Şeyh Muhammed Zafir Efendi (k.s.)

İstanbul -Beşiktaş’da Barbaros caddesi üzerinde bulunan ertuğrul tekkesi camii’nin hemen önünde

Bursa – Emir Sultan Kabristanında

Şeyh Zafir Efendinin doğum tarihi 1828 olup doğum yeri Trablusgarb’ın Mısrata beldesidir. Babası Muhammed Hasan Zafîr el-Medenidir. Annesi ise Kamer Hanımdır. Zafir Efendi ilk bilgileri babasından aldı. Gençliği doğum yeri Mısrata’da geçti. Yirmi yaşlarında doğum yerinden ayrılarak Tunus ve Cezayir’den sonra Mısır’a geçti. Oradan da Medine’ye gitti. Burada eğitimini tamamladı, birçok ilim meclislerinde bulundu, bilgin ve bilge kişilerin sohbetlerine katıldı ve tekrar memleketi Trablusgarb’a döndü.

Kendi babasından Şazeli tarikatının medeni kolunun halifeliğini aldı. Şeyh uzun bir süre burada yaşadı. Daha önceleri İstanbul’a gelen kardeşi Hamza Zafir’in çağrısı üzerine 1870 yılında o da kardeşinin bu davetine uyarak İstanbul’a geldi. Unkapanı yakınlarında kendisine tahsis edilen bir yerde sohbetlere başlamıştır. Bu arada evlenmiş, bir ara memleketine gitmiş ve ayrıca bir süre de Medine’de inzivaya çekilmiştir.

Şazeliye tarikatı 

Ebu’l Hasan Takiyüddin Ali bin Abdullahü’ş-Şazeli ( doğumu miladi 1197 Şazile-Tunus, vefatı 1238 Humaysıra- Mısır ) tarafından kurulmuştur. Şeyh Zafîr Efendi de birçok kolları olan bu tarikatın medeni koluna bağlıdır. Tarikatın diğer tarikatlar gibi katı kuralları yoktur. Geçmişte Kuzey Afrika’nın büyük bölümünde etkili olmuş olan tarikatın bugün Avrupa ve özellikle Fransa’da etkileri görülmektedir. Genelde ilkeleri üç başlık altında toplanabilir. Bunlar: a- Allah’tan korkmak, ona teslim olmak ve ona sığınmak b- Tüm davranışlarımız ve sözlerimizde Peygamberimizin sünnetine uymak, c- iyi ve kötü durumlarda insanlardan bir şeyler istememek, beklememek.

Sultan II. Abdülhamit 1876 tarihinde tahta çıktığı zaman, ülkesinde bulunan Şeyh Zafir Efendi tekrar İstanbul’a davet edilmiştir. Bu gelişlerinde şimdiki dergahı yapılana kadar Yıldız Camii’nde sohbetlerde ve irşat faaliyetlerinde bulunmuştur. 1887 yılında Ertuğrul tekkesi onun adına yaptırılmıştır. Bu yapıya cami, tevhidhane, misafirhane ve selamlık gibi gerekli bölümler de eklenmiş ve bu Şazeli tarikatının Osmanlı coğrafyasında ilk tekkesi olmuştur.

Şeyh Zafır Efendi, Sultan II. Abdülhamit’in iltifat ve ihsanlarına nail olmuştur. Sultan’ın da onun bağlıları arasında olduğu bilinmektedir.

Şeyh Efendi, 1903’ün Eylül ayına denk gelen 1321 Recep ayının ilk cuma gecesi, Regaib kandilinde vefat etmişlerdir.

Şeyh bilgin ve olgun, erdemli ve bilge bir kişiydi. Sarayda başta sultan olmak üzere, herkesin saygı ve sevgisini kazanmış saygın biriydi. Sarayla ve devletin ileri gelenleri ile arada bir mesafe bırakır, konuşma ve davranışlarına özen gösterirdi. Hiçbir zaman ince hesaplar içinde olmamış ve sultanın itibarını hiçbir biçimde kullanmamıştır.

Eserleri:

1-Envarü’l Kudsiye.., Bu, şeyhin önemli bir eseridir ve Arapça yazılmıştır. Onun sağlığında üç baskı yapmış olan kitapta tarikat bilgileri ve ileri gelenleri ile zikrin faziletleri, tasavvuf terimleri, Şazeli tarikatı ve Medeniye kolu gibi konularda bilgiler vermiş ve sonunda da Sultan Abdülhamit Han hakkında bir dua eklenmiştir.

2-Nürü’s-Satı ve’l Burhinü’l-Katı…, Bu kitap tarikat bağlılarına verilmesi gereken bilgileri, zikir konularını ve tarikat karşıtlarına verilen yanıtları içermektedir.

3-Vazifetü’z- Zafîriye, Bunda tarikat konuşanda yapılması gereken görevlerden söz edilmektedir.

4-Akrabü’l Vesail…, Tarikatlarla ilgili başkaları tarafından kaleme alınmış yazılardan oluşmaktadır.

