Sonra Abdullah-ı Dehlevî kalkıp mübârek adımını, kapısından dışarı atıp çıkınca hasta hemen vefât etti.

Ahmed Yâr’ın amcasını, sultan hapsetmişdi. Ahmed Yâr ağlayarak hocasının huzûruna geldi ve durumu arz etti. Abdullah-ı Dehlevî; “Birisini gönder, onu hapisten çıkarsın” buyurdu. Ahmed Yâr ise; “Bu nasıl olur, kalenin etrâfı muhafız askerler ve nöbetçilerle kuşatılmıştır” dedi. Hocası da; “Sen orasını düşünme, sözümü dinle git, onu kurtarırsın” buyurdu. Ahmed Yâr anlattı ki: “Gittik, onu hapisten kurtardık ve nöbetçilerden hiçbiri bize müdâhalede bulunmadı.”

Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûruna bir şahıs gelip; “Ey yüksek efendim! Oğlum iki aydan beri kayıbdır: Çocuğumu bana vermesi için Allahü teâlâya duâ eder misin?” dedi. O da; “Çocuğunuz evdedir” buyurdu. Gelen çok şaşırarak; “Ben şimdi evden buraya geldim” dedi. Tekrar; “Evinize gidiniz. Çocuğunuz evdedir” buyurdu. O kimse emre uyarak evine gitti ve gerçekten çocuğunu evde buldu.

Hakîm Rükneddîn Hân başvezir olunca, Abdullah-ı Dehlevî, sevdiklerinden birini bir iş için ona gönderdi. Rükneddîn Hân onunla ilgilenmedi. Abdullah-ı Dehlevî’nin kalbi kırıldı. Kısa bir süre sonra hiçbir sebep yok iken Rükneddîn Hân azlolundu ve bir daha o yüksek makama gelemedi. Başka bir seferinde Delhi vâlisine kalbi kırıldı ve o gün o vâli de azledildi.

Abdullah-ı Dehlevî’nin talebelerinden biri, ahbâbları ile bir yolculuktan hocalarına dönüyordu. Yolda kendi aralarında konuşuyorlar ve; “Hocamızın yüksek huzûrlarına kavuştuğumuzda, bize ikram olarak ne istiyelim?” dediler. Biri; “Bana bir seccade vermesin”, öbürü; “Bana bir takke vermesini arzu ederiz” diye konuştular. Huzûrlarına varınca, Abdullah-ı Dehlevî herkese, arzu ettiği şeyi ikram etti.

Ölüm hâline yaklaşan birisini, dostlarından biri sırtına alıp, seher vaktinde Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûruna getirdi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri duâ ettikten sonra hastaya bir teveccüh buyurdu. O anda hasta iyileşti.

Abdullah-ı Dehlevi hazretlerine, hasta sahipleri gelir hastalarının iyi olması için duâ isterlerdi. O da, gelenleri boş çevirmez, sıhhate kavuşmaları için duâ buyururdu. Allahü teâlâ, böyle sevgili bir kulunun duâsını kabûl buyurduğu için, hasta ânında iyi olurdu. Bunu işiten herkes, Abdullah-ı Dehlevî’nin hâne-i saadetlerinin önünde birikirler, dertlerine derman ararlardı. Buna rağmen Abdullah-ı Dehlevî’nin mübârek vücûtlarında üçten ziyâde hastalık mevcût idi. Bu hastalıklar sebebiyle namazlarını dahî özürlü olanlar gibi kılardı. Bunu bilen dostlarından biri dayanamayıp; “Efendim! Herkes hastalıktan kurtulmak için sizden duâ istiyor. Cenâb-ı Hak da bu duâlarınızı reddetmiyor. Her gelen, şifâya kavuşmuş olarak huzûrunuzdan ayrılıyor. Hâlbuki kendi üzerinizde birden çok hastalık var. Bir duâ buyursanız da bu dertlerden kurtulsanız olmaz mı?” diye sordu. O da cevaben; “Onlar hastalıktan kurtulmak için duâ istiyorlar. Biz ise, Allahü teâlânın verdiği bu dert ve belâlardan, O gönderdiği için râzıyız. Dert ve belâlar, kemend-i mahbûbtur. Allahü teâlâ, bu dertleri sevdiği kullarına, dilediklerine verir. Bu sebeple dertlerin bizden gitmesini değil, gönderilmesini isteriz” buyurdu.

