Ana Sayfa>Özel(Sayfa 29)

Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede

Mustafa Feyzi Efendi (ks.), 1267/1851 senesinde Tekirdağ’ın Kılıçlar Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Babası çiftçilikle meşgul olan Emrullah Ağa’dır.1

İlim tahsiline memleketinde başlayan Mustafa Feyzi Efendi, 1869 senesinde 18 yaşlarında iken İstanbul’a gelir. Bayezid Camii dersiâmlarından olan ağabeyi Tekirdağlı Mehmed Tahir Efendi’nin ders halkasına katılır. 1882 senesinde 32 yaşlarında iken tahsilini tamamlayarak ulûm-ı aliyyeden icazetnâme alır. Aynı yıl içinde yapılan “rüûs” imtihanında ehliyetini isbat ederek ders verebilecek duruma gelir. Bundan bir sene sonra ders vekili sıfatıyla Bayezid Camii’nde ders vermeye başlar. On beş sene sonra 1898’de de talebelerine ilk icazetini vermeye muvaffak olur.

Tekirdağlı Mustafa Feyzi hazretlerinin Silsile-i Şerifi

1887 senesinde kendisine “ibtidâ-i hâric” rütbesi ile beraber İstanbul müderresliği vazifesi verilir. 1907 senesinde “Mûsıla-i Sahn” rütbesiyle Şehzadebaşı İsmail Paşa Medresesi müderrisliğine tayin edilir. Ardından 4. Osmânî ve 4. Mecidî nişanı ile taltif edilerek 1910 senesinde Huzur dersleri muhataplığına getirilir. En son huzur dersinin yapıldığı 1919 senesine kadar bu vazifesine devam etmiştir.

Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerine intisab eden Mustafa Feyzi Efendi (ks.) onun önde gelen halifelerinden olmuştur. Dağıstanlı Ömer Ziyâüddîn Efendi’nin 1920 senesinde âhirete göçmesinden sonra Gümüşhâneli Dergâhı postnişîni olarak irşad vazifesine başlamış, 1922 senesinde tekke ve zâviyelerin kapatılmasına kadar bu vazifeyi sürdürmüştür. Yeni Cami’de bir müddet Hadis dersleri okutan Mustafa Feyzi Efendi’nin ömründe 24 defa halvete girdiği halifelerinden Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh tarafından ifade edilmektedir.

Mustafa Feyzi Efendi, Gümüşhânevî hazretlerinin dördüncü halifesi olarak beş sene kadar vazife yapmış, pek çok talebe ve 10’a yakın irşad selahiyetli âlim yetiştirmiştir. Her sene bir kere hatim etmek üzere Râmûzu’l-ehâdîs okutmuştur. Son halvetinde talebelerinden Serezli Hasib Efendi, Kazanlı Abdülaziz (Bekkine) Efendi ve Bursalı Mehmed Zahid Efendi’ye hilafet vermiştir. Aynı silsile, sırasıyla bu zâtlar tarafından devam ettirilerek günümüze kadar intikal ettirilmiştir.

Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi orta boylu, dolgunca, ak sakallı, nur yüzlü, yuvarlak çehreli idi. Devamlı oruç tutar, çok namaz kılar, zikrederlerdi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde bir derya olup tevazuu ve güzel ahlâkı ile tebârüz etmişti.
Erzurum’lu İbrahim Hakkı hazretlerinin:
Tasavvuf; kimseye âr olmamaktır.
Tasavvuf; gül olup hâr olmamaktır.
Tasavvuf; yok olup vâr olmamaktır.
Bunu her kim anlarsa bürhân ondadır.
sözlerini sık sık tekrarlayan Mustafa Feyzi Efendi, 23 Muharrem 1345/1 Ağustos 1926 senesinde 75 yaşlarında iken dâr-ı bekâya irtihal eylemişlerdir. Kabri Süleymaniye Camii haziresinde tekke arkadaşlarının yanındadır. Mezar taşı kitâbesinde şunlar yazılıdır:

Tekfurdâğî Mustafa Feyzi
Gümüşhaneli’den almıştı feyzi,
Postnişîn-i sâbık-ı Dergâhında
İrciî hitâbı erişti nâ-gâh
İcâbetine evvelce olmuştu âgâh
Kabrini ziyaret eyleyen ihvân
Ruhuna fâtiha kılsınlar ihsân.

Mustafa Feyzi Efendi’nin zikir halkası esnasında Niyâzî-i Mısrî’ye ait şu ilâhiyi söyledikleri halifelerinden Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh tarafından bildirilmektedir.
Ey derde derman isteyen!
Yetmez mi derd dermân sana
Ey râhat-ı cân isteyen!
Kurban olandır cân sana.

Yağma edersin varlığın,
Gider gönülden darlığın
Mahv eyle sen ağyarlığın,
Yar olısar mihmân sana.

Sermâye bu yolda hemân,
Teslîm olur, buna inan,
Sıdk ile ALLAH’a dayan,
Etmez mi gör ihsân sana.

Tevhîde tapşur özünü,
Kimseye açma râzını.
Şeyh izine tut yüzünü,
Şeyhin yeter burhân sana.

Yalnız kişi yol alamaz,
Maksûdunu tez bulamaz.
Bekle ma’ârif kapısın,
Yüz göstere irfân sana.

Dünyâ ile ukbâyı ko.
Ulâ ile uhrâyı ko.
Var o kuru sevdâyı ko,
Matlab yeter Sübhân sana.

Candan özge kıl yârını,
Ver cânı bu dîdârını,
Yok eyle kendi vârını,
Ki vâr ola cânân sana.

Çürüklerin hep sağ olur,
Zehrin kamu bal-yağ olur.
Dağlar meyvalı bağ olur,
Cümle cihân bostân sana.

Güçdür katı Hakk’ın yolu,
Dergâhı hem gâyet ulu.
Sıdk ile olmazsan kulu,
Etmez yolu âsân sana.

Kulluğa bel bağlar isen,
Şâm u seher ağlar isen.
Sular gibi çağlar isen,
Tez bulunur ummân sana.

Bülbül oluben ötegör,
Gül gibi açıl tütegör,
Aşk oduna can atagör,
Gülzâr olur nîran sana.

Yüzün Niyâzî eyle hâk,
Derdiyle bağrın eyle çâk.
Kalbin sarayın eyle pâk,
Şâyed gele Sultan sana.

Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin 1926 senesinde vefatının üzerinden otuz sene gibi uzun bir süre geçtikten sonra vuku bulan ibret dolu bir hadiseyi Mehmed Zahid Kotku hazretleri şöyle anlatıyor:
“İşte sana bu âlim-i âhiret olan kimselerden gördüğüm bir canlı hâdiseyi anlatırken umarım ki yerlerin yiyemediği bu alim kimseleri de öğrenmiş oluruz: İstanbul yollarının genişletildiği ve türbelerin etrafları açıldığı bir devirde bizim rahmetlik Hocamız Tekfurdağlı, Bayezid Cami-i Şerifi müderrisi ve Gümüşhâneli Dergâhı post-nişîni Hacı Mustafa Feyzi Efendi hazretleri de Kânûnî Sultan Süleyman Câmi-i Şerifi’nin kıblesinde ve Kânûnî Sultan Süleyman’ın türbesinin yanında dış tarafında sekiz-on kadar kabir vardı ki rahmetli Menderes bunların da kaldırılıp yanındaki boşluğa gömülmelerini istemiş ve bu suretle nakl-i kubûr yapılmak üzere bizim de o merasimde murakıp olarak bulunmamızı istemişler. Biz de orada bulunduk. Mezarlar açıldı. İçinden çıkarılan kemikler hazırlanmış torbalara konarak hazırlanan mezarlarına naklediliyordu. Sıra bizim üstadımız Şeyh Hacı Mustafa Feyzi Efendi’nin merazına geldi. Mezar, zeminden hemen bir metre yüksek olduğundan bazı taşlar kopmuş ve mezarın içerisi gözükmekte idi. Nihayet nezar açıldığı zaman- definden zannedersem otuz sene kadar bir zaman geçmiş olduğu halde rahmetlik Şeyh Hacı Mustafa Feyzi Efendi’nin henüz sakalının bile bir kılı değişmemiş. Bütün bir cesedin sanki henüz yeni gömülmüş olduğunu hem biz hem bütün hâzirûn, büyük bir cemaat kalabalığı tarafından görülmüş. Toprağın demek hakiki alimleri yiyemediği hakikaten müşahedemiz olmuştur. Rahmetullahi rahmeten vâsiâ.”

Ömer Ziyaüddin Dağıstani (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede

Ömer Ziyâüddin Efendi, Dağıstan’da Çerkay’a bağlı Miatlı Köyü’nde 1266/1849 senesinde doğmuştur. Babası, zamanın ulemâsından Müderris Abdullah Efendi, Avar Türkleri’ndendir. Ömer Ziyâüddin Efendi, uzunca boylu, beyaz yüzlü, ak sakallı, vakur ve son derece cömert idi. Arapça, Farsça ve Rusça’dan başka Türk lehçeleri uzmanı idi.

İlk tahsiline babasından ders görerek başlar. Gençlikk yıllarına geldiğinde Ruslarla Şeyh Şamil arasında 1825’lerden beri devam eden mücadelelere iştirak eder. Şeyh Şamil’in oğlu Gazi Mehmed Paşa’nın maiyetinde Kafkas Cephesi’nde Ruslar’a karşı yıllarca at üstünde savaşır. O sıralar yirmi yaşlarındadır. Mücadele sona erince Dağıstan grubu Osmanlı Devleti’ne hicret eder. Böylece Ömer Ziyâüddin Efendi de İstanbul’a yerleşir. Burada Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerine intisap eder. Aynı yıl şeyhülislâmlığa takdim ettiği Tecvîd-i Umûmî isimli eseriyle, Taşra ruûsuna nail olur.

Ömer Ziyaüddin Dağıstani  hazretlerinin Silsile-i Şerifi

Ömer Ziyâüddin Efendi’nin asıl adı Ömer’dir. Gümüşhânevî hazretleri kendisini, “Sana Ziyâüddin adını veriyorum, isminle muammer ol.” diyerek taltif etmiştir. Yine şeyhinin kendisine “Hâfız Ömer” diye hitap etmesi üzerine gece-gündüz demeden kendi kendine çalışarak altı ayda hıfzını tamamlamıştır. Kur’an’ı hıfzettiği gibi 200 bin hadîsi de râvî zinciriyle beraber ezberlemiştir. Daha çocukken hadis hıfzının isbatı için kendini hafızlar cemiyetine mümeyyiz seçtirmiştir.

Bunlara devam ederken bir ara “ben başka tarikata geçsem” diye düşünür. Galata Mevlevîhânesi’ne gider. Ayinleri seyrederken bir ara kendinden geçer. Birisi cübbesinin ensesinden tutar, kubbeye doğru çıkartır, oradan aşağı bırakır. O arada Ömer Ziyâüddin Efendi “Allah” diye haykırır. Ter içindedir. Tekkeye gelip şeyhinin elini öpmek ister, şeyhi Gümüşhânevî hazretleri ise gülerek; “O kadar yüksekten düşersen tabi bağırırsın.” der. Kendisini kaldıranın kim olduğunu anlayan Ömer Ziyâüddin Efendi şeyhinin ellerine kapanmış, dört elle tekkeye sarılmıştır. Gerek çalışması, gerekse hafızasının kuvvetiyle kısa zamanda terakki ederek icazet almıştır.

Tahsilini tamamlayıp icazet aldıktan sonra Aralık 1878’de Edirne ikinci Ordu Alay Müftülüğü’ne tayin edilir. Eylül 1892 tarihine kadar 14 sene bu vazifeyi îfâ eder. Haziran 1893-Mayıs 1901 seneleri arasında Malkara kadılığı vazifesinde bulunur. 1903’de Kudüs mevleviyetine, ertesi yıl Malkara kadılığına tayin olunur.

“Şeriatte icrâ-ı adâlet eden kişi devletten para almaz.” diyerek kadılık maaşını cebine koymadan talebelerine dağıtır. Ömer Ziyâeddin Efendi Malkara’da iken son eşi Hafize Hanım’la evlenmiş ve kendisinden sekiz çocuğu olmuştur. İlk üç hanımından doğan çocukları yaşamamıştır. Malkara’da bulunduğu süre içinde her sene hatimle teravih namazı kıldırmıştır. Altı saatte tam bir hatimle teravihi bitirir ve eve geldiklerinde sahur olurmuş. Ömrünün son demlerinde bile Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona Fatiha gibi okuyabildikleri bildirilmektedir. Malkara kadılığı vazifesinde iki yıl kaldıktan sonra 1906 senesinde İstanbul’a yerleşir. 1908’de saltanat ve hilafeti savunan Hadîs-i Erbaîn fî Hukûki’s-selâtîn adlı eserini neşreder.

