Malatya – Akçadağ Belediyesine bağlı Aşağıörükçü köyünde
İlçeye 15 km. mesafedeki Aşağı Örüşkü (Aşağıörükçü) köyünde dünyaya gelen Şeyh Ali Kara (1900-1971)’nın babası Ali Seyyidi Efendi, annesi Fatıma Hanım’dır. Şeyh Ali Kara küçük yaşta çevresindeki alimlerden zahiri ilimleri öğrenir. Askerliği esnasında Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretleriyle tanışır ve bundan sonra bu büyük zatla mürid ve mürşid ilişkisi 18 sene sürer. Şeyh Ali Kara, Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretleri ile nasıl tanıştığını şöyle anlatır. “Bir gün askerde iken çarşı iznine çıktığımda namazı kılmak için camiye girmiştim. Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretleri gerçek aşk ile Kuran-ı Kerim okuyordu ki, ensesinin üzerinde bir nur peyda oldu.
Mübareğin cemaline baktıkça kendimden geçtim. Sanki bir genç kıza vurulmuş gibi aşık oldum. Namaz kılındıktan sonra dışarı çıkınca hemen beklemeye başladım. Mübarek dışarı çıkıp bir oturak üzerine oturdu. Gittim elini öptüm. Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretlerinden ders istedim. Mübarek ismimizi sordu, “Ali” dedim. “Oğul biz Ali’leri severiz, ama sen git istihare yap gel,” dedi. Gittim istihare yaptım. Rüyamda Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretlerinin, Cenab-ı Hakk’ın izniyle ve himmetleri sayesinde deftere yazıldığımızı ve yükseklere çıkarıldığımızı gördüm. Bunları mübareğe anlattım. O günden itibaren Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretleriyle tasavvuf yoluna başladım.”
Bundan sonra, Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretlerine tam bir teslimiyetle bağlanır. 18 yıl boyunca şeyhinin yüksek teveccühleriyle seyri sülukunu tamamlar. Sonunda insanları irşadla görevlendirilir. Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretlerinin 1943 yılında Yozgat’a gidip 1944 ‘de vefatından sonra, onun görevini tamamen devralarak manevi irşad hizmetine devam eder
Şeyh Ali Hazretleri, yaşadığı zaman içinde yar, ağyar herkesin sevgisini ve takdirini kazanır. Hayatını nefis ve şeytanın hilelerini anlatmak ile tevhidin inceliklerini öğretmeye yönelik söz ve sohbetle geçirir. Etrafında toplanan insanların Cenab-ı Allah’a, insanlığa ve devletine sevgi ve muhabbetle bakan irfan ehli insanlar olarak yetişmeleri için büyük çabalar sarfeder. Sayısız insana kendini sevdirir ve manevi müşküllerine yardımcı olur.
Şeyh Osman deyince akla Şeyh Ali, Şeyh Ali deyince akla Şeyh Osman gelir. Şeyh Osman Nuri Hazretleri bir gün şöyle buyurmuştur. “Biz bir elmanın yarısıyız.” Diğer bir sözünde ise, “Ali’ye gitmeyen bana gelmesin,” demişlerdir. Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretlerinin kızı Fatma Nur Sadiye’nin, “babamı kimse layıkıyla anlayamamıştır. Birazcık olsun Şeyh Ali Hazretleri anlayabilmiştir.”, dediği nakledilir. Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretleri ise, “Allah (c.c.) beni Ali için Bağdat’tan buralara gönderdi,” buyurmuşlardır.
Denilir ki, her halife şeyhine bağlılığı, sevgisi ve övgüsüyle tanınır. Ancak Şeyh Ali Hazretlerinin Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretlerine bağlılığı bir başkadır. Şeyhini her ziyarete gidişinde olabildiğince içinde maddi ve manevi sevgi ve bağlılıktan ve saygıdan başka birşey götürmemeye gayret ve özen gösterirdi. Üç gün önceden yemeyi içmeyi bırakır, bağırsaklarını boşaltırdı. Bunu Gotan Gölü köyünden Kara Baba adlı bir derviş arkadaşı şöyle anlatır. “Şeyh Ali Hazretleri ile Şeyh Osman Nuri Bağdadi Hazretlerinin ziyaretine gitmek için hazırlandık. Yola çıkarken Ali Efendi’nin hanımı bana gizlice yiyecek paketi verdi ve yolda “bunu Ali Efendi’ye yedir, üç gündür birşey yemiyor, aç,” dedi. Bir suyun başında öğlen namazı için mola verdik, ben yiyecekleri çıkardım. Şeyh Ali Efendi, “Sen karnını doyur, ben tokum”, dedi. Israr edince de, “Biz kimin ziyaretine niçin gidiyoruz. Midemizde bağırsaklarımızda dünya nimeti ve pisliği ile mi çıkalım”, diye sitem etti.
Şeyh Ali Kara Hazretlerinin göstermiş olduğu keşif ve kerametleri dilden dile söylene gelir. Bununla birlikte Şeyh Ali Kara’nın şu sözleri anlamlıdır. “Keramet, suyun üstünde post serip namaz kılmak, kuşlar gibi havada uçmak, şiş vurmak, kelle kesip yerine koymak değildir. Kerametin en büyüğü kalblere Allah ve Muhammed (sav) sevgisini muhabbetini yerleştirmektir. İnsanı gerçek iman sahibi edip, kemale erdirmektir.”
Şeyh Ali Kara Hazretleri, bir gün çift süren bir muhibi ile karşılaşır. Selam verir ve bir müddet Allahu Teala Hazretlerinin büyüklüğünü ve peygamber efendimizin sevgisini anlatır. “Oğul” der, “Çift sürerken öküzlere Ho Ho dersen gider, Hu, Hu, Hu, desen de gider.” Ve arkasından, “İnsan şu yalancı dünyada bulunduğunun kıymetini bilmelidir. Her zaman Allahu Teala’nın emir ve yasaklarına uymalıdır. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine sımsıkı bağlanmalıdır.” diye buyurur.
Denilir ki, 1971’de dünyasını değiştirdiğinde, Akçadağ ilçesi emniyet teşkilatı onun toplum içindeki rolü hakkında şu itirafı dile getirir. “Olan bize oldu. Şeyh Ali Efendi’nin varlığı ile çevrede yıllardır hiçbir olay olmamış, adeta kurt kuzu ile birlikte dolaşır olmuştu.”
Aşağı Örüşkü köyündeki türbesi, her yerden gelen ziyaretçi ve sevenleri tarafından ziyaret edilir.
Bayburt’un Aşağı Lori (Yazıbaşı) köyünde doğdu. Asıl adı Mûsâ’dır. Büyük dedesinin adına izâfeten Dede Paşa adıyla şöhret buldu. Babası İzni Ağalar diye anılan, misafirperverlikleriyle meşhur bir aileye mensup olan Hacı Hüseyin Efendi, annesi Seyyidler lakabıyla tanınan bir aileden Gülhanım’dır.
