Mevlana Celaleddin Rumi

Konya – Mevlana Müzesi içerisindeki Türbesinde

Asıl adı Muhammed olan Mevlana Celaleddin-i Rumi (do­ğumu 30.09.1207/ ölümü 17.12.1273), Bahaeddin Veled‘in oğlu­dur. Lakabı Celaleddin’dir. ”Efendimiz” anlamındaki “Mevlana”  ünvanı onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir. “Sultan” ma­ nasına gelen Farsça “Hüdavendigar” ünvanı Mevlana’ya babası tarafından verilmiştir. Aynca doğduğu şehre nisbetle “Belhi”, daha sonraki hayabnı sürdürdüğü Anadolu’ya nisbetle de “Rumi” ünvanları ile anılmaktadır. Mevlana 30 Eylül 1207 tari­hinde babasının memleketi olan Belh’te doğdu.

Mevlana‘nın babası, Bahaeddin Veled, Horasan ve Anadolu tasavvuf tarihinin önemli simalanndan biridir. 1151 yılında Belh’te doğan Bahaeddin Veled‘in annesi Harzemşahlar hanedanına mensup bir hanım, babası ise Belh şehrinin büyük alimlerinden Celaleddin Hüseyin Hatıbidir. Babasını küçük yaşta kaybeden Bahaeddin Veled, çocukluğunda öğrenme merakından dolayı önce dini ilimleri daha sonra da tasavvufi ilimleri tahsil etti ve her iki alanda da kemal derecesine ulaştı. Tasavvufi ilimleri tahsil ederken, Kübreviliğin kurucusu Necmeddin Kübra‘nın halifelerinden biri oldu. Sonra Kübrevilik tarikatının, Harezm bölgesinde yayılmasında gösterdiği gayretten dolayı, bölgenin şöhretli mutasavvıflardan biri haline geldi. Onun İslami ilimler ve tasavvuftaki şöhreti arttıkça, halkın da ona ilgisi ve rağbeti artıyordu. Bundan dolayı ona, Hz. Peygamber tarafından rüya­ sında, “Sultanu’l-ulema” ünvanı verildi.

Bahaeddin Veled, Harezm’in ünlü alim mutasavvıfların­dan biri olarak, medresede ders veriyor ve dini yönden halkı irşad ediyordu. Onun meclisine devrin bütün ileri gelenlerinin yanı sıra, bazen devrin hükümdarı Harezmşah Alaeddin Mu­ hammed Tekiş de gelirdi. Bahaeddin Veled, halkı irşad vaazla­ rında zaman zaman, Yunan felsefesini benimsedikleri için devrin önemli bilginleri Fahreddin Razi, Kadı Zeyn-i Ferazi gibi filo­zofları ağır şekilde eleştirir, Harezmşah Alaeddin Muhammed’i (1200-1220) de onların görüşlerine uymakla tenkit ederdi. Bu ten­kitler, sultanla aralarının açılmasına neden oldu. Bunu fırsat bi­len Bahaeddin Veled karşıtları, rekabet ve çekememezlik yüzün­den, onun taraftarlarıyla siyasi isyan hazırlığı içinde olduğunu ileri sürdüler. Bunun üzerine, devrin hükümdarı Harezmşah Alaeddin Muhammed, ondan ülkeyi terk etmesini istedi. O da ailesi ile birlikte Belh’ten ayrılmak zorunda kaldı.

Bahaeddin Veled, ailesi ile birlikte ilk önce Semerkant’a gitti. Onun Belh’ten ilk ayrılışı 1212-1213 yıllarında idi. Mevlana bu sırada muhtemelen beş yaşındaydı. Ancak, Semerkant’ın Ha­ rezmşah Muhammed’in eline geçmesinden sonra tekrar Belh’e döndü. Belh’ten Semerkant’a dönen Bahaeddin Veled’in bir süre orada ikamet ettiği ve asıl göç yolculuğuna bundan sonra başladığı tahmin edilmektedir.

Bahaeddin Veled, ikinci kez Belh’ten ayrıldığında (muhte­ melen 1219 yılında) ailesi ve müridleri ile birlikte Nişabur’a gitti. Bahaeddin Veled Nişabur’da, İslam klasiklerinden Mantıku’t­ tayr adlı eserin yazan ünlü mutasavvıf şair Feridüddin Attar ile görüştü. Feridüddin Attar, bu ziyaret sırasında yaklaşık on üç yaşında olan Mevlana’ya, daha sonraki yıllarda onda derin izler bırakacak Esrarname adlı tasavvufi mesnevisini hediye etti ve Bahaeddin Veled’e: “Çabuk ol, bu senin oğlun çok zaman geçmeyecek, alemde yüreği yanıkların yüreğine ateşler sala­caktır.” dedi

Bahaeddin Veled ve ailesi, Nişabur’dan sonra Bağdat’a gitti. Bağdat’ta ünlü İşraki düşünür, Sühreverdilik tarikatının kurucusu Şehabeddin Sühreverdi tarafından karşılandı. Daha sonra Kufe üzerinden Hicaz (Mekke-Medine)’a gitti. Hicaz’dan dönerken Şam’a uğradı. Oradan Anadolu’ya gelen Bahaeddin Veled ve ailesi önce Malatya’ya, sonra Erzincan’a daha sonra da Akşehir’e ulaştı. Akşehir’de bir müddet ikamet eden Sultanu’l­ filema Bahaeddin Veled, Mengücükoğulları’ndan Fahreddin Behram Şah’ın hanımı İsmet Hatun’un yaptırdığı medresede (hangahta) (bir veya dört yıl) ders okuttu. Sonra Larende’ye (Karaman) giderek burada kendi adına yaptırılan medresede en az yedi yıl müderrislik yaptı. Daha sonra Türkiye Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’ın daveti üzerine Konya’ya yer­leşti. Mevlana on yedi veya on sekiz yaşında iken Larende’de Semerkant’lı alim Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun‘la ev­lendi. Bu evlilikten 1226’da Sultan Veled, bir yıl sonra da di­ğer oğlu Alaeddin dünyaya geldi. Yine onlar Larende’de iken Bahaeddin Veled’in hanımı ve Mevlana’nın annesi Mümine Hatun vefat etti. Onu defnettikleri yere daha sonra Karaman Mevlevihanesi kuruldu.

Nihayet, Selçuklu başkenti Konya’ya yerleşen Bahaeddin Veled‘in şöhreti, kısa zamanda bütün ülkede yayıldı. Onun dini irşad faaliyetlerine halkın ilgisi giderek artıyordu. Konya’da, ünlü devlet adamları, emirler, vezirler hatta Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubad bile kendisine mürid oldu. Sultanu’l-ulema hem medresede öğrencilere ders veriyor hem de vaazlar vere­rek halkı irşad ediyordu.

Bahaeddin Veled, Altunapa Medresesi’nde iki yıl mü­derrislik yaptıktan sonra 23 Şubat 1231’de (18 Rebiulahir 628) Konya’da vefat etti.

Mevlana, babası öldüğünde yirmi dört yaşında idi. Yeterli ilmi olgunluğa ulaşmıştı. Babası Bahaeddin Veled’in ders ver­diği medresede ders vermeye başladı. Babasının vefatında bir yıl sonra, Bahaeddin Veled’in müridlerinden Seyyid Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizi (Seyyid-i sırdan) şeyhini ziyaret etmek için Konya’ya geldi. Seyyid Burhaneddin’in Konya’ya geliş amacı, çocukluğu sırasında terbiyesiyle meşgul olduğu Mevlana’yı manevi terbiyesine almaktı. Muhtemelen Bahaeddin Veled onu bu vazife ile görevlendirmişti.

