Muhammed Bâki Billah hazretleri 1563 (H.971) senesinde Kâbil şehrinde doğdu. Babasının ismi Abdüsselâm olup, fazîletli bir zâttı. Annesi ise hazret-i Hüseyin’in soyundan olup, seyyide ve mübârek bir hanımdı.
Daha çocukluk zamanlarında, bâzan bütün gün odanın bir köşesinde başını önüne eğip sessizce oturur, tefekküre dalardı. Gençliğinde, ilim tahsîli için Kâbil’den Semerkand’a gidip, zâhirî ve aklî ilimleri, zamânının en büyük âlimlerinden olan Mevlânâ Sâdık-ı Hulvânî’den öğrendi. Yüksek yaradılışı ve kâbiliyeti ile kısa zamanda, hocasının talebeleri arasında en yüksek seviyeye ulaştı. Zâhirî ilimleri öğrenip bitirmeden tasavvufa yönelip, bâtınî ilimleri öğrenmek için, bu yolun büyük âlimlerinin sohbetlerine ve derslerine gitti. Yaratılışındaki zekâsının ve kâbiliyetinin üstünlüğü ile, ilimlerde yüksek bir dereceye ulaştı.
Muhammed Bâkî Billah’ın, zâhirî ilimleri tahsîl ettiği gençlik yıllarında, Nakşibendiyye yoluna karşı büyük bir muhabbeti vardı. Kendisini bu yolda yetiştirecek bir büyüğü arıyor, onun derslerinden ve sohbetlerinden feyz almak, faydalanmak istiyordu. Bu büyüklerin bulunduğu Mâverâünnehr’e giderek bir çoğu ile görüşüp tanıştı. Sohbetlerinde bulunarak feyz aldı.
Sonra Nakşibendiyye yoluna bağlanma arzusu ile yola çıktı. Semerkand’a geldiğinde rüyasında Ubeydullah Ahrar (k.s.) hazretlerini gördü. Ahrar, bu rüyada ona Hacegi İmkenegi hazretleri’ne intisap etmesini tavsiye etti, oda gidip İmkenegi hazretlerine mürid oldu. Başka bir rivayete göre, Baki Billah hazretleri zihnine tasavvufla ilgili iki soru takılmıştı. Bunların cevabını bir türlü bulamıyordu. Rüyasında gördüğü Ubeydullah Ahrar hazretleri ‘’ bu problemlerini kim çözerse senin zahiri şeyhin odur.’’ demişti. Görüştüğü şeyhlerden tatmin edici cevap alamayan Baki Billah hazretleri sonunda Hacegi İmkenegi hazretleri ile tanışıp sorularına cevap alına ona intisap etti.
Şeyhi İmkenegi hazretleri, Baki Billah hazretleri ile üç gün halvet halinde sohbet etti, bu süre sonunda onu tasavvufa yeterli görüp irşad icazeti verdi ve Hindistan’a gidip Nakşibendiliği orada yaymasını tavsiye etti. Baki Billah hazretleri kendisini bu göreve hazır ve yeterli görmediği için kabul etmek istemedi. Bunun üzerine şeyhinin tavsiyesi ile istihare yaptı. Rüyasında dala konmuş bir papağan gördü ve ‘’bu papağan o daldan inip elime konarsa bu Hindistan seferi çok hayırlı olacaktır’’ diye düşündü. Böyle düşünürken papağanın uçup eline konduğunu gördü. Ağzının suyunu papağanın gagasına akıttı, papağan konuşmaya başladı ve Baki Billah’ın ağzına şeker döktü. Sabah uyandığında rüyasını Şeyhi İmkenegi hazretlerine anlatınca o; ‘’ Papağan Hindistan kuşlarındandır, hemen Hindistan’a gidiniz, orada sizin bereketli varlığınızdan hakikatleri konuşan bir aziz meydana gelecek, bize de onun sayesinde bir bereket ulaşacaktır ’’ dedi.
