İstanbul – Eyüp’de Edirnekapı Kabristanında. Fethi Çelebi caddesinin hemen arkasındaki bölümde
Bundan yüz sene evvel İstanbul’da yaşayan ve Fatih Cami-i şerifinin Karadeniz kapısında yatıp kalkan Köpekçi Hasan Baba İstanbul’un tanınmış meczublarındandır. Uzun boylu, kılıklı kıyafetli bir adamdı. Daima yanında beş altı sokak köpeği ile gezdiği için ‘’Köpekçi Hasan Bab’’ diye anılırdı. O tarihte İstanbul sokakları sahipsiz köpeklerle dolu idi. Hasan Baba bunlardan hangilerini isterse çağırır, onlar da derhal emrine itaat ederek gelirlerdi. Sokak köpeklerinin her semtte, her mahallede sınırları vardı. Bu hududu, başka semtlerin köpekleri tecavüz edemezlerdi. Ederlerse kavga kıyamet kopardı. Buna rağmen Hasan Baba’nın herhangi bir semtten çağırıp o gün için yanına aldığı köpeklere, başka mahalleden hiç bu köpek sesini çıkarmazdı. Hasan Baba bazen bütün bir mahallenin köpeğini yanına alıp, onlarla İstanbul’u dolaşırdı.
Hasan Baba, zamanında bütün meczubların reisi gibi idi. Kendisine bir şey sorulduğu zaman yanlış kafiyeli cümlelerle cevap verirdi. Ve ehemmiyet verdiği mes’ele olursa: ‘’Yazını der’’ ve sözlerini yazdırırdı.
Kimseden on para almaz… Yanındaki meczublarla ne yer, ne yapar kimse bilmezdi. Daima Edirnekapı semtine gittiği için orada oturduğu zannolunurdu.
1897’de Yunanistan’la harp ihtimali kamuoyunu meşgul ettiği sırada Hasan Baba, Melami Şeyhi Terklikçi Salih Efendi’nin Veznecilerdeki dükkanına gelir. Dükkandakiler sorarlar:
— Hasan Baba harb olacak mı?
— Olacak ya… der, yazın.
Dükkanda bulunan Maliye Muhasebe Kaleminden Cemil Bey kalemi kağıdı alır. Hasan Baba söyler:
— Acele ile muharebe. Tarik tarik yürümekle. Beşir’lerle beşaret, müşirlerle reşadet. Kalayları, alayları. Meydana çıkararak nişadırların dayanur nî mî?
— Bu ne demek Hasan Baba?
— Dayanabilir mi düşman demektir. Kaç satır oldu?
— Onsekiz satır oldu.
— Onsekizbin alem hürmetine. Say ondokuzu. Al eline çık topuzu.
Ondokuz gün sonra Yunanistan’la harb başlamış ve pek kısa zamanda Yunanistan yenilmiş, ezilmiş bitmişti.
İltifatı da acaibti.
Hasan Baba bir gün sürücü beygirine biner, kocaman ayaklarında büyük yemeniler olduğu için ayakları üzengiye girmez. Aksaray’dan geçerken Valide Camii İmamı Ahmed Efendi ile karşılaşır. Ahmed Efendi:
Hasan Baba, ayakların yemenilerle üzengiye girmiyor. Yemenileri çıkar sürücüye ver. Yalnız çorap olursa ayakların üzengiye sığar, der.
Hasan Baba, dediğini yapar, Ahmed Efendi’ye
— İmam! Sende yıllanmış it aklı varmış, der.
Kazasker Muhittin Efendizade İsmet Molla merhum gayet titiz bir adamdı. O kadar ki evde sofraya oturmaz, yemeğini ayrı yerdi. Bir gün Molla bey’in canı paça yahnisi istemiş. Pişirmişler, ayrı sahanla önüne getirmişler, tam yiyeceği sırada kapı çalınmış. Hasan Baba girmiş:
— Molla, demiş, sen bugün paça pişirttin. Çoktandır canım istiyordu.
İsmet Molla, ister istemez:
— Buyurun Hasan Baba! demiş.
Karşılıklı sahanın başına geçmişler. O zaman elle yenildiği için Hasan Baba elle yemeğe başlamış, hatta arada bir lokma da İsmet Molla’ya uzatırmış. Bu fıkrayı dinleyenler Molla Bey’e sormuşlar:
— Ne yaptınız? yediniz mi?
— Eşşekler gibi yedim. Yemeyeyim de ne halt edeyim? Hem de Hasan Baba’yı kızdırmamak için ufacık bir iğrenme hareketi yapmamak şartıyle yedim. Meczublar yıkarlar, fakat yapamazlar, irşad vazifesi verilmez. Bazı meselelerde keşifleri ne ise olduğu gibi söylerler.
Salih Efendi’nin biraderinin hanımı rahatsızlanır, bir türlü iyi olamaz. Adamcağız mahzun bir halde yolda giderken Hasan Baba ile karşılaşır. Hasan Baba:
— Uzaktan! der, kurtulursun tuzaktan.. Ve ilave eder:
– Kurtulakaz topraktan… Hanım üç gün sonra vefat eder.
