Kabri-i şerifi Fatih Çarşamba da İsmet efendi dergahındadır. Eminönü-beyazıt çivarından gelecekler draman otobüsüne binebilir ve çarşamba durağında inebilirler.Arabayla gelenler park sorunu yaşamak istemiyorlarsa yavuz selim camii yanındaki çukur bostana arabalarını bırakabilirler. İsmail ağa camii nin sokağına girdikten sonra 200 m sonra sağda Tekkeyi görebilirsiniz.Tekkede ; kabri şerif İsmet Garibullah hz nin hemen çaprazındadır.(Buraya Gelmişken Çarşamba nın manevi havasında İsmailağa camini de ziyaret etmeli ve Hacı Mahmut efendinin ruhaniyetine bir fatiha da okursak oldukça karlı bir iş yapmış oluruz.
Kutbü’l irşad Zağravi Halil Nurullah Efendi Hz.leri İsmet Efendi Hulefasından olup Silsile-i Zeheb bu zatın ismi ile devam etmiştir. Tarikat-i Aliyye’ye intisab etmelerinden bir hafta sonra kendilerine keşf-i kubur hali ihsan olunmuştur. Yani kabirlere teveccüh edip hallerine vakıf olurlardı. Bir kısım ihvan, evliya kabri diye ziyaret edilen bazı türbelerin hakikatte ziyaretlerine gerek bulunmayan boş yerler olduklarını keşfedip haber verdiği için Halil Nurullah Efendi’yi ‘halkın itikadı ile oynuyor’ diye şeyhlerine şikayet ederler. İsmet Efendi Hz.lerinin gönderdikleri mektuptaki “Halil, bundan sonra gördüğün rüyayı bile anlatmak yok” emri üzerine mübarek ağızlarını sıkı sıkıya kapatırlar. Muslukları dindirdikten sonra gönül şadırvanlarında esrar-ı sübhani ve envar-ı rahmani öylesine kuvvetle birikmeye başlar ki İsmet Efendi tarafından Nurullah ismi ile isimlendirilip hilafet-i mutlaka ile şereflendirilir. Kutbü’l irşad makamına yükselmişlerdir. Hüseyin Kudsi Efendi’den sonra da tekkede irşad ile meşgul olmuşlardır.
Bir gün ziyaretlerine gelen iki kişi uzun müddet huzurlarında bekledikleri halde şeyh efendi başını murakabeden kaldırmayınca bir tanesi “Yahu mürşid-i kamil olduğunu işittik. Gidelim de istifade edelim dedik. Kalktık geldik. Bu ise uyuklayıp duruyor. Geldik geleli yüzümüze bakmadı. Bizi irşad edecek bir kelime bile söylemedi” diye gönlünden geçirdiğinde kalp casusu olan o veliy-yi kamil bu hale vakıf olup başını kaldırmış:
– Evlat, demiş. Bu yol gevezelik yolu değildir. Sana verilen vazifeyi yap. Git işine.
Nurullah Efendi Hz.leri bereketli ömürlerini 13 Cemaziyel ahir 1311 (M. 22 Aralık 1893) tarihinde tamamlamışlardır.
Geceleri teheccüd namazından sonra baha namazına kadar beş cüz Kuran okuyup bir hatm-i tehlil yapmaları ile meşhur olmuşlardır. Malumdur ki hatm-i tehlil yetmiş bin kelime-i tevhidden müteşekkildir. Bu halleri ile bast-ı zaman kerametinin kendisine ikram edildiğini anlıyoruz.
Sümbül Efendi hazretlerinin Türbesi ; İstanbul – Kocamustafapaşa’da Sümbül Efendi camiinde
”Aşk ile iki cihanda şah olan gelsin beri, Rah-ı Hak’ta bende-i dergah olan gelsin beri. Devlet-i dünya ile mağrur olanlar gelmesin, Aşk-ı fani, fena fillah olan gelsin beri. Sümbülî, ince durur kıldan sırat-ı müstakim Destgiri daima Allah olan gelsin beri.” Sümbül Efendi
Sümbül Sinan, Halvetiyye Tarikatı’nın bir kolu olan Sümbüliyye şubesinin kurucusudur. Asıl adı Yusuf, lakabı Zeynüddin, şöhreti ise Sümbül Sinan’dır. Babasinin adı Ali, dedesininki Kaya Bey’dir. 1475 – 1480 yılları arasında Merzifon Borlu/Hamideli nahiyesinde doğmuştur. İlk tahsitini doğduğu yer olan Merzifon’da yaptıktan sonra, İstanbul’a gelerek, dönemin tanınmış alimlerinden Efdalzade Hamideddin (ölm. 903/1497)’in talebesi olmuştur. Medresedeki tahsili sırasında süfîlerin aleyhinde bulunduğu halde, sonradan meydana gelen bir rastlantı; devrin tanınmis Halveti şeyhlerinden olan ve Kocamustafapaşa Külliyesi’nde tarikat faaliyetlerinde bulunan Muhammed Cemaleddin (Çelebi Halife) île tanışmasına ve O’na bîat edip, intisabına vesile olmuştur.
Bu karşılaşma şöyle olur ; Çelebi Halife’nin müridlerinden bir genç, Sümbül Sinan’la aynı tahsili görüyordu. Hatta Sümbül Sinan zaman zaman bu arkadaşına, “bu süfîlerin meclisinde ne bulursun” diye takılırdı. Birgün bu arkadaşı ile medreseden çıkmış yürüyorlardı. Yolda Çelebi Halife île karşılaştılar. Arkadaşı “işte bizim efendimiz geliyor” deyince, Sümbül Sinan arkadaşının kulağına eğilerek; “plav aşıkı bir süfîye benziyor” der. Fakat arkadaşı bu duruma aldırmaz. “İnsan, uzaktan görmekle ve kıyafetine bakmakla anlaşılmaz. Gel beraber bir kere toplantısında bulunalım. Sohbetini dinle, sonra karar ver” diyerek. Sinan’ı ikna eder. Toplantıya giderler ve sohbet esnasında Çelebi Halife, Sümbül Sinan’a dönerek; “dileyen ister, isteyeni (şeyh) vasıl eyler; bir nazarla maksudun hasıl eyler” deyip bir nazar eyler. Bu bakış Sümbül Sinan’ı kendinden geçirip bayıltır. Sohbet sonunda, Şeyh Efendi, Sümbül Sinan’ın başını dizine alarak, “getirin benim tenkitçi Sümbül’ümün feracesini, kendi elimle giydireyim” derken, Sümbül Efendi ayılır ve Şeyhin elini öperek, bugüne kadar yaptığı tenkitlerden pişmanlık duyar.
Sümbül Sinan o gece eve dönmemiş, dergahta kalmış ve bir rüya görmüştür. Rüyasında bir kuyunun başında toplanmış ve kuyudan kovalarla su çekmek isteyen insanlar görür. Su içmek arzusuyla kendisi de su çekmek ister ve bu amaçla kuyunun başına varır. Bu sırada kuyunun suyu dolarak taşmaya başlar. Herkesin büyük zorluklarla ulaşmaya çalıştığı suya kolayca kavuşur ve susuzluğunu giderir. Sabahleyin hemen Şeyhi’nin yanına koşar. Rüyasını anlattığında, Şeyhi Çelebi Halife, “Mevlana, senin gönlünde ilahi füyuzatın coşkunluğu vardır. Sana karşı geliyor.Niçin onu kuvveden fille çıkarmazsın. Rüyanın hakikat olmasını istemez misin?” deyince, hemen Şeyh Hazretlerine intisap eder ve tarikate girer.
Bu gelişmeler üzerine Çelebi Halife ile yeni müridi arasında büyük bir ünsiyet ve muhabbet doğar. Şeyhi, O’nu hemen bir hücreye alır ve halvete sokar. Burada üç yıl kadar süren riyazet ve mücahedesini tamamladıktan sonra, dördüncü yılda halifelik icazetini alır. Halifelik icazetiyle irşad yetkisini kazanan Sümbül Sinan Şeyhi’nin arzusu doğrultusunda; 1493-1494 yılları arasında Mısır’a gider ve Sümbül Sinan hazretlerinin burada 3 yıl kaldığı tahmin edilmektedir.
II Bayezd (1481-1512) devrinde ; İstanbul’da büyük bir zelzele ve arkasından da veba hastalığı zuhur eder. Bu tabiî afet karşısında Padişah; 40 muridi ile birlikte dua etmesi için Çelebi Halife’nin hacca gitmesini ister. Bunun üzerine şeyh Efendi; Mekke’ye gelmesi için Mısır’da butunan Sümbüî Sinan’a Mekke’ye gelmesi için haber gönderir. Sümbül Sinan Harem-i Şerife geldiğinde, Şeyhi’nin Şam / Tebük Korusu denilen yerde vefat ettiğini ve oraya defnedildiğini, hacdan sonra İstanbul’a dönerek, yerine posta oturmasını ve kızı Safiye Hanımla evlenmesini vasiyet ettiğini öğrenir. Vasiyet doğrultusunda İstanbul’a dönen Sümbül Sinan , Safiye Hanımla evlenir ve Kocamustafapaşa Tekkesinde şeyh olarak göreve başlar. Vefatına kadar 33 yıl bu tekkede Şeyhlik yapar.
Sümbül Sinan bir taraftan müridlerinin yetiştirilmesiyle meşgul olurken, diğer taraftan da, Fatih ve Ayasofya camilerinde halkı aydınlatıyor, Kur’an-ı Kerim’i tefsir ediyordu. Toplumu bilgilendirmeye yönelik bu çabalarının yanında; Yavuz Sultan Selim Camii inşa edildikten sonra, burada ilk vaaz verme şerefine nail olduğuna bakılırsa, Sümbül Sinan’ın mutasavvıf kimliğinin yanında iyi bir hatip olduğu tahmin edilmektedir. Tefsir, hadis ve tasavvufî ilimler sahasında oldukça geniş bir bilgiye sahip olduğu. Arapça’yı çok iyi bildiği devran ve sema zikrini savunmak maksadıyla kaleme aldığı risalelerinde başvurduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır.
