Ali Ramiteni (k.s.)

Özbekistan – Buhara’da Ramiten Kasabasında

İslâm âlimlerinin büyüklerinden. “Hâce Azîzân” ve “Pîr-i Nessâc” isimleri ile  meşhûrdur. Mahmûd-i İncirfagnevî’nin talebesidir. Buhârâ’ya onbeş kilometre olan Râmiten köyünde doğdu. Râmiten’de ilim tahsiline başladı. Çok kısa zamanda ilim yolunda mertebeler katetti. O devrin en büyük âlimi olan Hâce Mahmûd-i İncirfagnevî’nin derslerine büyük bir aşkla devam etti. Hocasının iltifâtlarına kavuştu. Ma’nevî ve maddî ilimlerde kemâle erdi. Böylece zamanın en büyük âlimlerinden, yol göstericilerinden oldu. Öyle ki, şaşırmışların sığınağı, doğru yoldan ayrılanların rehberi, hakka da’vet edenlerin büyüklerinden oldu. Ali Râmîtenî ( radıyallahü anh ), silsile-i âliyye denilen büyüklerin teşkil ettiği altın halkalar diye isimlendirilen Hak yolu zincirinin onikinci halkası olma şerefine kavuştu. Helâl lokma kazanmak için dokumacılık yapardı. Yüksek makamlar, şaşılacak kerâmetler sahibi idi. 721 veya 728 (m. 1328)’de yüzotuz yaşında vefât etti. İhtiyâç sahipleri kabrini ziyâret ederek, mübârek rûhâniyetinden istifâde etmektedir.

Ali Râmîtenî hazretlerine, “Azîzân” denmesinin sebebi şöyle anlatılır: Bir zaman Ali Râmîtenî’nin evinde iki-üç gün yiyecek birşey bulunmadı. Evdekiler açlık sebebiyle çok üzülüyorlardı. Gelen misâfire de evde ikram edecek birşey yoktu. O sırada Ali Râmîtenî hazretlerinin talebelerinden yiyecek satan bir genç, pirinç doldurulmuş bir horoz hediye getirdi. “Bu yemeği, sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Eğer hediyemizi kabûl buyurursanız, bizi memnun edersiniz” diyerek yalvardı. Bu nâzik anda gelen yemekten son derece hoşnut olup, o talebesine iltifâtlarda bulundu. Bu yemeği, misâfirine ikram ederek ağırladı. Misâfir gittikten sonra o talebesini çağırtarak; “Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir ânımızda imdâda yetişti. Sen de bizden her ne muradın var ise iste. Çünkü hacet kapısı şu ânda açıktır” buyurdu. Genç de; “Zâhirde ve bâtında size benzemekten başka bir arzum yoktur. Beni bu hâle kavuşturmanızı istirhâm ediyorum efendim” dedi. Ali Râmîtenî hazretleri; “Çok zor ve yükü ağır bir iş arzu ettin. Bunun yükünü kaldıramazsın. Üzerimizdeki yük, senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin, istersen başka bir arzuda bulun” buyurdu. Genç ise; “Dünyâda tek muradım, aynen sizin gibi olmaktır. Size benzemekten başka birşey beni teselli etmez. Buna rağmen, siz nasıl arzu buyurursanız, ona râzıyım efendim” dedi. Bunun üzerine Ali Râmîtenî ( radıyallahü anh ); “Pek a’lâ” buyurup, elinden tutarak beraberce husûsî halvethânesine girdiler. Yüzyüze oturarak, o şahsa teveccüh etmeye başladı. O genç, bir müddet sonra zâhir ve bâtında Allahü teâlânın izniyle Ali Râmîtenî’nin şekline girdi. Onun derecelerine kavuştu. Fakat aşktan sarhoş olup, kendinden geçti, öylece kırk gün daha yaşayıp vefât etti. Ona bir anda kendi makamlarını verip, kendisi gibi yaptığı için, iki azîz ma’nâsında, hazret-i üstadın ismi “Azîzân” olarak kalmıştır.

Ali Ramiteni hazretlerinin Menkıbeleri

Azîzân hazretleri, Seyyid Atâ ismindeki zât ile görüşür, aralarında yazışmalar olurdu. Buna rağmen Seyyid Atâ, Ali Râmîtenî’nin büyüklüğünü anlıyamamıştı. Bu sebeple kendisinde ona karşı, zâhirde edebe uymaz gibi görünen bir hâl meydana geldi. O sıralarda Kıpçak sahrâsındaki Türklerden bir grup, Seyyid Atâ’nın bulunduğu havâliyi yağmaladılar. Oğlunu da esîr ettiler. Seyyid Atâ, bu üzüntünün, Azîzân hazretlerini üzmenin cezası olduğunu anladı, yaptığına pişman oldu. Büyük bir ziyâfet hazırladı. Özür dilemek için Ali Râmîtenî’yi ( radıyallahü anh ) da’vet etti. Azîzân ( radıyallahü anh ), Seyyid’in maksadını anlayıp, ricasını kabûl etti ve da’vetine geldi. Bu mecliste çok sayıda âlim ve evliyâ var idi. Bugün; Ali Râmîtenî’nin ( radıyallahü anh ) üzerinde büyük bir rahatlık vardı. Sofralar kuruldu. Herkes buyur edildiğinde, Ali Râmîtenî; “Seyyid Atâ’nın oğlu gelmeyince, Ali bu sofradan ağzına tuz koymaz ve elini yemeklere uzatmaz” dedi ve sonra bir müddet sessiz beklediler. Orada bulunanlar, bu sözün ne demek olduğunu düşünürken, birden kapı çalındı, içeriye Seyyid Atâ’nın oğlu giriverdi. Bu hâli görünce meclisten bir feryâd-ü figândır koptu. Oradakiler şaşırdılar, dona kaldılar. Gelen gençten, nasıl kurtulduğunu sordular. Genç de; “Şu anda bir grup kimsenin elinde esîr idim. Elim ayağım iplerle bağlı idi. Şimdi ise kendimi yanınızda görüyorum. Nasıl oldu, ellerim nasıl çözüldü, beni kim kurtararak on günlük yoldan yanınıza geldim, hiçbir şey bilmiyorum” dedi. Meclistekiler bunun Azîzân hazretlerinin bir kerâmeti ve tasarrufu ile olduğunu anladılar. Herbiri onun talebesi olmakla şereflenmenin büyük bir ni’met olduğunu anladılar.

Ali Râmîtenî ( radıyallahü anh ), Hârezm şehrine göç etmek istedi. Yakınlarıyla birlikte Hârezm’e gelip, oranın sultânına iki talebesini gönderdi. Talebelerine; “Sultâna gidiniz. Fakir bir dokumacı şehrinize gelmiştir. Müsâade ederseniz burada kalacak, izin vermezseniz tekrar geri gidecektir deyiniz. Şayet izin verirse, sultânın elinden mühürlü bir vesîka alınız” buyurdu. Talebeleri de gidip sultâna durumu arz ettiler. Sultan böyle bir isteği ilk defa duyduğu için tuhaf karşıladı. Fakat gelen talebeleri de kurmayarak mühürlü bir vesîka verdi. Bu vesîkayı talebeler hocalarına getirdiler. Azîzân hazretleri şehrin kenarında bir semte yerleşti. Hergün işçilerin toplandığı pazara gidip, içlerinden birkaç kişiyi alırdı. Onlara günlük yevmiyelerini sorduktan sonra; “Şimdi abdestlerinizi alıp, ikindi namazına kadar sohbetimize katılınız, ikindiden sonra da ücretlerinizi alıp evlerinize dönünüz” buyururdu, işçiler, çalışmadan oturmak sûretiyle, hem de ibâdetlerini yaparak hiç işitmedikleri şeyleri öğreniyorlar, akşama doğru da ücretlerini almayı ganîmet biliyorlardı. Ali Râmîtenî’nin ( radıyallahü anh ) sohbetine bir katılan kimse, sohbetin lezzetine doyamayıp, bir daha Azîzân hazretlerinden ayrılamıyordu. Bu durum, bütün şehre yayıldı. Herkes Ali Râmîtenî’nin ( radıyallahü anh ) talebesi olmak, cana can katan sözlerini işitmekle şereflenmek için kapısına koştular. Hergün evi dolup dolup boşaldı, onun duâsını almak için herkes birbiriyle yarıştı. Nihâyet ba’zıları, durumu sultâna şöyle anlattılar: “Şehirde bir hoca türedi, herkes akın akın ona koşuyor. Onun yolunda yürüyor, bir dediği iki edilmiyor. Bir arzusunu, emirmiş gibi yapmak için yarış ediyorlar. Bu gidişle şehirdekiler, onu başlarına sultan seçerler de saltanatınızdan olursunuz. Şimdiden çâresine bakmazsanız, sonu iyi olmaz. Yine de siz bilirsiniz…” Sultan, Ali Râmîtenî’nin şehirden çıkması için bir ferman yazdırıp adamlarıyla gönderdi. O da gelen adamlara; “Biz, koynumuzda şehre girebileceğimize ve orada yerleşeceğimize dâir altı imzalanmış, mühürlenmiş bir ferman taşıyoruz. Sultan, eğer kendi imzasını, mühürünü ve müsâadelerini inkâr ediyorsa, biz çıkıp gitmeye râzıyız” cevâbını verdi. Bu cevâbı sultâna bildirdiler. Sultan, verdiği müsâadeyi geri almak küçüklüğüne düşmedi. Ayrıca Ali Râmîtenî hazretlerini ziyâret edip sohbetine katıldı. Onun sohbetindeki lezzeti, nasîhatlerindeki inceliği iyi anlıyan sultan, onun en önde gelen talebelerinden oldu.

Ali Râmîtenî hazretleri anlatır: “Hocam Mahmûd İncîrfagnevî ( radıyallahü anh ) zamanında, talebelerden biri Hızır aleyhisselâmı gördü ve ona; “Bu zamanda kendisine uyulacak rehber, üstâd kimdir?” diye sordu. Hızır (aleyhisselâm); “Şimdiki hâlde, bu dediğiniz vasıfları taşıyan Hâce Mahmûd İncîrfagnevî hazretleridir” diye cevap verdi.”

Birgün Azîzân Ali Râmîtenî, talebe arkadaşları ile Râmiten sahrasında Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında sohbet ederlerken, havada uçan büyük beyaz bir kuş gördüler. Kuş onların üzerine gelince, açık bir lisân ile; “Ey Ali! Kâmil bir er ol!” sözlerini söyledi. Bu kuşu görmek, söylediklerini duymakla, arkadaşlarını bir hâl kapladı, kendilerinden geçtiler. Sonra kendilerine geldiklerinde, kuştan ve konuşmasından sordular. Ali Râmîtenî; “O, hocam Mahmûd İncîrfagnevî idi. Allahü teâlâ, ona bu kerâmeti ihsân eyledi. Kelîmullah Mûsâ aleyhisselâmın makamında, binlerce söz ve kelâm ile dâima uçmaktadır. Şimdi Hâce Dihkan ( radıyallahü anh ) hastadır, son anlarını yaşamaktadır. Onu ziyârete, yoklamağa gidiyor. Çünkü o, Allahü teâlâdan, son nefeste yardımcı olması için evliyâsından birini kendisine göndermesini istemişti. Hocam Mahmûd İncîrfagnevî, bu sebeple onun yanına gidiyor” diye anlattı.

Azîzân hazretlerinin dört büyük halîfesi olup, hepsi de fazilet ve kemâl sahibi idiler. Her biri onun vefâtından sonra, cenâb-ı Hakkı isteyen talebeye ders öğretmekle meşgûl oldular. Dört halîfesinin de adları Muhammed’dir. Birincisi, Hâce Muhammed Külâhdûz’dur. Hârezm’de medfûndur. İkincisi, Hâce Muhammed Hallâc-ı Belhî’dir. Belh şehrinde medfûndur. Üçüncüsü, Hârezm’de medfûn olan Hâce Muhammed Bâverdî’dir. Dördüncüsü ve halîfelerinin en büyüğü, Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî olup, vefâtı yaklaştığında bütün talebelerini yetiştirmesi için onu vazîfelendirdi. Yerine Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerini vekîl olarak bıraktı.

Ali Râmîtenî buyurdu ki: “Allahü teâlâ, mü’min bir kulunun gönlüne bir gecede üçyüzaltmış defa nazar eder” sözünün ma’nâsı şudur: “Kalbin, vücûda açılan üçyüzaltmış penceresi vardır. Gönül, Allahü teâlânın zikriyle kaynayıp coşunca, Allahü teâlâ o kalbe nazar eder. Bu nazar ile kalbe doğan feyzler ve nûrlar, bu üçyüzaltmış koldan bütün vücûda yayılır.

Böyle nûrların ve feyzlerin yayıldığı bir uzuv, kendi hâline göre zevkle ibâdet eder, yapılan tâat ve ibâdetlerden lezzet alınır.”

Yine buyurdu ki: “Talebenin, maksadına kavuşması için çok çalışması, nefsini terbiye etmek için çok uğraşması lâzımdır. Fakat bir yol vardır ki, nefsi itminana kavuşturup, rûhu kısa zamanda yüksek derecelere kavuşturur. O da; Allahü teâlânın sevgili kullarından birinin gönlünü kazanmaktır. Zîrâ, onların kalbi, Allahü teâlânın nazar ettiği yerdir.”

Rükneddîn Alâüddevle Semnânî ( radıyallahü anh ), Azîzân hazretlerinin zamanında yaşamış idi. Birbirlerine mektûp yazarlardı. Derler ki, bir defasında Rükneddîn bir kimse gönderip, suâllerinin cevâbını istedi. Suâllerinden birisi şöyle idi: Biz, gelenlere her hizmeti yaptığımız hâlde, gelenler size gelir. Biz mükellef sofralar, çeşit çeşit yemekler ikram ettiğimiz hâlde, sizde böyle birşey yok iken, gene de insanlar sizden râzıdırlar, bizden değillerdir. Bunun sebebi nedir?”

Cevap: Minnet karşılığı hizmet edenler çoktur. Hizmetini minnet bilenlerse azdır. Çalışınız ki, hizmetinizi minnet bilesiniz. O zaman şikâyetçiniz olmaz.”

İkinci Suâl: Duyduğumuza göre, sizi Hızır aleyhisselâm terbiye etmiş; bu nasıl olmuştur?

Cevap: Allahü teâlânın, zâtına âşık öyle kulları vardır ki, Hızır da onlara âşıktır.

Buyurdu ki: “Hallâc-ı Mensûr zamanında, büyük mürşid Abdülhâlık Goncdüvânî ( radıyallahü anh ) hazretlerinin talebesinden birisi bulunmuş olsa idi, elbette ona imdâd edip, tasavvufun en yüksek makamlarına çıkarır idi. Hallâc-ı Mensûr o hâllere düşmezdi.”

Buyurdu ki: “Allahü teâlâya hiç isyan etmediğiniz bir dille duâ ediniz ki, duânız kabûl olsun.”

“İki hâlde kendinizi sakının: Söz söylerken ve yemek yerken.”

“Halkı hakka da’vet eden kimse, canavar terbiyecisi gibi olmalıdır. Canavar terbiyecisi, nasıl uğraştığı hayvanın huyunu ve istidâdını bilip de ona göre davranırsa, o da öyle…” Fârisî şiirlerinden bir kıt’a:

Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa,
Kalbindeki dünyâ derdini senden almazsa,
Onun ile sohbetten etmez isen teberri,
Sana yardıma gelmez azîzândan hiçbiri.

İki oğlu olup, ikisi de maddî ve ma’nevî ilimlerde söz sahibi idiler. Hâce Azîzân, vefâtından sonra bulunduğu yerdeki talebelerle meşgûl olmayı küçük oğlu İbrâhim’e bıraktı. Büyük oğlu da maddî ve ma’nevî ilimlerde büyük âlimdi, insanlara doğru yolu gösterme vazîfesi, niye büyük oğluna verilmedi? diye, bunları tanıyanlarda bir düşünce hâsıl oldu. Büyük âlim Hâce Ali Râmîtenî, bu düşünceleri anlayıp buyurdu ki: “Büyük oğlum bizden sonra fazla yaşamaz. Kısa zamanda bize kavuşur.” Gerçekten onun vefâtından ondokuz gün sonra büyük oğlu da babasına kavuştu.

Ali Râmîtenî hazretlerinin yazdığı, Süleymâniye Kütübhânesi’nin Tâhir Ağa kısmında, 265/2 nolu risalede buyuruluyor ki: “Allahü teâlânın sevdiği kul olabilmenin on şartı vardır. Birincisi; temiz olmaktır. Temizlik de iki kısıma ayrılır, 1- Zâhirî temizlik: Dış görünüşün temiz olmasıdır ki, bütün insanların dikkat edeceği husûslardandır. Giyecek, yiyecek, içeceklerin ve kullanılacak bütün eşyâların temiz olmasıdır. 2- Bâtın temizliği: Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kötülük düşünmemek, Allahü teâlânın düşmanlarından nefret etmek, dostlarına da muhabbet etmek gibi cenâb-ı Hakkın beğendiği iyi huylardır. Kalb, Allahü teâlânın nazargâhıdır. Bu sebeple kalbe dünyâ sevgisi doldurmamalıdır. Haram olan yiyeceklerle beslenmemelidir. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Uzak yoldan gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü gözü toz içinde bir kimse, ellerini göğe doğru uzatıp duâ ediyor. Yâ Rabbî! diye yalvarıyor. Hâlbuki, yediği içtiği haram gıdası hep haram. Bunun duâsı nasıl kabûl olur?” Ya’nî haram yiyenin duâsı kabûl olmaz buyurdu. Gönül ya’nî kalb temiz olmazsa ibâdetlerin lezzeti alınamaz, ma’rifete, Allahü teâlâya âit bilgilere kavuşulamaz.

İkincisi; dilin temizliğidir. Dilin münasebetsiz ve uygun olmayan sözleri söylemeyip susması, Kur’ân-ı kerîm okuması, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerde bulunması, ya’nî Allahü teâlânın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kaçınmayı bildirmesi, ilim öğretmesi gibi, Zîrâ sevgili Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İnsanlar, dilleri yüzünden Cehenneme atılırlar.”

Üçüncü şart; mümkün olduğu kadar insanlardan uzak durmağa çalışmalıdır. Bu sebeple göz haram olan şeylere bakmamış olur. Zîrâ kalb, göze tâbidir. Her harama bakış, kalb aynasını karartır. Nitekim Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Yabancı kadınların yüzlerine şehvet ile bakanların gözlerine, kıyâmet günü ergimiş kızgın kurşun dökülecektir.” Yabancı kadınlara bakmak haramdır. Allahü teâlâ, Nûr sûresinin otuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Resûlüm mü’minlere söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haramdan korusunlar! imânı olan kadınlara da söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haram işlemekten korusunlar!” buyurdu.

Dördüncü şart; oruç tutmaktır, insan oruç tutmak sûretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur. Bununla ilgili hadîs-i kudsîde; “Oruç bana âittir. Orucun ecrini ben veririm. Sevâbı nihâyetsizdir. Muhakkak, sabrederek ölenlerin ecirleri hesapsızdır” buyurulmaktadır. Yine hadîs-i şerîfte; “Oruç, Cehenneme kalkandır” buyuruldu. Oruç tutarak gönlü huzûra kavuşturmalı ve şeytanın yolunu kapatıp, siper hâsıl etmelidir. Yine hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Oruçlu için iki ferahlık (sevinç) vardır. Birincisi iftar ânında, ikincisi de Rabbine kavuştuğunda.” Oruç tutarak sıhhate kavuşulur. Bilhassa Receb, Zilka’de, Zilhicce ve Muharrem aylarında tutulan orucun faziletleri hakkında hadîs-i şerîfler pek çoktur.

Beşinci şart; Allahü teâlâyı çok hatırlamak. İsmini çok söylemektir. En faziletli olan zikir, “La ilahe illallah”tır. Lâ ilahe illallah diyen kimse ihlâs sahibi olur. İhlâs, bütün işlerini Allahü teâlânın rızâsı için yapmak, dünyâya âit mal ve makamlardan hevesini kesip âhıreti taleb etmektir. İhlâslı olan kimse; “İlâhî! Benim maksudum sensin, seni istiyorum” der. Nitekim Resûlullah ( aleyhisselâm ), “La ilahe illallah” demenin çok faziletli olduğunu ve günahların affedileceğini buyurdu. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Ahzâb sûresinin kırkbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Allahı çok zikrediniz” buyurdu. Nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak için devamlı zikretmelidir.

Altıncı şart; hâtıra ya’nî kalbe gelen düşüncelerdir. İnsanın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır. Bunlar; Rahmânî, melekânî, şeytanî, nefsânî’dir. Hâtır-ı rahmânî; gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Hâtır-ı melekânî; ibâdete, tâate rağbet etmektir. Hâtır-ı şeytanî; günahı süslemekdir. Hâtır-ı nefsânî de; dünyâyı taleb etmek, istemektir. Eğer insan buna güç yetiremiyorsa, şöyle duâ etmelidir: “Allahümme erinel hakka hakkan verzuknâ ittibâ’ahû ve erinel bâtıla bâtılan verzuknâ ictinâ-behu bi-hurmeti seyyidil-beşer sallallahü aleyhi ve sellem.”

Yedinci şart; Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermek, tevekkül ve tevfîz eylemek, ya’nî dünyâdaki şeylerden birşeyi beğenmeyip, cenâb-ı Hakkın ihtiyâr ve irâdesine teslim olmaktır. Havf ve recâ, korku ve ümid arasında yaşamaktır. Zîrâ Allahtan korkan kimse, günah işlemez. Ayrıca mü’min, ümitsizliğe de düşmez. Allahü teâlâ, ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir.

Sekizinci şart; sâlihlerle sohbeti seçmektir. Sâlihlerle sohbet edildiği takdîrde, günahlara perde çekilir, haramlar gözüne kötü görünür.

Dokuzuncu şart; iyi ve güzel hasletlerle bezenmektir. Bu da, herşeyi yaratan Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Çünkü Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanınız” buyurdu.

Onuncu şart, helâl ve temiz lokma yemektir. Bu da farzlardandır. Nitekim Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin yüzaltmış sekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Yeryüzündekilerden helâl ve temiz olanını yiyiniz” buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) ise; “İbâdet on cüzdür. Dokuzu helâli taleb etmektir.” Geriye kalan bütün ibâdetler bir cüzdür. Helâl yemeyen kimse, Allahü teâlâya itaat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl yiyen kimse de, Allahü teâlâya isyankâr olmaz. Helâl ve temiz yer, isrâf etmez. Nitekim Allahü teâlâ, A’râf sûresinin otuzbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Yiyiniz, içiniz, fakat isrâf etmeyiniz” buyurmaktadır. Aynı zamanda, Besmelesiz kesilenleri de yememelidir. Zîrâ Allahü teâlâ, En’âm sûresinin yüzyirmibirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Üzerlerine Allahın ismi zikredilmeyen (Besmele çekilmeyen) şeyden yemeyiniz” buyurmaktadır. Gâfillerle beraber oturmamalıdır. Yiyeceği temiz ve Besmele ile yemek pişiren kimselerin yiyeceğini yemelidir. Çünkü, bu husûs gaflet sebebidir. Allahü teâlânın dostları, uygunsuz kişilerin elinden gelen lokmayı, yaradılışlarına lâyık görmeyerek, yememişlerdir. Allahü teâlâ bizi ve bütün mü’minleri, helâl ve temiz rızıklarla rızıklandırsın.”

Ebul Hasan Harakani (k.s.)

İran – Şahrud şehrinin 25 km uzağındaki Harakan kasabasında

Allahü teâlâya ve âhirete âit ilimler yâni mârifetler sâhibi büyük âlim ve velî. Künyesi Ebü’l-Hasan, ismi Ali bin Câfer’dir. Bistâm’ın bir kasabası olan Harkân’da dünyâya geldi. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî, uzun boylu, güzel yüzlü, geniş alınlı, iri gözlü ve kumral idi. Hazret-i Ömer’e benzerdi. İnsanları Hakk’a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısıdır. Büyük İslâm âlimi Bâyezîd-i Bistâmî’nin rûhâniyetinden istifâde ederek kemâle gelmiş, yükselmişti. Zamânının kutbu idi. 1034 (H.425) senesinde Harkân’da vefât etti. Kabri Harkân’dadır.

Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, on iki sene Harkân’dan Bistâm’a, hocasının kabrini ziyâret için gitti. Bu ziyârete giderken, yolda Kur’ân-ı kerîmi hatm ederdi. Her gittiğinde ziyâret ile ilgili vazîfelerini yaptıktan sonra; “Yâ Rabbî! Bâyezîd’e ihsân ettiğin sana âit ilimlerden, büyüklüğünün hakkı için, Ebü’l-Hasan kuluna da ihsân eyle!” diye yalvarırdı. Geri dönerken, hiçbir zaman Bâyezîd’in türbesine arkasını dönmezdi. On iki sene sonra, Allahü teâlânın lütfu ile Bâyezîd’in rûhâniyetinden istifâde edip olgunlaştı. Allahü teâlâyı tanıtan kalb ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı. Pekçok talebesi vardı. Kerâmetleri pekçokdur. Böyle büyük zâtların halleri, sözleri, yaşayışları hep kerâmetlerle doludur. Sevenleri onlarda her an kerâmetler görmekte, bağlılıkları artmaktadır. Onlar Allahü teâlânın sevgilisidir. Sevgiliye her ikrâm yapılır. Kör, güneşi göremiyorsa güneşin kabahati olmaz.

Bir gün İbn-i Sînâ, Harkân’a Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini evinde ziyârete geldi. Hanımı, azarlayarak, ormana gittiğini söyledi. Hanımı, Ebü’l-Hasan hazretlerinin büyüklüğüne inanmadığı için, ona uygunsuz şeyler söyledi. İbn-i Sînâ ormana doğru giderken, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin, bir arslana odun yüklemiş gelmekte olduğunu gördü.”Bu ne hâldir?” diye sorunca, “Evimdekinin sıkıntı ve belâ yükünü taşıdığım için, bu arslan da bizim yükümüzü taşıyor.” buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, her sene bir defâ, Dıhistan’da şehidlerin kabirlerinin bulunduğu kum tepeyi ziyârete giderdi. Harkân’dan geçerken durur ve havayı koklardı. Talebeleri kendisine; “Efendim, sizin bu şekilde havayı koklamanızdaki hikmet nedir? Biz herhangi bir şeyin kokusunu duymuyoruz.” diye sorduklarında, buyurdu ki; “Evet öyledir. Fakat bu kasabadan öyle birisinin kokusu geliyor ki, onun adı Ali, künyesi Ebû Hasan’dır. O, zamânın kutbu olacaktır.”

Vaktiyle Bistâm şehrine bir çekirge sürüsü hücûm etti. Bütün ekinleri ve sebzeleri yediler. Halk, çekirgelerden ve bu musîbetten kurtulmaları için feryâd ederek, duâ ediyordu. Fakat bu musîbetten bir türlü kurtulamadılar. Halkın telâşını ve üzüntüsünü gören Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri; “Ne oldu, bu halkın feryâdı nedir böyle?” diye sordu. Çekirge istilâsı bütün ekinlerin perişanlığını ve halkın bundan üzüntülü olduğunu söylediler. Bunun üzerine, ayağa kalkarak dama çıktı. Ve etrafa bir nazar etti. Çekirgeler toplanıp şehirden derhal uzaklaştılar. İkindi namazı vaktine kadar bir tek çekirge kalmadığı gibi, bütün ekinlerin yaprakları da eski hâline gelip, hiç ziyân olmadı.

Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya’ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını, Harkân’a Şeyh Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin huzûruna göndermiş ve Şeyh hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî’ye bildirilince, “Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim.” dedi. Sonra kendi elbisesini Kâdı İyâd’a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kâdı İyâd’ın yanında Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin evine girdi. Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü’l-Hasan hazretleri selâmını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmûd Gaznevî, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’ye; “Sultan için neden ayağa kalkmadınız?” diye sorunca, Ebü’l-Hasan, Sultan Mahmûd’a; “Mâdem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım.” dedi. Soruya o ânda cevap vermediler.

Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’ye; “Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi?” diye sordu. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî: “Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu.” diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve; “Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd’i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun?” dedi. O, Resûlullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü olan Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfürden kurtulamadı da, Bâyezîd’i görenler mi kurtulur demek istedi. Ebü’l-Hasan; “Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan hazret-i Muhammed olarak görmediler. Ebû Tâlib’in yetimi, Abdullah’ın oğlu olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi.” buyurdu.

Sultan Mahmûd Han bu cevâbı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı. Sultan Mahmûd; “Bana nasîhat ediniz.” deyince Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; “Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazını cemâatle kıl, cömert ol, Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göster.” dedi. Sultan Mahmûd; “Bana duâ buyurun.” deyince, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; “Ey Mahmûd, âkıbetin makbûl olsun.” dedi. Bunun üzerine Sultan Mahmûd, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık Ebü’l-Hasan, sultânın önüne arpa unundan yapılmış bir yufka ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutamadı. Bunun üzerine Ebü’l-Hasan hazretleri; “Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alâkamızı kestik. Şu altınları önümden alınız.” dedi. Sultan, Ebü’l-Hasan’ın paraları almasını çok istedi ise de, kabûl etmeyince, ondan bir hâtıra istedi. Ebü’l-Hasan hazretleri ona hırkasını verdi.

Sultan Mahmûd giderken, Ebü’l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Mahmûd; “Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkıyorsun. O hâl niye idi? Bu ikrâm nedir?” diye sordu. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri; “Buraya pâdişâhlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsun ve dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum.” dedi.

Sultan, sonra gazâya gitmek üzere Harkân’dan ayrıldı. Sevmenât’a geldi. İçine mağlûb olma korkusu düştü. Birden atından inip, bir köşede Ebü’l-Hasan hazretlerinin hırkasını eline alıp; “Yâ İlâhî! Şu hırkanın sâhibinin yüzü suyu hürmetine, şu kafirlere karşı bizi muzaffer kıl. Ganimet olarak ele geçireceğim her şeyi dervişlere vereceğim.” diye duâ eder etmez, düşman tarafında bir toz-duman ortaya çıktı. Düşmanlar, bu toz-duman içinde birşey görmiyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti. O akşam Sultan Mahmûd, rüyâsında Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini gördü. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî, Sultan Mahmûd’a; “Allahü teâlânın dergâhında, hırkamızın yüzü suyu hürmetine zafer kazandın. Eğer o anda isteseydin, kâfirlerin hepsinin müslüman olmasını sağlayabilirdin.” buyurdu.

Bir gün, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin bir talebesi çok hastalandı. Buna hiç bir tabîb çâre bulamadı. Talebe, hastalığın ağrısına dayanamaz hâle gelmişti. Sonunda durumu Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’ye bildirdiler. Bunun üzerine Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri terliklerini vererek; “Bunları ağrıyan yere sürün.” buyurdu. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin dediği gibi yaptıklarında, Allahü teâlânın yardımıyla talebe iyileşti ve hiçbir rahatsızlığı kalmadı.

Talebelerinden biri, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinden; “Lübnan Dağına gidip Kutb-i âlemi görmek için bana izin ver.” diye ricâda bulundu. Ebü’l-Hasan hazretleri izin verince, o talebe Lübnan Dağına vardı. Orada, yüzleri kıbleye dönmüş hâlde oturan bir cemâat gördü. Önlerinde bir cenâze duruyordu. Fakat cenâze namazını kılmıyorlardı. Talebe dayanamıyarak; “Niçin cenâzenin namazını kılmıyorsunuz?” diye sordu. Oradakiler; “Kutb-i âlemin gelmesi lâzımdır. Kutb-i âlem buraya her gün beş kere gelir ve imâmlık yapar.” diye cevap verdiler. Talebe bunu duyunca çok sevindi ve beklemeye başladı. Bir süre sonra herkes ayağa kalktı. Kendi hocası Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin Kutb-i âlem olduğunu gördü. Bu durum onu dehşete düşürdü ve kendinden geçti. Tekrar kendine geldiğinde, namaz kılınmış ve cenâze defnedilmişti. Kutb-i âlem de gitmişti. Talebe orada bulunanlara; “Kutb-i âlem tekrar ne zaman gelir?” diye sorunca; “Önümüzdeki namaz vakti.” diye cevap verdiler. Talebe onlara; “Ben onun talebesiyim. Ona karşı şöyle şöyle demiştim. Uzun süreden beri yollardayım. Ona durumumu arzedin de, beni berâberinde Harkân’a geri götürsün.” diye yalvardı. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, tekrar namaz kıldırmak için oraya geldiklerinde, talebe elini ona doğru uzattı ve tekrar bayıldı. Ayıldığı vakit, Rey şehrinin çarşısındaydı. Harkân’a hocasının yanına gidince, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri ona; “Gördüklerini kimseye anlatma. Çünkü, Allahü teâlâdan bu dünyâda beni halktan gizlemesini ve bir tâne ârif ve büyük zât hariç, hiçbir kimsenin görmemesini istedim. Öyle de oldu. O zât da Bâyezîd-i Bistâmî’dir.” buyurdu.

Bir gün Ebû Saîd, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin yanına büyük bir kalabalıkla ziyâret için gelmişti. Hizmetçi kadın, arpadan yapılmış birkaç adet ekmeği, bir sepet içinde Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin yanına getirdi. Ebü’l-Hasan hazretleri o kadına; “Şu ekmeklerin üzerine bir örtü ört ve oradan istediğin kadar ekmek çıkar.” diye tenbih etti. Kadın denileni yaptı ve kalabalık bir halk topluluğuna, durmadan örtünün altından ekmek çıkardı. Fakat ekmekler bitmiyordu. Bir süre sonra kadın örtüyü kaldırınca, sepetin içinde hiçbir şey kalmadığı görüldü. Bunun üzerine Ebü’l-Hasan hazretleri; “Şâyet örtüyü kaldırmasaydın, kıyâmete kadar bunun altından ekmek çıkarıp duracaklardı.” buyurdu.”

Bir gece Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; “Bu gece falan sahrada savaş yapılıyor. Şu kadar kişi de yaralandı.” buyurdu. Durumu araştırdıklarında, Ebü’l-Hasan hazretlerinin dediği gibi olduğu anlaşıldı. Aynı gece, Ebü’l-Hasan hazretlerinin oğlunun kafasını kesip, kapısının eşiğine attılar. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin hiç haberi olmadı. Kendisini inkâr eden hanımı; “O kimseye ne demeli, şu kadar mesâfe uzaklıktaki cereyân eden bir olayı haber veriyor, ama oğlunun kafasını kesip kapısına attıkları hâlde, bundan haberi olmuyor?” deyince, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; “Evet, dediğin doğrudur. Ama biz onu gördüğümüz vakit, aradaki perde kaldırılmıştı. Oğlanı katlettikleri zaman ise, perde çekmişlerdi.” dedi.
[toggle title=”Ebul Hasan Harakani hazretlerinin Menkıbe ve sözleri” load=”hide”] İhlâs ve riyâ nedir? diye sorduklarında; Ebü’l-Hasan hazretleri buyurdular ki: “Allahü teâlâ için yaptığın her şey ihlâstır. Halk için yaptığın herşey de riyâdır.”

Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, birgün sohbetinde bulunanlara şöyle sordu: “Dünyâda en iyi şey nedir?” Orada bulunanlar; “Siz, bizden daha iyi bilirsiniz. Siz bildirin.” dediler. Bunun üzerine Ebü’l-Hasan hazretleri, “En iyi şey, Allahü teâlâyı unutmayan gönüldür.” buyurdu.

Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri buyurdular ki: “Nîmetlerin en iyisi, çalışarak kazanılanıdır. Arkadaşların en iyisi, Allahü teâlâyı hatırlatandır. Kalblerin en nurlusu, içinde mal sevgisi olmayandır.”

“Dünyâda, âlimler ve âbidler (ibâdet eden) çoktur. Ama, akşam ve sabah cenâb-ı Hakkın rızâsı üzere bulunmak mühimdir.”

“Kalblerin en nurlusu, içinde Allahü teâlânın sevgisinden başka bir şey bulunmayandır. Amellerin en iyisi, riyâdan uzak olan, yâni ihlâs üzere olanıdır.”

“Siz Allahü teâlâdan konuşurken, başka şeyden bahsedenle arkadaşlık etmeyiniz.”

“Cennet’te Tûbâ ağacının altında, Allahü teâlâdan bîhaber olarak bulunmaktansa, dünyâda bir diken ağacının altında, dâimâ O’nu hatırlamayı daha çok arzu ederim.”

“Resûlullah efendimizin vârisi; O’nun işlerine uyan ve şerîatine tâbi olandır.”

“Ömrüme bakınca, yetmiş üç yıllık ibâdetlerimin hepsini, bir saatlik kadar kısa, günahlara bakınca da, Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar uzun gördüm.”

“Dünyâ, peşinden koştuğun sürede senin pâdişâhındır. Ondan yüz çevirince, sen ona sultan olursun.”

“Allahü teâlâ, nasıl senden vaktinden evvel namaz kılmanı istemiyorsa, sen de O’ndan, vaktinden önce rızık isteme.”

“Ulemâ; “Biz Peygamberin vârisiyiz.” diyor. Fakat Peygamberimizin vârisleri arasında biz de varız. Çünkü O’nda olan şeylerin bâzısı bizde de var. Resûlullah efendimiz fakirliği seçmişti. Biz de fakirliği tercih etmiş bulunuyoruz. O cömertti. Güzel bir ahlâkı vardı. Hâinlik bilmezdi. Basîret sâhibiydi. Halkın rehberiydi. Aç gözlü ve hırs sâhibi değildi. Hayır ve şerri Allahü teâlâdan bilirdi. Tabiatında yalan ve kandırma diye bir şey yoktu. Zamânın esiri değildi. İnsanların korktuğu şeyden korkmazdı. İnsanların güvendiği şeye güvenmezdi. Hiç gururlanmazdı. İşte bunlar evliyânın sıfatlarıdır. Resûlullah efendimiz, ucu bucağı bulunmayan bir umman idi. Eğer o ummandan bir damla ortaya çıksaydı, bütün âlem ve mahlûkât şaşırır kalırdı. Sûfîlerin kervanı; Allahü teâlâ, Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm sevgisinden ibârettir. Bu kervanda bulunan ve ruhları bunların ruhlarıyla kaynaşan kimseye ne mutlu.”

“Yol ikidir: Biri hidâyet, öbürü dalâlet, sapıklık yoludur. Kuldan Allahü teâlâya giden yol dalâlet yoludur. Allahü teâlâdan kula gelen yol ise hidâyet yoludur. Şimdi her kim hidâyete erdim derse, o, hidâyete ermemiştir. Her kim beni hidâyete erdirdiler derse, o, hidâyete ermiştir.”

“Allahü teâlânın karşısında şu üç şeyi muhâfaza etmek zordur: Hak ile iken sırrı, halk ile iken dili, amel (iş, ibâdet) yaparken temizliği.”

“Yakınların yakını, bizim maksadımız olanın yanında uzak kalır. Ey kardeşim, suya daha yakın olan daha çok batar; ateşe daha yakın olan, daha çok yanar.

“Ne zaman Allahü teâlânın varlığına nazar etsem, kendi yokluğumu görürüm, ne zaman kendi varlığıma nazar etsem, Allahü teâlânın varlığını görürüm.”

“Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: Dünyâ hırsına sâhip âlim ve ilimden yoksun sûfî.”

“Şâyet bir mümini ziyâret edersen, hâsıl olan sevâbı, yüz adet kabûl edilmiş hac sevâbı ile değiştirmemen lâzımdır. Çünkü bir mümini ziyâret için verilen sevap, fakirlere verilen yüz bin altın sadakanın sevâbından daha fazladır. Bir mümin kardeşinizi ziyârete gittiğinizde, Allahü teâlânın rahmetine kavuştuk diye îtikâd edin.”

“İlimden en fazla nasîb alan, onunla amel edendir. En fazîletli amel ise, üzerine farz olandır.”

“Dilini, Allahü teâlâdan başkası hakkında konuşmamak için mühürle! Kalbini, Allahü teâlâdan başkasını düşünmemek için mühürle! İhlâssız bir iş yapmaman ve helâl olmayan bir şeyi yememen için de, davranışlarına, dudaklarına ve dişlerine aynı şekilde mühür vur!”

“Bir mümin kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen kimse, o gün akşama kadar Peygamber efendimizle yaşamış olur. Eğer bir mümin kardeşini incitirse, Allahü teâlâ onun o günkü ibâdetini kabûl etmez.”

“Allahü teâlâ kuluna, îmândan sonra temiz yürek ve doğru dilden daha büyük hiçbir şey ihsân etmemiştir.”

“Çok ağlayınız, az gülünüz; çok susunuz, az konuşunuz. Çok veriniz, az yiyiniz; çok uyanık olunuz, az uyuyunuz.”

“İnsanoğlu, şu üç şeyle sürekli olarak tâatı yaparsa, sorgusuz suâlsiz Cennet’e gidebilir: Kalb, nefs ve dil.”

Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin Beşâretnâme adlı eseri ve Türkçeye tercüme edilen Esrâr-üs-Sülûkkitapları vardır.

Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri vefâtları yaklaştığında; “Kabrimi derin kazın. Yatacağım yer, hocam Bâyezîd hazretlerinin mezarından aşağıda bulunsun.” diye vasiyet etti. Bu vasiyetini yaptığı gece Harkan’da vefât etti. Toprağa verildiği günün akşamı, çok kar yağdı. Ertesi gün baş ucuna, büyük ve beyaz bir taşın dikildiğini gördüler. Mezarın çevresinde, sâdece bir arslanın ayak izleri vardı.

Kim kabrinin üzerine elini sürerek, cenâb-ı Hak’tan maksadının hâsıl olmasını istese, Allahü teâlânın izniyle duâsının kabûl edildiği ve hâlis kalple yapılan duâların da kabûl olduğu çok görülmüştür.

SÖZ DİNLEYEN KAZANIR

Bir kâfilede bulunan insanlar, Ebü’l-Hasan Harkânî hazretlerinin huzûruna gelip; “Yollar korkuludur. Bize bir duâ öğretiniz.” diye istirhâm edince; buyurdu ki: “O zaman, Ebü’l-Hasan’ı hatırınıza getiriniz!” Bu söz, gelenlerin hoşlarına gitmedi. Yolda eşkıyâ, önlerine çıktı. Hepsinin mal ve metâlarını aldı. Yalnız, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini hatırlayan bir kimsenin malına zarar gelmedi. Bu hâle arkadaşları şaşıp, sebebini sorduklarında; “Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’yi hatırladım ve kurtuldum.” cevâbını aldılar. Gelip durumu Ebü’l-Hasan hazretlerine anlattılar. Ve; “Biz Allah’tan yardım istedik, eşkıyâlar bizi soydu. Fakat seni hatırlayıp, senden yardım isteyen şu arkadaş kurtuldu. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. “O arkadaşınızı kurtaran, Allahü teâlâdır. Günahkâr ağızdan çıkan duâyı cenâb-ı Hak kabûl etmez. Bunun için siz Allah’a yalvardığınız zaman duânız kabûl olmadı. Bu arkadaşınız beni hatırlayıp imdât isteyince, ben de Rabbime duâ ettim; “Yâ Rabbî! Şu kulunu içinde bulunduğu belâdan kurtar.” dedim. Rabbim benim duâmı kabûl ettiği için, o arkadaşınız kurtuldu. Mesele bundan ibârettir.” buyurdu.

ANNEYE HİZMET

Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri şöyle anlatır: “İki kardeş vardı. Her gece sırayla annelerinin hizmetiyle uğraşır, diğeri Allahü teâlâya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allahü teâlâya ibâdet eden kardeş, yaptığı ibâdet, duyduğu hazdan dolayı çok memnun oldu. Bu sebepten ertesi gün kardeşine; “Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim.” dedi. Kardeşi kabûl etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüyâ gördü. Rüyâsında bir ses ona; “Kardeşini affettik, seni de onun hâtırı için bağışladık.” deyince, genç; “Ben, Allahü teâlâya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni, onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz.” dedi. Ses ona; “Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyâcımız yok. Fakat kardeşinin annene yaptığı hizmetlere, annenin ihtiyâcı vardı.” dedi.”

Bir rivâyete göre Ebü’l-Hasan Harkânî, Kars’ın fethine katılmış ve kale önlerinde şehit düşmüştür. Kars’ta, Hasan Harkânî’nin kabrinin bulunmasıyla ilgili çeşitli rivâyetler vardır. Evliyâ Çelebi,Seyahatnâme’sinde bir rivâyeti şöyle nakletmektedir:

Kars kalesi Osmanlılar tarafından Üçüncü Murâd Han devrinde tekrar geri alınınca, kale tâmirâtı Lala Mustafa Paşaya verilmişti. Tâmirâtın yapıldığı sırada askerlerden Hâfız Osman isimli hal sâhibi biri rüyâsında Hasan-ı Harkânî’yi gördü. Ona; “Oğlum Hâfız Osman! Uzun müddetten beri toprak altında yatmaktayım. Paşana söyle, kabrimi ayan edip açığa çıkarsın, okunacak Fâtihalardan nasîbdâr olayım.” dedi. Ertesi gece Hâfız Osman aynı rüyâyı tekrar gördü. Fakat cesâret edip Paşaya söyleyemedi. Üçüncü gece de aynı rüyâyı gördü. Ebü’l-Hasan Harkânî, mütebessim çehresiyle bu defâ şöyle dedi: “Yavrum Hâfız Osman! Gördüğün rüyâlar sâdık rüyâlardır. Yalnız makâmımın nerede olduğunu, evvelki rüyâlarında söylemediğim için, seni tereddütte bıraktım. Bunun için de paşaya söylemeye cesâret edemedin. Şimdi dikkatlice dinle târif ediyorum. Yarın hemen Paşaya çık ve söyle. Kars Kale içi mahallesinde Kağızman Kapısı’na girdiğinde yirmi iki adım gün batı tarafına gidersin, son adımın altında benim tabutum bulunur. Üzerimdeki kül ve toprak yığınlarını temizledikten sonra, hâlis topraktan üç arşın eşin. Sandukam meydana çıkar. Tekrar Kars Kalesine doğru on sekiz adım götürür oradan da üç arşın derinliğinde hâlis topraktan kabrimi eşer oraya defnedersiniz. Baş ucuma bir de câmi inşâ edersiniz.” Hâfız Osman gördüğü bu sâdık rüyâyı ertesi gün Paşaya büyük bir heyecanla anlattı. Paşa bu askerini kucakladıktan sonra; “Yâ evlâdım! Sen de mi bu rüyâyı gördün? Evet oğlum, bir pîrî fânî, bana da bu husûsu defâlarca rüyâda buyurdularsa da senin tafsilâtlı rüyân gibi olmadığından büyük tereddüt ve endişe içindeydim. Bihamdillah bu telaşlı endişeden beni kurtardın.” dedi.

Ertesi gün Lala Mustafa Paşa bir tamim yayınladı. Bütün halk ve askerî erkân, tekbir sesleriyle rüyâda târif edilen yere geldi. Kazma işi tamamlanıp tabut çıkınca, Mustafa Paşa ulemânın müsâdesiyle açtı. Tabuttan hoş bir koku yayıldı. Arkasındaki yaş hırka bile henüz çürümemişti ve savaş sırasında yaralanan sağ bacağı ile sol pazusuna bağlanan mendillerden, hâlâ kan damlamaktaydı. Durum sultana bildirilince, Üçüncü Murâd hemen bir türbeyle yanına câmi yaptırılmasını emretti.

Ebü’l-Hasan Harkânî’nin asıl türbesi Harkân’dadır.

 

 

 

Kaynaklar

1) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.337

2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.375, 948, 1031, 1067, 1070

3) Keşf-ül-Mahcûb; s.268

4) Hadâik-ül-Verdiyye; s.105

5) Behcet-üs-Seniyye; s.16

6) Reşahât; s.14

7) Müjdeci Mektuplar; s.225

8) Eshâb-ı Kirâm; s.150

9) Rehber Ansiklopedisi; c.4, s.323

10) Sefînet-ül-Evliyâ; s.74

11) Mecâlis-ül-Uşşâk; No: 6

12) Heft İklim; No: 837

13) Riyâd-ül-Ârifîn; s.47

14) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.522

15) Makâmât-ı Ebû Saîd Ebü’l-Hayr; s.53

16) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.39

Ebu Ali Farmedi (k.s.)

İran – Meşhed, Meşhed şehrine 25 km uzaklıktaki Farmad köyü kabristanında

Horasan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Fadl bin Muhammed’dir. 433 (m. 1042) senesinde doğdu. Yaşadığı devrin âlimleri arasında bir tane idi. Zâhirî din ilimlerini, Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî hazretlerinden öğrendi. Ayrıca Ebû Abdullah Muhammed bin Muhammed Şirâzî, Ebû Mensûr Temimî, Ebû Abdurrahmân Neylî, Ebû Osman Sabûnî ve daha başka âlimlerden de ilim tahsil etti. Sözü, nasihatları pek te’sîrli idi. Selçuklu devletinin meşhûr veziri Nizâm-ül-mülk ve zamanının devlet erkânı, ona çok hürmet ederdi. 478 (m. 1085) senesinde vefât etti. Kabri Tûs ya’nî Meşhed şehrindedir.