Seyyid Burhaneddin, Mevlana’nın manevi terbiyesini ik­mal etmek için Konya’ya gelince, o sırada Larende’de bulu­nan Mevlana’ya bir mektup yazarak onu Konya’ya çağırdı. Mevlana’ya, “kamil insan olabilmek için, zahiri ilimlerde elde ettiği üstün dereceyi, hal (tasavvuf) ilimlerinde de kazanması gerektiğini” söyledi. Mevlana artık onun manevi terbiyesi altına girdi ve dokuz yıl mürid olup ona hizmet etti. Daha sonra Seyyid Burhaneddin, Mevlana’yı, zahiri ilimlerde ilerlemesi için bir ara Şam’a gönderdi. Şam’da değişik ulemadan ders alan Mevlana, oradan Haleb’e gitti ve Halaviyye Medresesi’nde Kemaleddin İbnü’l-Adim‘den ders aldı. Sonra tekrar Şam’a döndü ve Mukadderniyye Medresesi’ne yerleşerek ilim tahsiline devam etti. Muhtemelen Suriye’de dört yıl kaldıktan sonra tekrar Kayseri’ye döndü.

Mevlana, Şam’daki eğitimi sırasında tefsir, fıkıh, hadis, Arap dili ve edebiyat başta olmak üzere akli ve nakli ilimlerde bilgi­sini artırıp icazet alırken; Muhyiddin İbnü’l-Arabi, Saadeddin Hamevi, Osman-ı Rumi, Evhadüddın-i Kirmanı ve Sadreddin Konevi gibi bilgin ve mutasavvıflarla görüşüp sohbet etme fır­satını buldu.

Mevlana, Kayseri’ye döndükten sonra hocası Seyyid Burhaneddin’in teşvikiyle, ledün ilminde tecrübe kazanmak amacıyla kendisi için hazırlanan bir hücrede halvete girdi. Bu­rada peş peşe üç bin erbain çıkardı. Böylece manevi eğitimini ik­mal yolunda önemli bir tecrübe yaşayan Mevlana, bir süre sonra hocasından irşad için icazet aldı ve Konya’ya döndü.

İlk hanımı Gevher Hatun’un ölümü üzerine Mevlana, Konya’lı İzzeddin Ali’nin kızı Kira Hatun’la evlendi. Bu ha­nımından Emir Muzaferrüddin Alim Çelebi ve Melike Hatun adında iki çocuğu dünyaya geldi.

Mevlana’ya manevi yolda rehberlik eden; o sade bir mü­derris iken, onu halkın gözünde bir veli-yi kamile dönüştüren şeyhi Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi yaklaşık 1241 yı­lında Kayseri’de öldü. Seyyid Burhaneddın, ahlaki olgunluğa sa­hip, sufilerin seyir ve sülvakıf, manevi makamlara ulaş­mış kamil bir bilgin idi.

Seyyid Burhaneddin’in ölümünden sonra Mevlana tek ba­şına kaldı ve daha çok marifetullaha yöneldi. Beş yıl daha ri­yazet çekerek manevi olgunluğunu tamamlamaya çalıştı. Bu arada çoğu ulema sınıfından ve yöneticilerden olan müridle­rine ve halka vaaz ve fıkıh dersleri vererek ilmi faaliyetlerini sürdürdü. Onun derslerine devam edip vaazlarını dinleyenler ve gösterdiği kerametleri müşahede edenler arasında sevenle­rinin sayısı gittikçe artıyordu.

Mevlana, Seyyid Burhaneddin’in vefatından beş yıl sonra, marifetullaha ulaşma yolunda kendisine yarenlik edecek, Şems-i Tebrizi ile karşılaştı. Bu karşılaşma Mevlana’nın hayatında yeni bir dönemin başlangıcı oldu.

Şems-i Tebrizi’nin kimliği, hayatı ve eğitimi hakkında pek fazla şey bilmiyoruz. Muahhar kaynaklarda onun kimliği ile il­gili çelişkili bilgiler bulunmaktadır. Dönemin pirleri tarafından “Tebrizli Kamil” olarak isimlendirilen Şems, birçok yer dolaş­tığı için “Şems-i Perende” (uçan Şems) diye anılıyordu. Melami ve Kalender meşrebe mensup olan Şems-i Tebrizi, birçok ünlü mutasavvıf ile sohbet etmiş, bazı sırlara vakıf olmuş meczup bir tabiata sahipti. Şems, 1244 yılı Kasım ayı sonlarında Konya’ya geldi.

Şems-i Tebrizi bu sırada altmış, Mevlana ise otuz yedi ya­şında idi. Şems-i Tebrizi’nin sözlerinden oluşan Makalat’ta anlatıldığına göre, bir gün Şems ”beni veli kullarınla tanıştır” diye rabbine niyaz eder. Rüyasında kendisine “seni bir veliye yoldaş edelim” denir ve o velinin Anadolu’da bulunduğu söylenir. Bunun üzerine Şems-i Tebrizi, Mevlana ile tanışmak için Konya’ya gelir.

Şems ile Mevlana’nın ilk karşılaşmalarıyla ilgili Sipehsalar Risalesi’nde, Eflaki’nin Menakıb’ında, Devletşah’ın Tezkire’sinde, Abdülkadir el-Kureşi’nin, el-Cevahirü’l-mudiyye’sinde ve İbn Batuta’nın Seyahatname’sinde farklı anlatımlar vardır. Bu konu ile ilgili Sipehsalar’da ve Eflaki’de geçen rivayeti nakletmekle yetineceğiz.

Sipehsalar Risalesi’nde anlatıldığına göre; Şems-i Tebrizi Konya’ya Mevlana ile tanışmak için geldiğinde Pirinç­ciler Harnı’na yerleşir. Ertesi gün hanın önündeki sedirin, üzerine oturur ve Mevlana’nın geçmesini bekler. Biraz sonra Mevlana oradan geçerken Şems ile göz göze gelir. Bu bakış, Mevlana ile Şems arasında ilk manevi etkileşimdir. Sonra Mevlana, Şems’in kar­şısındaki sedire oturur ve uzun müddet hiç konuşmadan bir­ birlerine bakarlar. Şems söze başlar: “Bayezid-i Bistami, Hz. Peygarnber’in kavunu nasıl yediğini bilmediği için ömrü bo­yunca hiç kavun yemediği halde, “Kendimi tesbih ederim, şa­nım ne yücedir” veya “Cübbemin içinde Allah’tan başka kimse yoktur” gibi sözler söylemiştir. Hz. Muhammed (sav) ise; “Ba­zen gönlüm bulanır da o sebeple Allah’a her gün yetmiş defa istiğfar ederim” demiştir, bu sözleri nasıl yorumlamak gerekir, diye sorar. Mevlana: “Bayezid kamil velilerden olmakla birlikte çıktığı tevhid makamının yüceliği kendisine gösterilince bunu bu sözlerle ifade etmiştir. Hz. Muhammed (sav) ise, her gün yetmiş makam geçerdi ve ulaştığı makamın yüceliği yanında bir ön­ceki makamın küçüklüğünü görünce, daha önce o kadarla ye­tindiğinden dolayı istiğfar ederdi” diye cevap verir. Bu cevabı çok beğenen Şems ayağa kalkarak Mevlana’yı kucaklar ve ikisi arasında büyük bir dostluk başlar. Birlikte Mevlana’nın ders verdiği medreseye giderler.

Eflaki’nin rivayetine göre ise; Şems-i Tebrizi Konya’ya gel­diğinde Şekerciler Hanı’na yerleşir. Mevlana bu sırada, Pamuk­çular Medresesi’nde öğrencilerine ders vermektedir. Bir gün öğrencileri ile birlikte medreseden ayrılıp katır sırtında evine giderken, Şems aniden önüne çıkar ve katırın yularından tuta­ rak: “Ey dünya ve mana vakitlerinin sarrafı! Muhammed (sav) hazretleri mi büyüktür, yoksa Bayezid-i Bestami mi? diye so­rar. Mevlana : “Muhammed Mustafa (sav) bütün peygamber­lerin ve velilerin başıdır” diye cevap verir. Şems: “Ama Muhammed (sav), ‘seni tesbih ederim rab­bim, biz seni layıkıyla bilemedik’ dediği halde, Bayezid ‘benim şanım ne yücedir, ben sultanlar sultanıyım’ diyor” der. Bunun üzerine Mevlana : “Bayezid’in susuzluğu az olduğu için bir yu­dum su ile kandı, idrak bardağı hemen doluverdi. Halbuki Hz. Muhammed(sav)’in susuzluğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Allah tarafından açılmıştı. Sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah’a daha yakın olmak istiyordu” diye cevap verdi. Şems bu cevabı işitince kendinden geçer ve Mevlana ile birlikte medreseye giderler.