Küçük yaşta yetim kalan ve geniş bir arazinin vârisi olan Mûsâ, dayısının yanında büyüdü. Sıbyan mektebini ve rüşdiyeyi bitirdi. Bu arada dinî tahsilini tamamladı. On sekiz yaşlarında iken Nakşibendiyye tarikatının Hâlidî koluna mensup Erzincanlı Şeyh Beşir (Buyruk) Efendi’ye intisap etti. Tarikat silsilesi Muhammed Sâmî, Abdurrahman Tâgî, Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, Seyyid Tâhâ yoluyla Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye kolunun kurucusu Hâlid el-Bağdâdî’ye ulaşır. Beşir Efendi, Doğu Anadolu’da yaygın bir şöhrete sahip olan Muhammed Sâmî Efendi’nin halifesidir. Muhammed Sâmî, 1300 (1883) yıllarında Erzurum’un Hınıs ilçesinde muallim olarak çalışırken şöhretini duyduğu Abdurrahman Tâgî’yi tanımak için Nurşin’e giderek kendisine intisap etti. 1886 Ekiminde Abdurrahman Tâgî tarafından irşad için Erzincan’a gönderildi. Kırtıloğlu adıyla anılan tekkeyi kurarak Erzincan ve yöresinde irşad faaliyetlerine başlayan Muhammed Sâmî, Hâlidiyye’nin Doğu Anadolu’dan İç Anadolu’ya kadar yaygınlık kazanmasını sağladı. Râbıta-i Nakş-i Hayâl adlı bir divanı bulunan Sâlih Baba (ö. 1906) başta olmak üzere birçok mürid yetiştirdi.
Dede Paşa Beşir Efendi’ye intisap ettikten sonra sürekli onun yanında ve hizmetinde bulundu. Erzincan’ın Ruslar tarafından işgal edilmesi üzerine (1917) Tokat’ın Zile ilçesine gitti ve kısa bir süre burada kaldıktan sonra Erzincan’a döndü. Beşir Efendi’nin vefatından sonra (1932) kırk yıldan fazla bir süre şeyhlik yaptı. Soyadı Kanunu çıktığında Baştürk soyadını aldı. Her yıl arazisinden elde ettiği gelirin büyük bir kısmını ihvana verilmek üzere Erzincan’daki Kırtıloğlu Tekkesi’ne bırakırdı. Kışın Bayburt’un merkezinde Sarı Konak adıyla anılan evinde mürid, misafir ve ihtiyaç sahiplerine kapılarını açar, yaz aylarında Bayburt’un Aşağı Lori köyündeki arazisiyle ilgilenirken irşad faaliyetlerini de sürdürürdü. Dede Paşa 1950’den sonra Türkiye’nin bütün yörelerini gezerek çok sayıda müntesip edindi. Bunun sonucu olarak başta Erzincan, Erzurum, Bayburt, Gümüşhane olmak üzere İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük merkezlerde halifeleri ve müntesipleriyle irşad faaliyetini yaygınlaştırdı. Dede Paşa vefat edince Erzincan Terzi Baba Mezarlığı’na defnedildi. Silsilesi ölümünden sonra halifesi Abdürrahim Reyhan tarafından sürdürülmektedir.
Tevazuu, şeriata bağlılığı ve cömertliğiyle sohbetlerine katılan hemen herkesi etkileyen Dede Paşa, kendisini ziyarete gelenlere ve müridlerine söylediği, “Sizler bizim büyüğümüzsünüz, biz size hizmet etmekle şeref kazanırız” sözleri ve bu sözlere uygun tavırlarıyla çok büyük saygı gördü. Ona göre tasavvuf Allah’ı bilmek, Allah’ı bulmaktır. Allah nasıl bulunursa O’nu öylece aramak icap eder.
Nakşibendi Tarikatının Halidî kolu Erzincan Şubesi’nin dördüncü şeyhi ve Altın Silsilenin otuz sekizinci halkası Şeyh Seyyid Abdurrahim Reyhan (K.S) Hazretleri 1930 yılında Erzincan’ın Keleriç (Karakaya) beldesinde dünyayı teşrif etmişlerdir. Babası ‘Seyyid’ nesebli ve ‘Emiroğulları’ sülalesinden Hoca Hüseyin Efendi’dir. Annesi keşif ve keramet sahibesi saliha hatunlardan Tûbî Hanım’dır.
Hoca Hüseyin Efendi, Şeyh Muhammed Beşir el-Erzincani (K.S) Hazretlerinin âlim ve fazıl en büyük oğludur. Muhammed Beşir Hazretleri, Halidî Kolu’nun Erzincan Şubesi, kurucusu Şeyh Muhammed Sami (Pir-i Sami) Hazretlerinin halifesidir.
Abdurrahim Reyhan (K.S) Efendi’nin yaşadığı belde, erenler yatağı olarak pek çok tasavvuf büyüğünün mührünü taşıyan bir bölgedir. Abdurrahim Reyhan (K.S), çocukluğundan itibaren çevresinde gördüğü sevgi ve saygı uyandıran özelliğinden ötürü ‘Abdurrahim’ ismine ilaveten kendisine ‘Efendi’ olarak da hitap edilmiş asıl ismi ile birlikte kullanılmaya başlanmıştır.
Babası Hüseyin Efendi, dedesi Erzincanlı Nakşi Şeyhi Muhammed Beşir Efendi ile Otlukbeli ve Tercan’daki dergâhta kalır ve hizmet eder. Sonraları Keleriç’e yerleşerek bağcılık ve tarımla uğraşır. Abdurrahim Efendi 14 yaşında yetim kaldığında altı kardeşi vardır. Çok farklı bir çocukluk dönemi yaşayan Abdurrahim Efendi, arkadaş ve akranları oyun oynarken, vaktini kitap okumakla ve günlerini tefekkürle geçirirmiş.
Ailesinin geçimini sağlamak için bir yandan babasından tevarüs eden bağcılık ve tarım işlerini yürüterek, diğer yandan da marangozluk ve ustalık yapar.
Askere gittiğinde okula gitmediği halde çavuş rütbesi verilir. Güven verici kişiliğinden ötürü askeri depoların güvenlik sorumluluğu da kendisine verilir. Bu görevleri arasında kitap okumakla meşgul olur.
Pişkidağ köyünden Halil İbrahim Efendi’nin kerimesi Fatıma Hanımla evlenir. Bu evlilikten Vehbi, Hüseyin Avni ve Rabia isimli üç çocuğu olur.