Muhammed Bâkî Billah hazretleri hocasının emriyle Hindistan’a gidip, bir sene Lâhor’da kaldı. Oradaki âlimler ve fâdıllar onun sohbetine gelip, istifâde ettiler. Sonra Delhi’ye gidip, vefâtına kadar orada kalıp, insanlara doğru yolu anlattı. İki-üç sene gibi kısa bir müddet irşâd makâmında bulunmasına rağmen, pekçok âlim ve velî yetiştirdi. Onun yetiştirdiği büyüklerin başında, kendisinden sonra halîfesi olan, hicrî ikinci bin yılının müceddidi, İslâm âlimlerinin gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî gelir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri yetişip kemâle gelince, Muhammed Bâkî-billah bütün talebesinin yetiştirilmesini ona bıraktı. Hâce Ubeydullah ve Hâce Muhammed Abdullah adında iki oğlu vardı. Bunların da yetiştirilmesini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bıraktı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ında bunlara yazılmış mektupları vardır. Oğulları tasavvufta yetişmiş kıymetli zâtlardandı.
Muhammed Bâkî-billah hazretleri, dâimâ hâllerini gizlerdi. Çok tevâzu sahibiydi. Suâl soranlara zarûret miktârınca, kısa cevap verirdi. Bununla berâber, tasavvuf yolunda karşılaşılan derin mânâların halli için sorulan suâlleri, soranın tamâmen anlayabileceği şekilde, açık şekilde îzâh ederdi.Belki yanlış anlar ve yanlış yola gider düşüncesiyle, bu hususta çok dikkatli davranırdı. Dâimâ hüzünlü ve üzüntülü olduğu hâlde, huzûruna gelenlerle neşeli ve tebessüm ederek konuşurdu. Müslümanlara çok yardım eder, iyi işlerinde onlara faydalı olmaktan aslâ kaçınmazdı. Âlimlere ve büyüklere, aşırı hürmetleri vardı.
Muhammed Baki Billah hazretlerinin Farsça bazı eserleri ve mektupları Külliyat-ı Baki Billah adıyla tek cilt içinde yayınlanmıştır. (nşr. Ebu’l Hasan Zeyd Faruki ve Burhan Ahmed faruki, Lahor 1967). Kırk yaşına geldiğinde hastalanan Baki Billah hazretleri 25 Cemaziyel-ahir (30 Kasım 1603) tarihinde genç yaşta vefat etti ve delhi’de Kademgah denen mevkide defnedildi. Burası bugün Nebi Kerim Mahallesi, İdgah ( Eidgah Road, Singara Chowk) olarak anılmaktadır.
Seyyid Ahmed Hicabi hazretlerinin türbesi ; Kastamonu – Merkez’de Çuhadar sokak ile Kuyulu sokak kesişimindeki Şeyh Ahmed Siyahi hazretlerinin dergahında
Şeyh Ahmed Siyâhî hazretlerinin oğlu olarak 1826 senesinde dünyaya gelir. Altı aylık iken beşiğine aks eden parıltıyı kapmak için mâsumâne bir gayret sarfetmesi, sanki Allah ü teâlânın lütf ve ihsânıyla ileride büyük bir zât olacağını belli etmektedir. Üç dört yaşlarında iken babasının hatme-i hacegan meclislerine katılmaya başlar. Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinin dergâhına giden yolda kışın zaman zaman Serçeoğlu yokuşunda kızağa binen çocukları seyre gider. Yine böyle bir günde yolun kuzeyinde bulunan Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin büyük halîfelerinden Hacı Mustafa Efendi Hazretlerinin medfûn bulunduğu türbeden çıkan bâzı kimseler kendisini türbe içine alır ve pek çok nîmetlerle gönlünü hoş ederler. Bu olay pek çok kere tekrarlanır. Hattâ bâzan her türlü nîmetin mevcûd bulunduğu o mübârek zâtların yanından ayrılmak istemez, uzunca bir süre içeride kalır. Bir defasında uzun aramalardan sonra anne ve babası kendisini adı geçen türbeden çıkarken görüp çok şaşırırlar.