Delhi’de kıtlık, kuraklık vâki oldu. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri mescidin avlusuna çıkıp, kızgın güneşin altında oturdu ve; “Yâ Rabbî, sen yağmur yağdırmayınca, buradan kalkıp gitmem” dedi. Bir saat geçmeden yağmur yağdı.

Bid’at sahiblerinden biri, Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin kabrinin yanında oturmuştu. O anda Abdullah-ı Dehlevî de orada idi. “Orada oturma!” buyurdu. O kimse bu sözü dinlemedi. Bunun üzerine; “Allahü teâlânın hakkı için, orada oturamazsın” buyurdu. O anda söz dinlemeyen bid’at ehli kimse, titretici bir sıtmaya yakalandı. Oradan istemeyerek kalktı gitti. Üç gün sonra öldü.

Birgün güzel, yakışıklı bir gayr-i müslim genç, Abdullah-ı Dehlevî’nin meclisine, severek gelip, sohbetini dinlemeye başladı. Mecliste olanların hepsi, onun bu hâline hayret ettiler. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin mübârek nazarları o gence değince, gencin kalbinde bir değşiklik oldu. Hemen küfürden tövbe ederek İslama geldi. Böylece yüz güzelliğine bir de İslâmın ve îmânın güzelliği, nûru eklendi. Beyt:

Evliyâyla, onları candan severek otur,
Onlarla oturan kul, kalkınca sultan olur.

Yine Meyan Ahmed Yâr anlattı: “Birgün mübârek hocam ile birlikte, kızı vefât etmiş olan yaşlı bir hanımın evine ta’ziyeye gittik. Hazret-i Şeyh, o hanıma hitaben; “Allahü teâlâ, sana ona karşılık daha iyisini ihsân eder” dedi. Kadın; “Hocam! Ben ihtiyârım, kocam da çok ihtiyârdır. Bu durumda bizim artık çocuğumuz olmaz” diye cevap verdi. Hocam buyurdu ki: “Hak teâlâ herşeye kâdirdir.” Sonra hocam ile birlikte o evden çıktık. O kadının evinin bitişiğinde olan mescide geldik. Hocam abdestini tazeledi ve iki rek’at namaz kıldı. O kadına çocuk vermesi için Allahü teâlâya duâ etti. Sonra bana dönüp; “Allahü teâlâya, o kadına bir çocuk vermesi için arz-ı hacette bulundum. Duâmın kabûl oluğuna dâir alâmetleri gördüm. İnşâallah çocuğu olacaktır” buyurdu. Daha sonra hocamın buyurduğu gibi, Allahü teâlâ, o kadına bir oğul verdi ve çok yaşadı.

Mübârek dergâhlarının yakınında, Eshâb-ı Kirâma düşman olan birinin yeri vardı. Abdullah-ı Dehlevî’nin talebesi çok olduğundan dergâh küçük geliyordu. Bunun için genişletilmesi lâzımdı. Sahibi olan kadından, o yeri istediler. Kadın vermedi. Nihâyet Delhi’nin ileri gelenlerinden olan Hâkim Şerîf Hân’ı ona gönderdiler ve; “Eğer satıp, para almaktan utanıyorsan, kıymetini gizli olarak gönderelim. Siz, nezr, hediye gibi bir isimle bize verdiğinizi söyleyin” dediler. Allahın velî kullarına düşman olan bu kadın, Hâkim’in sözünü kabûl etmedi. Ayrıca Abdullah-ı Dehlevî hakkında, râfızîlerin âdetleri olduğu üzere çirkin, kaba sözler söyledi. Hâkim kalktı. Abdullah-ı Dehlevî’nin yanına geldi ve duruma anlattı. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ellerini açarak; “Yâ Rabbî, söylediklerini duydun!” dedi. Allahın takdîri ile o evde bir çocuk hâriç, hepsi kısa zamanda öldü. Çocuk da hastalandı. Anladılar ki, yaptığımız kötü iş sebebiyledir. O oğlanı Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûruna yolladılar. O yeri de hediye ettiler.

