Hace Alaaddin Attar (k.s.)

 

Hace Alaaddin Attar (k.s.) hazretlerinin kabrisi Şerifi ; Özbekistan – Tirmiz’e 130 km uzaklıktaki Namazgah bölgesinde

Buhârâ’da yetişen en büyük velîlerden. İnsanları Hakk’a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on altıncısı. İsmi Muhammed bin Muhammed Buhârî, lakabı Alâeddîn’dir. Doğum yılı belli değildir. 1400 (H.802) senesinde Buhârâ’nın Cağanyân nâhiyesinde vefât etti.

Alaeddin-i Attar’ın babası, Buhara’nın zengin eşrafından idi. Üç oğlu vardı. Bunlardan büyük oğullarının isimleri; Şehâbeddîn ve Hâce Mübârek’tir. Alâeddîn en küçükleri idi. Babası vefât edince, oğullarına çok fazla mal kaldı. Fakat Alâeddîn hiç miras kabûl etmeyip, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî’ye talebe olmayı tercih etti. Huzûrlarına varıp hâlini arz etti ve talebeliğe kabûl buyrulmasını istirhâm eyledi. Behâeddîn Buhârî hazretleri Alâeddîn’e nazar ettikten sonra;
“Evlâdım bizim yolumuzda çeşitli mihnet ve sıkıntılar vardır. Dünyâyı ve nefsini terketmek vardır. Sen bunları yapabilecek misin?” buyurunca, Alâeddîn derhal;
Yaparım efendim!” diye cevap verdi.
Öyleyse bugün bir küfe elma alıp, kardeşlerinin mahallesinde sat!” buyurdu. Alâeddîn, soylu ve tanınmış bir âileye mensûb olmasına rağmen, kibirlenmeyerek, kardeşlerinin mahallesinde, hiç kimsenin sözüne aldırış etmeden, bağıra bağıra elma sattı. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend’in huzûruna gelerek;
Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim.” dedi. Behâeddîn-i Buhârî;
“Bugün de kardeşlerinin dükkanı önünde satacaksın.” buyurdu. Alâeddîn; “Peki efendim!” diyerek, ağabeylerinin dükkanı önünde bağıra çağıra elma satmaya başladı.
Ağabeyleri yanına gelip; “Bizi elâleme rezil etme, para lâzım ise, istediğin kadar verelim, mîrâsından daha fazlasını al, fakat bu işi bırak.” dediler. Alâeddîn hiç dinlemeyip elma satmaya devâm etti. Ağabeyleri;
Mâdem satacaksın, bizim dükkanın önünde satma, git başka yerde sat!” diye ısrâr ettiler. O yine dinlemedi. Bunun üzerine kendisine pekçok hakâret ederek, dövdüler. Ne var ki, Alâeddîn-i Attâr hiçbir şeye aldırış etmedi. Verilen emre göre hareket etmeye devâm etti. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend hazretleri;
Artık bu iş tamamdır.” diyerek elma satışı işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabul buyurdu.

Alâeddîn-i Attâr hazretleri anlatır: “Şâh-ı Nakşibend hazretleri beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ve sohbetlerinden ayrılamıyacak hâle geldim. Bu hâlde iken, birgün bana dönüp;
Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?” buyurdu.
İkrâm sâhibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir.” diyerek cevap verdim. Bunun üzerine;
Bir müddet bekle, işi anlarsın.” buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; “Gördün mü, sevgi benden midir. Senden midir?” buyurdu.

Alâeddîn-i Attâr talebeliğe kabûl edilince, canla başla çalışmaya, hizmet etmeye başladı. Gece-gündüz hiç boşa vakit geçirmeyip, hocasının verdiği dersleri ve vazîfeleri en kısa zamanda yapmak gayretiyle çalıştı. Talebe arkadaşlarının arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döşek ve üzerine örtecek bir yorgan bile almazdı. Bütün dikkatini, derslerine ve hocasının hizmetine verdi. Hocası Behâeddîn-i Buhârî de onun kemâlini, olgunluğunu, derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, birgün hanımına; “Ey hâtun! Kızımız bülûğa erişince bana haber ver.” buyurdu. Bir müddet sonra kızının bülûğ çağına geldiğini öğrenince, Alâeddîn-i Attâr’ın odasına gitti. Bu sırada Alâeddîn-i Attâr, eski bir hasır üzerinde kitap mütâlaa ediyor, okuyordu. Odasında, başının altına koymak için bir de tuğlası vardı. Başka bir şeyi yoktu. Behâeddîn-i Buhârî’yi karşısında görünce, hemen ayağa kalktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Eğer kabûl edersen, evimde yeni bülûğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim.” Alâeddîn-i Attâr, edeble durumunu arzetti: “Hakkımda büyük bir lütuf ve saâdet buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz ki, yanımda dünyâlık olarak hiçbir şeyim yoktur.” Behâeddîn-i Buhârî ise; “Benim kızım sana müyesser ve mukadderdir. Rızkınızın da, Allahü teâlânın gayb hazînesinden gönderileceği bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme!” buyurdu.

Behâeddîn-i Buhârî, talebeleriyle birlikte Alâeddîn’e bir ev yapmak için çalışmaya başladılar. O sıcak yaz günlerinde bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında dinlenirlerdi. Herkes gölgede istirahat ederken, Alâeddîn-i Attâr hazretleri güneş altında dinlenirdi. Diğer talebeler güneşin Alâeddîn hazretlerine gölge yaptığını hayretle görürlerdi. Alâeddîn-i Attâr hazretleri o hâlde iken Allahü teâlânın yarattıkları hakkında tefekkür eder ve Cehennem’in şiddetli sıcağı yanında, güneşin sıcaklığının hissedilmeyeceğini düşünürdü. Bir ân dahi Allahü teâlâyı unutmaz, kalbinde O’nun muhabbetinden başka bir şey bulundurmazdı. Öyle ki, bütün hücreleri cenâb-ı Hakk’ı zikreder; “Allah! Allah!” derdi.

Ev tamamlanınca, düğünleri yapıldı. Böylece iffet ve ismet sâhibi, temiz ve edebli bir kızla evlenmiş oldu. Bu hanımından; Hâce Hasan, Hâce Şehâbeddîn, HâceMübârek, Hâce Alâeddîn isimlerinde oğulları dünyâya geldi.

Behâeddîn-i Buhârî hayatta iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini Alâeddîn-i Attâr’a bırakıp; “Alâeddîn, bizim yükümüzü hafifletti.” buyurdu. Sohbetinin bereketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi, kemâl derecelerine çıkardı.

Alâeddîn-i Attâr, evliyâlık makamlarında ve mârifette, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgilerde o kadar yükseldi ki: “Alâiyye” ismi ile Silsilet-üz-Zeheb’e (en büyük âlimler ve velîler silsilesine) yeni bir şekil verdi. Talebelerin maksadlarına daha çabuk kavuşabilme yolunu keşfedip, o yol ile hedefe varılmasını sağladı. Büyük âlimler;
“Tasavvuf yollarının en yakını “Alâiyye yoludur”. Bu yolun esâsı Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî’den, elde edilmesi ise Alâüddîn-i Attâr’dandır.” buyurdular.
Alâeddîn-i Attâr anlatır: “Dervişlerden biri, birgün bana, kalbin nasıl olduğunu sordu.
“Nasıl olduğunu bilmiyorum.” dedim. O;
“Ben kalbi, üç günlük ay gibi görüyorum.” dedi. Bunu üstâdım ve efendim Şâh-ı Nakşibend hazretlerine anlattım.
“Bu, onun kalbine göredir.” buyurdu. Ayakta duruyorduk. Ayağını ayağımın üzerine koydu. Birden kendimden geçtim. Bütün mevcûdâtı, Arş-ı a’lâyı kalbimde bir arada gördüm. Kendime gelince;
“Gördüklerini anlat.” buyurdu. Anlattım. Bunun üzerine;
“Gönül budur. O dervişin sandığı gibi değil. Allahü teâlâya, kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Mahlûkların en üstünü, en şereflisi kalbdir. Kalb, bilinmiyen sırlarla dolu bir âlemdir, her şeyi kendinde bulundurur. Görüldüğü gibi kalb, her şeyden geniş bir latîfedir. Böyle olunca, onu bir kimse nasıl anlayabilir. Bunun için hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ; “Yere ve göğe sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım.” buyurdu. Bu, derin sırlardandır.” buyurdu.

“Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, ömrünün son günlerinde bana kabrini kazmamı emir buyurdu. Gidip, emredildiği gibi kabri kazdıktan sonra huzûruna geldim. Yâsîn-i şerîf okumamı istediler. Diğer talebelerle birlikte okumaya başladık. Kendisi de bizimle birlikte okuyordu. Yarısına gelince, nûrlar gözükmeye başladı. Kelime-i tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler.

Bundan sonra Alâeddîn-i Attâr hazretleri zamânında kâmil velîlerin baş tâcı oldu. Halktan olsun, ilim ehlinden olsun irşâd işinde pekçok kimseye doğru yolu göstermede kaynak durumuna geldi. Halkı Hakk’a götüren delillerin en önde gideni idi. Üstünlüğünden yer gök onun aşkını anlatmaya başladı. Yaşadığı asırda İslâmiyeti bütün güzelliği ile kâinâta gösterdi.

Seyyîd Şerîf Cürcânî, Muhammed Pârisâ, Yâkûb-i Çerhî gibi âlimler ve velîler, Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin talebesidir. Bunlardan başka pekçok kimseler, onun vâsıtasıyla hidâyete kavuştu, başkalarını yetiştirecek irşâd makamlarına yükseldi.
Vefâtlarından evvel, talebelerinden biri şöyle bir rüyâ gördü:
“Büyük bir otağ kurulmuş. Otağda Peygamber efendimiz de bulunuyordu. Alâeddîn-i Attâr hazretleri ile hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri de otağın yanında duruyor ve içeri girip Peygamber efendimizi görmek istiyorlardı. Bir ara Behâüddîn-i Buhârî içeri girdi ve bir müddet sonra sevinç ile çıkarak buyurdu ki:
“Bize, kabrimizin 100 fersah mesâfesine defnedilecek her müslümana şefâat etmemiz ihsân edildi. Alâeddîn-i Attâr’a da 40 fersah mesâfedekilere şefâat ihsân edildi. Bizi sevenlere ve ihlâs ile bağlılık gösterenlere de, bir fersah mesâfede olanlar ihsân edildi.” (Bir fersah, altı kilometredir.)

Alâeddîn-i Attâr hazretleri vefâtına yakın talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki:
“Birbirinize sığının! Her işte yolunuz, dînî ölçülere bağlılık olsun! Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet mühim sünnettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi şekilde ona devâm ediniz! Eğer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir ânda büyük derecelere kavuşursunuz. Hâlinizin dâimâ yükselişte olması lâzımdır.”

1400 (H.802) senesinde, bel ağrısıyla başlayan bir hastalığa yakalandı. 2 Receb Perşembe günü yatağa yattı.
Talebelerinden Şeyh Safiyyüddîn anlattı:
“Hocam, hayatlarının sonunda ve yakınlarının huzûrunda bu fakîr hakkında buyurdu ki:
“Yirmi yıldan fazla bir zamandırSafiyyüddîn ile aramızda, Allahü teâlânın rızâsı için olan bir dostluk vardır. Elbette bu dostluk bozulmaz.” Ben orada olmadığım bir günde; “Ondan râzıyım. Allahü teâlânın Resûlünün, Eshâb-ı kirâmından râzı oldukları gibi.” buyurmuşlar.”
Alâeddîn-i Attâr, yine vefâtına yakın buyurdu ki:
“Allahü teâlânın inâyeti ve Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin himmeti ile, müsâade edilseydi, bir nazarda bütün insanları vilâyet mertebesine kavuştururdum. En önce Allahü teâlânın ezelî inâyetini görmek ve bundan ümitli olmak lâzımdır. Bundan bir ân gafil kalmamalıdır. Dâimâ muhtâc olduğunu düşünmelidir. Allahü teâlânın küçük bir gadabını çok büyük görmeli, titremeli ve çok korkmalıdır.”
Son hastalıklarında, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhâniyeti ile hayli sohbet etti. Buyurdu ki:
“Dostlar ve azîzler hep gitti. Bazıları da arkalarından gitmek üzeredir. Elbette o âlem, bu âlemden üstündür.” Bundan sonra bir ara bahçedeki yeşilliğe gözleri takıldı. Yakınlarından biri;
“Ne güzel sebzelik.” deyince;
“Toprak da güzeldir. Bu âleme hiç meylimiz olmamıştır. Dostların gelip bizi bulamayınca, gönülleri kırık dönmelerinden başka kederimiz yoktur.” buyurdu. Receb ayının yirmisine rastlayan Çarşamba gecesi, son nefesinde “Lâ İlâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyerek vefât etti. Vefât ettiği gece, sevenlerinden biri onu rüyâsında gördü. Buyurmuş ki:
“Allahü teâlanın bize verdiği nîmetler ve ihsânlar, yazı ile, söz ile anlatılamaz. Bunlardan en küçüğü şudur ki: Kabrimin kırk fersah uzaklığına defnedilmiş olanların, benim şefâatim ile affolunacağı, magfiret buyurulacağı bildirildi.”

 MUBAREK SÖZLERİ

Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetlerinde ve çeşitli suâller karşısında buyurdukları kalbe şifâ olan sözlerinden bâzıları şu şekildedir.
Tasavvuf yoluna giren ve bu yolda ilerlemek isteyen sâlikin, talebenin durumu ve yapacağı işler hakkında:
“Bu yola taklîd ederek girenin, birgün hakîkate kavuşacağına kefîl olurum. Hocam Behâeddîn-i Buhârî, bana kendilerini taklid etmemi emr ettiler. Onları taklîd ettiğim ve hâlen etmekte olduğum her şeyde, onun eser ve netîcesini görüyorum.”
“Nefsi terbiye etmekten maksad, bedenî bağlılıklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularından vaz geçip, Hakkın yoluna mâni olan bağlılıkları terketmelidir. Bunun çâresi şöyledir: “Kendisini dünyâya bağlayan şeylerin hangisinden istediği ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni olmadığını anlamalıdır. Hangisini terkedemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak yoluna mâni olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim hocamız Şâh-ı Nakşibend, o kadar ihtiyatlı idi ki, yeni bir elbise giyse; “Bu elbise falan kimsenindir.” diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi.”
“Şuna inanmalı ki: Hakîkî gâyeye, ancak mürşidin, yol göstericinin, rehberin sevgisi, rızâsı ile erebilir. Bu sebeple, mürşidin rızâsını, sevgisini taleb etmek, müride talebeye düşen başlıca görevdir.”
“Müride, bütün işlerini mürşidine bırakmak düşer. Din işlerini, dünyâ işlerini, her çeşit işini mürşidinin tercihine, tedbirine vererek, mürşidi yanında kendisinin aslâ bir tercihi, seçmesi kalmaya.
Kabir ziyâreti hakkında:
“Bir âlimi ve evliyâyı ziyâret etmekten maksad, Allahü teâlâya yönelmektir. O büyüklerin rûh-ı şerîflerini tam bir yönelme ile ziyâret, cenâb-ı Hakk’ın rızâsına kavuşmaya vesîledir. Nitekim görünüşte halka tevâzu, hakîkatte Hakk’a tevâzudur. Çünkü insanlara Allahü teâlânın rızâsı için tevâzu göstermek makbûldür, kıymetlidir.”
“Sâlih zâtların kabirlerine yakın bulunmanın, iyi yönden çok tesiri vardır. Ancak onların rûhâniyetlerine yönelmek, kabirlerine yakın olmaktan daha iyidir. Zîrâ, iyi tesirin yakınlık, uzaklık ile bir bağlantısı yoktur. Her yer aynıdır. Nitekim, bu mânâda Resûlullah efendimiz; “Her nerede bulunursanız, bana salevât okuyunuz.” buyurdu.
Allah adamları ile sohbet hakkında:
“Allahü teâlânın velî kulları ile sohbet etmek öbür âlemin işlerini yürütmeye yarayan aklı artırır.”
“Allahü teâlânın velî kullarını hergün, iki günde bir kere görmek bırakılmaması gereken sünnettir. Ama edeple, saygı ile.”
Gönülde Allahü teâlânın sevgisini bulundurmak hakkında:
“Bir kimse susup duruyorsa, onun bu hâli, şu üç şeyden boş olmamalıdır. 1. Gönüle kötü duyguların girmesini önlemek, 2. Allahü teâlâyı sessiz sessiz zikretmeyi, anmayı sağlamak, 3. Kalb hallerini gözetmek.
“Gönüle Allahü teâlânın düşüncesinden başkasını koymamaya çalışmak zordur. O gönüle gelen şeyleri tamâmen atıp uzaklaşmak ise, mümkün değildir. Yirmi sene gönlüme bir şey koymamaya çalıştım. Sonra yine geldi. Geldi ama, gönlümde yer bulamadı.”
“Amellerin en güzeli, gönülden geçenleri araştırmaktır. İyi mi geliyor, kötü mü geliyor bilmektir.”

KERÂMET VE MENKÎBELERİ
SÖKÜP  GÖTÜREMEDİ!

Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, birgün talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehrin üzerinden geçiyorlardı. Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabardığından birçok ağacı kökünden söküp götürüyordu. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri;
“Alâeddîn atla!” buyurdu. Alâeddîn-i Attâr hazretleri, kendini hemen nehrin azgın sularına attı. Sular Alâeddîn’i derhâl yuttu. Diğer talebeler şaşkınlık ve korku içinde idi. Ancak hocalarına da bu işin esrarını soramıyorlardı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, talebeleriyle yoluna devâm ederek kırlarda bir müddet gezdi. Akşam üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, talebelerine;
“Biz kaç kişiydik, bir eksiğimiz var mı?” diye sordu. Talebeler de;
“Bir kişi eksiğimiz var. O da sabahleyin buradan geçerken nehre atlamıştı.” dediler. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ellerini nehre uzatarak;
“Alâeddîn gel!” buyurdu. Alâeddîn-i Attâr nehirden çıktı. Elbiseleri hiç ıslanmamıştı.Behâeddîn-i Buhârî, talebelerine buyurdu ki:
“Görüyorsunuz, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâeddîn’in kökü sağlam olduğundan söküp götüremedi.”

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.410-983

2) Hadâik-ul-Verdiyye; s.144

3) Nefehât-ül-Üns; s.428

4) Reşehât(Osmanlıca); s.162

5) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.70

6) Makâmât-ı Nakşibendiyye; s.180, 182

8) İrgâm-ül-Merîd; s.60

9) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.166

10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.265

[/toggle]

Hace Yusuf Hamedani (k.s.)

Hace Yusuf Hamedani (k.s.)’nin kabri şerifi Türkmenistanın Merv şehrindedir.

Altın silsilenin dokuzuncu halkası Yusuf Hemedani Hazretleri, Türk dünyasının islamlaşmasını, Anadolu’nun Türkleşmesi ve islamlaşmasını sağlayan Yesevilik ile Nakşiliğin kolbaşı. Adı Yusuf bin Eyyüb, künyesi ebu Yakub, nisbesi Hemedanî.