Tasavvuf ilminde yüksek derecelere kavuşması iki vasıta ile olmuştur. Birisi Ebü’l-Kâsım Gürgânî-i Tûsî diğeri de Ebü’l-Hasen-i Harkânî’dir. Ebû Ali Fârmedî, insanların i’tikâd, amel, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmeleri ve yapmaları, böylece Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için onlara rehberlik edip, buna kavuşturan ve kendilerine silsile-i aliyye denilen meşhûr velilerden olup, bu âlimlerin yedincisidir. Rûh ilimlerinin mütehassısı idi. Ebû Saîd-i Ebülhayr’dan da istifâde ederek feyz aldı. Hocası Ebu’l-Kâsım-ı Gürgânî, Ebû Osman-ı Magribî’nin, bu da Cüneyd-i Bağdadî hazretlerinin talebesi olup, herbirisi, insanlara doğru yolu göstermek için yetişmiş yetkili kimselerdir. Ebû Ali Fârmedî hazretleri, hem İmâm-ı Gazâlî, hem de Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin hocası idi. Her ikisi de ondan istifâde ederek kemale gelmiş, yüksek derecelere kavuşmuştur.

Tasavvuf yoluna girişini, bizzat kendisi şöyle anlatır: “Gençliğimin başlangıcında, Nişâbûr’da ilim öğrenmekle meşgûl idim. Ebû Sa’îd-i Ebülhayr hazretleri ilim meclisimize teşrîf ettiler. Hemen huzûrlarına gelip hizmete başladım. Hallerindeki ve yüzündeki güzelliğe âşık olmuştum. Bu büyüklerin yoluna bağlı olan evliyânın sevgisi kalbime yerleşmişti. Birgün evine gitmiştim. Gizlice bir köşeye oturdum. Şeyh hazretlerine hiç görünmedim. O sırada kendileri, tam bir vecd hâlinde idiler. Kendisinden geçmiş bir haldeydi. Üzerinde bulunan elbiseleri birkaç parçaya ayırmıştı. Bu parçaları, bereketlenmek için talebeleri topladılar. Kendi yanında bulunan parçalardan birini saklayıp, “Ey Ebû Ali Tûsî neredesin?” diye seslendi. Bu mübârek zât beni tanımaz ve gözlerinin önünde değilim düşüncesiyle cevap vermedim. Fakat bu seslenmeyi üç defa tekrarladılar. Bunun üzerine beni çağırdıklarını anlayarak yanlarına gittim. Yanında sakladığı elbisesinin parçalarını bana verip gönlümü hoş ettiler. O esnada kalbimde öyle bir nûr parladı ve bir ferahlık ve huzûr hâsıl oldu ki, ta’rîf edemem. Bu hâl günden güne arttı. Kendimde, anlayamadığım ve anlatamayacağım bir takım haller meydana çıkmaya başladı. Huzûrlarından ayrılıp, hocam Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî’nin huzûrlarına vardım. Başıma gelenleri anlattım. “Mübârek olsun!” buyurdular. Bundan sonra üç yıl daha ilim tahsili ile meşgûl oldum. Birgün kalemi mürekkebe batırdım. Siyah mürekkeb beyaz oluvermişti. Şaşırıp kaldım. Doğruca hocamın huzûruna gittim. Durumu arz ettim. “Madem ki kalem senin elinden kaçtı. Sen de onu terk eyle ve başka bir işle meşgûl ol” buyurdu.

Birgün hocam Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî hamamda gusl (boy abdesti) alıyordu. Sormadan ve istemedikleri halde, kuyudan bir kova su çıkarıp hamamın havuzuna boşalttım. O anda hakîkaten bu miktar suya olan ihtiyâçlarını bilmiyordum. Sonra öğrendim. Hamamdan çıkınca, “Hamamın havuzuna su boşaltan kimdi?” diye sordu. Niçin yaptın? diyeceğinden korktum. Şaşırdım. Nihâyet “Ben idim” dedim. “Ey Ebû Ali! Ebü’l-Kâsım’ın yetmiş senede elde ettiği dereceleri, sen bir kova su ile kazandın. Allah senden râzı olsun” buyurdu. Bir müddet daha hocamın huzûrunda bulunarak, nefsimin terbiyesi ile meşgûl oldum. Birçok ma’rifetlere kavuştum.

Yine birgün bana bir hâl olmuştu. Kendimden geçtim. Bu hâl içinde sanki yok ve fark edilmez oldum. Bu hâlimi hocama anlattım. “Ey Ebû Ali! Benim gönül kuşum, buradan yukarısını bilemez” buyurdu. Ben de kendi kendime, beni bu makamdan ileri götürecek bir mürşide (rehbere) ihtiyâcım var, diye düşündüm. Bunun üzerine bir müddet geçti. Gün geçtikçe bu hâl artardı. Bu sırada Ebü’l-Kâsım Gürgânî’nin ismini işitmiştim. Tûs şehrine hareket ettim. Evini bilmiyordum. Şehre gelince sordum. Yerini ta’rîf ettiler, gittim.

Talebelerinden bir cemâatle mescidde oturuyorlardı. Ben de iki rek’at mescidi ziyâret namazı kılıp, önüne diz çöktüm. Şeyhin başı önüne eğikti. Başını kaldırdı ve “Gel, ey Ebû Ali!” buyurdu. Vardım, selâm verip oturdum. Ma’nevî hâllerimi anlattım. “Evet.. Başlangıcın mübârek olsun! Henüz bir dereceye kadar erişmişsin, ama terbiye görürsen, yüksek derecelere erişeceksin” buyurdu. Ben de gönlümde, “Benim rehberim budur” dedim. Yanında kaldım. Uzun müddet nefsimin terbiyesini emrettikten sonra, yüksek ma’nevî derecelere kavuşturdu. Cemâatini toplayıp, kızını bana nikâh etti.

Kalbimde hasıl olan aşk ve şevk ziyadesiyle artmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle, Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretlerinin sohbetine kavuştum. Hizmetinde bulundum. Nihâyetsiz feyzlere, ma’nevî zevklere eriştim. Ebû Ali Farmedî, zamanında evliyânın önderi ve hidâyet güneşiydi. Nizâm-ül-mülk’ün makamına gelince, büyük vezir derin bir hürmetle ayağa kalkar, onu kendi makamına oturturdu. Halbuki İmâm-ül-Haremeyn ve Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî geldiği zaman, sâdece ayağa kalkar, yerini terk etmezdi. “Neden böyle yapıyorsun?” diye sorduklarında, “Ebû Ali Farmedî hazretleri benim yüzüme karşı kusurlarımı söylüyor, yaptığım yanlış işleri, haksızlıkları açıklayıp beni ikaz ediyor. Diğer âlimler ise, beni yüzüme karşı övüyorlar. Bu yüzden de nefsim gurûrlanıyor. Ebû Ali Farmedî hazretlerinin yermesi, benim için daha hayırlı olduğundan, ona daha çok hürmet ediyorum” derdi.

Ebû Ali Fârmedî buyurdu ki: Talebenin hocasına karşı dili ile saygılı olması gerektiği gibi, söylediğini kalbinden de reddetmemelidir.” Bununla ilgili şu rü’yâsını anlatır: Hocam Ebü’l-Kâsım Gürgânî’ye bir rü’yâmı anlattım ve ona, “Senin bana rü’yâmda şöyle böyle dediğini gördüm ve niçin böyle yaptığını sordum” dedim. Hocam, bunun üzerine bir ay benimle konuşmadı ve “Eğer içinde benim söylediklerimi reddetmek duygusu ve cevap almak arzusu olmasa, rü’yânda bana bunu bu şekilde sormazdın” dedi.

Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Horasan evliyaları

Bayezid Bistami (k.s.)

İran – Sahrud Bölgesindeki Bistam kasabası merkezinde , Beyazid Bistami Külliyesi bahçesinde

Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî se’âdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisidir. “Sultân-ül-ârifîn” lakabıyla meşhûrdur. Künyesi, Ebû Yezîd’dir. İsmi Tayfur, babasının adı Îsâ’dır. 160 veya 188 (m. 803)’de İran’da Hazar Denizi kenarında Bistâm’da doğdu. 231 veya 261 (m. 874) senesinde Şabân-ı şerîfin onbeşinci günü Bistâm’da vefât etti. Hanefî mezhebinde idi.

Annesi diyor ki, “Kendisine hâmile iken şüpheli bir şeyi ağzıma alacak olsam, onu geri atıncaya kadar karnıma vururdu.” Üveysî olup, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın vefâtından kırk yıl sonra doğdu. İmâm-ı Ali Rızâ’nın sohbetinden ve bunun bereketiyle İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın rûhâniyetinden istifâde etmiştir. Hazreti Bâyezîd, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın rûhâniyetinden feyz almakla meşhûr olmuştur. Otuz sene Şam civarında bulunup, yüzonüç âlimden ilim öğrenmiştir. Aşk-ı ilâhîde o kadar ileri ve ibâdette o derece yüksekte idi ki, namaz kılarken Allah korkusundan ve İslâmiyete saygısından göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirlerdi. Son derece âlim, fadıl ve edîb idi. Şiirleri meşhûrdur.

Hazreti Bâyezîd, ilim tahsil ettiği üstâdlarından birine olan hürmet ve muhabbetinden dolayı, onun kabrinin yanına defn edilmeyi ve kabrinin, hocasının kabrinden, daha derin yapılmasını, kendi vücûdunun, hocasının vücûdundan aşağıda olmasını vasıyyet etti. Hocalarının en büyüğü, Allahü teâlâya kavuşmak yolunda çok yüksek derecelere kavuşmasına vesîle olan, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleridir. Feyz ve ma’rifeti, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın mübârek rûhâniyetinden, O da, Medîne-i münevverenin yedi büyük âliminden biri olan Kâsım bin Muhammed’den, O da, Selmân-ı Fârisî’den, O da, Eshâb-ı kiramın en yükseği Sıddîk-ı ekber’den (r.anhüm), O da, Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) almıştır.

Çocukken bir gün câmi avlusunda oynarken, oradan geçmekte olan Şakîk-i Belhî ( radıyallahü anh ) kendisini görüp, “Bu çocuk büyüyünce zamanının en büyük velîsi olacak” buyurdu. Küçük yaşta iken, annesi, kendisini mektebe gönderdi. Bâyezîd ( radıyallahü anh ), büyük bir dikkatle derse devam ediyordu. Bir gün Kur’ân-ı kerîm okumak için gittiği mektebde, okuduğu bir âyet-i kerîmenin (Lokman-14) te’sîri ile erkenden eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü suâl edince, şöyle cevab verdi: “Bir âyet-i kerîme gördüm. Allahü teâlâ o âyet-i kerîmede kendisine ve sana hizmet ve itaat etmemi emrediyor. Ya benim için Allahü teâlâya duâ et, sana hizmet ve itaat etmem kolay olsun, veyahut da beni serbest bırak, hep Allahü teâlâya ibâdet ile meşgûl olayım” dedi. Annesi, “Seni Allahü teâlâya emânet ettim. Kendini O’na ver” dedi. Bundan sonra Bâyezîd ( radıyallahü anh ), kendini Allahü teâlâya verdi. Emîrlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi, ama annesinin hizmetini de ihmâl etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabûl edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü teâlânın emri de böyle idi. Soğuk ve dondurucu bir kış gecesi idi. Annesi yattığı yerden oğluna seslenip su istedi. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) hemen fırlayıp su testisini almaya gitti. Fakat testide su kalmamış olduğundan çeşmeye gidip, testiyi doldurdu. Buzlarla kaplı testi, ile annesinin başına geldiğinde, annesinin tekrar dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. O halde bekledi. Nihâyet annesi uyandı ve “Su, su” diye mırıldandı. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) elinde testi bekliyordu. Şiddetli soğuk te’sîri ile eli donmuş parmakları testiye yapışmış idi. Bu hâli gören annesi “Yavrum, testiyi niçin yere koymuyorsun da elinde bekletiyorsun?” dedi. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) “Anneciğim uyandığınız zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum” dedi. Bunun üzerine annesi “Yâ Rabbî! Ben oğlumdan râzıyım. Sen de râzı ol!” diye cân-ü gönülden duâ etti. Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allahü teâlâ ona evliyâlığın çok yüksek mertebelerine kavuşmağı ihsân etti. İstanbul’a geldiği, papazların bir toplantısında bulunduğu ve aralarından yüzlercesinin îmânla şereflenmesine vesîle olduğu rivâyet edilmektedir.

Bayezid Bistami hazretlerinin Menkıbeleri

Nakledildiğine göre Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) hocalarından birinin huzûrunda bulunuyordu. Hocası “Şu rafdaki kitabı getir” dedi. Bâyezîd, “Hangi rafdaki kitabı istiyorsunuz efendim?” dedi. Hocası, “Bunca zamandır buraya gelip gidiyorsun. Dershânede oturduğun yerin üstündeki rafı diyorum” deyince, Hazreti Bâyezîd, “Efendim, mübârek sohbetinizi dinlemekteki dikkat ve edebe riâyetten dolayı, şu âna kadar başımı kaldırıp etrâfa bakmış değilim” diye cevap verdi. Hocası bu söz karşısında “Madem ki durum böyledir. Senin işin tamamdır. Şimdi artık Bistâm’a dönebilirsin ve bizden öğrendiklerini başkalarına öğretebilirsin” buyurdu.

Bir gün kendisine, “Mürşidin kimdir?” diye sordular. O da “Bir kadın” dedi. “Bu nasıl olur?” dediler. Cevâbında şöyle buyurdu: “Bir gün Allahü teâlânın sevgisi ile kendimden geçmiş olarak yolda yürüyordum. Bir kadın gördüm. Elinde bulunan bir çuval unu, taşımam için bana ricada bulundu. Gücüm yetmez diye düşündüm. Orada kafes içinde bulunan bir arslana işâret ettim. Kafes açılıp, arslan geldi. Un çuvalını yükledim. Fakat açıktan kerâmet göstermiş olduğum için de çok korktum ve mahcûb oldum. Kadının beni tanıyıp tanımadığını öğrenmek için, “Pazara varınca kimi gördüm diyeceksin?” dedim. Kadın, “Zâlim Bâyezîd’i gördüm diyeceğim” dedi. Ben hayretle “Neden?” diye sordum. Kadın şöyle cevap verdi: “Allahü teâlâ, bu arslanı yük taşımak için yaratmadığı hâlde, sen niçin yük yükledin? Bu zulüm değil de nedir? Bunu, insanlar sana kerâmet sahibi desinler diye yapmış isen çok fenâ.” Bunun üzerine çok ağlayıp istiğfar ettim. Bundan sonra benden fevkalâde bir hâl meydana gelse, “Lâ ilahe illallah Muhammedün resûlullah, Nûh Neciyullah, İbrâhîm Halîlullah, Mûsâ Kelîmullah, Îsâ Rûhullah; yazısını veya bir nûr görüyorum. Böylece, benden meydana gelen hâllerin doğru olduklarını, Allahü teâlâ tarafından tasdîk olunduğunu anlıyorum.”

Hazreti Bâyezîd-i Bistâmî, Allahü teâlânın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O’ndan başka hiçbir şeyi tanımazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her çağırdığında “Yavrum ismin nedir?” diye sorardı. Bir defasında, o talebe dedi ki, “Efendim. Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla şerefleniyorum. Lâkin her defasında ismimi sormanızın hikmetini anlıyamadım.” Hazreti Bâyezîd-i Bistâmî “Evlâdım, kusura bakma. Her defasında ismini soruyorum. Allahü teâlânın muhabbeti kalbime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki, O’ndan başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat böyle hâl olunca unutuyorum. Sen hiç üzülme” buyurup talebesinin gönlünü aldı.

Birgün yakınları kendisine, “Efendim, filan yerde büyük bir zât var. Fazîlet ve kerâmet sahibi bir velîdir” dediler ve daha başka sözlerle o zâtı çok medh ettiler. Bunun üzerine Hazreti Bâyezîd “Madem öyledir. O halde o büyük zâtı ziyârete gitmemiz lâzım oldu” buyurdular. Talebelerinden ba’zıları ile birlikte tarif edilen zâtın bulunduğu yere geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bildirilen zâtın, mescide gitmekte olduğunu gördü ve kıbleye karşı tükürdüğünü müşâhede etti. Görüşmekten vazgeçip derhal geri döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu: “Dînin hükümlerini yerine getirmekte, sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riâyette zayıf olan birisine, nasıl olur da kerâmet sahibi denilir. Böyle bir kimsenin, Allahü teâlânın evliyâsından olması mümkün değildir.”

Bâyezîd-i Bistâmî’ye ( radıyallahü anh ) “Bu yüksek makamlara nasıl kavuştunuz?” diye sordular. Cevâbında şöyle anlattı: “Bir gece herkesin uyuduğu bir sırada, Bistâm’dan çıktım. Ay her tarafı aydınlatıyordu. Gidiyor iken, aniden karşımda çok heybetli bir makam gördüm. Onsekizbin âlem O’nun heybeti yanında bir zerre gibi kalıyordu. Aklım başımdan gitti. Beni fevkalâde bir hâl kapladı. O halde iken (Yâ Rabbi, bu kadar büyük, bu kadar güzel bir dergâh acaba niçin böyle boş?) dedim. Bir nidâ geldi ki: (Bu dergâhın boşluğu, kimse gelmediği için değil, belki gelenlerin lâyık olmadığı ve uygunsuzluğu sebebiyle gelenleri bizim kabûl etmeyişimizdendir.” Bir an, herkesin bu huzûra kavuşması için şefaatçi olayım diye kalbime geldi. Fakat, bu şefaat makamının Sultân-ül-Enbiyâ Muhammed Mustafâ ( aleyhisselâm ) efendimize mahsûs olduğunu hatırlayıp, benim öyle düşünmemin, bu şefaat makamına karşı edebe riayetsizlik olacağını anlayıp, o düşüncemden vazgeçtim. Bir ses duydum ki (Ey Bâyezîd, Sultân-ül-Enbiyâ’ya olan muhabbetin ve edebe riâyetin sebebiyle, biz de senin edebini ve mertebeni yükseltiyoruz. Kıyâmete kadar (Sultân-ül-ârifîn) diye anılırsın; buyuruyordu.

Sultân-ül-ârifin, Bâyezîd-i Bistâmî’yı ( radıyallahü anh ) bir gece uyku bastırıp, sabah namazına uyanamadı. Namazını kaza edip o kadar ağlayıp inledi ki, bir ses’İşitti. “Ey Bâyezîd, bu günahını affeyledim. Bu pişmanlık ve ağlamana da, ayrıca yetmişbin namaz sevâbı ihsân eyledim” diyordu. Aradan bir kaç ay geçtikten sonra onu, yine uyku bastırdı. Şeytan gelip, Hazreti Bâyezîd’in mübârek ayağından tutarak uyandırdı ve “Kalk namazın geçmek üzeredir” dedi. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) Şeytan’a, “Ey mel’ûn! Sen hiç böyle yapmazdın. Herkesin namazının geçmesini, kazaya kalmasını isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın?” buyurunca; Şeytan şu cevâbı verdi: “Bir kaç ay önce sabah namazını kaçırdığında, pişmanlığın ve üzüntün sebebiyle çok ağlayıp inlediğin için ayrıca yetmişbin namaz sevâbı almıştın. Bu gün, onu düşünerek seni uyandırdım ki, sadece vaktin namazının sevâbına kavuşasın, yetmişbin namaz sevâbına kavuşmayasın.”

Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri şöyle anlatıyor: “Benim zamanımda binlerce velî vardı. Hepsi de ibâdet, riyâzet, keşif ve kerâmet sahibi idi. Fakat asrın kutupluğu, ümmî bir demircinin üzerinde idi. Ben bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler içindeydim. Çoluk çocuğunun nafakası için geceli gündüzlü örs başından ayrılmayan demirciyi görmek istedim. Birgün dükkânına gittim. Selâm verdim. Beni görünce, çocuklar gibi sevindi. Ellerime sarıldı, uzun uzun öptü ve benden duâ rica etti. Henüz keşif âlemine girmemiş olduğu için kendi makamından habersizdi. Benden duâ isteyince dedim ki: “Ben senin ellerinden öpeyim de, sen bana duâ et! Sizin duânıza muhtaç olan benim!” O ise şöyle cevap verdi:
“Benim sana duâ etmemle, içimdeki dert hafiflemez ki!” Bunun üzerine ben de “Derdin nedir? Söyle bir çâre arayalım?” dedim. “Acaba kıyâmet gününde, bunca insanın hâli ne olur? Bunu düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok” dedikten sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Beni de ağlattı. O vakit içimden bir nidâ duydum: “Bunlar nefsim, nefsim diyenlerden değil, ümmetim ümmetim diyenlerdendir.” Hemen içimdeki hayret silindi. Kutupluk makamının bu demirciye niçin verildiğini sezdim. Anladım ki, böyleleri, sevgili Peygamber efendimizin kalbine her an bağlıdır. Onun hakîkatine mazhardır. Demirciye dedim ki:
“İnsanların azâb çekmesinden sana ne?” Demirci de, “Bana mı ne? Benim fıtratımın mayası, şefkat suyuyla yoğurulmuştur. Cehennem ehlinin bütün azâbını bana yükleseler de, onları bağışlasalar, ben se’âdete ererim ve derdimden kurtulurum” dedi.
O, namazda okunmak için, farz miktarından fazla sûre ve âyet bilmiyordu. Bilmediklerini öğrettim. Ben de, kırk yıldır elde edemediğim ma’nevî derecelere yükseldim, içim feyz-i ilâhi ile doldu. O vakit iyice anladım ki, kutupluk sırrı başka bir ma’nâ imiş.”
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, kabristanda çok dolaşırdı. Bir gece yine gezerken, gece bekçisi elindeki sopayla vurdu. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) “La havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm” dedi. Bekçi birkaç kere daha vurunca sopa kırıldı.
Bâyezîd hazretleri eve dönünce talebelerine sopanın fiatanı sordu. O kadar parayı bir keseye koyarak, bir miktar da tatlı ile beraber bir talebesiyle, o bekçiye gönderdi. Bir de mektûb yazarak bekçiye vermesini söyledi. Mektûp şöyle idi:
(Muhterem Bekçi efendi, belki beni hırsız sanarak dövdün. Kabahat bendedir. Gece kabristanda gezmeseydim, dövmezdin. Sopanızın kırılmasına da sebep oldum. Gönderdiğim parayla kendine bir eli sopa al! Sopanın kırılma üzüntüsünün kalbinden gitmesi için de, yolladığım tatlıyı ye! Allahü teâlânın selâmı üzerine olsun.) Genç bekçi mektûbu okuyunca, gelip özür dileyerek tövbe etti. Onunla birlikte birkaç bekçi daha hak yola girdi. Bir gün Yûsuf-i Bahirânî isminde bir zât kendi kendine düşündü ki, “Bâyezîd-i Bistâmî’nin yanına gideyim. Eğer, açıktan bir kerâmet gösterirse velî olduğunu kabûl edeyim. Böylece O’nu imtihan etmiş olayım.” Bu düşünce ile, Hazreti Bâyezîd’in bulunduğu yere geldi. Hazreti Bâyezîd onu görünce buyurdu ki: “Biz kerâmetlerimizi, talebelerimizden Ebû Sa’îd Râî’ye ( radıyallahü anh )’e havale ettik. Sen ona git.” Bu kimse gidip, Ebû Sa’îd Râî’yi sahrada buldu. Kendisi namaz kılıyor, koyunlarına da, kurtlar bekçilik ediyordu. Namaz bitince, gelen kimse kendisinden taze üzüm istedi. Oralarda üzüm bulunmazdı ve zamanı da, değildi. Ebû Sa’îd Râî ( radıyallahü anh ) asasını ikiye bölüp, bir parçasını gelen kimsenin tarafına, diğer kısmını da kendi tarafına dikti. Allahü teâlânın izni ile, hemen o parçalar asma oldu ve taze üzüm verdi. Fakat, Ebû Sa’îd tarafında bulunan üzümler beyaz, gelen kimsenin tarafında bulunan üzümler siyah renkte idi. O kimse, üzümlerin renklerinin farklı olmasının sebebini sordu. Ebû Sa’îd Râî. ( radıyallahü anh ), “Ben Allahü teâlâdan, yakın yolu ile istedim. Sen ise imtihan yolu ile istedin. Dolayısıyle, renkleri de niyetlerimize uygun olarak meydana geldi” buyurdu ve o kimseye bir kilim hediyye edip, kaybetmemesini tenbîh etti. O kimse kilimi alıp, hacca gitti. Fakat, kilimi, Arafat’da kaybetti. Çok aradı ise de bulamadı. Hacdan dönüşünde, Bistâm’a, Bâyezîd hazretlerinin yanına uğradı. Baktı ki kaybettiği kilim, Hazreti Bâyezîd’in önünde duruyor. Bu hâdiselere şâhid olduktan sonra, böyle yüce bir zâttan, kerâmet istediğine çok pişman oldu. Tövbe ve istiğfar edip, Bâyezîd-i Bistâmî’nin talebeleri arasına katıldı.