İstikamet itibariyle adil, mezheben kuvvetli, metin ve celil sahibi bir zat olan Sümbül Sinan; hücresinin perdeyle kapalı penceresinde yaşar, Peygamber (sav) ve velilerin ruhları île dolu olduğuna inanarak odanın içini boş bırakırdı. Doğum tarihi itibariyle Sümbül Efendi. 50 – 55 yaşlarında bulunduğu bir sırada hayata gözlerini yummuştur. Vefat tarihi Pazartesi gecesi Muharrem 936 / Eylül 1529’dur. Cenaze namazı Fatih camii’nde kılındıktan sonra Kocamustafa Paşa Hangahına getirilerek, hangahın bahçesine defnedildi. Sonra üzerine türbe yapıldı.
Kocamustafapaşa’daki Türbesi bugünkü şeklini ; 1834-35 yılında Sultan II. Mahmud zamanında yapılan onarım ile Serasker Rıza Paşa’nın vefatından bir müddet önce gerçekleştirdiği restorasyon sonucu almıştır. Asıl Türbenin planı sekizgendir. Bugünkü türbe binası yuvarlık planlı ve kubbeli bir yapıdır. Bunun güney yönünde, yamuk planlı bir giriş bölümü eklenmiş, gerek Sümbül Efendi , gerekse de bitişik olan Serasker Rıza Paşa Türbesi’nin kapıları giriş bölümüne açılmıştır. Sekizgenin dörtgen kenarında şadırvan avlusuna açılan demir şebekeli birer penceresi vardır. Bu pencerelerin üzerinde, oval tepe pencereleri vardır. Enlemesine yerleştirilen tepe pencereleri, alçıdan mamul sümbül demetleri ile çevrelenmiştir. Türbeyi örten ahşap kubbe, dışarıdan kurşunla kaplıdır. Kubbe eteğinden hareket eden kurşun kaplı saçak , türbenin ve giriş bölümünün cephelerinde dalgalanarak uzanır , türbe içi ise süsleme bakımından sadedir.
Türbede Sümbül Efendi hazretleri tek başına yatmaktadır. Türbe girişinde , Serasker Rıza Paşa’nın türbesi vardır. Rıza Paşa’nın Türbesi torunlarınca yapılmıştır. Ayrıca cami bahçesinde; Safiye Sultan , Şeyh Rıza EFendi , Şeyh Nureddin Efendi , Çifte Sultanlar, Zincirli Selvi ve Daye Hatun türbeleri vardır.
Kaynaklar ;
Sümbüliye Tarikatı ve Koca Mustafapaşa Külliyesi , Nazif Velikahyaoğlu , Çağrı yayınları
Fotoğraflar ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey ve Mustafa Gürelli Bey den Allah razı olsun
http://www.erolsasmaz.com/
http://www.mustafagurelli.com/
1903 yılında Balıkesir’in Gönen ilçesinde dünyaya gelmiştir. İlk öğrenimini tamamladıktan sonra 1920′li yıllarda İstanbul’a gelen Gönenli Mehmet Efendi Serezli Ahmet Şükrü Efendi’den ders almıştır. Hıfzını ve tashih-i huruf derslerini tamamladıktan sonra, kıraat ilmini de aynı hocada okuyarak 1925 yılında icazet aldı. Daha sonra 1927 yılında imam hatip mektebinden mezun oldu. 1930 yılında Gönen Merkez Camii imam hatibi olarak hizmetine başladı.
Üç yıl sonra vatani görevini yapmak üzere görevinden ayrılarak İstanbul’a gelen Gönenli Mehmet Efendi askerliğini yedek subay olarak yapmıştır. Askerliğinden sonra bir daha memleketine dönmeyip, görevine İstanbul’da devam etmiştir. İstanbul’da sırasıyla Hacı Bayram Kaftani, Dülgerzade, Hacı Hasan, Sultan Ahmet Camii imam hatipliklerinde bulundu. En uzun süre Sultan Ahmet Camii imam hatipliklerinde bulundu. (1954-1982) Gönenli Mehmet Efendi Türkiye’nin uzun yıllar Reisul Kurra’sıydı. Reisul Kurra, yani Kur’an-ı yedi kıraat ve on rivayet üzerine okuyan icazet almış üstat hafızların duayeni, eğitimi sürdüren en tecrubeli üstadı. Okumak için Anadolu’dan gelen fakir ve kimsesiz öğrencilerin İstanbul’da yerleştikleri ve destek buldukları ilk kapı Gönenli Mehmet Efendi’nin kanatlarıydı. İstanbul’un hemen hemen her semtindeki camii ve kurslarda okuyan öğrencilerin ekmeklerini yiyecek içecek ve giysilerini Gönenli Mehmet Efendi temin eder ve talebelerin ceplerine harçlıklarını koyarak öğrenim masraflarını karşılardı. O öyle bir hocaydı ki talebelerinin kirlenmiş giysilerini yıkanmak üzere evine getiriyordu. Eşi Valide Sutan, talebelerin kirli giysilireni o dönemdeki şartlar yüzünden elinde yıkamak zorunda kalıyordu. Hakk’ın rızasının halka hizmet etmekle kazanılacağına inan Gönenli Mehme Efendi insanları ferahlatan üslubuyla büyük kitleleri camiilere çekmeyi başarmıştır. İnsanların kendisine gelmesini beklemez, o onların mekanına giderdi. Aynen ümmetine olan sevgisi ve merhameti herşeyin üzerine çıkmış Resulallah S.A.V Efendimiz gibi o da talabelerin, dulların, yetimlerin köprü altında kalmış gariplerin yolcuların hatta turistlerin şefkatli hocasıydı. Düşünceleri ve kişiliğiyle bir ekol olan Gönenli Mehmet Efendi, sayısı haftada altmışı geçen vaazlarında az ve tesili söz söylerdi. Kuran’ı okumak, okutmak, yaşamak ve yaşatmak için beldeden beldeye koşan Gönenli Mehmet Efendi Kur’an meclilerinin en önemli simasıydı. Fakir ve muhtaçlara yönelik hizmetlerini Kızılay, Yeşilay gibi hayır kurumlarında da sürdürmüş olan bu vakıf insanı kimseden bir şey talep etmeyip, kendisine verileni de halka ve öğrencilere dağıttı. Gönenli Mehmet Efendi hakkında onu tanıyan herkesin yaptığı ortak yorum şudur: “Gönenli Hoca mı? Onun gibisi bir daha zor gelir.” Kısacası Gönenli Hoca insanların kalbinde, klasik bir din adamından çok daha büyük, çok daha anlamlı bir yer edinmiştir. Gönenli Mehmet Efendi “Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” Hadis-i Şerifini hayatında en güzel bir şekilde uygulamıştır. O, “yükte hafif, sevapta ağır olanları götürmeye çalışacağız” diyerek insanları dinin emirlerini yerine getirmeye teşvik ederdi. Kendisi çok zeki bir insandı. Bir kez gördüğü bir insanı 40 yıl sonra görse tanırdı. Eğitime, özellikle anneliğin sorumluluğunu da düşünerek hanımların eğitimine büyük önem verirdi. 90 yaşında, iki taraftan koluna girilmiş güçlükle yürüyen bir insan düşünün. Eşi kedisine soruyor: “Artık sohbet vermek için camii camii dolaşıp yorulmasanız.” Şu cevabı alıyor; “Belki cemaatime söylemeyi unuttuğum bir şey kalmıştır.” Gönenli Mehmet Efendi kişisel görünümüyle de çok farlı bir portre çizmekteydi. Terzemiz, düzgün giyimli, sempatik ve insanları kendine çeken bir alimdi. Elinde çantası, bütün insanlara tebessüm dağıtan yüzüyle Gönenli Mehmet Efendi yakın dostu zamanın alimlerinden Bediuzzaman Said Nursi Hazretlerinin deyişiyle; “Kahraman Mehmetçik ” Gönenli Mehmet Efendi bereketli ve verimli bir ömür sürmüştür. Yüzyılın en büyük cenazelerinden biri onun Fatih camiinde, yurdun her yanından ve yurtdışından onbinlerce kişinin büyük alimlerin katıldığı cenazesiydi. Sade bir hayat süren Gönenli Mehmet Efendi muhteşem bir topluluk ve törenle Hakk’a uğurlanmıştır. 2 Ocak 1991 yılında Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
İstanbul Eyüp de ; Eyüp den Piyer lotiye çıkan yokuşun sonunda Murtaza efendi camii’nin içinde(kaşgari dergahında)
Ubeydullah Kaşgâriden sonra İstanbul Eyüpte bulunan Kaşgârî Dergâhında imam olarak vazifelendirilmiştir. 1770de şeyhliğe getirilmiş olup yirmi dört yıl vâz ve nasihatleri ile insanlara faydalı olduktan sonra 1794de doksan yaşında vefât etmiştir.
Kaşgârî Dergâhında bulunan türbesi Sultan Üçüncü Selîm Han tarafından yaptırılmıştır. Vefâtından sonra yerine Abdullah Kaşgârînin dâmâdı Çelebi Mehmed geçti.
İstanbul Eyüp de ; Eyüp den Piyer lotiye çıkan yokuşun sonunda Murtaza efendi camii’nin içinde(kaşgari dergahında)
Orta Asya’dan neş’et eden ve özellikle Timurlular zamanında Buhara, Türkistan ve Mâverâünnehr’de en parlak devrini yaşayan Nakşiliğin XII/XIX. Asırda İstanbul’daki en önemli temsilcilerinden biri Abdullah Nidâî’dir. Nidâî, Türkistan kökenlidir. Kaynaklarda onun İstanbul’a gelişine kadarki hayatı hakkında bilgiye rastlanmaz. Hayatının bu safhasını,Risale-i Hakkıyye adlı eserinde kendisiyle ilgili bilgi verdiği bölümden öğrenebiliyoruz.
Nidâî, Hakkıyye adlı risalesindeki hayatına ait bahsi şöyle bitiriyor: ”45 yıl şehirden şehre, iklimden iklime Hak ehlini talep ile dolaştım. Bunları söylemekten maksadım övünmek değildir. Hak talipleri bilsinler ki maksada kolay ulaşılmıyor. Bu yolda mertçe yürümek gerek.” Kaynaklarda ismi çoğunlukla Abdullah Kâşgarî veya mahlası ile birlikte Abdullah Nidâî şekliyle zikredilmekte olup bazı kaynaklarda babasının adı ile birlikte Abdullah b. Muhammed el-Kâşgarî, mahlası ise Nidâî olarak zikredilir. Nakşibendî tarikatına mensubiyetinden dolayı Nakşibendî, İstanbul’un Eyüp Sultan semtine yerleşip buradaki irşad faaliyetleriyle tanındığı için Eyyubî lakaplarıyla da kaynaklarda yer almaktadır.