440/1048 yılında Rey ile Hemedan arasında Büzencird adlı bir köyde doğdu. Çocukluk yıllarını memleketinde geçirdi. Onsekiz yaşına gelince daha fazla okumak, ilim ve irfanını artırmak maksadıyla hilafet merkezi olduğu kadar, ilim makamı olan Bağdat’a gitti. Orada Ebu İshak eş-Şirazi’den fıkıh, ilm-i kelam ve usul tahsil etti. Şirazî, Hemedanî’yi yaşının küçüklüğüne rağmen ilim, irfan ve iyi ahlakı sebebiyle arkadaşlarına tercih eder, akranına örnek gösterirdi.

Hemedanî, Kadı Ebu’l-Hüseyn Muhammed, Ebu’l Ganaim Abdussamed, Ebu Cafer Muhammed gibi muhaddislerden Bağdad, Semerkant ve İsfahan’da hadis aldı. Şeyh Abdullah Cüveynî, Hasan Simnanî’nin sohbetlerine katıldı. Dinlediği hadislerin çoğunu yazdı. Daha sonra zühd ve tasavvuf yoluna yönelerek bir süre riyazat ve mücahedeyle meşgul oldu. Bu arada Gazzali’nin de mürşidi olan Ebu Alı Farmedi’yi tanıyarak müridi oldu. Genç yaşına rağmen şeyhine hizmetle himmetine mazhar oldu.

477/1084 yılında şeyhinin vefatından sonra Herat, Merv ve Rey şehirleri arasında mekik dokudu. Bu bölge halkı onu adeta paylaşamaz olmuştu. Bu şehirlerden her birinde zikir ve sohbet halkaları kurdu. Özellikle Rey şehrindeki tekkesi, emsali görülmedik bir cemaatle dolup taşardı.

515/1121 yılında bir ara tekrar Bağdat’a geldi. Bir yandan halka hadis naklederken, bir yandan da Nizamiye medresesinde fıkıh dersleri okuttu. Hemedanî’nin gerek hadis dersleri, gerekse Nizamiye medresesindeki fıkıh dersleriyle vaazları, halkın büyük bir ilgisine mazhar oldu. Kaynaklar, devrin pek çok alim ve şeyhinin onun bu ders ve sohbetlerine katıldığını kaydetmektedir. Bağdad’da bulunduğu sırada hacc farizasını ifa için Haremeyn’e giden Hemedani, Medine’de bir süre mücavir olarak kaldı. Hac dönüşü Bağdad’a oradan da eski hizmet bölgesi olan Herat, Merv ve Rey şehlrlerine geldi. Vefatına kadar buradaki irşad hizmetine devam etti. Ölümü Herat’tan Merv’e giderken Bamyeyn denilen yerde gerçekleşti. (535/1141) Ancak na’şı daha sonra bugünkü Türkmenistan’da Merv’e nakledilip adına bir türbe yaptırıldı.

Hemedani hazretleri ; Uzuna yakın orta boylu, zayıfça bedenli. çiçek bozuğu kumral saçlı ve buğday benizli idi. Güler yüzlüydü. Sakalına pek az ak düşmüştü. Suret ve sireti kadar zühd ve takvası da mezhebinin imamı, İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye benzerdi. Kat ve hal sahibi, ilim ve irfan ehliydi. Evliya’nın kümmelininden, süfîlerin önde gelenlerindendi. Sırtında daima yamalı yün elbise bulunurdu. Hilim ve merhamet abidesiydi. Kuran okumaya çok düşkündü. Mevla sırrını takdis eylesin

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Altın Silsile , H. Kamil Yılmaz, Altınoluk yayınları , sy75
[/toggle]

Hace Kadı Muhammed Zahid (k.s.)

 

Kadı Muhammed Zahid hazretlerinin kabri şerifi ; Özbekistanın Surhanderya Eyaletinde, Altınsay İlçesinin Vahşuvar köyündedir.

Evliyânın büyüklerinden, insanları Hakka da’vet eden, doğru yolu göstererek saadete kavuşturan ve “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin ondokuzuncusudur. Semerkandlı olup, doğum târihi bilinmemektedir. 936 (m. 1529) senesinde Semerkand’a bağlı Hisâr’ın Vahş köyünde vefât etti. Kabr-i şerîfi oradadır.

Kâdı Muhammed Zâhid Semerkandî, silsile-i âliyye büyüklerinden olan Ya’kûb-ı Çerhî hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur. Hocası, her ilimde söz sahibi Ubeydüllah-i Ahrâr’dır. Bu hocasının sohbetine kavuşmadan önce, çok gayretler sarfedip, nefs mücâhedesi yaptı. Nefsini ıslâh etmek için uğraştı. Bu hâli yıllarca sürdü. Daha sonra Ubeydüllah-i Ahrâr’a 883 (m. 1429) senesinde talebe oldu. Oniki sene sohbetinde ve hizmetinde bulundu. Ondan feyz alarak kemâle erdi. Vefâtından sonra da yerine irşâd makamına geçip, insanlara feyz vermek üzere halîfesi oldu.

Kâdı Muhammed Zâhid, “Silsilet-ül-ârifîn” adlı eserinde, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine talebe olmasını şöyle anlatmıştır: “Hocama talebe oluşum şöyle vukû’ bulmuştu: Şeyh Ni’metullah adında bir ilim talebesi ile Semerkand’dan Hirat’a ilim öğrenmek için yola çıkmıştık. Şâdmân köyüne varınca, havanın çok sıcak olması sebebiyle, günlerce o köyde kaldık. Biz burada iken, Ubeydüllah-i Ahrâr bu köye teşrîf etti. Bir ikindi vakti ziyâretine gittik. Bana; “Sen neredensin?” dedi. “Semerkand’danım” dedim. Sonra sohbete başladı. Çok güzel konuşuyordu. Konuşması sırasında benim kalbimden ve hatırımdan geçen şeyleri bir bir saydı. Hirat’a gitmek için yola çıkmamın sebebini de söyledi. Bunun üzerine kalbim ona tamamen tutuldu. Sonra bana dedi ki: “Eğer maksadın ilim öğrenmekse, o iş burada kolaydır.” iyice anladım ve kanâat getirdim ki, benim hatırımdan geçen şeyleri biliyordu. Buna rağmen kalbimden Hirat’a gitme arzusu çıkmadı. Bu düşüncemi de keşfedip anladı. Sonra kalkıp bana doğru yaklaştı ve; “Hirat’a gitmekten maksadın nedir? Söyle bana, ilim mi öğrenmek, yoksa tasavvufda mı yetişmek istiyorsun?” dedi. Heybetinden dehşete kapıldım ve sustum. Yanımdaki yol arkadaşım cevap verip; “Onun asıl maksadı Hirat’a gidip tasavvuf yoluna girmektir, ilim öğrenmeye gidiyorum demesi, bu maksadını gizlemek içindir” dedi. O da tebessüm etti. Bunun üzerine; “Eğer böyle ise, çok iyi ve güzeldir” dedi. Sonra beni alıp, bahçesine doğru götürdü, insanların gözünden kayboluncaya kadar yürüdük. Sonra durdu, elimi tuttu. Elimi tutar tutmaz, ben kendimden geçmeye başladım. Ben kendimi kaybedinceye ve kendimden geçinceye kadar tuttu. Ayıldığım zaman bana dedi ki: “Herhalde sen benim yazımı okuyabilirsin.” Sonra cebinden bir kâğıt çıkarıp okuduktan sonra katladı ve bana verdi. “Bunu muhafaza et. Bunda ibâdetin hakîkati, itaat, huşû’ ve Allahü teâlânın azameti karşısında insanın acizliği yazılıdır. Bu saadet, Allahü teâlânın muhabbetiyle ve O’nun Resûlü Seyyid-ül-evvelîn vel-âhırîne ( aleyhisselâm ) tâbi olmakla ele geçer. Bunun için, din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetinde bulun. Onlardan fâideli ilim öğren. Tâ ki Resûlullaha ( aleyhisselâm ) tâbi olmak sûretiyle ma’rifet-i ilâhiyyeye kavuşasın. Ulemâ-i sû’dan (kötü din adamlarından) uzak dur. Çünkü onlar, dîni dünyâ malı toplamak için ve makama, mevkîye kavuşmak için âlet ederler. Helâl, haram ayırmadan bulduğunu yiyen ve dîne uygun olmayan işler yapan sapık tarikatçılardan uzak dur. Yine Ehl-i sünnet i’tikâdına uymayan sapık kimselerden de uzak dur!” Sonra Fâtiha-i şerîfe okudu ve bana Hirat’a gitmem için izin verdi. Bundan sonra emri üzerine yola çıktım. Mevlânâ Sa’düddîn Kaşgârî’ye götürmem için bir mektûp verdi. Mektûba, bana yardımcı olup, korumasını yazmıştı. Bunu görünce, kalbimi tamamen bir muhabbet, ihlâs sardı. Fakat Hirat’a gitme azmim kırılmadı, vazgeçmedim. Mektûbu alıp yola çıktım. Yolda ilerledikçe, bindiğim hayvan yavaşladı, gücü kalmadı. Yol almaktan âciz kaldım.

Buhârâ’ya altı fersah (36 km. kadar) mesafe kalmıştı ki, yolun bu kısmında şiddetli bir göz ağrısına tutuldum. Günlerce orada kaldım, iyileşince yola çıktım. Bu sefer humma hastalığına tutuldum. O zaman anladım ki, eğer yola devam edersem helak olacağım! Gitmekten vazgeçip, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın yanına dönüp, onun sohbetinde ve hizmetinde bulunmaya karar verdim ve geri döndüm. Taşkend’e vardığım zaman, kitaplarımı, eşyamı ve binek hayvanımı bir arkadaşıma emânet olarak bıraktım. Bu sırada Ubeydüllah-i Ahrâr’ın talebelerinden biriyle karşılaştım. Ona; “Gel, beraberce Ubeydüllah-i Ahrâr’ı ziyârete gidelim” dedim. Bana; “Binek hayvanın ve kitapların nerede?” dedi. “Bir arkadaşıma emânet olarak bıraktım” dedim. “Git onları benim eve getirip, bırak. Sonra beraberce ziyârete gideriz” dedi. Ben onları almak üzere giderken, bir de baktım ki, birisi bana; “Hayvanın ve eşyâların kayboldu!” dedi. Hayret ettim, oturup düşünmeye başladım ve kalbimden; “Herhalde gelir gelmez ilk önce ziyâretine gitmediğim için Ubeydüllah-i Ahrâr bana kırıldı. Bu sebeple bineğim ve eşyâlarım kayboldu” düşüncesi geçti. Herşeyden önce onu ziyârete gitmeye karar verdim. Tam bu sırada birisi gelip; “Binek hayvanın ve eşyaların bulundu” dedi. Emânet bıraktığım kimsenin yanına gittim. Bana dedi ki: “Ey Muhammed! Senin binek hayvanını emânet aldığımda, onu bir yere bağladım. Biraz sonra gözden kayboldu. Aramaya başladım, bulamadım. Üzgün üzgün geri döndüm. Dönerken bir de gördüm ki, senin binek hayvanın sokak ortasında, insanlar arasında üzerindeki eşya ile beraber aynen duruyordu. Hayret ettim, bu kadar kalabalık arasında ona kimse dokunmamıştı.” Sonra binek hayvanımı ve eşyâlarımı alıp Semerkand’a Ubeydüllah-i Ahrâr’ın yanına gittim. Huzûruna varınca, bana bakıp tebessüm ederek; “Hoş geldin” dedi. Bundan sonra sohbetine ve hizmetine devam edip, yanından ayrılmadım.”

Ubeydullah Ahrar ile Muhammed Zahid hazretleri’nin beraberliği kısa sürdü. Tekrar doğum yeri olan Vahş’a döndü. Müridleriyle beraber Nakşi geleneğini yaydı. Kâdı Muhammed Zâhid hazretleri, asrının âlimlerinin en büyüklerinden olup, tasavvuf ilminde ve hâllerinde mütehassıs ve ilâhî sırların gizliliklerine vâkıf idi. Kendinden sonra, kız kardeşinin oğlu Derviş Muhammed, yetiştirdiği velîler arasında en büyüğüdür.

Kadı Muhammed Zahid hazretleri doğduğu yer olan Vahş’ta 936 Rebiul-evvelinde (1529) vefat etti ve orada defnedildi. Kabri , Özbekistan’ın Surhanderya eyaletinde, Altınsay ilçesinin Vahşuvar köyündedir.

[toggle title=”Kadı Muhammed Zahid hazretlerinin Eserlerinden seçmeler” load=”hide”]Muhammed Zâhid’in (kuddise sirruh) “Mesmûât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid” ve “Silsilet-ül-ârifîn” adlı eserleri meşhûrdur. “Mesmûât” adlı eserinde, hocası Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri’nin sohbetlerinde dinlediklerini toplamıştır. Fârisî lisânda yazdığı bu eseri 155 varak olup, Süleymâniye Kütüphânesi’nde vardır. Bu eserinden ba’zı bölümler:

“İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk yapmasıdır. Kulluğun aslı ve özü ise, her halükârda Allahü teâlâyı unutmamak, gâfil olmamak, tazarru (yalvarma) ve huşû’ (korku) içinde bulunmaktır.”

“İbâdet ile ubudiyet (kulluk) arasındaki fark; ibâdet, dinin emrettiği vazîfeleri yapmak; ubudiyet ise, kalbin gafletten uzak ve dâima Rabbini ta’zim eder hâlde olmasıdır.”

“Temkin makamına kavuşmak için, zarûretsiz söz söylememek lâzımdır. Çok gülmek ve çok konuşmak kalbi öldürür. Temkin makamı, huzûr ve agâh! (gafletten uzak) olmaktan ibârettir ki, bu hâl, gözdeki görme, kulaktaki işitme vasfı gibi hiç kaybolmamalıdır. Kendisini Allahü teâlânın her ân gördüğünü bilmelidir. Böyle bir hâle gelen kimsenin konuşması gerekir. Bu hâle kavuştuktan sonra, (insanları irşâd için) konuşmaması gaflettir. Gaflet ise, kalbin ölmesi demektir. Kalbin gafletten uzak olması, huzûr ve agâh! olmasıyladır. Bu nisbetin sahibi çok çalışmalı, ihtimâm göstermeli ve bu nisbet zamanını iyi muhafaza etmelidir.”

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri buyurdu ki: “Emr-i ma’rûfu ve nehyi münkeri öyle yapmalı ki, ondan netice alınsın. Bunu yaparken, insanların anlıyacağı şekilde yapmak lâzımdır. Hadîs-i şerîfte; “İnsanlara, akılları derecesinde konuş” buyuruldu.” Bir defasında Moğol Hanlarından biri Ubeydüllah-i Ahrâr’ın huzûruna gelmişti. Müslüman olmayan bu Hân, domuz eti yerdi. Ona domuz eti yemek İslâmiyette haramdır dese, yemekten vazgeçmeyecekti. Ona dedi ki; “Domuz etini yemek birçok haysiyyeti kaybettirir. Çünkü hayvanlardan sâdece domuz, dişisini kıskanmaz. Onun etini yemek, insanda gayret ve hamiyyeti yok eder” dedi ve gayretin üstünlüğünü anlattı. O Hân bunu çok ma’kûl bulup, kendisi yemekten vazgeçtiği gibi, askerlerinin de domuz eti yemelerini yasakladı.”

“Gençlik zamanı fırsat ve ganîmettir. Bu kıymetli zamanı ve nefesleri saadet vesilesi yapmayana yazıklar olsun. Se’âdet arayan kimse, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ahlâkı ile ahlâklanmalıdır. Hilm (yumuşaklık), kerem, cömertlik, tevâzu, Îsâr ve diğer ahlâk-ı hamide olan şeylerle ahlâklanmalıdır. Husûsen kalbde Allahtan başka hiçbir şeye bağlılık kalmamasına (mâsivânın terkine) çok çalışmak lâzımdır. Büyükler, “Kalbi mâsivâdan korumak lâzımdır” buyurdular. Bunun için de “Kalb bir ayna gibidir. Karşısına gelen herşeyi gösterir. Kalbden mâsivâ silinip atıldığı zaman, kalbde Allah sevgisinden başka hiçbir şey kalmaz” buyurmuşlardır.”

“Nefsinin isteklerinden, hevâsından uzak dur. Başkasının (nefsinin) emri altına girme ki, Allahü teâlânın rızâsına kavuşasın.”

“Akıllı kimse, bir işi bir haftada veya bir ayda bitiren, dünyâya âit fâideleri kısa zamanda elde eden kimse değildir. Akıllı o kimse ki, bütün çalışmasını ve gayretini dinin emirlerine uymaya sarfeden, işlerini âhırette fâide verecek şekilde yapandır. Bundan daha akıllı kimse ise, bütün gayretini sarfederek, Allahü teâlâdan başka herşeyden yüz çeviren, onları kalbinden çıkarandır. Böyle yapan kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuşur.”

“Himmet, bütün düşünceyi bir iş üzerinde toplamaktır. Büyükler buyurdular ki: “Bir işin hâsıl olması veya bir belânın kalkması için tamamen Allahü teâlâya yönelip istenirse, maksada kavuşulur.” Meselâ hasta olan veya hastası olan kimse; “Yâ Şâfî” diyerek Allahü teâlâya yalvarır, himmetini şifâ hâsıl olması için sarfederse, şifâ bulur. Fakir düşüp çaresiz kalınca, Allahü teâlânın isimlerinden olan “Ganî” ismini, “Yâ Ganî” diyerek söyleyip yalvarırsa, fakirlikten kurtulur. Allahü teâlânın isimlerini söyleyerek O’na yönelmek, kurtuluşa erdirir. Himmetin te’sîri çok büyüktür. Eğer bir kimse yükselmek ve hakîkî saadete kavuşmak için himmet sarfetse, buna kavuşur. Fakat himmetini dünyâ lezzetleri için sarfederse, yolunu şaşırır. Büyükler buyurmuşlardır ki: “Kur’ân-ı kerîme ve himmete karşı durmak mümkün değildir, durulamaz!”

Eğer bir kâfir bile düşüncesini, himmetini bir işin hâsıl olması için toplayıp devamlı o işin hâsıl olmasını istese, taleb ettiği şeye gösterdiği himmet sebebiyle kavuşur. Himmeti, te’sîrini gösterir.

Peygamberler (aleyhimüsselâm), bütün varlıkları ile Allahü teâlâya yönelerek himmetlerini sarfedip, savaşlarda düşmanlarını perişan etmişlerdir, İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atılırken gösterdiği tam himmet üzerine, Allahü teâlâ ateşe; “Ey ateş, İbrâhim’e serin ve selâmet ol!” (Enbiyâ-69) buyurdu ve ateş onu yakmadı.”

“Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan, ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyden çevirmektir.”

“Dünyâya düşkün olmayanlarla, âhıret adamlarıyla oturmak, beraber bulunmak, çok te’sîrli ve fâidelidir. Önce te’sîri anlaşılmasa bile, doğan bir çocuğun hergün yavaş yavaş büyüdüğü gibi, insan yavaş yavaş dünyâya düşkün olmaktan kurtulur.”

“(Herki yek câ heme câ, her ki heme câ hîç câ) Bir yerde bulunan (bir yere bağlanan), her yerde bulunur. Her yerde bulunan (her yere bağlanan), hiçbir yerde bulunamaz.”

“İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ), “Hâlbuki sen (Ey Resûlüm) onların içinde iken Allah onlara azâb verecek değildi, istiğfar ettikleri hâlde de Allah onlara azâb edecek değil” (Enfâl-33) meâlindeki âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken şöyle buyurmuştur: “İslâmiyetin mevcûd olması, Resûlullahın mevcûd olması mesabesindedir. Nasıl ki Resûlullah hayatta iken azap kaldırılmış, insanlara azap gelmemişse, İslâmiyetin bir yerde mevcûd olması ile de (İslâmiyete uymak sebebi ile de) azap kalkar, istiğfar etmek sebebi ile de azap inmez, istiğfar, azâbın gelmesine mâni olur. Bir yandan Allahü teâlânın emirlerine uymayıp, bir yandan da “Estağfirullah, Estağfirullah” demek, istiğfar değildir, istiğfarın ma’nâsı; Allahü teâlânın emirlerine uymak, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. Allahü teâlânın rahmetine ve mağfiretine yol açacak sebeplere yapışmak lâzımdır. Zulüm ve isyan olan işleri yapmaktan sakınmalıdır.”

Kâdı Muhammed Zâhid hazretlerinin “Silsilet-ül-ârifîn” adlı eserinden de ba’zı bölümler şöyledir:

Evliyânın büyüklerinin hâlleri: Zünnûn-i Mısrî hazretleri şöyle buyurmuştur: “Tasavvuf yolunda, cenâb-ı Hakkın dostlarından, sevgili kullarından ba’zıları o hâle gelmiştir ki, eğer bir büyük zât onlara Allahü teâlânın muhabbetinden, azamet ve celâli ile ilgili sözler söylerse, muhabbetleri sebebiyle o hâle gelirler ki, can verirler.”

Şeyh Abdülvâhid bin Zeyd (kuddise sirruh) buyurdu ki: “Bir defasında gazâya gitmeye niyet ettim. Bütün talebelerimi topladım. Mecliste bir şahıs meâlen; “Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen mü’minlerin canlarını ve mallarını Allah Cennet karşılığında satın aldı” (Tövbe-111) buyurulan âyet-i kerîmeyi okudu. Bunun üzerine onbeş yaşında bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş, kendisine pekçok mal mîrâs kalmıştı. Âyet-i kerîmeyi okuyan zâta dedi ki: “Ey Şeyh! Allahü teâlâ mü’minlerden canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın aldı mı? Allah yolunda canını ve malını feda edene Cennet verilecek mi?” dedi. O zât da; “Evet. Allahü teâlânın kelâmı doğru ve va’di haktır” dedi. Genç; “Şâhid ol ki, ben nefsimi ve malımı Allahü teâlâya sattım” dedi. O zât; “Vallahi bu büyük bir iştir. Sen küçüksün. Korkarım ki sabredemezsin ve çaresiz kalırsın” dedi. Bunun üzerine o genç; “Ey Şeyh! Bir kimse cenâb-ı Hakla ahitleşsin ve çaresiz kalsın! Hâşâ ve kellâ. Hiç böyle şey olur mu? Şâhid ol hakîkaten ben nefsimi ve malımı Allah için feda ettim, Allah yoluna adadım ve pişman olmayacağım” dedi. Sonra bütün malını sadaka olarak dağıttı. Bizimle birlikte cihâd için sefere çıktı. Bize ve hayvanlarımıza hizmet etmeye başladı. Biz uyurken o nöbet tutardı. Gündüz oruç tutar, geceleri namaz kılardı. Hepimiz onun bu hâline hayran kalırdık. Tâ ki, Rum diyarına vardık. Biz harp hazırlıklarını yaparken, o genç kendinden geçmiş ve hayran bir vaziyette; “Aynâ-yı merdıyye’ye müştakım, ona kavuşmak istiyorum” der dururdu. O hâle gelmişti ki, arkadaşlarımız onun aklının gittiğini zannediyorlardı. Birgün onu çağırdım ve; “Bu söylediğin sözün ma’nâsı nedir?” diye sordum. Dedi ki: “Bir gün uyumuştum. Rü’yâmda gördüm ki, birisi bana; “Aynâ-yı merdıyye’ye git!” diyordu. Sonra birdenbire bir bahçe karşıma çıktı. Bu bahçenin içinde suyu berrak ve saf akan bir ırmak vardı. Irmağın kenarında hûrîler duruyordu. Hepsi de öyle süslenmişler ve öyle güzel idiler ki, dilim onu anlatmaktan âcizdir. Beni görünce birbirlerine; “Müjde! İşte Aynâ-yı merdıyye’nin zevci” dediler. Onlara selâm verdim ve; “Aynâ-yı merdıyye sizin aranızda mı?” dedim. “Bizim aramızda değil, biz onun hizmetçileriyiz, daha ileri git” dediler, ilerledim. Bir başka bahçe gördüm, içinde her türlü güzellikler vardı. Hâlis sütten bir nehir gördüm. Nehir kenarında, benzerini o âna kadar görmediğim güzellikte hûrîler vardı. Onların güzelliğine hayran oldum. Beni görünce birbirlerine baktılar ve; “Müjde olsun ki, bu, Aynâ-yı merdıyye’nin zevcidir.” dediler. Onlara da selâm verdim ve; “Aynâ-yı merdıyye sizin aranızda mıdır?” diye sordum. “Hayır biz onun hizmetçisiyiz” dediler, ilerledim. Bir Cennet ırmağına rastladım. Etrâfında hûrîler vardı. O kadar güzeldiler ki, bunları görünce önceki gördüğüm hûrîlerin güzelliğini unuttum. Onlara da selâm verdim. “Sana da selâm olsun ey Allahü teâlânın veli kulu” dediler. “Aynâ-yı merdıyye sizin aranızda mı?” dedim. “Hayır, biz onun hizmetçileriyiz, ileriye git” dediler, ilerledim. Saf bal akan bir ırmağa vardım. Bu ırmağın da etrâfında hûrîler vardı. Bu hûrîler güzellikte öncekilerden daha üstün idi. Öyle ki, öncekilerin hepsini unuttum. Selâm verdim ve; “Aynâ-yı merdıyye sizin aranızda mı?” diye sordum. “Hayır, bu gördüklerinin hepsi onun hizmetçisidir, ileri git” dediler, ilerledim. Tek bir inciden yapılmış, ipleri nûrdan bir çadır gördüm. Kapısında ay yüzlü bir hizmetçi bekliyordu. Bu hizmetçi öyle güzeldi ki, göz hayrette kalıyordu. Beni görünce; “Ey Aynâ-yı merdıyye! işte sana eş olacak kimse geldi” dedi. Çadıra yaklaşıp içeri girdim. Aynâ-yı merdıyye (huri) inci ve yakut kaplı altın bir taht üzerinde oturuyordu. Onu görür görmez meftun oldum. Bana; “Hoş geldin ey Allahın evliyâ kulu” dedi. Yaklaştım. Boynuna sarılmak istedim. “Sabret, sen dünyâdasın, henüz vakit var. Yarın gece bizim yanımızda olacaksın” dedi. Bu rü’yâdan sonra birden bire uyandım. “Ey Şeyh! O güzelliğe kavuşmak için sabırsızlanıyorum. Hiç sabrım kalmadı” dedi. Sonra savaş başladı. Genç de savaşıp kahramanlıklar gösterdi. Büyük bir yara alıp yere düşmüştü. Onu kaldırıp baktıklarında gülüyordu. Gülerek rûhunu teslim edip, şehîd oldu.”

Abdullah bin Zeyd ( radıyallahü anh ) şöyle anlatmıştır: “Bir gemiyle yolculuğa çıkmıştık. Gemi rüzgâra kapılıp bir adaya doğru sürüklendi. Adaya yaklaşınca, yanaşıp indik. Adada puta tapan bir adam gördüm. “Neden bu puta tapıyorsun? Bu put, ne fayda sağlar, ne de zarar” dedim. “Siz kime taparsınız?” dedi. “Herşeyi yaratan, her şeye mâlik olan ve her şeye gücü yeten Allahü teâlâya ibâdet ederiz” dedim. “Bunu size kim bildirdi?” dedi. “Allahü teâlâ bize kerîm bir peygamber gönderdi. Onun vasıtasıyla bize bildirdi” dedim. “O peygamber nerededir?” dedi. “Bize Allahü teâlânın gönderdiği dîni bildirip tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât etti. Allahü teâlâya kavuştu.” deyince; “Ondan size hiçbir alâmet kaldı mı?” dedi. “Evet, O, Allahü teâlâdan bir kitab getirdi. Şimdi o Kitâb (Kur’ân-ı kerîm) bizim yanımızdadır” dedim. “Bana gösterin” dedi. Kur’ân-ı kerîmi ona gösterdim. “Ben bunu okumasını bilmiyorum” dedi. Kur’ân-ı kerîmi açıp ona bir sûre okudum. Ben okudum, o ağladı. Sûreyi okuyup bitirince; “Lâyık olan odur ki, kimse bu kelâmın sahibine âsî olmasın” dedi ve hemen müslüman oldu. Kur’ân-ı kerîmden birkaç sûreyi okumayı ve kendisine yetecek kadar din bilgisi öğrendi. O gece yatsı namazını kıldıktan sonra yatma zamanı geldi. O yatmayıp sabaha kadar ibâdet etti. Talebelerime dedim ki: “Bu yeni müslüman oldu. Buna aramızda biraz para toplayıp verelim ki, sıkıntı çekmesin. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; “Bu nedir?” dedi. “Bunu al, kendine nafaka yap ki sıkıntı çekmeyesin” dedim. “La ilahe illallah. Ben daha önce bu adada iken puta tapardım. Allahü teâlâyı bilmezdim, fakat O beni zayi etmedi, korudu. Şimdi ise O’nu tanıyorum. Beni hiç zayi eder mi?” dedi. Üç gün sonra bir haber aldım ki, o yeni müslüman olan kimse hastalanıp yatağa düşmüş. Hemen yanına koştum. Bir isteğin bir hacetin var mıdır?” dedim. “Benim ihtiyâcımı, her ihtiyâcı gideren Allahü teâlâ karşıladı” dedi. Bundan bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rü’yâmda gördüm. Bir bahçe içinde duruyor. Bahçenin üzerinde yüksek bir kubbe, kubbenin altında bir taht üzerine oturmuş. Yanına da bir hûrî oturmuş. Meâlen; “… Melekler de her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir: Sabrettiğiniz için size selâm olsun! Âhıret saadeti ne güzeldir!” (Ra’d:23-24) buyurulan âyet-i kerîmeyi okuyordu.”
[/toggle] [toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1047

2) Behcet-üs-seniyye sh. 11

3) Hadâik-ül-verdiyye sh. 174

4) Umdet-ül-makâmât sh. 82

5) Mesmûât, Süleymâniye Kütübhânesi Es’ad Efendi bölümü No: 1715 Varak: 5a, 13a, 18a, 24a, 25a, 29b, 55b, 56b.

6) Silsilet-ül-ârifîn, Süleymâniye Kütübhânesi Hacı Mahmud bölümü. No: 2830 Varak 188a, 190a-b, 191a-b.

7) Hadikat-ül-evliyâ sh. 86

8) İrgâm-ül-merîd sh. 68

9) Reşehât zeyli sh. 5

10) Rehber Ansiklopedisi cild-12, sh. 300

[/toggle]

Hz. Selman Farisi (r.a.)

Irak – Medain

Aslen İranlı olup, İsfehan yakınında bir köyde doğup, büyüdü. Gençliğinde mecûsî iken, hıristiyan rahibleriyle tanışıp, mecûsîliği terk etti. Kiliseye girip hıristiyan oldu. Çok ilim öğrenip âlim oldu. Sonra da uzun yıllar değişik yerlerde kaldı. Nihâyet Medine’ye gelip Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) hicret edince maksadına kavuşup müslüman oldu ve Ehl-i beytten sayıldı. Müslüman olmadan önce, ismi Mabeh idi. Müslüman olunca, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), O’na Selmân ismini verdi. İranlı olduğu için de Fârisî denildiğinden ismi Selmân-ı Fârisî olarak meşhûr oldu. Nesebi ise; Mabeh bin Buzanşâh bin Mursilân bin Behbudah bin Firûz’dur. Lakabı Selmân-ül-Hayr, künyesi ise Ebû Abdullah’tır.

Ebü’l-Ferec ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: Abdullah İbn-i Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) yanında idim. Bana Selmân-ı Fârisî’nin bir gün hayatını şöyle anlattı:
Selmân dedi ki: “Ben Fâris (İran)’ın, İsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini olup, arazîmiz ve malımız çoktu. Ben babamın tek çocuğu idim. Beni herkesten çok severdi. Bunun için beni kız gibi yetiştirdi. Evden çıkmama izin vermezdi. Babam mecûsî (ateşperest) olduğu için mecûsîliği de bana evde tam bir şekilde öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar biz ona tapar secde ederdik. Babamın malı ve mülkü çok olduğu için beni bir ara dışarıya çıkardı ve dedi ki: “Yavrum ben öldüğüm zaman bu malların sahibi sen olacaksın, onun için git mallarını ve arazilerini tanı.” Ben de “peki” deyip bahçelerimizi dolaştım. Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde bir hıristiyan kilisesine rastladım. Onların seslerini işittim. Gidip baktım ki, içerde ibâdet ediyorlar. Ben daha önce öyle bir şey görmediğim için çok hayret ettim. Zira bizlerin ibâdeti bir miktar ateş yakar ve ona secde ederdik. Fakat onlar görünmeyen bir Allah’a ibâdet ediyorlardı ve kendi kendime dedim ki, vallahi bunların dîni haktır ve bizimki batıldır. Onun için akşama kadar onları seyrettim. Tarlalarımıza gitmedim, akşam oldu. Onlara dedim ki: “Bu dînin aslı nerededir?” bana, “Bu dînin aslı Şam’dadır” dediler. “Peki dedim ben de Şam’a gitsem beni de bu dine kabûl ederler mi?” “Evet kabûl ederler” dediler. “Sizlerden yakında Şam’a gidecek kimseler var mıdır?” diye sordum “Bir müddet sonra bir kervanımız Şam’a gidecektir, diye cevap verdiler. (İsfehan’daki bu Hıristiyanlar, İsfehân’a Şam’dan gelmişlerdi ve sayıları da az idi.)
Ben bunlarla meşgûl olurken vakit geç oldu. Babam benim dönmediğimi görünce, beni aramak için adam göndermiş. Beni aramışlar bulamamışlar ve bulamadıklarını babama söylemişler. Tam bu sırada, ben de eve döndüm. Babam “Bu zamana kadar nerede kaldın. Seni aramadığımız yer kalmadı” dedi. Ben de “Babacığım ben bu gün tarlaları dolaşmak için yola çıktım fakat yolda karşıma bir nasrânî kilisesi çıktı. Ben de içeri girdim, baktım ki; görmedikleri ve herşeye hâkim ve kadir olan bir Allah’a îmân ediyorlar. Onların ibâdetlerine şaşdım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki onların dîni haktır.” dedim. Babam “Ey oğlum sen yanlış düşünüyorsun senin babalarının ve dedelerinin dîni, onların dîninden daha doğrudur. Onların dîni bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma” dedi. Ben de “Hayır babacığım onların dîni bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dîni haktır. Bizimki (ateşperestlik) ise bâtıldır.” Babam buna çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan bağlayıp eve hapsetti. Ben daha önce kilisede hıristiyan rahiblere; bu dînin aslının nerede olduğunu sormuştum. Onlar da Şam’da olduğunu söylemişlerdi. Ben evde hapis iken devamlı Şam’a gidecek olan kervanı beklerdim. Nihâyet hıristiyan rahibler Şam’a gidecek kervanı hazırlamışlardı. Bunu haber alınca beni bağlayan iplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu kiliseye gittim. Buralarda duramayacağımı anlattım. O kervanla beraber Şam’a gittim. Şam’da hıristiyan dîninin en büyük âlimini sordum. Bana bir âlimi tarif ettiler. Onun yanına gittim. Ona durumu anlattım. Onun yanında kalmak istediğimi ona hizmet edeceğimi söyleyip, Ondan bana nasrânîliği öğretmesini Allahü teâlâyı tanıtmasını rica ettim. O da kabûl etti. Ben de Ona hizmet etmeye kilisenin işlerini yapmaya başladım. O da bana dîni öğretmeye başladı. Fakat sonradan Onun kötü kimse olduğunu anladım. Çünkü hıristiyanların fakîrlere vermesi için getirdikleri sadaka altın ve gümüşleri kendine alır, fakîrlere vermezdi. Böylece şahsına yedi küp altın ve gümüş biriktirdi. Fakat bunu benden başka kimse bilmezdi. Bir müddet sonra o âlim vefât etti. Nasrânîler onu defn etmek için toplandılar. Onlara “Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz, o hürmete layık bir insan değildir.” dedim. “Sen bunu nereden çıkarıyorsun” dediler ve bana inanmadılar. Ben de biriktirdiği altınların yerini bildiğim için onlara gösterdim. Nasrânîler yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar ve “Bu, defne ve techîze lâyık bir kimse değildir dediler ve bir yere atıp üzerini taşla kapattılar. Sonra onun yerine başka bir âlim geçti. Çok âlim zâhid bir kimse idi. Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Âhirete tâlib bir kimse olup, hep âhıret için çalışıyordu. Gece-gündüz hep ibâdet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Onun ve kilisenin hizmetini yapar ve de onunla ibâdet ederdim. Vefât zamanı geldi ve ona “Ey benim efendim uzun zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü sen Allahü teâlânın emirlerine itaat ediyorsun ve men ettiklerinden kaçıyorsun. Sen vefât ettiğin zaman ben ne yapayım. Bana ne tavsiye edersin” diye sordum. Bana “Oğlum Şam’da insanları ıslâh edecek bir kimse yok. Kime gitsen seni ifsâd ederler. Fakat Musul’da bir zât vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim” dedi. “Ben de peki efendim” dedim. O zât vefât edince Şam’dan Musul’a gittim. Onun tarif ettiği zâtı buldum. Başımdan geçenleri anlattım. Beni hizmetine kabûl etti. O da diğer zât gibi çok kıymetli zahid âbid bir kimse idi. Onun vefât zamanı aynı soruları ona da sordum. O da bana Nusaybin’de bir zâtı tavsiye etti. O vefât ettikten sonra ben de derhal Nusaybin’e gittim. Bahsedilen kimseyi bulup yanında kalmak istediğimi söyledim. İsteğimi kabûl etti ve bir müddet de O’nun hizmetinde kaldım. Bu zât da vefât etmek üzere iken, beni başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye’deki bir Rum şehrinde bulunan başka bir kimseyi tarif etti. Vefâtından sonra da oraya gittim. Tarif edilen bu son şahsı da bulup, hizmetine girdim. Uzun bir zaman da O’nun yanında kaldım. Artık O’nun da vefâtı yaklaşmıştı. O’na da beni birine havale etmesini rica edince, vallahi şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhir zaman Peygamberinin gelmesi yaklaştı. O Arablar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Alâmetleri şunlardır: Hediyeyi kabûl eder, sadakayı kabûl etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır, diyerek alâmetlerini saydı. Yanında bulunduğum son zât da vefât edince, O’nun tavsiyesi üzerine, Arab diyarına gitmeye hazırlandım.
Ben Amuriye’de çalışıp, bir kaç öküz ile bir miktar koyun sahibi olmuştum. Benî Kelb kabilesinden bir kâfile Arap beldesine gitmek üzere idi. Onlara dedim ki, bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arap vilâyetine götürün. Kabûl edip beni kâfilelerine aldılar. Vâdiy-ül-Kura denilen yere gelince bana ihânet edip, köledir diyerek beni bir yahûdiye sattılar. Yahûdinin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm. Âhir zaman Peygamberinin hicret edeceği yer herhalde burasıdır diye düşündüm. Fakat kalbim oraya ısınmadı. Bir müddet yahûdinin hizmetinde kaldım. Sonra beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da alıp Medine’ye getirdi. Medine’ye varınca, sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim, öylesine ısındım. Artık günlerim Medine’de geçiyor, beni satın alan yahûdinin bağında bahçesinde çalışıp, ona hizmetçilik yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma arzusuyla bekliyordum.
Bir gün beni satın alan yahûdinin bahçesinde bir hurma ağacı üzerinde çalışıyordum. Sahibim, yanında biri ile bir ağaç altında oturup konuşmakta idi. Bir ara dediler ki, Evs ve Hazrec kabileleri helak olsunlar. Mekke’den bir kimse geldi. Peygamber olduğunu söylüyor. Ben bu sözleri işitince kendimden geçip az kalsın ağaçtan yere düşüyordum. Hemen aşağı inip, O şahsa ne diyorsun? dedim. Sahibim bana bir tokat vurdu ve “Senin nene lâzım ki soruyorsun sen işine bak” dedi. O gün akşam olunca bir miktar hurma alıp, hemen Kûba’ya vardım. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) yanına girip “Sen sâlih bir kimsesin yanında fakîrler vardır. Bu hurmaları sadaka getirdim” dedim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) yanında bulunan Eshâba “Geliniz hurma yiyiniz” buyurdu. Onlar da yediler. Kendisi asla yemedi. Kendi kendime işte bir alâmet budur. Sadaka kabûl etmiyor dedim. Eve dönüp bir miktar hurma daha alıp, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) getirdim. Bu hediyedir dedim. Bu defa yanındaki Eshâb ile birlikte yediler. İşte ikinci alamet budur dedim. Götürdüğüm hurma yirmibeş tane kadar idi. Halbuki yenen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mucizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime bir alameti daha gördüm dedim. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanına ikinci defa varışımda bir cenâze defn ediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım. Benim muradımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübârek sırtı açılınca Nübüvvet mührünü görür görmez varıp öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i şehâdeti söyleyerek müslüman oldum. Sonra da Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) uzun yıllardan beri başımdan geçen hâdiseleri bir bir anlattım. Halime teaccüb edip, bunu Eshâb-ı kirama da anlatmamı emir buyurdu. Eshâb-ı kiram toplandı, ben de başımdan geçenleri bir bir anlattım..”