Mevlana, Şems-i Tebrizi ile tanıştıktan sonra halkla alaka­sını tamamen kesmiş medresedeki dersleri ve müridleri irşad etme işini bir yana bırakıp bütün zamanını Şems ile sohbet ede­rek geçirmeye başlamıştı. Bu durum, müridlerin şeyhlerini ken­dilerinden ayıranın, kim olduğunu bilmedikleri Şems’e karşı kin beslemelerine neden oldu.

Mevlana’nın vaazlarından mahrum kalan halk arasında da çeşitli dedikodular yayılmaya başladı. Bunun üzerine Şems Konya’yı gizlice terk etti. Şems bu ilk gelişinde Konya’da, Kasım 1244’ten Mart 1246’ya kadar, yaklaşık on altı ay kadar kaldı. Mevlana’yı çok fazla üzen bu olayın ardından, durumun daha da kötüleştiğini fark eden müridler, ondan özür dilediler. Bir süre sonra Mevlana, Şems’in Şam’da olduğunu öğrenmiş ve ona dönmesi için gazel tarzında manzum mektuplar yazmıştır.

Eflaki, Mevlana’nın bu ayrılık sırasında matem tutanların giydiği, ”hindibari” denilen kumaştan bir hırka yaptırdığını ve başına bal rengi yünden bir külah geçirip üzerine sarık sardığını yazar. Ayrıca bu olaydan sonra sema meclislerini başlattığını söyler. Yine Sipehsalar’da, Mevlana’yı sema yapmaya Şems’in teşvik ettiği ifade edilmektedir.

Mevlana, o sırada Şam’da bulunan Şems’in tekrar Konya’ya dönmesi için mektuplar yazdı ve oğlu Sultan Veled’i Şam’a gön­derdi,. Bu ısrarlı davet üzerine Şems ve Sultan Veled birlikte Konya’ya geldiler (1247). Sultan Veled İbtidaname adlı eserinde, Mevlana ile Şems arasındaki arkadaşlığı Hz. Musa ile Hızır ara­sındaki ilişkiye benzetir. “Nasıl ki Hz. Musa bir peygamber ol­masına rağmen Hızır’ı ısrarla aramıştır, bunun gibi Mevlana da Şems’i aradı”, der.

Şems Konya’ya döndükten sonra Mevlana’nın ders okuttuğu medresedeki bir hücrede, Mevlana ile altı ay boyunca marife­tullaha dair sohbet ettiler. Yanlarına yalnızca Şeyh Selahaddin-i Zerkub ve Sultan Veled girebiliyordu. Bu arada Şems-i Tebrizi, Mevlana’nın evlatlığı Kimya Hatun’la evlendirildi. Bir süre sonra müridler ve halk Mevlana’nın kendilerini terk ettiğini düşünerek tekrar dedikodu yapmaya başladılar.

Şems, halkın kendisini Mevlana’dan ayırmak istediğini söyleye­rek ikinci defa ortadan kayboldu (1247). Eflakive Sipehsalar’da farklı şekilde anlatılan bu olayla ilgili, Şems’e suikast düzenlen­diği ve onun bu sırada yaralandığı, şeklinde ifadeler yer almak­tadır. Şems aldığı yaranın tesiri ile ortadan kaybolmuş bir daha onu hiç kimse görmemiştir.

Eflaki, Şems-i Tebrizi’yi hiç bir yerde bulamayan Mevlana’nın bu ayrılıktan dolayı kırk gün sonra başına beyaz sarık yerine duman renginde bir sarık sardığını, Yemen ve Hint kumaşın­dan bir giysi yaptırarak ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti giy­diğini söyler. Sultan Veled ise, Şems’in ikinci kez kayboluşun­dan sonra Mevlana’nın aşkla şiirler söylemeye başladığını ve gece gündüz hiç ara vermeden sema yaptığını yazar. Mevlana, Şems’in ayrılmasından sonra tam dört kez Şam’a gitmiş fakat onu bulamadan geri dönmüştür.

Mevlana’nın, Şems-i Tebrizi ile karşılaşması, onun hayatında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Şems’in Konya’ya gelmesin­den sonra Mevlana, vaazlarını, medresedeki derslerini, mürid­leri irşad görevini bir tarafa bırakmış yeniden marifetullahı keşif sohbetlerine dalmıştır. Sanki bu, yağmurun toprağa kavuşması, gecenin aydınlığa çıkması gibi bir buluşmadır. Bu sohbetlerde ilahi aşk ve vecdi terennüm eden Mevlana, önceleri aşkı takva­sında gizlerken, artık takvası aşkında gizlenmiştir. Dünya şiiri­nin zirvelerinden sayılan Divan-ı Kebir’ deki şiirlerin büyük kıs­mını bu devrede söylemiştir. Bu yüzden Divan-ı Kebir’e, Divan-ı Şems-i Tebrizi adı da verilir. Şems gelince, Mevlana için söz bit­miş aşk başlamıştır. Divan-ı Kebir aşığın, kendini sevgiliye an­lattığı şiirlerden oluşmuştur. Daha sonra Mevlana, oğlu Sultan Veled’i yanına çağırarak, Şems’ten sonra Selahaddin-i Zerkub’a tabi olmalarını, kendisi­nin şeyhlik sevdasında olmadığını söyler. Kuyumcukla meşgul olan Selahaddin, gençliğinde Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi’ye ardından Mevlana’ya intisab etmiş, Şems-i Tebrizi geldikten sonra da onun sohbetlerine katılmıştır. Şems’ten sonra Mevlana, Selahaddin-i Zerkub ile sohbet etmeye başladı.

Mevlana’nın, Selahaddin-i Zerkub ile marifetullaha dair sohbeti, müridleri arasında, Selahadin’in yeteri kadar ilim sa­hibi olmadığı ve şeyhlik için ehil olmadığı söylentilerine ve de­dikodulara neden oldu. Bu arada Mevlana, oğlu Sultan Veled’i, Selahaddin-i Zerkub’un kızı Fatma Hatun ile evlendirdi. Böy­lece, Selahaddin-i Zerkub’un ailesiyle yakın akrabalık bağları kurdu.

Selahaddin-i Zerkub’un vefatından (Aralık 1258) sonra Mevlana hilafet makamına müridlerinden Urmiyeli Hüsameddin Çelebi’yi geçirdi. Sultan Veled, babasının Şems-i Tebrizi‘yi gü­neşe, Selahaddin-i Zerkub‘u aya, Hüsameddin Çelebi‘yi de yıl­dıza benzettiğini ve onu meleklerle aynı mertebede gördü­ğünü yazar. Mevlana’nın en muhteşem eseri olan Mesnevi, işte bu Hüsameddin Çelebi’nin teşviki ile yazıya geçirilmiştir. Mesnevi İslam tasavvuf düşüncesinin bütün konularını içeren bir baş yapıttır ve İslam kültürünün önemli eserleri arasında sayılmaktadır.

Mevlana, Hüsameddin Çelebi’nin hilafet makamına geçi­şinden dokuz veya on yıl sonra 17 Aralık 1273 tarihinde hasta­lanarak vefat etti. Cenazesini ünlü mutasavvıf Sadreddin Konevi kıldırdı. Mevlana’nın ölüm gününü, sevgiliye kavuşma vakti olarak tanımlaması nedeniyle “şeb-i arus” (düğün gecesi) den-
miş ve ölüm yıldönümleri bu adla anıla gelmiştir. Sultan Ve­led, Mevlana’nın cenazesine, her din ve mezhepten, kalabalık insan topluluklarının katıldığını, söyler. Müslümanlar onu Hz. Muhammed (sav)’in nuru ve sırrı, Hristiyanlar kendilerinin İsa (as)’sı, Yahudiler de kendilerinin Musa(as)’sı gibi gördüklerini söylediler, der.