Tahsil yaşına geldiğinde önce meşhur kırâat âlimlerinden Hüseyin Hüsnü Efendi’den Kur’ân-ı azîmüşşânı hatmeder. Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinden sarf, nahiv, fıkıh, hadîs ve kelâm tahsilinden sonra Keskinzâde Ahmed Erîb Efendi hazretlerinin sohbetlerine devamla, tasavvuf dersleri alır. Kara Kâdızâde Mustafa Efendi’den ilm-i ferâiz ve Mesûdî Efendiden de ilm-i hadîs dersleri aldıktan sonra babası Ahmed Siyâhî hazretleri kendisine icâzet verir.
Ahmed Hicâbî Efendi, 1851′ de İstanbul’a gelir. Burada da tahsîline devamla meşhur âlimlerden Müneccimbaşı Tâhir Efendi’den hikmet, astronomi, Amasya’daki Halidi şeyhi İsmail Siraceddin’in (1782-1848) oğlu eski sadrâzam Mehmed Rüşdî Paşa’dan (1829-1876) mantık, edebiyat ve Hâzım Efendi’den usûl-i fıkıh dersleri alır. Bu tahsilleri sırasında Hocapaşa semtindeki Safvetî Paşa Dergâhında ikâmet ve talebeleri yetiştirme işi ile meşgul olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin daha sağken yerine tâyin ederek kendi yerine irşâd makâmına geçirdiği Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerinin sohbetlerine koşar ve dört sene hizmetinde bulunur. Bu esnâda tasavvuf mertebelerinde ilerler. Ahmed Hicâbî Efendinin çalışmasından, gayretinden ve ihlâsından çok hoşnud olan Abdülfettâh Efendi, onun kavuştuğu ilim ve irfâna bakarak, babası Ahmed Siyâhî hazretlerinin verdiği icâzetnâme üzerine kendisi de bir icâzetnâme yazar.
1857 yılında Kastamonu’ya dönerek bir müddet babalarının yanında talebelerin terbiyesi ve yetiştirilmesi işi ile meşgul olur. Abdülazîz Efendi hayatta olduğu halde irşâd işinin başına Ahmed Hicâbî hazretleri geçer. Din ilimlerinde emsâli az bulunan ve fen ilimlerinde bölgede bulunanların hepsinin üstünde yer alan Ahmed Hicâbî hazretleri, 1874 yılından vefât târihi olan 1889 yılına kadar bir taraftan talebelerin yetiştirilmesi ile meşgul olurken diğer taraftan husûsî sohbetlerinde zikir yoluyla sevenlerini tasavvuf yolunda ilerletir. Kastamonu ve çevre illerden pek çok talebe onun derslerine koşar. Bütün davranışları, huyları, hareketleri hep Peygamber efendimizin güzel ahlâkını andırmaktadır. Her zaman hep Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyar, insanlara İslâm ahlâk ve yaşayışının nasıl gerçekleştirildiğini gösterir.