Selmân-ı Fârisî îmân ettiği zaman Arap lisanını bilmediği için tercüman istemişti. Gelen yahûdi tercüman, Selmân-ı Fârisî’nin Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) meth etmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnada Cebrâil (aleyhisselâm) gelip Selmân’ın sözlerini doğru olarak Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bildirdi. Durumu yahûdi anlayınca, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.

Selmân-ı Fârisî müslüman olduktan sonra, köleliği bir müddet daha devam etti. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ), “Kendini kölelikten kurtar yâ Selmân!” buyurması üzerine sahibine gidip, âzâd olmak istediğini söyledi. Buna zorla râzı olan yahûdi, üçyüz hurma fidanı dikerek yetiştirip ve hurma verir hâle getirmesi ve kırk rukye altın (o zamanki ölçüye göre bir miktar altın) vermesi şartıyla kabûl etti.

Bunu Resûlullaha haber verdi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Eshâbına; “Kardeşinize yardım ediniz” buyurdu. Onun için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Bunların çukurlarını hazır edip, tamam olunca bana haber ver” buyurdu. Çukurları hazırlayıp, haber verince Resûlullah ( aleyhisselâm ) teşrîf edip, kendi eliyle o fidanları dikti. Bir tanesini de Hazreti Ömer dikmişti. Hazreti Ömer’in diktiği hâriç, hepsi, Allahü teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. O bir taneyi de söküp, kendi mübârek eli ile yeniden dikti ve diktiği anda hurma verdi. Bundan sonra Ehl-i suffâ arasına katıldı.

Buyurdular ki: Bir gün bir zât beni arıyor ve “Selmân-ı Fârisî’yi Mükâtib-i fakîr (Efendisi ile hürriyetine kavuşmak için belli miktarda anlaşan köle) nerededir” diye soruyordu. Beni buldu ve elindeki yumurta büyüklüğündeki altını verdi. Bunu alıp Peygamberimize ( aleyhisselâm ) gittim ve durumu arz ettim.

Resûlullah ( aleyhisselâm ) altını tekrar Selmân-ı Fârisî’ye verip, “Bu altını al borcunu öde” buyurdu. Selmân-ı Fârisî, “Yâ Resûlallah bu altın yahûdinin istediği ağırlıkta değil” deyince, Resûlullah ( aleyhisselâm ) o altını alıp, mübârek dilinin üzerine sürdü. “Al bunu! Allahü teâlâ bununla senin borcunu eda eder.” buyurdu. Selmân-ı Fârisî, “Allah hakkı için o altını tarttım, tam istenilen miktarda geldi. Götürüp onu da sahibime verdim. Böylece kölelikten kurtuldum” dedi.

Uzak diyarlardan geldiği için Eshâb-ı kiramdan biriyle kardeşlik kurması emir buyurulunca, Hazreti Ebû Derda ile kardeş oldu. Hendek savaşından itibâren bütün gazâlara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra, Medine üzerine üçüncü defa yürüyen müşriklere karşı nasıl bir savunma yapılması gerektiği istişâre ediliyordu. Bütün müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta Selmân-ı Fârisî, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) hendek kazmak sûretiyle savunma yapmayı söyledi. O’nun bu teklifi kabûl edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu savaşa, Hendek Savaşı denildi. Selmân-ı Fârisî, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yemân, Nu’man bin Mukarrin ile Ensâr’dan altı kişinin bulunduğu bir grubla beraber bulunuyordu. Kendisi güçlü ve kuvvetli bir zât idi. Hendek kazma işinde gayet mahir ve becerikli idi. Yalnız başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Câbir bin Abdullah ( radıyallahü anh ): “Selmân’ın ( radıyallahü anh ) kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda, beş arşın derinliğinde yeri vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm.” buyurmuştur. Selmân’ın ( radıyallahü anh ) çalışmasına Kays bin Sa’sâ’nın gözü değmiş ve Selmân ( radıyallahü anh ) birdenbire yere yıkılmıştı. Eshâb-ı kiram hemen Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) koşmuş ve ne yapmaları lâzım geldiğini sormuşlardı. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), “Kays bin Sa’sâ’ya gidin Selmân için bir kabta abdest alsın. Abdest suyu ile Selmân yıkansın. Su kabı Selmân’ın arkasından baş aşağı çevirilsin”buyurmuştur. Eshâb-ı kiram, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) buyurduğu gibi yapınca Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) bulunduğu halden kurtulmuş, kendine gelmiş ve açılmıştı. Hendek savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı Selmân-ı Fârisî’ye Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Selmân-ül-Hayr” (Hayırlı Selmân) buyurdu.

Selmân-ı Fârisî müslüman olup, kölelikten kurtulduktan sonra, geçimini sağlamak için ince hurma dallarından sepet örüp satarak geçimini temin ederdi. Kazancının bir kısmını da fakîrlere sadaka olarak dağıtırdı. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) yakınlarından olup, bazı geceler huzûrunda bulunarak başbaşa saatlerce sohbetinde kalırdı. Eshâb-ı kiram tarafından da çok sevilip hürmet görürdü. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) dünyâya hiç rağbet etmezdi. Ayakta duramayacak hale gelinceye kadar namaz kılar, sonra bedeni yorulunca oturur dili ile zikr ederdi. Dili yorulduğu zaman da Allahü teâlânın yarattığı şeylerdeki hikmetleri düşünürdü ki, bu tefekkürü Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) “Bir saat tefekkür bin sene ibâdetten hayırlıdır” buyurdukları tefekkürdü. Birazcık dinlenince “Ey nefsim sen iyi dinlendin. Şimdi kalk Allahü teâlâya ibâdet et.” Diline de “Ey lisânım, sende Allahü teâlânın zikrine başla” derdi. Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca akşamdan sabaha kadar böyle ibâdet etti. Hiç bir gece bu ibâdetleri kaçırmadı. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) zaten Eshâb-ı Suffe denilen ve Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) bizzatihi kendilerini ilim öğrenmekle vazîfeli kıldıkları ve Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) hazarda ve seferde bir an ayrılmayan kimselerdendi.

Kalbinde zerre kadar Allah ve Resûlullah aşkından başka birşey bulunmayan Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ), kendisine gelen bütün dünyâ malını Allah rızası için dağıtırdı. Elinde mal bulundurmazdı. Kınde kabilesinden bir hanım ile evlenmişti. Evlendiği kadının evine girdiği zaman duvarlarına süs eşyalarının asılmış olduğunu gördü. Zinetli, süs örtülerin Kâ’be-i Muazzamaya yakışacağını söyledi ve eve girmedi. Kapının örtüsü hariç bütün örtüler kaldırıldı. Eve girdiği zaman bir hayli mal gördü. “Bunlar kimin içindir” diye sordu. Dediler ki, “Senin ve hanımının malıdır. Buyurdu ki: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana bunu tavsiye etmedi. Fakat bana bir yolcunun malından ve ihtiyâcından fazla bir şey bulundurmamamı tavsiye etti.” Biraz sonra bir hizmetçi gördü. “Bu hizmetçi kimin” diye sordu. “Senin ve ehlinindir (hanımınındır)” dediler. Buyurdu ki: “Halîlim ( aleyhisselâm ) bana bunu tavsiye etmedi ve evinde nikâhlı zevcenden başka kimse bulundurma, buyurdu. Eğer bulundurursam onlar kadınların yapması icabeden şeyleri (yalanı, geçimsizliği, dedikoduyu) yaparlar diye tavsiye etti.” Bunun üzerine hizmetçi kadını da gönderdi. Daha sonra hanımının yanına girdi ve ona “Sen bana emrettiğim şeylerde itaat edecek misin” diye sordu. Hanımı “Senin meclisine itaat etmek üzere oturdum.” Yani sana itaat etmek üzere geldim, evlendim dedi. Bunun üzerine Halîlim ( aleyhisselâm ) bana buyurdu ki,“Sen ehlinle Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek üzere bir araya gel” dedi. Bundan sonra namaz kılmaya kalktı ve ehline de namaz kılmasını emretti. Çok ibâdet edip gözyaşı döktü ve bereketli kılması için Allahü teâlâ’ya duâ etti. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) hanımı ile de gayet zâhidâne bir hayat sürdüler. Eshâb-ı Suffe içerisinde Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) önünde, İslâm ilimlerini öğreniyordu. Selmân ( radıyallahü anh ) senelerce fakîrlik ve kölelik içerisinde çektiği sıkıntıları, vahiy pınarının berrak sularından, kana kana içip gideriyordu. Ehl-i Suffe içerisinde Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) en yakın olan Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) idi. Hazreti Âişe buyuruyor ki: “Selmân-ı Fârisî geceleri uzun zaman Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile beraber kalırdı ve sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resûlullah’ın yanında bizden fazla kalırdı. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Allahü teâlâ bana dört kişiyi sevdiğini bildirdi. Ve bu dört kişiyi sevmemi emretti. Bunlar: Hazreti Ali, Ebû Zerr-i Gıfârî, Mikdâd ve Selmân-ı Fârisî” buyurdular.

Hazreti Ebû Bekir devrinde Medine’den ve Hazreti Ebû Bekir’in sohbetinden bir an ayrılmayan Hazreti Selmân, Hazreti Ömer zamanında İran fethine katılmıştır. İslâm ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu bu seferlerde Selmân-ı Fârisî’nin ( radıyallahü anh ) çok büyük hizmetleri olmuştur. İranlılar hakkında büyük malûmat sahibi idi. Çünkü kendisi İranlıydı. İranlıları kendi lisanlarıyla dine davet ediyor, onlara İslâmiyeti anlatıyordu. İranlılar savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şaşırdılar. Hazreti Selmân fillerle nasıl çarpışılacağını ve nasıl öldürüleceğini İslâm askerlerine gösterdi. İran’ın Medayin şehri alınınca, Onu Hazreti Ömer şehre vâli tayin etti. İlmi, basîreti, vazîfesindeki adâleti ve nezâketi ile Medayin halkı tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece İslâmiyet orada süratle yayıldı.

Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) Hazreti Ömer zamanında Medayin vâlisi iken otuzbin kişiye hutbe okuduğu zaman yanında da iki parçadan müteşekkil bir hırka vardı. Hırkasının bir parçasını namazlık olarak serer namaz kılar, diğer parçasını da giyerdi. Ondan başka hiçbir elbisesi yoktu. Vâli olduğu için kendisine maaş verildi. Maaşını aldığı zaman ondan hiçbir şey harcamaz hepsini fakîrlere dağıtırdı. Kendi el emeği ile geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile bir daha tabak yapmak için malzeme alır, bir dirhemini sadaka verir bir dirhemiyle de evinin ihtiyâcı olan şeyleri alırdı. Üzerinde damı (tavanı) bulunmayan basit bir evde yaşardı. Bir taraftan güneş gelince, duvarlardan güneş gelmeyen yere geçer, oraya güneş gelince güneş gelmeyen diğer tarafa geçerdi. Medayin’de vâli iken Şam’dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selmân-ı Fârisî’yi ( radıyallahü anh ) tek bir hırka ile görünce işçi zannetti ve “Gel şunu taşı” dedi. Selmân ( radıyallahü anh ) çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Selmân’ı ( radıyallahü anh ) tanıyanlar adama “Sen ne yapıyorsun bu vâlidir” dediler. Adam Selmân’a ( radıyallahü anh ) dönüp “Kusurumu bağışlayınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı indirin” dedi. Selmân ( radıyallahü anh ) “Hayır niyet ettim gideceğin yere kadar götüreceğim” dedi ve adamın evine kadar götürdü. Selmân ( radıyallahü anh ) böylesine de tevâzu sahibi idi.

Çok sade bir hayat yaşayan Selmân-ı Fârisî, Hazreti Osman devrinde hastalandı. Bu sırada kendisini ziyârete gelen Sa’d bin Ebî Vakkas’a artık dünyâdan ayrılacağını ve bütün servetinin bir kâse (tas), bir leğen, bir kilim ve bir hasırdan ibâret olduğunu söyledi. Kendisini ziyârete gelen Eshâb-ı kiram nasîhat isteyince, onlara hasta olduğu halde devamlı nasîhatde bulunuyordu. Bu hastalığı neticesinde Medayin’de vefât etti. Vefât ettiğinde ikiyüzelli yaşında bulunuyordu 35 (m. 655).

Selmân-ı Fârisî, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) altmış civarında hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Bunlardan otuz kadarında Buhârî ve Müslim ittifâk edip, kitaplarına almışlardır. İlim öğretmeyi çok severdi. Çok âlim yetiştirmiştir. Ebû Sa’îd el-Hudrî, İbn-i Abbâs Evs bin Mâlik, Onun talebeleri arasında idi. Ebû Hureyre ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Tabiînin büyüklerinden ve o zaman Medine’de Fukaha-i Seb’a denilen, yedi büyük âlimden biri olan, Kâsım bin Muhammed de Selmân-ı Fârisî’nin talebelerindendir. O’nun derslerinde ve sohbetlerinde kemâle gelmiştir.
Selmân-ı Fârisî, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrunda ve sohbetlerinde kemâle geldi. Zâhir ve batın ilimlerinde çok yüksek derecelere kavuştu. Eshâb-ı kiramın hepsi de böyle olmuştu. Fakat Resûlullahdan herkes, kendi kabiliyyeti ve kapasitesi kadar feyz alırdı. Hazreti Ebû Bekir’in kavuştuğu derecelere hiçbir Sahâbî kavuşamadı. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ), Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) sonra Hazreti Ebû Bekir’in sohbetinde ve hizmetinde de çok bulunarak, O’ndan da feyz aldı.

Hanımı anlatır: Vefâtına yakın bana: “Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve başımın etrâfına saç, insan ve cin olmayan kimseler (melekler) yanıma geleceklerdir” dedi. Söylediği gibi yaptım. Dışarı çıktım. Odadan, “Esselâmü aleyke, ey Allah’ın velisi ve Resûlullahın arkadaşı” diyen bir ses duydum. İçeri girdiğimde rûhunu teslim etmişti. Yatağında uyuyor gibiydi.

Sa’îd bin Müsseyyeb, Abdullah bin Selâm’dan naklen anlatır: “Selmân-ı Fârisî bana: “Ey kardeşim hangimiz evvel vefât edersek, vefât eden kendini, hayatta olana göstersin” dedi, ben de bu mümkün müdür? dedim. “Evet, mümkündür. Çünkü mü’minin rûhu bedeninden ayrılınca, istediği yere gidebilir, kâfirin rûhu Siccinde habsedilmiştir” dedi. Selmân ( radıyallahü anh ) vefât etti. Birgün kaylûle yaparken (gün ortasında uyurken) Selmân’ın geldiğini gördüm. Selâm verdi. Selâmına cevap verdim. Yerini nasıl buldun diye sordum, “İyidir. Tevekkül et. Tevekkül ne iyi şeydir” dedi ve üç kere tekrarladı.”

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]

1) Sahih-i Buhârî cild-6, sh. 63

2) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh. 351

3) El-İsâbe cild-2, sh. 62

4) El-İstiâb cild-2, sh. 56

5) Hilyet-ül-Evliyâ cild-1, sh. 185

6) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-1, sh. 185, cild-4, sh. 75

7) İbn-i Hişâm cild-1, sh. 232

8) Şifâ-i şerîf cild-1, sh. 278

9) El-Kâmil fit-târîh cild-2, sh. 178

10) Câmi-ul-Kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 84

11) Kâmûs-ül-A’lâm cild-4, sh. 2606

12) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1063

13) Eshâb-ı Kirâm sh. 391

14) Herkese Lâzım Olan Îmân sh. 315

15) Hadâik-ul-verdiyye sh. 15

[/toggle]

Kasım Bin Muhammed (k.s.)

Mekkeden medineye giderken 105 km de KHULAIS denen bir kasabada mescidi kebir caminin yakinindaki mezarlikda

Tabiînin büyüklerinden. Medîne-i münevveredeki yedi büyük âlimden biri. İnsanları Hakk’a davet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin üçüncüsüdür. Adı, Kasım bin Muhammed bin Ebû Bekr-i Sıddîk et-Teymî’dir. Babası Muhammed, hazret-i Ebû Bekr’in oğludur. Annesi Sevde, son Sâsânî hükümdarı Yezdücürd’ün kızı olduğundan, İmâm-ı Zeynel-Âbidîn ile teyze çocuklarıdır. Hazret-i Osman’ın hilâfeti zamanında 651 (H. 31) yılında doğdu. Babası Mısır’da şehîd edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası ve Peygamberimizin mübarek hanımı hazret-i Âişe’nin yanında büyüdü. 719 (H. 101) veya 725 (H. 106) yılında Mekke ile Medîne arasında Kudeyd denilen yerde Kabe’yi ziyaret için giderken vefat etti.