Mevlana’nın ardından on yıl daha Hüsameddin Çelebi hilafet görevini sürdürmüş, onun vefatından sonra yerine Mevlana’nın oğlu Sultan Veled geçmiştir (1283).

Mevlana’nın Eserleri

Mevlana’nın günümüze gelen eserleri şunlardır:

1- Mecalis-i Seb’a (Yedi Meclis), Mevlana’nın ilk eseridir. Henüz aşk yolculuğu başlamadan önce, babasının ölümünden sonraki dönemde mü­derrislik ve vaizlik görevindeyken verdiği vaaz ve sohbetlerdeki konuşmalarından oluşmaktadır. Bu konuşmalarda konuyla ilgili ayet ve hadislerin açıklanmasının yanı sıra Senai ve Attar gibi şairlerin şiirlerine, Mesnevi’de anlatılan bazı hikayelere ve Divan-ı Kebir’ den şiirlere de yer verilmiştir. Divan-ı Kebir ve Mesnevi gibi eserlerin habercisi sayılabilir.

2- Divan-ı Kebir (Büyük Divan), Mevlana bu eserini Şems-i Tebrizi ile tanıştıktan sonra yazmıştır. Mevlana hayatını üç devreye ayırır. “Hamdım, piştim, yandım”. Divan-ı Kebir bu yanma günlerinin eseridir ve aşığın, kendini sevgiliye anlattığı şiirlerden oluşmaktadır. Mevlana’nın tasavvufi yolculukta hissettiği coşkuların dışa vurumu yani sözlü ifadesidir. Divan-ı Kebir’ de Mevlana kendi adını yahut mahlasını kullanmaz, aşk yolculuğunda arkadaşları olan Şems, Selahaddin, ya da Hamuş adıyla şiirlerini imzalar.

3- Mesnevi, Mevlana’nın olgunluk dönemine ait en büyük şa­heseridir. Mevlana bu dönemde aralıksız akan bir hikmet çeşmesi gibi etrafına öğütler vermektedir. Bir gün Çelebi Hüsameddin, Mevlana’ya bu akıp giden düşüncelerin muhafaza edilmesi ve daha çok müride ulaştırılması gerektiğini söyler. Yazılı eserler­ den örnekler vererek bunun faydalarını anlatır. Bunun üzerine Mevlana, on sekiz beyitlik ilk kısmını bizzat kendisi yazdıktan sonra eserin, Hüsameddin Çelebi tarafından yazılmasına mü­saade eder. Mesnevi, Kur’an’dan ilhamla adeta onun tefsiri olarak yazılmış bir eserdir. Kur’anı’ın zahirindeki anlamlarının altındaki derin manevi anlamları anlatmayı hedefler. Kur’an hakikatlerinin kavranması ve bu hakikatlerin eylem safhasına geçirilerek kişinin ruhunda inkılaplar yaratması murat edilir. Bir eğitim kitabı olan Mesnevi, hakikatin pratiğe dönüşmesini, imanın akıllardan kalplere inmesini hedefler.

4- Fihi ma Fih (İçindeki içindedir), Mevlana’nın sağlığında oğlu Sultan Veled veya bir başka müridi tarafından kaydedilen soh­betlerinin vefatından sonra derlenmesinden meydana gelmiştir. Eser altmıştan fazla bölümden oluşur. Mensur olmakla birlikte son derece veciz bir dil kullanılmıştır. Mevlana’nın eşsiz söz söyleme kudretini ortaya koymaktadır. Aynı zamanda devrin sosyal yapısının, düşünce ortamının ve tarihi şartlarının da bir analizidir.

5- Mektubat (Mektuplar), Mevlana’nın yaşadığı dönem içinde çeşitli kişilere yazdığı yaklaşık yüz elli kadar mektuptan oluş­maktadır. Bu mektuplar daha çok yöneticilere, müridlerine veya kendi aile bireylerine yazılmıştır. ··

Bunların dışında, belli sure ve duaların bir araya getirildiği Evrad-ı Kebir ve Evrad-ı Sağir adında iki zikir kitabı daha vardır. Ona isnad edilen diğer bazı eserlerin ise, Mevlana’ya ait olduğu şüphelidir.

 
Kaynak ; Kaynak ; Eskişehir Mevlevihanesi , Nizamettin Arslan , Kesit Yayınları

Hasan Hüsni Dede Efendi

Eskişehir – Odunpazarındaki Kurşunlu Külliyesinin hemen arkasında yer alan Hamuşan’da.

Hasan Hüsni Dede Efendi, 1246/1830-1 yılında Eskişehir’de bu aleme teşrif ederler. Babası Çürükoğlu Hacı Hafız Hüseyin Hüs­ni Efendi, annesi Kerime Hanım’dır. Çürükoğlu Hacı Hafız Hüse­yin Efendinin müderris ve alim bir kişidir. Kendi adına yaptırdığı Çürükoğlu Medresesi vardır. Ancak, günümüzde medresenin yeri bilinmemekle beraber Kurşunlu Camii kuzeyindeki giriş kapısının bir alt sokağına,”Çürük Hoca Sokağı” ismi verilmiştir. Muhtemelen medrese de bu sokakta idi.

Hasan Hüsni Dede çocukluk yıllarının ardından ilk eğitimini alim ve Mevlevi şeyhi olan babası Hüseyin Hüsni Efendi’den alır. Daha sonra İstanbul’a giderek eğitimine orada devam eder. Med­rese eğitimini bitirip icazetler alır ve müderris olur. Uzun süre İs­tanbul’da bulunur, müderrislik yapar. Ancak zahiri ilimleri tahsil edip müderris olsa da, kalbi mutmain değildir ve içinde önüne ge­çemediği bir çağlayan vardır. Her ne yaptıysa bu çağlayanın önün­ de duramaz. Nihayet Yenikapı Mevlevihanesi’ne gider ve Osman Selahaddin Dede‘ye teslim olur. İçindeki o coşkunluk sakinleşir. Osman Selahaddin Dede’nin manevi feyz pınarından kana kana içer çilesini tamamlar. Kadiri ve Mevlevi icazeti alarak Dede olur. Böylece aldığı eğitim ve tasavvufi terbiye ile alim, fazıl, irşad için liyakatli ve ehliyetli birisi olma niteliklerini kazanır.

1865 yılında babası Hüseyin Hüsni Efendi’nin vefatı üzerine Es­kişehir’e döner. Hükümete yazılı başvuru yaparak, Gazi Mustafa Paşa’nın Eskişehir-Odunpazarı-Paşa Mahallesi’nde bina ettirdiği Kurşunlu Camii avlusunda bulunan binanın ve tekke odalarının, Mevleviliğe ait olduğunu ve şeyhliğinin de babasından kendisine intikal ettiğini bildirir. Yapılan araştırmalar ve Konya Mevlana Dergahı’nda bulunan yaşlı Mevlevi dervişlerinin de şehadetleriyle 2 Recep 1282 / 21 Kasım 1865 tarihinde düzenlenen bir beratla der­gah Hasan Hüsni Dede‘ye tevcih edilir

Hacı Hasan Hüsni Dede‘nin Mevlevi, Kadiri ve Melami tarikat­larından halifelik icazeti vardır. Mezar taşında Mevlevi ve Kadirı şeyhi olduğu yazılıdır. Melamiliği hakkında ise, Abdülbaki Gölpı­narlı “Melamiler ve Melamilik” adlı kitabında, Hasan Hüsni De­de‘nin bir İstanbul seyahatinde Melami Piri Seyyid Muhammed Nur Hazretleri ile görüşerek Melami olduğunu, ancak bunu gizle­ diğinden Mevlevilerden kimsenin bilmediğini yazar.