Ahmed Hicâbî hazretleri 1878 senesinde babasının türbesinin bahçesi içerisinde bir kütüphâne ile ona bitişik bir dershâne yaptırır. O târihten îtibâren Temmuz, Ağustos ve Eylülden başka aylarda Cumâ günleri Şifâ-i Şerîf kitabını okutmaya başlar. O sohbet ve derslerin bereketiyle kalpler şifâ bulur, hep iyi düşünce ve niyetlerle dolar, ibâdetlerde ihlâs hâsıl olurdu. Ahmed Hicâbî hazretlerinin, yaz ve kış Nasrullah Câmii şerîfinde sabah namazını edâ eyledikten sonra civarda bulunan medreselerde din ve fen ilimleri ile meşgûl olmaları âdetleri idi. Cumâ günleri dergâhta bulunup talebelerin yetiştirilmesi ve Kur’ân-ı kerîm kırâati ile meşgul olurdu. Ramazân-ı şerîfte haftada bir gün Nasrullah Câmiinde ikindi namazından sonra ve Cumâ günleri namazdan sonra Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin dergâh-ı şerîflerinde vaaz ve nasihat ederdi. Bu vaaz ve nasihatlar müslümanlara uzun bir süre çölde susuz kalmış kimselere su vermek gibi idi. Kalpleri Allahü teâlânın aşkı ile dolardı. Nefisler aradan kalkar, herkes yaptığı her işi Allahü teâlânın rızâsı için yapardı. Onun kalpleri ve gönülleri feyz ve nurlarla dolduran bu sohbetlerinden istifâde edebilmek için vaazlarına aşırı hücum olurdu. Bu sırada diğer câmilerde ders veren hocaların derslerine kimse gitmezdi. Ahmed Hicâbî hazretleri bu durum üzerine Nasrullah Câmiindeki vaazlarını terk eder. Ramazanın dört Cumasında ise şeyhi dinleyebilmek için oraya can atarcasına acele giden birkaç bin ahâli özlerinden istifâde etmeye gayret ederdi.
Seyyid Ahmed Hicâbî hazretleri 1889 senesinde hastalığının artması üzerine daha ziyâde inzivâyı, köşesine çekilip Allahü teâlâyı zikretmeyi arzu eder oldu. Geceleri uyumaz, namaz ve zikir ile meşgul olurdu. Kendilerinde yirmi senedir bulunan kalp hastalığına müptelâ oldukları halde, aslâ ve katiyyen hastalıklarından bahsetmez ve soranlara; “Rabbimizin keremine şükrolsun, âfiyetteyim.” cevâbıyla mukâbele ederlerdi. Vücutlarında görülen aşırı halsizlik sebebiyle Ramazân-ı şerîfte oruç tutmasının hastalığı arttıracağı tabibler tarafından ihtar olunduğu halde; “Böyle bir mübârek aya ulaştık. Şimden sonra bizim için nasip, kısmet mukadder değildir. Borçlu gitmeyelim.” cevâbını vererek orucunu tutmaya başladı ve Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile tamamladı. Bir yere gitmek için kendisinden izin istemeye gelen dostlarına; “Geri dönersiniz. Amma beni bulamazsınız. Hakkınızı helal edin.” derdi.
Seyyid Hicâbî hazretleri bir müddet sonra Tosya’da bulunan ulemâdan Mâhir Efendinin gelmesi için haber gönderir. Haberi alan Mâhir Efendi on iki saatlik mesâfeyi sekiz saatte alarak huzur-ı saâdetlerine ulaşır. Seyyid hazretleri ona bakarak, “Molla Mâhir görüyorsun. Biz pazarlığı ilerlettik. Cenâb-ı Hakk’ın emrini bekliyorum. Vasiyetlerimin yerine getirilmesine dergâh ve medresenin memuriyetine ve talebelerin yetiştirilmesine gayret ve himmet et. Benim için müteessir olma. Aradığım bu gün idi. Hemen ölüm hâlimizin güzel ve kolay olması için duâ edin.”, diye buyurur. Sonra dâmâdı Keskinzâde’ye kütüphânedeki emânetler içerisinde bulunan ve muhterem pederlerine Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri tarafından ihsân edilen yeşil tâcın tabutları üzerine konulmasını, kabirlerinin pederlerinin kabrinden küçük yapılıp süslü olmamasını ve dergâha hizmeti terk etmemesini vasiyet eder.