Bir sene hacca gitmek üzere yola çıktı. Bir devesi vardı. Azığını ve eşyasını o deveye yüklemişti. Birisi kendisine, “Bu kadar uzun yol için, bu kadar yük bu deveye fazla gelmez mi?” dedi. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) “Acaba yükü taşıyan deve midir? dikkat et bakalım, devenin sırtında yük var mı?” dedi. O kimse dikkatle baktığında gördü ki, yük devenin sırtından bir karış yukarıda durmaktadır. O kimse hayretini gizliyemeyip “Sübhânallah! Ne kadar acâib bir iş” deyince, Hazreti Bâyezîd, “Hâlimi sizden gizlesem, bana dil uzatıyorsunuz. Hâlimi size açık açık göstersem hayret ediyorsunuz, takat getiremiyorsunuz. Ben size ne yapayım bilemiyorum?” buyurdu ve yoluna devam etti. Ziyâretleri esnasında kendisine, annesinin hizmetine gitmesi bildirildi. Bistâm’a giden bir kâfile ile hemen yola çıktı. Bistâm’a geldiği duyulunca bütün halk yollara dökülüp, kendisini karşıladılar. Seher vakti evlerine geldi. Annesi abdest almış şöyle duâ ediyordu, “Yâ Rabbî! Benim garîb oğlumu her kötülükten muhafaza buyur. Büyükleri kendisinden hoşnud eyle. Oğluma güzel hâller ve iyilikler ihsân buyur…” Bunun üzerine Bâyezîd ( radıyallahü anh ) kapıyı çalıp izin İstedi. Annesinin “Kim o?” suâline Bâyezîd ( radıyallahü anh ) “Senin garîb oğlun” cevâbını verdi. Annesi koşup kapıyı açtı ve “Senden ayrılık hasretiyle ağlaya ağlaya saçlarıma ak düştü, belim büküldü” dedi.

Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir sene hac dönüşünde Hemedan’a uğrayıp, oradan bir miktar tohum satın aldılar. Bistâm’a gelip, Hemedan’dan aldığı tohum torbasını açınca içinde bir kaç adet de karınca bulunduğunu gördü. Bunları yuvalarından ayırmanın münâsip olmıyacağını düşünüp, tekrar Hemedan’a gitti Tohumu aldığı yere bırakıp, ondan sonra Bistâm’a döndü.

Bir gün yolda yürürken, bir gencin kendisini takip etmekte olduğunu fark edip döndü ve gence, “Niçin beni takip ediyorsun, istediğin nedir?” dedi. Genç, edeble, “Efendim, sizin gibi olmak, yolunuzda bulunmak istiyorum. Lütuf elinizi uzatıp himmet buyurun da ben de kazanayım” dedi. Cevâbında “Benim yaptıklarımı yapmadıkça, benim derimin içine girsen istifâde edemezsin. Bu Allahü teâlânın bir lütfudur” buyurdu.
Hazreti Bâyezid-i Bistâmî’ye bir kimse gelip: “Efendim, ben Taberistan’da idim. Bir zâtın cenâze namazını kılıyorduk. Siz de orada idiniz, cenâze namazından sonra Hızır aleyhisselâmın elinden tuttunuz. Daha sonra sizin havada uçtuğunuzu gördüm” dedi. Bâyezid ( radıyallahü anh ), ona “Doğru söylüyorsun” buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî’ye ( radıyallahü anh ) bir gün bir kimse gelip dedi ki, “Efendim. Ben otuz senedir, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hiç bir ilerleme göremiyorum. Halbuki i’tikâdım da düzgündür.” Bâyezîd ( radıyallahü anh ) “Sen bu hâlde üçyüz sene daha devam etsen bir şeye kavuşamazsın. Çünkü nefs engelin var” buyurdu. O kimse, “Efendim. Bunun hâl çaresi yok mu?” diye sordu. Bâyezid ( radıyallahü anh ): “Var ama sen kabûl etmezsin” buyurdu. O kimse ısrar edip “Aman efendim, lütfen bildiriniz ve beni talebeliğinize kabûl ediniz. Ne emrederseniz yaparım” dedi. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp, adi ve eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni en iyi, tanıyanların bulundukları sokağa git. Çocukları başına topla, (Bana bir tokat vurana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz, veriyorum) de.” O kimse bunları duyunca, “Sübhânallah, Lâ ilahe illallah. Ben bunları yapamayacağım. Bana başka bir şey emretseniz” dedi. Hazreti Bâyezîd, “Senin ilâcın ancak budur ve biz de baştan (Sen bunları kabûl etmezsin) diye söylemiştik. Yolumuzun esası nefsi terbiye etmektir.” buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî’nin mecûsî olan bir komşusu ve süt emme çağında bir de çocuğu vardı. Bu mecûsî sefere çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk ağlıyordu. Hazreti Bâyezîd her gün bir çıra alıp, komşusunun evine götürdü. Mecûsî seferden dönünce durumu haber alıp, kendisinde değişiklikler hissetti Hazreti Bâyezîd’e karşı kalbinde bir sevgi hâsıl olduğu hâlde, “O zâtın aydınlığı varken bizim karanlıkta bulunmamız hiç uygun değildir” dedi ve hemen Bâyezîd-i Bistâmî’nin huzûruna gidip müslüman oldu.

Bir gün sohbetinde bulunanlara, “Kalkınız, Allahü teâlânın velî kullarından birini karşılamaya çıkalım” buyurup, kalktılar. Yola çıktıklarında, İbrâhîm bin Şeybe-i Hirevî ile karşılaştılar. Hazreti Bâyezîd ona, “Hatırıma, seni karşılamak ve Allah katında sana şefaat etmek geldi” buyurdu. O da, “Efendim siz bütün mahlûkâta şefaat etseniz yine fazla sayılmaz” dedi.

Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir gün talebeleriyle giderken delîlerin bulunduğu bir tımarhânenin önünden geçiyorlardı. Talebelerinden birisi, orada, delîlerin tedâvileri için bir şeyler yapmaya çalışan baştabibe yaklaşıp, “Günah hastalığı ile hasta olanlar için bir ilâcınız var mıdır?” diye sordu. Baştabib cevap veremeyip susunca, ayağı zincirle bağlı delîlerden biri, Bâyezîd’in ( radıyallahü anh ) teveccühü ile şöyle dedi: “O derdin ilâcı şöyledir: Tövbe kökünü istiğfar yapr ağıyla karıştırıp, kalb havanına koyarak, tevhîd tokmağıyle iyice dövmeli. Sonra insaf eleğinden eleyip, gözyaşıyle hamur etmeli. Daha sonra aşkullah ateşinde pişirip, muhabbet-i Muhammediyye balından katarak, gece gündüz kanâat kaşığıyla yemelidir.”

Ebû Türâb Nahşebî’nin bir talebesi vardı. Allahü teâlâya olan muhabbetinin çokluğundan dolayı hemen hergün yüzlerce defa kendinden geçip bayılırdı. Bir gün hocası, kendisine “Sen Hazreti Bâyezîd’i görsen daha çok derecelere kavuşurdun” dedi ve o talebe ile beraber Hazreti Bâyezîd’in yanına geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) ile o talebe göz göze geldikleri anda talebe düşüp vefât etti. Bunun üzerin; Ebû Turâb Nahşebî dedi ki: “Yâ Bâyezîd, bu talebe öyle idi ki, Allahü teâlânın aşkı ile kendisinde ba’zı hâller olur, kendisinden geçerdi. Fakat sizi bir defa görmekle düşüp can verdi. Bu nasıl oluyor?” Hazreti Bâyezîd buyurdu ki: “O kişinin hâli doğru idi. Önceden, onun müşâhedesi kendi makamı kadar idi. Beni gördüğü anda, müşâhedesi benim makamım kadar oldu. Lâkin o kimse buna takat getiremeyip, can verdi.”
Bir gece, ba’zı kimseler Hazreti Bâyezîd’in nasıl ibâdet yaptığını, neler söylediğini işitmek için penceresinin altında dinlemeye başladılar. Seher vakti olduğunda bütün kalbiyle “Allah” dedi. Sonra düşüp bayıldı. Bayılmasının sebebi sorulduğunda “Sen kim oluyorsun? Senin haddîne mi düştü ki, ismimi ağzına alıyorsun? şeklinde bir nidâ gelir diye çok korktum da onun için bayılmışım” buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) namaz kılmak için mescide gelince kapıda bir miktar durur ve ağlardı. Sebebini soranlara da, “Câmiyi, vücûdumla kirletmekten korkuyorum. Tövbe edip Allahü teâlâya yalvarıyorum, ondan sonra giriyorum” dedi. Bâyezîd-i Bistâmî’ye ( radıyallahü anh ) sordular ki: “Nefsine verdiğin en hafif ceza nedir?” Cevâbında buyurdu ki: “Bir defasında nefsim, bir itaatsizlikte bulundu. Buna ceza olarak bir yıl boyunca hiç su içmedim.” Bir gün ba’zı kimseler, Bâyezîd’in huzûruna gelip, yağmur yağması için duâ etmesini taleb etmişlerdi. Hazreti Bâyezîd mübârek başını eğip, bir miktar duâ ettikten sonra, “Gidiniz, damlarınızın oluklarını kontrol ediniz” buyurdu. Ondan sonra 24 saat durmadan yağmur yağdı.

Bir defasında Hazreti Bâyezîd’in kalbine şöyle ilham olundu: “Ey Bâyezîd! Hazinelerim, başkaları tarafından yapılan ibâdetlerle ve güzel hizmetlerle doludur. Sen bize öyle bir şeyle gel ki, o bizde olmasın.” Hazreti Bâyezîd, “Yâ Rabbî! Hazinende bulunmayan şey nedir?” Kalbime ilham olundu ki, “Acizlik, zavallılık, çaresizlik, zillet ve ihtiyâç.”

Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir defasında şöyle anlattı: Bizim rûhumuzu, semâlara götürdüler. Cenneti, Cehennemi gösterdiler. Hiçbir şeye bakmadım. Hep Allahü teâlâyı düşünüyordum. Nice makamlardan geçirdiler. Nihâyet ezeliyyet ağacını gördüm. Sonra “Yâ Rabbî! Sana gelebilmem için beni benliğimden kurtar” diye yalvardım. Bana bildirildi ki: “Ey Bâyezîd! Benliğinden kurtulup bana yaklaşman, Sevgili Peygamberime tâbi olmana bağlıdır. Onun ayağının tozunu, gözüne sürme yap. Onun bildirdiği hükümlere uymaya devam et. (Tasavvuf ehli arasında bu menkıbeye Bâyezîd’in mi’râcı” denir.) “Bulunduğunuz şu derecelere nasıl kavuştunuz?” diye kendisine sordular. Cevâbında buyurdu ki: “Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle” buyurdu.

Sâlihlerden bir zât şöyle anlatıyor: “Abdurrahmân bin Yahyâ’ya “Tevekkül nedir?” diye sordum “Elin, bileğine kadar ejderhanın ağzında olsa, Allahü teâlâyı düşünüp, başkasından korkmamandır” buyurdu. Aynı suâli Hazreti Bâyezîd’e de sorayım. Onun da cevâbını alayım düşüncesiyle kapısını çaldım. Kapıyı açmadan ve kim olduğumu sormadan, “Abdurrahmân’ın sözü sana kâfi gelmedi mi?” buyurdu. Kapıyı açmalarını istirhâm ettim. “İyi ama sen ziyâret için değil, suâl sormak için geldin ve kapının arkasında iken cevâbını aldın” buyurdu. Ben dönüp gittim. Bir sene sonra kendisini ziyâret etmek niyyetiyle yanlarına geldim. “Hoş geldin. Şimdi bizi ziyârete gelmişsin” buyurdu. Yanında bir ay kaldım. Bu zaman içinde kalbimden geçenleri bana haber verirdi.”

Bir gün Hazreti Bâyezîd’e “Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?” diye sordular. Cevâbında buyurdu ki: “Biz onlar hakkında bir şey söyliyemeyiz ve onları anlıyamayız. Hâllerini anlamakdan âciziz. Onlar, bizim anlıyabildiğimizden çok daha yüksekdirler. Diğer insanlar, büyük velîleri ne kadar anlıyabilirse, velîler de peygamberleri ancak o kadar tanıyabilirler.”

Bâyezîd ( radıyallahü anh ) yanında bulunanlara, Allahü teâlâ kendilerinden râzı olduğu kimseleri Cennetine koyuyor değil mi?” diye sordu. Onlar “Evet efendim, öyledir” diye cevap verdiler. Bunun üzerine “Bir kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuştuktan sonra, bir andaki duyduğu zevk vesaâdet Cennetteki bin köşkten daha fazladır.” Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir defasında bir imâmın arkasında namaz kıldı. Namazdan sonra, o imâm, Hazreti Bâyezîd’e “Siz bir yerde çalışıp para kazanmıyorsunuz. Başkalarından da bir şey istemiyorsunuz. O halde siz, nafakanızı nereden temin ediyorsunuz?” dedi. Hazreti Bâyezîd bunu duyunca, “Ben hemen namazımı iade edeyim. Zira, rızıkları kimin verdiğini bilmiyen birinin arkasında namaz kılmışım, bu ise caiz değildir” buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir gün, talebeleri ile birlikte, gayet dar bir sokaktan geçiyorlardı. Hazreti Bâyezîd, karşıdan bir köpeğin gelmekte olduğunu gördü ve geri çekilip köpeğe yol verdi. Talebelerinden birinin hatırına şöyle geldi: “İnsanoğlu hayvanlardan şereflidir. Hem bizim üstadımız, Sultân-ül-ârifîndir. Hem de etrâfındakiler onun, her biri çok kıymetli sâdık talebeleridir. Bütün bunlara rağmen, üstadımızın bu köpeğe yol vermesinin hikmeti acaba nedir?” Bunun üzerine Hazreti Bâyezîd buyurdu ki: “Şu köpek, hâl lisânı ile bana dedi ki, “Sana Sultân-ül-ârifîn olmak hil’atini ve bana da köpeklik postunu giydirdiler. Bunun tersi de olabilirdi.” Bunun üzerine ben de ona yol verdim.”

Bir defasında şöyle anlattı: “Bir gece sahrada vaha kenarında hırkamı üzerime örtüp uyumuştum. İhtilâm oldum. Hemen kalkıp gusletmek istedim. Hava çok soğuk olduğu için, nefsim, güneş doğduktan, hava ısındıktan sonra gusletmemi istiyerek gevşek davrandı. Nefsimin bana yaptığını görünce hemen kalkıp, buzu kırdım ve nefsime ceza olarak, hırka ile beraber guslettim. Gusülden sonra da, hırkamı çıkarmadım. Hırka buz bağlamıştı. Sonra “Ey Nefsim! Tenbelliğinin cezası işte budur” dedim.

Hazreti Bâyezîd, “Oniki sene nefsimin ıslahı için çalıştım. Nefsimi riyâzet (nefsin arzularını yapmamak) körüğünde, mücâhede (nefsin istemediği şeyleri yapmak) ateşiyle kızdırdım. Mezemmet (nefsini kınayıp, ayıblamak) örsünde, melâmet (azarlama) çekici ile dövdüm. Böyle uğraşa uğraşa kendi benliğimden bir ayna yapıp beş sene kendimin aynası oldum. Yapabildiğim ibâdet ve tâatlarla bu aynayı cilalayıp parlattım. Bir sene ibret nazarı ile bu aynaya baktım. Neticede bu aynada gördüm ki, belimde, gurûr, riya, ibâdete güvenip amelini beğenmek gibi kalb hastalıklarından meydana gelen bir zünnar bulunuyor. Bu zünnarı kesip atabilmek için beş sene daha uğraştım. Yeniden müslüman oldum” buyurdu.

“Ömrüm boyunca, Allahü teâlâya lâyıkıyla ibâdet edebilmeyi, namazımı lâyıkıyla kılâbilmeyi arzu ettim. Bu arzu ile, belki güzel namaz kılarım diye sabaha kadar namaz kıldım. Fakat kıldığım bütün namazları O’na lâyık olarak bulmuyordum. Nihâyet, Allahü teâlâya şöyle yalvardım: “Yâ Rabbî! Sana lâyık şekilde tam ve kusursuz olarak hiç namaz kılamadım. Kıldığım bütün namazlar hep Bâyezîd’e yakışır şekilde oldu. Beni ve ibâdetlerimi kusurlarımla birlikte kabûl eyle.” “Bir zaman “Artık ben, zamanın en büyük evliyâsıyım” düşüncesi kalbime geldi. Hemen, buna pişman olup gönlüm hüzünle doldu. Şaşkınlık içerisinde Horasan’ın yolunu tuttum. Bir müddet gittikten sonra “Allahü teâlâ beni, kendime getirecek birini bana gönderinceye kadar buradan ayrılmayacağım” diye niyet ettim ve orada üç gün bekledim. Dördüncü gün dişi bir devenin üzerinde bir gözü görmeyen bir kişi geldi. “Nereden geliyorsun?” dedim. “Sen niyet ettiğin zaman üçbin fersah uzakta idim. Oradan geliyorum. Kalbini koru “zamanın en büyüğü benim” gibi düşünceleri hatırına getirme!” dedi ve kayboldu.

“Uzun seneler nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece, Allahü teâlâya yalvardım, ilham olundu ki, “Şu testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur.” Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana bildirildi ki, “Ey Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tane misâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da Allahü teâlâya kavuşmak için yol istiyen kimselere de ki, “Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski bir abayı terk etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle size izin verileceğini mi zannediyorsunuz. Asla izin alamazsınız.” Bâyezîd-i Bistâmı ( radıyallahü anh ) vefât ederken, kendisini sevenlerden Ebû Mûsâ ismindeki zât yanında bulunamamıştı. Fakat o gece rü’yâda “Arşı, başı üzerine alıp taşıyordu.” Bu rü’yâya çok hayret edip, hikmetini anlıyamadı ve bunu Hazreti Bâyezîd’e sormak için yola düştü. Yolda, Hazreti Bâyezîd’in vefât ettiğini haber aldı. Bistâm’a geldiğinde cenâze merasimi için, hesabı mümkün olmayan fevkalâde bir kalabalık gördü. Tabutunu taşımakla şereflenmek için yanaşmaya çalıştı. Fakat yanaşıp da tabutu taşımak mümkün olmuyordu. Diyor ki, “Gördüğüm rü’yâyı, unutmuş vaziyette, Hazreti Bâyezîd’in tabutunu taşımakla şereflenmek istiyordum. Bu mümkün olmayınca tabutu taşıyanlar arasından meşakkatle geçip tabutun altına girdim ve başımı tabuta dayayıp öylece gidiyordum. Birden tabutun içinden bana şöyle hitâb ettiğini duydum. “Ey Ebû Mûsâ! İşte şu bulunduğun hâl akşamki gördüğün rü’yânın tâbiridir.”
Bâyezîd ( radıyallahü anh ) devamlı “Allah! Allah!..” derdi. Vefâtı ânında da yine “Allah!.. Allah!..” diyordu. Bir ara şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Senin için yaptığım bütün ibâdet tâat ve zikirleri hep gaflet ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet hâli devam ediyor. Allahım! Bana huzûr ve zikir hâlini ihsân eyle.” Bundan sonra, zikir ve huzûr hâli içinde rûhunu teslim etti.
Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) vefât ettikten sonra, büyüklerden biri kendisini rü’yâda görüp, “Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi” diye sordu. Buyurdu ki, “Beni toprağa koydukları zaman bir ses duydum ki, “Ey Bâyezîd! Bizim için ne getirdin?” diyordu. “Yâ Râbbî! Sana lâyık hiç bir iyi amel yapamadım. Huzûruna lâyık hiçbir şey getiremedim, ama şirk de getirmedim” dedim.
Hazreti Bâyezîd, vefât ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendisini rü’yâda görüp sordu. “Münker ve Nekir sana nasıl muâmele eyledi?” Cevâbında şöyle buyurdu: “O iki mübârek melek gelip (Rabbin kimdir?) diye sorunca onlara dedim ki: Bunu sormakla sizin maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana O’nu soracağınıza, beni O’na sorun. Eğer O, beni, kulu olarak kabûl ederse ne a’lâ. Maazallah O, beni kulu olarak kabûl etmezse, ben, yüz defa (O, benim Rabbimdir) desem ne faydası olur?)”
Hazreti Bâyezîd-i Bistâmî vefât ettikten onra, O’nun sâdık talebelerinden olan bir hanımefendi şöyle anlattı: “Kâ’be-i muazzamayı tavaf ettikten sonra bir saat kadar tefekkür ettim. Bu sırada uykum geldi ve birazcık uyudum. Rü’yâmda beni göğe çıkardılar. Allahü teâlânın izni ve lütfu ile, arş-ı a’lânın altını gördüm. Çok güzel kokusu vardı. Nûrdan yazılmış bir yazı gördüm (Bâyezîd Veliyyullah) yazılı idi ve yazının eni ve boyu da görünmüyordu.”
Velîler taifesinin efendisi Cüneyd-i Bağdadî ( radıyallahü anh ) buyuruyor ki: “Velîler arasında Bâyezîd-i Bistâmî’nin yeri Melekler arasında Cebrâil’in (aleyhisselâm) yeri gibidir.”
Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin tasavvufta derecesi çok yüksek idi. Tasavvuf ilminde sekr hâli (ilâhi aşk ile kendinden geçmiş iken) denilen bir hâlin kendisini kapladığı bir an, içinde bulunduğu durumu, müşâhede ettikleri şeyleri anlatmak için “Sübhânî” demiştir. Bu sözü ba’zı kimseler anlıyamamış, Bâyezîd hazretlerinin şânına uygun olmayan sözler sarf etmişlerdir. Halbuki bu sözü büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretleri birinci cild 43. mektûbunda şöyle açıklamaktadır: “Hallâc-ı Mensûr’un “Enelhak” ve Bâyezîd-i Bistâmî’nin (Sübhânî) sözünü tevhîd-i şühûdî bilmemiz lâzımdır. Bu sûretle dîne uygun olurlar. Bu büyükler o hâl içinde, Allahü teâlâdan başka, hiçbirşey göremeyince, bu sözleri söylemiş, Allahü teâlâdan başka birşey yoktur demek istemişlerdir. “Sübhânî” sözü Hak teâlâyı tenzihtir. Kendini tenzih değildir. Çünkü kendi varlığını bilmemektedir. Birşeye hüküm veremez.”
Böyle hâllerle ilgili olarak Hindistanda yetişmiş büyük İslâm âlimi Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, (Merec-ül-Bahreyn) adlı kitabında diyor ki: “Tasavvuf büyükleri, İslâmiyete uymayan sözleri söylerken, çok kızan ve çok sevinen insan gibidirler. Kızmak ve sevinmek, insanın aklını örter, ihtiyârını giderir, ilâhî aşk ile kendinden geçmiş ba’zı tasavvuf erbâbı da böyle şuursuz konuşmuşlardır. Bu hâllerinde onlar ma’zûrdurlar. Yalnız böyle sözlerine uymak caiz değildir buyurmaktadır. Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbâtının üçüncü cild 121. mektûbunda: “Esrârı ortaya dökmek olan böyle sözler, herkesin anladığı ma’nâ ile söylenmiş değildirler” buyurmaktadır.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri bu söz için, “Allahü teâlânın büyüklüğünü, hiç kusurlu olmadığını en iyi şekilde bildirmektedir” dedi. Tenzihin tenzihidir, buyurdu.
Görülüyor ki, bu sözü ile İslâmiyete uygun olan bir şeyi anlatmak istemiştir. Sekr hâlinde olduğundan başka kelime bulamamış, ince bilgilerini, herkesin anlıyamayacağı kelimelerle bildirmiştir.