Risalesinde de belirttiği üzere 45 yıl şehir şehir dolaştıktan sonra Kudüs’e gider. Oradan da Mekke-i mükerreme’ye geçer. Burada üç yıl ikamet edip, üç defa hac farizasını yerine getirir. Mekke-i mükerreme’deki’ ikameti sırasında üç kez de Medine-i münevvere’ye giderek Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mübarek kabr-i şeriflerini ziyaret eder. Mekke-i mükerreme’den sonra İstanbul’a gelen Nidâî, önce muhtemelen kendisinin Doğu Türkistan kökenli olması sebebi ile aynı bölgeden olan dervişlerin toplandığı Eyüp Sultan civarındaki Lâlî-zâde Abdülbakî Efendi’nin kurduğu Kalenderhâne tekkesinin şeyhi olur.
1743-46 yılları arasında bu tekkede üç yıl şeyhlik yaptıktan sonra, Kalender hayatının katı kurallarına, özellikle de bekârlık erkânına uymak istemediğinden bu görevden ayrılarak Yekçeşm Ahmed Murtezâ Efendi’nin kurduğu tekkeye ilk postnişin olur. Bu tekke, kurucusunun adına nisbetle “Murteza Efendi Tekkesi” veya Nidâî’nin Kâşgarlı olmasına nisbetle “Kâşgarî Tekkesi” olarak adlandırılmaktadır. Tekkeyi kuran Murtezâ Efendi olmasına rağmen ilk şeyhi Nidâî olarak kabul edilmektedir.
Kâşgâri Tekkesi, Nidâî ile birlikte canlılık kazanmış ve önemli fonksiyonlar icra etmiştir. Dr. Güller Nuhoğlu, Abdullah Nidâî-yi Kâşgâri isimli eserinde bu fonksiyonları şöyle sıralar:
“1-Muhtemelen Nidâî’nin Türkistanlı olması sebebiyle Türkistan Hacılarının Mekke ve Medine’ye gitmeden önce bu dergâha uğramaları, dergâhın Türkistanlılar nezdindeki önemini göstermektedir.
2-Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde bulunan Kalenderhânelerde barınan seyyah, şeyh ve dervişler arasında Türkistan’dan gelen Nakşibendîlerin, çoğunlukla Kâsâniyye kolundan olmaları sebebiyle, Tekke bu kolun İstanbul’da yerleşip yayılmasında etkili olmuştur.
3- Kâşgâri dergâhının bazı şeyhlerinin Osmanlı Devleti’nin Orta Asya’daki elçileri gibi hizmet ettikleri söylenebilir. Çünkü 19. asır süresince Osmanlı Devleti ve Buhara arasında müteaddit defalar elçilik teatisinde bulunulmuştur.
4- Kâşgâri Tekkesi, Emîr Buharî Tekkesi ile birlikte Orta Asya Türk kültürünün Nakşibendîlik yolu ile İstanbul’da temsilini sağlamıştır.
Kaynakların ‘ulema ve sulehadan, manevî nüfuz sahibi bir şeyh’ diye niteledikleri Nidâî, Nakşibendiyyeden Ahrâriyye’nin bir kolu olan Kâsâniyye’ye mensup olup diğer birçok Kâsâni şeyhi gibi şiir ve edebiyatı, irşad ve eğitim için gerekli görmüştür. Tekkesinde öğleden sonraları rast makamında Mesnevi okuyup şerh etmesi, dîvanında bazı ünlü Fars şairlerinin şiirlerine tahmisler yapması ve Risale-i Hakkıyye’sinde Ensârî, Câmî, Hâfız ve Mevlâna’dan alıntılarda bulunması, Fars Edebiyatı ile ilgilendiğini ve bu konuda bilgisi olduğunu göstermektedir
Kâşgâri Tekkesinin civarı bu tarikata bağlı kişilerin (şeyler, müritleri ve yakınları) mezarlarıyla doludur. Bunların yanı sıra devletin üst kademelerinde görev almış Cemal Paşa (Öl. H.1297), Cami ile İsa Geylani’nin türbesi arasında bulunan Ahmet Bican Paşa gibi devlet adamlarının mezarları vardır. Ahmet Bican Paşa’nın görevleri arasında Hac yolculuğuna çıkanların muhafız komutanlığı da vardır. Yine cami avlusunda bulunan kuyuyu da bu komutan açtırmıştır. Tekkenin ilk şeyhi Kaşgari Abdullah Nidâî-yi ve oğlu Ubeydullah Kaşgari’nin, Öl.1761 Tekke şeyhlerinden İsa Geylani’nin türbesi, Öl. 1781 Tekkeyi yaptıran eski ruznamce-i evvel el-Hac Murtaza Efendi’nin mezarı Öl.1747 ve eşi Fetiye hanımefendi’nin Öl.1747 mezarı da buradadır.
Kâşgâri Tekkesinin son şeyhi Abdülhakim Arvasi’dir. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra, tarikat faaliyetlerine ara veren Şeyh Abdülhakim, dergaha dönüştürdüğü evinde tasavvuf faaliyetlerine devam etmiştir. Medreselerde daha çok tasavvuf ile ilgili dersleri okuttu ve bu konuyla ilgili bazı eserleri kaleme aldı. Şeyh Abdülhakim, İstanbul, Beyoğlu’nda bulunan Ağa Camii ile Beyazıt Camilerinde de dersler vermiştir. Necip Fazıl Kısakürek’in kendisiyle tanışıp, sohbetlerine devam etmesi üstadın hayatında dönüm noktası olmuştur. Necip Fazıl’ın mezarı’nın Kâşgâri Dergahı’nın yanıbaşında bulunması da oldukça manidardır.
İstanbul Eyüp de ; Eyüp den Piyer lotiye çıkan yokuşun sonunda Murtaza efendi camii’nin içinde(kaşgari dergahında)
Orta Asya’dan neş’et eden ve özellikle Timurlular zamanında Buhara, Türkistan ve Mâverâünnehr’de en parlak devrini yaşayan Nakşiliğin XII/XIX. Asırda İstanbul’daki en önemli temsilcilerinden biri Abdullah Nidâî’dir. Nidâî, Türkistan kökenlidir. Kaynaklarda onun İstanbul’a gelişine kadarki hayatı hakkında bilgiye rastlanmaz. Hayatının bu safhasını,Risale-i Hakkıyye adlı eserinde kendisiyle ilgili bilgi verdiği bölümden öğrenebiliyoruz.
Nidâî, Hakkıyye adlı risalesindeki hayatına ait bahsi şöyle bitiriyor: ”45 yıl şehirden şehre, iklimden iklime Hak ehlini talep ile dolaştım. Bunları söylemekten maksadım övünmek değildir. Hak talipleri bilsinler ki maksada kolay ulaşılmıyor. Bu yolda mertçe yürümek gerek.” Kaynaklarda ismi çoğunlukla Abdullah Kâşgarî veya mahlası ile birlikte Abdullah Nidâî şekliyle zikredilmekte olup bazı kaynaklarda babasının adı ile birlikte Abdullah b. Muhammed el-Kâşgarî, mahlası ise Nidâî olarak zikredilir. Nakşibendî tarikatına mensubiyetinden dolayı Nakşibendî, İstanbul’un Eyüp Sultan semtine yerleşip buradaki irşad faaliyetleriyle tanındığı için Eyyubî lakaplarıyla da kaynaklarda yer almaktadır.
Risalesinde de belirttiği üzere 45 yıl şehir şehir dolaştıktan sonra Kudüs’e gider. Oradan da Mekke-i mükerreme’ye geçer. Burada üç yıl ikamet edip, üç defa hac farizasını yerine getirir. Mekke-i mükerreme’deki’ ikameti sırasında üç kez de Medine-i münevvere’ye giderek Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mübarek kabr-i şeriflerini ziyaret eder. Mekke-i mükerreme’den sonra İstanbul’a gelen Nidâî, önce muhtemelen kendisinin Doğu Türkistan kökenli olması sebebi ile aynı bölgeden olan dervişlerin toplandığı Eyüp Sultan civarındaki Lâlî-zâde Abdülbakî Efendi’nin kurduğu Kalenderhâne tekkesinin şeyhi olur.
1743-46 yılları arasında bu tekkede üç yıl şeyhlik yaptıktan sonra, Kalender hayatının katı kurallarına, özellikle de bekârlık erkânına uymak istemediğinden bu görevden ayrılarak Yekçeşm Ahmed Murtezâ Efendi’nin kurduğu tekkeye ilk postnişin olur. Bu tekke, kurucusunun adına nisbetle “Murteza Efendi Tekkesi” veya Nidâî’nin Kâşgarlı olmasına nisbetle “Kâşgarî Tekkesi” olarak adlandırılmaktadır. Tekkeyi kuran Murtezâ Efendi olmasına rağmen ilk şeyhi Nidâî olarak kabul edilmektedir.
Kâşgâri Tekkesi, Nidâî ile birlikte canlılık kazanmış ve önemli fonksiyonlar icra etmiştir. Dr. Güller Nuhoğlu, Abdullah Nidâî-yi Kâşgâri isimli eserinde bu fonksiyonları şöyle sıralar:
“1-Muhtemelen Nidâî’nin Türkistanlı olması sebebiyle Türkistan Hacılarının Mekke ve Medine’ye gitmeden önce bu dergâha uğramaları, dergâhın Türkistanlılar nezdindeki önemini göstermektedir.
2-Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde bulunan Kalenderhânelerde barınan seyyah, şeyh ve dervişler arasında Türkistan’dan gelen Nakşibendîlerin, çoğunlukla Kâsâniyye kolundan olmaları sebebiyle, Tekke bu kolun İstanbul’da yerleşip yayılmasında etkili olmuştur.
3- Kâşgâri dergâhının bazı şeyhlerinin Osmanlı Devleti’nin Orta Asya’daki elçileri gibi hizmet ettikleri söylenebilir. Çünkü 19. asır süresince Osmanlı Devleti ve Buhara arasında müteaddit defalar elçilik teatisinde bulunulmuştur.
4- Kâşgâri Tekkesi, Emîr Buharî Tekkesi ile birlikte Orta Asya Türk kültürünün Nakşibendîlik yolu ile İstanbul’da temsilini sağlamıştır.