Cumâ günü öğleden sonra yanlarına girmekte olan hanımlarına, kızlarına ve hizmetçilerine hitâben, “Bizim etrafımız artık mukaddes ruhlar ile doldu. Çok dikkatli hareket edin ve çok seyrek olarak girip çıkın.”, diye buyurur. Ġkindiye yakın abdest alarak ağızlarına bundan böyle dünyâ nîmetlerinden bir şey almayacaklarını ve Rabbi teâlâ ile meşgûl bulunacaklarını beyân buyurur. O gece beş-altı senedir dergâhın imâmlık vazîfesini gören Hâfız Emin Efendi ile Hâfız Sûzî Efendi iki taraftan nöbetle sabaha kadar Kur’ân-ı kerîm okurlar. Ahmed Hicâbîhazretleri seher vakti âhirete irtihâl eyler.
Vasiyeti gereğince mezarı babasının mezarından daha küçük yapılmıştır. Baş şahidesinin kavuğu üzerinde, asılmış bir tesbih motifi; kitabesinde ise şu yazı vardır;
“Hoca Şeyh Ahmet Siyahi hazretlerinin ferzend-î hüsnü’l meabı ve kaimmakam-ı irşad ve intisabı ve nüsha-i ilm ü irfanın ümmil kitap faslü’l hitabı Mevlana Hoca es-seyyid Şeyh Ahmet Hicabî hazretlerinin ruhuna fatiha.”
Ayak şahidesinde ise şeyhin on beş yıl irşat makamında bulunduğu ve
1306/1888 yılında altmış altı yaşında vefat ettiği belirtildikten sonra Ahmet Mahir Efendi tarafından kaleme alınan şu manzume yazılıdır:
“Hoca Seyyid ki anın Ahmet Hicabı namıdır,
Salikan-ı rah-ı hakka oldu bunda kıblegah.
Etmiş idi hak anı insan-ı kamil bil vücuh,
Himmeti asandır, işte anın bu hankah.
Öyle bir hurşid-i evc-i ilim ve ilham idi kim,
Keşf oturdu halka-i feyzinde her bir iştibah.
Mürşid-i irfan-ı meab ve fazıl ü ali cenap,
Varis-i ilm-i nebi ve arif-i sırr-ı ilahî;
Düştü bir necm-i şeref cevher gibi Mahir yere
Ma’kad-ı sıdk-ı hüdayı etti Seyyid nazgah”
Şeyh Ahmet Hicabi hazretlerinin kabrinin bulunduğu hazire etrafı demir parmaklıklı ihata duvarı ile çevrilmiş olan bahçenin içindedir. Güney köşesinde bir de kütüphane bulunan bahçeye doğu tarafındaki demir kapıdan girilmektedir. Mezarların şekli ve ait olduğu zevat hakkındaki şunlardır;
1- Bakana göre sağdan birinci mezar Ahmet Siyahî Efendi’ye aittir. Baş şahidesinin kavuk ve kitabe kısmı siyahtır. Mermerden yuvarlak biçimdeki şahide üzerinde bu zatın, Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerinin hulefasından olduğu anlatılıp fatiha dileği ile yazı sona ermektedir. Yine mermer olan ayak şahidesinin üst kısmında şeyh efendinin 100 yıl yasadığı, 50 yıl irşadda bulunduğu ve 1291/1874 yilinda vefat ettiği belirtildikten sonra, “Kutb-i devran-ı cihan Ahmet Siyahı şanı kim ../’ beytiyle başlayan on beyitlik bir manzume yazılıdır.
2- İkinci Mezar Seyyid Ahmed Hicabi hazretlerine aittir.
3- Ahmed Hicabi hazretlerinin kendisinden önce vefat eden oğlu Mehmed Necmeddin efendi
4- Kastamonu eşrafından ve salihinden Keskinzade Ahmed Rıza Efendi
5- Kesme taştan yapılmış ve üzeri açık olan bu mezarın şahidesi yoktur ve kime ait olduğu belli değildir.