Hasan Baba’nın kerametler, saymakla bitmez, onlardan bazıları ;
Hasan Baba köpeklere: «Gelin!» diye emir verdiği vakit, civarda ne kadar köpek varsa akın akın huzuruna gelir, o da onlara kule ile ekmek getirir, doğrar ve yedirirmiş. Hiçbir köpek diğerinin yiyeceğine el uzatmazmış. Bir gün nasıl bir köpeğin ağzındaki lokmayı diğer bir köpek kapmış. Köpekçi Hasan Baba hemen köpeğin kulağını çekerek: ‘’Yolsuzsun, üç gün huzuruma çıkmayacaksın’’ diye tekdir etmiş. O vakit bu işe tesadüfen şahid olan oradaki sıra kasaplardan meraklı bir kasap da köpeğe boya ile derhal bir marka vurarak bakalım hakikaten üç gün bu köpek bu huzura gelmeyecek mi?” diye dikkat etmiş. Cezalı köpek hakikaten üç gün ağacın dibinde yatmış, diğer köpekler ekmeklerini yedikleri halde onların yanına dahi yaklaşmamış, nihayet dördüncü gün o da Hasan Baba’nın huzuruna çıkarak kısmetini almış.
Köpekçi Hasan Baba bir bayram günü Fatih Camiinde namazdan evvel elinde resimli bir (Aşık Garib) kitabı olduğu halde derse çıkıyor. Cami-i Şerif bembeyaz sarıklı, mükellef insanlarla dolu. Çıt yok… Hasan Baba ise elindeki Aşık Garip kitabının sahifelerini gayet ağır bir şekilde çeviriyor ve her çevirişde cemaatı nazariyle ince bir süzgeçden geçiriyor. Bu iş tam bir saat sürüyor. Nihayet kitabın son sahifesini de çevirdikten sonra yüksek sesle:
—Ey cemaat. Ders aşık karîbe okutulacaktı. Buradakiler ise hepsi garîb. Onun için ders yine gelecek seneye kaldı» diyerek bir fatiha çekiyor.
Hasan Baba’nın «karib» kelimesinden kasdettiği mana Hak’ka yakınlık, «garib» ise Hak’dan uzaklaşmaktır
İstanbul’daki azınlıklar bir kilise yaptırmak isterler. Fakat Sultandan bir türlü müsaade alamazlar. Mes’eleyi bir gün Köpekçi Hasan Baba’ya söylerler. Hasan Baba bir kağıda şu satırları yazar; ‘’Sultanım! Yaptırmazsan kiliseyi, darıltırsın İsa ile Musa’yı.»
Ve hemen ruhsat çıkar.
Hasan Baba’nın kabri Edimekapı Mısır Tarlası mezarlığında Kabrinin üzeri açık, etrafı 30 santim kadar duvarla çevrilidir. Başucunda iki, ayak ucunda bir olmak üzere üç adet kabir taşı vardır. Kabir taşındaki kitabede:
YAHU
Fatih Cami-i şerifi imamının arkasında Kırk yıl beş vakti eda eden meşhur Köpekçi demekle maruf kutbü’l-arifîn Hasan Efendi Hazretlerinin ruh-u şerifleri için El-Fatiha. Sene: 1315.
İstanbul – Fatih’de Tarihi Tahir Ağa caminin bahçesindedir. Esrar dede sokakta.
18. yüzyılda Uşşaki tarikatının Cemali kolunu kuran Cemaleddin Uşşaki, Eğrikapı’da kendi adıyla anılan tekkede postnişinlik yapmış ve burada Uşşakiliğin bir diğer önemli ismi olan Salahaddin Uşşaki‘yi yetiştirmiştir.
Hakkında fazla bilgi olmayan Salahaddin Uşşaki’nin doğum yerinin Balıkesir olduğu kabul edilir. 20’li yaşlarda İstanbul’a gelen Salahaddin Uşşaki, rüyasında İbnü ‘l Arabi’yi görmüş, bundan sonra keşfi açılmıştır. Eğitim için Mısır’a giden mutasavvıf, İstanbul’a dönüşünde Edirne’den tanıdığı Cemaleddin Uşşaki ile karşılaşmış ve ona biat etmiştir. 7 yıl süren tasavvufi eğitimin ardından şeyhinden hilafet almış.
Aynı zamanda Cemaleddin Uşşaki’nin müridi ve damadı olan şeyh, iki divan sahibi bir şairdir ve Türk şiirine Regaibiye’yi kazandırmıştır. Fatih ‘te, Haydar Mahallesi Esrar Dede Sokak’ta bulunan Tahir Ağa Tekkesi, Kapıcıbaşı Seyyid Mehmed Tahir Ağa tarafından 1760 yılında yaptırılmıştır. Salahaddin Uşşaki buraya padişah III. Mustafa tarafından tayin edilmiştir. Aslında kuruluşunda Nakşibendi tarikatına bağlı olan Tahir Ağa Tekkesi, Salahaddin Uşşaki’nin burada posta oturması ile Uşşakiliğin Salahi kolunun merkezi olmuştur.
Tekkenin özgün mimarisini günümüze kadar koruduğu belirtilir. Tekke semahanesi, 7.70×7 metre ölçüsündedir. Binanın güneybatı köşesinde şeyh odası vardır. Ahşap minaresine kadın mahfilinden geçilir. İstanbul’daki Halveti tekkelerinde az sayıda örneği görülen tahtavi (yeraltına yapılmış) çilehanelerden biri, Tahir Ağa Tekkesi’ndedir.Tekkenin haziresinde, şeyh Salahaddin Uşşaki’nin türbesi bulunur
İstanbul – Kocamustafa paşa’daki Ramazan Efendi camii avlusundadır.