Kaynakların ‘ulema ve sulehadan, manevî nüfuz sahibi bir şeyh’ diye niteledikleri Nidâî, Nakşibendiyyeden Ahrâriyye’nin bir kolu olan Kâsâniyye’ye mensup olup diğer birçok Kâsâni şeyhi gibi şiir ve edebiyatı, irşad ve eğitim için gerekli görmüştür. Tekkesinde öğleden sonraları rast makamında Mesnevi okuyup şerh etmesi, dîvanında bazı ünlü Fars şairlerinin şiirlerine tahmisler yapması ve Risale-i Hakkıyye’sinde Ensârî, Câmî, Hâfız ve Mevlâna’dan alıntılarda bulunması, Fars Edebiyatı ile ilgilendiğini ve bu konuda bilgisi olduğunu göstermektedir.”
Kâşgâri Tekkesinin civarı bu tarikata bağlı kişilerin (şeyler, müritleri ve yakınları) mezarlarıyla doludur. Bunların yanı sıra devletin üst kademelerinde görev almış Cemal Paşa (Öl. H.1297), Cami ile İsa Geylani’nin türbesi arasında bulunan Ahmet Bican Paşa gibi devlet adamlarının mezarları vardır. Ahmet Bican Paşa’nın görevleri arasında Hac yolculuğuna çıkanların muhafız komutanlığı da vardır. Yine cami avlusunda bulunan kuyuyu da bu komutan açtırmıştır. Tekkenin ilk şeyhi Kaşgari Abdullah Nidâî-yi ve oğlu Ubeydullah Kaşgari’nin, Öl.1761 Tekke şeyhlerinden İsa Geylani’nin türbesi, Öl. 1781 Tekkeyi yaptıran eski ruznamce-i evvel el-Hac Murtaza Efendi’nin mezarı Öl.1747 ve eşi Fetiye hanımefendi’nin Öl.1747 mezarı da buradadır.
Kâşgâri Tekkesinin son şeyhi Abdülhakim Arvasi’dir. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra, tarikat faaliyetlerine ara veren Şeyh Abdülhakim, dergaha dönüştürdüğü evinde tasavvuf faaliyetlerine devam etmiştir. Medreselerde daha çok tasavvuf ile ilgili dersleri okuttu ve bu konuyla ilgili bazı eserleri kaleme aldı. Şeyh Abdülhakim, İstanbul, Beyoğlu’nda bulunan Ağa Camii ile Beyazıt Camilerinde de dersler vermiştir. Necip Fazıl Kısakürek’in kendisiyle tanışıp, sohbetlerine devam etmesi üstadın hayatında dönüm noktası olmuştur. Necip Fazıl’ın mezarı’nın Kâşgâri Dergahı’nın yanıbaşında bulunması da oldukça manidardır.
İstanbul eyüp’de Piyer lotiye çıkan İdris köşkü yokuşunun başında solda
Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi 14.4.1938 tarihinde, Çanakkale’ye bağlı Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde dünyaya geldi. Babası Halil Necati Efendi, annesi Şadiye Hanım’dır. Babası ile annesi üçüncü kuşakta aynı kökte birleşmektedir. Hz. Hüseyin Efendimiz’in soyundan olan dedeleri Buhara’dan gelip Çanakkale’ye yerleşmişlerdir. Büyük dedesi Molla Abdullah Efendi, İstanbul’da ilim tahsilinde bulunmuş ve dönemin ünlü meşâyihinden Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendi’nin yakın bağlıları arasına girmiştir.
Dedesi Molla Mehmed Efendi ise Fatih medreselerinde okuyup icazet aldıktan sonra, Birinci Cihan Harbi’ne iştirak etmiş ve bu savaşta şehit düşmüştür. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin babası Hâfız Halil Necati Efendi 1942 yılında çocuklarının tahsili için İstanbul’a göç etti. Es’ad Coşan Hocaefendi ilk öğrenimini Eminönü Vezneciler İlkokulu’nda, 1950 yılında tamamladı. Bu arada babası vasıtasıyla dönemin âlim ve âriflerinden Serezli Hasib ve Abdülaziz Bekkine Efendilerle tanıştı. Sohbet meclislerine devam etti.
Vefa Lisesi orta kısmından 1953, aynı okulun lise kısmı Fen Kolu’ndan ise 1956 yılında mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi bölümünü 1960 yılında bitirdi. Arap Dili ve Edebiyatı, Fars Dili ve Edebiyatı, Ortaçağ Tarihi ve Türk-İslâm Sanatı sertifikaları aldı. Fakülte son sınıfta iken Mehmed Zâhid (Kotku) Efendi’nin küçük kızı Muhterem Hanımefendi ile evlendi. Fakülte’den mezuniyetini müteakip girdiği imtihanı başarı ile vererek Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Klasik-Dînî Türkçe Metinler Kürsüsü asistanlığını kazandı ve bu suretle de üniversiteye intisap etti.
Fakülte yayın komisyonunda iki yıl sekreterlik yapan Es’ad Coşan Hocaefendi, 1965 yılında XV. Yüzyıl Şairlerinden Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri adlı çalışmasıyla “İlâhiyat Doktoru” ünvanını aldı. İlâhiyat Fakültesi öğretim üyeliği yanısıra 1967-68 yıllarında Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksek Okulu’nda “Türkçe ve Hümaniter Bilgiler” dersi verdi.
Es’ad Coşan hocaefendi 1972 yılında Hacı Bektaş Velî ve Makâlât adlı tezi ile doçent ünvanını aldı. 1971-1972 yıllarında yedek subay olarak askerlik hizmetini yaptı. 1973 yılında aynı fakültesin Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü öğretim üyeliğine, bir yıl sonra da aynı kürsünün başkanlığına atandı. Emekli olduğu 1987 yılına kadar adı geçen kürsünün Anabilim dalı başkanlığını yürüttü.
1977-1980 yılları arasında Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademis’nde Türk Dili ve Hümaniter Bilgiler dersleri verdi. Matbaacı İbrâhim-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiyye adlı takdim teziyle 1982 yılında Profesör unvanını aldı. Üniversiteye intisap etmesinden emekliliğine kadar geçen süre içerisinde Milli Eğitim Bakanlığı ve Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde kurulan çeşitli komisyonlarda üye olarak çalıştı. Aynı zamanda Almanya, Avusturya, Irak, İran, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerde uluslararası toplantı ve konferanslara katıldı, araştırma ve incelemelerde bulundu.
Mensubu bulunduğu fakültede Türk-İslâm Edebiyatı, Osmanlıca, Türkçe-Kompozisyon, Farsça ve Arapça derslerini okuttu. Yedi adet doktora ve çok sayıda lisans tezi yönetti. Mahmud Es’ad Coşan hocaefendi başarılı ve verimli bir öğretim üyeliği hayatı sürdürmekte iken irşad faaliyetleri ile sosyal ve kültürel çalışmalara daha fazla zaman ayırabilmek amacıyla 1987 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Bundan sonra Hocası ve kayınpederi Mehmed Zahid Efendi’den aldığı tebliğ ve irşad görevini daha aktif yerine getirebilmek için faaliyetlere başladı. Seleflerinin başlattığı hadis derslerini Türkiye’nin bir çok ilinde yapmak suretiyle yaygınlaştırdı. Yaygın ve örgün eğitim, kültür, yardımlaşma, sanat ve yayın alanlarında hizmet üretmeleri için dostlarını teşvik etti. Bu alanlarda bir çok çalışmanın başlamasına önayak oldu. Çok sayıda kitap ve makale kaleme aldı.
Sohbetlerine gösterilen ilgiden dolayı hizmet sınırlarını genişletti ve bu gaye ile dünyanın bir çok ülkesine seyahatlerde bulundu. Avrupa, ABD, Orta Asya ve Avustralya’ya defalarca giderek eğitim proğramlarına katıldı. Doğup büyüdüğü vatanından yirmi bin kilometre uzakta bulunan Avustralya’da, bir cami açılışı için yaptığı bir seyahat esnasında elim bir trafik kazası neticesinde Hakk’a yürüdü (4 Şubat 2001). Nâşı Türkiye’ye getirildi. 9 Şubat 2001 tarihinde Fatih Camii’nde Cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazına, yüzbinlerce talebe ve seveni katıldı. Eyüpsultan Mezarlığı’nın Nakşi Tarlası denilen kısmında Hakk’ın rahmetine tevdi edildi.
İstanbul Eyüp Nişanca da Baba haydar caddesi üzerinde bulunan Baba Haydar camii nin hemen girişindedir.
Anadolu evliyâsından Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerinin talebelerinin yükseklerinden ve halîfelerindendir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Baba Haydar Semerkandî diye tanınmıştır. Doğum târihi ve hâl tercümesi hakkında kaynak eserlerde mâlûmât bulunmamaktadır. Baba Haydar hazretleri, küçüklüğünde asıl memleketi olan Semerkand’da Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin derslerinde yetişti. Hâce hazretlerinin yüksek halîfelerinden olarak mezun olduktan sonra, bir ara Mekke-i mükerremeye gitti. Harem-i şerîfte mücâvir, komşu olarak epey müddet kalıp, sonra bir arkadaşı ile berâber İstanbul’a geldi.
İstanbul’da Eyyûb Sultan Câmii civârında kaldı. Kerâmetler ve fazîletler sâhibi, hocasına lâyık olgun bir talebe idi. Birçok güzel hâllerin kendisinde toplandığı yüksek bir velî idi. Baba Haydar hazretlerinin zamânında yaşayan, verâ ve takvâ sâhibi, şüphelilerden kaçıp haramlardan sakınan mübârek bir zât şöyle anlatır: “Bir Ramazân-ı şerîfin son on gününde, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin Câmi-i şerîfinde, Baba Haydar ile ikimiz îtikâf yaptık. Ben îtikâfa girdiğimde, o zâten îtikâf hâlinde idi. Berâber bulunduğumuz on gün içinde, iki bâdemden başka hiçbir şey yemedi. Az yemekte bu kadar ileri, çok yüksek bir zât idi. Onun bu hâlini görünce hayretler içinde kaldım. Bütün zamânını ibâdet ve tâatle geçirir başka şeylerle hiç meşgûl olmaz idi.