1909 senesinde 31 Mart Vakasına karıştığı, İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti ve Derviş Vahdetî ile ilgisi olduğu iddiasıyla Divân-ı Harb-i Örfî tarafından müebbet kalebentliğe mahkum edilir. Cezası bir süre sonra sürgüne çevrilerek Medine’ye gönderilir ve orada yedi ay kalır. Bu arada Mısır Hidiv’i Abbas Hilmi Paşa rüyasında Peygamber Efendimiz’i görür. Kendisine, “Medîne-i Münevvere’de bulunan Hâfız Ömer’i himayene al, getir.” diye ismiyle belirterek söyler. Üç gece üstüste aynı rüyayı görür. Nihayet maiyetiyle yola çıkar. Medîne-i Münevvere’ye vasıl olur. Ömer Ziyâüddin Efendi’yi yanına alır. Mısır’a gelirler. Abbas Hilmi Paşa kendisine, “Peygamber’in emaneti!” der, büyük hürmet gösterir.

Ömer Ziyâüddîn Efendi böylece Müntezeh sarayına yerleşir. Abbas Hilmi Paşa’nın saray hocalığını ve imamlığını yapar. Burada yaklaşık 10 yıl kalır. Bu sırada Birinci Dünya Savaşı devam etmektedir. Bir ara Mısır’da İngilizler tarafından hapse atılır. 14 Nisan 1912’de çıkan umumî af üzerine şeyhülislâmlığa müracaat ederek devrin şeyhülislâmından vazife talep etmiştir. Hilâfeti savunan kırk hadîs-i şerîfin yer aldığı Hadîs-i Erbaîn fî Hukûki’s-salâtîn isimli eseri yüzünden bu isteği geri çevrilmiştir. Uzun süren mücadeleleri sonunda nihayet hakkı teslim edilerek önce 5 Ağustos 1919’da Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi hilâfiyat (tartışma ve münakaşa yoluyla karşı fikri çürütme) sonra da yine aynı medresenin Hadis dersi müderrisliğine tayin edilmiştir (27 Ekim 1920).

Ömer Ziyâüddin Efendi, 1919 senesinde Gümüşhâneli Dergâhı şeyhlerinden İsmail Necati Efendi’nin vefatı üzerine Gümüşhânevî’nin üçüncü halifesi olarak postnişin olmuş, irşat görevini üstlenmiştir. Bu arada Râmûzü’l-ehâdîs adlı hadis kitabını da okutmaya devam etmiştir. Sultan Vahidüddin’in bizzat gelip yaptığı şeyhülislâmlık teklifini “İşgal altında bulunan bir memlekette fetvâ makâmı işgal edilmez.” diyerek kabul etmemiştir.

30 Kasım 1920 senesinde 18 Rebiülevvel Perşembe günü 73 yaşlarında iken Gümüşhâneli Dergâhı’nda âhirete irtihal etmiştir. Kabri Süleymaniye Camii Hazîresi’ndedir. Ömer Ziyâüddin Efendi’nin Türkçe, Arapça ve Dağıstan dillerinde pek çok eseri bulunmaktadır. Lezgi dili ile yazılmış (Çerkezce) Mevlîd-i Şerîf’i 1.000 beyitliktir. Dağıstan yöresinde Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i gibi meşhur olmuştur. Şairlik tarafı baskın olan Ömer Ziyâüddin Efendi’nin Şeyh Şamil’in kabilesinin dili ile yazılmış Kısâs-ı Enbiyâ adlı manzum eseri, Dağıstan’da, Mevlid, Mi’rac ve Mu’cizât isimli eserleri de Edirne’de basılmıştır. Fetevâ-yı Ömeriyye bi-Tarikati’l-Aliyye adlı eseri tercüme edilerek Seha Neşriyat tarafından neşredilmiştir.

Diğer eserleri şunlardır:
Sünenü akvâli’n-bebeviyye mine’l-ehâdîsi’l-Buhâriyye,
Zübdetü’l-Buhârî,
Es’ile ve ecvibe fî ilmi’l-hadîs,
et-Teshîlâtü’l-atire fi’l-kıraati’l-aşere,
Metnü Akâid Tercemesi
Adâbu’l-Kur’ân,
Mevhibe-i Bârî Terceme-i Buhârî,
Mu’cizât-ı Nebeviyye,
Zübdetü’l-Buhârî Tercemesi,
Zevâidü’z-Zebidî,
Mir’ât-ı Kanûn-i Esâsî.

Hadis, siyer, fıkıh, tecvid ve kıraat gibi ilimlerde eser vermiş, fıkhî ve tasavvufî eserleri ile tanınan Ömer Ziyâüddîn-i Dağıstani (ks.), son devrin ilim ile tarikati, tasavvuf ile fıkhı bir arada yürüten muhaddis ve mutasavvıflarından, aynı zamanda hadis hâfızlarından biridir. Şöhret ve nüfûzunun, geniş bölgelerde yayılmasından dolayı eserleri çeşitli yörelerde neşredilmiş, dağıtımı yapılmıştır. İstanbul, Dağıstan, Mısır, Trabzon ve Edirne’nin çeşitli matbaalarında basılıp dağıtılan eserleri, Mısır’dan Dağıstan’a, Edirne’den Trabzon’a kadar, geniş bir kesime feyiz kaynağı olmuştur.

Mehmed Zahid Kotku (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede

Adı Mehmed Zahid, soyadı Kotku idi. Kendisinin naklettiğine göre babası ona: “Oğlum Mehemmed!” diye hitap edermiş. Soyadının “mütevâzi” mânasına geldiği nüfus cüzdanının başına not edilmiş idi. Tevellüdü 1315 Hicrî-Kamerî (Rûmî 1313, Milâdî 1897) yılında, Bursa şehrinde, kale içinde Türkmenzâde çıkmazındaki baba evinde vâki olmuştur.

Ailesi
Baba ve annesi Kafkasya’dan 1297’de göç eden müslümanlardandır. Dedeleri Kafkasya’da Şirvan’a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha’dandır ki burası dağ eteğinde, ipekçilikle meşhur, ahalisi müslüman, hâlen Azerî Türkçesi konuşulan bir yerdir. Babası İbrahim Efendi Bursa’ya 16 yaşlarında iken gelmiş, Hamzabey Medresesi’nde tahsil görmüş, muhtelif yerlerde imamlık yapmış, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sülalesinden bir Seyyid’dir. 1929’larda 76 yaşlarında iken Bursa ovasındaki İzvat köyünde vefat etmiş ve oraya defnolunmuş, ehl-i tarîk bir kimsedir.