Şeyh Ramazan Mahfi Efendi ,949/1542 senesinde Afyon’da dünyaya geldi. Ramazaneddin-i Mahfi diye tanınmıştır. Akli ve nakli ilimleri tamamlayarak devrin meşayıhından olan Halvetiyye-yi Ahmediyye Şeyhi Kasım Çelebi’den el almıştır. Şeyh Kasım Çelebi’nin vefatından sonra halifesi olan Şeyh Muhammed Muhyiddin Karahisarı’nin yanında seyr ü sülükunu tamamlamış ve onun halifesi olmuştur. Şeyh Ramazan Efendi, Şeyh Muhyiddin efendi’den aldığı hilafet ile 994/1586 yılında İstanbul’a gelmiştir. Sevenlerinden biri olan Bezzazzistan Kethudası Hüsrev çelebi tarafından Koca Mustafa Paşa da kendisi için bir tekke bina ettirmiştir.Hüsrev çelebi tekkeyi 994/1586 de Mimar Sinan’a yaptırmıştır. Şeyh Ramazan Efendi güzel ahlak sahibi bir zat idi. İlahi aşk yolunun saliklerine yol gösterir, insanların dertlerine çareler bulurdu.Rüyâ tâbirinde çok derin bilgilere sâhipti. Şeyh Ramazan Efendi ,’‘ Mahfi” mahlasından anlaşıldığı gibi kemalini gizleyen bir Allah dostudur. Hüseyin Vassaf’ın ifadesi ile ”tarik-i tesettür’‘ e meyyaldir. Bu nedenle zamanında gerekli şöhreti bulamamış , hayatı tafsilatlı olarak kaleme alınamamıştır. Ramazan Efendi son zamanlarında tekkesinde halktan uzak bir hayat yaşadı. Yetmiş altı yıllık ömrünün otuz iki yılını dergahta şeyhlik yaparak sürdürmüştür. 1025/1616 yılında vefat ederek tekkesinin avlusuna defnedilmiştir. Ölümüne ”Rıza-ı Pak” ”Eş-Şeyhül Mücahid” ” Kabetül Uşşak’‘ ” geçti Şeyh bugün” gibi tarihler düşülmüştür. Ramazan Efendi vefatından sonra birçok halife bırakmıştır.
Şu beyit meşhurdur ;
Mahfi bugünü gözleyip Girdi yola aşk özleyip Aşıkların cem eyleyip Gitsin bugün hu hu deyu
Tasavvufla ilgili de şu sözü meşhurdur;
Tasavvuf kimse gönlün yıkmamaktır Haram ve nehyi olana bakmamaktır
Menkıbeleri ;
…..Sünbül Efendinin, Ramazan Efendi hakkında gösterdiği kerâmet şöyle anlatılır: “Ramazan Efendinin dergâhının olduğu yer önceleri bahçe idi. Bir gün Sünbül Efendi buradan geçerken, dergâhın bulunduğu yerde oturarak; “Buradan tevhîd kokusu geliyor.” buyurdu. Hâlbuki Ramazan Efendi daha doğmamıştı. Fakat daha sonra İstanbul’a gelen Ramazan Efendi buraya gelip yerleşti ve insanlara doğru yolu gösterdi.”
……..Zamânın vezirlerinden Mahmûd Paşa, Ramazan Efendiye bağlı olanlardan idi. Vezirliği bırakarak, tasavvufa yönelip, bu bağlılığı devâm ettirmek istiyordu. Bir gün Sadrâzam Yemişçi Hasan Paşanın elinden kaçıp, Ramazan Efendiye sığınmıştı. Sadrâzam onun, Ramazan Efendinin dergâhında gizlendiğini öğrenince, adam gönderip, oradan almalarını emretti. Fakat Ramazan Efendi, Mahmûd Paşayı teslim etmedi. Bir gün Sadrâzam bizzat kendisi gelip, vezîri teslim almak isteyince, Ramazan Efendi; “Bizim dergâhımızda paşa yoktur. Cümlesi derviştir. İsterseniz gelsinler, görünüz, hangisi Mahmûd Paşa ise alınız.” dedikten sonra, dervişleri çağırdı. Mahmûd Paşa onların arasında aba giymiş olarak bulunuyordu.Hasan Paşa onu bu hâlde görünce, işte budur demeye gücü yetmedi ve oradan ayrılıp gitti.”
Hazret-i Mustafa Haki
Tarik-ı Hakda muktedamızdır
Gubar-ı kadem-i paki
Çeşm-i im’ane tutiyamızdır
Nasibli canlara ta’ki
Menba-ı feyz-penahımızdır.
Muhib olanlar Nazmi
Dünya vü ukba bahtiyarandır.
Tamiri 15 Zilkade 1425
Ketebehu Mahmud
İstanbul – Fatih camii kıble tarafındaki hazirede.
Mustafa Haki Efendi Hazretlerinin (k.s.) Silsile-i ŞerifiTokat velîlerinden. Doğum târihi belli değildir. 1920 (H.1338) de İstanbul’da vefât etti. Kabri Fâtih Câmii bahçesinde, Gazi OsmanPaşa türbesine yakındır. Sık sık ziyâret edilmektedir. İlmi, ahlâkı, tevâzuu Tokat, Çorum, Sivas, Amasya ve Yozgat’ta dilden dile anlatılmaktadır. Aynı zamanda Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin yeğenidir.
Mustafa Hâki Efendi, ilk tahsilini Tokat’ta yaptıktan sonra, Çorum Şeyhi Şîranlı Mustafa Efendiye talebe olup icâzet aldı. Sonra Tokat’a dönüp, talebe yetiştirmeye başladı. Dergahı hak âşıkları, ilim tâlipleri ile dolup taşardı. Yetiştirdiği talebeleri, arasında en meşhuru Sivaslı Mustafa Tâkî’dir. Mustafa Tâkî Efendi vefât edince bâzıları; “İlim üç Mustafa ile gitti. Bunlar Çorum Şeyhi Şîranlı Mustafa, Mustafa Hâki ve Sivaslı Mustafa Tâkî’dir.” demişlerdir
Mustafa Hâki Efendi, 1908’de ikinci Meşrûtiyetin ilânı sebebiyle yapılan seçimde devrin ileri gelenlerinin arzûsuyla Tokat mebûsu oldu. Ancak ittihatçıların ve gayr-i müslimlerin oyları ile mebusluğu düşürüldü veİstanbul’da mecbûri ikâmete tâbi tutuldu. Kendisine Çarşamba’daki Mustafa İsmet Efendi dergâhı verildi ve vefâtına kadar burada kaldı.