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’in torunu olan Kasım bin Muhammed, Eshâb-ı kiramdan bir çoğuna yetişmiş ve onlardan ilim öğrenmiştir. Başta halası hazret-i Âişe olmak üzere, Ebû Hüreyre, Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Ömer, hazret-i Muâviye gibi meşhûr sahâbîlerden hadîs-i şerîf rivayetinde bulunmuştur. Kendisinden de; Tabiînin büyüklerinden oğlu Abdurrahmân, Salim bin Abdullah, İmâm-ı Şa’bî, akranlarından İbn-i Amr, Yahya bin Sa’îd ve Sa’d bin Sa’îd el-Ensârî, Abdullah bin Ömer, Sa’d bin İbrahim, Abdullah bin Avn ve daha bir çoğu hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdir.

Kasım bin Muhammed, Selmân-ı Fârisî’nin sohbetlerinde bulunarak yetişip bir ruh mütehassısı olmuştu. Tasavvuf ilminde, verâ ve takvada yâni Allahü teâîânın haram ettiklerinden sakınıp kaçınmada eşi yoktu. Silsile-i aliyye büyüklerinden dördüncüsü olan İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık da, bunun sohbetinden feyz aldı (Bkz. Ca’fer-i Sâdık).

Kasım bin Muhammed, hadîs ve fıkıh ilminde zamanının en yükseği idi. İlimde ve takvada eşine rastlanmıyacak bir yüksekliğe erişmişti. Büyük hadîs ve fıkıh âlimlerinden Yahya bin Sa’îd; “Medîne’de Kâsım’dan üstün bir kimseye yetişmedik” derken, İbn-i Sa’d da; Tabakât adındaki eserinde; “Kasım, hadîs ilminde sika yâni güvenilir bir râvi, fıkıh ilminde yüksek bir âlim ve her bakımdan imâm, önder olan bir zâttı. Pek çok hadîs-i şerîf bildirdi. Takva ve verâ sahibi idi” diyerek kendisini medhetmektedir. Ebü’z-Zenâd da; “Ben, Kasım’dan daha çok hadîs ve fıkıh bilen bir kimse görmedim” demektedir. Yine büyük hadîs âlimlerinden Süfyân ibni Uyeyne de; Kasım bin Muhammed’in devrinin en büyük âlimi olduğunu söylemiştir. Ömer bin Abdülazîz’in de; “Eğer birini yerime halîfe seçmem îcâb etseydi, Kâsım’ı seçerdim” dediği rivayet edilmiştir. Ömer bin Abdülazîz, halifeliği zamanında Kasım bin Muhammed’i, halası hazret-i Âişe’ye âid olan ne kadar hadîs-i şerîf ve başka rivayetler biliyorsa, onların hepsini toplamakla görevlendirmiştir. Hattâ Ömer hin Ahdülazîz birkerresinde; ilmin yok olup, âlimlerin son bulması endişesi üzerine, Medîne valisi Ebû Bekr bin Muhammed Din Hazne’ye mektup yazarak şöyle demiştir: “Resûlullah’ın hadîs-i şerîflerini, sünnetlerini Amre binti Abdurrahmân el-Ensârî’nin ve Kasım bin Muhammed’in rivayetlerini araştır ve yaz! Zîrâ ben ilmin yok olup, âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum.” Amre ile Kasım bin Muhammed, hazret-i Âişe’nin talebesi idiler. Onun Resûlullah’dan rivayet ettiği hadîs-i şerîfleri en iyi bilen bunlardı.

O, fıkıh ilminde de yüksek bir âlimdi. Medîne’de yetişen ve kendilerine fükahâ-i seb’a adı verilen yedi büyük âlimden birisiydi. Allah ve Resûlü adına konuşmanın ve dînî mes’elelerde fetva vermenin mes’ûliyetini en iyi şekilde idrâk edenlerdendi. Yahya bin Sa’îd’in bildirdiği şu sözleri, bunu açıkça göstermektedir: “İnsanın, Allah’ın hakkını bildikten sonra câhil olarak yaşaması, bilmediği şeyi söyleyerek fetva vermesinden hayırlıdır.” Hâlbuki, Abdurrahmân bin Ebî Zenâd, onun hakkında; “Peygamberimizin sünnetini Kasım bin Munammed’den daha iyi bilen birisini görmedim” diyor. Kendisinden bir mes’ele sorulunca: “Anlamıyorum, bilmiyorum” derdi. Ona sormayı çoğalttıkları zaman da; “Vallahi, sorduğunuz her şeyi bilmiyorum. Şayet bilseydik, sizden saklamazdık. Çünkü bildiklerimizi saklamamız bize helâl değil” derdi. Dînî mes’eleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetva verirdi. Her sabah Mescid-i Nebî’ye gelir, iki rek’at namaz kılar, sonra Resûlullah’ın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine sorulan mes’elelere fetva verirdi. Nitekim mezheb imamlarından Mâlik bin Enes (rahmetullahi aleyh) de onun hakkında; “Kasım bu ümmetin fakîhlerinden idi” buyurmuştur.

Kasım bin Muhammed, çok mütevâzî, alçak gönüllü idi. Bir gün köylünün birisi ona; “Sen mi daha çok biliyorsun, Salim bin Abdullah mı?” diye sordu. Cevâb olarak; “Burası Sâlim’in evidir” deyip başka söz söylemedi. Muhammed bin İshak da, onun için; “O benden daha iyi bilir deyip, yalan söylemeyi veyahut ben ondan daha iyi bilirim diyerek kendisini üstün göstermeyi istemedi” dedi. Hâlbuki Kasım bin Muhammed, her ikisinden de âlimdi. Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî; “Ondan daha faziletli bir kimse görmedim” derken, İmâm-ı Buhârî de: “Zamanının en fazîletlisiydi” demiştir.

Seyyid Nur Muhammed Bedayuni (k.s.)

Hindistan – Yeni Delhi’de , Nizameddin Evliya dergahı yakınında

Evliyanın büyüklerindendir, seyyid olup soyu Rasülullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e ulaşır. Hindistan’ın Bedayun şehrindedir. Doğum tarihi bilinmemektedir.

Seyyid Nur Muhammed Bedayüni Hazretleri ilmini ve feyzini İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin torunu, büyük alim ve mürşid-i kamil Muhammed Seyfüddin Faruki Hazretleri’nden aldı. Şeyhinin ölümünden sonra Abdülhak Muhaddis ed-Dehlevî (Rahimehullah)ın oğlu Hafız Muhammed Muhsin (Rahimehullah)ın sohbetlerine devam etti.

Seyfüddîn-i Farükî Hazretleri’nin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip icazet aldı. İlimde o kadar yükselmişti ki sarf, nahiv, mantık, me’ anî, tefsîr, hadîs ilimlerinde ve tasavvufta zamanının yegane alimi ve rehberi idi. Tasavvuf ehli onunla iftihar etmişlerdir, insanlar ondan feyiz almak için sohbetine koşmuşlardır. Bir teveccühü ile talebelerinin kalpleri zikretmeye başlardı. Yetiştirdiği talebelerin en meşhuru ve halîfesi Muhammed Can-ı Canan el-Mazhar Hazretleri olup evliyanın büyüklerindendir.

Seyyid Nur Muhammed Bedayünî Hazretleri dînin emirlerine tam uyardı. Şüpheli şeylerden ve haramlardan sakınma husüsunda gayreti son dereceye ulaşmıştı. Yiyeceği ekmeğin ununü helalden tedarik eder, hamumnu kendi yoğump, pişirir ve açlık ağır bastıkça azar azar yerdi.

İstiğrak ve cezbe halleri yani tasavvufta ilahî aşk ve kendinden geçme hali pek ziyade idi. On beş sene bu hal üzere yaşadı ve tasavvufi hallere gark oldu. Ömrünün son zamanlarında bu halden ayıklık haline dönmüştür. Sünnet-i Seniyye’ye ittiba’a çok dikkat gösterirdi. Rasülüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in hayatını yüksek ahlakını anlatan kitapları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hallerinde ve işlerinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)e uymaya çalışırdı.

Bir gün birisi yiyecek bir şey hediye getirmişti. Kendisine takdim edilince, nazik bir tavırla “Bu yiyecekte bir zulmet gözüküyor, bir araştırınız.” buyurdu. “Bu yiyecek helaldendir.” diye arzettiler. Fakat araştırınca, bu yiyeceğin gösteriş niyetiyle hazırlandığını anladılar.

Dünyaya düşkün olan bir kimse, kendisinden emanet bir kitap istediğinde verirdi. Kitap geri getirilince o kitabı bir yere koyar ve üç gün bekletirdi. Verdiği kimseden kitap üzerine sirayet eden zulmet, sohbetinin bereketiyle dağıldıktan sonra alip okurdu.

Evliyanın büyüklerinden ve Seyyid Nur Muhammed Bedayuni Hazretleri’nin en başta gelen talebesi olan Habibullah Can-ı Canan el-Mazhar Hazretleri ondan bahsederken gözleri yaşla dolar ve talebelerine şöyle derdi: “Sizler Seyyid Nur Muhammed Bedayüni Hazretlerine yetişemediniz, onu görmediniz. Eğer görmüş olsaydınız, imanınız tazelenir ve ”Allah-u Te’ala ne büyük kudret sahibidir ki. böyle mübarek bir zat yaratmış” derdiniz. Onun keşfi son derece kuvvetli idi. Başkalarının baş gözüyle göremediklerini o, kalp gözüyle görür ve anlardı.Hayatı baştan sona fazilet ve kerametlerle doludur.

1135 (1722) senesinde Delhi’de vefat etti. Mürîdlerinden Newab Mükerrem Han’ın Nizameddin Evliya Türbesi civarında bulunan bağına defnedildi. En önemli halîfesi olan Can-ı Canan el-Mazhar Hazretleri daha sonra buraya bir türbe yaptırdı.

Şeyh Seyfeddin Faruki (k.s.)

Hindistan – Serhend’de İmam Rabbani hazretlerinin 200 metre güneyinde

İmam-ı Rabbani Hazretleri nin torunu ve eI-Urvetü’l-Vüska Muhammed Masum el Faruki Hazretleri’nin altıncı oğludur, ismi Muhammed Seyfüddîn, nisbesi Farükî’dir. Muhyi’s-sünne (sünneti ihya eden) lakabıyla meşhur olmuştur. 1055 (1645) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrinde doğdu. 1684 (H. 1095) senesinde aynı yerde vefat etti. Kabri, babası Muhammed Masum el-Faruki Hazretleri’nin türbesinin yakınındaki türbededir.

Seyfüddin-i Farükî (Kuddise Sirruhü) küçük yaşından itibaren ilme yönelip ders okuyabilecek yaşa geldiği zaman Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Sonra amcası Muhammed Sa’id’den akli ve nakli ilimleri tahsil edip kısa zamanda çok şeyler öğrendi. Zamanının marifet deryası olan babası Muhammed Ma’sum-i Faruki Hazretleri’nin teveccüh ve sohbetleriyle, Nakşibendiyye yolunun usul ve adabı üzere tasavvuf yolunda ilerleyip, kısa müddet içinde manevi mertebeleri kat etti, birçok hallerin ve kerametlerin sahibi oldu. Manevî derecelere kavuşup, arifler semasının ayı ve alimlerin baştacı oldu. Kendisine, ilahî hazinelerin kapıları aralanıp, birçok ihsanlara kavuştu.

Zahiren ve batinen olgunlaştıktan sonra babasının emriyle insanlara, Allah-u Te’ala’nın dinin, Rasullulah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in güzel ahlakını anlatmak ve vaktin sultanı Evrengzib AIemgir Han’ın dini terbiyesi için vazifelendirilip Delhi’ye gitti.

Sohbetlerinin bereketiyle Hindistan’da yayılmış birçok bidat ve sapıklık, Sultan Alemgir Han tarafından ferman çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in unutulmuş ve kaybolmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, valiler ve devlet adamları da Seyfüddin-i Faruki Hazretleri’nin sohbetleriyle şereflenip hidayete kavuştular. Ona son derece saygı duyup huzurunda ayakta dururlardı.

Muhammed Seyfüddin-i Faruki Hazretleri’nin himmet ve bereketiyle, Hindistan’ın her tarafında İslamiyet yayılıp Müslümanlar kuvvetlendi. Bidat sahipleri ve kafirler perişan olup, hiçbir yerde kabul görmediler. Hindistan hiçbir zaman böyle bir devir görmemişti.

Muhammed Seyfüddin-i Faruki Hazretleri, Delhi’deki bu gelişmeleri ve Sultan Alemgir Han’ın sevindirici halini babasına mektup yazarak bildirdiği zaman, babası çok sevinip dua etti.

Delhi’de, onun sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kafirler, facirler, fasıklar da onun sohbet meclisine gelip, yüksek huzuruyla şereflenince, hidayete kavuşup eski günahlarına tevbe edip, istiğfar ederek geri dönerlerdi.

Onun sohbeti bereketiyle, binlerce kişi hidayete ve kemale kavuşup, yüksek derecelere ulaşmıştı. Dergahına her gün binlerce kişi gelir feyz alırdı. Delhi’de kurduğu tekkeden pekçok halifeler yetişti. Burada yetişen halifeler aracılığıyla, Nakşibendiyye’nin Müceddidiye kolu, Afganistan, Türkistan, Irak ve Şam bölgelerine yayıldı.

Ömrünü islamiyet’in emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanlara anlatarak onların dünyada ve ahirette saadete, kurtuluşa ermeleri için sarf eden Muhammedi Seyfüddin Hazretleri bin dört yüz veli yetiştirdi. Birçok velî ve mürşid-i kamil yetiştirip, insanların hidayete kavuşmalarına vesile oldu. Seyyid Nur Muhammed Bedayuni (Kuddise Sirruhü) yetiştirdiği talebelerinin en büyüğü ve kamilidir.

Sekiz oğlu vardı. Üçü kendi huzurunda kemale geldi. Beşi henüz küçüktü. Büyük olan oğulları Şeyh Muhammed Azam, Şeyh Muhammed Hüseyin ve Şeyh Muhammed Şu’ayb’dır. Diğer oğulları Muhammed İsa, Muhammed Musa, Muhammed Kelimetullah, Muhammed Osman ve Abdurrahman’dır. Altı kızı vardı. Bunların isimleri de Cennet, Habibe, Saire, Şehrî, Refiunnisa ve Zehra’dır. (Rahmetullahi Aleyhim ve Aleyhinne Ecma’în)

”Mektubat-ı Seyfiyye” adlı bir eseri olup, için de yüz doksan mektup vardır. Bu kıymetli eseri, oğlu Muhammed Azam (Rahimehullah) toplayıp kitap haline getirmiş, Hindistan’ın Haydarabad şehrinde basılmıştır.

Kaynaklar ; Lalegül dergisi – Cübbeli Ahmet Hoca Efendi
(Muhammed Fazlullah es-Serhendi, ‘Umdetü’l-makamat, sh:392; Yusuf en-Nebhanî, Cami’u keramati’l-evliya, 1/204; Muhammed Zahid el-Kevserî, İrgamü’l-merîd, sh:75; ‘Abdülmecid el-Ham, el-Kevkebü’d-dürriyye ‘ale’l-Hadaiki’l-verdıyye fi ecillai’s-sadati’n-Nakşibendiyye, sh:593-595; Ahmed Hilmî, Hadîkatü ‘1-evliya, sh:112; İslam Alimleri Ansiklopedisi, 16/173)

Muhammed Masum (k.s.)

Hindistan – Serhend’de İmam Rabbani Hazretlerinin türbesinin 200 metre kuzeyinde

Asıl adı Muhammed’di. Günaha düşmekten ve şüphelilere yaklaşmaktan çok sakındığı için ”Ma’sum” lakabıyla anılırdı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğludur. 1599 (H. 1007) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan Mülk-i Haydar mevkıinde doğdu.

O daha küçük iken, babası onda tam bir olgunluk ve irşâd eserleri gördü. İstidâdının yüksekliğini anlayınca teveccüh ve nazarları ile ona yönelip, istidâdının altında gizli kemâlâtın açığa çıkmasını bekledi. Buyurdu ki: “Hâl, ilimden sonra olduğu için, ilim okumaktan başka çâre yoktur.” Bu sebeple oğluna aklî ve naklî ilimleri okutmağa başladı. En zor ve en derin kitapları satır satır, yaprak yaprak okumasını emretti. Böylece Muhammed Ma’sûm hazretleri, ilim tahsîline başladı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; “İlim tahsîlini çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz vardır.” buyururdu. Daha on dört yaşında iken babasına; “Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur.” diye arzedince, babası; “Sen zamânının kutbu olursun.” buyurarak müjde verdi. Nitekim daha sonra bunu kendisi şöyle belirtmiştir: “Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun. Vâd edilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine kavuştum.”

Muhammed Ma’sûm, ilminin çoğunu babasının huzûrunda öğrendi. Bu tahsîli sırasında İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektubunda onun hakkında şöyle yazmıştır: “Bu günlerde oğlum Muhammed Ma’sûm, Şerh-i Mevâkif’i bitirdi. Bu arada Yunan felsefecilerinin kusur ve hatâlarını iyi anladı. Nice faydalara kavuştu. Allahü teâlâya bu ihsânından dolayı hamd ve senâlar olsun.” İlminin bir kısmını da büyük ağabeyi Muhammed Sâdık’tan ve babasının halîfelerinden olan büyük âlim Muhammed Tâhir-i Lâhorî’den öğrendi. Ayrıca başka âlimlerden de ilim öğrendi. Hadîs ilminde babasından icâzet, diploma aldı.

On altı yaşında iken, bütün ilimlerin tahsîlini bitirdi. Bundan sonra tamâmen tasavvufa yönelip, babasının feyzlerine, üstün makamlara, büyük derecelere ve yüksek kemâlâta kavuştu. Kendinden önce yaşayan büyük velîlerin bir ömür harcayarak elde ettiklerini, o daha çocukluğunda elde etti. Bu durumu kendisi şöyle ifâde etmiştir: “Bu fakîr, (yâni Muhammed Ma’sûm) o esrar denizlerinin dalgıcı oldum. O yüksek efendim (İmâm-ı Rabbânî), dâimâ bu fakîrin hâlini kontrol ve teftiş ederdi. İlerlememi yakından incelerdi. Çok teveccüh buyururdu. Gizli hakîkatleri beyân eyledikleri zaman bu fakîrden başkası, şerefli huzurlarında yoktu. Kavuştuğum şeyleri sorduktan sonra çok iltifât eylediler. Yüksek hâllere kavuştuğumun müjdesini verdiler. Allahü teâlâya bunun ve verdiği nîmetler için hamd ü senâlar olsun.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri ömrünün son günlerinde onu husûsî odasına çağırıp buyurdu ki: “Benim bu dünyâya bağlılığım yalnız bu kayyumluk vazifesi ve muâmelesi sebebiyle idi. Devamlı teveccühlerden sonra o sana verildi. Bütün mahlûkât tam bir şevk ile yüzünü sana dönüyor. Şimdi bu fânî dünyâda kalmak için sebep bulamıyorum. Bu denî, aşağı ve hakîr dünyâdan göç etmem yaklaştı.” Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî buyurdu ki: “Bu fakîr, bu gizli müjdeyi duyduğum hâlde kalbim parçalandı. Gözlerim yaşla doldu. Büyük bir elem ve üzüntü ile kendimden geçtim. Ne dilimde konuşacak kuvvet, ne kulağımda dinleyecek kudret kaldı. Bendeki bu değişmeyi görünce, şefkât ve merhametinin çokluğundan bir müddet daha yaşayacağını işâret edip; “Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; birini kendine çağırır, diğerini onun yerine oturtur.” buyurdu.