CAMİİ ve TÜRBESİ

Camii:

Cami, Sultan II. Abdülhamit tarafından İtalyan bir mimara yaptırılmıştır. Aslında bir külliye olan camiden bugün arta kalan yalnızca bir türbe, çeşme ve camidir. Cami-tevhidhane ve selamlığı içinde barındıran asıl bina Şeyh Zafir adına; harem ve misafirhane binalarıyla birlikte ancak 1885 yılında tamamlanmıştır. Cami fevkani ve tahtani bir yapıdır. Şeyhin 1903 yılında vefat etmesi üzerine, 1906 senesinde de bir türbe, bir kitaplık ve ayrıca bir de çeşme yapılmıştır. Caminin inşasının denetiminde Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa görevlendirilmiştir. Cami bizzat sultanın kendi parası ile yapılmış ve hatta o günkü para ile 821479 kuruş harcandığı kayıtlara geçmiştir.

Cami-tevhidhane ile selamlık birimlerini ve hünkar dairesini barındıran ana bina iki katlı ve ahşap iskeletli bir binadır. Duvarlarının iç tarafları bağdadî sıva ile, dış cepheleri de ahşap kaplama ile örtülmüştür. Çatısı kiremit kaplıdır. Kuzey yönünde kargir bir bodrum üzerinde oturtulmuştur. Bina, ortada kare planlı cami-tevhidhane bölümü, güney kısımda hünkar dairesi ile kuzeyde de selamlık bölümü olmak üzere üç ana bölümden oluşmaktadır.

Binanın altı girişi vardır. Güneyde hünkar dairesine giriş kapısının üzerinde Ahmet Muhtar Efendi tarafından yazılmış ve 1887 tarihli ta’lik kitabe yer almaktadır. Hem hünkar dairesinde ve hem selamlık bölümünde merdivenli sofalar ve abdestlikler yer almaktadır. Bu bölümler her iki katta da vardır. Hünkar kapısının yanındaki giriş, hünkar dairesi sofası ile bağlantılı olan bir koridorla cami-tevhidhane bölümüne geçişi sağlamaktadır. Doğu cephesinde yer alan girişlerden biri selamlığın zemin kat sofasına açılır. Bir diğeri de son cemaat yeri olarak düşünüldüğünü sandığımız iki bölümlü küçük yere açılır. Burada hem cami harimine giriş hem üst kat kadınlar mahfeline çıkış vardır.

Cami haremi sekizgen planlı, üstü ahşap iskeletli ve bağdadi sıvalı olup çatı altında gizlenen sekiz dilimli küçük bir kubbeyle örtülmüştür. Üst katta sütunlar arasında bulunan kafeslerin bizzat Sultan II. Abdülhamit tarafından yapıldığı söylenmektedir. Duvarları köşebentlerle, tavan ahşap kaplama üzerine gerilen muşambaların yüzeylerine işlenmiş nakışlarla süslüdür. Özellikle hünkar dairesinin duvar ve tavan göbeğinde yaldızlanmış kartonpiyerler dikkat çekicidir. Bunların İtalyan mimar Raimondo d’Aranco’un kendi gibi gayri müslim nakkaşları tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Cami, dış görünüşü itibariyle ahşap bir konağı anımsatır.

Mihrap ahşap olup nişinin içi yanlara tutturulmuş perdeler, ortada zincire asılı kandil ve tepede ay-yıldız ve onlardan çıkan ışınlarla bezenmiştir. Alınlığındaki ayetin yazım tarihi 1887’dir.

Minber ahşaptır ve mihraba bitişik oiup korkuluğu kabartma rozetlerle süslenmiştir. Köşk kısmı ise yuvarlak kemerlidir. Biraz yapiya ters düşmüştür. Vaaz kürsüsü ahşap ve zarif olup adeta bir saray mobilyasını andırmaktadır.

Minare caminin kuzeybatı köşesindedir. Güdük ve soğan başlı, alemli bir minaredir. Ve her an yıkılma tehlikesiyle karşı karşıdır.

Ayrıca türbe, kütüphane ve çeşmesi konumları ve tasarımlarıyla çok değişik bir görüntüye sahiptirler. Mimari geleneğimize uymayan yapılar topluluğudur.

Avlusunun dört girişi bulunmaktadır.

Not: Hem cami-tevhidhane olarak hem meşrutaları ve bunların, işlevsel özelliği olarak yapı uzun zaman gerek devlet ricali ve yabancı konukların ve gerekse de aydınların ve halkın hizmetinde olmuş bir yapılar topluluğundan günümüze kalabilmiş birkaç biriminden biridir.