Mustafâ Hâki Efendinin oğlu Behâeddîn Efendi, dînî ilimlerin yanında Eczâcılık mektebini bitirmiş, siyâsî olaylara karışmamak için Türkiye’den ayrılıp önce Medîne’ye gitmiş orada 27 sene ders okutmuş sonrada Şam’a geçmiştir. Torunları zaman zaman Tokat’a gelip akrabâlarını ziyâret etmektedirler.
Mustafa Hâki Efendinin sözleri ve kerâmetleri halk arasında anlatılmaktadır. Bunlardan bâzıları şöyledir:
Mustafa Hâki hazretleri Samsun’a geldiği bir günde misâfir kaldığı evde ikram edilen meyveyi yerken buyurur ki: “Bu gece dünyâya bir oğlum gelse gerektir.” Tokat’a gelindiğinde görülür ki sözün söylendiği o saatte Behâeddîn Efendi dünyâya gelmiştir.
Mustafa Hâki hazretleri sohbetlerde umumiyetle Eshâb-ı kirâm sevgisinden bahseder, Eshâb-ı kirâm sohbet ile yükseldi. Eshâb-ı kirâm dîni bildirenlerdir. Eshâb-ı kirâma dil uzatan, dîni yıkar. Eshâb-ı kirâmın îmânda ayrılıkları yoktur. Hepsi bütün velîlerden üstündür.
İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak ve tasavvuf yolunda ilerlemektir.
İslâmın temeli; Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine inanmak ve yapmaktır.
Nasihat istiyen birisine buyurdu ki: “Müslüman temiz toprağa benzer. Temiz toprağa her şey atılır. Hakaret görebilir, eziyet görebilir, cefaya uğrayabilir. Lâkin ondan hep güzel temiz faydalı şeyler çıkar. Müminin, insanları ayırmadan, hepsine aynı şekilde davranması ve güzel ahlâklı olması lâzımdır.”
Kerâmet hakkında da; “Bir kimsenin havada uçtuğunu suyun üzerinde yürüdüğünü görseniz, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktaki hassasiyetine bakınız. Şâyet bu tam ise ona uyabilirsiniz. Eğer emir ve yasaklarda gevşeklik varsa hemen ondan uzaklaşınız. Çünkü zararı dokunur.” derdi.
Vefâtı sebebiyle yazılan mersiyeden bir bölüm:
Hicrânda koydun bizleri ey Mürşîd-i ebcel
Nâkısları kim eyleyecek kâmil ü ekmel
Destine yapışdık ebedî bir habl-i metîne
Çekdin elini nâkıs olan düşdi zemîne
Eyvâh geçirdik dem-i fırsatları eyvâh
Allaha ulaştırıcı sohbetleri eyvâh
Feyz-i nazarın mürdeleri eyledi ihyâ
Bu seng-dil Âdemliğini bulmadı hâlâ
Sen bizleri cezb eder idin arş-ı berîne
Biz kendimizi attırırız zîr-i zemîne
Hayfâ o nezâfet o zerâfet, o cemâl
Cem’ olmış idi sende hemân cümle kemâlât
El-Bakî
E’azım-ı meşayih-i Nakşbendiyye-i Halidiyyeden İsmetullah Efendi Dergahı Postnişîni Tokadî es-Seyyîd el-Hac Mustafa Hakî Efendi Hazretleri’nin aram-gah-ı ebedîsidır. Fî 23 Rebî’ü’l-ahir 1338 ve fî 15 kanün-ı sanî 1336
Ebedî olan (Allah)
Nakşibendiyye tarîkati’nin Halidiyye kolunun büyük şeyhlerinden Ismetullah Efendi Dersahı Postnişîni Tokatlı Seyyid Hacı Mustafa Hakî Efendi Hazretleri’nin ebedî dinlenme yeridir.
15 Ocak 1920
Hazret-i Mustafa Hakî Tarîk-ı Hakda muktedamızdır. Gubar-ı kadem-i paki Çeşm-i im’ane tütiyamızdır Nasîbli canlara ta ki Menba-ı feyz-penahımızdır Muhib olanlar Nazmî Dünya vü ukba bahtiyarandır. Ta’mîri 15 Zî’l-ka’de 1425 Ketebehu Mahmud.
Hak yolunda rehberimiz Mustafa Hakî Hazretleri’ dir. (Onun) Temiz ayasının tozu söz pınarlanna sürmemizdir, (O) Nasibi olan kişilere feyiz kaynağıdır. Ey Nazmî, onu sevenler: “Dünyada ve ahirette talihlilerdendir.” Onarımı 27 Aralık 2004 (Hattat) Mahmud (Şahin) yazdı.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
İç Anadolu Evliyaları , Türkiye Gazetesi [/toggle]
İstanbul – Fatih camii kıble tarafındaki hazirede Fatih Sultan Süleyman Hanın hemen karşısında duvar dibindedir
Osmanlının son devrinde yetişmiş, veli ve alimlerdendir. Fatih camiinde cuma günleri vaaz ve irşadda bulunan ve Necat’ül Müminin ( Müminlerin kurtuluşu) adlı meşhur ilmihal kitabının yazarı olup başka eserleride vardır.