Bayezid Bistami hazretlerinin Sözleri

“Dilini, Allahü teâlânın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesaba çek. İlme yapış ve edebi muhafaza et. Hak ve hukuka riâyet et ibâdetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhamet sahibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma.
“Otuz sene mücâhede eyledim, ilimden ve ilme uymakdan daha zor bir şey bulamadım.” “Gözlerini harama bakmaktan ve başkalarının ayıplarını görmekten koru.”
“Bir gece karanlığında odamda otururken ayaklarımı uzatmıştım. Hemen bir ses duydum. Sultanla oturan edebini gözetmelidir diyordu. Hemen toparlandım.”
“Ey Allahım! Ey kusurlardan uzak olan sonsuz kudret sahibi Rabbim. Sen ne dilersen yaparsın. Benim vücûdumu öyle büyült, öyle büyült ki Cehennemi ağzına kadar doldursun. Böylece başka kullarına yer kalmasın. Onların yerine ben yanayım.” (Hazreti Ebû Bekir de ( radıyallahü anh ) böyle duâ ederlerdi.)
“Siz havada uçan birisini gördüğünüz zaman hemen o kimsenin fazîletli, kerâmet sahibi birisi olduğuna hüküm yermeyin. Hatâ edebilirsiniz. O kimsenin hakîkaten fazîlet ve kerâmet sahibi olduğunu anlamak için, İslâmiyetin emirlerine uymaktaki hassasiyetine, Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklanması ve sünnet-i seniyyeye uymasına, hakîkî İslâm âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakın. Bunlar tam ise, o kimse fazîlet ve kerâmet sahibidir. Bunlara uymakta en ufak bir gevşeklik ve zayıflık bulunursa, o kimse için fazîlet ve kerâmet sahibidir demek mümkün olmaz.”
“(Yâ Rabbî! Sana kavuşmak nasıl mümkün olur?) diye duâ ettim. Bir nidâ geldi, (Nefsini üç talakla boşa) diyordu.”
“Bu kadar zahmet ve meşakkatlere katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın, bütün işlerin evvelinde lâzım olduğunu anladım.”
“Günahlara bir defa, tâatlere ise bin defa tövbe etmek lâzımdır. Ya’nî yaptığı ibâdet ve tâatlere bakıp kendini beğenmek, o ibâdeti hiç yapmamak günahından bin kat daha fenâdır.”
“İnsana zararı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Anladım ki, bu gaflettir. Gafletin insana yaptığı zararı Cehennem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî! Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütuf ve keremin ile bu duâyı kabûl eyle.”
“Bütün âlemin yerine beni Cehennemde yaksalar ve ben de sabretsem, Allahü teâlâya muhabbeti da’vâ edinmiş birisi olarak yine bir şey yapmış olmam. Allahü teâlâ da benim ve bütün âlemin günahını affetse rahmetinden ve ihsânından bir şey eksilmiş olmaz.”
“Bir kimsenin, Allahü teâlâya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti, kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzu gibi üç hasletin bulunmasıdır.”
“Allahü teâlânın ni’metleri, her an herkese gelmektedir. O halde her zaman ona şükretmek lâzımdır.”
Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir gece, talebelerinden bir kısmı ile bir yere misâfir oldular. Ev sahibi evin aydınlanması için bir kandil yaktı. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) yanında bulunanlara, “Bu kandilde bir garîblik görüyorum. Yanıyor ama ışık vermiyor. Hikmeti nedir?” diye sordu. Ev sahibi, “Efendim. Biz bu kandili bir gece yakmak için komşumuzdan emânet’ olarak almıştık. Bu akşam ikinci gece yakıyoruz” deyince, Hazreti Bâyezîd, kandili söndürdü ve hemen kandili sahibine götürüp teslim edin. Arzu ederseniz, bir gece daha yakmak için izin isteyin” buyurdu. Ev sahibi kandili alıp komşusuna götürdü. Olanları anlattı ve tekrar izin alıp geri getirdi. Eve gelince kandili yaktılar ve oda aydınlandı. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki, “İşte şimdi ışığını görüyorum.”
Hazreti Bâyezîd-i Bistâmî bir gün yanlışlıkla bir karıncayı öldürdü. Haberi olunca, çok pişman olup üzüldü, ölü karıncayı avucuna alıp, şefkat, merhamet ve hüzün ile ve kırık kalbi ile karıncaya üfürünce, Allahü teâlânın izni ile karınca canlanıp yürümeye başladı.
Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir gün çamurlu bir sokakta yürürken ayağı kaydı, düşmemek için duvara tutundu. Sonra araştırıp duvarın sahibini buldu. “Sokakta yürürken ayağım kaydı. Sizin duvarınıza tutundum. Belki de duvarınızdan bir toprak yere dökülmüştür. Hakkınızı helâl etmenizi istirhâm ediyorum” dedi. Meğer o kimse mecûsî imiş, “Sizin dîniniz bu kadar ince ve hassas mıdır?” dedi. Hazreti Bâyezîd “Evet” deyince, o kimse hakkını helâl etti ve müslüman oldu. Bunun üzerine o mecûsînin evindekiler de müslüman oldu.

Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Horasan Evliyaları

Hace Muhammed Baba Semmasi (k.s.)

Özbekistan – Buhara ‘ya 32 km uzaklıkta bulunan Ramiten’e bağlı Decha bölgesinde

Muhammed Baba Semmasi hazretleri, Hace Ali Ramiteni hazretlerinin yetiştirdiği büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin on üçüncüsüdür. Buhara’ya bağlı Semmas köyünde doğdu.

Tasavvuf ilmini büyük âlim Ali Ramiteni hazretlerinden öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek dereceye ulaştı. Hocası, kendisinden sonra yerine, Muhammed Baba Semmasi’yi vekil bıraktı. Diğer talebelerine de, ona tâbi olmalarını vasiyet etti.

Hocasının vefatından sonra onun yerine geçen Muhammed Baba Semmasi, çok talebe yetiştirdi ve içlerinden bir kısmını tasavvufta yüksek makamlara kavuşturdu.

Bu talebelerinin başında, kendisinden sonra yerine geçen ve ilim deryasında sedef olan Seyyid Emir Gilal hazretleri gelmektedir. Bir talebesi de, Behaeddin-i Buhari hazretleridir. Henüz o doğmadan önce, hocası Muhammed Baba Semmasi onun doğduğu yerden geçerken; “Bu yerden büyük bir zatın kokusu geliyor. Pek yakında burası, Kasr-ı ârifân [arifler sarayı] olur” buyurdu.

Bir gün yine oradan geçiyordu. “Şimdi o güzel koku daha çok geliyor. Ümit ederim ki, o büyük zat dünyaya gelmiştir” buyurdu. Böyle buyurduğu zaman, Behaeddin-i Buhari hazretleri doğalı üç gün olmuştu. Dedesi, çocuğun göğsünün üzerine hediye koyup, Muhammed Baba Semmasi’ye getirince; “Bu bizim oğlumuzdur. Biz bunu kabul eyledik” buyurup, talebelerine de; “Kokusunu aldığım işte bu çocuktur. Zamanının rehberi ve bir tanesi olacaktır” buyurdu. Sonra halifesi Emir Gilal hazretlerine, bu çocuğun iyi yetiştirilmesini tembih etti.

Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
“Evlenmek istediğim zaman, dedem beni Muhammed Baba Semmasi hazretlerine gönderdi. Ona gideceğim günün gecesi, içimde gözyaşı ve dua isteği kabardı. Onun mescidine gidip iki rekat namaz kıldım ve Allahü teâlâya şöyle dua ettim: “Ya rabbi, bana, belalarına tahammül için kuvvet ver!”
Sabahleyin hocamın huzuruna varınca; “Bir daha dua ederken, “Ya Rabbi, senin rızan nerede ise, bu kulunu orada bulundur!” diye dua et! Eğer Allah, dostuna bela gönderirse, yine inayeti ile o belaya sabır ve tahammülü de ihsan eder. Fakat, Allahtan ne geleceğini bilmeden, bela ister gibi dua etmek doğru değildir” buyurdu. Bir gece önceki hâlimi keşfetmekteki kerametini anladım ve ona tam bağlandım.”

Yetiştirdiği, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmalarına vesile olduğu yüzlerce veliden dördünü kendisine halife seçmiştir. Bunlardan birincisi Hâce Sufi Suhâri, ikincisi kendi oğlu Hâce Muhammed Semmasi, üçüncüsü Mevlana Danişmend Ali, dördüncüsü ise Seyyid Emir Gilal hazretleridir.

Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
Hocam Muhammed Baba Semmasi ile yemek yiyorduk. Yemek bitince, bana bir ekmek uzatıp; “Al, bunu sakla, belki lazım olur” buyurdu. Yemek yediğimiz halde, bana bu ekmeği vermesinin hikmetini düşünmeye başlamıştım. Ben düşünürken, “Faydasız düşüncelerden kalbi muhafaza etmek gerekir” buyurdu. Sonra yolculuğa çıktık ve bir tanıdığımın evinde misafir olduk. Misafir olduğumuz evin sahibinin sıkıntılı bir halde olduğu görülüyordu. Hocam ona; niçin üzgün olduğunu sordu. O da; “Bir kâse sütüm var, fakat, sütün yanında yemek için ekmeğim yok. Ona üzülüyorum” dedi. Hocam bana dönüp; “Acaba bu ekmek ne olacak düşünüp duruyordun. Ekmeği sahibine ver” buyurdu.

Hace Abdulhalık Goncdüvani (k.s.)

Özbekistan – Buhara’nın 50 km Kuzeyinde Yer alan Gijduvan kasabasındaki İlçe merkezinde yer alan büyük Park’ın içerisindedir.

Evliyânın önderlerinden, İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. Babası Abdülcemîl Malatyalı idi. İmâm-ı Mâlik hazretlerinin neslinden olup âlim ve ârif idi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüksekti. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi. Bir gün Hızır aleyhisselâm kendisine: “Ey Abdülcemîl! Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak. İsmini Abdülhâlık koyarsın.” buyurdular. Abdülcemîl bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Buhârâ’ya göçtü ve Goncdüvân kasabasına yerleşti. Çok geçmeden Hızır aleyhisselâmın buyurduğu gibi bir erkek evlâda sâhib oldu. İsmini Abdülhâlık koydu. Abdülhâlık çocukluğunu burada geçirdi.

Beş yaşına geldiğinde ilim öğrenmesi için Buhârâ’ya gönderildi. Büyük âlim Hâce Sadreddîn hazretlerinden Kur’ân-ı kerîm ve tefsîrini öğrenmeye başladı. Bir gün okuma esnâsında; “Rabbinize tazarrû’ ederek (boyun büküp yalvararak) ve gizli duâ ediniz!” (A’râf sûresi: 55) meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince Abdülhâlık hocasına: “Efendim! Bu “gizli”den murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve duâ, âşikâr, sesli bir şekilde dil ile olursa riyâdan korkulur. Araya riyâ girerse, lâyık olduğu şekilde zikredilmemiş olur. Şâyet kalb ile zikretsem; “Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır.”hâdis-i şerîfi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu müşkülümü halletmenizi istirhâm ederim, efendim!”diye arz etti.

Hocası, büyük âlim Sadreddîn hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun kendisinin bile anlayamadığı böyle bir suâl sormasına hayran kaldı ve cevap olarak: “Evlâdım! Bu mesele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allahü teâlâ nasîb ederse, sana bu ilimleri öğretebilecek bir üstâda kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu müşkülün halledilmiş olur.” buyurdu. Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) bu işâret üzerine, meselelerini halledecek o büyük zâtı beklemeye başladı.

Bir gün Hızır aleyhisselâm yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretme, anma yollarını öğretti ve mânevî evlâtlığa kabûl edip; “Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!” diye târif etti. Abdülhâlık hazretleri de, târif üzere, bu mübârek kelime-i tevhîdi sessiz sessiz kalben söylemeğe başladı. Bunu, kendisi için ders kabûl etti. Bu hâl mânevî makamlarda yükselmesine sebeb oldu.

Bu sıralarda Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri Buhârâ’ya geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Bu hususta kendileri şöyle anlatırlar: On iki yaşında idim. Hızır aleyhisselâm bana Yûsuf-ı Hemedânî hazretlerinden ilim öğrenmemi tavsiye buyurdular. Bu sırada onun Buhârâ’ya geldiğini işiterek derhâl yanına gittim. Ondan pekçok istifâdelere kavuştum. Böylece Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstâdı Yûsuf-i Hemedânî, zikir tâlim hocası da Hızır aleyhisselâm oldu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri hâlini insanlardan gizli tutardı. Nefsinin isteklerine uymayıp, istemediği şeyleri yapmakta kendisini pek ağır imtihanlara tâbi tutar fakat hiç kimseye bir şey sezdirmezdi. Hele onun Hızır aleyhisselâm ile ulaştığı mânâda ilim tahsîline hiç kimse vâkıf olmazdı.

Abdülhâlık Goncdüvânî gerek Hızır aleyhisselâm ve gerekse büyük İslâm âlimlerinin tahsil ve terbiyesi altında zamânının bir tânesi oldu. İnsanlar dünyânın dört bir yanından kâfileler hâlinde ondan istifâde etmek için gelmeye başladılar.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri beş vakit namazını Kâbe-i muazzamada kılar, tekrar Buhârâ’ya dönerdi. Bir Aşûre günü talebelerine derste velîlik hâllerini anlatıyordu. Müslüman kıyâfetinde olan bir genç içeri girip, talebelerin arasına oturdu. Bir müddet sohbetini dinledikten sonra söz isteyerek: Efendim! Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Mü’minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allah’ın nûru ile bakar.” buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir? diye sordu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri gence heybetle nazar ettikten sonra; “Öyleyse belindeki zünnârı, hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı olan parmak kalınlığındaki yuvarlak ipi kes de îmâna gel.” dedi.

Hocanın bu sözleri oradakiler üzerinde şok etkisi yaptı. Genç, telaşla; “Hâşâ! Yemîn ederim bende böyle bir şey yok.” diye söylendi.

O zaman Abdülhâlık hazretleri talebelerinden birine gencin hırkasını çıkarmasını işâret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde düğüm düğüm zünnâr bağlı olduğu görüldü. Bu hâdise karşısında genç, çok mahcûb oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine muhabbet, sevgi duymaya başladı. Böylece evliyânın, Allahü teâlânın nûruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık talebelerinden oldu.

Büyük mürşid bundan sonra etrafındakilere dönerek: “Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnârımızı keselim. Îmân edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnârı kesti, biz de kalbe âid zünnârı keselim. O da, kibr ve gururdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa kavuşalım.” buyurdu.

Talebeleri bir anda hazret-i Hâce’nin gönül yaralarına sunulan şifâ şerbetini içtiler, tövbelerini yenilediler. Böylece kalblerinin Allahü teâlâdan başka bir şeye bağlılıkları kalmadı.

Bir gün huzûruna gelen bir kimse; “Eğer Allahü teâlâ beni Cennet ile Cehennem arasında muhayyer kılsa, ben Cehennemi seçerim. Zîrâ bütün ömrümde nefsimin arzusu üzerine amel etmedim. O halde Cennet nefsin murâdıdır. Cehennem ise, Allahü teâlânın murâdıdır.” dedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri bu sözü red ederek: Kulun seçme hakkı yoktur. Her nereye git derlerse oraya gideriz. Nerede kalın derlerse orada kalırız. Kulluk budur. Senin dediğin kulluk değildir. buyurdu. O kimse bu sefer; “Efendim! Tasavvuf yolunda bulunan kimseye şeytan yaklaşabilir mi?” diye sordu.

“Tasavvuf yoluna yeni gelmiş bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, bir şeye öfkelendiği zaman şeytan ona yaklaşabilir. Şâyet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise, o kimsede öfkelenmek yerine, gayret hâsıl olur. Her ne zaman gayret etse, şeytan ondan kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki, Hakk’a yönelsin. Allahü teâlânın Kitâbına ve Resûlünün sünnetine sarılsın. Bu iki nûr arasında tasavvuf yolunda yürüsün.” buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, Allahü teâlânın indinde duâsı makbûl kimselerden idi. İnsanlar ve cinler duâsına kavuşmak için, uzak yerlerden gelirlerdi.

Bir gün Abdülhâlık Goncdüvânî’nin huzûruna uzak yerden bir misâfir, biraz sonra da yanlarına, güzel sûretli, temiz giyimli bir genç geldi. Abdülhâlık hazretlerinden duâ isteyip hemen ayrıldı. Misâfir; “Efendim! Bu gelen genç kimdi acaba? Gelmesi ile gitmesi bir oldu.” dedi. O da; “Bizi ziyârete gelip duâ isteyen bir melek idi.” buyurdu. Misâfir hayret etti ve; “Efendim! Son nefeste îmân selâmeti ile gidebilmemiz için bize de duâ buyurur musunuz?” diye niyâzda bulundu. Bunun üzerine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri:

“Her kim farzları eda ettikten sonra duâ ederse, duâsı kabûl olur. Sen, farz olan ibâdeti yaptıktan sonra duâ ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için duânın kabûl olmasına vesîle olur.” buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin âhiret âlemine göç etmesi yaklaşmıştı. Kendisine bağlı talebelerinin terbiyesini Ahmed Sıddık, Evliyâ Kebir, Şeyh Süleymân Germinî ve Ârif-i Rivegerî adlarındaki dört büyük halîfesine bıraktı. Onlara nasîhatlerde bulundu. 1180 (H.575) yılında Goncdüvân’da vefât etti. Goncdüvânî hazretleri bugün Nakşibendiliğin prensipleri diye bilinen on bir temel düstûru da ortaya koydu. Bu prensiplerin esası “kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi oradan çıkarıp atmak ve onu dâimâ Allahü teâlâ ile meşgûl hâle getirmek”tir. Vefâtından sonra da kerâmetleri görülmüştür.

Şöyle ki: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin vefât etmesinin üzerinden 332 sene geçmişti. 1512 (H.918) yılında Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîler yüz bin kişilik tâlimli asker ile Ceyhun Nehrini geçerek Mâverâünnehr vilâyetlerine hücûm ettiler. Çok kan döküp büyük tahrîbât yaptılar. Oradan Buhârâ’ya yöneldiler. Pekçok kaleyi zaptettiler. Girdikleri yerlerde Ehl-i sünnet âlimlerinin kabirlerini ve türbelerini yıkıp hakâret yapıyorlardı. Nihâyet Goncdüvân kalesini de abluka altına aldılar. Niyetleri burada bulunan ve Ehl-i sünnet müslümanlarının ziyâretgâhı olan Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin kabirlerini yakmak idi. Ancak şehre karşı hücuma geçtikleri sırada kaleden çıkan beş bin Özbek askerinin etrafında bulunup kendilerine saldıran beyaz atlı beyaz elbiseli ve yeşil sarıklı askerleri gördüler. Başlarında heybetli ve nûrânî, mübârek bir zât elinde iki ağızlı kılıç ile Safevîleri işâret edip hücûma geçtiklerinde ekin tarlasına giren orakçılar gibi düşmanları biçmeye başladılar. Ehl-i sünnet düşmanları kısa sürede bozguna uğrayıp geri dönmemek üzere kaçtılar.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin daha vefâtından evvel söylediği:

Dosta mübârekim ve düşmana musîbetim
Cenkte demir gibi ve sulhta mum gibiyim

Nûr çeşmesinin başı Goncdüvân, menzilimizdir
Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum

şeklindeki sözleri de onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerâmetiydi.

Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Özbekistan Evliyaları

Musa Topbaş Hocaefendi (k.s.)

 

İstanbul – Kadıköy’de Sahrayı cedid mezarlığındadır. İstanbul avrupa yakasından gelenler Boğaz köprüsünü geçtik sonra göztepe sapağından sağa giriyoruz . erenköy tabelalarını takip ederek Sahrayı cedid mezarlığını bulabiliriz. Mezarlık içindeki yeride ;Mezarlığın kapısından girdiğimizde Mezalığın kuzeydoğu köşesinde

Musa Topbaş 1917 (1333) yılında Konya’nın Kadınhanı ilçesinde dünyaya geldi. Tüccârândan Ahmed Hamdi Efendi’nin oğludur. Büyük dedesi Topbaşzâde Ahmed Kudsî Efendi, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî hulefâsındandı. Babasının işi sebebi ile İstanbul’a yerleştikleri için Mûsâ Efendi’nin çocukluğu ve hayatı İstanbul’da geçti.

İlk eğitimine Erenköy’deki Fransız mektebinde başladı, daha sonra Nuruosmaniye’deki İnkılap Lisesinde devam etti. Orada iki yıl kadar okuduktan sonra ayrıldı. Ailesinin dînî bir eğitim almasını istemesi sebebiyle, Elmalılı M. Hamdi Yazır’dan Kur’an ve din dersleri okudu. Bir ara Âyân Meclisi âzâsı Mustafa Âsım Yörük Hoca’dan eski usülde Arapça ve dînî bilgiler aldı. Prof. Angel isimli bir Mûsevî’den dört beş yıl kadar özel Fransızca dersleri gördü. Fransızca’sını bu dilden tercüme yapacak seviyeye getirdi. Nitekim onun imzâsıyla yayınlanmış bir Fransızca kitap da bulunmaktadır. Küçük yaşlardan itibâren güzel sanatlara özellikle hüsn-i hatta meraklıydı. Hattat Hâmid Aytaç’dan hatt dersleri aldı. Hatt ile meşgul olduğu dönemde oluşturduğu zengin hatt koleksiyonunu tasavvuf yoluna girince “kalbimi meşgul etmesin” düşüncesi ile çevresindeki hatt meraklılarına dağıttı. İlim ve hizmet özellikleri ile tanınan Topbaş âilesi, âilenin İstanbul’daki ilk büyüğü Ahmed Hamdi Efendi’den itibâren dînî ve ilmî muhitlerin destekçisi oldu. Elmalılı M. Hamdi Yazır ve Âyân âzâsı Mustafa Âsım Efendi gibi âlimlere maaş tahsis ederek sıkıntılarını gidermeye çalıştı. Daha sonraki dönemlerde ailenin büyükleri İlim Yayma Cemiyetinin kuruluşunda ve hizmetlerinin devâmında müessir rol oynadı.

Mûsâ Efendi gençlik yıllarında Bekir Hâkî Efendi, Ali Yektâ Efendi ve Ömer Nasûhî Bilmen gibi devrin önemli âlimleri ile görüşür, ziyâretlerine giderdi. İstanbul’a geldiği zamanlarda Bediuzzaman Said Nursî’ye de arabasıyla hizmet ettiğini kendisi anlatırdı. Sultanhamamı’nda babası Ahmed Hamdi Efendi ile başladığı ticarî hayâtını, kardeşleri ile sürdürdü. Daha sonra kardeşleri ile tekstil sanayine yöneldi. 1970 yılına kadar fiilen ticaret ve sanayiin içinde bulundu. Tasavvufî ifadesiyle “halvet der-encümen” temel esası çerçevesinde iş hayatı ile mânevî hizmetleri birlikte yürüterek “el kârda, gönül yarda” ilkesini kendi hayatında fiilen gerçekleştirdi. 1970 yılından sonra sanayi ve ticaret işlerini oğullarına devrederek kendisini tamamıyla hizmete verdi. Vâkıa yine de ticarî hayattan bütünüyle kopmadı. Kardeşi ve oğullarının yönettiği fabrikasının üretimi ve ticârî işleri ile yakından ilgilenirdi.

Mûsâ Efendi’nin hayatında en büyük değişiklik Ramazanoğlu M. Sami Efendi’yi tanıdıktan sonra gerçekleşmiştir. Kendisi ile ilk defa 1950 yılında Bursa’da tanıştı. Bu tanışmadan sonra zaman zaman Sami Efendi’nin ziyaretine gitse de esas intisabı 1956 yılındadır. Kendisi manevi tecrübesini ve intisabını şöyle anlatır: “Muhterem Üstâdımızın huzûr-i âlîlerine girdiğimizde tasavvufa dair hiçbir malumatım yoktu. Bize evrad verecekler yapacağız, o kadar sanıyordum. Manevi terakkî gibi şeyleri bilmiyordum. Maneviyatı zâhirî ders gibi telakki ediyordum… Oysa kalbe kuvvetli bir aşk aşısı yapılıyor. Sâlik zeki ve anlayışlı ise onun farkına varıyor, kıymetini biliyor ve o hali muhâfaza ile terakkî ediyormuş”. Sami Efendi’yi tanıdıktan sonra hizmete ve insanlığa bakışı daha derin bir anlam kazanan Musa Efendi 1980 yılında Erkam Yayınlarının kurulmasına öncülük etti. 1986 yılında da Altınoluk dergisinin çıkarılmasına ön ayak olduğu gibi, aynı yıl Üsküdar’da Aziz Mahmûd Hüdayi Vakfının kuruluşuna maddî ve mânevî katkılar sağladı.

Kendisi başlı başına bir müessese ve vakıf gibiydi. Hayır hizmetlerinin her türü için ayrılmış fonu vardı. Kitap, yetimler, hastalar, cami ve okul yapımı için ayrılmış tahsisatı bulunurdu. Bu fonlardan her birini bir seveni vasıtasıyla yürütür ve kendisi de kontrol ederdi. Kitap fonunu kitap almaya mali gücü olmayan, okumaya meraklı kişilerle pek çok insanın istifade edebileceği kütüphaneler için kullandırırdı. Yetimler fonunu ebeveyninden birini kaybetmiş okumaya istidadlı, bilhassa hafız gençler için tahsis ederdi. Nitekim Bosna-Hersek zulmünün devam ettiği günlerde bu savaşta ebeveynlerini kaybeden Boşnak çocukları için bir yetimler yurdu tesisine öncülük etmiş, ancak bürokratik engeller sebebiyle maalesef bu yetimler Türkiye’ye getirilememişti.