Şeyh Ahmed Siyahi hazretlerinin vefatından sonra dergahda şeyhlik yapan Şeyh efendiler ;
Şeyh Ahmed Siyahi hazretleri
Şeyh Seyyid Ahmed Hicabi hazretleri
Şeyh Müderris Arif Efendi ( Ahmed Hicabi hazretlerinin kardeşi Abdulaziz Efendi’nin oğlu)
Şeyh Mehmed Sadeddin Efendi (Müderris Arif Efendi postnişin olmuş fakat bir süre sonra amcası Mehmet Sadeddin Efendinin Şeyhülislamlık makamına vaki itirazı haklı bulunarak 12 şevval 1310 tarih ve 409 no’lu kararla şehylik makamına bu zat atanmıştır. )
Şeyh Müderris Arif Efendi ( 1314 de tekrar Şeyh Olmuştur.)
Şeyh Mehmed Nureddin Efendi
Şeyh Ahmed Siyahi hazretlerinin türbesi ; Kastamonu – Merkez’de Çuhadar sokak ile Kuyulu sokak kesişimindeki dergahında
Son Halifemiz Kastamonu’lu Şeyh Ahmed Siyahi Efendi’dir. Mevlana Halid Bağdadi
Şeyh Ahmed Siyahi Hazretleri H.1191/M.1777 senesinde Kastamonu’da doğdu. Şehrin önde gelen alimlerinden ilim tahsil etti. Çorum’da Yusuf-i Bahri Efendiden hadis ilmini öğrenip Hafız-ı Hadis unvanı aldı. Çerkeşli Şeyh Mustafa Efendinin sohbetlerine katıldı.
Mustafa Efendi, Ahmed Siyahi Hazretlerini, Nakşibendiyye yolunun büyüğü Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretlerine talebe olarak gönderdi, başına siyah sarık sarması sebebiyle hocası tarafından Siyahi lakabı verildi. H.1243/M.1827 senesinde Halid-i Bağdadi Hazretleri tarafından icazet (diploma) verilerek insanları irşad vazifesi ile Kastamonu’da görevlendirildi. H.1291/M.I874 senesinde vefat etti. Yerine halife olarak oğlu Seyyid Ahmed Hicabi Hazretleri geçti.
Yetişmesi ve İlim Tahsili
Şeyh Ahmed Siyahi hazretleri hicri 12. yüzyılın sonlarında Kastamonu’nun Kırkçeşme Mahallesi’nde Sa’diyye tarikatının salihlerinden demirci Ahmed Baba’nın soyundan dünyaya gelmiştir. Henüz küçük bir çocukken şefkatli anasının, derviş meşrebli babasının merhametli ellerinde dervişane vera (takva ve zühd) sahibi olarak terbiye görmüştür. Kur’an-ı Kerîm öğrenmek için ilk defa önünde besmele çektiği Şaban Hoca Efendi‘nin sahip olduğu zühd (dünyaya dalmamak) ve vera (şüpheli şeyleri terketmek, titiz davranarak takvanın bir üst mertebesine ulaşmak) onda doğuştan bulunan zahidlik kabiliyetine başka bir letafet ve parlaklık katmıştır.
Gençliğinde gördüğü bu sofiyane terbiye sayesinde gerekli ilimleri tahsil ettikten sonra, kendini Kasabalı Mehmet Efendi adındaki vera sahibi, temiz ahlaklı bir zatın terbiye edici eline teslim etmiştir. Daha sonra zühd ve salihlikle meşhur olan Amasyalı Uzun Ali Efendi merhumun istifade halkasına devam ederek, ilim ve fazilet dairesini genişletmeye çalışmıştır.