Türbesi:

Şeyh Zafîr türbesi kesme taştan yapılmış ve kendine özgü bir yapıdır. Örneğinin ilk ve son temsilcisidir. Dar ve uzun pencereleri üzerindeki yarım daire mermer yağmur saçakları ile de dikkatleri çekmistir. Batı tarzında ve eklektik bir yapıdır. Mimarı, bir kez baş mimarlığa da getirilmiş olan İtalyan mimar Raimondo d’Aronco’dır. Türbede ayrıca kardeşleri Hazma ve Beşir Zafir’in kabirleri, türbe dışında ise eşi Deblec Hanımın kabri bulunmaktadır. Diğer eşi Tir-i Nigah Hanım da Maçka mezarlığındadır.

Ondan bir dize:

Belagat ehli nazmile ider dil ehlini teshir

Bu sırrı anlamayanlar anı esma bilir derler

 

Neccarzade Muhammed Rızauddin Efendi (k.s.)

İstanbul – Beşiktaş’da Sinan Paşa camii bitişiğindeki türbesinde

Anadolu’nun manevi zenginliği olan velilerdendir. Adı Muhammed Rızauddin , babasının adı İbrahim’dir. 1090 (miladi 1679) yılında Şebinkarahisar’da doğdu. 1159 yılında (m 1746) İstanbul’da vefat etti.

Neccârzâde doğmadan önce babası İbrâhim Efendiye rüyâsında bir zât; “Allahü teâlâ sana sâlih bir evlâd verecek. Bu evlâdın âlim ve ârif bir zât olacak. Çok evliyâ ve sâlih müslüman yetiştirecektir. Doğduğu zaman ismini Mustafa koyunuz ve iyi yetişmesi için çok gayret ediniz.” demişti. Bunun üzerine o doğunca babası ismini Mustafa koydu. Yetişmesinde büyük bir dikkat ve titizlik gösterdi.

Babası İbrâhim Efendi, Neccârzâde doğduktan bir müddet sonra İstanbul’a yerleşerek saray topçuları arasına girdi. Fen ilimlerine vâkıf olan bu zât, seferler sırasında bilgisiyle hizmette bulunduğu gibi, köprülerin kurulmasına da nezâret etmiştir. Bu sebeple kendisine marangoz mânâsında, Neccâr, oğluna da Neccârzâde lakabı verilmiştir.

Neccârzâde Mustafa Efendinin yetişmesine babası çok önem verdi. Ömrünün son günlerinde ona şöyle nasîhat ve vasiyet etti: “Aman evlâdım ilim öğren. Annen seni işe verirse kabûl etme. Zîrâ sen büyük hizmetler için yaratıldın. İlimde ve mârifette yüksek mertebelere çıkacaksın. Bu hususta çok gayretli ve dikkatli ol!” Babası vefât edince, annesi onu bir işe vermek istedi. Fakat o, babasının vasiyetine uyarak ilim tahsîline başladı. Zamânın âlimlerinden ilim öğrenip, kısa zamanda yetişti. On yedi yaşında Beşiktaş’taki Sinân Paşa Câmii yanındaki medresede ders vermeye başladı. Bu müderrisliği sırasında, Üsküdar’da Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerinin dergâhında insanları irşâd ve terbiye ile meşgûl olan Yâkûb Efendinin babası Odabaşı Şeyhi diye tanınan Şeyh Fenâî Efendinin derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Kısa zamanda ilerledi. Bu hocasından Celvetiyye yolunun âdâbını öğrendi ve icâzet aldı. Bu esnâda Mustafa Efendi kendisinden önce bu yola girmiş olanları geçip, akranlarının vasfını bile duymadığı derecelere kavuştu.

Fenâî Efendi bir neşeli vakitlerinde Mustafa Efendinin kıymetini bildirmek için ona hitâben; “Gözümün nûru Mustafa Efendi! İnşâallah, siz öyle bir rehber olursunuz da, inci, cevher olan hikmetli sözleriniz büyük küçük herkesin kulağına küpe olur.” buyurdu. Zaman zaman, Mustafa Efendide yüksek hallerin meydana geleceği müjdesini tekrar ederdi.

Neccârzâde Mustafa Efendi, daha sonra Beşiktaş Mevlevîhâne Şeyhi Memiş Efendinin sohbetlerine devâm etti. Ondan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sinin ince ve derin mânâlarını öğrendi. Neccârzâde Mustafa Efendi, hep ilimle meşgûl olup, dünyâya ve dünyâ malına gönül vermedi. Kanâat ve tevekkül yolunu tuttu. Çok güzel hattı vardı ve geçimini kitap yazmakla sağlardı. Bunun yanında kalbi Allahü teâlâ ile meşgûl olup, zâhirini, dışını dînin emir ve yasaklarına uymakla süslemişti. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesinden kıl payı ayrılmaz, farz, vâcib ve nâfileleri yerine getirmekte çok gayretliydi. Sinan Paşa Câmiinde imâmlık, müezzinlik yaptı ve vâz etti. Bu hizmetlerinden sonra o sıralarda Rusya üzerine açılan sefere katılıp Moskoflara karşı cihâd etti. Bu cihâdda zafer kazanıp dönerken Edirne’de Arabzâde Hacı Muhammed İlmî Efendinin sohbetlerinde bulundu. Ondan Müceddidiyye yolundan icâzet aldı. Ötedenberi bu yolda yetişmek ve bu yolun feyzlerine kavuşmak için cân atıyordu. Hocasından mutlak icâzet alıp, irşâda me’zun oldu. Böylece tasavvufda asıl üstünlük ve olgunluklara kavuştu. İlâhî sırlara ve mârifetlere mazhâr oldu.