1550 (H. 957) senesinin bir sonbahar günü sabaha karşı Baba Haydar vefât etti. Mahalle halkı ona son vazîfelerini yapmak için birbirleri ile yarıştılar. Yaktıkları ateş bir türlü su kazanını ısıtmıyordu. Ne kadar odun attılar ise fayda etmedi. Baba Haydar Efendinin vefâtını duyan Sultan, büyük üzüntü içinde mescide geldi. Mahallenin ileri gelenlerinden biri durumu Sultana anlattı ve:
“Sultanım ne yapacağımızı şaşırdık. Sabah namazından beri kazanın altına odun koyuyoruz. Nerede ise öğle ezânı okunacak, hâlâ su ısınmadı.” demesi üzerine, Sultan gözleri dolu bir şekilde yanındakilere:
“Baba Haydar’ın kulübesinin üzerindeki ağaç dallarından kazanın altına koyun.” diye emir verdi.
Hemen kulübenin üzerindeki ağaç dallarından kırıp kazanın altına koydular. O anda su ısınmaya başladı. Gasil işlemi tamamlandıktan sonra öğle namazını müteâkip kılınan cenâze namazından sonra, kulübesinin olduğu yere defnedildi.
PÂDİŞÂHIM, BABA HAYDAR SİZİ BEKLİYOR!
Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân, bir gece rüyâsında ak sakallı, nûr yüzlü bir ihtiyârın sırtını sıvazladığını gördü. İhtiyâr kendisine:
“Efendimiz, Eyüp’teki BabaHaydar, sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyâret ediniz.” dedi. Pâdişâh uyanınca bu sıcak sesi mânâlândırmaya çalıştı. Kimdi bu Baba Haydar? Devamlı Eyüb’e gitmesine rağmen, Baba Haydar diye birisinden bahsedildiğini hiç duymamıştı. Pâdişâhı ayağına dâvet eden bu zât kimdi? Kânûnî bunları düşünürken Şeyhülislâm huzûra girdi. Pâdişâhı düşünceli görünce; “Bir derdiniz mi var Sultânım?” diye sordu. Pâdişâh da; “Hayrolsun inşâallah. Bu gece rüyâda yaşlı bir zât bana; “Eyüp’te Baba Haydar sizi bekliyor.” dedi. Buna bir mânâ veremedim. Bu dâvete, sen ne dersin?” dedi. Şeyhülislâm; “Hayırdır inşâallah Pâdişâhım! Eyüp’te hiç bu isimde kimsenin bulunduğunu bilmiyorum. Baba Haydar kim acabâ? Sizinle Baba Haydar’ı arayıp bir ziyâret etsek iyi olur.” dedi. Kânûnî bir süre sonra rüyâsını unuttu. Akşam yatınca, yine o ak sakallı ihtiyârı rüyâsında gördü ve yine:
“Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor Pâdişâhım!” dedi. Sabah Pâdişâh, rüyâsını Şeyhülislâma anlatınca, o da; “Bu ziyâret artık mecbûr oldu Pâdişâhım!” dedi. Pâdişâh buna rağmen o gün de Baba Haydar’ın ziyâretine gidemedi. Gece yatınca rüyâsında üçüncü defâ yaşlı zâtı gördü. Pâdişâha dargın dargın bakıp, kırık bir sesle sâdece: “Baba Haydar sizi bekliyor.” dedi. Sabah olunca, Sultan lalasını yanına çağırıp; “Tez davran. Eyüp’ten dâvet aldık gidiyoruz.” dedi. Her ikisi kıyâfet değiştirip, Eyüb’e gittiler. Öğle ezânı okunduğu sıra Eyüb’e vardılar ve namaz kıldıktan sonra cemâatten bâzı kişilere: “Biz uzaktan geldik. Baba Haydar isimli birini arıyoruz. Acaba tanıyor musunuz?” diye sordular. Koca câmide Baba Haydar’ı tanıyan çıkmadı. Sokakta bulunan dükkan sahiplerine de sordular. Onlar da tanımıyordu. Bu sırada küçük bir çocuk: “Siz şu tepede oturan ve kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz?” diye sordu. Sultan da gayr-i ihtiyârî; “Evet, onu arıyoruz.” deyince, çocuk kendisini tâkib etmelerini istedi. Epeyce gittikten sonra, yapayalnız köhne bir kulübeyi işâret ederek; “O amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübeye almaz.” dedi. Pâdişâh ve lalası yavaşça kulübeye yaklaşıp, kulübenin önünde tereddüd içinde beklerken içeriden titrek ince bir ses: “Buyurunuz Pâdişâhım!” diyerek dâvet etti. Pâdişâh selâm vererek içeri girdi. Baba Haydar bir postekinin üzerinde oturuyordu. Binlerce sinek her yanını kaplamış onu gizliyordu. Geceleri rüyâsına giren zâtı merak eden Pâdişâh, büyük bir dikkatle Baba Haydar’ın yüzüne bakıyordu. Fakat sineklerden yüzünü seçemiyordu. Bir müddet duran Sultan dayanamayarak; “Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir görsek.” dedi. Baba Haydar; “Sultânım! Siz Peygamber efendimizin vekîlisiniz. Şu gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın.” buyurunca, Sultan hemen harekete geçti. Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamadı. Baba Haydar hazretleri kalkıp, pencereyi açtı ve odaya doğru dönüp; “Haydi bakalım!” deyince, bütün sinekler emir almışçasına odayı hemen boşalttı. Pâdişâh o anda karşısında nûr yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu gördü. Elini öpmek istedi ise de Baba Haydar elini çekti. Pâdişâh ona: “Efendim! Benden ne dilerseniz dileyin.” dedi. “Senin sağlığından başka hiçbir şey istemem.” deyince, Sultan postekinin altına, altın dolu bir kese bırakmak istedi. Bunu fark eden Baba Haydar, eliyle keseyi iterek: “Mâdem çok istiyorsan, şuraya bir mescid inşâ ettir. Çünkü öyle zannediyorum ki bana komşular gelecek. Eyüp Câmii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibâdet etsinler.” dedi. Pâdişâh bu isteği hemen yerine getirdi. Câmi kısa zamanda tamamlandı. Câminin açılışında Kânûnî Sultan Süleymân da hazır bulundu ve Baba Haydar’ın yanına giderek: “Efendi hazretleri buyurunuz. Artık mescid sizindir. Orada sizin için de husûsî yer yaptırılmıştır.” dedi.
Baba Haydar, Sultana; “Ben ölünceye kadar mekânım şu gördüğün kulübedir. Öldüğüm zaman bu kulübenin bulunduğu yere gömülmek isterim. Benim başımın ucunda mescid olduktan sonra, üzerime sakın türbe yaptırmayın. Bir mezar taşı bana yeter. Bu bizim sana vasiyetimiz olsun.” dedi. Pâdişâhın bütün ısrarlarına rağmen, mescidde kendisi için hazırlanan odada oturmadı. Baba Haydar, vefât edinceye kadar bu câmide imâmlık yaptı ve insanlara vâz u nasîhatleri ile doğru yolu anlattı.
İstanbul eyüp’de Nişanşa mustafa caddesi ile Davutağa caddesinin kesiştiği köşde Şeyh Murat münzevi dergahında
1644 (H.1054) senesinde Buhârâ’da doğdu. Seyyid olup, nesebi şöyledir: Seyyid Muhammed Murâd İbn-i Seyyid Ali İbn-i Seyyid Dâvûd bin İmâm Ekmel Kemâlüddîn bin Ali eş-Şehîr İbn-i Hümâm Sâlihülkâdî bin Muhammed bin Ömer bin Şuayb bin Hud bin Ali bin Muhammed bin Ali bin Mûsâ bin Câfer bin Muhammed bin Ali bin Zeynel Âbidîn ibni Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib radıyallahü anhümâ. 1719 (H.1132) senesinde İstanbul’da vefât etti.
Murâd-ı Münzâvî’nin babası, Semerkand beldesinin Nakîb-ül-eşrâfı (seyyid ve şerîflerin işleriyle ilgilenen makâmın idârecisi) idi. Henüz üç yaşında iken ayakları felç oldu. Kötürüm bir hâlde kaldı. Fakat ayakları sağlam olanlardan daha çok dünyâyı dolaştı. Tahsîl yaşına gelince; ilim, fazîlet ve kemâl elde etmeye başladı. Keşmîr’e gitti. İlim tahsîline devâm edip, din ve fen bilgilerinde olgunlaştı.Sevenlerinin yardımı ile Kâbe-i muazzamayı ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Sonra Hindistan’a gitti. Aklî ve naklî ilimleri, maddî ve mânevî kemâlâtı kendisinde toplayan, yüz kırk bin talebesini vilâyet, velîlik makâmına kavuşturan ve Silsile-i aliyye büyüklerinden olanMuhammed Ma’sûm Fârûkî hazretlerine talebe oldu. Bir müddet onun yanında kaldı. Sohbetleri ve bereketli nazarları ile kemâle geldi. İcâzet, diploma aldı. Mürşid-i kâmil, yetişmiş ve insanları yetiştirebilen zât olarak tekrar Hicaz’a geldi. Hicaz’da üç sene kaldı.Sonra Bağdât’a gitti. Burada büyük zâtları ziyâret etti. Sonra İsfehân’dan Buhârâ’ya gitti. Belh ve Semerkand’daki tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Tekrar Bağdât’a gitti. Oradan üçüncü defâ hacca gitti. Sonra Mısır ve Kâhire’ye buradan da Şam’a geçti. Şam çok hoşlarına gittiği için, uzun müddet burada ikâmet etti ve evlendi. Şam’da pek çok kimse ziyâretine gelip kendisinden ilim ve edeb öğrendiler. Şam halkı kendisini çok sever ve çok hürmet ederlerdi. Şöhreti her yere yayıldı. Sultan Mustafa Hân ona Şam’da bir köy verdi. Bu köy hâlâ onun adıyla meşhûrdur. Murâd-ı Münzâvî’nin bereketiyle zâlimler ıslah olup, Şam halkı pek çok zulümden korundu. Her türlü günah işleyenlerin barındığı bir evi zulmetten kurtarıp, Murâdî Medresesi diye anılan bir ilim yuvası hâline getirdi. Ayrıca Saruca sokakta da bir medrese yaptırdı. Bu medreselerde okuyan talebelerin ihtiyâçları için vakıflar kurdu. 1681 (H. 1092) senesinde otuz sekiz yaşında iken İstanbul’u teşrif etti. Eyyûb Sultan semtinde, Eyyûb Sultan hazretlerinin kabri civârında ikâmet etti. Bu arada dördüncü defâ hacca gitti. Hac dönüşü Şam’a gelip, orada bir seneye yakın kaldıktan sonra, beşinci defâ Hicaz’a gitti. Bir sene kadar Mekke-i mükerremede kaldı. Tâliblere ilim ve edeb öğretti. 1708 (H. 1120) senesinde ikinci defâ İstanbul’u şereflendirdi. Bu defâ Yavuz Selim’de, Bıçaklı Efendi menzilinde ikâmet etti. Halk akın akın sohbetine koştu. Murâd-ı Münzâvî bir ara Bursa’ya gitti. Bir müddet Bursa’da ikâmetten sonra, tekrar İstanbul’a döndü. Eyyûb’de, Reîs-ül-etibbâ Nûh Efendi yalısında kaldı. Eyyûb Sultan ile Edirnekapı arasında Nişancı Mustafa Paşa caddesindeki Şeyh Murâd Dergâhında İstanbul halkına yıllarca ilim ve edep öğretti. Kerâmetleri her tarafa yayıldı. 1719 (H. 1132) senesi Rebîü’l-âhir ayının on ikisinde Salı gecesiİstanbul’da vefât etti. Cenâze namazı Eyüp Sultan Câmiinde büyük bir kalabalık tarafından kılınıp, Edirnekapı dışında, Munzavî Câmii karşısındaki medresenin dershânesine defnedildi. Bu medrese, Birinci Sultan Mahmûd Hanın devri şeyhülislâmlarındanAhmed Ebülhayr Efendi tarafından yaptırılmıştır. Huzûruna gelenler ne kadar münkir, inat ve inkarda olsalar, mutlaka onun feyz ve bereketine kavuşur, başka bir hâl kazanırlardı.