Kabir taşı ;
Fatih Cami-i şerîfinde / Cum’a günleri va’iz, / “Meclis-i” İrşadiyye” / ve “Necatü’l-mü’minîn” ve sair / risalelerin mü’ellifi, / meşhur ulema-yı kiramdan, / fazîletlü Oflu el Hac / Mehmed Emîn Efendi’nin kabridir. / El-Fatiha 1319
Fatih Camii’n de Cuma günleri vaaz eden, “Meclis İrşadiye” ve “Necatü’l-Müminîn” isimli kitaplar yazmış olan ve meşhur din bilginlerinden, erdemli Oflu Hacı Mehmed Emin Efendi’nin mezarıdır. Fatiha 1901
Allah’ın emanetlerini taşıyan, insana mahsus makamları kendinde toplamış, Allah yolunda olanların yol göstericisi, Halvetîyye’nin Şabaniyye kolundan Hacı Ahmed Amiş Hazretleri’nin -Allah sırrını mukaddes kılsın- şerefli ruhu için Fatiha.
O, ebedîdir. Tek ve benzersiz yol gösterici Ahmed Hazretleri’nin temiz ruhuna (layık) yüce makam ilahî arşın gölgesidir, Allah’a kavuşanların yücesi ve velîlik feyzinin kaynasıdır. Bir’liğin sırrı temiz yüzünde görülürdü. Şaban-ı Velî yolunda zamanının en mükemmeli olup, hal ehline bir çok zaman irfan kıblesiydi. Ah! (Amiş), ilahî vahdet alemine yükseldi. Sonsuzluğun tecellî nurları içinde görünmez oldu. Onun yüzünün nurları kalbime neşe saçtıkça, önümde ölümsüzlük zevkinin şevkleri parlıyor. Bir’ligin cezbesiyle Sami tam tarih (ebced çeşidi) söyledim: “Cihanın biricik pîri Allah’ın cemalini seyredeceği gül bahçesine gitti.”
1942 yılında Rize’de Yakup (ö.1972) ile Hamdiye (ö.1999) çiftinden dünyaya gelen Hızır Ali Muratoğlu, ilk ve orta tahsilini Rize’de tamamladı. O yıllarda insanlar şiddetli geçim sıkıntısı çektiği için Ramazan ayı yaklaşınca aileside aynı zorlukları iyice hissetmeye başladılar. Rize’nin zengin ve hayırsever eşrafından birisi Ramazan ayının ilk gecesi kendilerine yetecek kadar erzak yardımında bulununca epeyce rahatlarlar. Bundan birkaç gün sonra dünyaya gelen bebeğe bu sebepden dolayı annesi Hızır ismini koyar. Küçük yaşlardan itibaren arkadaşları ve kardeşleri arasında dini hassasiyeti ile temeyyüz etmiş ve daha o günlerden itibaren molla lakabını alır.
Balıkçılıkla uğraşan babası mert ve cömert bi insandı. Namazını aksatmaz ve çocuklarınıda yaz aylarında Kur’an kursuna yollardı. Mahalle camisinin imamı Mahmut Hoca Efendi onda farklı bir hal olduğunu söyler ve küçük Hızır’la yakından ilgilenirdi. Annesinin küçük Hızır’ı yıkamak için hazırladığı suyu görünce ”Anneciğim cehennemde böyle sıcak mı olacak?” diyerek düşünce iklimindeki kıvamı izhar ederdi. Temizlik, düzen ve tertipli olmak hususunda çevresinin dikkatini çekecek derecede ileri seviyedeydi. Üç erkek iki kız toplam beş kardeş arasında en sevilen çocuktu.
Liseyi başarıyla tamamladıktan sonra Tıp Fakültesinde okuyup doktor olması için ailesi kendini İstanbul’a gönderir. O yıllarda her üniversite kendi yaptığı imtihanla talebe alırdı. Bindiği otobüs arızalanıp Tıp Fakültesine kayıt yaptıramayınca Edebiyat Eakültesi’nin Arapça-Farsça Bölümü’ne başlar. Kocamustafapaşa’da Sarıgüzel Korkutata sokak’ta ikamet ederken İmam-ı Azam Nuri Efendi’nin görev yaptığı Gül camisine gider gelirdi.
Birgün Nuri Efendi’ye gelerek kendisinden Arapça dersi almak istediğini söyler. Nuri Efendi de kendisine, ”sen bana okul derslerinde yardımcı olursan bende sana arapça okuturum” diye cevap verir. Bu sayede Nuri Efendi vasıtasıyla İsmailağa Camisi İmam hatibi müstakbel şeyhi ve kayın pederi Mahmut Efendi Hazretleri (k.s.) ile tanışır. Bu arada ”kırk gün sabah namazını Fatih Camisi’nde kılan Hızır’ı görür” sözüne binaen sabah namazlarını Fatih camisi’nde kılmaya başlar. Kırkıncı gün sünneti kılıp farzı beklerken birisi omzuna dokunup ”Aradığın Hızır İsmailağa camisi’nde” diyerek kaybolur.
Bu tanışmadan sonra aradığı güneşi yanı başında bulmanın sevinci ile üniversiteyi ihmal ederek Hoca efendinin sohbetlerine devam eder. ”Üniversitede en çok hoşuma giden koridorda cübbemi yere serip şalvar ve sarığımla namaza durduğumda, insanların bana gülüp geçmeleriydi.” dediği günleri geride bırakıp kendini tamamen Tekke’ye verince, ilmen ve manen tekamülü çok kısa sürede herkesin dikkatini çeker. Bu terakkisi bazılarını gıptaya, bazılarını şaşkınlığa, bazılarınıda kıskançlığa sevk eder.