Müceddidiyye yolundaki hocası Muhammed Hacı İlmî Efendi, Ebû Abdullah Muhammed Semerkandî’nin talebesi idi. Bu zât Ahmed-i Yekdest Cüryânî’nin talebesi idi. Ahmed Yekdest Cüryânî ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek evlâdı Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm Fârûkî’nin önde gelen talebesindendi.

Arabzâde İlmî Efendi, Neccârzâde’ye tasavvufda Müceddidiyye yolundan icâzet verirken, tevâzû göstererek lâyık olmadığını söyleyince; “Evlâdım bunu biz tâyin etmedik, bu yolun büyüklerinin işâreti ile senin buna liyâkatin bildirildi. Emr edilene uy” dedi. Neccârzâde Edirne’de bir sene kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. Beşiktaş’da Sinân Paşa Câmii yanında bir arsa satın alıp burada bir mescid yaptırdı. Burada Müceddidiyye yolunun yüksek mârifetlerini yaydı. İnsanlara rehberlik etti. İlim, irfân ve Hak âşıklarına Allahü teâlânın dînini öğretti. İslâm ahlâkının yayılmasına, insanların refah ve saâdete kavuşmasına hizmet etti. Sadrâzam Hekimbaşı Nûh Efendinin oğlu Ali Paşanın Altı-mermerde Cerrah Paşa Hastahânesi karşısındaki câmi 1734’de yapılınca, buranın ilk vâizi oldu. Ahmed Yekdest Cüryânî’nin talebesinden Eğrikapı’da Karamânî mescidi imâmı Tatar Ahmed Efendi ile sohbetleri meşhûrdur.

Neccârzâde 1740 (H.1153) senesinde hacca gitti. Bu sırada Tuhfet-ül-İrşâd adlı dîvânında toplanan güzel şiirlerini yazdı. Peygamber efendimiz için yazdığı na’t-ı şerîf ve medh ü senâ için yazdığı şiirler birer şâheserdir. Hac farizasını yerine getirdikten sonra Cumâ kaptanın gemisiyle yanında bâzı dostları ve talebeleri ile birlikte Hicâz’dan İstanbul’a dönmek üzere yola çıktı. Yolculukları sırasında Mısır’a uğradılar. Mısır vâlisi Hekimoğlu Ali Paşa Neccârzâde’yi hürmetle karşılayıp, bir dâire tahsîs etti. Sonra sarayına dâvet edip çok ikrâmda bulundu. Sohbetini dinleyip duâsını aldı. Bu sohbeti sırasında söylediği bir şiir şöyledir:

“Yâ Rab tarîk-i vuslata emn ü emân ver!
Hasretkeş-i zemân-ı visâlim zemân ver!
Râh-ı Rızâ’da merd-i garîb etme bendeni
Çâbük-süvâr-ı şevki bana hem-inân ver.”

İstanbul’a döndükten sonra yine Beşiktaş’da ikâmet edip, vefâtına kadar nasîhatlarına ve sohbetlerine devâm etti. Tuhfet-ül-İrşâd adlı dîvânı meşhûrdur. Ebû Abdullah Semerkandî’nin Muhtasar-ül-Vilâye kitabını Fârisî’den Türkçe’ye tercüme etmiştir. Tövbe ile ilgili Arabî bir kitab da yazmıştır.

TÖVBE ETMEK

Neccarzâde buyurdu ki: “Bütün müslümanların günahlarına tövbe etmesi lâzım ve zarûrîdir. Ölünceye kadar dâimâ tövbe ve istiğfâr etmek lâzımdır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde müminlerin tövbe etmesini emr buyuruyor. İstiğfârdan murâd tövbedir. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm hadîs-i şerîfde buyurdu ki:

“Allahü teâlâya tövbe ediniz. Ben her gün yüz defâ tövbe ediyorum.” Mahlûkâtın efendisi hiç günâhı olmadığı, mâsûm ve pâk olduğu hâlde böyle yaparsa biz her hâlükârda tövbe ve istiğfâra muhtâcız. Sonra kul hayâtı boyunca günâh ve kusûrdan, gafletten ve yüksek makamlardan mahrûm kalma hâllerinden kurtulamaz. Tövbe ile ilgili diğer bir incelik de şudur ki: Bütün günâhları terkedip hakîkî tövbe etmedikçe noksan yapılan tövbe kemâle ermek için kâfî gelmez. Çünkü günâhlar sebebiyle kalbde hâsıl olan karartılar ve lekeler, Allah yolunda ilerlemeye mâni olurlar. Bütün günâhlara tövbe etmek lâzımdır.”

1) Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s.365
2) Menkıbe-i Evliyâiyye fî Ahvâl-i Ridâiyye (Ahmed Nüzhet Efendi, Esad Efendi Kütüphânesi, No:1752, vr.4b
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.446
4) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.12, s.265
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.309

Kaynak ; Türkiye Gazetesi , İstanbul evliyaları

Ahmed Turani (k.s.)

İstanbul – Beşiktaş’da Dolmabahçe sarayının karşısında yer alan Vişneli Tekke sokak ile Baba efendi sokağının birleştiği yerde.

Ahmed Turani hazretleri onuncu yüzyılda yaşamıştır. Bizans ordusunda kumandan olrak görev yaparken , 984 yılında Malatya civarında , Emeviler’le Bizanslılar arasında yapılan savaşta , Seyyid Battal Gazi ile karşılaşmıştır. Çetin bir çarpışmadan sonra da dost olmuşlardır. Bir süre sonr ada Müslüman olmuş ve Ahmed adını almıştır. Sanraları Battal Gazi ile birlikte bir çok vaşa katılmış, İstanbul kuşatmalarından birinde şehit düşmüş ve şehit olduğu yerde defnolmuştur.

Bir gece Sultan Abdülmecid Han , rüyasında Ahmed Turani Hazretleri‘ni görmüş, ” Sultanım! yıllardan beri burada sıkılıyorum. Kurtar beni” demesi üzerine , türbesi buraya nekil edilmiştir.

Hz. Yuşa (a.s.)

İstanbul – Beykoz’da , Yuşa Peygamber Tepesinde

Hz. Yuşa (a.s.) , Yusuf (a.s.) neslinden olup, Nun’un oğludur. Annesi Hz. Musa (a.s.) ‘ın kız kardeşidir. Mısır’da doğmuştur.  Musa (a.s.)’dan sonra İsrailoğullarına Peygamberlik yaptığı ve İsrailoğullarına büyük fetihler yaptığı rivayet edilir. Bazı kaynaklarda , Hristiyanların ve Yahudilerin ona Yeşu dedikleri nakledilir. Yeşu (Yuşa (a.s.)) Beni İsrail’e gönderilen dört büyük peygamberden biridir. Hz. Musa (a.s.) ‘ın Yuşa (a.s.) ile ” iki denizin birleştiği yere” kadar yaptıkları tarihi ve gizemli yolculukları ve burada Hz. Hızır (a.s.) ile buluşmaları Kur’an’ı Kerim’de Kehf suresinin 60-65 . ayetlerinde anlatılır. Burada Hz. Musa (a.s.) ‘ın yanındaki genç adamın Hz. Yuşa (a.s.) olduğu rivayetlerden anlaşılmaktadır.

Hz . Yuşa(a.s.) ‘ın 127 yaşında şehit olarak vefat ettiği ve Dev Dağına Defnedildiği rivayet edilir.  Yuşa (a.s.) ‘ın Kabrinin bulunduğu rivayet edilen yerler şunlardır ;
1- İstanbul – Beykoz – Yuşa Tepesi
2- Halep veya Nablus yakınlarında Maara Şehri
3- Ürdün – Salt
4- Gaziantep de Hz. Yuşa (a.s.) – makamı vardır.

Beykoz Yuşa Teesi hakkındaki rivayet şöyledir ;
Yuşa (a.s.)’ın kabrinin Beşiktaşlı Yahya efendi (k.s.) tarafından tespit edildiği rivayet edilir. Yavuz Sultan Selim, Trabzon’da Vali iken, oğlu Sultan Süleyman dünyaya gelir. Fakat kendisine sütanne tutulur. Aradan 40 küsur sene geçer, Sultan Süleyman Padişah olur. Yahya Efendi de büyük bir alim ve tasavvuf ehli olur. Nihayet bir gün padişah olan süt kardeşini ziyaret için İstanbul’a gelir. Kanuni kendisi için Beşikteş’ta kışlık bir dergah bir de Anadolu Kavağı- Sütlüce’de yazılık bir dergah hazırlatır. Yahya Efendi, yazlık dergahında iken bir gece rüyasında bir zat karşısına çıkıyor ve diyor ki: ” Ben Yuşa Peygamberim ve şu tepede yatıryorum. gel yerimi tesbit et ve beni ziyaret et ”

Yahya Efendi sabah uyanıyor. “Hayırdır İnşaallah bu nasıl rüya” diyor. ” Yuşa Peygamber Filistin de değil mi?..” Bu nasıl rüya diyor. Fakat ikinci akşam aynı zat, karşısına çıkıp: ” Neden Gelmedin , bu defa yarın gel ziyaret et” diyor Sabahleyin Yahya Efendi uyandığında bu defa rüyanın etkisi büsbütün kendisini sarıyor ve akşama kadar,
-”Hayırlar ola, acaba bu neyin nesi deyip, düşünüyor“.