Dedesini henüz iki yaşındayken kaybeden Abdurrahim Efendi’nin bağrında hep bir ‘dede’ özlemi ve iştiyakı olur. Bunu sohbetlerinde sürekli dile getirir. Dedesi Muhammed Beşir Efendi’nin (K.S) halifesi Dede Paşa diye bilinen Musa Baştürk (K.S) ile babasının vefat ettiği günlerde karşılaşır. 1944’teki bu karşılaşmadan 13 sene sonra 1957 yılında Dede Paşa’ya (K.S) intisap eder. İntisabından önce, rüyasında dedesi Muhammed Beşir Hazretleri’ni (K.S) görür. Bu rüyada dedesi Abdurrahim Efendi’ye şöyle buyurur: “Bizim bağın üzümü dururken neden ellerin bağından üzüm yemeye çalışıyorsun?”. Bu hitap, Abdurrahim Efendi’nin dedesine olan özlem ve iştiyakını daha da arttırır ve bu rüya kendisine bir işaret olur. Keleriç’e gelen Dede Paşa’nın ziyaretine gider ve onu görünce huzurda bayılır. Ayılınca, Paşa Hazretleri’ne orada intisap eder. 1957 yılındaki bu ikinci karşılaşmada Abdurrahim Efendi ‘‘fenafişşeyh’’, yani şeyhinde fani olma, makamına vasıl olur. Bunu o mecliste hazır bulunanlar sonradan ifade etmişlerdir. 1972 yılında ‘’zikir tacı’’ ile şereflenir ve teveccüh emriyle irşad halifesi olur. Şeyh Efendisi Musa Baştürk Hazretleri’nin 4 Eylül 1973 tarihinde dar-ı bekaya irtihalleri üzerine, Nakşibendi Tarikatı, Halidî Kolu’nun dördüncü şeyhi olarak irşad faaliyetlerini yurt içinde ve yurt dışında yürütmeye başlar.
Önce Keleriç’te sonra Erzincan’da sohbete müsait dergâhlar inşa eder. Manevi bir işaretle Erzincan’dan hicret ederek 1986’ da İstanbul’a yerleşir. Buralarda sohbetleri ve irşad görevi sürerken, sayısı artan ihvan talebeleriyle, Ankara ve İstanbul başta olmak üzere, pek çok şehir ve belde, özellikle de Avrupa’nın birçok ülkesindeki dergâhlarda, sohbetler ve teveccühler yaparak irşad görevini yürütür.
Ledünni ilminden zuhur eden, ayet ve hadislerle desteklenen, kelam-ı kibarlarla süslenerek berraklaşan sohbetleriyle, yurt içi ve yurt dışı seyahatlerinde her seviyeden insana ‘’hak’’ ve ‘’hakikat’’ ölçülerini anlatıp, istikamet gösterme görevini her zaman şartta yerine getirir. Çoğunlukla dedesinin ihvanı Salih Baba isimli aşığın divan şiirleriyle gelişen sohbetlerinde aşkı, muhabbeti ve tevazuyu öne çıkarır. Sohbetlerinin büyük bir bölümünde herkesin anlayabileceği bir dil kullanan Abdurrahim Efendi, umimiyetle âdeta gönülden sorulan sır sorulara cevap verir gibidir.
Kendisini vakvetmiş bu irşad görevi esnasında, memleket hizmetinde bulunan, ilim erbabını ve gençleri destekleyen Abdurrahim Reyhan (K.S), bu yolda Reyhan Vakfı’nı kurdurarak ihtiyaç sahiplerine yardımlarını her türlü menfaatten sıyrılarak yapmalarını insanlığın şanından saymıştır. Hayatının sonlarına doğru pek çok hastalıktan muzdarib olmasına rağmen yurt içi ve yurt dışı seyahatleriyle sevenlerini irşada devam etmiştir.
Bu hizmetleri sırasında, sade ve gözden ırak bir hayat sürdü. Şöhret afatınden sakındı. Büyük merhamet sahibiydi. Kendi zamanının Şah-ı Nakşibend Hazretleri’ydi. Her bir ihvanıyla tek tek ilgilenir, onların dertlerini üzerine çekip, üzülmelerini istemezdi. Fakir, kimsesiz, yetim, muhtaç olanlarla ve özellikle de öğrencilerle çokça ilgilenirdi. Zengin ve makam sahiplerini yardıma teşvik eder, onlara tevazuyu emrederdi. Gözü yaşlı, âşık meşrep ve tevazu sahibi ihvanları her yerde kollardı. Çok kuvvetli tasarruf sahibiydi. Aynı anda tüm ihvanın haliyle ilgilenir ve onları irşat ederdi. Hangi ihvanına Abdurrahim Efendi’i sorulsa, sanki Hazreti Mürşid sadece bir tek o ihvanla ilgilenmiş gibi kendisinden bahsedilirdi. On binlerce bağlısı olmasına rağmen, her ihvanının Abdurrahim Efendi ile birden çok özel hususi anıları vardır ki bu da Allah’u Teâlâ’nın (C.C) has veli kullarına vermiş olduğu bir özelliktir. Kendisine tevdi edilmiş Allah yolunda tebliğ için canını, sağlığını, zamanını, ailesini, bir tarafa bırakıp gece gündüz sohbet, ders, hatme ve muhtaçlarla ilgilenme haricinde başka hiçbir iş ile meşgul olmazdı. Sürekli tasavvuf-tarikat sohbetleri olurdu. Aşk ve cezbe ile gazeller okunurdu. Muayyen yer ve günlerde Teveccüh yapardı. Sohbetlerinden derlenen kitapları (Gülden Bülbüllere) böyle gösterişsiz bir şekilde tasavvufun derinliklerini ve inceliklerini en kolay anlayabileceğimiz bir üslupla ortaya koydu.
O, Türkiye ve Dünya Müslümanlarına tasavvufi hakikatleri İslami öz içinde anlatırken, yaşamıyla da sünnete uygun hayatın hakiki örneklerinden birini ortaya koymuştur.
İbadet ve halka hizmet gibi zahiri hallerin, hakikatle örtüşmesi için ihlası (samimiyeti, gönülden bağlılığı) esas alır ve bağlılarına öyle öğüt verirdi.
Son devrin müridi ve muhibbi, mahviyetin zirvesi, Ariflerin Kutbu, Nakşi Meşayihi, Evliyaullah, Gönüller Sultanı, Es-seyyid Abdurrahim Reyhan Efendi (K.S) Hazretleri âşıkların sevdası, salihlerin leylası, kâmillerin seyranı idi. Kendisine ait birkaç kıyafetten başka hiçbir dünya malını arkasında bırakmadı. 25 yıllık irşat görevinden sonra 24 Ocak 1998 tarihinde Ramazan ayının Kadir Gecesi’nde İstanbul’da dar-ı bekaya hicret etti. Hem İstanbul hem de bir gün sonra Erzincan’da kılınan cenaze namazlarında muhteşem bir cemaat kalabalığının salavat, tekbir ve dualarıyla Terzi Baba Mezarlığı’nda dar-ı bekaya uğurlandı. Bilahare defnedildiği mübarek mekâna türbe yapıldı.
Onun bizzat yaptırdığı sohbet toplantı mekânları, vakıf binaları (dergâhlar) halen hizmet vermektedir. Hizmeti olan her Müslümanın hayırla anılmasını isterdi. Bunu şiar edinmişti. Allah (C.C) Sırrını Kutsal Eylesin (KSA).
Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim ve ruh bilgilerinin mütehassısı büyük velidir. Babası Seyyid Mustafa Efendidir. 1865 yılında Van’ın Başkale kazasında doğdu. 1943‘de Ankara’da vefat etti. Kabirleri Ankara’nın Bağlum nahiyesindedir.
Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının âlim ve fadılları idiler. İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak’taki şer’i mahkeme defterlerinde yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün insanlık meziyetlerinde numune olmakla tanınmış ve halk arasındaki ayrılıkları gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler üstlenmiş ve bunları devam ettiregelmişlerdir.
İlk tahsilini babasının huzurunda gördü. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri Nehri’de gördüğü bir rüya üzerine tahsiline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyayı şöyle anlatmaktadır:
Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını ailemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyada Allah’ın Resulünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risalet makamında oturmuşlardı. Onun heybet ve celali karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zat… Bu zat sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir sual sordu: “Hayz zamanında bir kadının, camiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir caminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer’an serbest midir?” Allah Resulünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suali tekrar sormaması için gayet yavaşça ve alçak bir sesle; “Dinin sahibi hazırdır, buradadır” diye cevap verdim. Maksadım, onun huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resulullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesafede bulunmalarına rağmen cevabımı duydular. Durmadan;”Cevap veriniz!” diye üst üste iki defa emir buyurdular.
Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin camiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arz edeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyamı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; “Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış” diyerek rüyamı tabir etti. Babama; “Kâinatın efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden sual açılmasının ve cevabının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resulullahın emrinin hikmeti nedir?” diye sordum şu cevabı verdi: “Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için, böyle bir sual, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işarettir.”
Bu rüyadan sonra, on sene müddetle, Cuma gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık icâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsir gibi ilimlerin yanında kendisini mânevi yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkâri’nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvasi, rüyasında Allahü teâlânın Resulünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; “Abdülhakim’in terbiyesini sana ısmarladım” buyurmuştu.
Nihayet Seyyid Abdülhakim Arvasi, 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerinin huzuruna kavuştu. Yüksek tahsilini zamanın en büyük âlim ve evliyası Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene başında ilm-i sarf, nahv, mantık, münazara, vad’, beyan, meani, bedi’, belagat, kelâm, usul-i fıkıh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani hikmet-i tabi’iyye (fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye, riyaziyye (yani matematik, geometri), hey’et (astronomi) gibi zahir ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun Nakşibendiyye, Kadiriyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye yollarından hilafet aldı. Başkale’de otuz yıl kadar tedris ve irşad ile meşgul oldu. Yani ders okuttu ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.
1914 (H. 1332)te Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal edince, Başkale’den hicret edip, Irak’a, oradan Adana, Eskişehir ve 1919 (H. 1337)da İstanbul’a geldi. Eyüp Sultan’da önce yazılı medreseye, sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Mürteza Efendi Dergahına yerleşti ve Kaşgari Hanekahı meşihatına tayin olundu. İslam halifelerinin ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan Sultan Vahideddin tarafından Medrese-i mütehassısin denilen İlahiyat Fakültesinde tasavvuf müderrisi yani ordinaryüs profesörü olarak 8 Zilkade 1919 (H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.
Anadolu’da çarpışan Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal ve dua ile yardım edilmesi, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik ederek çok kimseyi Anadolu’ya gönderdi. Çok yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman irşad, vaaz ve tedris ile meşgul olup hayatının sonuna doğru İzmir’e gönderildi. Zor şartlar altında İzmir’de kaldığı sırada ihtiyarlığın da verdiği takatsizlikle hastalandı. Ankara’ya getirildi. Ankara’ya geldikten birkaç gün sonra 27 Kasım 1943 (H. 1362) tarihinde sıkıntılarla dolu dünyadan ahirete intikal etti. Ankara’nın kuzeyinde bulunan Bağlum nahiyesinde defnolundu. Kabri ziyaret edilmekte, huzurunda yapılan dualar kabul olunmaktadır.
Seyyid Abdülhakim Arvasi vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Buğday tenliydi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakışlı gözleri iriceydi. Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zayıfça olup sakalı sıktı. Bedeni iri yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı. Her hâli ve hareketi ile İslamiyet’e uyardı. Çok mütevazı olup; “Ben” dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi.
Seyyid Abdülhakim Arvasi din bilgilerinde ve tasavvufun ince marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir; sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerametlerini görürdü. Çok mütevazı, pek alçak gönüllüydü. Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid, Bakırköy, Kadıköy, Beyoğlu’nda Ağa Cami-i şerifleri kürsilerinde senelerce ilim neşretmiştir. Sultan Selim Cami-i şerifi yanındaki Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye kitabını yazmıştır. Tasavvuf hakkında risale büyüklüğünde müteaddid mektupları vardır. Mevlid okunmasının ve tesbih kullanmanın başlangıç ve meşruiyeti hakkında bir risale, Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahâbe-i Kirâm ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, İslam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe şiirleri pek kıymetlidir.
Kıymetli sözleri “Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur.”
“Hak teâlânın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk’a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır.”
“Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.”
“Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır.”
“İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk’a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk’ı tanımadıkça, Hakk’ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak’dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.”
“Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, “ulum-i nakliyye”, yani din bilgileri; diğeri “ulum-i akliyye” yani fen bilgileridir, buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.
Bunlar da ikiye ayrılır: “Ulum-i aliyye” yani yüksek din bilgileri ve “ulum-i ibtidaiyye” yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder. Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir. Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır.”
“Kur’an-ı kerimden ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır. Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh kitabı, İbni Abidin’in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır.”
“İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez, İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz.”
“Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler.”
“Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız.”
“Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz.”
“Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor.”
“Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim.”
“Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın.”
“En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir.”
“Allahü teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!”
“Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar.”
“Kur’an-ı kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.”
“Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.”
“Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”
“Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.”
“Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.”
“Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun dilediğidir.”
“Allahü teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.”
“Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.”
“İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.”
“Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.”
Menkıbeleri Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır: Tahsilimi İstanbul’da yaptım. Arabi ve Farisi’yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sahibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvasi hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sahibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan haya edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da haya edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihayet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakimi görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime: “Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı” dedim. O büyük zata talebe olmakla şereflendim.
Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır: Bir sabah dergahın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: “Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış.”
Talebelerinden İlyas Efendi anlatır: Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; “Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?” dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakim Efendi’ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. “Müşteri geliyor mu?” dediler. “Geliyor” dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. “Sipariş veren oluyor mu?” dediler. “Bugün yok” dedim. “Kadın müşterileriniz oluyor mu?” buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; “Bugün gelen kadının işini gör!” buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.
Bir gün Bayezid Camiinde vaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı halde; “Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın” buyurdu. Vaazı dinleyen Akhisarlı bir zat içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. Vaazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek halde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.