Hasan Hüsni Dede‘nin, Kadirılikten de icazeti olduğu için bazı mübarek gecelerde dergahda Kadiri zikri icra eder. Bazen hususi hayatında Kadiri tacı giydiği de olur. Fakat zikir ayinlerinde da­ima Mevlevi sikkesi giyer. Her zaman aynı şekilde zikretmez, ara sıra geleneğini değiştirir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Hasan Hüsni Dede, Yenikapı Mev­levihanesi şeyhi Osman Selahaddin Dede‘den icazet almıştır. Os­man Selahaddin Dede ilmi derecesi yüksek, siyasi ve sosyal hayatı da zikredilmeye değer mümtaz bir kişidir. Hasan Hüsni Dede de, şeyhi Osman Selahaddın Dede gibi siyasi ve sosyal yönden aktif bir kişiliğe sahiptir. Sık sık İstanbul’a gider siyasi olayları yakından ta­kip eder. Dönemin Osmanlı Sultam II. Abdülhamid Han ile görüştüğüne, dini ve siyasi olayları müzakere ettiğine dair sözlü rivayet­ler vardır. Ayrıca şeyhi Osman Selahaddin Dede’nin vefatında (14 Mart 1887) cenazesinin gasledilip kefenlenmesi görevini yapması ve hocasının cenaze namazını kıldırması onun Mevlevi meşayihi arasındaki saygınlığını ve itibarını göstermektedir

Mevlana Hazretleri, ”…eski erenler nefislerini aşağılatmak için dilenmeyi hoş görmüşler. Ama biz, bizi sevenlere bu kapıyı kapat­tık. Herkes bir iş tutmalı, elinin emeğiyle geçinmelidir. Böyle davranmayanlar bizden değildir.” buyurur. Onun bu sözleri kendisine bağlananları her dalda çalışmaya zorlamış; Mevlevi dergahların­ da dedeler ve dervişler zikir ve musiki çalışmalarının yanı sıra ka­zanç sağlamak amacıyla mutlaka bir sanatla ilgilenmişlerdir. Ha­san Hüsni Dede de bu konuya önem vermiş, dergahtaki dervişlerin hem sosyal hayata katkıda bulunmaları hem de dergaha gelir sağlamaları amacıyla bazı iş kollarında faaliyet yapmalarına im­kan sağlar. Bu nedenle Eskişehir Mevlevihanesi’nde üç adet fanila örme makinesi ve dört adet çorap dokuma makinesi çalıştırılırdı. Dergahta dokunan çorap ve fanilalar pazarcı marifeti ile şehirde satılarak, dergahın bütçesine ek gelir sağlanıyordu. Böylece eko­nomiye katkı sağlamanın yanı sıra, tekke ve zaviyelerin son asırda içine düştükleri mali sıkıntılar ve işsiz güçsüz takımının sığıntı yeri olmasından dergahı korumuş oluyorlardı.

Hasan Hüsnü Dede ökçeli mest giyer, ahşap bir asa taşır ve daimi surette sade, temiz ve Mevlevi dervişlerinin sema ayininde giydikleri geniş etekli bir tennure giyer.

Hasan Hüsni Dede‘nin Celaleddın, Şemseddin, Bahaeddın ve Hilaleddin adında dört oğlu, Şehribanu ve Hacer Saniye adında iki kızı vardır. Şeyhzade Hüseyin Celaleddin Efendi en büyük oğlu ve aynı zamanda Eskişehir asitanesinin sertabbah/aşçıbaşısı idi. Ha­san Dede’nin sağlığında 1319/1901-2 yılında vefat etmiştir.

Hasan Hüsni Dede, meşihatta kaldığı sürece medrese dersle­rinden üç defa icazet vermiş, otuz kadar zata Mevlevilikten hilafet ve birçok kimseye Mesneviyi Şerif okutma, Mevlevi ayini icra edebilme icazetleri vermiştir. Onun müntesipleri arasında bir çok alimler, şeyhülislamlar ve vezirler vardır. Bunlar arasında Tire Mevlevihanesi şeyhi Hayrullah Dede, Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Mehmed Celaleddin Dede, İhtifalci Mehmed Ziya, Kemalı Aşçı Tahir Dede, Kasımpaşa Mevlevıhanesi Mesnevihanlığı yapan Muham­ med Es’ad Dede, meşhur bestekar, hanende ve hattat Hasan Sırrı Efendi, Kütahya Mevlevihanesi postnişini şair ve hattat Hacı Pesendi Dede, Kütahyalı Şeyh Rıfat Efendi, Konya Çelebilerinden Abdülvahid Çelebi, Hasan Hüsni Dede’nin oğulları Şemseddin Dede ve Bahaeddın Dede‘nin isimleri zikredilebilir.

Hasan Hüsni Dede Efendi ile ilgili Refi Cevad Ulunay kendisinin şu hatırasını anlatır:
“Ben babamın Eskişehir Kaymakamlığında sema’a çıkardım. Eskişehir mevlevi şeyhi Hasan Efendi büyük bir zat idi. Her hafta dergahta mukabele yapılırdı. O tarihte Eskişehir’de Lazari isminde gayet güzel ud çalan bir Rum çalgıcı vardı. Her hafta mukabele­ye gelir vecd içinde mukabeleyi dinlerdi. Bir hafta giriş taksiminde Hasan Efendi:
– Lazari , dedi.
– Eyvaallah şeyhim!
– Çık mutribe bir taksim et!
Lazari zangır zangır titreyerek mutribe çıktı. Ağlaya ağlaya öyle bir taksim etti ki, udun göğüs tahtası parçalandı. Kendisi de oraya düştü bayıldı.

Otuz beş yaşında Eskişehir Mevlevıhanesi postnişinliğine tayin edilen Hasan Hüsni Dede, bir ara Hac farizasını da yerine getirmiş­tir. Ancak hangi yılda Hicaz’a gittiğini bilemiyoruz. Mevlevi, Kadiri ve Melamı şeyhi, alim ve fazıl bir kişi olan Hasan Hüsni Dede Efen­di, kırk üç yıl şeyhlik görevini sürdürmüş, yaşadığı sürece etrafını bir güneş gibi aydınlatmış gerçek bir mürşiddir. 28 Temmuz 1908 Salı günü sevgiliden gelen “irci’i” emrine uyarak, bu fenô aleminden beka alemine göçer. O gün Müslüman Hıristiyan bütün Eski­şehir ahalisi ayağa kalkar. Üç camide cenaze namazı kılındıktan sonra Mevlevihane’nin güney duvarına bitişik hamuşana sırlanır. Ruhu şad, himmeti hazır olsun. Torunu Muhyiddin Celal Duru bu vuslat günü için şu dörtlüğü, tarih kaydı olarak düşer:

Pir idi, seksendi sinni Hazretin,
Pir idi ihvanı irşad etmede;
Söyledim tarih-i tam-mi naklini
Hakka göçtü Şeyh Hasan Hüsni Dede (1325)

Kaynak ; Eskişehir Mevlevihanesi , Nizamettin Arslan , Kesit Yayınları

Cununi Ahmet Dede

Bursa – Pınarbaşı Kabristanının giriş kapısının karşısında

Mesnevi’nin sırlarına vakıf olup Konya Karaman ‘ ın Larende kasabasında Süleyman veyahut Sinan nam zatın oğludur. Şeyh Ahmed Mevlevi olarak bilinir. Kendisi bir mevlevi oğlu olarak dünyaya geldi, yetişkinlik çağına kadar tahsiline Larende’de devam etti. Mevlevilik tarikatına fiilen girmesiyle çilesini bitirdikten sonra uzun müddet Bağdat Mevlevihanesi’nde Mesnevihan olmuş (mesnevi okutmuş) ve etrafını manevi feyze gark etmiştir.

Burada bulunduğu sırada alem-i ma ‘nada kendisine taze bir gül verilmiş, gülün şekli ve rengi pek latif olduğu halde kokusu olmadığından: “Ah, ne olaydı, bunun bir de kokusu olaydı.” demiş, kendisine; “Bunun kokusunu Bursa’da duyarsın” denilmiştir.

Cünuni Dede yaşlılık yıllarında büyük bir sıla özlemine kapılarak tekrar doğduğu yere döndüğü vakit , o tarihte Hz. Pir’in (Mevlana Celaledin-i Rumi’nin) eşiğinde seccadenişin olan Çelebi Ebubekir Efendi Hazretleri bulunuyordu : “Bursa şehri İslam şehirleri içinde bir «Burcu Evliya» olarak şöhret bulmuş olduğu halde burada bizim yolumuz yüce mevlevilik tarikatının bir tekkesi henüz yoktur. Böyle bir tekkeyi kurup yeniden canlandırmayı sizden rica ediyorum. ” diyerek bu büyük görevi kendisine verdi.