Muhammed Ma’sûm, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra, vâz ve irşâd makâmına geçip talebe yetiştirmeye başladı. O da ilim ve feyz saçarak insanları doğru yola dâvet etti. İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti onun ki kadar yaygın olan bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuz yüz bin kişi ona talebe olup elinde tövbe etmiş, talebelerinden yüz kırk bini evliyâlık mertebelerine kavuşmuş, yedi bini de mürşid-i kâmil, tam ve olgun bir âlim olarak yetişip, irşâd ile emrolunmuştur. Talebeleri onun huzûrunda bâzan bir ayda, bâzan bir haftada evliyâlık kemâlâtına ererlerdi. Bâzılarını bir teveccühde, makamların hepsine ulaştırırdı.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin yetiştirdiği mürşid-i kâmillerden herbiri, bulunduğu yerlerde insanlara feyz vererek, onları irşâd ettiler, hak olan doğru yolu anlattılar. Böylece onun feyz ve mârifeti her tarafa yayıldı. Yapılan bu mükemmel hizmetler, îzâh edilemeyecek kadar umûmileşti, yaygınlaştı ve asırlar sonrasına aksetti. Talebelerinin meşhûrlarından olan Murâd-ı Münzevî hazretlerinin kabri İstanbul’dadır. İstanbul’da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan biridir.

Muhammed Ma’sûm hazretleri 1657 (H.1068) senesinde hacca gitti. Bu sefere çıkıp mukaddes beldelere varınca buyurdu ki: “Bu yerlerin her tarafını Peygamber efendimizin nûrları ile dolmuş buluyorum.” Mekke ve Medîne’de bulundukları müddetçe, beyâna sığmaz hâller müşâhede eyleyip, bir kısmını yakınlarına anlatmıştı. Buyurdu ki: “Mekke-i mükerremeye geldiğim zaman tavâf-ı kudûm yaptım. Melekler ve hûrilerin Kâbe’yi tavaf ettiklerini, böyle şevk ve kavuşma hasretinin insanlarda olamayacağını gördüm. Her defâsında Kâbe’yi üç defâ medhederlerdi. Kâbe’nin etrâfından göğe kadar her yeri kaplamışlardı.”

Yine şöyle buyurdu: “Mekke’den Arafat’a gitmek için yola çıktım. Mina’ya varınca, namaz kılmak için Mescid-i Hîf’e girdim. Peygamber efendimiz o mescidin yakınında çadır kurmuş, konaklamışlardı. Aynı zamanda orada Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmın makamları vardı. Bu mescidde oturduk. Allah’ın Peygamberi tam bir heybet ve celâl ile geldi. O’nun o mübârek latîf vücûdu sebebiyle yer gök nûr ile doldu. Her şey o nûrun içine gömüldü.”

Mekke-i muazzamada bulunduğu sıralarda, büyük kardeşi Hâce Muhammed Saîd hastalanmıştı. Hastalığı da ağırdı. Kurtulması için duâ etti.Teveccüh buyurdu. Ağlayarak Allahü teâlâya sığındı. Ellerini kaldırarak, içli duâ eyledi. Sonra buyurdu ki: “Duâ esnâsında müşâhede eyledim ki; huşû ile ellerimi kaldırıp, Allahü teâlâya duâ ettiğim sırada, mahlûkatdan milyonlarcası, bana uyarak ellerini kaldırdılar. Murâdımın hâsıl olması için, duâma iştirak ettiler. Böylece duâm kabûl oldu. Ağabeyimin rahatsızlığı geçip tam sıhhate kavuştu.”

Yine buyurdu ki: “Kâbe’de idim. Hazret-i İbrâhim’i, makâm-ı İbrâhim’de gördüm. Onun yakınında inanılmıyacak zuhûrlar ve garîb hâller buldum.”

Peygamber efendimizin dünyâyı şereflendirdikleri Rebî’ul-evvel ayının on ikinci gecesi, Kabe’de Mültezem’in yanında iken, irşâd ile meşgûl olayım mı, yoksa bu işi bırakıp uzlette, kendi başıma mı ibâdetle meşgûl olayım diye Resûlullah efendimize tazarrû, yalvarma ve ilticâda bulundum. Çok kıymetli olan irşâd ile meşgûl olmam için emrolundum. Allahü teâlânın rızâsının tamâmen bu işte olduğunu ve bu işe gayret etmemi bildirdi. Hattâ bunu terketmemin hiçbir şekilde rızâsına uygun olmadığı anlaşıldı.

Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm hazretleri Mekke-i mükerremeden ayrılıp, Cidde’ye geldiği zaman buyurdu ki: “Nûrlar ve esrâr, Harem-i şerîfin dışında, içindekilerden daha çok görünmeğe başladı. Zîrâ, huzurda iken, nûrların ziyâsının çokluğu, onlara bakmamıza mâni oluyordu. Bu yüzden hiçbir tarafa bakamıyordum ve her şeyi iyice anlayamıyordum. Nûrların azalması, bakmayı kolaylaştırdığı için, anlamak da mümkün oluyor.” Sonra Medîne’ye gitmek üzere yola çıktı.

Medîne-i münevvere yoluna büyük bir sevgi ile koyuldu. Mescid-i nebînin nûrlarının eserlerinin, dalgalarının görünmesi, duyulmağa başlaması, bir an evvel bu kıymetli yerlere kavuşmağı hızlandırıyordu. Bunun gibi Sahâbe-i kirâmın mübârek mezârlarına ulaşmak için tam gayret ediyordu. Bedir vâdisine gelince, Sugra’da yatan Bedir muhârebesi şehîdlerinden hazret-i Abdülhâris’in mezârını ziyârete gitti. Yanındakilerle berâber, bir müddet mezârın başında murâkabe eyledi. Sonra; “Onun mezârının başında teveccüh ettim. Kendisini bulamadım. Bir müddet sonra görünüp, bize doğru geldi. Büyük bir neşe ile beni karşıladı.” buyurdu.Sonra Medîne’ye girdiler. Medîne’de Peygamber efendimizin kabrini ziyâret ederek, uzun müddet murâkabe ile meşgûl oldu ve; “Peygamberlerin sonuncusu, kereminin çokluğundan ve merhametlerinin fazlalığından gözüküp yanıma geldi.Lütf ve inâyet buyurup beni kucakladı. O kadar nîmete kavuştum ki, bunun gibisine bu zamâna kadar kavuşmamıştım.” buyurdu. Orada bulunduğu müddetçe Peygamber efendimizi bu şekilde defâlarca görmüştür.

Muhammed Ma’sûm hazretleri Medîne-i münevverede bulunan Eshâb-ı kirâmdan birçok zâtın ve diğer büyük zâtların medfûn bulunduğu Bakî’ kabristanını da ziyârete gitti.Bu ziyâreti sırasında da, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin rûhâniyeti ile görüştü. Bakî’ kabristanında vedâ ziyâreti yaparken, hazret-i Osman’ın nûr saçan mezârı başında oturdu. Diğer mezârları da ziyâret için oradan ayrılırken, hazret-i Osman’ın rûhâniyeti gözüküp onu uğurladı ve üç defâ öptü. Ayrıca hazret-i Abbâs’ın, hazret-i Âişe’nin, hazret-i Fâtıma’nın, Peygamber efendimizin küçük yaşta vefât eden mübârek evlâdı İbrâhim’in ve diğer büyüklerin rûhâniyetini görmüştür. Onların da feyz ve bereketlerine kavuştuğunu, herbirinden ayrı ayrı hâller gördüğünü bildirmiştir.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin, vefât ettiği sene, Şa’bân ayının on beşinci gecesi, yâni duâların kabûl olduğu, ecellerin takdir edildiği Berât gecesinde, talebelerinden bâzı hâdiseleri sorup cevap aldı. Sonra da; “Bir kutbun ismini yaşayanlar defterinden sildiler.” buyurarak, vefât edeceğine işâret etti.Yine vefâtına yakın bir zamanda bir yerde durup; “Pek yakında kemâl sâhiplerinden birinin mezârı burası olur.” buyurdu. Vefât edince kabrinin orası olduğunu görenler bu sözdeki işâreti anladılar. Yine o günlerde babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kabrini ziyâret ettiği sırada ondan âhiretin hâllerini sorduğunu ve babasının cevâbında; “Burada her şey rahmet iledir” buyurduğunu bildirdi ve ertesi gün vefât etti.Vefâtları 1668 (H.1079) senesi Ağustos ayının on yedinci günü öğle vakti idi. Cenâzesini, Ahund Sücâdil yıkadı. Mübârek ağzını yıkamaya sıra gelince, yıkayıcı; “Bu mübârek ağzı açmaya tâkat getiremiyorum.” dedi. Bunun üzerine Muhammed Ma’sûm hazretleri kendisi, hayatta olanlar gibi ağzını açtı, suyu ağzına aldı ve ağzını çalkaladı. Orada bulunanlar bu hâli görünce şaşırdılar. Namazını en küçük kardeşi, Şeyh Yahyâ kıldırdı. Mezârı, hayatta iken; “Burada kemâl mertebelerine kavuşan bir fakîrin mezârı bulunur” buyurduğu yer oldu. Bâbür sultânı ve talebesi olan Evrengzîb Âlemgir, kabri üzerine yüksek kubbeli bir türbe yaptırdı. Türbesi, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesinin birkaç yüz metre kuzeyindedir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ında, bu oğluna yazdığı mektuplar vardır.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin kıymetli neslinden pekçok veli yetişmiş ve zamanlarının kutbu olmuşlardır. Bütün İslâm memleketlerine feyzleri yayılıp nûrlandırmıştır. Ecdâdlarının vârisleri ve yeryüzünün meşhûrları olmuşlardır. Hidâyet ve irşâdda yüksek derece kazanmışlardır.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin üç ciltlik;Mektûbât-ı Ma’sûmiyye adlı bir eseri vardır. Bu üç cildde toplam altı yüz elli iki mektup vardır. Son olarak 1976 (H.1396) senesinde Pakistan’ın Karaçi Şehrinde bastırılmıştır. Fârisî olan bu mektuplar arasından yüz kırk bir adedi seçilerek; Müntehâbât-ı Ma’sûmiyye adı ile İhlâs Holding A.Ş. tarafından bastırılmıŞtır.

[toggle title=”Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretleri Mektûbât-İ Ma’sûmiyye’sinin 1. cild 4. mektubundaşöyle buyurmaktadır:” load=”hide”]
“Bu bir köşede unutulmuşu hatırlıyarak, kardeşim Mevlânâ Muhammed Hanîf ile gönderdiğiniz mektup geldi. Okuyunca, çok sevindirdi. Ortağı, benzeri olmayan cenâb-ı Hakk’a bağlılığınızı ve O’nun muhabbetinin ateşi ile yandığınızı okuyunca, sevincimiz kat kat arttı. Bu âhir zaman fitne ve zulmeti içinde, Allahü teâlâ, bir kulunun kalbine, kendi sevgisini yerleştirir ve kendi hicrânı, ayrılığı ile onu yakarsa ne büyük nîmettir! Bu nîmetin kıymetini bilip, şükrünü yapmak lâzımdır. Durmayıp, bunun artmasına çalışarak, aşk-ı ilâhînin, en son derecesine yükselmesini beklemelidir. Hakîkî matlûbdan başka hiçbir şeye gönül bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle uğraşmamalıdır. Muhabbet ateşi, nefs-i emmârenin azgınlığından, yükselmesinden meydana gelen, izzet-i nefs perdesini tamâmen yakarak, ezelî ve ebedî kemâlâtİn nûrlarİ, kalbi aydİnlatmalİdİr. “Nîmetlerime Şükrederseniz, onlarİ arttİrİrİm.” (İbrâhim sûresi: 7) buyrulmuŞtur.

Ey mes’ud ve bahtiyâr kardeşim! Allahü teâlânın sevdiği kullarının yolunda yürümek arzusunda isen, bu yolun şartlarını ve edeblerini gözetmelisin! En önce, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Çünkü Allahü teâlânın sevgisine ulaştıran yolun esâsı bu ikisidir. İşlerinizi, sözlerinizi ve ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin sözlerine ve kitaplarına uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve söylemekte aşırı gitmeyip, orta derecede olmalısınız. Seher vakti (yâni gecelerin sonunda) kalkmağa gayret etmelisiniz. Bu vakitlerde istigfâr etmeyi, ağlamayı, Allahü teâlâya yalvarmayİ ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle berâber olmayİ aramalİsİnİz. “İnsanİn dîni, arkadaŞİnİn dîni gibidir.” hadîs-i şerîfini unutmayınız! Şunu, iyi biliniz ki, âhireti, seâdet-i ebediyyeyi isteyenlerin, dünyâ lezzetlerine düşkün olmaması lâzımdır.

Mübâh olan lezzetleri bırakamazsanız, hiç olmazsa, haramlardan ve şüphelilerden kaçınınız. Böylece âhirette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altın ve gümüş eşyânın ve çayırda otlayan hayvanların ve ticâret eşyâsının zekâtını, topraktan, tarladan, ağaçtan alınan mahsüllerin öşrünü de her hâlükârda vermek lâzımdır. Bunların verilecek mikdârları, fıkıh kitaplarında bildirilmiştir.

Zekâtı ve fıtraları, İslâmiyetin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyı ziyâret etmeli, mektupla gönüllerini almalıdır. Komşuların haklarını gözetmelidir. Fakirlere ve borç isteyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, İslâmiyetin izin vermediği yerlere harcetmemeli, izin verilen yere de, isrâf etmemelidir. Bunlara dikkat edince, mal zarardan kurtulur ve dünyâlıklar, âhiretlik hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez.

İyi biliniz ki, namaz dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmayanın dîni yıkılır. Namazları, müstehap zamanlarda, şartlarına ve edeblerine uygun kılmalıdır. Bunlar fıkıh kitablarında bildirilmiştir. Namazları cemâatle kılmalı, birinci tekbîri imâm ile birlikte almağa çalışmalıdır ve birinci safta yer bulmalıdır. (Câmiye geç gelip, birinci safa geçmek için, safları yarmak, cemâate eziyet vermek haramdır.) Bunlardan biri yapılmazsa mâtem tutmalıdır. Kâmil bir müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhirete girer. Çünkü dünyâda Allahü teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıktır. Âhiret ise, asla yakınlık yeridir. İşte namazda, âhirete girerek, burada nasîb olan devletten hisse alır. Bu dünyâda hasret ve firâk ateşi ile yanan susuzlar, ancak namaz çeşmesinin hayat suyu ile serinleyip rahat bulur. Büyüklük ve mâbûdluk sahrâsında şaşırmış kalmış olanlar, namaz gelininin çadır etekleri altında vuslatın (matlûba kavuŞmanİn) kokusunu duyarak hayrân olurlar. Allahü teâlânİn sevgili Peygamberi buyurdu ki: “Bir mümin namaz kİlma?a baŞlayİnca, Cennet kapİlarİ onun için açİlİr. Rabbi ile onun arasİnda bulunan perdeler kalkar. Cennet’te olan hûriler onu karŞİlar. Bu hâl, namaz bitinceye kadar devâm eder.”

Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar; Kur’ân-ı kerîm okuyarak, ibâdetleri yaparak, kıymetli kitaplarda ve hadîs-i şerîflerde bildirilen duâları, tesbihleri okuyarak vakitlerinizi mâmûr ediniz! Bu duâ, tesbîh ve ibâdetlerden bir kısmını bu fakîr, toplamıştım. Mevlânâ MuhammedHanîf almıştı. Zamânınızın çoğunu; “Lâ ilâhe illallah” kelimesini söylemekle geçiriniz. Kalbi temizlemekte çok tesirlidir. Her gün, belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli ve abdestsiz söylenebilir. Bu yolun büyüklerini sevmeyi saâdetin sermâyesi biliniz! Bu yolda ilerleten en kuvvetli vâsıtanın, bu muhabbet olduğunu biliniz.Fârisî beyt tercümesi:

Aradığın hazînenin nişânını verdim sana!

Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da!

Allahü teâlâ size ve doğru yolda gidenlerin hepsine selâmet ve rahatlıklar versin!” (Birinci cild, on dördüncü mektup.)

[/toggle]

[toggle title=”Mübarek Sözleri” load=”hide”]
Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretleri buyurdu ki: “Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip, sevâblarını meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet olur.”

“İnsanlar arasına karışmak, eğer onların haklarını yerine getirmek için olursa zikr olur.”

“Belâların ve şiddetli şeylerin kalkması için istigfâr, tövbe etmek çok faydalıdır.”

“Kulun ıslah olması, kalbinin ıslah olmasına bağlıdır. Fesâdı da kalbin fesâdına bağlıdır.”

“Sâlih amellerin sevâbını bütün müminlerin rûhuna hediye etmek iyi ve makbûldür. Her birine ayrı sevâb ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyet edilip okunan ve hediye edilen meyyitin sevâbı hiç eksilmez.”

“İnsanın izzeti, îmân ve mârifet iledir. Mal ve mevkî ile değildir.”

“İnsan her neye kavuşursa, başına ne gelirse bunların hepsi takdir-i ezeliyye iledir.”

“İnsandan bu fânî dünyâda istenen, kulluk vazifesini yerine getirip, ibâdetleri yapmasıdır.”

“Allahü teâlâ insanı beyhûde yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun. İstediğini yapsın, hevâ-yı nefse ve hoşuna giden şeye uysun!O, emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsine, arzu ve hevesine uyanlar, âsi, inadcı olup, Allahü teâlânın gazabına uğrarlar ve çeşitli azablara müstehak olurlar.”

“Vakitleri zikr ve tefekkür ile mâmûr etmek lâzımdır. Vakti en mühim işler ile geçirmelidir. Yalnızken ve başkaları ile birlikte iken takvâ ve havf (korku) üzere olmalı ve ölüm ânını düşünüp, tefekkürü terk etmemelidir.”

“Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikr ve tefekkür ile geçirmek lâzımdır. Gecelerin karanlığını istiğfâr ile aydınlatmalı(geceleri çok tövbe etmeli) ve bu az vakitte (dünyâ hayâtında) âhiret azığını hazırlamalıdır.

“Bid’atler yayılıp sünnetler terkedildiği zulmetli zamanda, İslâm ilimlerinin tahsîli ve neşri en mühim işlerdendir. Ve Muhammed aleyhisselâmın sünnetini yaymak en büyük maksattandır.”

“Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o günah amel defterine yazılmaz.”

“Tövbe kapısı açıktır. Allahü teâlâ raûf ve rahîmdir. Kimse kusurdan hâli değildir. Ümidli olmalıdır.”

“Kur’ân-ı kerîm okumak, Allahü teâlâ ile tekellüm (konuşmak) olur.”

“Cennet’e girmek ancak rahmet-i ilâhî iledir.”

“Ömrün en kıymetli zamânı gençlik zamânıdır. En kıymetli şey ise mârifetullahdır. Gençliğini en kötü şey olan hevâ ve heves peşinde harcayıp, mârifetullahı, ömrün en kötü zamânı olan ihtiyârlık zamânına bırakanlara yazıklar olsun!”

“Kıymetli ömrünü bu fânî ve denî, alçak olan dünyâ için sarf eden kâbiliyetli gençlere çok yazık! Onlar gençliklerini dünyâ için harcamakla, aldatıcı bir kahpeye âşık olmuşlar, kıymetli cevherleri saksı parçaları ile değişmişlerdir!”

“Müminin hesâbı kısa bir zaman için olacaktır. Birinin hesâbı diğerinin hesâbını geciktirmez.”