Fakat her halükarda hala Yuşa Peygamberin kabrinin Filistin civarlarında olduğuna kilitlendiği için gitmeye lüzum görmüyor. Lakin gece olup uyuyunca, yine aynı zat karşısına çıkıp bu defa azarlayarak, tekrar aynı şeyleri söylüyor. Sabah, gün açar açmaz bu defa Yahya Efendi müritleri ile birlikte bunca yolu aştıktan sonra rüyada belirtilen tepeye çıkıyor. Çıkar çıkmaz  tepeyi inceleyip, kabrin yerini bulmaya çalışıyor. Bir taraftan da oranın yerli ahalisini gözetleyip, onları durdurup bilgi almak istiyor. Nihayet koyunların otlatan bir çoban görüyor ve kendisini “ne zamandır buralarda çobanlık yaptığını” soruyor.

Çoban… “10 seneye yakın buralara gelirim” deyince, kendisine bu ahalide kendisine olağanüstü gelen şeyler olup olmadığını soruyor. Çoban
bu soru üzerine Yahya Efendi’ yi bir yere götürerek: ‘’ Efendim ; şu yeri görüyor musun? üzeri yemyeşil ot olduğu halde, koyunlarımı bu oyu yedirmek için her seferinde buraya getiriyorum fakat koyunlarım nedense bu yeşil otun olduğu kısıma hiç uğramayıp ikiye ayrılarak bir kısmı bu yerin sağından bir kısmı da solunda geçip gidiyorlar, Aha şu ileride yine birleşiyorlar . Yani Buraya basmıyor otundan yemiyorlar.’’ diyor Bunun üzerine Yahya Efendi o yeri tesbit ediyor ve yeri işaretliyor. Padişaha naklediyor. Oraya bir türbe inşa ediyorlar. O zamanda bu zamana ziyaret ediliyor.

Osmanlı döneminde bu tepe Sadrazam 28 Çelebizade Mehmet Sait PAşa tarafında 1755 tarihindebir mescid yaptırmıştır. III. Osman’ın sadrazamlarında olan bu zat aynı zamanda, burada türbenin etrafını çevirmiş , bir türbedar ile türbenin bakımını ifa etmek için görevliler tayin ettirmiş ve onlar için odalar yaptırmıştır. (Allah ondan razı olsun) . Tarih boyunca ziyaretcileriyle bütünleşen ve hep insanların ilgi odağı olmayı sürdüren bu tepede, III. Selim Han döneminin bazı yıllarında , izdihamdan dolayı fitneye mahal olmasın düşüncesiyle mevlid okunması bile yasaklanmıştır.

Yuşa Peygamber’e izafe edilen kabrin 17 metre uzunlukta olması konusunda ise şöyle yorumlar yapılmıştır.
1- O bir peygamberdir, ona duyulan saygı ve sevgiden dolayı böyle uzun ve büyük bir mezar yapılmış olabilir.
2- Yeri Manevi bir keşifle bulunduğu için, isabet eder düşüncesiyle geniş ve uzun tutulmuş olabilir..
Kaynak ; İstanbul ve Anadolu Evliyaları – Pamuk Yayıncılık

Hz. Amr bin As (r.a.) – Makam

Karaköy’de yer altı camiindedir. Rıhtıma çok yakın.

Tam ismi AMr b. el-As b.Vail es-Sehmş el-Kureyşidir.Künyesi ebu Abdullahtır. Sahabe oğludur , annesi sonradan müslüman olmuştur.663 yılında Mekke doğmuştur.

Sahabenin büyüklerinden ve Arap dahilerindendir.Amr bin As hz. İslam tarihinde cesareti ile nam salmış ömrü fetihler ve gaza meydanlarında geçmiş dirayetli bir kumandan ve devlet adamı olarak bilinmektedir.

Müctehid idi. Daima kKur’an okurdu. Kendisinden 700 kadar hadis-i şerif rivayet edilmiştir.Onun güzel sözlerinde biri şöyledir; ” Allah korkusuyla dökülen bir damla göz aşı , bin filori vermekten daha kıymetlidir bana.”

Amr bin As hz. bir rivayete göre ;90 bir rivayete göre hicretin 65. yılı 72 yaşında Mısır’da vefat etmiştir.Bugun Mısır’da  Camiisi ve türbesi vardır.Kabri şerifi Mısır dadır.

Karaköy Yer altı camiinde bulunan mekanı ise olsa olsa Amr bin as hz.’nin makamıdır.. Bu cami Galata’da Cenevizlilerden kalma bir mehzendir.Fetihten sonra burası cami haline getirilmiş ve Yer Altı camii diye meşhur olmuştur.

Galata Fatihleri eşhas
Kurlunlu mahzen sizlere has
Ya Abdullah bin Amr bin As
Şefaat ir gör bizi

Kaynaklar :
İstanbul’da Bulunan Ashab-ı Kiram kabir ve makamları ; Cafer E. Babadağlı ; Sarayburnu Kitaplığı
İstanbul ve Anadolu Evliyaları ; Mustafa Necati Bursalı , Şifa Yayınevi
İstanbul ve Anadolu evliyaları ; Pamuk yayınları

Hz. Vehb Bin Huşeyre (r.a.)