Necib Fazıl Kısakürek anlatır: Sene 1941… Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zat… Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi riyazi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: “Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihan Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa.” Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerameti sık sık tekrar eder ve; “Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; “Harbe girilmez” ve kimse vesika usulünü beklemezken “O olacak” buyurmaları büyük keramet” derdi.
Faruk Bey anlatır: Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastaneye yetiştirdik. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul’a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir Rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sadece; “Mahzunum, mahzunum!” diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahip olmadığı maddi ve manevi bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ’de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim Efendi, biraderzadeleri olan Faruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini methetmek isteseydi; “Faruk hariç hepimizden iyidir” derdi. Kabri, Abdülhakim Arvasi’nin ayak ucundadır.
Bayezid Camiinde; Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar önce: “Allahü teâlâ, zinanın aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Erzincan gibi” buyurmuşlar. Kimse o esnada bu manayı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerametti, anlayamadık demişlerdir.
Talebelerinden Tahir Efendi anlatır: Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: “Evliyanın huzuruna dolu giden boş, boş giden dolu döner.” Bir gün bana; “Tahir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver” buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakim Efendiyi gördüm. “Tahir, kitapları evden çıkardın mı?” buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakim Efendi geldi. “Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?” buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.
Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine gitsem, Ziya Bey yanında otururdu. Ziya Beye bir kitap verir, okuturlar ve izah ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziya Beye kitap okutup, kendileri izah ediyordu. İçimden, benim Arabi ve Farisim Ziya Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyada Abdülhakim Efendinin huzurunda idim. Gene Ziya Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziya Beyi sarıklı, âlim kıyafetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziya Beyi bana gösterip; “Biz, boşuna emek vermeyiz” buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.
Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakim Efendiye arz edeyim, evliyalıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selam verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; “Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?” buyurdu. “Manolya” dedim. “Şu nedir?” buyurdu. “Gül” dedim. “Ya Tahir, bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Mesela şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?” buyurdu. “Hayır efendim” dedim. “Demek ki, farklılık istidatlarından kabiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!” buyurup tekrar bana baktılar. “Kusurumu bağışlayın efendim” dedim.
Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır: Abdülhakim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefatından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yani onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.
Halid Turhan Bey anlatır: Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; “Buyurun, okuyun!” buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; “Türkçeye çevirin!” buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphane müdürlüğü için, Ankara’da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.
Hacı Ahmet Hilmi Efendi Osmanlı Devletinin son devresinde yetişen alim ve evliyalardandır. İsmi Ahmed bin Muhammed bin İsmâil’dir. 1268 /1852 yılında Ankara Kızılcahamam ilçesinin Pazar-Kınık köyünde doğdu. İlim ve fazilet sâhibi bir zât olarak yetişti. Asrın fazîletlilerinden el-Hâc Ahmed Hilmi Ankaravi adıyla tanındı. 08-12-1916 senesi …
Osman Hulusi Efendi’nin kabri şerifi ; Malatya – Darende’de Somuncu Baba Külliyesinde
Son devrin Nakşibendi büyüklerinden olan Es-Seyyid Hacı Osman Hulusi Efendi, 12 Ağustos 1914 tarihinde Darende’nin Hacılar-Şeyhli mahallesinde dünyaya gelmiştir. Soyu, babası Şeyhzadeoğlu sülalesinden Hasan Feyzi vasıtasıyla 24. kuşaktan neseb-i alîleri olan Somuncu Baba Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri’ne, oradan da Hz. Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla 36. kuşaktan Hazret-i Muhammed (s.a.v.)’e intikal eder. Bu neseb zincirleri validesi Fatıma Hanım tarafindan da ecdadı olan Taceddin-i Veli Hazretleri’nin vasıtasıyla yine alemlerin Peygamberine ulaşır.
Osman Hulusi Efendi, babasının büyük kardeşi olup genç yaşta vefat etmiş olan Ömer Osman Hulusi Efendi’nin adını almıştır. Bu adı babası vermiş ve büyük kardeşi Ömer Osman Hulusi Efendi’nin hatırasına olan saygıya binaen Osman Hulusi Efendi, babası ve çevresi tarafından “Efendi” adı ya da unvanı ile tanınmıştır.
Kendisinin ifadesine göre, annesi Osman Hulusi Efendi‘ye abdestsiz süt vermemiş ve daimi olarak İslamî bir atmosfer içerisinde yetişmiştir. Babasından aldığı ilk manevi terbiye ve sahip olduğu yüksek seciyelerin etkisi ile daha çocuk denilecek yaşta iken, 1919-1920 senelerinde Darende’ye teşrif eden İhramcızade İsmail Hakkı Toprak Hazretleri’nin para mı istersin himmet mi sorusuna karşı, tereddütsüz olarak himmet isterim cevabını vererek manevi olgunluğunu göstermiş ve İsmail Hakkı Toprak Hazretleri’ne intisap etmiştir. Çocuklukta başlayan tasavvufi atmosfer, kamil bir insana intisap etmesi ile onun için tasavvufi seyr-i süluka dönüşmüştür.
Osman Hulusi Efendi, ilk eğitimini babasından aldığı dini bilgilerin yanında, çocukluğunun geçtiği Şeyhli mahallesindeki camiin medresesine devam ederek almış, daha sonra Dutluk Sıbyan Mektebi’ne devam etmiştir. Bu sıralarda babası Hatip Hasan Feyzi Efendi ile birlikte yazları Hacılar’da, kışları ise Zaviye mahallesindeki evlerinde ikamet etmekte idiler. Ancak bir süre sonra daimi olarak Zaviye mahallesinde kalmaya başlamışlardır. Bu tarihten bir süre sonra, yeni alfabe kabul edilmiş ve 1923 yılında Darende’de Cumhuriyet ilkokulu açılmıştı. Bu okuta devam eden Osman Hulusi Efendi, 1928-1929 eğitim-öğretim yılında iyi derece ile okulu tamamlamıştır.
Ne var ki yokluk zamanlarında öğrenimine devam edemeyen Hulusi Efendi, babası tarafından gençliğinin en verimli yıllarında sanatkarlığa gönderilmiştir. Yine babasının teşviki ve kendi çabaları île eserlerinde en güzel bir şekilde kullanacak derecede Edebiyat, Farsça ve Arapça bilgisini ilerletmiştir. Bu arada geçimini sağlamak üzere ciltcilik, şirazelik, marangozluk, matbaacılık, dizgi, baskı, oymacılık ve mühür kazma işleri ile meşgul olmuştur. Bu sayede kendi kitaplannın cilt, dizgi ve şirazelerini de kendi elleriyle yapmıştır. Gençliğini gurbette ticaret yaparak geçiren Osman Hulusi Efendi, bir defa Cuma namazını kaçırınca “Beni ibadetime mani olan kazanca muhtaç etme Ya Rabbi” duasında bulunmuş ve ticareti bu nedenle bırakarak memleketine dönmüştür.