Hasta ve ilaç fonunu ise hastanelerde parası olmayan hastalara ilaç, ameliyat ve tedavi masraflarına katkıda bulunmak üzere sarf ettirirdi. Cami ve okul inşaatı için de özel bir fonu bulunur, bunu da camisi ve okulu bulunmayan yer ve yöreler için ayırırdı. Hastalar ve yaşlılar onun merhametini en çok celbeden kesimdi. 1987 yılında evlerinden ve yuvalarından olmuş yaşlı ihtiyarlar için: “Bunlar haklarında Allah’ın üff bile demeyin buyurduğu kimselerdir.” aslında bunları evlerimizde barındırmalıyız. Madem bunu yapamıyoruz, öyleyse onlara yuva sıcaklığında hizmet verecek huzur yurtları kurmalıyız, demiş ve Hüdayi Vakfına bağlı olarak tesis olunan huzur yurdunun kuruluş masraflarını bizzat kendisi ve yeğenleri karşılamıştı. Yoksul hastalar için bir poliklinik ve bir hastane açarak onların acılarını paylaşmak arzusundaydı. Bu maksatla gerçekleştirilen polikliniğin açılışında onun yüzündeki mutluluk ve heyecan herkesi sevindirmişti. Polikliniğin hizmetlerini takib için zaman zaman ziyârete gelmesi ve hizmetleri görmesi ona hazz veriyordu.

İnsanların gençlik çağlarından itibaren güzel alışkanlıklar kazanmasına özen gösterirdi. On beş yıl kadar önce Topbaş âilesinin çocukları için bir özel eğitim başlatmış ve onlara harçlıklarından infâk ve hediye için mutlaka pay ayırmalarını söylemişti. Hattâ onların bu iş için bir defter tutmalarını ve harçlıklarından infâka ayırdıkları miktarı yazıp kendisine göstermelerini çocuk rûhunun anlayıp algılayacağı bir üslûpla öğretmeye çalışmıştı.

Onun şefkat ve merhameti sessiz ve derinden her türlü ehl-i derde ulaşırdı. Şairin dediği gibi: “Dert çok, hemdert yok, düşmen kavî, tâli’ zebun.” düşmanın zalim, derdin çok ve talihin yaver gitmediği zor zamanlarda onun şefkat eli Hızır gibi yetişirdi. Hem de adını vermeyen isimsiz bir kahraman olarak. Yakın dönemlerde Afganistan ıstırabını, Bosna sancısını, Çeçenistan sıkıntısını, Kosova sızısını ve Filistin acısını yüreğinde hissedip himmetini esirgemeyen oydu. Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek’teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkes kendi adına belli bir yardımda bulunduğu sırada o, büyük bir meblağ uzatmış ve: “Bir dostun buraya verilmek üzere fakîre emâneti!” diyerek takdim etmişti. Orada bulunanların çoğunda, verilen bu paranın meclise gelmemiş bir şahsın gönderdiği yardım intibaı uyandı. Ancak onun emanet dediği kendi malı, dost dediği de Allâh’tı…

Endonezya’da ekonomik sıkıntıyı istismar eden Batılı bazı devletlerin misyonerler aracılığıyla oralara girmesi ve kiliseler inşa ederek Hıristiyanlığı yaymaya çalışması söz konusu olduğunda “Şimdi dil bilen insanlar olsa da oralara gönderilebilse..” diyerek teessürünü ifade etmişti. Yaptığı hizmetlerin faili imiş gibi görünmesinden rahatsız olur, maslahat gereği kendisi ile alakalı bir şey anlatacağı zaman daha çok meçhul sîgası kullanırdı. “..şöyle şöyle yapıldı, filan yere gidildi” derdi.

Onun üzerinde çok durduğu meselelerden biri de günümüzün en yaygın hastalığı olan ferdiyetçi yaşamaktı, içtimâîleşme zarûretine verdiği önemdi. Sohbetlerinde dâimâ Hz peygamberin ashab-ı kirama sorduğu “Bugün Allah için bir yetim başı okşadın mı? Bir hasta ziyaretine gittin mi? Bir cenaze teşyiinde bulundun mu?” hadisini sık sık gündeme getirirdi. Her sene örf haline getirdiği toplu düğünlerde birçok gencin mutlu bir aile yuvası kurmasına vesile olur, bu gençlere maddi olarak da yardımda bulunurdu. Ayrıca hem Türkiye’de hem de Medine’de Ramazan aylarında iftar sofraları kurdurur, iftar sevincini Müslümanlarla paylaşırdı.

O, Hakk’ın cemâl sıfatına mazhar bir güzel insandı. Hem surette, hem sirette güzeldi. Hâli, kâli ve ahlâkı ile mükemmeldi. Yaradanına açık gönlünde, herkese yer vardı. Nebatattan hayvanata, oradan insanlara ulaşan bir sevgiydi bu. Her türlü güzelliğin çiçek açtığı gönlünde çiçeklerin ve güzellik timsali güllerin ayrı bir yeri vardı. Onları şefkatle seyreder, sevgi ile büyütürdü. Evinin bahçesindeki kediler ve köpekler bile ayrı bir şefkate mazhardı. Birbirlerinin hasmı olan bu iki cins, ondan gördükleri şefkatle husumeti unutmuşlar, adeta kardeş olmuşlardı. Kedi ile köpeğin birbirlerini yaladıkları onun bahçesinde çok görülmüştür.

Ona göre tasavvuf demek sadece ibadet hayatı manasına gelmezdi. İnsanlığa ve canlılara hizmet onun hem hayatında hem de terbiye sisteminde muazzam bir ehemmiyete sahipti. Fakir fukaranın hasta olanları için açılmasına vesile olduğu Hüdayi kliniğine hastalığı sebebi ile bedenen hizmet edemediği için üzülür: “-Gücüm yerinde olsa, gider hastalara bil-fiil hizmet ederdim.” derdi. Musa Efendi’ye göre tasavvufun gayesi kalbi olgunlaştırmak ve insanı Hakk’a vâsıl eylemektir. “Tasavvuf bir derya, çok dereceleri var. Mesela, kalp, ruh, sır hafi, ahfa diye gidiyor, muhabbetle bitiyor. Ama o kâfî mi? Hayır kafî değil. İlla Fahr-i Kainat Efendimiz’in ahlakıyla ahlaklanmak, edebiyle edeplenmek. Yani her an Cenab-ı Hak’la beraber olabilmek”. Tasavvufun aslı istikamet üzere olmaktır. Çok insan istikamet ehlidir ama onlara keramet verilmemiştir. Aksine bazen de istikamet ehlinin daha alt seviyesinde bulunanlardan keramet sadır olabilir. İstikamet Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmek, ahlakî bakımdan durumunu düzeltmektir.

Musa Efendi hizipçiliği kalp eğitimi almamış, noksan kalmış insanların bir hastalığı olarak görürdü. Kalp olgunlaşmış olsa ne hizipçilik kalır, ne de Müslümanlar arasında ihtilaflar. Bir güzel herkes birbirini bağışlayıverir. Diyelim ki hayırlı bir iş var; “Efendim illa ben” yok. Kabiliyetli ise ona bırak, sen de onun muavini gibi çalış. Yani yol sarih. Herkes onu yapamıyor. “Ene” mani oluyor. Ama tasavvufun tam zevkini alanlar müstesna. Ayrıca ona göre hizmete giren kimse şöhretten kaçınmalıdır. İslam yolunda yapılan bazı fedakarlıklar insanı gurura sevk etmemelidir.

Musa Topbaş Hocaefendi’nin Silsile-i Şerifi

O, mânevî yolun bütün büyükleri gibi ne dünyâyı ne ukbâyı istedi. Sadece Allâh’a yöneldi. Cümle lezzetleri ifnâ ederek, gerçek lezzetin mârifetullâh olduğunun idrâki içinde yaşadı. Hiçbir meşguliyet, onu Hakk ile beraber olmaktan alıkoymadı. Âhıret amelini dâimâ dünyâ ameline takdim etti. Gönlü, nisan yağmuru damlalarından iri inciler peydâ eden sedefler gibiydi. Son günlerini büyük hastalıklar içinde geçiren Musa Efendi’nin en zor zamanlarında bile dilinden sadece Allah kelimesi dökülmüş, böylece zikir terbiyesinin en güzel örneğini sunmuştur. Ömrünün son üç yılında ve bilhassa vefatına yakın aylarda sıhhî iptilâ ve sıkıntılar, üst üste geldi. Evvelâ böbreklerini kaybetti. Devam eden iptilâlarla ıstırap, halsizlik ve dermansızlıktan konuşamaz hale gelmişti. Buna rağmen bütün gücüyle “Allâh, Allâh…” diye zikir hâlindeydi. 16 Temmuz 1999 Cuma günü Cuma ezanları okunurken Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Mustafa Kara, Musa Efendinin vefatına şöyle tarih düşmüştür.
Gönül bu, iki hece
Esrarlı bir bilmece
Tarihin üçler dedi
Vâh “ŞAM-I HATM-İ HÂCE”
Hayatın mânâsını bilir sahib-i iz’an
Kalblerin esrarını çözer sahib-i ihsan
Bir ney çıkıp söylesin vefatın tarihini
İki anahtar lâfız, işte “HUZUR VE İRFAN”
Musa Efendi’nin ömrünün son demlerinde hasta yatağında ara sıra gözünü açıp yakınlarıyla göz göze geldiği anlarda dudaklarından dökülen bazı sözleri:
-Bütün mahlûkatı sevdim. Hayvânâtı, nebâtâtı sevdim. Her şeyi, herkesi sevdim. Bir insan yanlış söylese de onu yine sevmek lazım. Allah düşmanları müstesnâ.
-Hizmetle yorulan hizmetle dinlenir.
-Merhamet her şeyin başıdır.
-Dünya da boş, ukbâ da; illa Hakk’ın rızâsı.

 

Hace Ubeydullah Ahrar (k.s.)

Özbekistan – Semerkan’ta ; Semerkant’ın güneyinde yer alan Hoca Ahrar Külliyesinin bahçesinde

Türkistan’ın büyük velîlerinden. Kendilerine “Silsile-i aliyye” adı verilen ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünyâ ve âhirette seâdete kavuşmalarına vesîle olan büyük âlim ve velîlerin on sekizincisidir. İsmi, Ubeydullah bin Mahmûd bin Şihâbüddîn’dir. Babası Mahmûd Şâşî, devrinin âlimlerinden velî bir zât idi. Annesi, hazret-i Ömer’in soyundandır. Ahrâr lakabıyla ve Taşkendî nisbesiyle tanınmıştır. 1403 (H.806) senesinde Taşkent’te doğdu. 1490 (H.895) senesinde Semerkant’ta vefât etti. Kabri oradadır.
Doğumundan îtibâren üstün halleri görülen Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri annesi nifastan (lohusalık hâli) temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, görenler hayrân kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmez, devamlı zikr ile meşgûl olurdu. Dedesi Hâce Şihâbüddîn, âlim ve velî bir zât idi.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri daha çocuk iken, üstün hâllere kavuşmuş olup, kerâmetleri görülüyordu.Küçük yaştan îtibâren memleketi olan Taşkent’te ilim tahsîl eden Ubeydullah-ıAhrâr, ilim tahsîlinden artan zamanda Allahü teâlâya ibâdet etmek ve O’nun ismini anmakla geçirdi. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret etti.
Ubeydullah-ı Ahrâr’ın yetiştirilmesinde özel bir gayreti olan dayısı Hâce İbrâhim onu ilim tahsîli için Taşkent’ten Semerkant’a gönderdi. İki yıl müddetle Mâverâünnehr’deki büyük âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Buhârâ’ya ve Herat’a da giden Ubeydullah-ı Ahrâr, buralarda ve diğer yerlerde Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden bir kısmıyla ve onların da meşhûr talebelerinden bir kısmıyla görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Hâcegân yolunun diğer tabakasının büyüklerinden pekçok zâtla da görüşüp, sohbet etti. Horasan’a gitmeden önce, Seyyid Kâsım Tebrîzî hazretlerinin sohbetinde bulundu. Horasan’a gittikten sonra, bir defâ daha Seyyid Kâsım Tebrîzî’nin sohbetine gitti. Bundan başka Herat’ta bulunan evliyâ ve meşhûr zâtların da sohbetlerinde bulundu.
Ubeydullah-ı Ahrâr, dört sene bu hocasının yanında kalıp, sohbetlerine devâm etti. Bundan sonra, en başta gelen hocası Yâkûb-i Çerhî hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemâle ulaştı.
Ubeydullah-ı Ahrâr, Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldı.Ondan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde yükseldi. Ondan icâzet (diploma) aldı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere vedâlaşıp ayrılırken, hocası ona, râbıta şartını anlattı ve; “Bu yolu tâlim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti isteklilere ve istidâtlılara ulaştır!” buyurdu.

Yâkûb-i Çerhî, talebesi Ubeydullah-ı Ahrâr hakkında şöyle buyurmuştur: “Bir talebe, bir büyüğün huzûruna gelince, Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması için sâdece bir ateş tutmak gerekecek.”

Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri yirmi dokuz yaşında iken, ilim tahsîlini tamamlayıp, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur. Yirmi dokuz yaşından sonra memleketine dönüp, helâl kazanmak için zirâatle ve insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl olmaya başladı. Kısa zamanda mahsûlleri o kadar bereketli oldu ki idâresi için vekil tâyin etti. 1300’den fazla çiftliği vardı. Herbirinde üç bin amele çalışırdı. Allahü teâlâ onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her sene sekiz yüz bin batman zâhire uşr verirdi. Anbarlarına konulan mahsûl, her çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Bu hâli görenler, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine hayrân kalıp, daha çok bağlanıyorlardı. Kendisi bu husûsta; “Bizim malımız, fakîrler içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadadır” buyurmuştur.

Ubeydullah-ı Ahrâr, tenhâda olsun, kalabalıkta olsun, zâhirî ve bâtınî edeblere çok dikkat ederdi. Sabaha kadar hep iki diz üstü oturduğu çok olurdu. Hizmetinde olanlara ve herkese, ihsânları, lütufları çoktu. Meşakkati, zorluğu kendisi yüklenip, başkalarının rahatını, kendi istirahatine tercih ederdi. Ömrü boyunca kimseden bir şey almamış, verilen şeyleri kabûl etmemiştir. Büyüklerden bir zât, kendi eliyle beyaz kuzu yününden bir kaftan dikip, ona gönderirdi. Bu hediyenin helâl maldan olmasına çok dikkat etmişti. Kaftan kendisine verildiğinde; “Bu kaftanı giymek câizdir. Fakat ben, ömrüm boyunca kimseden hediye kabûl etmedim. Bunu gönderen zâttan özür dileyin ve bu defâ bu kaftanı, bizim hediyemiz olarak kendisine takdim edin.” demiştir.

[toggle title=”Hace Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin Menkıbeleri” load=”hide”] Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir defâsında talebeleri ve sevenleriyle birlikte, büyük bir kalabalık hâlinde, şehre çok uzak olan bir arâziden geçiyorlardı. Hava çok sıcaktı. Uzakta kara çadırlardan bir oba görünmüştü. Bu obadan üç kişi, hediye takdim etmek üzere yanlarına yaklaştı. Birisinin omuzunda semiz bir keçi, birinin de kucağında, tahtadan büyük bir çanak içinde yoğurt vardı. Bu üç kişiden oba reisi olan kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine yaklaşıp, getirdiklerini hediye olarak takdim etmek istediklerini bildirerek; “Bu keçi helâl maldır ve size vermek üzere ayrılmıştır. Yoğurt da temizdir. Kabûl buyurmanızı istirhâm ederim.” dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; “Ben kimsenin hediyesini kabûl etmedim. Keçiyi yine sürüye kat. Yoğurda gelince, parasını verip alabiliriz” dedi. Oba reisi yoğurdun buralarda kıymeti olmaz, boldur. Kimse para ile yoğurt almaz. Lütfen kabûl buyurunuz.” dedi. “Kabûl etmeyiz.” buyurup, hizmetçilerinden birine işâret edip, yoğurdu bir Şahrûh altınına satın aldırdı. Önce kendisi yedi. Sonra yanında bulunanların hepsine ikrâm ettiler.

Ubeydullah-ı Ahrâr’ın, bütün ömrü boyunca tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ve şefkati pekçok idi. Hiç kimseyi ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi. “Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim.” buyurmuştur.

Kendisi şöyle anlatmıştır: “Semerkand’da Mevlânâ Kutbüddîn Medresesinde, iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da geçti ve yatağa düştüm. Bu hâlimle bile, birkaç testi su getirip, hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devâm ettim.”

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Bu fakîr, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin gece-gündüz hizmetinde iken, hiç esnediklerini görmedim. Öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından bir şey çıkardığına şâhid olmadım. Sümkürdüklerini de görmedim. İnsanlar arasında veya yalnızken, bir defâ bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim.”

Otuz beş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Saîd de şöyle anlatmıştır: “Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim. Sümkürdüklerine ve tükürdüklerine de şâhid olmadım. Bâzan nezle ve grip olurdu. Bu hâllerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı. Hiçbir uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir davranışı görülmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken de, dâimâ edeb ve güzel muâmele ile hareket ederdi.”

Seyyid Abdülkâdir Meşhedî, Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamânında, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetinde bulunmak üzere Semerkand’a gitti ve onun sohbetiyle şereflendi. Şöyle anlatmıştır: “Yatsı namazını kıldıktan sonra, bana; “Seyyid Abdülkâdir bizim misâfirimizdir. Bu geceyi bizimle birlikte ihyâ etmeyi istiyor. Biz bâzı dostlarla oturmak isteriz. Sen gençsin, istirahat et.” buyurdu. Bunun üzerine; “Eğer izin verirseniz, sizinle berâber olayım.” dedim. Sonra; “Eğer kendinde oturmağa güç bulursan olur” buyurdu. Ben de üç kişi ile birlikte o sohbet meclisinde bulundum. O gece sabaha kadar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hâllerini gördüm. Devamlı iki diz üstünde, tevâzu ile oturdu. Dizlerini hiç değiştirmedi.Hep hareketsiz oturdu, hiçbir uzvunu oynatmadı.Teheccüde kalktı, namazdan sonra yine aynı şekilde sabah namazı vaktine kadar vekar ile oturdu. Hiç hareket etmedi. Ben genç olmama rağmen, her saatte bir dizimi değiştirdim. Uyumamak için kendimi zor tuttum. Sonra sabah namazını kılmak üzere kalktılar, yatsı namazı abdesti ile sabah namazını kıldılar.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kerem ve lütfu o kadar çoktu ki, talebelerinin ve sevenlerinin rahatını düşünür, bunun için kendisi mihnet ve meşakkat çekerdi. Mîr Abdülevvel hazretleri şöyle yazmıştır: “Ubeydullah-ı Ahrâr, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi başında,Keş’e gitmek üzere yola çıkmışlardı. Bir gece yolda, bir dağ eteğinde gecelemeleri gerekti. Talebeleri hemen bir çadır kurdular. Akşam namazından sonra şiddetli bir yağmur başladı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri biraz sonra dışarı çıktı. Talebelerin ve hizmetçilerin çadıra girmesini söyledi. Bu emri üzerine hepsi çadıra girdiler. Başka bir çadır da yoktu. O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı. Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına; “Siz yağmur altında iken, ben çadırda durmayı tercih etmedim.” buyurdu. Bunun üzerine, talebeleri kendisinin çadırda bulunması sebebiyle, edebinden yanına girip de geceleyemeyecek olan talebelerinin yağmur altında kalmalarını istemediğini anladılar. Kendisi çadırdan uzaklaşıp, geceyi çadırın dışında bir yerde geçirmişti.”

Bir defâsında da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikte tarlalarından birine gitmişlerdi. O gün şiddetli bir sıcak vardı. Tarlada sâdece bekçinin küçük bir kulübesi bulunuyordu. Talebeleri, onunla birlikte bu kulübeye girip gölgelenmekten hayâ ettiler. Edeblerinden girmediler. Başka gölgelenecek bir yer de yoktu. Sıcak iyice şiddetlenince, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri atını istedi. “Zirâat için sürülen yerleri görmek istiyorum.” diyerek, atına binip oradan uzaklaştı. Güneşin yakıcı sıcağı dayanılmaz hâle gelince, bir derede başını gölgeleyecek kadar bir yerde, hava serinleyinceye kadar istirahat edip, sonra talebelerinin yanına döndü. Talebeleri sonradan, hocalarının oradan uzaklaşıp, kendilerinin gölgelenmelerini istediğini anladılar.

Talebelerinden Şeyh İyân şöyle anlatmıştır:

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle, bir bahar mevsiminde yola çıkmıştık. Yolumuz, sel sularıyla dolup taşarak akan bir dereye rastladı. Karşıya geçmemiz îcâb etti. Talebeler karşıya geçmek üzere saz ve kamışlardan sal yapıp, sudan geçtiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de karşıya geçmek için sallardan birine bindi. Beni de yanına aldı. Hareketten biraz sonra, derenin ortasında suyun büyük bir hızla aktığı noktaya gelmiştik. Bindiğimiz salın kamışları çözülmeye başladı. Sular, bağlar gevşediğinden kamışları ve sazları sökerek salı dağıtıyordu. Ben çok korktum. Karşı sâhile bir ok atımı mesâfe vardı. Suyun şiddetle aktığı yeri aşıp karşıya ulaşmamız mümkün değildi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu hâle hiç aldırmadan oturuyordu. Kamışlar git gide biraz daha çözülüp dağılıyor, ben ise korkudan eriyordum. Hocamın yanında, onun rûhâniyyetine, tasarrufuna sığınıp, tevekkülle bekledim. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu durum karşısında birdenbire “Allah!” diye bağırdı. Derin bir ürperti geçirerek, neticeyi bekledim. Bindiğimiz sal, suyun en şiddetli aktığı noktayı geçti. Sazlardan ve kamışlardan hiçbiri çözülmeden, sal karşı kıyıya ulaştı. Kıyıya gelince, hocam bana;”Kalk!” buyurdu. Kalkıp, sal üzerinden kıyıya atladım. Kendisi de indi. Mübârek ayaklarını yere basar basmaz, sal birdenbire bir çöp yığını hâline gelip, su üzerinde dağılıverdi.”

Mevlânâzâde Nizâmeddîn anlatır: “Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise barınılacak hiçbir yer bulunmuyordu. Her taraf bozkırdı. Kendi kendime; “Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hâlimiz ne olacak?” diye düşünmeye başladım. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince, başlarını bana döndürdüler ve; “Yoksa korkuyor musun?” diye sordular. Sükût ettim. “Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız” buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli gittikten sonra, güneşin yerinde durduğunu gördüm. Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birdenbire zifirî karanlık içinde kaldık.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerinden ticâret işlerine bakan Mevlânâ Necmeddîn şöyle anlatmıştır: Bir defâsında büyük bir kervan hâlinde, develerimiz ticâret eşyâsı yüklü olarak dönerken, eşkıyâ yolumuzu kesti. Kervanda bulunanlar, eşkıyâyı görünce büyük bir dehşete kapıldı. Mallarını gitmiş, kendilerini de esir edilmiş düşündüler. Ben içimden dedim ki; Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bana emânet edilmiş mallarını, cenk etmeden eşkıyâya teslim etmek talebelik şânına uymaz. Böyle bir hareket mertlik ve insanlıktan uzaktır. En iyisi, hocamın mallarını muhâfaza etmek yolunda şehîd olmaktır. Böyle düşünerek, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin rûhâniyyetinden yardım isteyerek kılıcımı çektim. O ânda kendimi, hocam Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şeklinde gördüm ve eşkıyâ üzerine at sürerek, kılıç sallamaya başladım. Sonunda eşkıyânın kervanı bırakıp kaçtığını gördüm. Hâlbuki eşkıyâ bizden fazla idi. Benim maksadım şehîd olmaktı. Kervandakiler, bu hâle benden daha çok hayret etti. Kaldı ki, ömrümde cenk etmiş ve çarpışma nedir bilen bir insan da değildim. Bu işin Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufu ile olduğunu anladım. Huzûruna gittiğimde, hâdiseyi bütün teferruatıyla anlattım. Buyurdu ki: “Zayıflar, kuvvetli düşmanla karşılaştıkları zaman, kendi kuvvetlerinden geçerler ve büyüklerin rûhâniyyetinden yardım isterlerse, Allahü teâlâ onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla düşmanlarını yenerler.”