Mevlânâ Kerâmetullah Sâhib anlattı: “Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin şerefli huzûrunda bulunduğum zamanlar, acâib ve garîb şeyler müşâhede ederdim. Bir defasında sabah namazından sonra murâkabe ve zikr zamanında, kitabı koltuğumun altına alıp, okumak niyeti ile geldim. Bakışlarını bana çevirdi ve; “Otur ve meşgûl ol” buyurdu. Büyük küstahlık edip; “Sizin huzûrunuza gelmemin sebebi, zahmet ve zorluk çekmeden öğrenmek istememdendir. Sıkıntı ve zorluk çektikten sonra her yerde mümkündür” dedim. “Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn’in hürmetine sana sıkıntısız ve zahmetsiz vereceğim, otur” buyurdu. O esnada bana teveccüh eyledi. Kendimden geçtim ve düştüm. Sanki yüreğim, göğsümden dışarı çıkmış idi. Bir zaman sonra kendime geldim. Abdullah-ı Dehlevî zikri bitirmişti. Güneş de doğmuştu. Şah Ebû Sa’îd gibi seçkin eshâbı hâlâ orada idiler. Mahcûb oldum. “Ne oldu” dediler. “Uyku bastırdı” dedim. Tebessüm ettiler.”

Abdullah-ı Dehlevî, ömrünün sonlarında hastalıklardan çok güçsüz kaldı. İbâdetlerini zevkle, fakat büyük zorluklar içinde yapardı. Buyururdu ki: “Şu şiiri okuduğum zaman Allahü teâlâ, vücûduma bir güç kuvvet veriyor, gençleşiyorum:

“Gerçi ihtiyârım, kalbim hasta, dermansızım,
Yüzünü andıkça kuvvet gelir, gençleşirim.”

Ya’nî; “Her ne kadar ihtiyâr, hasta ve mecalsiz olsam da, hakîkî ma’şûk, aşk ve şevkinin nûrlarını gösterdikçe gençleşirim.”
[/toggle]

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 77

2) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 490

3) Makamât-ı Mazhariyye sh. 159

4) Hadâik-ül-verdiyye sh. 209

5) İrgâm-ül-merid sh. 70

6) Adâb sh. 10

7) Behcet-üs-seniyye sh. 8

8) Hadîkat-ül-evliyâ sh. 122

9) Reşehat, zeyli sh. 72

10) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 431, 690, 701, 734, 920, 957, 979, 1081

11) Rehber Ansiklopedisi cild-1, sh. 18
[/toggle]

Yakub Çerhi (k.s.)

Tacikistan – Duşanbe’de Mevlana Yakub Çerhi camii içerisinde. ( Tacikistan’a gittiğinizde taksiciye Hazreti Mevlana Yakup ziyaret derseniz (şehir merkezinden ort 30 somoniye( 10 tl) ) 10 dk içerisinde sizi götürebilir.)

Silsile-i Aliyye’nin 17 . halkası olan Yakub Çerhi hazretleri ; Maveraünnehir’de Kandehar ile Gaznin arasında, Gaznin’e bağlı Cerh köyünde dünyaya geldi. İsmi, Yakûb bin Osman bin Mahmûd’dur. İlk tahsilini memleketinde yaptı. İlim için Herat ve Mısır’a gitti. Orada Zeyniyye tarikatı kurucusu Zeynüddin Hafi ile birlikte, zamanının büyük alimi Mevlânâ Şihâbüddîn Seyrani’den ve diğer alimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Sonra Buhârâ’ya gitti. Orada da âlimlerden ilim öğrenip, icâzet aldı. Zâhirî ilimlerde yetişdikten sonra tasavvuf ilmine yöneldi. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde önce Şâh-ı Nakşibend hazrteleri’nin, sonra da onun halîfesi Alâüddîn Attâr’ın sohbetinde yetişti.