Hızır Efendi’nin seyr-u sülük yolundaki mahareti teslimiyetinin bir meyvesi idi. Efendi Hazretleri’nin Müritlerinden biri şöyle anlatıyor: ”Hızır Efendi’nin çok kısa sürede hepimizi geçmesi ve Efendi Hazreleri’ne bizden yakın oluşu beni rahatsız etmişti. Bir gece rüyamda Efendi Hazretleri’ni elinde bir bıçak olduğu halde bize şöyle derken gördüm. ”Hazırlanın! ikinizi de (Hızır Hoca ve ben) biraz sonra keseceğim.” Kesmek için bıçağı bilerken ilk olarak bana işaret etti. Ben ona doğru giderken; ”Yahu insan kesmek İslamın neresinde var? tarikatta böyle şey olurmu? Bu da nereden çıktı?” diyerek yanına vardım başımı uzattım. Tam bıçağı uzatınca hemen kaçıp bir duvarın arkasına gizlendim. Daha sonra Hızır Efendi’ye işaret buyurdular. Hızır Efendi tebessümle gelek başını Şeyh’inin önüne koydu. Bıçak boynunu kestiği halde tebessümü devam ediyordu. Bu rüyayı gördüğüm gecenin sabahı Hızır Efendi’nin camisine gittim; elini öpüp helallik istedim.
EFENDİ HAZRELERİ’NİN DAMADI OLUŞU
”yürü kim meydan senindir bu gece” saday-ı lahutisinin muhatabı olmuşçasına günlerini tekkede ilim ve ibadetle geçirirdi. İsmailağa camii şerifinde rahlenin başında ders müteala ederken Şeyhi Mahmut Efendi Hazretleri gelip kendisine; ”Hızır Hoca kızımı sana veriyorum der ve ayrılır. Beklenmeyen bu büyük nimet karşısında secdeye kapanarak sevinç gözyaşları döker. Yıllar sonra bu hadiseyi hatırladıkça duygulanır ve ilk günün heyecanıyla; ”Ben kainatın en şanslı insanıyım” derdi. ”Niye hocam?” denildiğinde, ”Allah beni müslüman yaptı, en büyük peygamberin ümmetiyim, en büyük mezhep olan İmam-ı Azamın mezhebindeyim ve Nakşi tarikatını en tavizsiz yaşıyan zatın damadıyım.” buyururdu.
26 yaşında 1968’de Fatma hanımla gerçekleşen evliliğinden Ali Haydar(d.1981) ve Aişe(d.1988) isminde iki evladı dünyaya geldi. İlk çocuğu dünyaya geldiği sene bazı hoca efendilerle (Selahattin Hoca, Abdulmetin Hoca vs..) hocaefendilerle emr-i b’il-maruf maksadı ile sefere çıktılar. yolda her gördüğü sevimli çocuğa hatta kediye, kuzuya Ali Haydar diye seslenmesi Selahattin Hoca’nın dikkatini çeker ve ona ”Hocam Ali Haydar’da fani oldunuz galiba. Her gördüğünüze Ali Haydar diye sesleniyorsunuz” deyince, Hızır Efendi; ”Yakup (A.S) Yusufum! diyerek gözlerini yitirdi!” cevabıyla evlat sevgisinin şer’i mesnedine dikkat işaret buyurdular.
BENİ KABİRDE BİZZAT ALLAH KARŞILADI
Cemaatin her türlü irşat ve tedris hizmeti ile meşgul olurken 1991 yılında Çukurbostan Cami’sinde imamlık vazifesine başlar. Şeyhinin bulunmadığı yada hasta olduğu zamanlarda onun yerine sohbet ederek cemaati teselli ederdi. Bu çalışmalar yoğun bir şekilde devam ederken ”şeyhimin emaneti” dediği hanımı ağır bir rahatsızlığa yakalanır. Ömrünün sonuna kadar farklı yoğunlukta devam eden bu hastalık hali, evin hanımının ve çocuklarının bütün hizmetlerini de Hızır Hocanın omuzlarına yıkar. ”Allah’ımın bana bir imtihanıdır, biz bu hizmeti seve seve yapıyoruz” dediği bu mesuliyeti, iki yıl gibi uzun bir zaman onu camii hizmetinden uzak bırakır. Hasta eşinin hizmetine giderken hiçbir olumsuzluk belirtisi göstermeden; ”Nereye hocam?” diyenlere ”Efendimin parçasının yanına gidiyorum” diyerek cevap verirdi. Vefakar ve fedakar oluşunun karşılığını fazlasıyla alan Hızır Efendi’yi şehadetinden sonra bir dostu mana aleminde görür. Ay gibi parlayan yüzü ile gayet mutlu görünen Hızır Efendi’ye sorar.
”Nasılsın hocam? Allah sana nasıl muamele etti?”
Hızır Efendi:
”Hasta olan hanımıma hizmet ettiğim için kabre konulduğum zaman beni bizzat Allah karşıladı” buyurur.
İmamlığı esnasında halkın seviyesine inerek sevecen, güler yüzlü, şakacı ve etkileyici üslubuyla kısa zamanda çevresinde bulunanların hayranlığına sebap olur. Sevenlerine hem dünya hem ahiret hususunda yaptığı konuşmalarıyla Çukurbostan camisi cemaati hızla artar. Cemaat camiye sığmamaya başlayınca caminin genişletilmesi kararı alınır. Kendi elleriyle çizdiği cami projesini kendi elleriyle inşa ederken arkadaşlarından birisi ilave bölümün dikdörtgen olmasında ısrar etmesine rağmen Hızır Efendi camiyi girintili çıkıntılı yaptırır. Buna gerekçe olarak da ‘Tarikat ehli dervişler camide kuytu köşeler ararlar.’ buyurur.