Ubeydullah-ı Ahrâr zamânında, Taşkend’de şeyhlik iddiâsında bulunup, irşâd makâmına kurulup oturan pek çok kimse vardı. Bunlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi. Neticede, hepsi tek tek silinip gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Bagistan’dan Taşkend’e gelip, tâlibleri irşâd ile meşgûl olduğu zaman orada bir âlim vardı. Etrâfında çok talebe toplanmıştı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufunu ve üstünlüğünü görünce, hasedinden çatlayacak hâle geldi. Bir gün meclisine gidip, tasarrufu ile Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini tesir altında bırakıp, müflis göstermek istedi. Gözlerini Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine dikip, tesir altında bırakmak için bütün gayretini topladı. Altından kalkılmaz bir yük havâle etmek istiyordu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, onun tesirini defetmeye koyuldu. Böylece bir saat geçti. Nihâyet Ubeydullah-ı Ahrâr ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran havluyu çekti ve yüzüne çarparak; “Aklı bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyorum!” dedi ve oradan uzaklaştı. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan âlim, aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çırıl çıplak gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perişân hâle düştü.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin yakınlarından biri, bir defâsında haram bir işi yapmak üzere iken, Ubeydullah-ı Ahrâr birdenbire; “Ne yapıyorsun?” diye seslenip, îkâz etti. O kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçti. Biraz sonra Ubeydullah-ı Ahrâr evine gelip; “Allahü teâlânın yardımı olmasaydı, şeytana kapılmış gitmiştin!” buyurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek istedi. Bir yakınını, gece karanlığında kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi. Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeğe başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve şarap testisi kırıldı. Şarap isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap testisinin parçalarını topladı. Bundan hemen sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr o kimsenin evine geldi. “Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha seninle buluşmama imkân kalmayacaktı” buyurdu.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri buyurdu ki: “Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden “Mesh” yâni sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine döndürülmesi kaldırılmıştır. Fakat bâtından, mânen sûretin değişmesi kaldırılmamıştır. Bâtından sûretin hayvan sûretine çevrilmiş olmanın alâmeti, büyük günah işleyen kimsenin bu günahları işlemekten, bâtının, kalbinin elem duymaması, işlediği haramlar sebebiyle müteessir olmaması, fısk ve isyân olan işlerde ısrâr etmesidir. Bu öyle bir dereceye ulaşır ve işlediği büyük günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık tenbih ve nasîhat da yapılsa gafletten uyanmaz.”

Mevlânâ Gilân Ziyâretgâhî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Burhâneddîn Muhammed şöyle anlatmıştır: “Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri, Şeyh Şâhin’in evinden çıktığı sırada, büyük biraderlerimMevlânâ Abdürrahmân ve Mevlânâ Ebü’l-Mekârim önüne geçip, herbiri evine dâvet etti.Teşrif etmesi için istirhâm ettiler. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr bana; “Sen niçin dâvet etmezsin?” buyurdu. “Bu arzu, gönlümde haddinden fazladır. Fakat ağabeylerimin yanında küstahlık etmedim” dedim. Bana, iki batman un ile çorba pişirmemi söyledi. “Bundan fazla bir şey yapma!” buyurdu. Emrini yerine getirdim. Köyün âlimleri, sâlihleri ve fakirleri, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin teşrifini duyar duymaz, grup grup evime gelmeye başladı. İki büyük sofa, gelenlerle doldu. İki sofa arasındaki mâbeyn de doldu. Yine gelenleri almadı. Bir kısmı da, dam saçağının altına ve evin dışına oturdu. Ben bu kalabalığı görünce, hatırımdan; “Bu kadar kimse geldi” diye geçti. Hâce Ubeydullah hazretleri bana tekrar; “İki batman undan başka bir şey pişirme!” buyurdu. Bir türlü, biraz daha pişireyim diyemedim. Son derece telâşlanıp, tereddüdde kaldım. Bu hâlde iken, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri başını kaldırıp; “Söyleyeceğimi söyledim. Söylediğim gibi yap, fazla pişirme!” buyurdu. Bu emri üzerine, çorba pişirip, büyük bir kaba doldurdum. O kabdan da, kâselere ve tabaklara doldurarak, iki sofada ve mâbeynde oturan misâfirlere dağıttım. Komşulardan emânet tabak toplatıp, onlarla da dışarıdaki topluluğa çorba dağıttım. Herkese yetip, arttı. Emânet aldığım tabaklara da doldurup, sâhiblerine gönderdim. Orada bulunanlar da, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kerâmetiyle yemeğin herkese yetip arttığını görerek, hayret ettiler. Böylece onu daha çok sevip, bağlılıkları arttı.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, zamânının sultanları üzerinde büyük bir tesire sâhipti. Sultanlara sözü geçer, müslümanların rahatı için onlara nasîhat ederdi. Kendisi şöyle anlatmıştır: “Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamânımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, müslümanları zâlimlerin şerrinden korumaktır. Bu sebeple, pâdişâhlar ile görüşmek ve onların gönlünü avlamak, dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazife olmuştur. Allahü teâlâ bize öyle bir kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilâhlık dâvâsında bulunan Çin pâdişâhını bir mektubla öylesine tesir altında bırakırdım ki, sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi. Bununla berâber biz, Allahü teâlânın bu husustaki takdîrini beklemekteyiz. Bizim makâmımızda edebli olmak lâzımdır. Bu edeb de, kulun kendi irâdesini bırakıp, Rabbinin irâdesine teslim olmasıdır.”

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Bir gün Sultan Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerini Mâtürîd köyünde ziyârete geldi. Huzûruna girince, geride iki dizi üzerine edeble oturdu. Ubeydullah-ı Ahrâr, ona çok iltifât etti. Buna rağmen Sultan Ahmed Mirzâ, onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter damlaları dökülüyordu.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine bir gün rüyâsında şöyle denildi: “İslâmiyet, senin hizmetinle, mededinle kuvvet bulacak.” Bunun üzerine bu iş, sultanları ve emîrleri vâsıta etmeden yerine gelmez diyerek, zamânın sultânı ile görüşmek üzere Semerkand’a gitti. Bu yolculuğunda Mevlânâ Nâsıruddîn Etrârî de yanında bulunuyordu. O, şöyle anlattı: “O zaman Semerkand’da Mirzâ Abdullah sultan idi. Semerkand’a vardığımız zaman, Mirzâ Abdullah’ın beylerinden biri, HâceUbeydullah hazretlerini karşıladı. Hâce hazretleri ona dedi ki: “Bizim buralara kadar gelmekten maksadımız, sizin Mirzâ’nız ile görüşmektir.” Karşılamaya gelen bey, edebsizce şöyle cevap verdi: “Bizim Mirzâ’mız, pervâsız bir gençtir. Onunla görüşmek kolayca kabûl edilir bir iş değildir. Hem dervişlerin bu sultanla görüşmekte ne maksadları olabilir?” Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri bu sözden gadaba gelip; “Bize Sultan ile görüşmek emredilmiştir. Ben buraya kendi kendime gelmedim. SizinMirzâ’nız eğer pervâsız ise, onu değiştirip yerine pervâlı olan birini getirirler!” buyurdu. Bunun üzerine karşılamaya gelen o bey ayrılıp gitti. O gidince Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onun ismini mürekkeple duvara yazdı. Sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi. “Bizim işimiz, o sultandan ve onun kumandanlarından beklenemez, gidelim!” dedi. O gün Taşkend’e döndüler. Bir hafta sonra, o karşılayan ve edebsizlik eden bey vefât etti. Bir ay sonra da, Türkistan’daMirzâ Ebû Saîd zuhûr edip, Mirzâ Abdullah’ı öldürüp, mülküne el koydu. Yerine sultan oldu.”

Talebelerinin ileri gelenlerinden biri şöyle anlatmıştır: “Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ile Firket denilen yerde idik. Bir gün kâğıt ve kalem istedi. Kâğıt üzerine birkaç isim yazdı.Bu sırada “SultanEbû Saîd Mirzâ” diye bir isim yazıp, cebine koydu. O sırada Ebû Saîd Mirzâ’nın hiçbir yerde nâmı ve nişânı yoktu. Yakınlarından biri sormaya cesâret gösterip; “Bir takım isimler yazdıktan sonra, Ebû Saîd Mirzâ ismine alâka gösterip, onu cebinize koydunuz. Bu isim kime âittir?” dedi. Buyurdu ki: “Bu o kimsedir ki; siz, biz, Semerkand, Taşkend ve Horasan, yakında onun tebeası olsa gerektir.” Pek kısa bir zaman sonra, Türkistan’dan Mirzâ Ebû Saîd’in sesi yükseldi. Meğer Mirzâ Ebû Saîd, rüyâsında Ahmed Yesevî hazretlerini görmüş. Rüyâda Ahmed Yesevî hazretleri, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerine Mirzâ Ebû Saîd için Fâtiha okumasını işâret etmiş, o da okumuştur. Yine bu rüyâsında, SultanEbû Saîd Mirzâ, Ahmed Yesevî hazretlerinden kendisine Fâtiha okuyan zâtın ismini sormuş ve sîmâsını zihninde tutmuş. Uyanır uyanmaz, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın kim olduğunu sorup araştırdığında; “Evet, Taşkend’de buyurduğunuz gibi bir azîz vardır.” dediler. Hemen atına binip, maiyeti ile Taşkend’e doğru yola çıktı. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr Firket’e doğru yola çıkmıştı. Sultan onun Firket’e gittiğini duyunca, atını oraya doğru sürdü. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Sultan’ı,Firket yakınlarında karşıladı.SultanEbû Saîd Mirzâ, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerini uzaktan görünce; “İşte rüyâda gördüğüm azîz!” diyerek, atından inip ayaklarına kapandı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de Sultân’a alâka gösterip, sohbet etti. Sultan, bu sohbetin câzibesi ile, Ubeydullah-ı Ahrâr’dan kendisi için Fâtiha okumasını istedi. “Fâtiha bir kere okunur.” buyurarak, Sultân’ın gördüğü rüyâya işâret etti.

Bu görüşmesinden sonra, Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın etrâfında çok asker toplandı. Bunun üzerine Semerkand’ı almak istedi. Durumunu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine arzetmek üzere huzûruna tekrar geldi.Maksadını anlatıp, himmet istedi. “Ne niyet ile fethetmeyi istiyorsun? Eğer İslâmiyeti kuvvetlendirmek ve tebeaya şefkat göstermek niyeti ile giderseniz, zafer sizindir” buyurdu. Sultan bu şartı kabûl edip, İslâmiyete hizmet edeceğine ve tebeaya merhamet ve şefkat edeceğine söz verdi. Bunun üzerine; “İslâmiyete hizmet etmek şartıyla gidin, başarı sizindir” buyurdu.

Reşehât müellifi, bu hâdisenin devâmını şöyle anlatmıştır: “Ubeydullah-ı Ahrâr, Ebû Saîd Mirzâ’ya; “Düşmanla karşılaştığınız zaman, ardınızdan bir karga sürüsü gelinceye kadar hücûm etmeyiniz! Karga sürüsü gelir gelmez hücûm ediniz!” buyurdu. Ebû Saîd Mirzâ’nın ordusu, Mirzâ Abdullah’ın ordusu ile karşı karşıya gelince, ilk hücûm karşı tarafdan geldi.Ebû Saîd Mirzâ’nın ordusunun sol tarafını çökerttiler. Sağ taraftan da aynı şekilde hücûm etmek üzere hazırlandıkları sırada, Ebû Saîd Mirzâ’nın ordusunun arkasından bir karga sürüsü göründü. Düşman üzerine doğru uçtu. Sultan ve askerleri, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin; “Arkanızdan bir karga sürüsü gelmeyince hücûm etmeyiniz” buyurduğunu hatırlayıp, kerâmetini görünce, kalbleri kuvvet ve cesâretle doldu. Hep birden düşman üzerine hücûma geçtiler. İlk hamlede düşman saflarını yarıp, dağıttılar. Mirzâ Abdullah da atından düşüp, çamura battı. Atların ayakları altında ezildi.Sonra da başı kesilerek öldürüldü.”

Bu zaferden sonra Sultan Ebû Saîd, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinden Semerkand’ı teşrif etmesini istirhâm etti. Sultânın istirhâmını kabûl edip, Taşkent’ten Semerkand’a gitti. Bu sırada öldürülen Mirzâ Abdullah’ın akrabâsından Mirzâ Bâbür’ün, büyük bir ordu ile Semerkand’a hareket ettiği haberi geldi. Sultan Ebû Saîd telâş ve ızdırâba düşüp, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine hâlini arzedip; “Benim bu orduya karşı koymam imkânsızdır. Ne yapayım?” dedi. O da, Sultânı teskin ve tesellî edip, sükûnet içinde bulunduğu yerde düşmanı beklemesini tavsiye etti. Bu sırada Sultan Ebû Saîd’in yakınları, onu Türkistan’a kaçırmak ve orada saklamak üzere hazırlığa başlayıp, eşyâlarını develere yüklemişlerdi. Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri durumu öğrenince celâllenip, yükleri develerden indirtti. Sultan Ebû Saîd’e; “Nereye gidiyorsunuz? Kaçıyor musunuz? Buna ihtiyaç yok! Müşkülünüzü burada hallederiz. Buna kefilim! Gönlünüzü hoş tutun. Bâbür’ü durdurmak bizim vazifemizdir.” buyurdu. Bu sözleri işitenlerden bâzıları; “Hâce hazretleri bizi topyekûn kurban etmek istiyor.” diye söylendiler. SultanEbû Saîd, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerine bağlılığı ve güveninden dolayı onlar gibi düşünmedi ve Semerkand’da kalmaya karar verdi. Beyleri; “Biz bu kadar askerle koca bir orduya nasıl karşı koyabiliriz?” dedilerse de, Ebû Saîd’i iknâ edemediler.

Sultan Ebû Saîd, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın tavsiyesi üzerine, kalenin zayıf ve yıkık yerlerini hemen tâmir ettirdi ve düşmanı bekledi. Nihâyet Mirzâ Bâbür’ün ordusundan Halîl Hindu isimli bir kimsenin kumanda ettiği bir öncü kuvvet geldi. Bu küçük kuvvet, büyük kuvvetten uzak olduğu için, şehirden üzerine hücûma geçilip, perişân edildi. Yaklaşan Mirzâ Bâbür, Sultan Ebû Saîd’in iç kaleye çekilip, orada sıkı bir muhâfaza altında olduğunu öğrenince, eski hisarda konakladı. Birdenbire hücûma geçmekten çekiniyordu. Aradan günler geçti, asker yiyecek sıkıntısı çekmeye başladı. Etrâfa yiyecek temini için gönderdiği askerlerin bâzılarını Semerkandlılar yakaladılar. Bir taraftan açlık bir taraftan hastalık, Mirzâ Bâbür’ün ordusunu perişân ediyordu. O sırada bir de hayvan vebâsı hastalığı çıktı. Mirzâ Bâbür’ün ordusundaki bütün atlar bu hastalıktan öldü. Öyle oldu ki, at leşinin kokusundan o civarda barınılamaz oldu. Nihâyet Mirzâ Bâbür, Sultan Ebû Saîd ile anlaşma yapmaya râzı oldu. Bu iş için maiyetindenMevlânâ Mehmed Muammâî adlı birini gönderdi. Bu elçi, Ubeydullah-ı Ahrâr ile uzun bir görüşme yaptı. Elçi; “Bizim Mirzâ’mız çok gayretli ve yüksek himmetli bir zâttır. Ne tarafa gitse, o tarafı almadan dönmez.” dedi. Bunun üzerine Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri şöyle dedi: “Eğer Mirzâ Bâbür’ün dedesi Mirzâ Şahrûh’un kalbimizdeki sevgisi ve üzerimizdeki hakları olmasaydı, neticeyi görürdünüz! Ben, dedesi zamânındaHerat’ta idim. Onun zamânında çok iyilikler ve himâyeler gördük. Hakkını çiğnemeyiz!” Nihâyet elçi, anlaşma yapmak istediklerini bildirdi ve bunun için Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini Mirzâ Bâbür’ün yanına, anlaşmaya dâvet etti. Sultan Ebû Saîd, anlaşma için Ubeydullah-ı Ahrâr’ın bizzat gitmemesini istirhâm yoluyla bildirdi. Yapılan istişâreden sonra, Mevlânâ Kâsım’ı anlaşma yapmak üzere gönderdiler. Böylece anlaşma sağlandı.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin en meşhûr talebesi Mevlânâ Muhammed Kâdı, Silsilet-ül-Ârifîn adlı eserinde şöyle bildirmiştir: “Bir gün Şeyh Mirzâ Ömer’in, Kıpçak Çölü sultanlarından Sultan Mahmûd’dan da yardım alarak, büyük bir orduyla Semerkand üzerine yürüdüğü haberi geldi.Bunun üzerine Semerkand sultânı Sultan Ahmed Mirzâ, savaş hazırlıklarını tamamlayıp, karşı koymak üzere büyük bir orduyla yola çıktı. Ubeydullah-ı Ahrâr’a da yanlarında gelmesini ricâ etti. Ubeydullah-i Ahrâr da orduyla berâber gitti. Halk, Sultânın onu, sulh yapmak için yanında götürdüğünü zannetmişti. Ubeydullah-ı Ahrâr, kırk gün Sultan Ahmed’in ordusunda kaldı. Ordu, “Akkurgân” denilen yerde konaklamıştı. Sultan Ahmed, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı askerlerden bir edebsizlik olmasın diye, orduyu geniş bir yerde topladı. Böylece orduyu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bulunduğu yerden biraz uzakta tutmuştu. Birkaç gün bu şekilde hareketsiz beklediler.

Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr gadablanarak, Sultan Ahmed Mirzâ’ya; “Beni buraya niçin getirdin? Eğer savaş yapmak istiyorsanız, ben sipâhi değilim. Anlaşma yapmak istiyorsanız, neden geciktiriyorsunuz? Benim artık burada asker arasında durmaya mecâlim kalmadı.” dedi. Sultan Ahmed Mirzâ; “Benim bir kararım yok. Her şeyi sizin doğru olan reyinize bıraktım. Siz ne emrederseniz, biz ona uyarız.” dedi. Bunun üzerine Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir ata binip, yanına da yakınlarından bir cemâat alarak, karşı tarafta bulunan Şeyh Ömer Mirzâ’nın ve Sultan Mahmûd’un bulunduğu yere doğru hareket etti. Bunu haber alan her iki sultan da karşılamaya çıktılar. Yolun yarısında karşıladılar. Sonra Şahrûh’a gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd’a çok iltifât gösterdi. Konuşma sırasında hep ona bakarak konuştu. Bundan sonra, üç sultânın savaşmaktan vazgeçip, sulh yapmaları kararlaştırıldı. Anlaşma şartları da tesbit edildi. İki tarafın askerlerinin saf bağlaması, aralarına büyük bir çadır kurulması ve üç sultânın bu çadırda toplanarak Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin idâresi altında anlaşma şekli kararlaştırılacaktı.

Bu şekilde anlaşma yapılması karara bağlanınca, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Ahmed Mirzâ’nın yanına dönüp durumu bildirdi. Ertesi gün sabah vakti, Sultan Ahmed Mirzâ’nın askerleri, zırh giyinmeden, fakat silâhlarını kuşanmış olarak kararlaştırılan yere geldi. Saf hâlinde durdular. Ubeydullah-ı Ahrâr, diğer iki sultânı getirmek üzere Şahrûh’a gitti. Mirzâ Mahmûd’un, bu işden memnûniyeti yüzünden okunuyordu. Fakat Sultan Şeyh Ömer Mirzâ’nın hâlinde, garib bir tutukluk ve ihtiyat vardı. Nitekim Ubeydullah-ı Ahrâr onları çağırdığında, Sultan Mahmûd şevkle dışarı çıktığı hâlde, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ hesaplı ve tedbirli bir tavır takınmış gözüküyordu. Onun bu tavrı üzerine, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd’u îkâz edip, herhangi bir hîleye karşı tedbirli olmasını söyledi. Peygamberimizin; “Deveni bağla, sonra tevekkül et.” buyurduğunu bildirdi. Sonra karşı tarafın askerlerinde olduğu gibi, bunların askerlerini de zırhsız, fakat silâhlı olarak anlaşma yapılacak yere götürdüler. Böylece, üç pâdişâhın askerleri birbirleri karşısında da saf tutup durdular. İçinde üç sultânın anlaşma yapacağı çadır da orta yere kurulacağı sırada, çadır bize uzak, size yakın gibi bir anlaşmazlık çıktı. Münâzara uzadı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, öğle namazı için abdestini, karşılıklı saflar hâlinde duran iki ordu arasında aldı. Sonra Sultan Ahmed Mirzâ’ya haber gönderip; “Ben tek kişiyim ve ihtiyarlık zaafı içindeyim. Sizin bu kadar meşakkatli yolunuza dayanmaya çalışmam, birbirinize girmemeniz içindir. Kuvvet, ancak bu kadar olur. Artık tâkatim kalmadı. Eğer bana îtimâdınız varsa, çekişmeyi bırakınız! Çadırı nereye kurarlarsa kursunlar.” dedi.

Bunun üzerine Sultan Ahmed Mirzâ emir verip; “Mâni olmayın! Çadırı nerede isterlerse orada kursunlar. Benim îtimâdım Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinedir.” dedi. Nihâyet çadır kuruldu. Sultan Ahmed Mirzâ, maiyeti ile geldi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, Sultan Mahmûd Mirzâ’yı veSultan Şeyh Ömer Mirzâ’yı getirdi. Sultan Ahmed Mirzâ onları karşıladı ve Ubeydullah-ı Ahrâr’ın işâretiyle Sultan Mahmûd Mirzâ ile kucaklaştı. Bundan sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ’yı, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ’nın yanına götürdü. Sultan Şeyh Ömer Mirzâ, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ’nın elini öpüp, yüzüne gözüne sürerek ağladı. Bu manzarayı görenler de gözyaşlarını tutamadılar. Bundan sonra çadıra girdiler. Heybetli bir toplantı oldu. Her üç sultan da, bütün meselelerde anlaştılar. Artık birbirlerine kılıç çekmeyeceklerine ahdettiler. Ahidnâme yazılınca üçü de imzâladı. Bu anlaşma gereğince Taşkend, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri vâsıtasıyla, Sultan Ahmed Mirzâ’dan Sultan Mahmûd Mirzâ’ya geçti. Bundan sonra Fâtiha okundu.Sultanlar birbirlerine vedâ edip ayrıldılar.

Anlaşmanın yapıldığı gün, halk, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufundan ve tesirinden hayret ve dehşet içinde kaldı. Onun tasavvufta yükselmiş büyük bir velî ve mürşid-i kâmil olduğunu anlamışlardı. O gün anlaşma sağlanıp kan dökülmesi önlendikten sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr, SultanMahmûd Mirzâ’ya; “Siz Taşkend’e gidin. Ben de başka bir yoldan gelir size ulaşırım.” buyurdu ve talebeleri ile Taşkend’e dönmek üzere yola çıktılar. Yolda Mevlânâ Muhammed Kâdı’ya; “Bu işlere ne dersin?Bu vak’a, kitaba yazılacak şeylerdendir!” buyurdu.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri zamânının en büyük velîsi idi. İnsanların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için gayret eder, onlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatırdı. Bir sohbeti sırasında buyurdu ki: “İkindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, o vakitte amellerin en iyisiyle meşgûl olmak lâzımdır. Bâzıları demişlerdir ki: “O saatte amelin en iyisi muhâsebe, insanın kendini hesâba çekmesidir. Öyle ki, gece ve gündüz geçirdiği saatler içinde yaptığı işleri gözden geçirip, ne kadar zamânı tâat, ne kadar zamânı günâh işlemekle geçirmiş hesâb etmeli. Tâat ile geçirdiği zamânı için şükretmeli. Günâh ile geçen zamânı için de istigfâr etmelidir.” Bâzıları da şöyle demişlerdir: “Amellerin en iyisi, bir büyük zâtın sohbetine kavuşmak için gayret göstermek ve o zâtın sohbetinde, gönlünü Allahü teâlâdan başka her şeyden çevirmesidir.” demişlerdir ki, en iyi amel, Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirip, Allahü teâlâya dönmektir.”

Allah adamlarıyla ve akıllılarla berâber bulunmayı, gâfil ve câhil kimselerden de uzak durmayı tavsiye ederek buyurdu ki:

“Bir gün Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine, sohbet sırasında bir fütur, dağınıklık hâli gelmişti. Bunun üzerine; “Meclisimize bir bîgâne, gâfil girmiştir. Bu hâl ondan dolayıdır. Onu arayıp bulunuz.” buyurdu. Talebeleri iyice aradıktan sonra, böyle birinin bulunmadığını söyleyince; “Bastonların bulunduğu yere bakınız.” dedi. Talebeleri oraya bakınca, bir bîgânenin asâsını bırakmış olduğunu anladılar, o asâyı oradan çıkarıp attılar.”

Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr’ın talebelerinden biri, gâfil bir kimsenin elbisesini giyip sohbetine gelmişti. Oturduktan bir müddet sonra, hocası; “Bu mecliste bir gâfilin kokusu geliyor.” dedikten sonra, o talebeye dönüp; “Bu koku senden geliyor, yoksa bir gâfilin elbisesini mi giydin?” dedi. O talebe hemen dışarı çıkıp, o elbiseyi değiştirip geldi.

Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri kendisi sâlih ameller işlediği gibi, talebelerine ve sevenlerine de sâlih ameller işlemelerini tavsiye ederdi. Hattâ insanın yaptığı iyi veya kötü işlerin cansızlara bile tesir edeceğini bildirerek buyurdu ki: “İnsanların amelleri, işleri ve ahlâkı, cansız şeylere de tesir eder. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin bu hususta çok keşfi vardır. Bu bakımdan, kötü işlerin işlendiği bir yerde yapılan ibâdet ile iyi işlerin işlendiği yerde yapılan ibâdet birbirinden kıymetçe farklıdır. Bunun içindir ki, Kâbe’de kılınan iki rekat, başka yerlerde kılınan namazın bin rekatına bedeldir.”

Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin vasıflarını anlatırken buyurdu ki:

“Şeyh Ebû Saîd Ebü’l-Hayr, tasavvufu şöyle târif etmiştir: “Şimdiye kadar evliyâdan yedi yüz zât tasavvufun târifi husûsunda çeşitli sözler söylemişlerdir. Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanır:Tasavvuf; vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir.”

“İnsanın kıymeti; idrâkinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır.”

“Şeyh Ebû Tâlib-i Mekkî buyurdu ki: “Allahü teâlâdan başka hiçbir murâdın kalmayıncaya kadar gayret göster. Bu murâdın hâsıl olunca, işin tamamdır. İsterse senden kerâmetler, haller ve tecellîler hâsıl olmasın, gam değildir.”

“Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir.”

“Allahü teâlâdan gelen belâlara sabırlı, hattâ şükredici olmak lâzımdır. Zîrâ, Allahü teâlânın birbirinden acı belâları çoktur.”

“Bir gün Mevlânâ Hâmûş hazretlerinin huzûruna gitmiştim. Yanında bulunanlarla ilmî meseleleri konuşuyordu. Ben de bir yere oturmuş, hiç konuşmuyordum. Bana dönüp; “Ne dersin, konuşmak mı daha iyi, susmak mı daha iyi?” dedi. Sonra da; “Bir kimse kendi varlığının kaydından (nefsinden) kurtulmuşsa, ne yapsa iyidir. Kurtulmamışsa, ne yapsa kötü.” Ben, Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş’tan bundan daha iyi bir söz işitmedim.”

“Zikir bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir.”

“İbâdet; emirlere uyup, amel etmek, nehyedilen şeylerden sakınmaktan ibârettir. Ubûdiyyet, kulluk da bu şekilde Allahü teâlâya yönelmektir.”

“İnsanın yaratılmasından murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır.”

Asıl ve kıymetli olan ilmin, ilm-i ledünnî olduğunu bildirerek buyurdu ki:

“İlim iki çeşittir: Biri verâset ilmi, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kim bildikleriyle amel ederse, Allahü teâlâ ona bilmediklerini öğretir.” buyurdu. İlm-i ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir.”

İnsanlara hizmet etmenin ibâdet ve tasavvufun esâsı olduğunu bildiren Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri buyurdu ki:

“Biz bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettik. Herkesi bir yola götürürler. Bizi de hizmet yoluna götürdüler.”

“Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her ân Allahü teâlâya teveccüh ve ikbâldir. Yâni, her ân Allahü teâlâyı hatırlamaktır.”

Ehl-i sünnet îtikâdı üzere bulunmayı medhederek buyurdu ki: “Bütün halleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem.”

Yerinde ve zamânında konuşmanın önemini belirterek buyurdu ki:

“Söz, yüce bir şeydir. Zamânında ve yerinde olmalıdır.”

“Söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduğu zaman makbûldür.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriPeygamber efendimizin neslinden gelen seyyid ve şerîflere çok hürmet gösterirdi. Hattâ bir defâsında buyurdu ki:

“Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) bağlı bir nesebten gelmenin şerefini taşıyanlara, lâyık oldukları tâzimi gösterememekten korkuyorum.”

Helâl kazanç elde etmenin önemini belirterek buyurdu ki: “Bizim yolumuzda, el helâl kârda, gönül ise hakîkî yârdadır.”

Ubeydullah-ı Ahrâr; bir kimsenin neyi maksad edinirse, ona kavuşacağını bildirerek buyurdu ki:

“Himmet etmek; Allahü teâlânın isimleri ile münâsebeti olan bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demektir. Bu şeye teveccüh eder. Kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez. Yalnız, o işin yapılmasını ister. Allahü teâlâ da o işi yaratır. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Kâfirlerin himmet ettikleri şeylerin de hâsıl oldukları görülmüştür. Allahü teâlâ, bana bu kuvveti ihsân etmiştir. Fakat, bu makâmda edep lâzımdır. Edep de, kulun kendisini Hak teâlânın irâdesine tâbi etmesidir. Kendi irâdesine tâbi olmamak, Hak teâlânın fermânını beklemek lâzımdır.”

Talebelerine şöyle buyurmuştur: “Sizden hanginizin yirmi kere, belki daha fazla tasarruf edildiği ve nisbet sâhibi kılındığı hâlde, her dışarı çıktığında kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor. Fakat siz onu muhâfaza edemiyorsunuz. Eline bir nûr teslim edilen kişi, onu en kıymetli şeyi bilsin. Fânî varlığını tasfiye etsin, o nûr ile kendini karanlıkta aydınlatsın.”

Yine şöyle buyurmuştur: “Benim birkaç günlük hayâtımı fırsat bilip Allahü teâlâya bağlanmayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksınız? Bu fırsatı ganîmet bilin, bu nîmet elden giderse pişmân olursunuz. Son pişmânlığın faydası olmaz.”

“Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri zamânındaki tasavvuf ehli geçinenlerin durumunu bildirerek buyurdu ki: “Zamânımızda ehl-i irâdet, mürîd, talebe olma kâbiliyetine sâhib olanlar azdır. Bir âlim, büyüklerden birine haber gönderip; “Burada mürîd olacak vasıflı insan azdır; sizin orada bu vasfı taşıyan kimseler varsa bize gönderiniz!” demiştir. Bu haberi alan büyük zât, bir mektup yazarak şöyle cevap vermiştir: “Bahsettiğiniz vasıfta insanlar bizim burada yoktur. Eğer şeyh isterseniz, istediğiniz kadar gönderelim!”

Bir sohbeti sırasında büyüklerin hallerinden anlatarak şöyle buyurdu:

“Evliyânın meşhûrlarından olan Şiblî hazretleri, tasavvuf büyüklerinin yoluna girdiği sırada, babası Vâsıt şehrinin hâkimi, vâlisi idi. Önce Muhammed Hayr’ın huzûrunda tövbe etti. Sonra Muhammed Hayr hazretleri onu Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine gönderdi. Göndermesindeki sebep; Şiblî hazretlerinin, Cüneyd-i Bağdâdî’nin akrabâsı olmasıydı. Böylece edebe riâyet etmiş oldu.

Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî’ye talebe olunca; önce ona yedi sene ticâret yapmasını ve bu ticâretten elde ettiği kazancını, o zamâna kadar olan günahlarının affı için sadaka olarak dağıtmasını emretti. Bunu yaptıktan sonra da, yedi sene de helâ temizliği yapmasını emretti. Bunu da yaptı. Bu on dört seneden sonra onu tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.”

“Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için öyle riyâzet yapıp, zikre dalmıştı ki, bir gün ağzından ve burnundan kan geldi. Yere düşen her damla kanı “Allah” yazıyordu. Bundan sonra hocası ona, tasavvufta her ân Allahü teâlâyı hatırlamak ve kendisini gördüğünü düşünmek gibi mânâlara gelen “Yâd-ı daşt” makâmı üzere olmasını emretti.”

Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek, vâz ve nasîhatlarıyla insanların kurtuluşuna vesîle olmakla geçiren Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri 1490 (H.895) senesi Muharrem ayının başında hastalandı. Hastalığı seksen dokuz gün sürdü. Vefâtından on iki gün önce; “Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim. Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; “Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâretidir.” hadîs-i şerîfinde buyrulan husûsa ugun olduğunu söylemişlerdir.” buyurdu.

1490 (H.895) senesi Rebîu’l-evvel ayının sonunda, bir Cumâ günü hastalığı ağırlaştı ve sekerât-ı mevt hâli Cumâ günü öğle vaktinde başlamıştı. Tam o sırada, Semerkand’da büyük bir zelzele oldu.

Vefât ettiği gün, akşam vakti hastalığı pek şiddetlenmişti. “Akşam namazının vakti girdi mi?” diye sordu. “Evet girdi.” dediler. Akşam namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu. Vefâtı sırasında huzûrunda bulunan talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır: “Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitde idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr parladıktan sonra, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti. Vefât ettiği sırada da şiddetli bir zelzele oldu.

Sultan Ahmed Mirzâ, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin hastalığının şiddetlendiğini duyunca, Cumâ sabahı bütün devlet erkânı ile Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin bulunduğu Kemânkerân köyüne gitmek üzere yola çıktı. Akşam namazından sonra ulaşıp, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini son defâ gördü. Vefât ettiği bu gecenin sabahı olan Cumartesi sabahı, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin cenâzesini Semerkand’a getirtti. Öğle namazı vaktinde Kefşir mahallelerine getirilip, cenâzesi orada yıkandı, techiz ve tekfin edildi. Cenâze namazı kılınıp, defnedildi.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin oğulları, kabri üzerine bir kubbe ve yanına bir imârethâne yaptırdılar.

Talebeleri: Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin en başta gelen talebesi, Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid Bedahşî’dir. Halîfesidir. Bu talebesi, evliyânın büyüklerinden olan Yâkûb-iÇerhî hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur. Hocası Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kıymetli sözlerini Mesmûât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid adlı bir kitap yazarak toplamıştır.

Oğlu Muhammed, zâhirî ilimde yüksek derecede âlim idi. İlk oğlu olup, tasavvuf ilmini babasından öğrenip kemâle ulaşmıştır. Bu oğlu, Hâcegân lakabı ile tanınmıştır.

Hâce Muhammed Yahyâ; küçük oğlu olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecede idi. Babasından feyz alarak tasavvufta yükseldi. Babası, hayâtının son günlerinde onu yerine vekil bıraktı.

Mevlânâ Seyyid Hasan; meşhûr talebelerinden olup, babası onu küçük yaşında iken Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetine getirmiştir. Geldikleri sırada, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın yanında bir tabak içinde bal görüp, hemen yemeye başlamıştı. Ubeydullah-ı Ahrâr ona; “Senin ismin nedir?” diye sorunca, balın tadına öylesine dalmıştı ki; “Adım Bal’dır.” cevâbını verdi. Ubeydullah-ı Ahrâr tebessüm ederek buyurdu ki: “Bu çocukta tam bir kâbiliyet var. Kendi ismini balın tadından dolayı unutup, balın lezzetine o kadar daldı ki, ismim Bal’dır dedi.” Onu kucaklayıp babasından aldı. Önce Kur’ân-ı kerîmi, ilk tahsîl için gereken bilgileri öğretti. Sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, ona yüksek ilimleri öğrenmesini emretti. Bundan sonra da onu tasavvufda yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.

Mevlânâ Kâsım; en meşhûr ve çok sevdiği talebelerindendir. Hocasına tâbi olması tam idi. Bu hususta örnek teşkil eden bir talebesi idi.

Mevlânâ Mîr Abdülevvel; talebelerinin meşhûrlarından olup, hocasına dâmâd olmakla şereflenmiştir. Tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur.

Mevlânâ Câfer; tasavvuf hâllerine gark olmuş bir talebesi olup, âlim ve fâdıl bir zât idi.

Mevlânâ Burhâneddîn Hatelânî; bu talebesi, Semerkant’ta parmakla gösterilen âlimlerden idi.

Mevlânâ Lütfullah Hatelânî; meşhûr talebelerinden olup, diğer talebesi Burhâneddîn Hatelânî’nin kızkardeşinin oğludur. Din ilimlerinde âlim idi.

Mevlânâ Şeyh; talebelerinin ileri gelenlerinden olup, senelerce hocasının ev ve dergâh işlerini görüp, hizmet etmiştir.

Mevlânâ Sultan Ahmed; meşhûr talebelerinden olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlimdi.

Mevlânâ Ebû Saîd Evbehî, Mevlânâ Hâce Ali Taşkendî, Mevlânâ Nûreddîn Taşkendî, Mevlânâzâde Etrârî, Mevlânâ Nasîruddîn Etrârî ve Mevlânâ İsmâil Firketî de talebelerinin meşhûrlarındandır.

Ubeydullah-ı Ahrâr’ın talebelerinden biri de, Abdullah-i İlâhî’dir. Simavlıdır. İlim edindikten sonra, Semerkand ve Buhârâ’ya giderek feyz aldı. İcâzetle şereflenip, Ubeydullah-ı Ahrâr’a intisâbı bulunan Emîr Ahmed-i Buhârî ile İstanbul’a geldi.

Ubeydullah-ıAhrâr’ın bir talebesi de Abdullah-ı Semerkandî’dir. Önce, Yâkûb-i Çerhî’ye talebe olmuş ve Nizâmeddîn-i Hâmûş’tan da feyz almıştır. Uluğ Bey Medresesinde müderristi.

Ubeydullah-ı Ahrâr’ın bir talebesi de HaydarBaba’dır. Kırk sene devamlı İstanbul Eyyûb Câmiinde îtikâf etti. Kânûnî SultanSüleymân bu zâtın üstün hâllerini işitince, Eyyûb Nişâncası ile Haliç arasında,Cezerî Kâsım Paşa Câmiine inen yol üzerinde “Haydar Baba Mescidi”ni yaptırdı. Haydar Baba, 1550 (H. 957)de vefât etti. Kabri, mescide girerken solda, sed üstündedir.

Eserleri:

Enîs-üs-Sâlikîn fit-Tasavuf, El-Urvet-ül-Vüskâ li Erbâb-il-İrtikâ, Rukaât, Fıkarât Risâlesi, Vâlidiyye Risâlesi.

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

HER GÖRDÜĞÜNÜ HIZIR, HER GECEYİ KADİR BİL

Bir gün annesi tarladan kaldırdığı buğdayları, biriyle Ubeydullah-ı Ahrâr’a gönderdi. Ubeydullah-ı Ahrâr buğdayları ambara koymakla meşgûlken, buğdayları getiren kimse, boş çuvallarını alıp gitti. Nereye gittiği ve hangi yoldan gittiği belli değildi. Ubeydullah-ı Ahrâr o anda neden bu zavallı ve garib kimseden duâ almadığına üzüldü. İçine garib bir ızdırap çöktü. Buğdayı olduğu gibi bırakıp koşarak o kimsenin peşine düştü. Yanına vararak tevâzu ile kendisine duâ etmesini istedi ve; “Beni gönlünüze alın. Hâlime biraz inâyet nazarıyla bakın. Belki duânız ve himmetiniz bereketiyle Allahü teâlâ beni bağışlar, merhâmet eder de yolum açılır.” dedi. Onun yüzüne şaşkın ve hayret dolu ifâdelerle bakan zât; “Zannediyorum ki Türk şeyhlerinin söyledikleri; “Her geleni Hızır bil, her geceyi Kadir bil” sözüne göre hareket ediyorsun. Fakat ben hiçbir özelliği olmayan kendi hâline yaşayan bir kimseyim. Elimi yüzümü bile lâyıkı ile yıkamayı bilmem. Senin istediğin şeyden ben haberdâr değilim. O bende yoktur.” dedi. Ubeydullah-ıAhrâr duâ etmesi için yalvarmaya devâm etti. O kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın yalvarışına dayanamayarak ellerini kaldırdı ve; “Allahü teâlâ senin kalb gözünü açsın.” diye duâ etti. Bu duâ bereketiyle Ubeydullah-ı Ahrâr’ın kalbinde açılmalar oldu.

ONU NİÇİN KABÛL ETMEDİ?

Ubeydullah-ı Ahrâr zamânında, bir kâdı devamlı kapısına gelip, talebe olmak, onun yoluna girmek istiyordu. Fakat Ubeydullah-ı Ahrâr ona iltifât etmediğinden gâyet melûl ve mahzûn bir hâlde gelip gidiyordu. Birgün Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin neşeli bir ânında, yakın bir talebesi, o kâdıdan bahsedip, talebe olmak istediğini arzetti. “Kâdı, boynu bükük, inâyetinizi bekliyor ve mahrum kalmaktan çok üzülüyor.” dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr; “Ben, kimin içinde büyüklük ve üstünlük arzusundan bir şey sezsem, hattâ o üstünlük ve büyüklük arzusuna on yıl sonra bile kavuşacak olsa, ona Hâcegân yolundan (büyüklerin yolundan) bahsedemem.” dedi. Talebelerinden bâzıları, bu sözü söylediği günün târihini yazdılar. Aradan on yıl geçti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de vefât etmişti. O kâdı, on yıl sonra memleketinde hâkim ve reis makâmına çıktı. Bu hâlinden çok memnun idi ve kalbinde büyüklerin yoluna girmeye dâir hiçbir istek ve arzu kalmamıştı. O zaman Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebeleri, hocalarının onu neden kabûl etmediğinin hikmetini anladılar.

SELE KAPILANLAR

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir ilkbahar mevsiminde, Herat’dan Taşkend’e gitmek üzere yola çıkmıştı. Akşam olunca, yolda bir talebesinin bulunduğu yere ulaşmış ve o gece orada misâfir olmuştu. Bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Gece yatacağımız zaman bana; “Sen benim yattığım odada yat!” dedi. Bunun üzerine onun yattığı odada, ondan uzak bir köşeye çekilip, orada geceledim. Geceyarısı ismimi söyleyip; “Uyuyor musun! Uyanık mısın?” dedi. Ben de; “Uyumuyorum efendim.” dedim. “Hemen kalk, kıymetli eşyâlarını topla ve derhâl dışarı çık!” buyurdu ve kendisi de süratle dışarı çıktı. Bu çevrede olanları da uyandır. Kıymetli eşyâlarını toplayıp hayvanlara yüklesinler. Beni tâkib edip peşimden geliniz?” dedi. Süratle uzak bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu tâkib ettik. Tepeye çıkıp, üzerinde durdu. Biz de yanında durduk. Bizimle gelenler, bu duruma şaşırarak; “Sebeb nedir ki, geceyarısı uykumuzu bölüp buraya geldik.” diyorlardı.Bir kısmı da ihmâl gösterip, gelmemişti. Biz tepe üzerinde iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, kaya, duvar, ev ve ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları içinde kalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı. Kendilerini, selle uzun bir mücâdeleden sonra zor kurtardılar. Pekçok yeri harab eden bu selin, o beldede bir benzeri görülmemişti. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bu kerâmetini görerek, onun büyük bir velî olduğunu anladılar. Ona daha çok bağlanıp, sevdiler.”

BAL İSTEDİM ŞARAP MI GETİRDİN

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Taşkend’den Semerkand’a göçmeden önce, hizmetkârlarından birine, Semerkand’a gidip, kendisine birkaç kutu saf bal almasını emretmişti. Hizmetkâr gidip, emredildiği gibi balı satın aldı. Kutuları da gâyet güzel bir şekilde sarıp, dönmeye hazırlandı. Tam döneceği sırada, tanıdığı bir esnafın dükkanına gidip, biraz konuşmak üzere oturdu. Bal kutularını da önüne koydu. Onlar konuşurken, güzel bir kadın içeri girdi. Hizmetkâr, tanıdığı esnaf ile konuşurken, birkaç kere kadına şehvet nazarı ile baktı. Sonra da oradan kalkıp yola çıktı. Taşkend’e gelince, balları Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine götürdü. Kutuları koyunca, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri kaşlarını çatıp; “Ey saâdetten mahrum kimse, ben sana bal ısmarlamıştım! Sen bana şarap mı getiriyorsun?” dedi. Hizmetkâr; “Aman efendim, ben size emriniz üzere saf bal getirdim!” dedi. Bunun üzerine kutuları açınca hepsinin şarap olduğunu gördüler. Hizmetkâr, bu işin kadına bakması sebebiyle olduğunu düşünerek, hatâsını anladı ve tövbe etti.

ANNEN VE BABAN RAHATIMI BOZUYOR

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr’ın huzûruna ilk gelişimde, Mevlânâ Sa’deddîn Kaşgârî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Hâce Külân ile berâberdim. Senelerce sohbet ve hizmetinde bulunmakla şereflendim. Bâzan sohbet sırasında bana; “Niçin Horasan’a dönmüyorsun? Dön! Annen ve baban benim rahatımı bozuyor” buyururdu. Ben, başkaları arasında bu sözü işitince çok utanırdım. Nihâyet berâber geldiğim Hâce Külân, Horasan’a dönmek üzere izin istemişti. Ona izin verip, bana da; “Sen de bununla birlikte süratle Horasan’a anne ve babanın hizmetine dön! Benim rahatımı bozuyorlar” buyurdu. Bunun üzerine onunla berâber Horasan’a döndüm. Annemin ve babamın yanına ulaşınca, hocam Ubeydullah-ı Ahrâr’ın kendileri hakkında buyurduğu sözü söyledim. İkisi birden ağlaşmaya başladılar ve; “Biz her namazdan sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine teveccüh edip, seni göndermesi için ağlayıp, duâ ediyorduk” dediler. Bir müddet annemin ve babamın yanında kaldım. Sonra tekrar hocamın yanına dönmem için ağlayarak, yalvararak müsâade etmelerini isteyince izin verdiler. İkinci defâ hocamın sohbetiyle şereflendim. Sonra bir daha, Horasan’a git buyurmadı.

KÖPEK YAVRUSU

Bir defâsında, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın huzûruna Horasan’dan fâsık biri gelmişti. Bu kimse şarap içen, haram işleyen, sapık îtikâdlı biriydi. O zamana kadar hiç gelmemişti. Gelip oturur oturmaz, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onu azarlayıp, huzûrundan kovdu. Bu sırada orada bulunan talebesi Mîr Abdülevvel’in kalbinde; “Uzaktan garîb bir adam, ihlâs ve niyazla gelmiş, acabâ onu neden hoşnud etmedi?” düşüncesi geçti. Ubeydullah-ı Ahrâr, hemen bu talebesinin kalbinden geçen düşünceyi anlayıp; “Bu kimseyi köpek yavrusu sûretinde gördüm ve bu sebeple kovdum. Köpek yavrusuna bundan iyi muâmele yapılmaz.” buyurdu. Bunun üzerine talebesi Abdülevvel, gelen adamın hâlini araştırıp, öğrendi. Adam fâsık, haramlara dalmış, içki içen, haramlara aldırmayan birisiymiş. O zaman hocasının o kimseyi, günahlara dalmasından dolayı köpek sûretinde gördüğünü ve kovmasının hikmetini anladı.

İSTANBUL’UN MÂNEVÎ FÂTİHİ

Ubeydullah-ı Ahrâr’ın torunu Hâce Muhammed Kâsım’dan şöyle nakledilmiştir: “Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkant’tan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, tâkib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkant’ın dışında bir yerde talebelerine; “Siz burada durunuz!” buyurdu.Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru sürdü. Talebeleri arasındaMevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı: “Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu.”

Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında; “Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu.

Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî’nin şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bilâd-ı Rûm’a (Anadolu’ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hânın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydullah-ıAhrâr’ın şeklini ve şemâilini târif etti ve; “O zâtın beyaz bir atı var mıydı?” diye sordu. Ben de târif ettiği bu zâtın, babam Ubeydullah-ı Ahrâr olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine SultanBâyezîd Hân, bana şöyle anlattı: Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şunları dedi: “İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr Semerkandî’nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâilini târif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi; “Korkma!” buyurdu. Ben de; “Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok.” dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm. “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defâ kös vur ve orduna hücûm emri ver.” buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. Böylece düşman hezîmete uğradı. İstanbul’un fetih işi gerçekleşti.”

ÖLÜ KALBLERİ DİRİLTMEK

Ubeydullah-ı Ahrâr şöyle anlatmıştır: “Çocukluğumda rüyâda kendimi Şeyh Ebû Bekr-i Şâşî’nin mezarı yanında gördüm. Mezarın eşiğinde Îsâ aleyhisselâm vardı. Hemen ayaklarına kapandım. Elleri ile başımı kaldırıp; “Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!” buyurdu. Rüyâyı anlattığım zâtlar, tıb ilmi ile tâbir ettiler. Yâni tıb ilminden nasîbim olacağını söylediler. Ben bu tâbire râzı değildim. Tâbirim şuydu: Îsâ aleyhisselâm, ölüleri dirilten bir Peygamberdir. Evliyâdan ihyâ sıfatına mazhâr büyüklere de “Îsevî meşreb” denirdi. Mâdem ki, Îsâ aleyhisselâm bu fakîrin terbiyesini üzerine aldılar, demek bana ölü kalbleri ihyâ sıfatı verilecek. Nitekim kısa bir zaman sonra, Allahü teâlâ bana öyle bir hâl ve kuvvet bahşetti ki, bende o mânâ, kemâliyle meydana geldi. Vâsıtamızla nice ölü kalbler, gaflet karanlığından şühûd ve huzûr ışığına çıktılar.”

Sort