“Dünyâ hayâtı çok kısadır. Bu birkaç günlük kısa fırsat zamânında, kabri ve kıyâmeti unutmamak (hazırlanmak) lâzımdır.”

“Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebeb olacak işleri yapan ve âhiret azığını hazırlayandır.”

“Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk’ın dostları bu derde tutulmuş, giriftâr olmuşlardır.”

“Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu birkaç günlük hayâtı ganîmet bilip, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya sarfetmek lâzımdır. Alçak dünyânın nîmetlerine dalmayıp, âhireti istemek lâzımdır. Ebedî olan âhireti ve âhiret nîmetlerini kazanmak için çalışmalıdır.”

“Rızık mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan veya ziyâde olması, Hak teâlânın husûsî fazlı iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur.”

“Sadakanın sevâbını evvelâ Resûlullah efendimizin rûhuna, sonra da diğer meyyitin rûhuna hediye etmelidir.”

“Seher vakitlerinde ağlamayı ve istigfâr etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş olarak addetmelidir.”

“Seher vaktinde uyanık olmayı mümkün olduğu kadar elden bırakmamalı ve ağlayarak namaz kılıp istigfâr etmeyi ganîmet bilmelidir.”

“Attâr-ıŞiblî kırk sene ağladı ve başını kaldırıp semâya bakmadı. Ağlamasının sebebi sorulunca; “Kabrin korkusundan ve kıyâmet gününün heybetinden ağlamaktayım” dedi. Semâya neden bakmıyorsun? diye sorulunca da; “Meclislerde kahkaha atarak çok güldüm. Bu yüzden utanıp başımı kaldırıp bakamıyorum.” buyurdu.”

“İslâmiyete uymadıkça, hiçbir vakit mârifet-i ilâhî hâsıl olmaz.”

Keramet ve Menkıbeleri

Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinin yüksek talebelerinden olan MuhammedHanîf-iKâbilî, gençlik yıllarında Kâbil şehrinde bulunurken, rüyâsında iki büyük zâtı görür. Kim olduklarını merak edince biri gelip; “Her ikisi de Müceddid-i elf-i sânî İmâm-ıRabbânî hazretlerinin oğludur. Biri rahmetler hazînesi Muhammed Saîd, diğeri Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm’dur.” dedi. O da beni Muhammed Ma’sûm’un huzûruna götür deyince, o şahıs da; “Ben senin yanına onun işâreti ile seni götürmek için geldim.” dedi. Onu alıp MuhammedMa’sûm hazretlerinin huzûruna götürdü. Muhammed Hanîf, büyük müjdelerle dolu olan bu rüyâsından uyanınca, gördüklerini yakınlarına anlattı. Büyük bir şevk ve cezbeye kapılmıştı. Bunun üzerine Kâbil’den Serhend’e gitti.Serhend’e varınca Muhammed Ma’sûm hazretlerinin huzûruna girip, aynen rüyâsındaki gibi gördü. Ona talebe olup bir müddet derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Hocasının büyüklüğü, ihsânı ve himmeti ile aklından, hayâlinden geçmeyen derecelere, kulakların duymadığı, gözlerin görmediği mârifetlere kavuştu. Hocasından icâzet ve hilâfet alarak memleketi olan Kâbil’e döndü. İnsanları irşâda ve yetiştirmeye başladı. Orada bulunan bir takım kimseler, hocasının ve onun üstünlüğünü anlayamayıp karşı çıktılar. Nihâyet bir grup insan aralarında anlaşıp, Hâce Muhammed Hanîf’e geldiler: “Biz bir kerâmet, bir hârika görmeyince, sizin büyüklüğünüze inanmayız.” dediler. Ve; “Biz bir ziyâfet hazırlayacağız. Üstâdınızı dâvet ediyoruz. Bugün yemek vaktinde onun Serhend’den Kâbil’e gelmesini bekliyoruz. Eğer gelirse, hepimiz senin taleben oluruz.” diye ilâve ettiler. Hâlbuki, hocası ile arasındaki mesâfe değil bir günlük, bir aylıktan daha uzak ve yüzlerce kilometre idi. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri, hocasına olan bağlılığının çokluğundan ve Allahü teâlânın kullarına şefkatinden, bunu kabûl eyledi ve; “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri yemeği ekseriyetle yatsı namazından sonra yer. Siz yemekleri hazırlayın, geleceğini ümid ederim.” dedi.

Oradakiler gülüp oynamaya, alaylı bir şekilde yemekleri ve misâfir odasını hazırlamaya başladılar. Vakit gelince Hanîf’e; “Yatsı vakti oldu. Artık yemek yiyelim.” dediler. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri de; “Yemeği getirin, üstâdımın yemek yeme zamânı bu zamandır.” buyurdu. Oradakilerin bir kısmı yemeğin getirilmesi ile meşgûl oldular. Bir de ne görsünler! MuhammedMa’sûm hazretleri altı oğlu ile birlikte evin kapısından girip kendileri için ayrılmış olan minder üzerine oturdu. Yüksek oğulları da babalarının etrâfında halka şeklinde oturdular. Oradakiler bu hâli görünce, hayretler içinde kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Özür ve af dilediler.

Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Yalnız MuhammedHanîf’in hatırı için geldim. Onu çok sevdiğim ve o da bana bağlı olduğu için onu kırmadım. Yoksa maksadım, niyetim kerâmet göstermek değil. Sakın bundan sonra evliyâdan kerâmet istemeyiniz. Büyük zarar ve ziyanlara düşersiniz.” Hep berâber yemeğe başladılar. Hem yediler, hem de konuştular. Konuşulanlar, yenenlerden tatlıydı. Orada bulunanlar, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetini dinleyerek kalblerindeki zulmetten kurtuldular. Onu sevenler arasına girip, saâdete erdiler. Her ne kadar Muhammed Ma’sûm hazretlerinin orada biraz kalmasını istediler ve bu bizim için en büyük saâdettir dedilerse de, Muhammed Ma’sûm hazretleri; “Hiç kimseye haber veremedim, bundan kimsenin haberi yok, belki bize bağlı olanlarda bir merak ve üzüntü hâsıl olur.” buyurup, ayrıldılar.

Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî anlatır: “MuhammedMa’sûm hazretleri bana icâzet verdikten sonra, memleketime gidip, insanları irşâd etmemi emretti. Bunun üzerine; “Efendim, irşâd makâmında bulunmak, masraf ister. Gelen giden çok olur. Benim ise sarfedecek bir şeyim yoktur.” dedim. Bu sözler üzerine bana; “Ey Sofi! Bir parça kırmızı ve bir parça da siyah kâğıt getir.” buyurdu. Hemen gidip getirdim. Mübârek elleri ile o kâğıtları, para şeklinde kesti. Sonra ıslatıp bana verdi. Bu kâğıtlar o anda altın ve gümüş para oldu. Hayretler içerisinde kaldım. Kendi kendime; “Bu tasarrufu bana ihsan etselerdi, ne iyi olurdu” dedim. Kalbimden geçeni anlayıp, bana tekrar buyurdu ki: “Peki bu tasarrufu Hak teâlânın izniyle sana verdim. Ama ihtiyâcın olduğu zaman, kullanırsın. Kırmızı kâğıdı yuvarlak yapar, ıslatırsan altın olur. Siyah kağıdı ıslatırsan gümüş olur.”Sonra izin alarak, memleketime gittim. Evimize her gün misâfir geliyordu. Buyurdukları gibi yapıyordum. Kâğıtlar, altın veya gümüş para oluyordu. Hocamın bu tasarrufu ile gereken her masrafı karşılayıp irşâd vazifesine devâm ettim. Halk tarafından çok sevildim ve böylece onlara hizmet ettim.” Bu talebesinin ismi, altın yapan Kâbilli Sofi mânâsında; “Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî” diye meşhûr olmuştur.

Hüdâperest Hân adında bir vâli, vâliliği bırakıp, Muhammed Ma’sûm hazretlerine talebe olmuştu. Bir gün evine altı misâfir gelmişti. Onlara yedirecek ve ikrâm edecek bir şeyi yoktu. Sohbet ve hatmi kaçırmamak için hocası Muhammed Ma’sûm’un huzûruna gitti. Hocası Muhammed Ma’sûm hazretleri sıkıntısını kerâmetiyle anlayıp, sohbetten sonra, kendisine ve altı misâfirine onar tâne olmak üzere yetmiş tâne, “Enbe” denilen yemiş verdi. Ayrıca altı misâfiri için, “Eşrefî” denilen altı altın para verdi ve; “Sen bizim oğlumuz yerindesin, burada bulunduğun müddetçe, sana misâfir gelirse hiç çekinmeden bize haber ver.” buyurdu.

MuhammedMa’sûm hazretlerinin, Sofî Pâyende Kerbâs adında bir talebesi, huzûrunda yetişip halîfelerinden oldu. Yanından ayrılıp memleketine giderken, ona biraz kumaş vermişti. Verirken de; “Bu kumaşta bereket vardır.” buyurmuştu. Sofî Pâyende uzun zaman o kumaştan bir parça keserek satıp ihtiyaçlarını temin etti. Kumaş hiç eksilmiyordu. Hayâtının sonuna kadar böyle devâm etti. Vefâtından sonra da vasiyeti üzerine o kumaş kendisine kefen yapıldı. Bunun için, kumaş yapan Sofî mânâsında “Sofî Pâyende Kerbâs” ismi ile meşhûr olup anıldı.

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından ve halîfelerinden olan Hâce Muhammed Sıddîk’a, Peşâver’de irşad, talebe yetiştirme vazifesi verilmişti. Bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretlerini çok özlemiştim. Mübârek yüzünü görüp, sohbetinde bulunmak için Peşâver’den, Serhend’e gitmek üzere yola çıktım. Bir katıra binip yola devâm ediyordum. Yolda katır birden bire ürküp kaçmaya başladı. Sonra da beni düşürdü. Ayağım üzengiye takıldı, bir türlü kurtaramadım. Katır, beni sürüklemeye başladı. Yanımda ve çevremde beni bu hâlden kurtaracak hiçbir kimse de yoktu. Tam bir çâresizlik içinde iken hocam Muhammed Ma’sûm hazretlerini hatırladım. Allahü teâlânın izni ile hocamın imdâdıma yetişmesini istedim. Daha böyle düşünür düşünmez hocam âniden gözüküverdi. Katırı tutup durdurdu. Ben ayağımı üzengiden kurtarıp, yerden kalkıncaya kadar bekledi. Ayağa kalkınca hocamın ayaklarına kapanıp, bu yardımından dolayı memnûniyetimi ve muhabbetimi arzetmek istedim. Fakat ben ayağa kalkar kalkmaz hocam gözden kayboldu, onu orada göremedim.”

Yine, talebelerinin büyüklerinden HâceMuhammedSıddîk şöyle anlatmıştır: “Hocam MuhammedMa’sûm hazretlerinin sohbetine ve derslerine devâm ettiğim sırada, memleketime gidip gelmek üzere izin almıştım. Yola çıkıp bir müddet gittikten sonra, yolda derin bir su kenarında durdum. Gömleğimi yıkamak istedim. Fakat bu sırada ayağım kaydı. Birden bire suya düşüp batmaya başladım. Su beni boyluyordu. Yüzme de bilmiyordum. Bir batıyor bir çıkıyordum. Ölmek üzereydim. Tam bu sırada hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri gözüküp elimden tuttu ve beni boğulmaktan kurtardı. Sonra da gözden kayboldu.”

Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Bir gün kendimden geçip muhabbet ateşiyle yanarak sahralara düşmüştüm. O kadar gitmişim ki sahraya dalıp şehirden çok uzaklaşmışım. Sahrada öyle susamıştım ki, neredeyse susuzluktan ölecektim. Ben bu hâlde çâresiz iken, hocam Muhammed Mâ’sûm hazretleri uzaktan gözüküverdi. Hemen şevk ile sevinerek hocamın yanına koştum. Tam huzûruna varınca hocam gözden kayboldu. Fakat hocamın bana gözüküp, sonra da gözden kaybolduğu yerde bir pınar buldum ve suyundan içtim. Böylece şiddetli susuzluktan ve helak olmaktan kurtuldum.”

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetinde bulunmakla şereflenen ve talebesi Hâce Muhammed Sıddîk’ın talebesi olan bir zât şöyle anlatmıştır: “Bir defâsında hayvanıma odun yükleyip getirirken yük devrilip yıkıldı. Yalnızdım ve tekrar yüklemek için yardım edecek kimsem yoktu. Çâresiz kalakaldım. Tam bu sırada Muhammed Ma’sûm hazretleri birden bire karşıma çıkıverdi. Yıkılan yükü hayvanın üzerine koydu ve gözden kayboldu.”

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden olan Hâce Mûsâ şöyle anlatmıştır: “Hocam Muhammed Ma’sûm hazretleri bana, icâzet-i mutlaka ve hilâfet verip; “Size itâat ederler, sözünüzü dinlerler.” buyurup, memleketime dönmemi söylediği zaman kendisine; “Bizim memleketimizdeki halk, sert tabiatlıdır, böyle şeyleri bilmezler, zâhirî bir kerâmet ve tasarruf görmezlerse bu yola girmezler. Hattâ böyle olunca alay ederler. Oradaki insanlar, sert tabiatlı ve sıkıntı vericidirler. Onlar hakkında öyle bir teveccüh buyurunuz ki, itâat etsinler. Böyle olunca elbette oradakiler de sevenlerden ve muhlislerden olurlar.” diye bildirdim. Bunun üzerine hocam; “Senin isminin anıldığı yerde, sana itâat ederler. Bir de, senin duân her hastalığa şifâdır. Onunla hastaları iyi edersin. Oradaki bütün insanlar sizi severler.” dedi. Gerçekten hocamın buyurduğu gibi oldu.”

Sa’dullah Hân, Şâh Cihân’ın yanındayken, Muhammed Ma’ sûm hazretlerinin büyük bir mürşid-i kâmil olduğunu inkâr ederek, dil uzatıp hâllerini yalanlamıştı. O anda kulunç hastalığına tutuldu. Bu hastalığa birdenbire yakalanıvermesinin, Muhammed Ma’sûm hazretleri hakkında söylediği kötü sözlerden olduğunun farkına vardı. Pişmân oldu ve MuhammedMa’sûm hazretlerine beş yüz rupye (o zamânın parası) ve bâzı hediyeler gönderdi. “Benim kusur ve anlayışsızlığımı affetsin.” diye haber yolladı. Bir bardak içerisinde de su gönderip şifâ olması için suya okumasını da istemişti. Fakat Muhammed Ma’sûm hazretleri bunları aslâ kabûl etmedi. Oğulları o kimseyi kurtarmak için çok yalvarınca, buyurdu ki: “Yalan söyleyenlerin nefesinde bereket ve şifâ olmaz. Bize yalancı dedi.” O Hânın adamlarına; “Çabuk gidiniz. Onun rûhu, bu cevâbı bekliyor.” buyurdu. Sa’dullah’ın adamları, utanarak geri döndüler ve duyduklarını söylediler. Sa’dullah Hân bu sözleri işitince o anda öldü.

Berekât-ı Ma’sûmî kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Bir gün Evrengzîb’in oğlu, zamânın pâdişâhı Muhammed Muazzam Şâh’ın meclisindeydim. MuhammedMa’sûm hazretlerinin tasarruflarından bahsediliyordu. Muhammed Muazzam Şâh dedi ki: “Sultan Evrengzîb, Keşmîr’e giderken, irşâd diyârı olan Serhend’den geçiyordu. Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm hazretlerini ziyâret ile şereflendi. O sene, pâdişâh olmasının beşinci senesiydi. Ben de babamın yanındaydım. Muhammed Ma’sûm hazretleri; “Baban vefât ettikten sonra, pâdişâhlık sana geçecektir.” buyurdu. Kırk beş sene sonra bu müjdesi doğru çıktı. Evrengzîb’in pâdişâhlık müddeti elli sene idi.”

BOL NÎMET VE BEREKET

Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: Peygamber efendimizin mihrâbının yanında öğle namazını kılıyordum. Bu mübârek yerlerden ayrılık düşüncesinin verdiği hüzün ve elemin tesiriyle ağlamağa başladım. Bu üzüntü ve gam içerisinde iken, kabr-i seâdetten, o temiz ve en güzel kokulu mezârdan etrâfa nûr saçılmağa başladığını gördüm. Peygamber efendimiz tam bir heybetle o nûrlar arasından göründü. Mübârek kabrinden çıktı. Yanımıza geldi. Kerem ve ihsânının çokluğundan, benzerini hiçbir zaman göremediğim, sultanların tâcı ve hil’atı gibi, bir tac ve hil’atı bana giydirdi. Bu tac çok süslü ve pek kıymetliydi. O anda bana bildirdi ki: “Mübârek vücudlarına değen ve şimdi çıkarıp sana verdikleri bu hil’at, diğerlerine benzemez.” Görüyorum ki, Ravda-i mutahharadan, gece gündüz devâm üzere, bütün mahlûkâta nîmetler ve bereketler nehir gibi akİyor. Nitekim, onun hakkİnda Kur’ân-İ kerîmde Allahü teâlâ meâlen; “Biz seni ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik”buyuruyor.

İBRİĞİN SIRRI

Muhammed Ma’sûm, bir gün abdest alırken abdest aldığı ibriği kuvvetle duvara fırlattı. Hizmetinde bulunan talebesi gitti ve başka bir ibrik getirdi.Talebesi, önce verdiği ibriğin böyle atılıp kırılmasına üzüldü. “Acabâ ne kusur ettim.” deyip, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin yakınlarından birine gidip durumu anlattı. O da, talebesinin bu üzüntülü ve korkulu hâlini Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerine bildirdi. Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Ona söyleyiniz korkmasın. O ibriği attığım sırada, bizi sevenlerden birisi sahrada, kana susamış bir arslana rastladı. Arslan o anda onu orada öldürecek, parça parça edecekti. O talebem ise tam bir âcizlik içinde bizden yardım istedi. O anda elimde ve yanımda ibrikten başka bir şey yoktu. Bunun için ibriği arslana fırlattım ve o zavallıyı kurtardım.”

Bu hâdiseyi yaşayan talebesi başından geçenleri sonra şöyle anlattı: “Sahrâda âniden bir arslan gördüm. O anda Hocam, İmâm-ı Muhammed Ma’sûm hazretlerini hatırladım. Hemen baş gözüm ile gördüm ki, İmâm-ı Ma’sûm hazretleri geldi, elindeki ibriği arslana fırlattı. Arslanda hareket edecek kuvvet kalmadı.Sonra hocam gözümden kayboldu. Böylece beni o arslandan kurtardı. Sonra, o ibriğin kırılmış parçalarını yerden topladım. Hâlâ yanımda saklıyorum.”

KISA ÖMÜR

Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “İnsanın ömrü çok azdır. Sonsuz olan âhiret hayâtında, insanın karşılaşacağı şeyler, dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, dünyâdaki kısa hayâtında, âhirette iyi ve rahat yaşamağa sebeb olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım olan şeyleri hazırlar.”

“Bir kimse âhirete yönelirse, Allahü teâlâ keremiyle, onun dünyâ ve âhiret ihtiyaçlarını giderir.”