Yakub Çerhi hazretleri ; Ortaboylu, beyaz tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı seyrek ve beyazdı. Alnında bir “ben” vardı. Zahir ve batın, ilimlerinde rüsuh ehli, zahirî ve batınî rumûz sahibiydi.

Şah-ı Nakşibend hazretlerine intisabı ; Kendisi şöyle anlatmıştır: “Buhara’nın alimlerinden ilim tahsil edip icâzet aldıktan sonra memleketime dönmek üzere idim. İçimde Şah-ı Nakşibend hazretlerinin yanına gitmek arzusu hâsıl oldu. Huzûruna varıp; “Beni hatırdan çıkarmayınız” diye yalvardım. “Tam gideceğin sırada
mı bana geliyorsun?” buyurdu. “Gönlüm iştiyâkınızla dolu, sizi seviyorum” dedim. “Bu arzu ne sebepten geliyor?” dedi. “Büyük bir zâtsınız ve herkesin makbûlüsünüz” dedim. Bunun üzerine; “Bu sebep kâfi değil, daha makbûl birşey bulman lâzımdır. Halkın beni kabûlü şeytanî olabilir” buyurdu. Dedim ki: “Sahih bir hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalblerine düşürür, insanlar onu severler” buyurulmuştur.”

Bunun üzerine tebessüm etti ve buyurdu ki: “Biz azîzânız (azîzlerdeniz.) Bu söz üzerine kendimden geçer gibi oldum. Çünkü bu görüşmeden bir ay kadar önce, bir rü’yâ görmüştüm. Rüyâmda bana; “Azîzân’ın müridi, talebesi ol” demişlerdi. Rüyâyı unutmuştum. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; “Biz azîzânız” buyurunca hatırladım. Tekrar; “Bana teveccüh ediniz, hatırınızdan çıkarmayınız” diye yalvardım. Buyurdu ki: “Bir gün Azîzân’dan (Ali Râmitenî’den (kuddise sirruh) böyle bir istekde bulunmuşlar. O da, birşeyin hatırda kalması için bir vâsıtaya ihtiyâç olduğunu söylemiş ve hatırlamaya vesîle olacak birşey istemişler.” Bunu söyledikten sonra, bana mübârek takyesini hediye etti ve buyurdu ki: “Senin bana verecek birşeyin yok, şu takyeyi al, onu her gördüğünde bizi hatırla ve yanında bul.”

Bundan sonra ayrıca tenbîh edip; “Bu yolculukta Mevlânâ Tâcüddîn Deştgûlegî’yi bulmaya gayret et. Çünkü o, Allahü teâlânın evliyâsındandır.” buyurdu. Yola çıktıktan sonra, içime önce Belh şehrine, oradan da memleketime dönme arzusu düştü. Belh şehri ile Deştgûlek arası çok uzak idi. Yolculukta öyle vesileler oldu ki, birden kendimi Deştgûlek yakınlarında buldum. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tenbihi hatırıma geldi. İşâretlerinden dolayı şaşırıp, hayran kaldım. Deştgûlek’e gidip, hemen Mevlânâ Tâcüddîn’in sohbetine can attım. Onun sohbetinde bulunduktan sonra, Behâeddîn-i Buhârî’ye geri dönüp ona teslim olmak arzusu beni sardı. Buhârâ’da bir meczub zât vardı. Onu bir yolda oturur gördüm. Ona dedim ki; “Ben gidiyorum!” Bana; “Hiç durma, çubuk git!” dedi. Oturduğu yerde toprak üzerine çizgiler çizdi. Kendi kendime, bu çizgileri sayayım, eğer tek çıkarsa gitmem gerektiğine işâret sayayım diye düşündüm. Saydım tek çıktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine tekrar gitmeye karar verip, yola çıktım. Nihâyet Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuştum. Hâlimi arzettim. Bana zikretmemi ve zikirde teke riâyet etmemi bildirip; “Elinden geldiği kadar zikirde tek sayıya riâyet et” buyurdu ve böylece yolda karşılaştığım meczub zâtın yer üzerine çizdiği çizgilerin tek oluşuna işâret etti.”