Muhibbî, İbn-i Abdülhâdî diye bilinen Şeyh Muhammed bin Ahmed Ömerî’nin hayâtını anlatırken şöyle der: “İbn-i Abdülhâdî vefât ettiği gün, büyük âlim Murâd-ı Münzâvî, Katîfe denilen yerde bulunuyordu. Arkadaşları ile berâber münâsib bir saatte Şam’a gitmeyi kararlaştırdılar. Ancak bir müddet sonra yola çıkacakları zaman kendisine yolların korkulu ve tehlikeli olduğu, arkadaşsız yola çıkmanın mümkün olmayacağı söylendi. O ise; “Mühim bir şey oldu. Mutlaka ona yetişmem lâzım.” dedi. Bir ata binerek yola koyuldu. Biz de peşine takıldık. Ona, Düme denilen yerde yetişebildik. Burada bize Şeyh Muhammed Abdülhâdî’nin vefât ettiğini haber verdiler. Şam’a vardığımızda Murâd-ı Münzâvî atından inmeden doğrucaEmevî Câmiine gitti. İbn-i Abdülhâdî’nin cenâze namazına yetişti.”
Âriflerden Mustafa Bekrî şöyle anlatır: “Murâd-ı Münzâvî ile birkaç kere görüştüm. Onun simâsında, yüzünde Allah adamlarının alâmetlerini gördüm. Sâlihleri görmek büyük saâdettir. Murâd-ı Münzâvî, Muhammed Ma’sûm’un bir talebesidir. Şeyh Abdülkerîm Kattân bana, Murâd-ı Münzâvî’nin Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine olan bağlılığından çok bahseder, onunla görüşmeye teşvik ederdi. Hattâ Murâd-ı Münzâvî’yi bir gece rüyâmda üç defâ gördüm.”
Mustafa Bekrî şöyle der: “Sohbetinde bulunduğum evliyâdan birisi de hocam Molla Abdürrahîm Hindî’dir. Molla Abdürrahîm, Murâd-ı Münzâvî’ye çok hürmet ederdi.Ona çok bağlıydı. Hattâ, onun ilim ve ameldeki makâmına hayrandı. Molla Abdürrahîm yüksek hâller, dereceler sâhibiydi. Bu sebeble, Murâd-ı Münzâvî’nin derecesini herkesten daha iyi biliyordu. Çünkü o, gözünden mânevî perdelerin kaldırıldığı bir zâttı.
Yine şöyle anlatır: “Şam’ın ileri gelenlerinden birisi, Murâd-ı Münzâvî’yi dâvet etti ve ayrıca gelirken Molla Abdürrahîm’i de berâberinde getirmesini söyledi. Bunun üzerine Murâd-ı Münzâvî ona; “Siz dâvet sâhibisiniz dâveti siz yapınız” buyurdu. Dâvet sâhibi MollaAbdürrahîm’e gidip; “Şeyh Murâd-ı Münzâvî yarın bizim evi teşrif etmenizi istiyor.” dedi. Ertesi gün Murâd-ı Münzâvî ve Molla Abdürrahîm, Şam’ın ileri gelenlerinden olan dâvet sâhibinin evine gittiler. Bir müddet kaldıktan sonra, Molla Abdürrahîm hoşuna gitmeyen bir şeyden dolayı evine döndü ve; “Keşke Şeyh Murâd-ı Münzâvî, ev sâhibine beni çağırttırmasaydı.” dedi. Bir ara uyudu. Bu sırada rüyâsında Murâd-ı Münzâvî’yi gördü. Huzûruna varıp selâm verdi. Münzâvî ona dönüp; “Sizin bize ihtiyâcınız yok.” deyip, onun hâlini beğenmediğini ifâde eden bir tavır takındı. (Çünkü uyumazdan önce Murâd-ı Münzâvî’ye niçin kendisini çağırttığı için sitem etmişti.) MollaAbdürrahîm heyecanla uykudan uyandı. Hemen Murâd-ıMünzâvî’nin evine gitti. Murâd-ı Münzâvî onu görünce: “Geldin mi?” buyurdu. O da; “Evet efendim.” deyip özür diledi. Murâd-ıMünzâvî’nin elini öptü. Bu sırada büyük nîmetlere ve hâllere kavuştu. Onun kapısından bir daha ayrılmadı.”
Muhammed Bedîrî Dimyâtî şöyle anlattı: “Bir kere Murâd-ı Münzâvî’yi ziyâret etmiştim. Huzûruna varınca, Allahü teâlânın vergisi olan ilimlerin diğer ilimlere olan üstünlüğünü uzun uzun anlattı.” Şam ulemâsından ve o beldenin ileri gelenlerinden olan Bekrîzâde Halil Efendi İstanbul’da ilim tahsîli yapıp kâdı olmuştu. Hazret-i Ebû Bekr’in neslinden olduğu için Bekrîzâde denmekle meşhur olan bu zât şöyle nakletmiştir: “Şeyh Murâd Efendi hazretleri İstanbul’da hazret-i Eyyûb el-Ensârî’nin türbesi civârında ikâmet ederdi. Dergâhında bereketli sohbetleriyle insanlara feyz saçardı. Ben de devamlı ziyâretine gider, sohbetini dinlemekle şereflenirdim. Her varışımda benim hazret-i Ebû Bekr soyundan olmam hasebiyle iltifat ve ikrâmda bulunurdu. Âdeti üzere kahve ve tatlı ikrâm eder ve bu ikrâmı her defâsında yapardı. Bâzan da kendine mahsus macun gibi olan ferahlatıcı bir çeşit tatlıdan ikrâm edilmesini emrederek, çok yakın ve samîmi iltifatta bulunurdu. Yine bir gün ziyâretine gidiyordum. Giderken macun şeklindeki husûsî tatlısından yemeyi canım çok istedi. Kendi kendime ben herkese ikrâm edilen tatlıdan istemem. Hususi tatlıdan isterim. Benim bu arzumu keşf ve kerâmetiyle anlayıp ikrâm etseler diye düşündüm. Bu düşünce ile huzûruna vardım. Oturduktan sonra hizmetçisi âdet üzere herkese ikrâm edilen tatlıdan getirip bana ikrâm etti. Hizmetçi o tatlıyı bana verirken Murâd Efendi hazretleri hizmetçiye; “Yok yok! Git bizim macundan getir.” buyurdu. Hizmetçi derviş gidip tatlı macundan getirdi. Bana verdi. Ben de alıp yedim. Şeyh Murâd Efendi bana bakıp tebessüm ederek; “Bir kaşık daha yiyin, arzu ettiğiniz macundandır.” dedi. Ben hayret içinde, mahcub oldum. Sonra sohbet ve nasîhat ederek buyurdu ki: “Siz hazret-i Ebû Bekr’in torunlarındansınız. Bizlere feyz onun tarafından gelmiştir. Mâlûmunuz, keşf ve kerâmet derecesine yükselmek ve harika göstermek sizden umulur, buna siz lâyıksınız. Biz sizlere göre yabancı sayılırız. Hal böyleyken sizin kalkıp bunları bizden beklemeniz lâyık mıdır? Bu garîb bir iş değil midir?”
Murâd-ı Münzâvî hazretleri şöyle anlatmışlardır: “Bir defâsında İstanbul’a gitmiştim. Kalmaya niyetim yoktu. Hemen yola çıkacaktım. Lâkin Ramazân-ı şerîf girdi arkasından da kış başladı. O kış İstanbul’da kaldım. Ordu, bir sefere çıkmak üzereydi. Çok kere bu fakire, adam gönderip duâ isterlerdi. Bir gece yarısı kitaptan bir meseleyi okuyordum. Vezir kethüdâsı geldi dediler, getirin dedim, yanıma gelip oturdu. Okuduğum meseleyi tamamlayıp kitabı kapattım. Hoş geldin AhmedAğa, bu vakitte ne oldu da geldin, deyince; “Acabâ bu vakitte bize duâ etmek Şeyh Efendinin hatırına gelir mi?” diye vezir beni gönderdi. Selâm söyledi.” dedi.Ben de dedim ki: “Biz Ehl-i sünnet vel cemâat mezhebindeniz. Mezhebimiz de şöyledir ki, mübârek vakitlerde ve namazlardan sonra selâtin-i İslâma ve ümerây-ı İslâmiyyeye duâ etmemiz lâzımdır. Fakat mahallî icâbet oldunuz dedim. “Mahalli icâbet” ne demektir dedi. Dedim ki daha önceden bir mazlumun bedduâsını almışsınız. Mazlumun bedduâsı hakkında Resûlullah efendimiz; Allahü teâlâ mazlumun duâsı için; “Bir müddet sonra da olsa elbette sana yardım edeceğim.” buyurduğunu bildirdi, deyince; Ahmed Ağa ağlayıp şimdi bizim işimiz harâb olmuştur, deyip hâlini îtirâf etti.”