Annesi Sabire Hanım, Mehmed Zahid Efendi üç yaşlarında iken vefat etmiş, Pınarbaşı kabristanına gömülmüştür. Bu anne ve babadan doğma ağabeyi Ahmed Şakir (1308-1335) subaylık yapmış, Kudüs’te Çanakkale’de bulunmuş, siperlerde hastalanmış ve 28 yaşlarında iken vefat edip Söğütlüçeşme’ye defnolunmuştur. Aynı anneden bir küçük kardeşi daha olmuşsa da çok yaşamamış birkaç aylık iken vefat etmiştir. Babasının ikinci evliliği yine Dağıstan muhacirlerinden, Fatma Hanım’la olmuştur. Ondan doğma üç kız kardeşi vardır. Bunlardan Pakize Hanım’ın efendisi de, Bursa Ulu Camii imamlarından ve İsmail Hakkı Tekkesi şeyhlerinden merhum Ahmed Efendi kuddise sırruh’dur.

Tahsili, Askerliği
Mehmed Zahid Efendi rahmetullâhi aleyh ilk mektebi Oruç Bey İbtidâîsi’nde okudu. Maksem’deki idâdîye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebi’ne girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşlarında askere celb olundu. 14 Nisan 1332’de asker oldu, senelerce askerlik yaptı, çok tehlikeli günler geçirdi, hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye’den çekilmesinden sonra, binbir güçlükle İstanbul’a döndü. 10 Temmuz 1335’de Cuma gününden itibaren de 25 K. 30 şubede yazıcı olarak vazifeye devam etti. Kendi hatıra defteri kayıtlarından 1338 Martlarında henüz bu vazifede olduğu görülüyor.

Tasavvufî Yetişmesi ve Dinî Hizmetleri
İstanbul’da bulunduğu esnada çeşitli dinî toplantılara, derslere, camilerdeki vaazlara devam etti. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendi’yi çok sevdiği anlaşılıyor. Bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma günü, namazı Ayasofya Camii’nde edadan sonra Vilayet önünde bulunan Fatma Sultan Camii yanındaki Gümüşhâneli Tekkesi’ne giderek Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi’ye intisap eyledi. Günden güne ahvalini terakki ettirdi. Bu zât-ı şerîfin, 18 Kasım 1337 Cuma günü vefatından sonra postnişîn-i irşâd olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin yanında tahsîl-i kemâlâta devam etmiş, müteaddit defalar halvete girmiş, 27 yaşlarında hilâfetnâmeyi aldıktan sonra ondan Râmuzü’l-ehâdîs, Hizb-i A’zam ve Delâilü’l-hayrât icâzetnâmelerini de almış, Bayezit, Fatih ve Ayasofya camii ve medreselerinde derslere devam etmiş, bu esnada hafızlığını da tamamlamıştır. Bu aralarda hocasının işareti üzere muhtelif kasaba ve köylerde dinî hizmet îfâ etmiştir.

Tekkelerin kapatılmasından sonra Bursa’ya dönmüş, evlenmiş, 1929’da vefat eden babasının yerine Bursa ovasındaki İzvat Köyü’nde 15-16 sene kadar imamlık ettikten sonra Üftade Cami-i şerîfi’nin imam-hatipliğine tayin edilerek şehirde hisar içindeki baba evine yerleşti. Burada 1945-46’dan 1952’ye kadar hizmet eyledi. 1952 Aralığında Gümüşhaneli Dergâhı postnişini ve eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine’nin vefatı üzerine, İstanbul’a naklolarak Fatih’te bulvara nazır Ümmügülsüm Mescidi’nde vazife gördü. 1.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Cami-i şerîfi’ne nakloldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı.

Mehmet Zahid Kotku Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi

Vefatı
Mehmed Zahid Efendi rahmetullâhi aleyh, ömrünün son yıllarında rahatsız idi; ayakta gezmesine rağmen şiddetli ağrılarından muzdaripti. 1979 yazında uzun zaman kalmak üzere gittiği Hicaz’dan, ağır hasta olarak 1980 Şubatı’nda dönmek zorunda kalmıştı. 7 Mart 1980’de ameliyata girdi ve midesinin üçte ikisi alındı.

Ameliyattan sonra tedricen düzeldi, hatta 1980 Ramazanı’nda hiç aksatmadan oruç tuttu. Hatimle teravih kıldı, vaaz etti, yazın Balıkesir Ilıca’ya, Çanakkale Ayvacık sahiline ağrıyan ayakları için götürüldü, hac mevsimi gelince de Hicaz’a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsızlığı nüksetmiş ve ağrılar tekrar başlamıştı. Haccı güçlükle îfâdan sonra, 6 Kasım 1980’de çok ağır hasta olarak İstanbul’a döndü. Tam bir hafta sonra 5 Muharrem 1401 / 13 Kasım 1980’de (5 Muharrem 1401), Perşembe günü öğleye yakın, dualar, Yâsînler, tesbih ve gözyaşları ile uyur gibi bir halde iken âhirete irtihal eyledi.

Cenaze namazı 14 Kasım 1980 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii’nde muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafîr tarafından kılınarak, mübarek vücudu, Kânûnî Süleyman Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstatlarının yanındaki istirahatgâhına defnolundu.Bu esnada Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih ve çevrelerinde trafik durmuş, Süleymaniye’nin içi ve avlusu kâmilen dolduğu gibi, cemaat sokaklara taşarak Esnaf Hastanesi’nin yanına kadar uzanmıştı. Vefatını duyanlar içinde Anadolu’nun en uzak şehirlerinden olduğu

kadar Avrupa’dan gelenler de vardı. Uzakta bulunan muhiblerinden çoğu da vaktinde haber alamama yüzünden cenazesine yetişememişlerdi.
Vefatı İslâm âleminde de büyük üzüntüye yol açmış, Suudi Arabistan’da, Kâbe’de, Kuveyt’te ve daha başka şehirlerde gıyabında cenaze namazı kılınıp dualar edilmiş, ajanslar bu elim vefat haberini yayınlamışlardı. Vefat tarihi olan 13 Kasım 1980 tarihli takvim yapraklarında tevâfukan çok mânidar ibareler yer alıyordu. Mesela bunların birindeki şu parça ne kadar şâyân-ı taaccübdür:*