Yakûb Çerhî hazretleri, bir eserinde şöyle anlatmıştır: “Allahü teâlânın inâyetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu doğup da fadl-ı ilâhiyye’ye, Allahü teâlânın yardımına kavuşunca, Buhârâ’da Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine kavuşmak nasîb oldu. Onun kerem ve iltifâtları beni saadete garketti. Gördüm ki, mürşidim kâmil ve mükemmildir ve evliyânın en üst tabakasındandır. Çeşitli vakalar ve gaybî işâretlerden sonra, Kur’ân-ı kerîmi açıp bir âyeti işâret tutmak istedim; meâlen “O peygamberler Allahın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü…” (El-En’âm 90) buyurulan âyet-i kerîme çıktı, bağlılığım kat kat arttı. Tereddüt içinde bulunduğum günlerden birgün idi. Evimin bulunduğu Fethâhâd’da, Şeyh Seyfüddîn’in kabrine doğru oturmuştum. İçimde öyle bir fırtına koptu ki, hemen Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuşmak için Kasr-ı Ârifân’a doğru yola çıktım. Kasr-ı Ârifân’a varıp, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin evlerine yaklaştığım zaman, yola çıkmış, beni beklemekte olduğunu gördüm. Bana ihsânda bulundular, yanına oturttular. Namaz kıldıktan sonra sohbete başladılar. Heybeti beni öyle sarmıştı ki, konuşmaya mecalim kalmadı. Bu sohbet sırasında buyurdu ki: “İlim iki kısımdır. Biri kalp ilmi; bu ilim, en fâideli olan ilimdir. Bu ilmi nebiler ve resûller öğretir. Diğeri lisan ilmidir. Bu ilim de Allahü teâlânın insanoğluna huccetidir. Ümîd ederim ki, bâtın ilminden sana bir pay erişsin. Yine nakledildi ki; “Sadâkat ehliyle oturduğunuz zaman, sulk (doğruluk) üzere bulununuz. Çünkü onlar, kalb casuslarıdır. Kalblerinize girerler ve himmetinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabûl edemeyiz. Böyle memuruz. Bakalım bu gece bize ne işâret buyurulur. Eğer seni kabûl ederlerse, biz de kabûl ederiz” buyurdu.

Ömrümde o gece kadar çetin ve zor bir gece geçirmedim. Saâdet kapısının açılmasını umarken, bu kapının yüzüme kapanmasından korktum. Sabah namazını Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ile beraber kıldım. Namazdan sonra; “Sana müjdeler olsun, kabûl işâreti geldi. Biz insanları az kabûl ederiz. Kabûl ettiğimiz zaman da geç kabûl ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği.ve zamanının gelmiş olduğu belli olsun” buyurdu. Bundan sonra Şâh-ı Nakşibend hazretleri, silsilelerini Abdülhâlık Goncdüvânî’ye kadar gösterdi.

Bundan sonra nice zaman Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde bulundum, icâzet verdikleri güne kadar yanlarından ayrılmadım. Yanlarından ayrılıp, yola çıkacağım zaman; “Sana tarikat edebi ve hakîkat sırrı olarak bizden ne erişmişse, Allahü teâlânın kullarına ulaştır, götür. Bu, senin saadete kavuşmana sebeb olur” buyurdu. Ayrıca halîfesi Alâüddîn-i Attâr ile sohbet etmemizi emretti. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin vefâtından sonra, ben uzun müddet Bedehşan’da kaldım. Alâeddîn-i Attâr ise Çigâniyân’da bulunuyordu. Bana bir mektûp yazarak, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin emrini hatırlattılar. Bundan sonra hemen Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin yanına gittim ve vefâtına kadar sohbetlerinde kaldım. Vefâtlarından sonra memleketime döndüm.