1940-1942 (26-28 yaş.) yılları arasında Diyarbakır ve Maraş’ta askerlik vazifesini yerine getiren Osman Hulusi Efendi, Şeyh Hamid Veli camii imam-hatibi olan babasi Seyyid Hasan Feyzi (k.s.) Efendi’nin 1945 yılında vefatı üzerine, Şeyh Hamid Veli Camii’nin boşalan imam-hatibliğine tayin edilmiştir. 1945 yilindan 1953 yılına kadar 8 sene bu vazifeyi fahri olarak yürüten Osman Hulüsî Efendi, bu tarihten itibaren camii şerifin kadrolu imam-hatibi olarak tayin edilmiştir. 1-31 Ekim 1969 tarihleri arasında katıldıkları imam-hatip ve müezzinler tekamül kurşunu Pekiyi derece ile bitirmiştir.
Osman Hulüsî efendi 42 yıl gibi uzun bir müddet ifa ettikten sonra 65 yaşını doldurduğundan dolayı 01.07.1987 tarihinde re’sen emekliliğe sevk edilmesi üzerine görevini mahdumları ve aynı zamanda manevi varisleri olan Hamid Hamideddin Ateş Efendi’ye devretmişlerdir.
Gençliğinde başlayan hizmet zincirleri ömürlerinin sonuna kadar insanlığa hizmetle geçmiştir. Bütün bu amiller ve şartlar kendilerinin kemal şifalının zirvelere çıkmasına vasıta olmuş, rıza, vera ve takva bütün incelikleriyle ta o zaman şahıslarında tekemmül etmiştir. Gençlik yıllarında beldesinin her sorunu ile ilgilenmiş bizatihi kendi gayretleri ile elektrik, su ve yol gibi hizmetlerin yapılmasında üstün gayretler göstermiştir. Keramete fazla önem vermeyen Osman Hulusi Efendi Hazretleri, güzel ahlakı, ilmi, hele ilahi aşkı her şeyin üstünde tutmuşlar, bilhassa ilim sahasında fetvaya muktedir bir seviyeye erişmişler. Verilen vehbi ilimle de bütün ilimlere vakıf olmuşlardır. O “Hüsn-ü ahlak her kemalin fevkindedir” buyurarak bu uhdeyi kendilerine düstur kabul etmişlerdir.
Osman Hulusî Efendi, tasavvuf ve manevi aşkının etkisi ile söylediği şiirleri ile de irşad görevini yerine getirmiştir. Meşhur Divan-ı Hulusi-i Darendevi isimli divanı bu yönüyle önemli bir eserdir. Kerametleri sayılamayacak kadar çoktur. Ancak o keramete ehemmiyet vermeyerek, “Hüsn-ü ahlak her kemalin fevkindedir.” buyurarak bu umdeyi kendilerine düstur kabul etmişlerdir. Güzel ahlakı, ilmi, hele aşkı her şeyin üstünde tutmuşlar, ilme olan merakının ve teşviki ile birçok okullar, kurslar ve kütüphaneler yaptırmış, yirmiyi mütecaviz derneğin başkanlığını yapmış, hizmet sahasında bir insanın düşünemeyeceği kadar geniş ve inanılmaz faaliyetlerde bulunmuşlardır. İradeleri hizmet, sevgi, muhabbet ve insanlığa yardım ve irşad doğrultusunda tecelli etmiştir.
14 Haziran 1990 tarihinde rahmet-i Rahman(c.c)’a kavuşan Osman Hulusi Efendi’nin Kabri şerifi Darende ‘deki Somuncu Baba Külliyesindedir.. ..
Kurtuluş Savaşının mücâhid gâzilerinden. 1882 (H.1299) yılında Gümülcine’de doğdu. 1957
(H.1377)de İzmir’de vefât etti.
Küçük yaştan îtibâren mükemmel bir tahsil ve terbiye ile yetişti. Gençliğini ve ömrünü ilim meclisleri ile savaş meydanlarında geçirdi. Birinci Dünyâ Savaşında cihâd-ı mukaddes îlân edildiği zaman, halkı dîn-i İslâm ve ümmet-i müslümanı koruma yolunda cihâda teşvik etti. Bunun için bir de broşür çıkardı. Burada cihâd hakkında âyet ve hadîslerin izâhından sonra şöyle demekteydi:
“…Ey din kardeşler! Cümlenin malûmudur ki, Moskof, müslümanlığın kadîm düşmanıdır. İngiliz ve Fransızlar da son zamanlarda müslümanlık âlemine karşı bir cellât kesildiler. İngiliz ve Fransızlar, Rusya gibi gaddâr ve müstebit bir hükümetle elele vererek idâreleri altında bulunan müslüman kardeşlerimize yapmadık fenâlık bırakmadılar. Geçen sene Rumeli fecâyii de onların zâlimâne ve hâinâne tertibleri netîcesinde yapıldı. İşte onların mezâlimi bugün sâha-i cihanda ve üç yüz milyon ehl-i İslâmın uyanmasını ve kalkmasını mûcib oldu.
Bugün Rus, İngiliz, Fransız ahalisi bir araya gelse, toplansa, hüküm ve esâretleri altında bulundurdukları ehl-i İslâmın yarısından azdır. İşte bugün Âlem-i İslâmın en müthiş ve mel’ânetkâr düşmanlarıyla muhârebemiz var. Öyle düşmanlar ki; idâresi altında din kardeşlerimiz envâ-ı mezâlime uğruyor. Lâkin Allahü teâlânın yardımıyla o din kardeşlerimizin göz yaşları Hükûmet-i muazzamamızın ve şanlı ordumuzun tedbir ve gayretleri ve Âlem-i İslâmın vatanperverâne hareketleri ile silinecektir.
Ehl-i İslâmın düşmanı ne kadar çok olursa olsun, Âlem-i İslâmı mahvedemezler. Muhâfaza-i din ve vatana âit şer’an mükellef olduğumuz vazîfeyi lâyıkı ile îfâ edersek netîcede zafer bizimdir. Resûlullah efendimizin dîninin nûrları sönmez. Dîn-i mübîn-i İslâm kıyâmete kadar pâyidâr olacaktır. Dîn-i celîl-i İslâmın hâmisi, Allahü teâlâ ve şefîi Resûl-i müctebâ efendimiz hazretleridir.
Allahü azîmüşşânın ve Resûl-i müctebânın emîrleri mûcibince hareket ve böyle cihâd zamânında malımızı ve canımızı fedâya gayret edelim. Zîrâ gördüğümüz felâketler dûçâr olduğumuz musîbetler artık cana dayandı. Elhamdülillah dünyâ yüzündeki âlem-i İslâm uyandı. Malûmdur ki; dünyâ yüzünde üç yüz milyon müslüman kardeşlerimiz var. Hilâfet makâmının şefkatli, merhametli sancağı altında mesûd ve bahtiyar hayat süren yirmi milyon nüfûs-ı müslime bulunuyor. İran ve Efgan hükümetlerinin idârelerindeki on altı milyondan maâda iki yüz altmış dört milyonu ecnebilerin, düşmanların boyunduruğu, idaresi altındadır. Yazık değil mi? Allahü teâlâyı bir, Peygamberân-ı izâmı hak tanıyan din kardeşlerimiz, hakkı yıkmaya çalışanların esâreti altında bulunuyor, inliyor.