İstanbul – Karaköy’de yer altı camiindedir. Rıhtıma çok yakın.

Vehb İbn-i Huşeyre hz. bir rivayete göre Eyüp sultan hz ile beraber İstanbul’un fethine gelen ve şehit düşen 27 sahabeden biridir.Hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgi yoktur.

Rivayete göre ; Vehb İbn-i Huşeyre hz’i , Süfyan b. Üyeyne hz ile birlikte şehid düştükeri bu yerde defnedilip kapı kilitleri de eritilimiş kurşunla kapatılmıştır.

1752 senesinde Şam’dan İstanbul’a ziyarete gelen Şeyh Murad Efendizade Şeyh Mehmed Efendi,Galata’ya geliğ, daha önce babasının keşfen tespit etmiş olduğu mekanın faziletini saltanat makamına bildirmiştir. Bu işaret üzerine Köse lakabıyla tanınan Sadrazam Mustafa Bahir Paşa 1752 – 1756 yılları arasında bu mekanı elden geçirerek kısa zaman içinde namaz kılınacak hale getirmiştir ve bir de vakfiye düzenlemiştir.

Vehb İbn-i Huşeyre hz’nin makamı, Galata’da Cenevizlilerden kalma bir mahzendir.Fetihten sonra burası cami haline getirilmiştir ki ”Yer altı camii” diye meşhur olmuştur.

Bais oldun nice hayra,
Bizi muhtaç etme gayre.
Dahilek ya Veheb bin Huşeyre,
Şefaate ir gör bizi

Kaynaklar;
İstanbul’da Bulunan Ashab-ı Kiram kabir ve makamları ; Cafer E. Babadağlı ; Sarayburnu Kitaplığı
İstanbul ve Anadolu evliyaları ; Pamuk yayınları

 

Gül Baba – Beyoğlu

İstanbul Beyoğlun’da; Galatasaray lisesinin yanından tophaneye doğru inerken sağ da gül baba sokakta./strong>

Padişah ikinci Bayezid, kır atının gemini çekti. Boğazın mavi sularına baktı, havayı kokladı:
— Bu güzel kokular nereden geliyor? diye yanındakilere sordu:
Paşalardan biri cevap verdi:
— Devletlüm, İstanbul kuşatmasında yaralanan bir yiğit var ki bugün O’na Gül Baba derler. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyardır. Tabiat aşığıdır. Şu yamaçları güllerle, türlü çiçeklerle donattı. Bu hoş kokular onun bahçesinden geliyor…
Padişah avdan dönüyordu. Biraz yorgundu. O devirde av, bir eğlence olmaktan çok bir askeri manevra niteliği taşıyordu. Usta izciler, usta okçular, kurnaz taktikçiler av sırasında hünerlerini gösterir, gençlere örnek olurlardı. Padişah aynı zamanda başkomutan olduğu için her şeyle ilgilenir, at koşturur, manevrayı yakından takip ederdi.
— Merhum babamın bu gazi askerini ziyaret etmek isterim, dedi. Padişah ve veziri Gül Baba’nın kulübesine doğru yürüdüler Kulübe birkaç yüz metre ileride idi. Gül Baba onları ayakta karşıladı. Padişah ona :
— Savaşta bastığı yeri sarsan, barışta oturduğu yeri sarı – kırmız gül bahçesine çeviren yiğit asker sen misin? dedi.
— Sen öyle diyorsan, öyledir Sultanım. Senden iltifat görmek benim için en büyük şereftir…
— Hayır Gül Baba, sen İstanbul’u fethedenlerdensin, bu daha büyük bir şereftir.
Padişah atından indi, kulübeye girdi ve Gül Baba’nın utana sıkıla gösterdiği basit bir minderin üzerine bağdaş kurup oturdu. Onun elceğizi ile pişirdiği kahveyi içerek yorgunluk giderdi. Kahvesini içtikten sonra Gül Baba’ya şöyle dedi:
— Dilersen seni Saraya alayım, artık çalışma. Yaşlılık devrini dinlenerek, rahat geçir.
Sağ ol Sultanım, ben burada oturmak isterim. Ama bana bir iyilik yapmak istiyorsan, şu kulübenin bulunduğu yere bir mektep medrese yaptır, ülke çocukları okusun, yurdu daha da yüceltecek insanlar olarak yetişsinler.
«Arması san kırmızı olsun.»
Padişah, Gül Baba’nın seçerek topladığı bir demet sarı, bir demet kırmızı gülü alırken şu karşılığı verdi:
— Gönlün rahat olsun, dilediğin olacaktır Gül Baba.
Yıl 1481 idi. Gül Baba’nın kulübesinin olduğu yere büyük bir bina yapıldı. O günden bu güne kadar mektep oldu, hastane oldu, saray oldu… Sonra 1868’de tekrar eğitim-bilim yuvası haline geldi ve «Mekteb-i Sultani» adını aldı. Cumhuriyet döneminde adı «Galatasaray Lisesi» olarak değiştirildi.
Galatasaray Lisesi’nin banisi işte bu yüce velidir. Gül Baba Galatasaraylıların sembolü, her şeyi… O şifa isteyen, murad isteyenleri boş çevirmez. Galatasaray’dan Tophane’ye inerken yolun sağında Gül Baba Sokak üzerinde medfundur. Giriş kapısının üstünde mermer üzerine gül resimleri işlenmiş ve güllerin ortasına da «Maşaallah» yazılmıştır. Ulu ağaçların altında yatan Gül Baba’nın kabir taşında da şu kitabe yazılıdır:
«Hüvel Hadi
Merhum ve mağfur
E lmuhtac ila rahmeti rabbihü gafür Gül Dede ruhu için Fatiha.»