Cünuni Dede, ilk önce çok yaşlı olduğunu ileri sürerek bu iş için özür diledi. Ancak birkaç gün sonra Larende ‘ye gitmek için sefer hazırlığı yaparak izin istemek ve vedalaşmak üzere Çelebi Efendi Hazretleri’nin huzurlarına geldi. Çelebi Ebubekir Efendi mecliste bulunanların huzurunda: “Biz Mevlana ‘yı Bursa ‘ya göndermek arzusunda idik. Halbuki bu sözümüzü kabul etmediler, reddettiler.” buyurunca o sırada Bağdat’ta gördüğü rüyayı hatırladı; o anda rü’yada gördüğü gül tecessüm ederek önüne gelmişti. Bunun üzerine hayret edip azizin sözünü kabul ile Larende’ ye gitmekten vazgeçti, kendisine verilen emir ve vazifeyi yerine getirmek üzere Bursa ‘ya hareket etti .

Görev için Bursa’ya geldiğinde tanınmış şeyhlerden Şeyh Ya’kub Efendi ‘nin Setbaşı yakınlarında Karaağaç Mahallesi’ nde bulunan tekkesine birkaç günlüğüne misafir olmak üzere indi. Yakub Efendi ise o sırada İstanbul’da Eyüp civarında bir eve yerleşmiş olduğundan dergah boş idi.
Cününi Ahmed Dede kısa zamanda gelip giden mevlevileri burada bir araya toplamış, düzenlediği ayinlerle etrafına feyz saçmıştır. Aradan çok geçmeden muhibbanından Mehmed adında bir dervişe : “Erenler, bu makamın bizim karargahımız olmadığını siz de bilirsiniz. Bakalım bir istihare edin de ne zuhur eder, görelim.” buyurur.

Derviş Mehmed o gece istihare eder. Rüyasında sağ tarafından Karapınar denilen mevkiden iki alem (sancak) zuhur eder. Arkasından birçok mevlevi dervişleri gelerek sancağın birisini ikamet ettikleri zaviye tarafına götürdükleri halde tekrar dönerek Pınarbaşı civarında bilahare Mevlevi Zaviyesinin kurulduğu kayanın üzerine dikerler. Derviş Mehmed uyanır, gördüğü rüyayı arz eder. Cünuni Ahmed Efendi memnun olur, tahsin eyler.

Pınarbaşı üzerindeki küçük, dar ve karanlık bir kümbette yerleşir ve hemen burayı imara başlarlar. Sultan I. Ahmed ‘de 18.7.1611 ‘ de Bursa Mukaatası malından yüz bin akçe verilip bir mevlevihane yaptırılması ve mevcut fukaraların vazifelerinin hesap edilip bildirilmesini Bursa kadısına emreder. O sırada hayırsever bir kadın Tefsirhan mahallesi’nden Ali Bey’ in karısı Fatma Hatun , 1023/1614 eylülünde Yadigar- ı Şemsi’de evini, Bursa Kütüğü ‘ nde , Bursa Şeriyye Sicillerine göre; yirmi bin dirhem akçe ile satın aldığı hanı , Mesnevi-i şerif okunmak şartıyla dervişlere vakfeder. Şerbeti Mehmed Efendi ve bunlardan başka birçok hayırsever dervişan , mal ve mülk bakımından pek çok yardımlarda bulunur kısa zamanda burayı örneği görülmemiş büyük ve güzel bir Asitane haline getirmeye muvaffak olurlar.

XVII. yüzyılda Bursa’ya gelen Evliya Çelebi, bu dergahı Bursa’da bulunan diğer dergahlardan daha büyük, 70-80 odalı ve geniş bir semahaneden müteşekkil olduğunu yazmaktadır.

Mehmed Fahreddin Efendi’ye göre Azmizade Mustafa ve Mehmed Şemseddin’e göre Mevlana Urfizade Mustafa Efendi’nin Bursa kadısı olduğu sırada Bab mahkemesi katipliğinde bulunan Baldırzade Mehmed Selisinin kendi hattıyla bu dergahın vakfiyesini yazdığını ve Mustafa Efendi’nin imzaladığını belirtmektedir.

Şair Hayali, Güldeste’nin beyanına göre tekkenin yapılışına sekiz beyitlik manzum bir tarih düşürmüştür. Son beyit şöyledir:
Mevlevi-haneyi Cününi Dede
Eyledi Hu diye diye ihya 1024

Cünuni Dede, bu yeni yapılmış büyük tekkede ayinler düzenler ve Mesnevi’ dersleri verirken 1030/1621 senesinde fanilik tekkesini terk eyleyip baki kalan cennet-i alaya gitmiştir. Kabri tekkede Mevlevihane kapısının sağ tarafındadır.
Şair Beyanı Çelebi üç beyitlik şiirinde:
Nakline tarih Beyanı idi
“Kıldı Cününf Dede teslim-i ruh ” 1030

beytindeki mısraı ile ölümüne tarih düşürmüştür. Cünuni Dede , meczub, küçük büyük herkesin güven ve saygısını kazanmış, kuvvetli bir nefes gücüne sahib , bilinmeyen gizli halleri keşfetmekle ünlü keşf ü keramet sahibi bir zat idi. Mevlevi şairlerinin ariflerindendi. Cünuni Ahmed Dede ‘nin hayatı hakkında bilgi veren kaynaklarda Türkçe ve Farsça şiirler yazdığı belirtilmekteyse de hiçbir eseri günümüze ulaşmadığı gibi kaleme aldığı şiirlerden pek azı ele geçmiştir.

Şeyh Mahmut Sadık Dede

Şeyh Mahmut Sadık Dede ; İzmir – Tire’de İlçe merkezine 5 km mesafedeki Kaplan köyünün batı yakasında dere kenarında

Bugün türbe tamamen yıkılmış olup sadece temel kalıntıları görülmektedir. Türbe, belgelerde çatılı olarak verilmektedir. Türbe alanı içinde, Girit fatihi vezir kaptan-ı derya Kaplan Ahmet Paşa ile Üsküdar Mevlevi şeyhi Mahmut Sadık Dede’nin mezarları bulunmaktadır. Yola yakın bölümdeki mezarda Kaplan Ahmet Paşa yatmaktadır.

Mezar taşında ; ” Hü Dost kutbül arifin sultan el kilici eşşeyhü Kaplan Baba ruhu için el fatiha”, ifadeleri kullanılmıştır. Kitabede tarih yoktur. Ancak, Kaplan Ahmet Paşa’nın 17.yüzyılın ikinci yarısında vefat ettiği bilinmektedir. Evliya Çelebi, Girit’in fethine gidilirken kadırgaya onun bindirdiğini yazmaktadır.

KAPLAN AHMET PAŞA sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın eniştesi olup Tire’ye sürüldükten sonra Arpacılar (Kaplan) köyünde oturmaya zorlanır. Bu ünlü daha sonra, hem köye adını verecek hem de Tire’ye inen su yolları ve çeşmeleriyle gözde bir ad olacaktır. Özellikle Tire’nin Ertuğrul, Dumlupınar, Ketenci, Turan ve Cumhuriyet Mahallelerinin su şebekeleri önemli ölçüde Kaplan Ahmet Paşa tarafından sağlanmıştır. Ve bu su hizmetlerinin yerine getirilebilmesi için de önemli vakıflar bırakmıştır. Yaşamını daha sonra kendi adı verilecek olan Arpacılar’da sürdürmüş ve burada ölmüştür.

Diğer kitabe Mahmut Sadık Dede’ye aittir ve kitabede tarih vardır.
Kitabesinde :
“Sabıkan Galata Mevlevihanesinde şeyh olan Yeğen Ali Paşazade eş-Şeyh Numan Bey’in halifesi merhum ve Mağfur eş-Şeyh Muhammed Sadık Dede. 1207” yazılıdır.
Sadık Dede Üsküdar Mevlevihanesinde kendisine verilen görev gereği Mevlevihanenin vakfiyesinde bulunan Mahmutlar Çiftliğinin bulunduğu esnada vefat eder ve Kaplan Dede namıyla anılan kabrin yanına defnedilir.