Arkamdan Ağlama
Öldüğüm gün tabutum yürüyünce
Bende bu dünya derdi var sanma.
Bana ağlama, “yazık, yazık!”, “vah, vah!” deme
Şeytanın tuzağına düşersen “vah vah”ın sırası o zamandır.
Yazık yazık asıl o zaman denir.
Cenazemi gördüğün zaman “elfirak, elfirak!” deme,
Benim buluşmam asıl o zamandır.
Beni mezara koyunca “elvedâ” demeye kalkışma!
Mezar cennet topluluğunun perdesidir.
Mezar hapis görünür amma,
Aslında canın hapisten kurtuluşudur.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batma görünür amma
Aslında o doğmadır, parlamadır.
Yere hangi tohum ekildi de yetişmedi?
Neden insan tohumu için
Bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?
Hangi kova suya salındı da dolu olarak çekilmedi?
Can Yusuf’un kuyuya düşünce niye ağlarsın?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç!
Çünkü artık hay-huy’un,
Mekânsızlık âleminin boşluğundadır.

Ahlâk ve Şemâili
Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına tanımadığına selam verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânalı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.

Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telaffuzu kullanır, karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânalı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu. Özel hayatında ev halkına karşı müşfik ve latifeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez, telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi.

Fevkalâde mütevazi idi. Kerâmetleri zahir ve şöhreti âlemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvanı arasında lâlettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemalini büyük bir maharetle gizlerdi. Kendi üstatlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.

Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu. Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı. Dostlarına vefası emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara her türlü yardımı esirgemezdi.

Çok açık elli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile memnun eder, ziyaretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmaya çalışırdı. Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en ücra, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.

Allahu Teâlâ ve Tekaddes hazretleri derecâtını ulyâ eyleyip, biz âciz ü nâçizleri de füyûzât ve şefaatından feyzyâb u nasibdâr buyursun… Âmîn, bi-hürmeti seyyidi’l-mürselîn sallallahu aleyhi ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahüm bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn, ve’l-hamdü lillahi rabbi’l-âlemîn.

Halil Necâtioğlu

Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede

Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerinin yetiştirdiği, daha hayattayken yerine vekil bırakarak irşat selahiyeti verdiği Gümüşhâneli Dergâhı şeyhlerinden Hasan Hilmi Efendi, Kastamonu’nun Azdavay Kasabası’nda 1240/1824 senesinde doğar.

Müridân arasında daha çok “Kastamonî” nisbesiyle tanınan Hasan Hilmi Efendi’nin babası, Abdullah adında ümmî fakat velî bir zâttır. Kendisinden nakledildiğine göre bir cuma günü babası aniden rahatsızlanır, çocuklarına; “Beni hemen guslettirin. Bugün Rabbim’e icabet edeceğim. O’nun huzuruna tertemiz çıkmak isterim.” deyince arzusu yerine getirilir. Cuma namazını eda ettikten sonra da dostlarını evine davet ederek helalleşip vedalaştıktan sonra ruhunu teslim eder.

Hasan Hilmi Efendi, orta boylu, nur yüzlü, ak sakallı, buğday benizli, çekme burunlu, açık kaşlı, ela gözlü idi. Başında Nakşî tâcı, beyaz sarık, sırtında boylu entari ve hırka bulunurdu. Hz. Ebu Bekir yaratılışlı, ismi ile müsemmâ hilim sahibi, takvâ örneği bir zât idi. İlk tahsiline Kastamonu’da başlar. Memleketinin ileri gelen alimlerinden kıraat, sarf ve nahiv ilimleri tahsil eder.

18 yaşlarına geldiğinde tahsilini tamamlamak üzere babası tarafından İstanbul’a gönderilir. İstanbul’da Mahmudpaşa Medresesi’ne yerleşir. Burada Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleri ile tanışır. 50 yılı aşkın bir süre devam edecek olan beraberlikleri böylece başlar. Mahmudpaşa Medresesi’nde Nevşehirli Büyük Hazım Efendi’nin derslerine devam eder. Tefsir, Fıkıh, Hadis, Hikmet gibi ilimlerde tahsilini tamamlayarak icazet alır.

Hasan Hilmi Efendi terkedilmiş, ıssız ve ibadete kapalı bulunan Fatmasultan Camii müezzinliğine gönüllü olarak talip olur. Camiyi kısa sürede ihyâ ederek günün beş vaktinde açık hale getirdiği için bu caminin baş müezzinliğine tayin edilir. Fatmasultan Camii’ndeki bu vazifesi icabı Mahmudpaşa Medresesi’nden ayrılır. Buna rağmen başından beri büyük bir saygı ve hürmetle bağlı olduğu Gümüşhânevî’yi sık sık ziyaret eder.

Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî (ks.) bu aralar İstanbul’a gelmiş ve Gümüşhânevî hazretleri ona intisap etmiştir. Hasan Hilmi Efendi de uzun süredir bu yola intisap etme arzusu içindedir. Bu düşüncesini dostu, sırdaşı Gümüşhânevî’ye açar. Gümüşhânevî hazretleri ise şeyhi Ervâdî hazretlerinin müsaadesiyle sohbet şeyhi ittihaz ettiği, Ervâdî gibi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin İstanbul halifelerinden olan, Abdülfettah el-Ukarî hazretlerine intisap etmesi yolunda tavsiyede bulunur.
Süleymaniye camii ve haziresi

Hazirede olanlar ;

1- Mehmed Zahid Kotku (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
2- Kanuni Sultan Süleyman han (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
3- Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
4- Tekirdağlı Mustafa Fevzi efendi (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
5- Dağıstanlı Ömer Ziyaeddin Efendi (k.s.) -Süleymaniye camii haziresi[/toggle]

Hasan Hilmi Efendi, Gümüşhânevî’nin de delaletiyle Abdülfettah el-Ukarî hazretlerine intisap eder. Şeyhinin vefatına kadar, ona candan bir teslimiyetle bağlı kalır. Bu arada Gümüşhânevî ile birlikte Ervâdî’nin Ayasofya Camii’ndeki hadis derslerine devam eder. Hasan Hilmi Efendi, ilk şeyhinin 1864 senesinde âhirete irtihalinden sonra, Ervâdî’den hilafet alan Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî’ye intisap eder. Onun hadis derslerine devam ederek ilmî icazet alır. Hemen ardından seyr u sülûkünü tamamlayarak hilâfet alır. Daha şeyhi hayattayken irşat makamında vekili ve baş halifesi olur.