1201 tarihinde kabir Sultan Abdülhamid Han tarafından tamir ve ihya edilmiştir. Galatasaray Lisesi’nin 100. yılı dolayısıyla tamir edilip onarılmış ve şu kitabe yazılmıştır:
Gül Baba, Galatasaray Külliyesinin 480 sene evvel kurucusudur. Türbesi Lisenin 100. dönüm yılı dolayısiyle Vakıfların himmetiyle onarılmıştır. 1968

Karagümrük Gül Baba Sokak üzerinde de başka bir «Gül Baba» kabri vardır.

Kaynak ; İstanbul Evliyaları ve Fetih Şehidleri – Şevket Gürel , İstanbul’daki Tarihi Türbe ve Mescidleri İmar Vakfı , 1988

Burhaneddin Hasan Cihangiri (k.s.)

Burhaneddin Hasan Cihangiri hazretleri’nin kabri ; İstanbul Cihangir’de Cihangir camiinde.Cihangir de Özoğul sokağında

Halveti yolunun büyüklerinden olan Şeyh Hasan Efendi ;Harput kasabasının Perçin köyünde dünyaya gelmiştir.Uzun yıllar İstanbul’daki Cihangir semtindeki tekkesinde faaliyet gösterdiği için Cihangiri lakabıyla anılır.

İlk ilim ve tahsilini Harput’ta yaptı. Daha sonra Celali isyanları sebebiyle Bursa’ya giderek Halveti Şeyhlerinden Yakub Fani Efendi’ye intisap eder. celali isyanları Bursa’yı da tehdit etmeye başlayınca şeyhiyle beraber İstanbul’a giderek Eyüp’te Baba Haydar Tekkesi’ne yerleşti. Bu yıllarda mürşidinin şeyhi Şerbetçi Mehmed Efendi ile onun şeyhi ve Halvetiyye’nin Ramazaniyye kolunun piri olan Ramazan Mahfi Efendi’nin sohbetlerine katıl­ma fırsatını buldu. Sekiz yıl hizmetinde bulunduğu Ramazan Efendi tarafından kendisine 1020 (1611) yılında hilafet verildi ve Cihangir Camii’ne meşihat konularak buraya şeyh tayin edildi.

Hasan Burhaneddin Efendi Cihangir Camii’ne şeyh tayin edildikten sonra caminin yanına yaptırdığı tekkede vefatına kadar elli iki yıl irşad faaliyetini sürdürmüş, bu uzun süre içinde birçok halife yetiştirmiştir. Halifeleri istanbul ve civarıyla Gebze, Safranbolu, İznik, Edirne, Bolu, Bursa, Gelibolu, Tavşanlı,Malatya ve Şam’da faaliyet göstermiş. kendisine nisbet edilen Cihangiriyye tarikatının geniş bir sahada yayılmasını sağlamışlardır. Üsküdar’da tekkesi bulunan Çamlıcalı Mehmed Efendi en meşhur halifelerindendir.

Halvetiyye’nin seyrü süluk adabına ve atvar-ı seb’aya dair iki risalesi ve bazı ilahileri olduğu bildirilen Hasan Burhaneddin Efendi 90 yaşlarında Reblülahir 1074’te (Kasım 1663) vefat etmiş ve Cihangir Camii’nin hazire­sine defnedilmiştir. Kendisinden sonra yerine halife bıraktığı Fethullah Efendi de 1703-04 tarihinde vefat etmiş ve şeyhinin yanına defnedilmiştir.

Şeyh Hasan Efendi’nin mezar taşında şu ibare yazılıdır ; ‘‘ Kutbu’l-arifin Cihangiri merhum eş-şeyh Hasan Efendi kaddesallahu ruhuna bişefaati’l-fatiha 1074

Kaynaklar;
İstanbul Halveti Tekkeleri , Fatih Köse , Maramara Üniversitesi İlahiyat Fakultesi yayınları
Sefine- Evliya , Hüseyin Vassaf
İstanbul’un 100 sufisi
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
İstanbul Evliyaları , Türkiye Gazetesi