Kaynak
Abdulhalim Durma , İzmir Evliyaları ,
http://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun

Sakıb Dede

Kütahya Mevlevihanesi

Kütahya – Merkez’de Dönenler camii içerisinde

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden. İsmi Mustafa’dır. Endülüs’ten İzmir’e göç eden bir âilenin çocuğu olarak doğdu. Doğum târihi belli değildir. Babası ticâretle uğraşırdı. Sâkıb Dede doğmadan önce, annesi Halime Hâtun rüyâsında mübârek bir zât gördü. O zât; “Allahü teâlâ sana üç beş gün içinde bir oğul verecektir. Gözünü aç onun kıymetini bil. O bizim yüksek oğlumuz olacaktır. Sana da dünyâ ve âhirette faydası çok olacaktır.” dedi. Annesinin bu rüyâsından birkaç gün sonra Sâkıb Dede doğdu.

Sâkıb Dede yürümeye başladığı sırada babası ticâret için Mısır’a gitmişti. Aradan birkaç sene geçtiği halde kendisinden hiç haber alınamadı. Bu yüzden geçim sıkıntısı çekiyorlardı. Annesinin, bir gün akşam yemeği hazırlamaya çalışırken, ağladığını ve mahzûn olduğunu gören Sâkıb Dede, yemek yemeyip üzgün olarak bir köşede oturdu. Bu sırada kapı çalındı ve bir zât pekçok erzak ve çeşit çeşit hediyelerle birlikte mektup getirdi. Mektupta babası yakın zamanda döneceğini bildiriyordu.

Yedi sekiz yaşlarına geldiğinde hocaya gitmeye başladı. Çalışkanlığı ve zekîliği ile kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi ve başlangıç ilimlerini öğrendi. Daha sonra tahsîline devâm etmek için İstanbul’a gitti. Fâtih Câmii Medreselerinde meşhûr âlimlerden ders aldı. Sonra Köprülüzâde Mustafa Efendinin derslerine devâm etti. Bu arada hocası ile birlikte küffâr üzerine yapılan bir sefere katıldı. Çehrin Kalesi muhâsara edildi. Muhâsaranın başlamasından üç ay geçmesine rağmen bir netîce alınamadı. Zaman zaman asker arasında, Sultan Süleymân’ın Kânunnâmesinde; “Yeniçerilerin üç aydan fazla muhâsara üzerinde kalmayacağının” yazılı olduğu konuşulmaya başlandı. Bu sırada bir ikindi vakti sefer kumandanının çadırına bir derviş geldi. Komutan ona çok hürmet etti. Sohbetin sonunda derviş; “Bu gece mânâ âleminde Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretlerinin bütün halîfeleri talebeleri ile gelip kalenin hizâsında murâkabe hâli üzere oturduklarını gördüm. İnşâallahü teâlâ yarın ikindi vakti kalenin alınma ihtimâli vardır.” dedi ve askerin kaleye gireceği yeri gösterip, oradan ayrıldı. Komutan bu haber üzerine rahatladı. Bu hâdiseyi gören Sâkıb Dede’de bambaşka haller oldu. Sevdiği ve güvendiği Fevzi Efendiye durumunu arz edip, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin ahvâlini anlatmasını istedi. O da bildiği kadar anlattı. O güne kadar tasavvuf ehlinin sohbetlerine katılmamış olan Sâkıb Dede’de tasavvufa karşı bir sevgi ve meyl hâsıl oldu. Gece rüyâsında şunları gördü: Çehrin Kalesinin semâsında bir kubbe vardı. Burada evliyâ zâtlar gömülüydü. O kubbeden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî çıkıp, koltuğunda bulunan kopcayı Sâkıb Dede’ye eliyle işâret etti. Sâkıb Dede; “Peki efendim.” deyip süratle yanına vardı. Elini öpüp, emirlerini, ne buyuracaklarını beklediği sırada o zât; “Ey genç! Ben seni kabûl ettim.” dedikten sonra mevlevî elbisesi giydirdi ve; “Senin dünyevî bir işin yok.” buyurdu. Ertesi gün rüyâsını Fevzi Efendiye anlattı. O da rüyâsını tâbir etti ve bundan sonra mevlevî olduğunu söyledi.

Sâkıb Dede’yi sefer dönüşünde Farsça öğrenmek husûsunda büyük bir merak sardı. Bunun için Bursa’ya gitti. Kısa zamanda Farsçayı öğrendi. Üstelik bu dili Bursa’nın ileri gelenlerine öğretmeye başladı. Daha sonra Uşak üzerinden Manisa, Isparta havâlilerinde hem ders vererek hem de vâz u nasîhatlerde bulunarak Konya’ya gitti. Konya’da câmilerde vâz u nasîhatta bulundu. Yaşının çok genç olmasına rağmen güzel vâzları ile Konyalıların dikkatini çekti.

Daha sonra Elmalılı Halil Efendinin sohbetlerine devâm etti. Tasavvufa dâir kıymetli eserler okudu. Halil Efendiden icâzet aldıktan sonra İstanbul’a döndü. Fâtih Câmiinde dersiâm olup, altı ay kadar ders verdi. Bu arada rahatsızlandı. Kaplıca tedâvisi görmek için Bolu’ya gitti. Bolu’da kaldığı müddet zarfında halka vâz u nasîhatta bulundu. İşlerini bitirince tekrar İstanbul’a döndü. Tasavvuf yolunda kendisini terbiye edecek bir zât arıyordu. Kendisine Edirne Mevlevî Dergâhında ders veren Siyâhî Dede’yi tavsiye ettiler. Edirne’ye gidip bir müddet onun terbiyesi altında bulundu. Ondan tasavvufta icâzet aldı. Sonra oradan ayrılıp Galata Dergâhında Şeyh Gavsî Dede’nin hizmetinde bulundu. Mevlevî tarîkatının âdâbını öğrendikten sonra, matematik öğrenmek için Mısır’a gitti.

Sâkıb Dede Mısır seyâhati sırasında uğradığı mevlevî dergâhlarındaki, gelip geçmiş zâtların hayatlarını toplayıp meşhûr Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyye isimli eserini yazdı. Geri dönüşünde Kütahya Mevlevîhânesi şeyhliğine tâyin edildi. Uzun süre burada hizmet ettikten sonra 1735 (H. 1148) senesinde vefât etti ve dergâhın bahçesine defnedildi.

Sâkıb Dede, her kimden gelirse gelsin ezâ ve cefâlara karşı şikâyette bulunmaz, onlarla güzel ve tatlı bir şekilde konuşarak, dost olmayanları da dost yapardı. Başına gelen her türlü sıkıntıları şükr ile karşılardı. Aleyhinde olanların bir kısmı onun bu halleri karşısında tövbe edip, ona talebe oldu. Diğerleri ise bir musîbete dûçâr oldular. Bir Cumâ günü İbrâhim Efendi isimli bir zât Aksu’ya giderken, yolu Sâkıb Dede’nin dergâhının yanından geçti. Dergâha girip; “Bana bir fırsat verseler bütün dedelerin ayaklarını kırardım.” dedi. Ayrılıp giderken, dergâha yakın bir yerde düştü ve ayağı kırıldı. Ömrünün sonuna kadar bu derdi çekti.

Sâkıb Dede’nin ayrıca şiirlerinin toplandığı bir Dîvân’ı vardır. Samîmi ve bir çoşku hâlinin terennümü niteliği taşıyan şiirlerinde lirik bir hava hâkimdir.