Cami inşaatı tamamlanınca örülen duvarların uzunluğunu bizzat kendisi ölçer. Yevmiyesini almak için gelen ustaya kaç metre duvar ördüğünü sorunca; kırk metre kare cevabını alır. Hızır Efendi, tekrar ölçmesi için gönderdiği ustadan tekrar aynı cevabı alır. Hocanın ölçümüne göre 47 metre kare çıkan hesap usta tarafındanda doğrulanınca işçinin hakkı eksiksiz verilmiş olur. Bursa Ulu Camii’sinde olduğu gibi, kendisinin görev yaptığı camiidede su sesinin olmasını arzuladığı için iç kısma bir havuz yaptırır, hatta içine balıkta koyar. Bahçesini kendi elleriyle diktiği güllerle süsler ve her gün bakımınıda ihmal etmeden yerine getirir.
Bir gün yeğenlerinden birisi güllerden birini eliyle tutup kendine çekerek koklamak isteyince; ”Dur gül öyle koklanmaz.”diyerek, Peygamber Efendimizin rumuzu olan gülü iki avucunun içine aldılar ve eğilip koklayarak güle yakışan ince edebe işaret buyurdular. Yakınlarından bir hafıza; ”Hafızlık icazetini bana ver bende sana diplomamı vereyim.” diyerek Kur’an hıfzına olan özlemini ifade eden Hızır Efendi, günde bir ayet ezberleyerek hafızlığını tamamlamaya çalışırdı. Eline tespihini alıp zikretmeye başladığında görenleri özendirecek şekilde zevkle zikrederdi. Şeyhinin ”Bu yolda kendini gizle.”tenbihine sadık kalarak manevi hallerini bir sır gibi saklar etrafındakilere kendini sıradan bir hoca olarak tanıtmasını iyi becerirdi. Bu sebeple üstadı bir gün şöyle buyurdu; ”Bu kapıda bazı hocalar manevi hallerini gizlemeyip aşikar ettikleri için müritlerimizle bizim aramızda perde olmuş ve bir çok ihvanın kaybedilmesine sebep olmuştur. Hızır Efendi ise ihvan ile aramızda köprü olup bir çoklarının kazanılmasına vesile olmuştur.”
Bazılarının Efendi Hazretlerinden sonra kendisini şeyhliğe namzet görmelerinden çok rahatsızlık duyar ve her vakit şeyhinden önce ve onun elleriyle kabre konulma arzusunu ifade ederdi. Cuma hutbelerinde ve son yaptığı hacda cemaatin huzurunda ”tavizsiz yaşayan zaatın(Mahmut Efendi Hazretleri) sohbetinden sonra ruhumu al ya Rab” diyerek dua ederdi.
İrşat maksadı ile zaman zaman yurt dışına da (Azarbaycan, Almanya, İran)giden Hoca Efendi, Almanya’ya gittiğinde büyük bir coşku ile karşılanır.Gür sakalı , beyaz sarığı ve temiz giyinişi ile temsil ettiği İslam’a Almanlar’da hayran olur. Sohbet ilanı için gazeteye yazılan ”Efendi Hazretleri’nin damadı ve vekili” cümlesindeki ”vekil” sözüne razı olmayıp silinmesini tenbih eder. Misafir kaldığı evde yatağının hiç bozulmaması hane sahibine ”Ya hiç uyumuyor yahut yatağını kendi elleri ile düzeltiyor” dedirtirdi. Ayrılacağı gün ev sahibinden iki zarf ister ve gizlice üçyüzmarkı zarfın içine koyarak ”Efendi Hazretlerinin kerimesinin hediyesi” yazarak bir kenara bırakır. Hocaları hep alan ve isteyen olarak tanıyan ev sahipleri hiç beklemediği bu davranış karşısında şaşırır.
Şaka ve latifeyi şeriatın sevilmesi ve öğrenilmesi için ustalıkla kullanan Hızır Efendi, etrafındakileri söz ve hareketleri ile sık sık güldürürdü. Zengin birinin kendini çok cömert olarak anlattığı bir mecliste, Hızır efendi gizlice kalkıp bir çarşaf giyerek geri döner ve o zenginden yardım ister. Zengin, dilenci kılığındaki şahsı yanından kovup ona bir ekmek parası bile vermeyince Hızır Efendi üzerindeki çarşafı çıkarıp ”sen bir dilenciye ekmek parası bile vermiyorsun, nasıl cömert olabilirsin?” der. Cami cemaatinden Berber Orhan Abi diye bilinen birisi bayram yaklaşınca cemaate gelmeyi bırakmıştı. Camide asılı duran gri bi cübbesi vardı, namaz kılarken onu giyerdi. hızır efendi çok hisli bir insandı. Hemen şu şiiri yazıp Orhan Abi’nin cübbesinin cebine koydu:
Ey sahipsiz garip cübbe,
Terkedildin yalnız ipte.
Sahibin on gündür traş ediyor,
Sayılı günler gelip geçiyor.
Unultuldun bayram parası için,
Asılı kaldın bu dostluk ne biçim.
Bu manada daha devamıda olan bu şiiri Orhan Abi cüzdanında saklar ne zaman okusa ağlardı.