Yakub Çerhi hazretlerinin tasavvuf yoluna ilk intisabı Şah-ı Nakşbend hazretleri eliyledir. Ancak seyr u sülûkünü tamamlaması Alâeddin Attâr vasıtasıyla olmuştur. Zahir ve batın ilimlerinde derinlik kazanmış bulunan Yakub Çerhi, pek çok halife yetiştirdi ve pek çok kimsenin Hak yola girmesine vesile oldu. Şeyhinin vefatından sonra yerleştiği Tacikistan’nın Duşanbe şehrinde (eski adı Hisar) 851/1447 yılında vefat etti. Kabri oradadır.

Mürid Haram Lokma Yerse

Yakub Çerhi hazretleri anlatıyor ; Herat’ta ilim tahsili için kaldığım zamanlar Abdullah Ensarî’nin (k.s.) dergahında kalır ve yemeklerimi orada yerdim. Zira onun vakıf şartlarında genişlik ve vakfın aslına riayette ihtiyat vardı. Herarta, Abdullah Ensarî’nin (k.s.), Hankah-ı Melik ve Gıyasiyye Medresesi vakıflarından başka yerde yemek yemek uygun olmazdı. Bu sebepten Maveraünnehir büyükleri mürîdlerini Herat’a göndermezlerdi. Orada helal lokma çok azdı. Mürîd, haram lokma yiyecek olursa, nefis kötü tabiatına geri döner, doğru yoldan, Resülüllah’ın (s.a.v.) ve ashabının yolundan ayrılmış olur.

Mevlana Yakub-i Çerhî’nin Eserleri:
Çok sayıda dinî ve tasavvufi eseri bulunan Mevlana Yakub-i Çerhî (ks) eserlerinin büyük çoğunluğu tasavvufi içeriklidir:
1. Neynâme-i Mevlana (tasavvufi): Adından da anlaşılacağı üzere Mesnevi’de geçen bazı hikâyelerin şerhi ve ilk 18 beytin izahı ile ilgilidir. Mevlana Yakub-i Çerhî bu eseri kendisine gelen talepler doğrultusunda kaleme almıştır.
2. Risale-i Ünsiyye (tasavvufi): Mevlana Yakub-i Çerhî (ks) bu eserde mürşidi Şah Nakşbend hazretleri ve Nakşbendilik yolu ile ilgili muhtelif hususları ele almıştır.
3. Risale-i Ebdaliyye (tasavvufi): Eserde Allah dostlarının muhtelif vasıfları ve ebdâl terimi çevresinde konuyla ilgili izahlar yer alır.
4. Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ (tasavvufi): Allah’ın 99 güzel ismini kasteden esmâ-i hüsnânın şerhi ve Mevlana Yakub-i Çerhî hazertlerinin konuya bakışı ele alınmıştır.
5. Tarika-i Hatm-i Ahzab (tasavvufi): Vird biçiminde günlük olarak okunan bazı sureler için kaleme alınmıştır.
6. Tefsir-i Yakub-i Çerhî (tasavvufi): Fatiha suresi ile birlikte Amme ve Tebareke cüzlerini Fars dilinde tefsirinden müteşekkil olan bu eserin Türkiye ve dünya kütüphanelerinde çok sayıda yazma nüshası mevcuttur. Özbekistan, Pakistan, Hindistan, Türkiye gibi ülkelerin kütüphanelerinde çok sayıda nüshası bulunan bu tefsir İslam dünyasında özellikle işarî alanda yazılmış tefsirler arasında mühim yer tutar. Eserin dili Farsçadır, eser zaman içinde çeşitli dillere tercüme edilmiştir.