KAYNAKLAR
1) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.179

2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Zeyli (Fındıklı İsmet Efendi); s.406

3) Tezkire (Safâyi, Süleymâniye Kütüphânesi Esad Efendi Kısmı, No:2549); s.51a

4) Âdâb-ı Zurefâ (Millet Kütüphânesi Ali Emîri Târih 762); s.53b

5) Hatimet-ül-Eş’ar; s.38

6) Tufeyli Menâkıb-ı Kibâr-ı Mevlevî fî Menâkıb-ı Şeyh Sâkıb Mânevî, Üniversite Kütüphânesi, T.Y. 2509

Celaleddin Ergun Çelebi

Kütahya Mevlevihanesi

Kütahya – Merkez’de Dönenler camii içerisinde

Mevleviliğin yayılmasını sağlayan ilk şeyhlerden. Hayatı hakkındaki bilgiler kendisinden çok sonra yazılan Sefine-i nefise-i Mevleviyan adlı esere dayanır. Kütahya’da doğdu. Babasi Burhaneddin llyas, dedesi Germiyanoğlu Süleyman Paşa’dır. Süleyman Paşa ,Sultan Veledin kızıyla evlendiği için Celaleddin Ergun’a da Çelebi unvanı verildi. Ulu Arif Çelebi, Emir Alim Çelebi, Emir Vacid Çelebi’den feyiz aldı. Bir ara Bursa’ya giderek Geyikli Baba’nın da sohbetlerine katıldı. Konya’da hilafet aldıktan sonra, Kütahya’ya gelerek Imadüddin Mezar tarafindan yaptirilan Kütahya Mevlevihanesinin ilk postnişini, şeyhi oldu. Uzun seneler halka Mevlevi yolunu anlattı. 1373 (H. 775)’de burada vefat etti. Türbesi dergahın haziresindedir. Yerine oğlu Burhaneddin İlyas Çelebi geçti.Erguniyye Dergahı da denilen Kütahya Mevlevihanesi o tarihte Konya ve Afyon Mevlevihanesinden sonra üçüncü büyük Mevlevihane oldu.

Gençname, İşaret-ül beşare, adlı eserler ona nisbet edilmiş ise de kesinlik kazanmamıştır. Hem zahir ilimlerde alim hem tasavvufta mahir ve edebiyatta da zirve idi.

Şeyh Murat Çelebi

Afyon mevlevihanesinde

Şeyh Ahmet Çelebi’nin oğlu, Şehid Ali Efendi’nin de kardeşidir. Sicil kayıtlarında Murat Çelebi’nin şeyhlik yaptığına dair bir kayda rastlanmaz. Ancak, Mevlevîhâne’nin türbe bölümünde ona atfedilen kabir üzerinde bir sandukanın olması, Şemseddin Çelebi’nin, şeyh Ali Efendi’den önce Mevlevîhâne’nin şeyhi olduğunu, onun vefatından sonra Ali Efendi’nin şeyhlik makamına geçmiş olduğunu bildirmesi gibi bilgiler, onun 1837 yılında kısa bir süre, (belki birkaç ay) şeyhlik yapmış olduğu fikrini vermektedir. Bu durumda Murat Efendi’nin Yahya Efendi’den sonra, Ali Efendi’den de önce şeyh olması gerekir. Murat Efendi, Ahmet Çelebi’nin büyük oğlu olmalıdır. Zira Mevlevî geleneğinde de şeyhlik sırası öncelikle ailenin büyük erkek çocuğuna verilmiştir. Babası ve kardeşine ait bilgilerden yola çıkarak 1750-1850 yıllarında yaşadığını söyleyebiliriz.

Kaynaklar ;Abdulhalim Durma , Afyon Evliyaları
Mehmet Gündoğan , Afyon Alim ve Evliyaları , Medrese kitabevi , 1999
H. Fikri Yazıcıoğlu , Afyon Evliyaları ve İlim Adamları , 1969

Şahidi İbrahim Dede

Şahidi İbrahim Dede

Afyon Mevlevihanesinde

Muğlanın meşhur alimlerinden biri olan İbrahim Şahidî Dede,1470 (H.875) de doğdu. On sekiz yaşına kadar memleketinde, sonra Bursa ve İstanbul’da çeşitli ilimleri tahsil edip ilimde yetiştikten sonra,bir gün rüyasında Sultan Divani hazretlerini görür ve onunla sohbet eder. Bu rüyadan sonra gönlüne Sultan Divaniyi görmek arzusuna düşer.

Bu sırada Sultan Divani Çiltenanla ( 40 Müridi) beraber Muğlaya gitmek üzere yola koyulmuştur. Muğlalılar Mevlevî dervişlerin geldiğİnİ duyunca şehrin bir kaç kilometre yakınına karşılamağa çıktılar. Şahîdi ise herkesten önce gördü ve kendi evine nıisafir olmasini rica etti. Bunun üzerine Sultan Divani «Biz yolumuz uğrunda canını ve basını feda edenlerin tnisafiri oluruz» dedi. Buna cevaben İbrahim Dede: «Senin gibi Sultanın, uğrunda canım ve başım feda ol sunî» dedi. Bu cevaptan memnun olan Sultan Divanî ,îbrahim Dedenin (Şahidi) evine misafir oldu. Biraz istirahatten sonra Muğla ileri gelenleri ve Mevlevi dervişleri beraberce büyük bir salonda otururken, Sultan Divani, İbrahim Dedeye «Haydi vadini yerine getir dedi!» Şahidi boynunu uzattı ve ”Canım ve başım senin uğrunda feda olsun. Senin Velî, Mürşid-i Kamil olduğuna şahid olduk!” dedi ve Sultan Divanî’nin elini öptü. Sultan Divani de mükafat olarak kendisine Şahidi ismini verdi. Böylece Mevlevi tarikatına giren İbrahim dede , Şahidi ismiyle şöhret buldu ve şiirlerin bu mahlası kullandı.

Basını Mevlevi sikkesi sırtına , mevlevi elbisesini giyip zahiri ilimlerle olgun olan Şahidi, Sultan Divaniden feyiz almak suretiyle manevi bakımdan da coşkunlaşıp içli şiirler söylemeğe başladı. Söylediği şiirlerin (Gulşeni Vaıdet), (Gülşeni Tevhid) ve (Gülşeni Esrar) isimli üç kitapta topladı.

Şahidi , Sultan Divanî’nin zikir halkasına girdikten sonra evlad, mal, mülk, aile ve memleketinden, vazgeçdi bir gölge gibi Sultan Divani’nin arkasından takip etti. Aynı zamanda Sultan Divaninin söylediği şiir ve vecizelerini kaydetmek suretiyle, katiplik ödevi yaptı.(Ne yazı ki Afyonkarahisar Mevlevi Dergahının birkaç defa yanmasıyla Sultan Divanîye ait ancak yirmi kadar şiir zamanımıza kader gelebildi.)

Böylece Sultan Divanî’nin, hayranı olan Şahidî, onun arkasından yalın ayak başı açık bir şekilde Mısır çöllerini ve Anadolu bozkırlarında dolaşırken takip etti. Sultan Divani her gittiği şehirden Şahidiye binmesi için bir at ,ayaklarına giymesi için bir ayakkabı alırdı. Sultan Divanî önde, Şahidi arkada yol yürüdü. Bir müddet sonra Sultan Divani arkasına baktığında ne görsün? Şahidi attan inmiş ayaklarından ayakkabılarını çıkarmış arkadan geliyor.

Sultan Divani, Şahidiye ; ”Şahidi! Niçin bana eziyet ediyorsun? sen ayakların çıplak vaziyette, yürüdükçe ben üzülüyorum!..» dedi. Şahidi dede ise şöyle yanıt verir ” Ey velayet Şahı senin bastığın ve gölgenin bulunduğu bu topraklara ayakkabı ile basmaya utanırım . ‘
Sultan Divaninin vefatından sonra Muğla Mevlevihanesine Postnişin olur. (H. 957 / M 1556) senesinde seksen iki yaşında, bir rivayete göre Muğla bir rivayete göre de Sultan Divani’nin kabrini ziyaret için gittiği Afyon’da vefat eder.

Kaynaklar
Abdulhalim Durma , Afyon Evliyaları
Mehmet Gündoğan , Afyon Alim ve Evliyaları , Medrese kitabevi , 1999
H. Fikri Yazıcıoğlu , Afyon Evliyaları ve İlim Adamları , 1969
[/toggle]