Murâd-ı Münzâvî dergâhını yaptıran Şeyhülislâm Minkârizâde Yahyâ Efendinin dâmâdıÇankırılı MustafaEfendi idi. Burası medrese olmak üzere binâ edildi. Vakfeden zâtın oğlu da Ebü’l-Hayr AhmedEfendi olup, 1731 (H.1144) senesinde şeyhülislâm oldu. 1741 senesinde vefât edince, dergâhta pederi yanına defnolundu. SultanMahmûd Hânın şeyhülislâmlarından olan Ebü’l-Hayr AhmedEfendi, Murâd-ı Münzâvî vefât ettiğinde, onu medresenin dershânesine defnettirdi. Medreseyi de dergâha tebdîl ettirdi. Sonraları Murâd-ı Münzâvî’nin mübârek türbesi yıkılmak üzere iken, 1982 (H.1402) senesinde tâmir edildi.
Murâd-ı Münzâvî’nin kabrini ziyâret edenler, orada rûhânî bir zevk ve lezzet duyarlar. Celvetî büyüklerinden İsmâil HakkıBursevî hazretleri, Ahidnâme’sinde; “İlâhî aşk sâhiplerine, Murâd-ı Münzâvî’nin kabrini ziyâret etmek lâzımdır. Bereketi görülen makamlardandır.” buyurmuştur.
Murâd-ı Münzâvî hazretleri buyurdu ki:
Vakti ganîmet bilmek lâzımdır. Vaktin kıymetini bilmemenin âfetlerinden biri nefse hoşgelen isteklerdir. Bütün ayıplar ve kabahatler hevâda toplanır. Fısk, şirk ve küfür gibi. Vaktin kıymetini bilmemenin âfetlerinden biri de lehv ve la’b yâni boş faydasız iştir. Lehv ve la’b öyle bir şeydir ki, kişiyi maksadından alıkor. Kişi lehv ve la’b olan işlerle meşgûl olarak asıl maksadından geri kalır. O halde asıl maksadın dışında kalan her iş lehv ve la’bdır. Biri de abes, lüzumsuz işdir. Abes, insanı maksadından alıkoymaz fakat faydası yoktur. Abesle meşgûl olmak, kişiyi lehv ve la’ba sürükler.
İlim iki kısımdır; biri îtikâda, biri de amele âit ilimdir. Îtikâd ile ilgili olanı, Allahü teâlâyı sıfât-ı subûtiyye ve sıfât-ı selbiyesi ile muttasıf bilmektir. Ameller üç çeşittir: Biri insanın isteyerek yaptığı işlerdir. Biri istemediği halde yaptığı işler. Biri de istediği halde yapamadığı işlerdir. Bu şöyle bir misâlle anlatılır: Bir kimse çarşıdan ekmek almak istese bütün kuvvetleri ve hassaları ile bu işe teşebbüs eder. Ayağı ile yürür, gözü ile görür, kulağı ile işitir, aklı ile bilir. Hâsılı bütün âzâları ve hassaları ile hareket eder. Bunun netîcesi yemektir. Yemek ise tabiî bir iştir. Yemekte hayvanlar ile müştereklik vardır. O halde layık mıdır ki, yemek ve içmek için bu kadar önem verip de asıl maksada isteyerek ve severek tam bir yönelişle bütün gücü ve kuvvetiyle ihtimam, gayret ve cehd olunmasın. Bu dünyâda, insana bitmeyen bir vakit (ömür) verilmemiştir. İnsan için bir ecel (belli bir ömür) vardır. Bu ecel (ömür) de herkese nasîb değildir. Zîrâ büluğ çağına kadar olan zamânı saymadılar. Bir kimse büluğ çağına erse, mâzî geçmiştir. Artık ona hiçbir sûretle ulaşılamaz. İstikbâlin ise geleceği mâlum değildir. Yarına kavuşacağınızı kim kat’î olarak söyleyebilir. O halde hayat, içinde bulunduğumuz andır. Vakit bu nefestir.
Allahü teâlâ insanı kalp ve bedenden meydana gelen bir varlık olarak yaratmıştır. Bedenin ve kalbin kemâle ermesi, Peygamber efendimizde son bulmuştur. Ümmetine ise bu kemâlâttan O’na tâbi oldukları kadar ulaşmıştır. Resûlullah vâsıta olmadan kemâlât gelmez. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Eshâb-ı kirâm bu kemâlâtı Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden almıştır. Tâbiîn ise onlar vâsıtasıyla almışlardır. Bâzıları da daha çok vâsıta ile almışlardır. O halde herkesin zâhirî ve bâtınî kemâlâtı ancak Resûlullah aleyhisselâm vâsıtasıyladır.
Bütün bu olgunluklara kavuşmanın yolu, Allahü teâlâya muhabbettir. Bu muhabbetin ele geçmesi ise Resûlüne tâbi olmakladır. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz. Allahü teâlâ, bana tâbi olanları sever.” buyuruyor. (Âl-i İmrân sûresi: 31)
O halde bu kemâlâta, olgunluklara kavuşmanın Resûlullah’a tâbi olmaktan başka yolu yoktur. İttibâ da iki kısımdır. Biri zâhiren, diğeri bâtınen tâbi olmaktır. Zâhiren tâbi olmak âlimlerin yazdıkları bilgilere uymak ile olur. Âlimler Resûlullah’ın emirlerini, sözlerini ve işlerini noksansız ve ilâvesiz aynen yazmışlar ve zaptetmişlerdir. Bunlar fıkıh ilmi, hadîs ilmi ve tefsîr ilminde bildirilmiştir.
Bâtınen tâbi olmak ise Resûlullah’ın beğendiği işleri yapmak, hallerde ve ahlâkta tâbi olmaktır. Bunların bir kısmını ulemâ beyân etmişlerdir. Lâkin tamamını beyân etmeye kelimeler ve ibâreler kâfi değildir. Ancak bâtınen mânâ anlatılabilir. Bu işle de meşâyıh (tasavvufda yetişmiş ve yetiştirebilen rehberler) vazifelidir.”
“Muhabbet kesbî değil (çalışmakla kazanılmaz) vehbîdir. Her kime muhabbet verilirse, bir daha geri almazlar.”
“Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen tâlibe üç şey lâzımdır; taleb, çalışmak, ilim.”
“Kul ile Rabbi arasında olan muâmele, henüz sütten yeni kesilmiş mâsum bir çocuk ile annesi arasında olan muâmele gibi olmalıdır. Mâsum çocuk annesini kaybetmiş, oturmuş ağlar. Annemi isterim, der. Annenin ismi nedir oğul dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. Annenin evi nerededir dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. İşte bu şekildeki çocuğu herkes korur, yardımcı olur.”
“Allahü teâlâ insanın yüreğine rûh âleminden bir gönül yâni kalb yerleştirmiştir. Bu gönülün; bilmek, tanımak, istemek, sevmek gibi husûsiyetleri vardır. Meselâ bu gönüle birbirine zıt iki şeyin sevgisi sığmaz. Bu gönüle; kendisini yaratanı bilmek, O’nu sevmek, rızâsına kavuşmayı arzu etmek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmanın yolu olan Resûlullah’a her bakımdan tâbi olmak, O’ndan başka her şeyden alâkayı kesmek, bu geçici dünyâda kalb huzûru içinde vakti Allahü teâlâya ibâdetle geçirmek ve Allahü teâlânın rızâsına muvâfık şekilde konuşmak lâyıktır.
Böyle bir gönüle sâhip olmayan bir kimse, insan sûretinde bir mahlûktur. Böyle bir seâdetten mahrûm olan kimse, kat’î olarak hastadır. Bunun ilâcı ise, gafletten uyanıp pişman olmak, af ve magfiret etmesi için Allahü teâlâya yalvarmak, kabûlünü, tevfîkini ve yardımını istemek, üzerinde bulunan Allahü teâlânın ve kulların haklarını ödemek, hak sâhiplerini râzı etmektir. Eğer o anda bu hakları ödemek gücüne sâhip değilse, bunları gücü yettiği zaman ödemeye kat’î karar vermeli, sünnet-i seniyyeye uyup, işlerinde azîmetlere (nefse zor gelen şeylere) sarılmalı, bid’at ve ruhsatlardan sakınmalı, her işinde ve her hâlinde Resûl-i ekreme ve O’nun Eshâb-ı kirâmına tâbi olmalıdır.”
Murâd-ı Münzâvî’nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) El-Müfredât-il- Kur’âniyyeTefsîri: Çok kıymetli olup, tefsîrler; Arabî, Fârisî ve Türkçe bir aradadır. 2) Silsilet-üz-Zeheb fis-Sülûki vel-Edeb, 3) Risâle fit- Tasavvuf, 4) Mektûbât veMelfûzat, yazma nüshaları İstanbul kütüphânelerinde vardır.
KALB HUZÛRU
Murâd-ı Münzâvî hazretleri buyurdu ki: Îtikâdda ehl-i hak, yâni Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı üzere bulunup, bilinmesi zarûri olan fıkıh bilgilerini öğrenerek onlara uygun amel etmelidir.
Kalbinde Allahü teâlânın rızâsından başka bir şey bulunmaması için, doğruluk ve ihlâsta kemâl sâhibi kimseler ile konuşmalı, onların sohbetinde bulunmalı, dilde ve gönülde dâimâ Allahü teâlâyı anmalı, bunda aslâ gevşeklik göstermemelidir. Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmalıdır. Allahü teâlâdan başkası hatıra geldikçe istigfâr okumalı, mâsivâdan kurtarması içinAllahü teâlâya yalvarmalıdır. Bu şekilde kalb huzûruna kavuşmaya çalışmalı, zorlama ile de olsa mâsivâyı (Allah’tan başka her şeyi) unutmaya gayret etmelidir. Zâhirde halk ile bâtında Hak ile bulunmalı, böylece gönülde Allahü teâlânın rızâsından başkası kalmamalı, mâsivâyı tamâmen unutmalı, nefsi de benlik dâvâsından kurtarıp, kalb huzûru ve rahatlığı ile kulluğa dâir bütün vazifeleri yapmalıdır. BöyleceAllahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile fânî-fillah ve bâkî-billah olunur ve Allahü teâlânın pekçok feyz ve mârifetlerine kavuşulur.