Hasan Hilmi Efendi, 1863 senesinde şeyhi Gümüşhânevî ile beraber hac farizasını eda eder. Şeyhinin ikinci hac seyahatı dönüşünde üç sene Mısır ve Tanta’da ikamet ettiği sürede Gümüşhâneli Dergâhı’nda ona vekalet eder. Şeyhi İstanbul’a döndüktün sonra, kendisini İzmit-Adapazarı bölgesinin irşadı maksadıyla Geyve’ye gönderir. Hasan Hilmi Efendi burada inşa ettirdiği medrese ve tekkede hem hadis okutmuş hem de tarikat neşrine çalışmıştır.

Gümüşhânevî hazretleri, zayıflığı ve ihtiyarlığı sebebiyle dergâhın faaliyetlerini yürütemeyecek hale gelince müridi ve baş halifesi Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’yi Geyve’den İstanbul’a çağırarak tekkeyi ona teslim etmiş, müridlerine de ona bağlanmalarını söylemiştir. Bundan sonra, Gümüşhânevî hazretleri, dünyasını değiştirene kadar yalnızca cuma sohbetlerini ve Hatm-i Hâce zikirlerini icrâ ettirmiştir. Âhirete irtihal ettiği sene ise bu vazifeler de dahil olmak üzere tekkenin bütün mesuliyetlerini Hasan Hilmi Efendi’ye bırakmıştır.

1893 senesinde şeyhinin vefatından sonra 18 yıl fiilen Gümüşhâneli Dergâhı’nda irşat vazifesi gören Hasan Hilmi Efendi de, şeyhi gibi hadis ilmi ile iştigali esas almış, tekkenin el kitabı mesabesinde olan Râmûzü’l-ehâdîs’i senede iki defa hatmetmeyi itiyat edinmiştir.

Muhammed Zâhid el-Kevserî başta olmak üzere Ezineli Mehmed Hulusi Efendi gibi yüzlerce talebesine maddî ilimler yanında irfan, edep, ahlâk ve ruh terbiyesi vermiş, bundan başka 56 halife yetiştirmiştir. Amasyalı Eyüb Sabri, Kâtip Mustafa Fevzi, Bolvadinli Yörükzâde Ahmed Fevzi, Kayserili Ali Rıza, Geyveli Yusuf Bahri bunlar arasında sayılabilir.

1896 senesinde yerine Safranbolulu İsmail Necati Efendi’yi vekil bırakarak hacca giden Hasan Hilmi hazretleri, Gümüşhânevî’nin Medine’deki müridlerinden Hafız Ahmed Ziyâüddin Efendi’ye misafir olmuş ve 18 gün Ravza-i Peygamberî’de halvet ederek mücavir kalmıştır. Son zamanlarına doğru irşat hizmetlerini yürütemeyecek duruma gelince, yerine Gümüşhânevî hazretlerinin halifelerinden Safranbolulu İsmail Necati Efendi’yi vekil ve halife tayin etmiştir. Hastalanıp yatağa düştüğü ve hiçbir şey yiyip içmediği bir gün, gözlerini hafifçe açarak, müridlerine yazdığı vasiyetini ihtiva eden kağıdı verdikten sonra;

“Aslında benim, Rahmet-i Rahmân’a kavuşma vaktim çoktan geldi. Fakat sizler benim için dua ettikçe rahatsız oluyorum. Bu ruh artık Rabb-ı Mecîdi’ne kavuşmak ister. Ne olur dua etmeyi bırakın.” diye söylemiş, sonunda da derinden bir “Allah” diyerek ruhunu teslim etmiştir.

10 Şubat 1911 Perşembe günü saat 07.15’de ruhunu teslim eden Hasan Hilmi Efendi’nin kabri Süleymaniye Camii Haziresinde bulunmaktadır.

Tokatlı Mustafa Haki Efendi (k.s.)

İstanbul – Fatih camii kıble tarafındaki hazirede.

Mustafa Haki Efendi Hazretlerinin (k.s.) Silsile-i ŞerifiTokat velîlerinden. Doğum târihi belli değildir. 1920 (H.1338) de İstanbul’da vefât etti. Kabri Fâtih Câmii bahçesinde, Gazi OsmanPaşa türbesine yakındır. Sık sık ziyâret edilmektedir. İlmi, ahlâkı, tevâzuu Tokat, Çorum, Sivas, Amasya ve Yozgat’ta dilden dile anlatılmaktadır. Aynı zamanda Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin yeğenidir.

Mustafa Hâki Efendi, ilk tahsilini Tokat’ta yaptıktan sonra, Çorum Şeyhi Şîranlı Mustafa Efendiye talebe olup icâzet aldı. Sonra Tokat’a dönüp, talebe yetiştirmeye başladı. Dergahı hak âşıkları, ilim tâlipleri ile dolup taşardı. Yetiştirdiği talebeleri, arasında en meşhuru Sivaslı Mustafa Tâkî’dir. Mustafa Tâkî Efendi vefât edince bâzıları; “İlim üç Mustafa ile gitti. Bunlar Çorum Şeyhi Şîranlı Mustafa, Mustafa Hâki ve Sivaslı Mustafa Tâkî’dir.” demişlerdir

Mustafa Hâki Efendi, 1908’de ikinci Meşrûtiyetin ilânı sebebiyle yapılan seçimde devrin ileri gelenlerinin arzûsuyla Tokat mebûsu oldu. Ancak ittihatçıların ve gayr-i müslimlerin oyları ile mebusluğu düşürüldü veİstanbul’da mecbûri ikâmete tâbi tutuldu. Kendisine Çarşamba’daki Mustafa İsmet Efendi dergâhı verildi ve vefâtına kadar burada kaldı.

Mustafâ Hâki Efendinin oğlu Behâeddîn Efendi, dînî ilimlerin yanında Eczâcılık mektebini bitirmiş, siyâsî olaylara karışmamak için Türkiye’den ayrılıp önce Medîne’ye gitmiş orada 27 sene ders okutmuş sonrada Şam’a geçmiştir. Torunları zaman zaman Tokat’a gelip akrabâlarını ziyâret etmektedirler.