BOŞ HAYALLERDEN VAZGEÇ

Bir genç, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sohbetine gelirdi. Bu genç, bir kıza âşık olup, dalgın ve dağınık bir hâldeydi. Muhammed Ma’sûm hazretleri bir gün o gencin hâlini anlayıp buyurdu ki: “Bu bozuk düşünceden ve lüzumsuz hayâlden vazgeç! Himmet ve arzu yüzünü hakîkat bahçesine çevir! Mârifet bostanından meyveler topla! Elbette bu diğerinden daha iyi olacaktır.” Bu hâl içerisinde ezilen ve sıkıntı içinde olan genç, Hâfız-ı Şirâzî’nin bir beytini okuyarak bu hâlden kurtulması için duâ ve himmet etmesini istedi. Muhammed Ma’sûm hazretleri, gencin bu sözü üzerine, o hâlden kurtulması için duâ ve himmet etti ve; “Seni bu hâlden kurtardılar!” buyurdu. Genç bu sözü duyar duymaz, kendini toplayıp aklı başına geldi. Mecazî olan aşk ve sevgisi, hakîkî aşka döndü. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin sâdık talebelerinden oldu. Hattâ onun feyz ve bereketlerinden o kadar faydalandı ki, sâlih, velî ve kâmil bir zât oldu.

EHL-İ SÜNNETİN ŞEREFİ

Bir gün İran kumandanlarından râfızî îtikâdlı biri, Hindistan’ın başşehrine gitmek üzere yola çıkmıştı. Serhend şehrinden geçerken, alay edercesine, hizmetçilerinden birini Muhammed Ma’sûm hazretlerinin huzûruna gönderip, ziyâretine gelmek istediğini bildirdi. Muhammed Ma’sûm hazretleri; “Misâfir kâfir de olsa ona ikrâmda bulununuz.” sözü gereğince, misâfir için hazırlık yaptırdı. İkindiye kadar beklediler. Gelmedi. Sonunda o kumandanın gittiği haberi geldi. Maksadı, Ehl-i sünnetin en büyük âlimlerinden ve koruyucularından olan Muhammed Ma’sûm ile alay etmek, onu küçük görüp hafife almakmış. O sırada, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin en yüksek halîfelerinden olan Hâce Muhammed Hanîf-i Kâbilî misâfir geldi. Hazır olan yemekleri onun için getirdiler. Hâce Muhammed Hanîf, hediye olarak birkaç tâne bıçak getirmişti.Başka hediyeler de vardı. Muhammed Ma’sûm hazretleri bıçaklardan birini alıp; “Bir salatalık getirin.” buyurdu. Salatalık getirdiler. O bıçakla salatalığı kesti ve buyurdu ki; “Salatalığı keserken, bizimle alay etmeye kalkışan o râfizînin de başının kesildiğini gördüm.” Hakîkaten buyurduğu gibi oldu.

ON İKİ SENE SONRA

Ekberâbâd şehrinde tasavvufta yetişmiş bir âlim vardı. Hastalanıp ölmek üzere iken, talebesi olan kız kardeşinin oğlunu istedi. Sonra; “Senin hâllerin tamamlanmadı. Ben de ölüyorum. Şimdi senin, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin huzûruna gidip, sülûk eylemen, tasavvufta yetişmen ve böylece kemâl mertebelerine kavuşman gerekiyor. Zannedersem, bu büyük nîmete ancak, on iki sene sonra kavuşabileceksin.” buyurdu. Bu zât söylenilen müddet içinde, her ne kadar birçok yere gittiyse de, irşâd diyârı olan Serhend’e yolu düşmedi. Ancak on iki sene sonra, Serhend şehrine geldi. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin ziyâreti ile şereflendi. Muhammed Ma’sûm hazretleri onu görünce; “Üstâdının sana söylediği on iki sene bugün doldu.” buyurdu. Gelen talebe hesâb etti aynen buyurdukları gibiydi. Sonra buyurdular ki: “Bu mânâyı, üstâdının büyüklüğünü göstermek için izhâr eyledim. Burada bulunanlar da, onun kemâlini böylece öğrensinler diye söyledim.”

[/toggle]

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]

1) Mektûbât-ı Ma’sûmiyye (Muhammed Ma’sûm (kuddise sirruh)

2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1118

3) Zübdet-ül-Makâmât; s.315

4) Hadarât-ül-Kuds; s.262

5) Umdet-ül-Makâmât; s.251

6) Hadâik-ül-Verdiyye; s.191

7) Hak Sözün Vesîkaları; (2. Baskı) s.319

8) Kıyâmet veÂhiret; (5. Baskı) s.102

9) İrgâm-ul-Merîd; s.72

10) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.109

11) Reşehât Zeyli; s.39

12) Nesîmât-ül-Üns

13) Ma’den-i Cevâhir

14) Eşcâr-ül-Huld

15) Esmâr-ül-Eşcâr

16) Mahzen-ül-Envâr-ı Sâfî fî Keşfi Esrâr-il-Müceddidî

17) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.199

18) Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.291

19) Yevâkît-ül-Haremeyn

20) Makâmât-ı Ahyâr; s.28

21) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.89
[/toggle]

Muhammed Bakibillah (k.s.)

Hindistan – Delhi’de sadar Bazaar bölgesinde

Muhammed Bâki Billah hazretleri 1563 (H.971) senesinde Kâbil şehrinde doğdu. Babasının ismi Abdüsselâm olup, fazîletli bir zâttı. Annesi ise hazret-i Hüseyin’in soyundan olup, seyyide ve mübârek bir hanımdı.

Daha çocukluk zamanlarında, bâzan bütün gün odanın bir köşesinde başını önüne eğip sessizce oturur, tefekküre dalardı. Gençliğinde, ilim tahsîli için Kâbil’den Semerkand’a gidip, zâhirî ve aklî ilimleri, zamânının en büyük âlimlerinden olan Mevlânâ Sâdık-ı Hulvânî’den öğrendi. Yüksek yaradılışı ve kâbiliyeti ile kısa zamanda, hocasının talebeleri arasında en yüksek seviyeye ulaştı. Zâhirî ilimleri öğrenip bitirmeden tasavvufa yönelip, bâtınî ilimleri öğrenmek için, bu yolun büyük âlimlerinin sohbetlerine ve derslerine gitti. Yaratılışındaki zekâsının ve kâbiliyetinin üstünlüğü ile, ilimlerde yüksek bir dereceye ulaştı.

Muhammed Bâkî Billah’ın, zâhirî ilimleri tahsîl ettiği gençlik yıllarında, Nakşibendiyye yoluna karşı büyük bir muhabbeti vardı. Kendisini bu yolda yetiştirecek bir büyüğü arıyor, onun derslerinden ve sohbetlerinden feyz almak, faydalanmak istiyordu. Bu büyüklerin bulunduğu Mâverâünnehr’e giderek bir çoğu ile görüşüp tanıştı. Sohbetlerinde bulunarak feyz aldı.

Sonra Nakşibendiyye yoluna bağlanma arzusu ile yola çıktı. Semerkand’a geldiğinde rüyasında Ubeydullah Ahrar (k.s.) hazretlerini gördü. Ahrar, bu rüyada ona Hacegi İmkenegi hazretleri’ne intisap etmesini tavsiye etti, oda gidip İmkenegi hazretlerine mürid oldu. Başka bir rivayete göre, Baki Billah hazretleri zihnine tasavvufla ilgili iki soru takılmıştı. Bunların cevabını bir türlü bulamıyordu. Rüyasında gördüğü Ubeydullah Ahrar hazretleri ‘’ bu problemlerini kim çözerse senin zahiri şeyhin odur.’’ demişti. Görüştüğü şeyhlerden tatmin edici cevap alamayan Baki Billah hazretleri sonunda Hacegi İmkenegi hazretleri ile tanışıp sorularına cevap alına ona intisap etti.

Şeyhi İmkenegi hazretleri, Baki Billah hazretleri ile üç gün halvet halinde sohbet etti, bu süre sonunda onu tasavvufa yeterli görüp irşad icazeti verdi ve Hindistan’a gidip Nakşibendiliği orada yaymasını tavsiye etti. Baki Billah hazretleri kendisini bu göreve hazır ve yeterli görmediği için kabul etmek istemedi. Bunun üzerine şeyhinin tavsiyesi ile istihare yaptı. Rüyasında dala konmuş bir papağan gördü ve ‘’bu papağan o daldan inip elime konarsa bu Hindistan seferi çok hayırlı olacaktır’’ diye düşündü. Böyle düşünürken papağanın uçup eline konduğunu gördü. Ağzının suyunu papağanın gagasına akıttı, papağan konuşmaya başladı ve Baki Billah’ın ağzına şeker döktü. Sabah uyandığında rüyasını Şeyhi İmkenegi hazretlerine anlatınca o; ‘’ Papağan Hindistan kuşlarındandır, hemen Hindistan’a gidiniz, orada sizin bereketli varlığınızdan hakikatleri konuşan bir aziz meydana gelecek, bize de onun sayesinde bir bereket ulaşacaktır ’’ dedi.

Muhammed Bâkî Billah hazretleri hocasının emriyle Hindistan’a gidip, bir sene Lâhor’da kaldı. Oradaki âlimler ve fâdıllar onun sohbetine gelip, istifâde ettiler. Sonra Delhi’ye gidip, vefâtına kadar orada kalıp, insanlara doğru yolu anlattı. İki-üç sene gibi kısa bir müddet irşâd makâmında bulunmasına rağmen, pekçok âlim ve velî yetiştirdi. Onun yetiştirdiği büyüklerin başında, kendisinden sonra halîfesi olan, hicrî ikinci bin yılının müceddidi, İslâm âlimlerinin gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî gelir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri yetişip kemâle gelince, Muhammed Bâkî-billah bütün talebesinin yetiştirilmesini ona bıraktı. Hâce Ubeydullah ve Hâce Muhammed Abdullah adında iki oğlu vardı. Bunların da yetiştirilmesini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bıraktı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ında bunlara yazılmış mektupları vardır. Oğulları tasavvufta yetişmiş kıymetli zâtlardandı.

Muhammed Bâkî-billah hazretleri, dâimâ hâllerini gizlerdi. Çok tevâzu sahibiydi. Suâl soranlara zarûret miktârınca, kısa cevap verirdi. Bununla berâber, tasavvuf yolunda karşılaşılan derin mânâların halli için sorulan suâlleri, soranın tamâmen anlayabileceği şekilde, açık şekilde îzâh ederdi.Belki yanlış anlar ve yanlış yola gider düşüncesiyle, bu hususta çok dikkatli davranırdı. Dâimâ hüzünlü ve üzüntülü olduğu hâlde, huzûruna gelenlerle neşeli ve tebessüm ederek konuşurdu. Müslümanlara çok yardım eder, iyi işlerinde onlara faydalı olmaktan aslâ kaçınmazdı. Âlimlere ve büyüklere, aşırı hürmetleri vardı.

Muhammed Baki Billah hazretlerinin Farsça bazı eserleri ve mektupları Külliyat-ı Baki Billah adıyla tek cilt içinde yayınlanmıştır. (nşr. Ebu’l Hasan Zeyd Faruki ve Burhan Ahmed faruki, Lahor 1967). Kırk yaşına geldiğinde hastalanan Baki Billah hazretleri 25 Cemaziyel-ahir (30 Kasım 1603) tarihinde genç yaşta vefat etti ve delhi’de Kademgah denen mevkide defnedildi. Burası bugün Nebi Kerim Mahallesi, İdgah ( Eidgah Road, Singara Chowk) olarak anılmaktadır.

Mazhar-ı Can-ı Canan (k.s.)

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin kabri şerifi ; Hindistan – Delhi’de

Tam adı Şemsüddin Habibullah Mirza Mazhar Can-ı Canan ibni Mirza Can ibni Abdissübhan ed-Dehlev’dir. 1 Ramazan 1110’da (3 Mart 1699), ailesi Dekken’den Ekberabad’a (Agra) göç ederken Kalabağ adlı küçük bir kasabada doğdu.

Can-ı Canan Hazretleri ‘nin babası bir Çiştî şeyhine intisab ederek tasavvuf yoluna girince 1110 (1699) yılında askeri görevinden istifa edip ailesiyle birlikte göç etmiş, Mazhar Hazretleri de bu yolculuk sırasında dünyaya gelmişti. Kendisine, babasının isminden kinaye olarak ve bir erkek çocuğun babasının asıl canı olduğunu ifade etmek üzere Can-ı Can adı verilmiştir. Ancak bu isim kısa bir süre sonra Can-ı Canan (Cancanan) olarak değiştirilmiş, Farsça ve Urduca şiirlerinde kullandığı “Mazhar” mahlası da zamanla adının bir parçası olmuştur.

Mirza Mazhar Hazretleri muhtemelen babasının son yıllarında veya onun 1130’da (1718) ölümünden kısa bir süre sonra Ekberabad’dan aynlarak Delhi’ye gitti. Başlangıçta tasavvufa pek az ilgi duyan Mazhar Hazretleri, Abdürrasül ed-Dehlevli’den tefsir ve İmam-ı Rabbani’nin torunu Hacı Muhammed Efdal es Sıyalkutî’den hadis ve fıkıh tahsili gördü.

Babasının mesleğini devam ettirmeyi düşünerek orduda bir görev almak için girişimde bulundu. Başvurusu reddedildiğinde Çiştî velîlerinden Kutbüddin Bahtiyar Kaki’nin, kendisine manen bütün gücünü manevî arayışa vakfetmesi tavsiyesinde bulunduğu kaydedilmektedir.

Mirza Mazhar Hazretleri bunun üzerine Nakşibendî-Müceddidî şeyhi Nur Muhammed el-Bedayuni Hazretleri’ne intisab etti, Bedayuni Hazretleri’ne bağlılığı onun vefatından sonra da devam etti ve türbesinde altı yıl süreyle inzivaya çekildi.

Bedayünî Hazretleri son dönemlerinde ona bir mürşid aramasını söylediği için kendisi Şah Muhammed Zübeyr, Şah Hafız Sa’dullah ve Muhammed Abid Sünamî (Kaddesellahu Esrarahum) adlı üç Nakşî-Müceddidî şeyhine daha intisab etti. Şah Hafız Sa’dullah bir şair olarak kabiliyetini geliştirmesine yardımcı oldu,Muhammed Abid Sünamî de ona Kadiri, Sühreverdi ve Çişti tarikatlarına intisab etmesi için ayrıca destek verdi. Böylece Mazhar (Kuddise Sirruhu) Hazretleri, Nakşibendî-Müceddidi silsilesinin dört ana kolunu kendi şahsmda birleştirmis oldu.

Sünami’nin vefatından (1160/1747) sonra yoğun bir şekilde irşad faaliyetine başlayan Mazhar Hazretleri, dergahını Delhi’de kurarak Müceddidiliğin merkezinin Sirhind’i de tehdit eden istikrarsızlığın hakim olduğu Pencap’tan Delhi’ye intikal etmesini sağladı. Halifelerini Gucerat, Pencap ve Dekken başta olmak üzere Hindistan’ın her tarafına gönderdi. Bazen onların faaliyet merkezlerini bizzat ziyaret etti.

Hadis alimlerinin meşhurlarından olan Şah Veliyyullah ed-DehIevi şöyle demiştir: “Allah-u Te’ala bize sahih keşifler ihsan eyledi. Bu zamanda, hiçbir yerde Mirza Can-ı Canan Hazretleri’nin benzeri yoktur. Makamlarda ilerlemek istiyen onun hizmetine gelsin.” Hadîs öğrenmek için kendisine gelenleri, istifade etmeleri için Can-ı Canan Hazretleri’ne gönderirdi. Ona yazdığı mektuplarda ; “Allah-u Te’ala faziletlerin tecelli mahalli olan sizlere uzun zaman selamet versin ve bütün Müslümanları bereketlerinize kavuştursun.” derdi.

Mirza Mazhar Hazretleri 1183’te (1769) Delhi’den ayrılıp aralarında çok sayıda müridinin bulunduğu Rohilla Afganlıları’nın geleneksel kalesi olan Rohilkband’a gitti. Sonra yine Delhi’ye döndü. Artık vücudu oldukça zayıf düştüğünden sadece ileri gelen mürîdlerinin huzuruna çıkmasına izin veriyordu. Nihayet cuma namazına gidemez oldu.
1195 yılı Muharrem ayının başında (Aralık 1780 sonu) dergahının önünden geçmekte olan Şi’i bir grubun taziye törenini görünce, onların hak ettikleri şekilde tahkîr edici bir değerlendirme yaptı. 5 veya 7 Muharrem’de (1 veya 3 Ocak 1781) dergahına gelen silahlı üç kişi tarafından vuruldu, üç gün sonra da (10 Muharrem Aşara Günü’nde) şehid oldu.

Saldırganların, taziye törenini kınadığından dolayı kendisinden intikam almak isteyen Şi’iler olduğu iddia edilmekteyse de bu konuda kesin bir delil bulunamamıştır. Katilleri siyasi ve dini sebeplerden dolayı Rohilla Afganlıları’na düşman olan Necef Han’in görevlendirmiş olmasi da muhtemeldir.

Mirza Mazhar Hazretleri üç önemli halife yetiştirmiştir. Bunlardan tefsir ve hadis alanında büyük bir alim olan Gazi Senaullah Panipeti, ”et-Tefsiru’l-Mazhari” adlı Arapça tefsiri Mirza Mazhar Hazretleri’ne ithaf emiştir. Hatta Can-ı Canan Hazretleri bu müridi hakkında “Kıyamet günü bana Ne getirdin denilince Senaullah Panipeti’yi getirdim, diyeceğim.” buyurmuştur.

Diğer halîfesi Na’imullah Behraiçî; Mazhar Hazretleri’nin hayatı, görüşleri ve uygulamaları hakkında ”Matmüuat-ı Mazhariyye” ve ”Bişarat-ı Mazhariyye” adıyla iki kitap kaleme almıştır.

Onun daha etkili halifesi Şah Gulam Ali diye de tanınan Abdullah ed-Dehlevi’dir. Mürşidi hakkında ”Makamat-ı Mazhariyye” adlı bir eser yazan Gulam Ali Dehlevi, Mirza Mazhar Hazretleri ‘nin türbesinin yaninda Hindistan’ın en önemli Müceddidi merkezi olan bir dergah inşa etmiştir.

İngilizler’in 1857’deki Hint ayaklanmasını bastırması sırasında yıkılan dergah Şah Gulam Ali’nin silsilesinden gelen Şah Ebü’l-Hayr tarafından onarılmıştır. Kendisine nisbetle Dergah-ı Şah Ebü’l-Hayr olarak tanınan dergah bugün de faaliyetini sürdürmektedir. Şah Ebü’l-Hayr ayrıca Mirza Mazhar Hazretleri, Abdullah ed-Dehlevî ve Ebü Sa’îd Ahmedi’nin kabirlerini aynı alanda yanyana gelecek
şekilde toplamıştır.

Mazhar Hazretleri’nin müridlerini irşad amacıyla Farsça olarak yazdığı mektuplar “Kelimat-ı Tayyibat” adlı eserde derlenmiş olup seksen dokuz mektup ihtiva etmektedir.

Abdullah ed-Dehlevi’nin ”Makamat-ı Mazhariyye “sinde de yirmi dört mektubu yer almaktadır. Bütün mektupları “Mirza Mazhar Can-Canan ki Hutut” adıyla Urduca’ya tercüme edilmiştir (nşr. Halîk Encüm, Delhi 1962). Mazhar Hazretleri’nin Farsça ve Urduca şürlerini ihtiva eden bir de dîvanı vardır (Kanpür
1271/1855).
Kaynak ; Lalegül dergisi , Mayıs 2017 sayısı , Cübbeli Ahmed Hoca Efendi