İslâm memleketlerini birçok zamanlardan beri kaplayan felâketleri düşünelim. Koca Endülüs Devlet-i İslâmiyesi ne oldu? Bir fert kalmayıncaya kadar İslâmlar mahvoldu. Yüzden fazla vilâyete sâhip, İslâmın saltanatının merkezi olan o koca müslüman memleketi ne için İslâmların elinden çıktı? Üç yüz bin câmii şerîfi olan ve üç yüz bin minberde hutbe okunan o koca kıtanın, İspanyalıların eline düşmesi acaba nedendir? Hindistan müslümanları neden esâret altına girdi? Neden her karış toprağını ecdâdımızın kanlarını dökerek aldıkları memleketler düşmanlar eline geçti? Neden olacak:
Kişiye zulmeder mi hiç Mevlâsı,
Kişinin çektiği kendi cezâsı…
Yine Kur’ân-İ kerîmde buyrulmuŞtur. Meâl-i Şerîfi: “Bir millete, bir kavme ihsân olunmuş memleketi, nîmeti cenâb-ı Hak ellerinden almaz. Ne zaman ki; o millet, o kavim, o ilâhî nîmetin kadrini bilmez, kıymet-i hakikiyesini takdir etmez, sefâhete gider, nefsinin peşine düşerse hazret-i Allah ellerinden alır.” İşte şu sırr-İ celîl-i İlâhî, müslümanlar hakkında zuhûr etmiştir.
Allahü azîmüşşân bize tarîk-i necâtı göstermiştir. Kur’ân-ı azîmüşşânda…” diyerek uzun uzun âyet ve hadîsler zikredip halkı birliğe ve cepheye koşmaya dâvet etmekteydi.
Birinci Dünyâ Harbinin kaybedilip vatanın işgâl altına düşmesinden sonra Es’ad Hoca silâha sarılarak yanına aldığı gençlerle tâ Gümülcine’den beri tıynetlerini iyi tanıdığı Yunan çetelerinin karşısına geçti. Aydın havâlisinde çarpışan Kuvay-ı Milliyeciler içinde cidden çok büyük hizmetler yaptı. Muntazam ordu teşekkül ettikten sonra da millî ordunun fahrî müftüsü sıfatıyla zafere kadar hitâbeti ve silâhıyla din ve vatan uğrunda görülmemiş bir fedâkârlıkla çalıştı. Es’ad Hoca’nın bu devredeki uzun ve teferruatlı mücâdelesinin bir kısmını, millî mücâdele Aydın cephesi kumandanı ve harekât-ı harbiye reisi Tâhir Özerk Bey bir mektubunda şöyle nakletmektedir:
“…Millî mücâdelede, Aydın ve Ödemiş cepheleri harekât-ı harbiye reisi bulunduğum cihetle pek muhterem diğer bir hocamızdan da bahsetmek vecîbedir. O da birinci Büyük Millet Meclisinde Aydın mebûsu olarak bulunmuş olan Hoca Es’ad Efendidir. Aydın’da sultânî mektebinde muallim ve Aydın Hilâl-i Ahmer reisi iken işgâl üzerine silâha sarılarak cephemize gelmiş, hakîkî bir muhârib olarak bizimle muhârebelere iştirak etmiştir.
Yunan, Ödemiş’in Mendegüme üstündeki bayıra, açık ordugâh kurmuştu. Biz de Koçak Deresi ağzında yüz elli mevcutlu bir piyâde taburu ve bu taburun sağında kırk kadar zeybek kızanıyla Mendegümeli Hasan Hüseyin Efe, sol cenahdaki tepede bir kudretli cebel topu ve benim maiyetimde yedi süvâri (muhterem Hoca Es’ad Efendi de dâhil), buna mukâbil düşman bir alay piyâde ve dört toplu bir cebel bataryasından mürekkeb idi. Fecirle berâber savaş başladı. Her neye mal olursa olsun Mendegüme havzasını düşmandan geri almamız esas gâyemiz idi. Bunu da taarruz emîrlerimizde bildirmiştik. Fecrin o ıssızlığı sırasında ordu müftümüz muhterem hocamız Es’ad Efendi kendisi ve topçu askerleri tekbirler getirerek ilk mermiyi biricik topumuzun namlusuna yerleştirtti. Harp kızıştı. Açıkta mevzi alan düşman topçusu, Koçak Deresi ağzına doğru dört mermi attı. İşâretimiz üzerine bizim topumuz açıkta bulunan düşman topçusuna tekbirlerle ateşlendi. Tekbirlerle yerleştirilen bu mermi düşman topunun birinin ağzına isâbet etti, bunu müteâkip de düşman topları üzerine beş mermi daha yollandı. Düşman topları susup yalnız bizim topumuzun patlaması Yunanlıları sarstı, düşman topçusu mühim zâyiâtla perişan bir halde geriye kaçtı. Yunan askerleri bozulup, yüzlerce ölü bırakarak kaçtı. Bizim zâyiâtımız, biri mülâzım olmak üzere üç yaralıdan ibâretti. İki buçuk saat sonra Başören, Küçükören, Mahmutlu köyleri tamâmen düşmandan geri alındı. Biz de muzaffer olarak cephe karargâhı olan köşke döndük.
Muhterem hocamızın gerek muhârebe ve gerek siyâset sâhalarında büyük hizmetleri vardır. Aydın muhârebesinden sonra Yunan mezâlimini İstanbul hükûmetine ve Îtilaf devletleri mümessillerine anlatmak üzere umum halkın mümessili olarak Aydın Belediye Reisi Reşat Beyle birlikte Rodos tarikiyle İstanbul’a gitmesi ve beynelmilel bir tahkik heyetinin gelmesine ve lehimizde rapor verilmesine dâir büyük hizmetlerine paha biçilmez, takdir ve tebcîl-i vecîbedir.”
Es’ad Hoca Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisine Aydın mebûsu olarak seçildi. İkinci devrede ise, Menteşe (Muğla) Mebûsu oldu. O gerçekleştirilmesi için üç sene milletçe yekvücut bir halde ve fedâkârca çalışılan Mîsâk-ı Millî’nin tescil ettirilmesini cânu gönülden arzuluyordu. Ancak Lozan heyetinin bu gâyeden uzak faâliyetlerini görünce, şiddetli tenkitlerde bulundu. Mecliste muâhedeye red anlamına gelen kırmızı oy verdi. Bilhassa Batı Trakya Türklerinin mukaddesâtı üzerindeki tâvizkâr politikayı tenkîd eden Es’ad Hoca, yaptığı konuşmada; “Ben Yunan palikaryalarını bilirim. Onlara teslim ettiğiniz Türklerden birgün gelecek; bir torba kemik bile alamayacaksınız.” dedikten sonra, Mora ve Girid gibi yerlerde bunun misâllerini nakletti.