Mustafa Hâki Efendinin sözleri ve kerâmetleri halk arasında anlatılmaktadır. Bunlardan bâzıları şöyledir:

Mustafa Hâki hazretleri Samsun’a geldiği bir günde misâfir kaldığı evde ikram edilen meyveyi yerken buyurur ki: “Bu gece dünyâya bir oğlum gelse gerektir.” Tokat’a gelindiğinde görülür ki sözün söylendiği o saatte Behâeddîn Efendi dünyâya gelmiştir.

Mustafa Hâki hazretleri sohbetlerde umumiyetle Eshâb-ı kirâm sevgisinden bahseder, Eshâb-ı kirâm sohbet ile yükseldi. Eshâb-ı kirâm dîni bildirenlerdir. Eshâb-ı kirâma dil uzatan, dîni yıkar. Eshâb-ı kirâmın îmânda ayrılıkları yoktur. Hepsi bütün velîlerden üstündür.

İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak ve tasavvuf yolunda ilerlemektir.

İslâmın temeli; Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine inanmak ve yapmaktır.

Nasihat istiyen birisine buyurdu ki: “Müslüman temiz toprağa benzer. Temiz toprağa her şey atılır. Hakaret görebilir, eziyet görebilir, cefaya uğrayabilir. Lâkin ondan hep güzel temiz faydalı şeyler çıkar. Müminin, insanları ayırmadan, hepsine aynı şekilde davranması ve güzel ahlâklı olması lâzımdır.”

Kerâmet hakkında da; “Bir kimsenin havada uçtuğunu suyun üzerinde yürüdüğünü görseniz, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktaki hassasiyetine bakınız. Şâyet bu tam ise ona uyabilirsiniz. Eğer emir ve yasaklarda gevşeklik varsa hemen ondan uzaklaşınız. Çünkü zararı dokunur.” derdi.

Vefâtı sebebiyle yazılan mersiyeden bir bölüm:

Hicrânda koydun bizleri ey Mürşîd-i ebcel
Nâkısları kim eyleyecek kâmil ü ekmel

Destine yapışdık ebedî bir habl-i metîne
Çekdin elini nâkıs olan düşdi zemîne

Eyvâh geçirdik dem-i fırsatları eyvâh
Allaha ulaştırıcı sohbetleri eyvâh

Feyz-i nazarın mürdeleri eyledi ihyâ
Bu seng-dil Âdemliğini bulmadı hâlâ

Sen bizleri cezb eder idin arş-ı berîne
Biz kendimizi attırırız zîr-i zemîne

Hayfâ o nezâfet o zerâfet, o cemâl
Cem’ olmış idi sende hemân cümle kemâlât

El-Bakî

E’azım-ı meşayih-i Nakşbendiyye-i Halidiyyeden İsmetullah Efendi Dergahı Postnişîni Tokadî es-Seyyîd el-Hac Mustafa Hakî Efendi Hazretleri’nin aram-gah-ı ebedîsidır. Fî 23 Rebî’ü’l-ahir 1338 ve fî 15 kanün-ı sanî 1336

Ebedî olan (Allah)

Nakşibendiyye tarîkati’nin Halidiyye kolunun büyük şeyhlerinden Ismetullah Efendi Dersahı Postnişîni Tokatlı Seyyid Hacı Mustafa Hakî Efendi Hazretleri’nin ebedî dinlenme yeridir.

15 Ocak 1920

Hazret-i Mustafa Hakî Tarîk-ı Hakda muktedamızdır. Gubar-ı kadem-i paki Çeşm-i im’ane tütiyamızdır Nasîbli canlara ta ki Menba-ı feyz-penahımızdır Muhib olanlar Nazmî Dünya vü ukba bahtiyarandır. Ta’mîri 15 Zî’l-ka’de 1425 Ketebehu Mahmud.

Hak yolunda rehberimiz Mustafa Hakî Hazretleri’ dir. (Onun) Temiz ayasının tozu söz pınarlanna sürmemizdir, (O) Nasibi olan kişilere feyiz kaynağıdır. Ey Nazmî, onu sevenler: “Dünyada ve ahirette talihlilerdendir.” Onarımı 27 Aralık 2004 (Hattat) Mahmud (Şahin) yazdı.

 

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
İç Anadolu Evliyaları , Türkiye Gazetesi [/toggle]

Elmalılı Hamdi Yazır Efendi (k.s.)

İstanbul – Kadıköy ; Sahrayı cedid kabristanında – Giriş kapısının bir üstünde yer alan kapıda hemen karşıda

M. Hamdi Yazır 1294 (1877) yılında Antalya’nın Elmalı kazasında dünyaya geldi. Babası, Burdur’un Gölhisar kazasının Yazır köyünden Numan Efendi’dir. Annesi Elmalı ulemasından Mehmet Efendi’nin kızı Fatıma Hanımdır. Numan Efendi Şer’iyye Mahkemesi Başkâtipliği görevinde çalışmıştır. Babası gibi dedeleri de ilmiye sınıfındandır. Hamdi Efendi, İlkokulu, Rüşdiye’yi ve hafızlığını tamamlayıp bazı İslâmî ilimlerde son bilgileri aldıktan sonra 1310 yılında dayısı Mustafa Sanlar Hocaefendi ile İstanbul’a gitti. Küçük Ayasofya medresesinde ders okumaya başladı. Orada başta gelen hocası, Tetkikat-ı Şer’iyye Meclisi Reisi Kayserili Büyük Hamdi Efendi olup, ondan ayırd edilmek maksadıyla kendisine Küçük Hamdi Efendi denilmiştir. İcazeti müteakip ayrılır. 1324’de rüus imtihanına girerek üstün başarı ile dersiâm oldu. Hakim yetiştiren Mekteb-i Nüvvabı da birincilikle bitirdi. Sonra Antalya milletvekili seçilerek ikinci meşrutiyetin ilk meclisine girdi. Dini ilimlerden başka matematik, felsefe, edebiyat tahsili yaptı. Bir iddia üzerine dört ay kadar kısa bir zamanda ileri seviyede Fransızca öğrendi. Mebusluğu sırasında Mekteb-i Nüvvab ve Mekteb-i Kuzat’ta hocalığına devam etti. Mebusluktan sonra da Medresetü’l-Vaizin, Süleymaniye medresesi, Mekteb-i Mülkiye gibi müesseselerde fıkıh, mantık gibi dersler okuttu ve Huzur-i Hûmayun dersi muhatabı oldu. Şeyhülislâmlığa bağlı olarak bir ilim akademisi durumunda olan Dârül Hikmeti’l-İslâmiyye âzâlığına 1918’de tayin edildi; 1919’da bu müessesenin başkanlığına yükseltildi.