Bu mertebeye erişebilmek için, nefy ve isbâtı kendisinde bulunduran Kelime-i tayyibeyi yâni “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah”ı çok söylemelidir… Mânâsı; hak olan mâbûd yalnız Allahü teâlânın zât-ı pâkidir. O’nun rızâsından başka hakîkî bir maksûd yoktur. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın resûlüdür. O’na tâbi olmak vâcibdir. İşte bu Kelime-i tayyibe ile bahsedilen seâdete kavuşulur.
HANİ SÖZ VERMİŞTİN YA
Mustafa Bekrî şöyle dedi: “Bana da Bedîrî anlattı: “Murâd-ı Münzâvî’ye buğzedip onu kötüleyen birisi ile görüşmüştüm. Bana ona buğzetmeyi îcâbettiren bir şey anlatmıştı. Ben de ona muvâfakat etmiştim. O şahsa da Murâd-ı Münzâvî’nin yanına çok gittiğimi, bundan sonra onun yanına gitmiyeceğimi söyledim. Ertesi gün beni seven âile dostlarımdan birisi geldi ve; “Haydi Murâd-ı Münzâvî’nin ziyâretine gidelim.” dedi. Onu kırmayıp teklifini kabûl ettim. Fakat içimden de bu teklifi çabucak kabûl etmeme hayret ettim. Yine kendi kendime; “Hani sen onun ziyâretine gitmeyeceğine söz vermiştin ya!” dedim. Bu sırada nefsimin çok mahcûb olduğunu gördüm. Buna rağmen Murâd-ıMünzâvî’yi ziyârete gittim. Ancak her zamanki gidişlerimde hemen huzûruna girerdim. Fakat bu sefer bana: “Biraz bekle, Münzâvî’nin bir mâzereti var.” kâbilinden sözler söylediler. Bunun üzerine oturup kendi kendimi kınamaya; “Böyle eşiklerde oturup beklemeye niçin râzı oluyorsun. Hem sen bir daha ziyârete gelmiyeceğine karar vermemiş miydin?” demeye başladım. Bir saat sonra bana ve arkadaşıma izin verildi. Onunla berâber Murâd-ı Münzâvî’nin huzûruna girdik.
Beni yakınına çağırdı ve selâm verdi. Sonra arkadaşıma döndü ve şöyle dedi: “Dün şöyle bir şey oldu. İnsanlardan birisinin yanına başka birisi geldi. İkisi berâber birisine dil uzattılar. Birisi; “O şöyledir.” dedi. Diğeri onu tasdik etti.” diyerek bir gün önce olan şeyleri bir bir saydı. Dünkü zemmedip kötülediğimiz hâli aynen anlattı. Sonra bana döndü; “Bu anlattıklarım oldu mu?” buyurdu. Ben de; “Evet efendim.” diyerek özür diledim. “Hayır olmadı.” diye inkâr etmedim. Sonra; “Şimdi zemden, kötülemekten vazgeçtim. Dünkü zem hâlimiz geçici bir şeydi. Şimdi o hâl geçti. Şeytan aramıza girdi. Allahü teâlâ onu sizin vesîlenizle def eyledi” dedim. Sonra da tasavvuf yoluna dâir bilgiler öğrendim. Bana lüzumlu bilgileri yazdı. Murâd-ı Münzâvî’nin pek yüksek hâlleri vardı.”
1) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.12, s.214
2) Silk-üd-Dürer; c.4, s.129
3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.205
İstanbul eyüp’de Nişanşa mustafa caddesi ile Davutağa caddesinin kesiştiği köşde Şeyh Murat münzevi ergahında Murat Münzevi hz’nin yanında
Evliyânın büyüklerinden. Künyesi Ebü’l-Abbâs olup ismi, Ahmed bin Ebü’l-Hayr es-Sayyâd’dır. Kerâmet sahibi olan Ebü’l-Abbâs hazretleri, tasavvuf yolunun edebini Fakîh İbrâhim el-Feşelî’den öğrendi. Talebelerinden Şeyh İbrâhim bin Beşşâr, Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Ebü’l-Hayr hazretlerinin kerâmetlerini anlatan müstakil bir eser yazmıştır. Ebü’l-Abbâs hazretleri, 579 (m. 1183) senesinde Zebîd şehrinde vefât etti ve oraya defnedildi. Kabrini ziyâret edenler istifâde etmekte, hastalar şifâ bulmaktadır.
Doğru yolu bulması şöyle anlatılır: “Gençliğinde, herkes gibi gününü gün ederdi. Bir gece uykuda iken rü’yâsında birisi geldi ve “Ey Sayyâd kalk namaz kıl” dedi. Fakat o, abdestin nasıl alınacağını ve namazın nasıl kılınacağını bilmiyordu. Hemen kalktı ve sorarak abdestin alınışını, namazın kılınışını öğrendi ve kılmaya başladı. O zamanlar yirmi yaşlarında idi.”
Kendisi anlatır: “Bir gece uyurken yine rü’yâda o kişi geldi ve “Ey Sayyâd kalk” dedi. Ben de kalktım. Ne göreyim, o şahıs karşımda duruyor. “Beni ta’kib et” deyip, beni Zebîd şehri câmisine götürdü. Orada saflar hâlinde durmuş namaz kılan çok kimse vardı. Hepsi bembeyaz elbiseler giymişlerdi. Herbirinin alınları pırıl pırıl parlıyordu. O kişi bana, “Haydi abdest al, onlarla beraber namaz kıl” dedi. Ben de abdest alıp, onlarla birlikte namaz kıldım. Namazımız güneş doğuncaya kadar sürdü. Sonra hepsi kayboldu. Nereye gittiklerini bilmiyorum. Uzun bir süre o câmide kalarak ibâdet ettim. Bu arada, o kişi ba’zan bana yiyecek, içecek ve tatlılar getirir, “Buyur ye!” derdi. Ben de, “Birşey istemem” deyince kaybolurdu. Evime, çoluk-çocuğumun yanına geldiğimde, evdekiler; “Bunları birisi getirdi” dediler.”
Şöyle anlatılır: “Ebü’l-Abbâs hazretleri birgün kabristanda uyudu. Bir ara kuvvetli bir ses ile uyandı. Aklı başından gitti. Bir süre kimseyi tanımadı. Ba’zan alnını secdeye koyar, saatlerce böyle kalırdı. Ancak zarurî ihtiyâçlarını karşılamak için başını secdeden kaldırırdı. Daha sonra eski hâline döndü. Fakat bir gözü perdelenmişti. Ba’zıları bunun sebebini sordular. Durumu onlara anlatınca, “Sen, bu sözlerinde acizlik gösteriyorsun, ey zayıf insan” dediler. Ahmed Sayyâd hazretleri, eliyle gözünü mesh etti. O esnada eskisinden daha iyi görmeye başladı. Oradakiler, özür diliyerek tövbe ettiler.”
Velî zâtlardan biri anlatır: “Birgün kalabalık bir cemâat olarak “El-Fâze” mescidine gittik. Orada Ahmed Sayyâd hazretlerini gördük. Yanında bir genç vardı. Ona, “Bu sizin talebeniz midir?” diye sorunca, bize cevap vermedi. O zaman gence, “Bu zât sizin hocanız mıdır?” diye sorduk. Genç “Evet” dedi. Biz de, “Ey Ahmed Sayyâd! Bu genç size talebe oldu” dedik. O zaman, “Evet, talebemdir” buyurdu. Biz de, “Eğer bu sizin talebeniz ise, ona emredin denizin üzerinde yürüyüp, o dağdan bir taş getirsin” dedik. Sonra deniz kenarına gitti ve gence hitaben, “Yavrum, su üzerinde yürüyerek git ve dediklerimi getir” buyurdu. Genç, yerde gider gibi denizin üzerinde gitti ve istediğimizi getirdi. Oradaki cemâat olan biz, Allahü teâlânın sevgili bir kulundan böyle bir istekte bulunduğumuz için çok pişman olduk ve ondan özür diledik. O da, bizim özrümüzü kabûl buyurdu ve bize duâ etti.”
İbrâhim bin Beşşâr anlatır: “Birgün cemâat hâlinde Ahmed Sayyâd hazretlerinin huzûrunda idik. İçeriye, kadı Ebû Bekr bin Ebî ikâme girdi. Ahmed Sayyâd hazretleriyle bir süre sohbet etti. Sonra kalkıp cemâate, “Beni biraz dinleyiniz. Size ba’zı şeyler söyliyeceğim. Ahmed Sayyâd hazretleri, birgün benim içinde bulunduğum bir topluluğun yanına geldi. O esnada herkes ayağa kalktı. Ben de orada olanlara uyarak ayağa kalktım. Sonradan cemâate dedim ki; “Niçin ayağa kalkıyorsunuz? O âlim değil. Ümmî birisidir” Oradakiler, bana onun büyüklüğü hakkında ba’zı şeyler anlattılar. Ben de, “Ona İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin kitabından birşey sorulsa bilemez” dedim. Bir saat sonra Ahmed Sayyâd hazretleri geri döndü. Herkes yine ayağa kalktı. Ben de onlara uyup kalktım. Bana dönüp buyurdu ki: “Kâdı efendi, ba’zı kimseler benim hakkımda, bu zât için niçin ayağa kalkıyorsunuz. O âlim değil, ümmî birisidir. Kendisine İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin el-Vasît, el-Basît kitaplarından birşey sorulsa anlıyamaz bile diyorlar. Şimdi o mes’eleler, şöyle şöyle şöyledir” diyerek sonuna kadar izah buyurdu. Sonra ben, kendisinden özür dileyerek tövbe ettim. Ey cemâat işte bu zâtın kıymetini bilelim” dedi.”
Ahmed Sayyâd hazretleri, birgün kalabalık bir toplulukta sohbet ediyordu, içlerinden biri şöyle düşündü: “Ba’zı evliyâ çok kerâmet gösteriyor. Bu zâtın kerâmetini göremiyoruz. Birçok evliyâ, uçarak hacca gidiyor, arslanlar onlara hizmet ediyor. Bunda böyle hâllerin görünmemesinin sebebi nedir ki?” Ahmed Sayyâd hazretleri sohbetlerinde şöyle buyurdular: “Kerâmet göstermek şart değildir, istesek Allahü teâlâ bize de birçok kerâmetler ihsân eder. Fakat biz böyle kalmağı daha çok istiyoruz.” Ahmed Sayyâd hazretlerine birçok hasta kimseler getirilir, duâ etmesi istenirdi. Duâ ettiği kimseler, Allahü teâlânın izniyle iyileşip giderlerdi.