Bir müddet değerli alimlerden ve Nakşibendi şeyhlerinden (Kastamonu’da bulunan Numaniye Medresesi’nin kurucusu ve müderrisidir) Hoca Numan Efendi‘nin ilim ve irfan kütüphanesiyle Üveysi azizlerinden Buharî Abdülazîz Efendi‘nin olgunluk kazandıran kürsüsünden ilmî ve amelî feyizler elde etmeye mümkün mertebe gayret ve himmet etmiştir. İrfan ve fazilet fikirleri genişledikçe, kemal elde etmeye şevk ve gayreti arttığından olmalıdır ki, altında bulunduğu ihtiyacın, ağır yükün çekilmez sıkıntısı altında, fakirlik ve sabrı kıran darbesine, sofiyane metanetini koruyucu bir siper edinerek, o zamanlar alimler merkezi denmeye layık olan Amasya’ya yönelerek. Mantıkçılar arasında eşsiz Hoca Payas‘tan ve ilmi tefsirde Beyzaviye denk olan Hoca Muhammed Caniki Hazretleri’nden gerekli kitapları okuyup tamamlayarak icazet almıştır.
Dönüşünde Çorum vilayetinde feyiz nurlarıni yayan Yusuf Bahrî Hazretleri‘nden hadîs ilmini öğrenerek, rivayet silsilesini tashih suretiyle, kendisiyle sohbet şerefini elde etmiş olan hemşehrilerinin söylediğine göre, hadis hafızı unvanını haiz olacak kadar Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in hadîs-i şerîflerini ezberlemiş olarak doğduğu yer olan Kastamonu’ya dönmüştür. Bu sırada meşhur Ayaklı Kütüphane’nin en kıymetli talebelerinden olan ve mezkur beldenin Namazgah Medresesi Müderrisi Hoca Osman Efendi Merhum’dan tefsir, meanî ve kelam ilimleri okumuştur.
Mevlana Halid Bağdadi Hazretleriyle buluşması
İlim tahsil ettiği dönemlerde tatil günlerinde birkaç defa Çerkeş’e giderek, Halveti Tarîkatı’nın müceddidlerinden Şeyh Mustafa Efendi Hazretleriyle sohbet etmiş ve ondan inabe (tarikat dersi) istirham etmişse de, Mustafa Efendi; “Senin feyzine sebep olacak zatın adı Halid olacaktır. Onu ara!‘ şeklinde irşad olunmuştur.
Bu irşad edici kılavuzun irşadının şevkiyle aşıkane fikirleri kaynamaya başlayıp, gizlice işaret edilen mürşidine doğru koşmak isterken ve bir takım imkansızlıklar içerisinde şeyhine ulaşmaktan mahrum iken, memleketin zenginlerinden Abdulbakîzade Hacı Numan Ağa isminde cömert, yüksek ahlaklı bir seveninin nakdî yardımı ve himmetiyle Hicaz cihetine yöneldi. Derken cennet kokulu Şam’a ulaşınca, Yüce Nakşibendî Tarîkatı’nın en mükemmel müceddidi (yenileyicisi), Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretleri (Kuddise Sirruhü) ile buluştu. Ahmed Siyahî Hazretleri, insanların ve cinlerin peygamberinin sünnetlerine uygun olarak, siyah sarık sarınmayı alışkanlık haline getirdikleri için, Halid-i Bağdadî hazretleri tarafından “Siyahi lakabına mazhariyetle maksadına ulaşmış, sülük erbabı için gerçekten cihan kıymetinde bir nimet denmeğe layık bir şekilde O’nun maiyyetinde Hicaz’a doğru yönelerek, halkın kıblegahı olan, Kabe’yi tavafla mutlu olmuş, Cenab-ı Hakk’ın sevgilisinin Ravza-i Mutahhara’sını ziyaretle tecellilere mazhar olmuştur.
Ahmcd Siyahî Hazretleri Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere ziyaretlerini mürşidi Halid-i Bağdadî Hazretleri ile birlikte nice tarikat sırlarına vakıf olarak îfa edip hac farizasını yerine getirdikten sonra, o yüce terbiye edicinin tarikat nurlarınıyaymak üzere mürşidinin verdiği icazemameyi alarak H. 1242 (1826) senesi başlarında Kastamonu’ya dönmüş ve görevi gereği salihlerîn terbiyesine başlamıştır.
Ahmed Siyahî Hazretleri, Halid Bağdadi hazretlerinin en son halifesi