Milletvekili iken Sultan II. Abdülhamid’in hal edilmesine dair fetvanın müsveddesinin hazırlanmasında rol almıştır.(1) O zamanki şartlar içinde, birçok ilim adamının, suret-i hakdan görünen ittihatçılara aldanması hakkında merhum Mahir İz şunları yazmıştır: “Meşhur ulemadan Mustafa Sabri, Elmalılı Küçük Hamdi, Adanalı Hayret Efendilerle dersiamlardan tanınmış kimseler, Mehmet Akif Bey, Babanzâde Naim Bey gibi, isimleri devrin tarihinde ebedileşmiş zevat, bidayette, kemâl-i safvet ve samimiyetlerinden dolayı bu dolaba girmişlerdi. Fakat çabuk başları döndü, tertemiz sıyrıldılar ve muhalefete geçerek halkı ikaz etmek istediler. Ne fayda ki iş işten geçmiş komite maksadına nail olmuş, devlet otoritesini eline geçirmişti.”(2)

Cumhuriyetten sonra medreseler kapatıldı; okullarda Arapça dersi kaldırıldı. Artık Kur’ân-ı Kerîm’i anlayıp anlatacak bir nesil bu okullardan yetişmeyecekti. Öte yandan yanlışlarla dolu Kur’ân tercümeleri piyasaya çıkmaya başladı. Dini gayret ve hamiyeti olan Kastamonu Mebusu Mahir Bey, Denizli Mebusu Mazhar Müfid Bey gibi zatların teklifi ve Diyanet Müşavere Heyeti azası Aksekili Ahmed Hamdi Beyin gayreti ile, Türkçe bir tefsîr ve meal hazırlatma kararı Büyük Millet Meclisinden çıkarıldı. Bu iş için onikibin lira tahsisat ayrıldı. Ahmed Hamdi Efendi’nin ısrarları ile M. Hamdi Tefsîri, M. Akif de meali hazırlamayı kabul etti. Fakat M. Akif’in Mısır’dan meal gönderme konusundaki tereddüdü ve sonunda Diyanet İşleri Başkanlığı ile yaptığı anlaşmayı feshetmesi üzerine, meal de M. Hamdi Efendi’nin uhdesine geçti. Tefsirine az sonra nisbeten tafsilatlı olarak temas edeceğiz.

Fakat hayatı hakkında verdiğimiz bilgiyi tamamlamadan önce şunları da ilâve etmemiz gerekir: M. Hamdi Efendi’nin dini ilimlerden başka şiir, dini musiki ve güzel yazı kabiliyetleri vardı. Sülüs, nesih, ta’lik, celi, rik’a hatlarında mahir idi. Tezhib ve teclid (ciltleme) sanatlarında usta idi. İstanbul’da Erenköy’de oturan M. Hamdi Efendi’nin dört çocuğu oldu. 27 Mayıs 1942’de vefat eden bu âlimin kabri Erenköy’de Sahray-ı Cedîd kabristanında olup, babasının kabrinin bitişiğindedir.

Kaynak ; Yeni Ümit dergisi , Prof . Dr. Suat Yıldırım

Ahmed Avni Konuk

İstanbul – Topkapı – Merkez Efendi Kabristanında . Merkez Efendi’nin türbesinin yanındaki kapıdan giriyoruz 30 metre sonra solda.

Ahmed Avni Konuk 1868 yılında İstanbul’da bal­mumu taciri Musa Kazım Efendi ile Fatma Zehra Hanım’ın oğlu olarak doğdu. Küçük yaşta birkaç ay arayla babasını ve annesini yitirdi. Ahmed Avni Konuk önce mahalle mekte­bini, ardından da Galata Rüşdiyesi’ni bitirdi. Selanikli Esad Dede‘den Mesnevi okumuş, Farsça öğrenmiş ve icazet almıştır. Esad Dede’nin Çayırlı Medresesi’ndeki derslerine 1890-1911 yılları arasında tam 21 yıl devam etmiştir.

Çok iyi derecede Arapça, Farsça ve Fransızca öğren­miş, 1890’da Darüsşafaka’yı bitirmiş aynı yıl II. Abdülhamid’in emri ile İttihat Postahanesinin Galata’daki “Müdüriyet Kalemi Katipliği”ne atanmıştır . 1898’de Mekteb-i Hukuk-i Şahane’yi bitirmiştir. 1909’da “Posta Mesalih Müdürlüğü”ne getirilmiş ve I. Dünya Savaşı sonuna kadar bu görevi sürdürmüştür. 1922’de Ankara hükümetinin posta umum müdür muavini olmuş, 1930’da umum müdürlük hukuk müşavirliğine getirilmiş, üç yıl sonra da kendi isteği ile emekli olmuştur.

Bir Mevlevi olan Ahmed Avni Konuk’un müziğe olan ilgisi, Darüşşafaka’ya girmesinin ardından Zekai Dede Efendi’den ders almasıyla başlamış, hocasının diğer talebeleri olan Subhi Ezgi ve Rauf Yekta Bey ile de çalışmıştır. Ahmed Avni Konuk, döneminin önde gelen müzisyenlerinden ve mu­tasavvıflarından biridir. Tasavvuf alanında 31 adet eser kaleme almıştır.  Bunların en ünlüleri Mesnev i Şerhi ve Füsus-u Hikem Şerhi’dir. Başta Hz. Mevlana ve İbnü’l Arabi olmak üzere bir­ çok tasavvufi şahsiyetin eserini Arapça ve Farsça’dan Turkçe’ye çevirmiştir.

Müzik alanında ise üçü Mevlevi Ayini olmak üzere toplam 41 adet eser bestelemiştir. En iyi güfte mecmualarından biri kabul edilen Hanende’yi derlemiş ve yayınlamıştır. Hanen­ de, 95 makamda 2706 güfte içermektedir.

Ahmed Avni Konuk‘un yetiştirdiği talebeleri arasın­ da Hacı Emin (Yazıcı) Dede, Neyzen Halil Can, Hafız Kemal Batanay, Dr. Cemil Özbal, Sadeddin Heper ve Dr. Emin Kılıç Kale sayılabilir.

Ahmed Avni Konuk, 1938 yılında Hakk’a yürümüş ve Merkezefendi Mezarlığı’nda sırlanmıştır.