ÇİĞ KÖFTE CEMAATİ
Cematten 5-6 kişi onu bir gece çiğ köfte yemeye davet etti. Onlar evde hazırlık yaparken yatsı ezanı okundu, ancak onlar hazırlıkları bitirelim diye cemaate gitmediler. Hızır Efendi camide namazı bitirip geldiğinde bu arkadaşlar namaza durmuşlardı. Hızır Hoca sessizce çiğköfte tepsisini alarak sokağa çıktı ve camiden çıkan cemaate dağıtmaya başladı. ”Cemaatimden altı kişi çiğ köfte cemaatidir, onların ikramıdır”diyerek herkese dağıttıktan sonra eve döndüler. Çoğu dağıtıldığı halde geri kalanlara da yetecek kadar bereketli olmuştu. Şehadetinden iki ay önce hutbede üç hafta üstüste şunu anlatmıştı. Rasul (s.av) buyurdular:
” Bir hanımın efendisi vefat edip arkasında iki veya üç yetim kalırsa, o hanım yetimlerini yetiştirmek için saçlarını beyazlatırsa cennette benimle beraberdir.”
Bunu anlatır sonrada hüngür hüngür ağlardı.
EY BALIKLAR! REİSİNİZ KİM?
Zuhurat ve keramete hiç kıymet vermediği halde lüzumunda salahiyetini ortaya koyardı. Malatya’nın Darende ilçesinde emr-i bil-maruf için gittiklerinde, bir havuz kenarında istirahat ediyorlardı. Abdulmetin hoca şakayla karışık Hızır Efendi’ye havuzdaki balıkları göstererek;
__ Hocam sen bizim kafile reisimizsin! Şu balıkların da bir reisi olmalı. Ona seslensenizde yanımıza gelse! dedi.
Hızır Efendi ısrara dayanamayıp balıklara;
__ Ey balıklar! Ben Mahmut Efendi Hazretleri’nin damadı Hızır Şu anda ben bu cemaatin reisiyim. Sizinde reisiniz kimse çıksın şuracıkta önümüze gelsin, diye seslendi.
O anda arkalardan büyükçe bir balık çıkıp öne doğru gelip başını sudan çıkarıp Hızır Efendi’ye bakmaya bakmaya başladı. Bu manzara karşısında cemaat hayrete düşmüş, Hızır efendi ise mahcup duruşu ile tebessüm ediyordu.
Dinin temizlik olduğunu kendine has bir uslüpla ihsas ettiren Hızır Efendi sabunla elini yıkadığında sabunu da yıkar yerine koyardı. Cemaatine de, ”lavaboda ağzınızı çalkaladığınızda çalkaldığınız suyu yutun ki yemek kırıntıları lavaboya dökülmesin” buyururdu.
VEFATI (şehadeti)
Birçokların cefasına katlanmayı, terk etmekten daha hafif gördüğü dünya, onun gözünde bir bedenin sığacağı mezardan ibaretti. Şehitlik mezarlığında bir mezarı olmadığı için üzüldüğünden bu dünyada gam çektiği başka birşeyi yoktu. Sonunda çok istediği şehitliği de, mezarıda genç yaşında elde etmiş, giderken geride bıraktığı sevdiklerine, bağlı bulunduğu asil yolun mensubuna neler bahşaettiğini öğreten temiz bir hayat hediye etmiştir.
Şeriatı tavizsiz yaşayan zatın Pazar sohbetini dalgın dalgın dinledikten sonra kendisine vaad edilen şehadet rütbesini almak için İsmailağa Camii Şerifine gelir. İhvanın ders ve dertlerini dinledikten sonra Duha namazını kılmak için kıbleye döner ve müminin miracı olan son namazına durur. Kulun Mevla’ya en yakın olduğu o esnada, insanlığın en uzağında olan hain eller vucüduna yedi el ateş eder. Kanlar içinde vücudu yere yığılırken bütün şanlar ve şerefler huzurunda selam duracak şekilde başı göğe erer.
Sema ehli, sofralarında onada yer ayırırken Muhammed ümmeti bir hüzün yılını daha yaşar. Ertesi gün Fatih Camisi yüz binlerin gözyaşlarına şahit olur. Sessizliğin en büyük ses, yalnızlığın en büyük dost olduğu hicran gününde eller onu diri diri toprağa gömmeyip başlarına taç edinirler. Vefat ettiğinde Sakızağacı Şehitlik Mezarlığı’na defnedilme arzusu, sevenlerinden birinin (Fevzi Başak’ın) kendi yerini bu şehide bağışlamasıyla yerine gelir. Takvimler 17 mayıs 1998’den itibaren yeni bir not düşerler sayfalarına: 36. Nakşi Şeyhi Mahmut Efendi’nin damadı 55 yaşında İsmailağa Cami-i Şerifinde şehit edilmiştir. Rasul (s.a.v.)e her yönüyle benzeyen Efendi Hazretleri(k.s) damadı da Hazret-i Ali (r.a) benzer şekilde terki diyar eylemiştir. Şehitler kendileri için yaşamazlar ve hiç ağlamazlar kendi acılarına. Bir damla rahmet için gözyaşlarına boğulan, tavaf ile mamur olan gönül kabelerini handan etmek için gelirler. Ve ”yaklaşıyor yaklaşmakta olan” diye haykırarak gam ordusuna katılıp giderler aşk otağına.
SİLSİLEDE İSMİ OKUNSUN
Şehadetinden birkaç ay sonra Şeyhi Mahmut Efendi Hazretleri Buhara’da Şah-ı Nakşibend Hazretlerini ziyaret eder. Manada zuhur eden şah-ı nakşibend hazretleri, ”Hızır Efendi’nin ismi silsile-i şerifde okunsun” tenbihinde bulunurlar. Kısacık bir ömrü bu meydan-ı hakikatte ebediyyet kesbine muvaffak kılan Hızır Efendi’ye Cenabı Hak’tan sonsuzluğun en büyük ikramlarına nail olmasını temenni ederiz.
Kaynak ;http://www.ismailaga.com.tr/hizir-ali-muratoglu-hoca-efendinin-hayati.html