Es’ad Hocanın, Kurtuluş SavaŞİ devresinde kaleme aldİ?İ broŞüründen baŞka birkaç küçük kitabİ daha vardİr. Bunlar: Ah Aydın (Şiir şeklinde beyannâme), Verin Zavallılara ve Hilâl-i Ahmer’dir.
Soyadı kanununun çıkmasından sonra “İleri” soyadını alan Es’ad Hoca, 1927’den sonra meclise girmeyerek İzmir’in Torbalı kazâsına yerleşti. Burada bir kenara çekilerek ibâdet ve zikirle münzevî bir hayat yaşadı. Zaman zaman İzmir’in muhtelif câmilerinde halka vâzlar vererek dînî duygularını kuvvetlendirmeye çalıştı. Onlara devamlı olarak çocuklarına din bilgilerini vermeleri için nasihatlar ederdi. 15 Nisan 1957 târihinde İzmir’in Kestane Pazarı Câmisinde vâz vermeye giderken geçirdiği trafik kazâsı sonucu vefât etti.
[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Sarıklı Mücâhidlerhttp://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun
[/toggle]
Bekir Sıtkı Visali Hazretlerinin ilk halifesi olup, Ruhi mahlası ile bilinir. Divanın bir çok yerinde Aşık Ruhi-Kâmil Ruhi hitabları ile iltifatlarda bulunulmaktadır. Hacı Mehmet Ruhi Akhan, Manisa’nın Kula kazasında 1905 yılında dünyaya gelir. Halim isminde çok sahavetli ve merhametli bir zatın oğludur. Halim Efendi’nin fakirlere ve düşkün kimselere karşılıksız yardımda bulunduğunu Seyyid Kazım Kızılkanat Efendi nakleder. Babası ve annesi müttaki ve salih insanlardandır. Mehmet Ruhi Akhan, üzerine farz olduğu andan itibaren namazlarını hiç kazaya bırakmamış ve camide cemaate devam etmiştir. Mehmed Ruhi’nin mesleği deri işlemeciliği ve ayakkabıcılık olmuştur. Nihayetinde Allah-ı Zülcelâl’e ve Resulullah’a ünsiyet etmek için bir mürşidi kamil arar.
Bekir Sıdkı Visali Hazretleri ile tanışıp, Hazret’ten Tariki virdini alır ve ona mürid olur. Mürşidine sıdk ile bağlanır ve tasavvuf yolunda yükselir. Menemen’de iken Abdurrahman Sami Niyazi Hazretleri ile tanışmış ve onun da hayır dualarını almıştır.
Mehmet Ruhi Akhan Hazretleri, üstadı Bekir Sıdkı Visali Hazretleri’nin 1962 yılında vefat etmesiyle, 1962-1977 yıllarında Uşşaki postuna oturarak irşatla meşgul olur. “Marifet Sırları” adlı bir divanı vardır.
1977 yılında, Umre ziyaretinden dönerken, Ürdün’ün Amman Şehri yakınlarında vuku bulan trafik kazasında, damadı Hacı Halit beyle birlikte şehiden Alemi Darı Beka’ya İntikal eder. Kabri şerifleri şeyhi Visali Hazretleri gibi, İzmir-Zeytindağ Kokluca Mezarlığında Hocazade Camii karşısındadır. Visali Divanı, kendi divanı ile birlikte bir arada tab edilir. Mehmet Ruhi Akhan Hazretlerinin bilinen iki halifesi vardır. Sıddık Naci Eren ve Hacı Ahmet Arslan.
Kaynak
Abdulhalim Durma , İzmir Evliyaları ,
http://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun
1880 senesinde Manisa’nın Kula ilçesinde dünyaya gelen Bekir Sıtkı Efendi’nin babası Mollazâde Hacı Mehmed Efendidir. İlk tahsiline Kula’da Boşnak Hoca namıyla bilinen alimden tamamlar. İlim öğrenmek için babasının rızâsı ile İstanbul’a gider. Fâtih Câmii Medresesinde uzun yıllar ilim öğrendikten sonra diploma alır. Bu arada tasavvuf yolunu, Sâmi Niyâzî Uşşâkî Efendi’den öğrenir. Bir Ramazan-ı Şerif gününde İzmir Hisar Camiinde vaaz etmekte olan Abdurrahman Sami Saruhanî Hazretlerine mülaki olur ve intisap eder. Uşşaki sülûkunu tamamlayarak hilafet alır.
Hocası Sâmi Niyâzî Uşşâkî Efendi, talebelerine sık sık, “Akşam ne rüyâ gördün?“, diye sormaktadır. Bir gün Bekr Sıdkı Efendiye de bu soruyu sorunca, “Efendim rüyâmda bir meydanlıkta at koşusu vardı. Her at üzerinde bir kişi vardı. Ben ise birbiri üzerine binmiş dört atın enüstündekine binmiştim. Atlar koşuya başladıktan sonra, benim bindiğim atlar en öne geçti ve hedefe en önce vardım. Orada bizlere bakan kalabalık, Bekr Efendi kazandı, diye bana iltifat ettiler.”, diye anlatır. Sâmi Niyâzî Uşşâkî de, “Oğlum Bekr! Sen dört ilme kavuşacaksın. Birinci at şerîat, ikinci at tarîkat, üçüncü at hakîkat, dördüncü at ise mârifet ilmine işârettir.” buyurur.
Bekr Sıdkı Visâli, ilim tahsîlini tamamladıktan sonra Kula’ya döner. Bir müddet halı ticâretiyle meşgul olur. Fahrî olarak, câmilerde vaaz verir. Bir süre sonra İzmir’e yerleşerek tâliplerine ilim öğretir. İnsanlara doğru yolu anlatmakla ömrünü geçiren Bekr Visâli Efendi, 1962 senesinde İzmir’de vefât eder. İhvanları ile Berat gecesini ihya ettikten bir gün sonra Alemî Beka’ya intikal etmişlerdir. Kabirleri İzmir Salihli yolu üzerinde Zeytindağ Kokluca mezarlığındadır.
Bekir Sıtkı Visali Hazretlerinin bilinen üç halifesi vardır. Hacı Mehmet Ruhi Akhan, Esseyyid Hacı Kazım Kızılkanat, Hacı Hüseyin Rıdvan Özaydın. Visali mahlasını kullanan Bekr Sıdkı Efendi’nin şiirlerinin toplandığı Hakîkat ve Mârifet Sırları isimli bir dîvânı vardır.
Visâli kemter kulunu
Tevfik eyle menzili
Kaynak
Abdulhalim Durma , İzmir Evliyaları ,
http://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun